Deliler saltanatı

Deliler saltanatı
İskender Fahrettin Sertelli
17. yüzyıl Osmanlı Sarayı… Samur ve Amber Devri…

Tarihe taşkınlıkları ve deliliğiyle adını yazdıran İbrahim Sultan tahtta. Bir yanda hanedanın bekâsı için Sultan İbrahim’e çeşit çeşit cariyeler sunan haremin hâkimi Valide Kösem Sultan ile Hünkarın gözdesi olup büyük zenginliklere, samur kürklere kavuşma hayali kuran cariyeler. Diğer yanda Padişahın bozuk akıl sağlığını fırsat bilip onu zevk âlemleriyle oyalayan, iktidar için kan dökmekten çekinmeyen Sadrazamlar…

Saray mensuplarının asıl derdi zenginliğinin son demlerini yaşayan Osmanlı’dan en büyük payı kapabilmektir. Fakat haremdeki bu hassas denge Cinci Hüseyin Hoca’nın saraya gelmesiyle bozulur. Kısa sürede Padişahı etkisi altına alan bu adam herkes için bir tehdittir. Saraydaki mutlak hâkimiyeti bozulanlar Padişah İbrahim’in kontrolünü yeniden ele geçirebilmek için artık herşeyi yapmaya hazırdır…

Tarihî bir roman olan Deliler Saltanatı sefahat uğruna harcanan hayatları, iktidar için oynanan şehvet oyunlarını gözler önüne sererek sizlere yavaş yavaş sönmekte olan Osmanlı ihtişamına tanık olma fırsatı sunuyor.

İskender Fahrettin Sertelli
Deliler Saltanatı

Editörün Notu
Sene, Hicri 1053… Samur ve Amber Devri’ndeyiz. Yani, Sultan İbrahim’in ve kadınlarının çılgınlık devrinde… diyerek başlıyor roman. Gerçekten de kitabı okudukça, bu başlangıcın ne kadar doğru olduğunu anlıyorsunuz. Bir yanda tüm zamanını zevküsefa alemlerinde geçiren bir Padişah olan Sultan İbrahim, diğer yanda saraydaki konumunu korumak için her şeyi göze almış kadınları. Romanın akıcı üslubu sayesinde Sultan İbrahim’in eğlenmek için yaptığı çılgınlıklarla kadınların saraydaki güçlerini korumak için çevirdiği entrikaları bir arada takip edebiliyorsunuz. Roman ilerledikçe, Sultan İbrahim’in arzusuyla haremindeki kadın sayısının artması ve her kadının saraya kendi oyunlarıyla gelmesi ile rekabet kızışıyor, heyecanın dozu artıyor. Kitap, Cinci Hoca, Hasan Ağa, Çelebi gibi erkek karekterlerin de katılımıyla sürükleyici bir romana dönüşüyor.

Giriş
Sene, Hicri 1053… Samur ve Amber Devrindeyiz.
Yani, Sultan İbrahim’in ve kadınlarının çılgınlık devrinde…
Bu devir Sultan İbrahim’in devri olduğu kadar kadınlarının da devriydi. Sarayda onlarca güzel cariye ve haseki vardı. Ve bu kadınlar kıskançlıkları ve rekabetleriyle nam salmışlardı. Saraydaki kadınların başında padişahın annesi Kösem Sultan geliyordu. Kösem Sultan, sarayda padişahı rahat ettirmek için diğer kadınların kıskançlıklarını ve rekabetlerini büyük olaylar çıkmadan dizginlemeye çalışıyor, saraydaki her olaydan haberdar olup büyük kargaşalar çıkmadan önlemeye çalışıyordu.
Kösem Sultan sarayı kontrol altında tutmak için, Sümbül Ağa’yı Kızlarağası yaptı. Sümbül Ağa, saraydaki kadınları kollamakla görevlendirilmişti. Bu görevini yerine getirirken kendisine zamanında hediye edilen Zerefşan’la ilgilenmeyi de unutmuyordu. Yalnız bir sorun vardı, kendisine bakire olarak takdim edilen Zerefşan’ın karnı gün geçtikçe şişiyordu. Bu şişkinliğe anlam veremeyen Sümbül Ağa, bir sabah Zerefşan’ı odasına çağırdı:
“Bana seni bakire olarak hediye etmişlerdi, şimdi neden böyle durduk yere karnın şişiyor?”
Efendisinden bu sözleri duyan Çerkes kızı utandı. Kızlarağasından gerçeği saklamaya çalıştı. Fakat Sümbül Ağa gerçeği anlamış ve bu durumdan bir kâr çıkartabilirim umuduyla oldukça memnun olmuştu. Gün geçtikçe karnı daha da şişen Zerefşan, üç dört ay geçtikten sonra doğurdu. Sarayda olup biten her şeyden haberdar olan Kösem Sultan bu haberi duyunca Kızlarağasının emrinde olan Zerefşan’ın kaderi tamamen değişti.
Kösem Sultan, Zerefşan’ın doğum yaptığını duyduktan sonra Kızlarağasını odasına çağırdı ve:
“Sümbül, Zerefşan’ı yeni şehzadenin sütninesi olarak Hünkara hediye etmeni istiyorum” dedi.
Sümbül Ağa, Kösem Sultan’ın bu arzusunu minnet ve memnuniyetle yerine getirdi, Zerefşan’ı o gün derhal Padişaha takdim etti. Sümbül Ağa bu yolla hem Kösem Sultan’ın gözüne girmeyi hem de konumunu sağlamlaştırmayı amaçlamıştı.
Zerefşan’ın sütninelik edeceği Şehzade Mehmet, henüz dört aylık zayıf bir bebekti. Aslında Zerefşan’ın yeni işi oldukça kolay görünüyordu. Fakat Zerefşan’ın güzelliğini gören Şehzade Mehmet’in annesi Turhan Sultan’ın, onu kıskanmaya başlaması Zerefşan için hiç de iyi olmadı.
Zerefşan’ı kıskanan Turhan Sultan, Rusya’da Tatarların eline esir düşen ve daha sonra Süleyman Paşa tarafından İstanbul’a getirilerek Padişaha hediye edilen çok güzel bir Rus dilberiydi.
Turhan Sultan; Sultan İbrahim, kardeşi Sultan Murat’ın vefatı üzerine tahta çıkınca annesi tarafından kendisine ilk takdim edilen kızdı . Padişah, ilk göz ağrısı olan bu Rus dilberini bütün cariyelerinden fazla seviyor ve ona sarayda her istediğini yapması için diğer gözdelerinden fazla yetki veriyordu.
Turhan Sultan’ı Padişaha takdim eden Kösem Sultan da, hanedan neslinin çoğalması için Padişahı sefahat ve eğlenceye teşvik etmeye devam ediyor, Padişahın her gece çıplak cariyelerle sabahlara kadar vakit geçirmesini sağlıyordu. Bu eğlencelerden yorgun düşen Padişah da bütün gününü uyuyarak geçiriyordu.
Padişah, zevk ve sefa alemlerinde vaktini geçirirken devlet işlerini yürütmek de Kösem Sultan’a kalıyordu, bu durumdan istifade etmek isteyen kurnaz vezirler de hükümet hazinesini soyuyor, millete zulüm ve işkence ediyorlardı.
Tüm bu durumdan habersiz olan Sultan İbrahim, bir gün penceresinden dışarıya bakarken bir ağacın altında, Şehzade Mehmet’i emziren Zerefşan’ı gördü ve kendi kendine “Bakın şu yosmaya… yıldız çiçeği gibi sabah güneşini görünce ne güzel de açılıp saçılmış,” diye söylendi.
Zevk ve sefahatinden başka bir şey düşünmeyen Padişah, bu güzel manzaraya hiç ilgisiz kalabilir miydi?
Ellerini çırparak “Sümbül!” diye bağırdı.
Sultan İbrahim’in kapısından ayrılmayan Kızlarağası, derhal içeriye girdi.
Padişah, şımarık bir çocuk gibi ufak siyah sakalına taktığı incilerle oynayarak Kızlarağasının boynuna sarıldı ve:
“Sümbül, çabuk bahçeye git. Kırmızı gül ağacının altında çocuğu emziren şu işvebazı Turhan görmeden buraya getir,” dedi.
Emri alan Sümbül Ağa hemen bahçeye koştu. Bahçeye girdiği anda, sütninenin yanında Turhan Sultan’ı görünce ne yapacağını şaşırdı. Zerefşan’ın yanına bir türlü sokulamadı.
Sümbül Ağa’yı bu kadar korkutan Turhan Sultan, aslında on altı yaşında genç bir kızdı. Ama zekası ve kuvvetli muhakemesi sayesinde sarayda haklı bir nam salmıştı. Ayrıca Padişahın ona tanıdığı ayrıcalıklar da saraydakilerin ondan çekinmesini sağlıyordu.
Turhan Sultan, Kızlarağası’nın uzaktan kendisini gizlice izlediğini görünce:
“Sümbül Ağa etrafımda ne dolaşıyorsun?” dedi ve Sümbül Ağa’nın yanına doğru gitti.
Sümbül Ağa:
“Geziyorum Sultanım! Biraz başım ağrıyordu da. Gül koklamaya çıktım. Aa, Zerefşan da buradaymış!” dedi.
Turhan Sultan, Kızlarağası ile konuşurken, bahçedeki konuşmaları duyan Sultan İbrahim, iki elini ağzına götürerek kısık sesiyle bağırdı:
“Zerefşan!”
Turhan Sultan, sütninenin yanına gelip küçük şehzadeyi emzirmeye devam etmesini söyleyince, Sümbül Ağa’nın bu işi beceremeyeceğini anlayan Sultan İbrahim hiddetle bahçeye koştu. Turhan Sultan’ı uyararak “Hükümdar ben isem benim dediğim olacak ve Zerefşan benimle gelecek!” diyerek Zerefşan’ın kucağında meme emen Şehzade Mehmet’i kolundan tuttuğu gibi havuza attı!
Turhan Sultan, Padişahın bu çılgınca hareketinin şaşkınlığıyla “Beni ve evladınızı yok sayıp, böyle pespaye bir cariyeye bu derece iltifat etmeniz hiç hoş değil” diyerek havuza atıldı ve Şehzade Mehmet’i boğulmaktan son anda kurtardı.
Sultan İbrahim, Turhan Sultan’ın serzenişini hiç önemsemedi. Zerefşan’ı kolundan tuttuğu gibi odasına götürdü.
Günler geçtikçe, Padişah’ın Zerefşan’a ilgi ve muhabbeti artıyordu. Sarayda, bütün cariyeler ve hasekiler Zerefşan’ı kıskanmaya başlamışlardı bile. Hatta kıskançlıklarını yüksek sesle dile getirmekten çekinmiyorlardı:
“Bir sütnineye bu kadar iltifat olmaz!”
“Bu sığıntıyı saraydan uzaklaştıralım!”
“Bu şırfıntıyı başımıza çıkaran Sümbül Ağa’dır!”
Turhan Sultan bu yeni cariyeyi çekemeyenlerin başındaydı.
Kabahatin büyüğü kendisinde olduğu için kimseye bir şey de söyleyemiyordu.
Sümbül Ağa, Zerefşan’ı Padişaha takdim edeceği zaman, Turhan Sultan’a:
“Şehzade Mehmet’e iyi bir sütnine getirdim, siz ne dersiniz?” diye sormuştu.
Turhan Sultan, oğlunun sütü temiz ve genç bir kız tarafından emzirilmesinden memun olacağını söylemiş, hiçbir kıskançlık göstermemiş ve padişaha “Uygundur” diyerek hareme kabul edilmesini sağlamıştı.
Turhan Sultan, Padişahın Zerefşan’a muhabbettin-den Sümbül Ağa’nın sorumlu olduğunu bildiğinden ona düşman kesilmişti. Sarayda daima onun aleyhinde konuşur, onu her gün birbirine uymayan suçlamalarla tenkit eder olmuştu.
Turhan Sultan, padişahın, Zerefşan’ın babası meçhul çocuğunu, kendi oğlundan fazla sevdiğini gördükçe daha da sinirleniyor ve hiddetini Kızlarağasını azarlayarak hafifletmeye çalışıyordu.
Sümbül Ağa’yı her gün “Sen bu orospuyu saraya getirmeseydin, benim rahatım kaçmayacaktı!” diye azarlayan Turhan Sultan, bir sabah Şehzade Mehmet’i emzirmesi için sütnineye vermeyerek tepkisini aşikar etti. Bu durumun Kösem Sultan’a ulaşmasıyla birlikte Sümbül Ağa’nın saraydaki vaziyeti iyice tehlikeye düştü.
Valide Sultan, sütnine olmasını istediği Zerefşan’ın padişahın gözdesi haline geldiğini duyunca bu işe sebep olan Sümbül Ağa’ya çok kızdı; kendisi dururken padişaha kız bulmak Kızlarağasına mı kalmıştı, onun padişaha cariye hediye etmeye ne hakkı vardı?
Tüm bu gelişmeler üzerine Kösem Sultan, Sümbül Ağa’yı huzuruna çağırdı ve saraydan uzaklaşmasını istedi.
Turhan Sultan’dan sonra Kösem Sultan’ı da karşısına alan Sümbül Ağa’nın saraydan uzaklaşmaktan başka çaresi kalmamıştı. Sümbül Ağa saraydan uzaklaşmak için hacca gitmeye karar verdi. Padişahtan izin alarak yola çıktı.
Sarayda bu gelişmeler yaşanırken, Sultan İbrahim kendisine sunulan birbirinden güzel cariyelerle gününü gün ediyordu. Turhan Sultan’dan sonra Dilaşup ve Muazzez Hanımları da haremine aldırmış ve onlardan iki kız, iki erkek çocuğu olmuştu.
Bu neticeden sarayda mutlu olan tek kadın, hanedan neslinin devamını düşünen Kösem Sultan’dı.
Sultan İbrahim kadınlarla sefahat alemlerinde gününü geçirirken Kösem Sultan devlet işleriyle uğraşıyor, zengin eyaletlere kendi adamlarını vali olarak atıyordu.
Padişah ise hasekilerinin sayısını günden güne arttırıyor, zevkine zevk katmak için yeni getirilen güzel ve körpe cariyelerle vaktini geçiriyordu.
Sultan İbrahim, bu yorucu yaşam tarzı yüzünden artık zayıf düşmeye de başlamıştı. Zaten şehzadeliği boyunca on beş sene hapis hayatı yaşadığı için aklı ve sağlığı pek de yerinde değildi. Sağlık sorunlarının yarattığı sıkıntıların yanında devlet işlerini de validesine bıraktığından sarayın dışındaki halkın ne tarzda yaşadığı hakkında en ufak bir fikri bile yoktu.
Sultan İbrahim, bir akşam eğlencesini saray dışına taşımak maksadıyla şehri gezmeye çıkmıştı. Ayasofya civarında gezinirken hasta bir kadının sokak ortasında inleyerek ağladığını gördü ve yanına yaşlaşarak derdini sordu:
“Neden ağlıyorsun hatun?”
“Hastayım.”
“Hastanın sokakta işi ne?”
“Yatacak yerim yok!”
“Gökten mi indin? Şimdiye kadar nerede yatıyordun?”
“Evimde. Fakat bu sabah kocam beni sokağa attı. Dokuz aylık gebeyim, Padişahım!”
“Ne fenalık yaptın da evinden kovuldun acaba?”
“Ben bir fenalık yapmadım, padişahım! Kocam evimize saraydan bir cariye kaçırdı ve beni sokağa attı.”
Bu sözleri duyan padişah, yanındaki yeniçeri ağası Musa Paşa’nın yüzüne bakarak: “Sarayda olup biten işlerden benim neden haberim olmuyor?” diye çıkıştı.
Gebe kadın gözlerinin yaşını silerek, Sultan İbrahim’in ayaklarına kapandı:
“Padişahım, ben namuslu bir kadınım. Karnımdaki çocuğa merhamet ediniz ve beni evime kabul etmesini kocama emrediniz! Minik şehzadelerinizin ve sevgili hasekilerinizin başı için beni bir köpek gibi sokak ortasında yavrulama tehlikesinden kurtarınız!” dedi.
Kadın, kendisine yardım etmesi için padişaha yalvarırken, Sultan İbrahim kadının durumunda ziyade saraydan kaçırılan cariye meselesiyle ilgilendi;
“Kocanın kaçırdığı cariye şimdi nerededir?”
“Evde.”
“İsmini biliyor musun?”
“İsmini bilmiyorum ama uzun boylu, mavi gözlü, sol yanağında iri siyah bir beni olan bir kızdı.”
Padişah gebe kadının söylediklerini duyunca, Musa Paşa’nın kolundan çekerek haykırdı:
“Zerefşan’ı kaçırmışlar! Ne duruyorsunuz? Çabuk o evi bulun!” diye emretti.
Sultan İbrahim, bu garip tesadüfün tesirleriyle hiddetlenerek saraya geri döndü.
Yeniçeri Ağası ise Padişahın emrini yerine getirmek için ondan ayrıldı. Paşa, gebe kadının evini bastığı zaman, Zerefşan ile saraydan birkaç gün önce kovulmuş aşçı yamağını içki sofrasının başında zevküsefa ederken buldu.
Musa Paşa’yı karşılarında görünce şaşırıp kalan iki sevdazede “Cehennem zebanisi çıkageldi, halimiz şimdi ne ola?” diyerek, yeniçeri ağasının ayağına kapandılar.
Zerefşan, yapacak başka bir şeyi olmadığı için paşaya firarının sebebini izah etti.
“Ben aşçı yamağı Hüseyin’i çoktan beri seviyordum. Dün akşam Kösem Sultan beni çağırdı. ‘Kız,’ dedi, ‘sen padişahı memnun ediyorsun! Bu yüzden, Turhan Sultan seni çok kıskanıyor, günün birinde sırf sana olan nefretinden dolayı Şehzade Mehmet’i boğma ihtimali bana azap vermeye başladı. Yarından tezi yok, hemen sarayı terk edip başka bir diyara gidesin. Yoksa benden çekeceğin var!’ dedi. Ağam işte ben de bu yüzden Hüseyin’e kaçmaya mecbur oldum. Bu işte benim bir suçum, günahım yoktur.”
Musa Paşa, Çerkes kızından bu cevabı alınca önce biraz tereddüt etti. Zerefşan, diğer cariyeler gibi akılsız bir kız değildi. Sebepsiz yere padişahın gözdeliğinden vazgeçerek bir aşçı yamağı ile ömrünü geçirmesi için deli olması lazımdı. Duydukları karşısında şaşkına dönen Musa Paşa, evin kapısına bir nöbetçi dikerek “Ben gelinceye kadar buradan bir yere kıpırdamayın. Ben işin içyüzünü öğreneceğim,” dedi ve saraya gidip meseleyi Kösem Sultan’a anlattı. Tüm bu gelişmelerden habersiz olan Sultan İbrahim ise sarayın içini alt üst etmeye başlamıştı:
“Ben, kırmızı dudaklı, turunç memeli dildademi isterim!” diyerek çocuk gibi tepiniyor, haykırıyordu.
Sultan İbrahim’in kararlılığını gören Kösem Sultan, Musa Paşa’yı gizlice odasına çağırdı.
“Hüseyin’in karısının bu işi meydana çıkarmasından endişe ediyordum. Şimdi gidip o kadının canını cehenneme gönder!” diyerek yeniçeri ağasına bir kese akçe uzattı. Emirlerine de kaldığı yerden devam etti:
“Padişah’ın bu istekliliğiyle Sadrazamın Zerefşan’ı buldurması ve himaye etmesi muhtemeldir. Aşüftenin meydana çıkmaması için Hüseyin’e söyle hemen bugün İstanbul’un başka bir semtine taşınsınlar. Bu paraları da ona ver. Dilini tutsun, yoksa onu da karısının yanına yollarım!” dedi.
Musa Paşa saraydan ayrılıp derhal Ayasofya Meydanı’na indi. Gebe kadını eliyle koymuş gibi hemencecik buldu ve “Seni padişah istiyor. Sana bir iyilik yapacak. Haydi, düş önüme!” diyerek kadını kandırıp saraya götürdü.
Hüseyin’in karısı Paşanın sözlerine inanmıştı. Sarayın sessiz bir odasında doğum sancılarıyla kıvranarak, Padişahtan iltifat beklemeye başladı. Halbuki Musa Paşa, dışarıda planını uygulamaya koyuldu. İki yeniçeri birden odaya daldı ve kadının üzerine atıldı.
Yarım saat içinde Hüseyin’in karısı boğulmuş olarak odadan bodrum katına indirildi.
Bu sırada Hüseyin, Zerefşan’la birlikte aynı gün içinde Edirnekapı civarında tenha bir sokakta bulunan iki odalı bir eve taşındı.
Padişah da günler geçtikçe Zerefşan’ı unutmaya başladı.
Kösem Sultan, şımarık ve beyni sulanmış oğlunun etrafı görmesine fırsat vermemek için her gün bin Zerefşan’a bedel kırmızı dudaklı ve tutunç memeli cariyeler bularak, Padişaha takdim ediyordu.
* * *
Vaktiyle hapis köşelerinde akli dengesi bozulan Sultan İbrahim, işveleriyle kendisini büyüleyen güzel ve körpe cariyelerin koynunda vakit geçirmekten saray dışında olup bitenlerle ilgilenemiyordu.
Sümbül Ağa, hacca giderken Malta korsanlarına esir düşmüş ve bir çatışmada öldürülmüştü.
Korsanların bu saldırıları Avrupalılarla Osmanlı arasında büyük bir gerginliğe ve Girit Savaşı’na sebep olmuştu.
Hükümet ve Kösem Sultan bu gibi harici ve mühim meselelerle meşgul olurken, Sultan İbrahim bu hadiselerden hiç de mutsuz olmaz, gece gündüz ince ve kırmızı dudaklı güzel cariyelerin peşinde koşarak eğlenirdi.
Padişahın kadınlara olan düşkünlüğü neticesinde, Turhan, Dilâşup ve Muazzez Sultanlardan başka kadınlardan da çocukları dünyaya gelmiş ve hasekilerin sayısı yediyi bulmuştu.
Bunlarla beraber, Kösem Sultan başta olmak üzere Hatice Sultan, Şivekâr Kadın, Telli Haseki, Hubiyar Kadın, Şekerpare, Şekerbolu, Saçbağı gibi sarayda önemli roller oynayan kadınlar da vardı.
Sarayda bu kadar kadın olmasına karşın hâlâ Padişahın gözdesi Turhan Sultan’dı ve Turhan Sultan, Sümbül Ağa’dan sonra kafayı Sadrazam Kara Mustafa Paşa’ya takmıştı. Aslında çok da haksız sayılmazdı. Çünkü Mustafa Paşa, bir gün Turhan Sultan’dan bahsederken “Bu kafiri saraydan uzaklaştırmanın çaresine bakmalı!” demişti.
Bu söz Turhan Sultan’ın kulağına gitti ve genç kadın bu düşünceleri yüzünden Mustafa Paşa’ya düşman oldu. Onun yaptıklarını daima eleştirmeye başladı.
Turhan Sultan, bir gece Mustafa Paşa’nın buna benzer sözlerini işitince içinden”Bu adama daha fazla tahammül edemeyeceğim, artık sarayda ya o ya da ben kalacağım!” diye geçirdi. Turhan Sultan, sadrazamdan kurtulmanın yollarını düşünmeye başladı. Bir sabah Kösem Sultan bahçede dolaşırken yanına giderek “Bu sarayda beni sizden fazla himaye eden kimse yok, size derdimi açmaya geldim,” dedi.
Kösem Sultan, oğlunun başka kadınlarla meşgul olduğunu bildiği için Turhan Sultan’ı kıskanmaz hatta bazen ona merhamet ederek kendi dairesine götürür ve birlikte yemek yerlerdi.
Valide Sultan, Turhan Sultan’ın derdini dinlemek istedi:
“Söyle bakalım bugünlerde bu kadar sararıp solmana sebep olan derdin ne imiş?” deyince Turhan Sultan derdini anlatmaya başladı:
“Sarayda çok yalnız kaldım, Sultanım! Dün sabah saraydaki geleceğimle ilgili çok kötü bir haber aldım. Kara Mustafa Paşa beni Rusya’ya sürmek için Padişahı teşvik ediyormuş. Bu adam benden ne istiyor?”
Kösem Sultan, bu sözleri büyük bir merakla ve dikkatle dinledikten sonra, genç kızın pembe yanaklarını okşayarak “Sen Rusya’ya gitmek istiyor musun ya da kimseye bu yönde bir şey söylemiş miydin?” dedi
“Hayır. Ben çıldırmadım, Sultanım! Rusya’da ne işim var benim!”
“O halde bu laf nereden çıktı?”
“Kara Mustafa Paşa’dan!”
“Seni Rusya’ya gitmende onun kârı ne olabilir?”
“Orasını ancak ben bilirim Sultanım!”
“Sana faydalı olabilmem için bütün bildiklerini bana anlatman lazım. Söyle bakayım, bu adam niçin seninle bu kadar çok uğraşıyor?”
Turhan Sultan gözlerinin yaşını silerek,
“Kara Mustafa Paşa çok küstah ve nankör bir adamdır, o kadar küstahtır ki ara sıra beni kendi dairesine davet edecek kadar ileriye gidiyor, Sultanım!” dedi.
Kösem Sultan bu sözler karşısında gülümsedi:
“Davetine gittin mi?”
“Benden bunu bekler misiniz?”
“Gençlik bu, yavrum! Belki zorlarlar da gidersin. Eğer gitmişsen, eğer seni zorla götürmüşlerse bana açıkça bunu söylemelisin.”
Turhan Sultan, böyle bir şeyi aklından bile geçirmemişti. Valide Sultan’ın bu sorusuna çok üzülmüş, gözlerinin yaşı elindeki mendili sırıl sıklam etmişti.
“Ben o alçaklığı yapacak kadar düşük ve düşüncesiz cariyelerden değilim Sultanım! Sadrazamla bir saniye bile halvet olduğum kanıtlanırsa, kendi arzu ve irademle Bostancı’nın kılıcına boynumu uzatmaya hazırım!”
Bu sözleri duyan Kösem Sultan:
“O halde Mustafa Paşa, senden bu suretle intikam almak istemiş. Merak etme! Ben bu işin önüne geçerim.” dedi.
* * *
Turhan Sultan’ın derdini dinleyen Kösem Sultan, hemen harekete geçti ve Kara Mustafa Paşa’yı gizlice odasına davet etti.
Aslında Kösem Sultan, Kara Mustafa Paşa’nın Rus dilberinde gözü olduğuna inanmıyordu. Sadrazam o kadar akılsız bir adam değildi. Sarayda padişaha yaranmak ve halkın gözünü boyamak için her gün binbir fırıldak çeviren Sadrazamın Padişahın gözdesiyle ne işi olabilirdi?
Günler geçtikçe saray kadınlarının gizli oyunları da artıyordu. Belki de Kara Mustafa Paşa da, diğer saray müntesipleri gibi bu kadınlardan birinin tesiri altındaydı. Tüm bu ihtimalleri değerlendiren Kösem Sultan, olayı bir de Kara Mustafa Paşa’dan dinlemek istedi:
“Turhan Rusya’ya gönderilecekmiş, öyle mi?”
Sadrazam böyle bir soruyu hiç beklemiyordu, şaşkınlıkla:
“Böyle bir şeyden haberim yok, bunu da kim uydurmuş Sultanım” dedi.
“Benden saklama, Paşa! Her şeyi öğrendim. Turhan Sultan’ın dairenize bir cariye gibi ara sıra uğramasını emretmişsiniz! Bu hareketinizin Padişaha hıyanetten başka bir manası var mı?”
Birden Kara Mustafa Paşa’nın rengi attı. Demek ki Turhan Sultan’ı o kadar tehdit ettiği halde, o gidip her şeyi Valide Sultan’a anlatmıştı.
Sadrazam mahcubiyetinden kızardıkça kızarıyor, Kösem Sultan’ı tatmin etmeye çalışırken anlamsız bahaneler üretiyordu:
“Ben ona başın sıkıldığı zaman bana gel, derdini anlat demiştim, Sultanım! O benim sözlerimi yanlış anlamış. Ben Turhan Sultan’a göz koyacak kadar delirmiş birisi değilim!”
Kösem Sultan, Sadrazamın bu itirafı ve itirazı karşısında fazla bir şey söylememekle beraber, Kara Mustafa Paşa’ya içten içe kızdı ve o günden itibaren Mustafa Paşa’yla arası açılmaya başladı.
İşin aslı ise göz koyma olayından çok farklıydı. Mustafa Paşa, bütün icraatine rağmen bir türlü Padişahın gözüne giremiyordu. Padişahın gözünde bir değeri olmadığı için, düşmanlarının sayısını arttırıp, konumunu tehlike düşürmek istemiyordu. Bu yüzden saray müntesiplerinin ve diğer paşaların gittikçe artan hüküm ve haksızlıklarına göz yumuyordu. Bu durumdan kurtulmanın yolunu da padişahın gözdesi olan Turhan Sultan’ı saraydan uzaklaştırmada görüyordu. Çünkü eğer, Padişahın her istediğini yapması için izin verdiği Turhan Sultan saraydan uzaklaşırsa, diğer hasekiler ve cariyeler Padişahın yeni gözdesi olmak için yarışacak, kendisi de bu müddet boyunca biraz rahatlayacak ve işlerini istediği gibi görmeye fırsat bulacaktı.
Ancak sadrazamın hesabı tutmamıştı. Kara Mustafa Paşa’nın tüm tahminleri yanlış çıktı. Padişah, Turhan Sultan’ın üstüne birkaç kadınla daha birlikte olduğu halde, onun herhangi bir isteğini reddetmiyordu, o ne isterse yapıyordu.
Hatta bir akşam Rus dilberinin Sultan İbrahim’den isim gününün kutlanmasını istediği Sadrazama iletilmişti:
Kara Mustafa Paşa’ya malum ola ki, Frenk adeti üzere doğduğu günü kutlayacak olan Turhan’a bu mesut gününde on iki cariye emrine tahsis edilmiş ve Üsküdar çengilerinin görevini yerine getirmesine müsaade olunmuştur.
Turhan Sultan, Padişahın bu izninden yalnızca Kösem Sultan’a bahsetmişti.
Turhan Sultan, üç gün sonra yapılacak olan isim günü kutlamaları için kendi dairesinde yapılacak olan muhteşem bir eğlencenin hazırlığıyla meşgul olmaya başladı.
Rus dilberi, bir sene evvel de isim gecesini bir fermanı hümayunla kutlayabilmişti. Genç kadının zevk ve eğlencesine ve bilhassa böyle yılbaşı ve isim günleri kutlama merasiminin gerçekleşmesine Mustafa Paşa daima engel olmaya çalışırdı. Sadrazam tüm bu merasimlerden haberdar olan ancak ses çıkarmayan Kösem Sultan’a da kızmaya başlamıştı.
“Öyle ya… Rus dilberini Valide Sultan’ın bu kadar çok himaye etmesine ne gerek vardı?”
Mustafa Paşa, birkaç defa Kösem Sultan’ın mavi gözlülerden hoşlandığını söylediğini duymuştu. Paşa, saraydaki mavi gözlüleri düşünürken aklına mavi gözlü ve çok yakışıklı bir genç olan, babası Anadolu’da valilik yapan Hamza Bey geldi.
Kösem Sultan, Hamza Bey’i sarayda alıkoyduğu halde onunla hiç de sık sık görüşmez, odasına davet etmezdi.
Kösem Sultan mavi gözlülerü sevdiği halde neden bu delikanlıyı bu kadar çok ihmal ediyordu? Kara Mustafa Paşa, Kösem Sultan’ın ne Turhan Sultan’a ilgi göstermesini ne de Hamza Bey’e ilgisiz kalmasını anlayabilmişti. Kafası iyice karışmıştı.
Aslında Hamza Bey o kadar yakışıklıydı ki peşinde yüzlerce Çerkes dilberi dolaşıyor, onunla bir dakika başbaşa kalabilmek için bin türlü oyun ve hileye başvuruyorlardı.
Ancak Hamza Bey aksi gibi, bütün bu ilgiye lakayt görünerek, sarayda tek bir kadınla meşgul oluyor, bir kadının peşinden koşuyordu: Turhan Sultan’ın…
Kösem Sultan da Hamza Bey’in Turhan Sultan’ı sevdiğinin farkındaydı.
Bir gece, Turhan Sultan’ın dairesinden Hamza Bey’in çıktığını görmüşler ve hemen bu durumu Kösem Sultan’a iletmişlerdi.
Kösem Sultan bu haberi veren cariyeye “Sen yanlış görmüşsün. Sakın bunu başka bir yerde söylemeyesin. Dilini koparırım.” demişti.
Kösem Sultan, işte bu hadiseden sonra Turhan Sultan’la ilgilenmeye başlamıştı.
Turhan Sultan da aynı Hamza Bey gibi, sarayda mavi gözlerinin ve endamının güzelliğiyle yer etmişti.
Gerçekten de Rus dilberinin büyüleyici gözleri vardı. Kösem Sultan, Turhan Sultan’ın en çok gözlerinden hoşlanmış ve oğlu İbrahim’e de onun gözlerinden ve zekasından defalarca bahsetmişti.
Zaten Kösem Sultan’ın yol göstermesi ve himayesi olmasaydı Padişah, Turhan Sultan’ı diğer kadınlara tercih eder miydi?
Bu manidar yakınlığın inceliğini anlayamayan Kara Mustafa Paşa, merakından ne yapacağını bilemiyordu.
Sadrazam, Turhan Sultan hakkında tertip ettiği planı suya düşünce, Rus dilberinin isim günün kutlaması için hiçbir engel kalmadı. O, isim gününü kutlamak için hazırlıklarını tamamlayarak, dairesine en samimi dostlarını yani Padişahın kendisine tahsis ettiği on iki cariye ile birlikte yalnız Kösem, Muazzez ve Dilâşup Sultanları davet etti.
O gece, Kara Mustafa Paşa’nın karısı ve gözdeleri de bu eğlenceye davet edileceklerini düşündükleri halde, Turhan Sultan’ın onları çağırmaması birçok dedikoduyu da beraberinde getirdi.
Halbuki Turhan Sultan, Kösem Sultan’dan aldığı talimatlara göre hareket ediyordu.
Valide Sultan, “Onların meclisimizde bulunmasını uygun bulmuyorum!” dedikten sonra Sadrazamın ve gözdelerinin davetine imkan var mıydı?
Kutlama gecesi, Sultan İbrahim sakallarına inciler donatarak Şekerpare ile birlikte Turhan Sultan’ın dairesine gelecek ve Üsküdarlı çengilerin göbek atışlarını seyredecekti.
Saraydakiler de dedikodularıyla kutlamaya kimlerin katılacağını ve Padişahın kutlama için nasıl hazırlandığını yayıyorlardı:
“Seni çağırdı mı?”
“Beni çağırmadı.”
“Eğlencede kimler olacak?”
“En başta padişah.”
“Emin misin?”
“Kulağımla işittim. Dün gece kahvesini götürdüğüm zaman, Şekerpare yanında oturuyordu. Padişahımız ‘Turhan’ın eğlencesinin olduğu gece erken gel ve bana beş dirhem amber getir!’ dedi.
“Beş dirhem amberi de ne yapacakmış?”
“Sevdiklerine dağıtır. Padişahımızın huyunu öğrenemedin mi daha?”
“Son zamanlarda Turhan’ı unutmaya başlamıştı. Yine nereden hatırladı bu kâfiri?”
“Kim ne derse desin, Efendimiz ondan çok hoşlanıyor.”
“Sadece hoşlanıyorsa zararı yok. Ya seviyorsa?”
“Zannetmem.”
“O zaman bunca hazırlık neden?”
“Anlamıyor musun?”
“Kösem Sultan’la aralarından su sızmıyor. Muhabbetleri o kadar derinleşti ki!”
“Tabii Katibenin gözleri mavi… Anlarsın ya…”
“Anlıyorum, Kösem Sultan gönlünü eğlendirecek!”
* * *
Kara Mustafa Paşa, o gece ne yapıp ne edip Turhan Sultan’ın eğlencesine gitmeyi kafaya koymuştu.
Sultan İbrahim sakallarını süsleyip, Şekerpare’siyle gitsin de, sadrazam odasında mı otursundu?
Mustafa Paşa, “Kâfirin keyfini burnundan getireyim de görsün!” diye söylenerek gizlice hazırlanmaya başladı.
* * *
Turhan Sultan’ın dairesinden müzik sesleri gelmeye başlamıştı. Kösem Sultan, Hint şallarıyla süslenmiş büyük bir divana kurulmuş, ferahfeza faslını dinliyordu.
Valide Sultan’ın sağında ayakta duran sülün gibi ince ve uzun boylu bir cariye, elindeki altın buhurdanla öd ağacı ve amber dumanını savuruyor, odanın havasını zehirleyerek gözleri dumanlanan sazende ve hanendeleri coşturmaya çalışıyordu.
Kösem Sultan’ın dudaklarının arasından bir kelime işitildi:
“Ferahfeza!”
Buhurdanlığı savuran genç kız, Valide Sultan’ın yanına eğildi.
“Emrediniz, Sultanım!”
“Buhurdanın içine biraz daha amber koy!”
Ferahfeza, koynundan bir ufak kutu çıkardı ve içinden fındık tanesi büyüklüğünde bir parça amber alıp buhurdana attı. Buhurdanı yine sağa sola savurmaya başladı.
Rus dilberi, Kösem Sultan’ın çabucak neşelenmesinden çok memnun olmuştu.
Üsküdarlı çengiler de raks etmek için sabırsızlanmaya başlamışlardı.
Kösem Sultan, “Padişah gelmeden Üsküdarlılar ayağa bile kalkmayacak” demişti.
Sultan İbrahim’in çocuk gibi bir tabiatı olduğunu bilen Kösem Sultan, hünkar gelmeden Üsküdarlı çengilerin oynamasına izin verirse padişahın buna tahammül edemeyeceğini biliyordu.
Turhan Sultan, Kösem Sultan’ın yanına oturunca ikili ana kız gibi sohbet etmeye başladılar.
“Bu gece bana bu saadeti yaşattığınız için size ilelebet minnettar kalacağım, Sultanım! Frenkler doğdukları günü hep böyle kutlarlar, bu bir âdettir.”
Kösem Sultan, baygın bakışlarını Rus dilberine çevirerek:
“Sakın padişahın yanında bu âdetten bahsetme, yavrum! Onun Frenk adetlerine pek aklı ermez. Senin gavurluğunu hatırlayarak canı sıkılır. Artık sen, Osmanlı toprağında ve Osmanlı sarayında hem de Padişahın zevcesi olarak yaşıyorsun. Hristiyanlığı ve Hristiyan âdetlerini unutmaya çalışmalısın.” dedi.
Sultanlar kendi arasında konuşurken, Kösem Sultan ferahfeza faslını çok sevdiği için çalgıcılar mütemadiyen bu faslı geçiyorlardı.
Valide Sultan en sevdiği cariyesine de Ferahfeza ismini bu sevgisinden ötürü kendisi koymuştu.
Yeni bestelenmiş şarkılar çalındıkça, Kösem Sultan “Ferahfeza” diye sesleniyor ve genç kız derhal koynundan ufak amber kutusunu çıkarıp, buhurdana bir parça amber atıyordu. Cariyelerin sinirlerini gevşeten bu kokular, Turhan Sultan’ı da sersemletmişti.
Ferahfeza amber dumanını savururken, sersemleyen Turhan Sultan’ın aklına genç aşığı Hamza Bey geldi.
Hamza Bey, o gece Turhan Sultan’la gece yarısı Bağdat Kameriyesi’nde buluşmak için gündüzden sözleşmişti. Bu buluşmayı gerçekleştirmek için de soluğu kendisini çok seven Bostancıbaşı’nın yanında almıştı.
Bostancıbaşı Hamza’yı küçüklüğünden beri tanır ve ona baba şefkatiyle muamele ederdi.
Hamza Bey, Bostancıbaşı’nın odasına gitti ve o geceki eğlenceyi uzaktan seyretmesine müsaade etmesini rica etti:
“Kuzum, ağam, bu gece oynayacak Üsküdar çengilerini uzaktan da olsa görmek istiyorum. Ne olur bana müsaade et de Çamlı Köşk’ün penceresinden kimseye fark ettirmeden eğlenceyi seyredeyim.”
Bostancıbaşı, Hamza’nın Turhan Sultan’la seviştiğini bilmiyordu, zaten Bostancıbaşı bu yakınlığın farkına varırsa Hamza’nın kellesini Padişaha sormadan kendisi koparırdı. Bu yüzden Hamza’nın da en çok korktuğu şey bu ilişkinin Bostancıbaşının kulağına gitmesiydi.
Bostancıbaşı sarayda mevcut cellatların en zalimi ve en merhametsiziydi. Diğer bostancılar bile ondan korkarlardı. Hamza Bey, bu zalim Bostancıbaşından izin almayı ve Çamlı Köşk’e gitmeyi başarmıştı.
Hamza Bey, Çamlı Köşk’e doğru yol alırken, Turhan Sultan da Kösem Sultan’a kavuk sallamaktan sıkılmıştı.
Ferahfeza’nın elindeki buhurdandan sürekli savurduğu şehvet kokuları ile yeterince mest olan Turhan Sultan, meclisin coşkunluğundan istifade ederek yavaşça dışarı çıktı ve arkasına bakmadan doğruca Bağdat Kameriyesi’ne gitti.
Hamza Bey de sözleştikleri gibi kameriyenin altında sarı gül ağacının yanında sevgilisini bekliyordu.
Hamza Bey, uzaktan gelen gölgenin kim olduğunu anlamakta gecikmedi,
“Siz misiniz Sultanım?” dedi ve sevgilisinin ahenktar sesini işitince derin bir nefes aldı.
Birbirlerine sarıldılar, öpüştüler, koklaştılar.
Turhan Sultan, o gece gökteki ayı işaret ederek “Her şeyi göze aldım da geldim” deyip aşkını itiraf etti:
“Seni seviyorum Hamza! Seni çok seviyorum! Sen karşıma nereden çıktın?”
Hamza Bey, duydukları karşısında dili tutulmuşa döndü. Birkaç dakika bir şey söyleyemedi. Cevap veremedi. Taştan heykel gibi cansız ve hareketsiz kaldı.
Hamza Bey, kendisinin Turhan Sultan tarafından bu derece derin bir aşkla sevildiğini nasıl tahmin edebilirdi?
Genç âşık seni çok seviyorum hitabı karşısında ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırıp kalmıştı.
Biraz zaman geçtikten sonra bu tatlı rüyadan uyanan Hamza, bir Padişah karısıyla seviştiğini hatırlayarak derhal kendine gelmeye çalıştı.
“Aman Sultanım, beni affediniz! Bir çocukluktur yaptım. Padişahımız bizi burada görürse, etlerimizi cımbızla yoldurur, derimizi çardağa asar! Bana müsaade ediniz de gideyim.”
Damarlarında hissettiği ateşi bir türlü söndüremeyen Turhan Sultan, turunçtan sert memelerini genç ve kuvvetli aşkının göğsüne dayayarak:
“Hamza” dedi, “Valide Sultan’dan en değersiz cariyelere kadar, saraydaki bütün kadınların coşup eğlendiği bir saatte, iki sevgilinin birbiriyle kucaklaşıp öpüşmesini günah mı sanıyorsun? Sarıl boynuma! Ve demirden kuvvetli kollarını belime dola! Beni, gözü dönmüş bir aslan gibi kucakla! Kudurmuş bir boğa gibi sık. Parçala! Haydi, niçin duruyorsun? Neden beni parçalarcasına, boğarcasına sıkıp sevmiyorsun? Benim sevilmeye çok ihtiyacım var, Hamza! Ben, sakalının tellerini incilerle süslemekten zevk alan bir mecnunun esiriyim. O mecnun ki şimdi geçeceği yollara acem halıları döşeten ve duvarları amberli sularla yıkatan bir hükümdardır! Basra Körfezi’nden İran’a kadar nüfuzu olan koskaca bir ülkede, vazifesi yalnız amber toplamaktan ibaret olan bir hükümdar…”
Hamza Bey bu sözleri şimdiye kadar bırakın bir kadının ağzından duymayı, yaşadığı müddetçe hiç kimseden duymamıştı.
Korkusundan şaşkına döndü. Titredi. Ve sevgilisinin omuzlarına dökülmüş saçlarını okşadı.
“Sultanım siz binbir cariyenin kolları arasında yaşayan hissiz bir padişahtan daha çok benim gibi dudakları da kalbi kadar ateşli bir gence layıksınız!” dedi.
Uzaktan işitilen bir ayak sesi, Turhan Sultan’la Hamza’nın sevişmelerine nihayet verdi.
Turhan Sultan “Yarın akşam güneş battık bir saat sonra yine burada buluşalım” dedi ve Hamza Bey’in cevabını beklemeden oradan uzaklaştı.
Saraya geri dönen Turhan Sultan’ın dizleri merdivenleri çıkarken o kadar çok titriyordu, kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki, eğer Kösem Sultan elini Turhan Sultan’ın göğsüne götürecek olsa kalbindeki esrarı keşfetmekte gecikmeyecekti.
Turhan Sultan odaya girdiği zaman ferahfeza faslı devam ederken, cariyeler odanın ortasında çıplak ayaklarıyla raks etmeye başlamışlardı.
Valide Sultan, Turhan Sultan’ı görünce elini uzatarak “Yanıma gel!” diye işaret etti.
Turhan Sultan, heyecanını dindirmek için sürekli gülümseyerek etrafındakilerin kendisiyle ilgilenmesine fırsat vermemeye çalışıyordu.
Kösem Sultan, ince uzun parmaklarını yanına gelen Rus dilberinin çıplak omuzlarında gezdirerek:
“Deminden beri neredeydin Turhan?” diye sordu.
Turhan Sultan afallayarak:
“Yatak odasına gitmiştim Sultanım!” dedi.
Kösem Sultan:
“Vücudun buz gibi soğuk…” dedi ve manalı bir tebessümle genç kızın gözlerinin içine bakarak “Yoksa pencerenin önünde oturup esen rüzgardan dolayı mı bu kadar üşüdün?” dedi.
Turhan Sultan başıyla “Evet, Sultanım” anlamına gelecek bir hareket yaptı.
Kösem Sultan, Turhan Sultan’ın tavırlarında gözle görülecek kadar bariz bir gariplik sezmişti. Fakat bu konudaki hissi ve tahmini kendisini üzecek kadar önemli değildi. Zaten Kösem Sultan, daha önceden Hamza Bey’in çok iyi bir genç olduğunu söyleyerek Turhan Sultan’a onun meziyetlerinden bahsetmişti.
Turhan Sultan böyle anlamlı bir hoşgörülülük ile karşılanmasına şaşırmakla birlikte suçlu olduğunu da aklında tutarak sessiz kalmayı tercih etti.
Bu arada eğlencenin başından beri çalınan ferahfeza faslı bitti.
Raks eden cariyeler yerlerine oturdular.
Sazendeler yorulmaya başladı.
Kösem Sultan da amber şerbeti içiyordu.
Turhan Sultan aradaki sessizliği bozarak, Kösem Sultan’a;
“Bu gece ne kadar mesudum bilseniz Sultanım!” dedi, “Fakat efendimiz neden hala teşrif buyurmadılar?”
Kösem Sultan cevaben:
“Neredeyse gelir. O hınzır Şekerpare, Padişahı daima böyle oyalar” dedi.
“Efendimiz şimdi de Şekerpare’nin mi esiri oldular?”
“Sultan İbrahim’in hali malum, yavrum! Sakallarının otuz iki teline inci takmak da kolay iş değil doğrusu. Bazen bu iş iki saatten fazla sürüyor.”
“Padişahımız bundan nasıl bir zevk alıyorlar acaba?”
“Ona herkes gibi ben de şaşıyorum! Sultan İbrahim’e bu alışkanlık bir Hint masalından gelmiştir.”
“Ne garip bir alışkanlık Sultanım!”
“Sen o Hint masalını dinledin mi?”
“Hayır. Dinlemek isterim.”
Kösem Sultan, oğlu İbrahim’i herkese güldüren bu garip alışkanlığının sebebi olan masalı anlatmaya başladı:
“Evvel zaman içinde Hindistan’da çok zalim bir padişah varmış. Bu padişah, hazinesini yalnızca incilerle doldururmuş. Artık ülkede inci bulunmaz olmuş. Fakat zalim padişah bir türlü bu alışkanlığından vazgeçemiyormuş, herkesi inci bulması için görevlendiriyormuş. Padişahın hazinesi dünyanın en kıymetli incileriyle dolmuş. Bir gün, padişah hazinesine girdiği zaman inci yığınları arasında ince telleri inicilerle süslenmiş kesik bir sakal görmüş. Buğday demetine benzeyen bu sakalın her telinde dizilmiş yüzlerce inci varmış!
Hint padişahı bu sakalın kime ait olduğunu anlamak istemiş.
Günlerce, aylarca, senelerce sormuş soruşturmuş. Bunu bulmak için kendi yandaşlarından birçoğunun başını vurdurmuş. Hiç kimse sakalın kime ait olduğunu söylememiş.
Bir gece padişah rüyasında sakalı kesilmiş bir ihtiyar adam görmüş. Bu adam padişaha “Ben dünyanın en fakir adamıyken, bir inciyi nasılsa bir gün sakalıma taktım ve birdenbire zengin oldum. İncilerin adedi gittikçe artmaya başladı. Fakat elde ettiğim inciyi en azından bir defa sakalıma takmam gerekiyordu. Böyle yapmazsam incilerim artmıyordu. Bir sabah halkın boynundan zorla inci toplayan memurlarınız beni de yakaladılar ve incili sakalımı kesip size getirdiler! Siz de sakalınızı incilerle süslerseniz dünyanın en zengin hükümdarı olursunuz!” demiş. İşte, bu rüyadan uyanan Hint padişahı derhal hazinesine giderek en iyi incileri toplamış ve incilerin ortalarını deldirerek onları sakalının tellerine taktırmaya başlamış. Hint padişahı bu rüyadan sonra hakikaten dünyanın en zengin hükümdarı olmuş!
Sultan İbrahim de bu masalı dinleyince sakalının tellerini inci ile süsleme sevdasına düştü ve halkta ne kadar inci varsa toplatarak hazinesine getirdi.”
Turhan Sultan bu komik masalı dinledikten sonra, Kösem Sultan’a;
“Efendimiz de Hint padişahı gibi dünyanın en zengin hükümdarı oldular mı?” diye sordu.
Kösem Sultan dudaklarını ısırarak güldü ve:
“Mısır’dan ve Anadolu vilayetlerinden para gelmese hazinede fareler cirit atar, yavrum! Sultan İbrahim her gün sakalını incilerle süslemekten bıkmadı. Fakat hazineye açıktan para gelmesi şöyle dursun, son günlerde sakalına takacak inci bile bulamayacak neredeyse!” dedi.
Amber tütsüsü Kösem Sultan’ın da başını döndürmüştü.
Devlet işlerindeki hakimiyetinin yanında, zevküsefa alemlerinde de padişahtan geri durmayan Valide Sultan, baygın gözlerini ovuşturarak “Çengiler oynasın, söz dursun saz devam etsin!” dedi.
Sultan İbrahim’in ortalarda görünmemesine daha fazla tahammül edemeyen Kösem Sultan’ın bu emrinin üzerine Üsküdar çengileri derhal ayağa kalktılar.
Evvela Çengi Afet meydana çıktı.
Saz, ferahfeza faslından yeni bestelenmiş bir şarkıyı çalmaya başladı. Amber tütsüsünün mavi bir bulut halinde istila ettiği odada Çengi Afet de oynamaya başladı.
Çengi Afet, kıvrak ve ince vücuduyla, dolgun kalçalarıyla, Kösem Sultanın o kadar çok hoşuna gitmişti ki, bu esnada Kara Mustafa Paşa tarafından gelen cariye ile görüşmeye bile vakit bulamamıştı.
Sultan İbrahim’in neden hâlâ gelmediğini anlamaya gerek duymayan Valide Sultan, yanında oturan Turhan’la görüşürken birden, Sadrazamın cariyesine gözü ilişti.
Bu hafiyenin Turhan Sultan’ın odasında ne işi vardı?
Kösem Sultan cariyeyi yanına çağırdı.
“Kız, seni buraya kim gönderdi?”
Sadrazamın cariyesi, Kösem Sultan’ın üç defa eteğini öperek, korkak bir tavırla cevap verdi:
“Paşa hazretleri gönderdi Sultanım!”
“Ne istiyor?”
“Beş dakika huzurunuza kabulünü rica ediyor.”
“Bu gece hiç kimseyle görüşmeye vaktim olmadığını söylersin!”
“Çok mühim bir iş için görüşmek istediğini söyledi.”
“Ne varmış?”
“Ne olduğunu söylemedi Sultanım! Fakat cariyeniz meseleyi biliyorum.”
“Zaten sen, bacak kadar boyunla her şeyi biliyorsun! Söyle bakalım neymiş paşanın derdi?”
Sadrazamın cariyesi, iyice Kösem Sultan’ın yanına sokuldu.
“Sultanım, Efendimiz, Üsküdar’a gitmeye hazırlanıyorlar. Sadrazam paşa hazretleri, Efendimizin gece yarısı sokağa çıkmalarını arzu etmiyorlar.”
Kösem Sultan bu haberi alınca kaşlarını çattı. Yanında ayakta duran Ferahfeza’ya işaret ederek “Saz dursun!” dedi ve cariyenin kolundan çekti.
“Padişah sakallarına inci dizdirmiş mi?”
“Evet, Sultanım! Paşa da bunun için Efendimizin sokağa çıkmasına mani olmak istiyor.”
“Padişah şimdi nerede?”
“Kendi dairelerinde.”
“Yanında kim var, biliyor musun?”
“Biraz evvel Şekerpare vardı. Şimdi o da çıktı.”
“Mustafa Paşa odasında mı?”
“Hayır Sultanım, Efendimizin kapısında bekliyor!”
Kösem Sultan, padişahın bu halde sokağa çıkmasını ve halkın gözünde komik duruma düşmesini hiç istemiyordu.
“Sultan İbrahim’in bu manasız arzusuna engel olmak lazım,” dedi ve cariyenin kulağına eğilerek:
“Paşaya söyle, ben şimdi geliyorum!” diye ekledi.

Padişahın Yeni Aşkı
Kösem Sultan, Turhan Sultan’a bir şey söylemeden sofaya çıktı ve Padişahın kapısının önünde bekleyen Kara Mustafa Paşa’nın yanına geldi.
Sadrazam telaşla Valide Sultan’ı selamlayarak “Sultanım” dedi, “Millete rezil olacağız! Efendimiz incili sakalıyla gece yarısı sokağa çıkmak istiyorlar!”
“Mani olamadınız mı?”
“Sokakların karanlık olduğunu, yarın çıkmak isterlerse daha uygun olacağını söyledim.”
“Ne cevap verdi?”
“Haydi çık dışarı! Benim zevkime kimse karışamaz! dedi. Huzurundan çıkmak zorunda kaldım ve siz Sultanıma meseleyi arz etmeye mecbur oldum.”
“Peki, nereye gitmek istediğini söyledi mi?”
“Paşakapısı’na gitmek istiyorlar.”
“Gece yarısı bu rüzgarlı havada Üsküdar’a geçilmez!”
“Kulunuz da aynı fikirdeyim Sultanım!”
“Peki, siz odanıza gidin, ben Padişahı yolundan çeviririm!”
Kösem Sultan bunları söyleyip Padişahın dairesine girecekken Sadrazam, Sultana bir adım daha yaklaştı:
“Sultanım” dedi, “size bir şey daha söylemek isterim.”
Kösem Sultan’ın izin vermesini beklemeden devam etti:
“Padişahımız geçen gün Üsküdar’a geçtiklerinde yolda bir Ermeni kızına tesadüf etmişlerdi. Ermeni kızı boğa gibi şişman ve otuzunu geçkindi. Köleniz de yanındaydım. Bendenize hitaben Mustafa şu yosmaya bak dedi, ne dolgun kalçaları, ne dolgun baldırları var, dedi. Fazlasını söylemeye cesaretim yok, Sultanım! Yüz okkadan fazla ağırlığı olan bu şişman kadın, padişahın çok hoşuna gitti.”
Kösem Sultan gözlerini yere indirdi:
“Sen ne cevap verdin?”
“Ne diyebilirim, Sultanım? ‘Gönül kimi severse, güzel odur’ dedim.”
“Sonra ne oldu?”
“Kadını Efendimizin yanına getirdiler. Sultanım, görseniz Padişahımız bu mendebur kadından o kadar hoşlandi ki!”
“Kadını oradan uzaklaştırmak aklına gelmedi mi?”
“Nasıl cesaret edebilirdim Sultanım! Sokakta aleme rezil olamayı göze alamadım.”
“Üsküdar sevdası yavaş yavaş anlaşılıyor Paşa!”
“Haklısınız Sultanım! Efendimizin bu kadını görmek için Üsküdar’a geçmek istediği âşikar. Bu işi bir tek siz engelleyebilirsiniz!”
Kösem Sultan, şüpheli bir tavırla sordu:
“Bu Ermeni kızı kaç yaşında?”
“Otuzunu geçkin, Sultanım!”
“Güzel miydi?”
“Yüzü muşmuladan, göbeği ramazan davulundan farksızdı sultanım!”
“Bu kadını saraya sokmamak için Üsküdar’dan uzaklaştıramaz mısın Paşa?”
Mustafa Paşa manalı bir tebessümle sakalını okşayarak: “Bu işi kulunuz yapamam, Sultanım!”
“Niçin?”
“Çünkü Sultan İbrahim, bu sevimli kadını çok sevdim dedi. Padişahımızın sevgilisini nasıl ondan uzaklaştırmaya cesaret edebilirim?”
“Yoksa sen de onun saraya gelmesine taraftar mısın?”
“Estağfurullah Sultanım! Köleniz saraya böyle bir şırfıntının gelmesini nasıl arzu ederim? Fakat Efendimiz bu kadını çok seviyorsa, yapabileceğim bir şey yoktur!”
Kösem Sultan, “Alçak! Sen de Padişahına uydun değil mi?” diye bağırdı.
Sadrazam, bu tepki karşısında yalvarır bir sesle, “Kulunuz ne arzu ederseniz onu derhal yapmaya hazırdır Sultanım!” dedi.
Kösem Sultan, Sadrazamın renk vermeyen tavrı yüzünden fena halde sinirlendi.
Acaba Mustafa Paşa, Padişahı Ermeni karısını alması için teşvik mi ediyordu?
Valide Sultan, Mustafa Paşa’nın zaman zaman padişahı yabancı kadınlarla meşk etmesi için teşvik ettiğini işittiğinden daha da sinirleniyordu.
“Alçak, ben sana yapacağımı bilirim!” dedi. “Sen her zaman saman altından su yürütürsün! Eğer, bu işte senin parmağın varsa emin ol ki Bostancıbaşına, kör bıçakla derini yüzdürür ve çifte naraların üzerine gerdiririm!”
Kösem Sultan bu sözü söyledikten sonra, hiddetle ilerledi ve Padişahın dairesinin kapısına yöneldi.
Valide Sultan, kapıya yönelirken bir yandan da Padişahı nasıl yolundan çevireceğini düşünüyordu. Ancak Padişahı, dairesinde yakalayacak zaman kalmamıştı. Kendisi Mustafa Paşa’yla konuşurken Padişah süslenmiş, hazırlanmış bir şekilde Yeniçeri Ağalarından Hüseyin Paşa ile beraber odasından çıktı. Sultan İbrahim, sofada Valide Sultan’ı gördüğü halde görmezden gelerek yanından geçip gitmeye yeltendi.
Fakat Kösem Sultan, yüksek sesle Padişahın arkasından Yeniçeri Ağasına hitaben, “Hüseyin, böyle gece yarısından sonra nereye gidiyorsunuz?” dedi.
Hüseyin Paşa, iki elini ağzına yaklaştırarak fısıldar gibi cevap verdi:
“Üsküdar’a Sultanım.”
Kösem Sultan, yeniden haykırır gibi söylendi:
“Zevkinize karışmak istemem ama gece sokaklarda kuduz köpekler dolaşıyor, karanlıkta bir kazaya uğramanızdan endişe ederim.”
Sultan İbrahim, kuduz köpeklerden çok korkuyordu. Bu sözü işitince birden sanki bir kuduz köpek tarafından kovalanıyormuş gibi korkarak arkasını dönüp dairesine girdi.
Hüseyin Paşa ve bostancılar hayretle oldukları yerde kalakaldılar. Herkes şaşkınlık içindeydi.
Öyle ya! Bir padişahta bu derecede korkaklık olağan bir şey miydi?
Sokakta Padişahın korktuğu kuduz köpekler dolaşıyorsa, bunların Padişahın adamları tarafından öldürülmesi güç bir iş miydi?
Kösem Sultan bile sözlerinin Padişahtaki tesirini görünce şaşırıp kalmıştı. Bu işin bu kadar kolay hallolacağını hiç tahmin etmemişti.
Kösem Sultan meselenin hallolmasından mutluluk duyarken, gezinin gerçekleşmeyeceğini anlayan Hüseyin Paşa’nın morali bozuldu. Çünkü Hüseyin Paşa, o gece ilk defa Padişahla dışarı çıkacaktı. Halk onu Padişahın yanında görecek, itibarı artacaktı. Kuduz köpek meselesi yüzünden hayalleri suya düştü, ancak yapacak bir şeyi yoktu.
Padişahın kapısında kalakalan Hüseyin Paşa’ya Padişah bir cariye aracılığıyla “Hüseyin palasını kınından çıkarsın ve kapımdan ayrılmasın. Olmaya ki sokaktan bir kuduz köpek gele ve beni helak ede!” emrini iletti.
Sultan İbrahim, o gece kuduz köpeklerin imhası için emirler verdi ve Şekerpare’yi koynuna alıp yattı.
Sarayda tüm bunlar yaşanırken, Turhan Sultan’ın dairesinde de eğlence olanca neşesiyle devam ediyordu. Çengiler, sazendeler, hanendeler ve göbeklerine şal saran ince belli cariyeler; Dönsün peymaneler, raks eylesin mestaneler şarkısıyla coşuyorlardı.
Eğlence son sürat devam ederken, daireye telaşla giren Behram Ağa herkesin dikkatini çekti. Kösem Sultan’ın kethüdası olan Behram Ağa, Turhan Sultan’a hitaben “Efendimiz rahatsızlandı. Çengilerin sesini duymak istemiyor.” dedi. Bu sözler üzerine gözleri mahmurlaşan cariyeler, korkuyla köşelerine sindiler. Sazendelerin büyük bir şevkle çaldıkları Âşıkların bayramıdır, zevk-i sefa hengamıdır şarkısı tamamlanamadan eğlence bitti. Kösem Sultan’ın nedimesi Ferahfeza divanhaneye, çengiler, sazendeler ve hanendeler de evlerine gittiler.
* * *
Ertesi sabah, Kara Mustafa Paşa, gizlice ağalardan birine “Şimdi Üsküdar’a gidip Ermeni kızını saraya getirmeni istiyorum. Eğer bu işi başarırsan seni terfi ettiririm!” dedi.
Yeniçeri Ağası, o gün öğlene kadar Üsküdar’da dolaştı ve Padişahın beğendiği kadını çeşmeden su taşırken gördü, kolundan tuttuğu gibi saraya getirdi.
Saraya gelen Ermeni kızını yıkadılar, süslediler. Kırmızı kılaptanla işlenmiş zarif bir elbise giydirerek hasekilere görünmeden Padişaha sundular.
Sülün gibi ince, zarif ve sarışın kızlardan usanan Sultan İbrahim, doksan okka ağırlığında, kara gözlü, kara saçlı, çatık kaşlı bu şişman kadını karşısında görünce sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Hemen nikah hazırlıkları başladı.
Sultan İbrahim üç gün zarfında, Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin huzurunda, Kara Mustafa Paşa’nın şahitliğinde şişman Ermeni kızı ile nikahlandı ve yedinci haseki olan Ermeni kadın, Şivekâr Sultan unvanını aldı.
Nikâhın hemen ardından düğün hazırlıklarına başlandı. Sadrazam Mustafa Paşa bu hazırlıkların başındaydı. Sarayın en zenginlerinden biri olan Mustafa Paşa, düğün günü Padişaha yirmi araba eşya hediye etti. Hediyelerin arasında sarayda çok kullanılan sarı ve kırmızı kılaptan, Edirne samuru, Bağdat şalları, Acem halısı ve büyük kavanozlar içine konulmuş şahiler vardı.
Padişahın, bu yaşlı ve şişman Ermeni kızına çokça iltifat ettiğini gören diğer hasekiler ve gözdeler onu kıskanmaya başladı. Kösem Sultan başta olmak üzere, Muazzez ve Turhan Sultan “Ermeni karısına tahammül edemeyiz.” diyerek kıskançlıklarını belli etmeye başladılar.
Saraydaki kadınlar kıskançlıklarından çıldırırken, Padişah onların kıskançlığını arttıracak bir hamle daha yaptı. Bir gün Padişah, Şivekâr Sultan’la havuz başında otururken:
“Bütün bu hediyeleri sana verdim, Şivekâr! Fakat bu eşyanın içinde, benim hazinemden verilmiş hiçbir hediye yoktur. Sana kendi hazinemden, kıymetli bir hediye vermek istiyorum, ne dilersin, söyle bakayım!” dedi.
Böyle bir teklifi günlerdir bekleyen Şivekâr Sultan, fırsatı kaçırmak istemedi:
“Şam eyaletinin vergi gelirlerini ihsan buyurunuz, Sultanım!” dedi.
Sultan İbrahim, nikâhlı karısının tombul kollarını okşayarak:
“Peki, mademki böyle arzu ettin… Şam eyaletini sana verdim!” dedi.
Bu haber, aynı gün içinde sarayın içinde yayıldı. Saraydaki bütün hasekiler ve cariyeler bu haber karşısında ne yapacağını şaşırdı. Vilayetlerin en zenginlerinden biri olan Şam gibi bir vilayet nasıl olur da bu Ermeni karısına verilebilirdi! Herkes hayretler içindeydi. Kıskançlıkları bu haberle daha da artmıştı. Hasekiler kıskançlıklarıyla kendilerini yiyip bitirirken, Şam gibi bir memleketin bütün haklarına sahip olan Üsküdarlı Ermeni kızı, on beş gün zarfında, saray âdetlerini kavramış ve en gözde cariyelerden başlayarak hasekiler de dâhil olmak üzere bütün kadınları kendi hüküm ve nüfuzu altına almak istemişti.
Saraydaki her şeyden haberi olan Kösem Sultan, Ermeni kızının bu hamleleri karşısında konumu en fazla tehlikeye düşenin kendisi olduğunun farkındaydı. Ayrıca Valide Sultan, Şivekâr Sultan’ın Kara Mustafa Paşa tarafından Padişaha sunulduğunu da öğrenmişti. Bu haberle iyice hiddetlenen Valide Sultan, Paşa’dan intikam almanın yollarını aramaya başladı.
Kösem Sultan’ın kendisinden intikam alabileceğini hesap edemeyen Kara Mustafa Paşa ise, Şivekâr Sultan’ı Padişaha sunarak, Padişahın gözüne girmeyi amaçlamıştı. Ayrıca eğer Sultan İbrahim, yeni bir kadınla uzun müddet meşgul olursa, kendisi de saray haricindeki işlerle uğraşacak vakti daha rahat bulacaktı. Hatta hükümet erkanı arasından mali işlerden anlayan tek kişi olan Mustafa Paşa, ilk fırsatta, halkı sıkıştırmaya ve birikmiş vergileri zorla almaya başlamıştı bile!
Bir anda halkın üstüne karabasan gibi çöken Paşanın zulmünden bıkan ipekçiler, dericiler ve zahirecilerden mürekkep çalgı esnafı, Edirnekapı’da ve Çukurbostan’da bir araya gelerek sadrazamdan gördükleri zulüm ve zorlamaları Padişaha şikâyet etmeye karar verdiler. Aralarından birkaç kişi seçerek saraya yolladılar.
Esnafın belirlediği kişiler Padişahın huzuruna çıkarıldılar ve kararlaştırdıkları istekleri Padişaha şöyle bir izahatle sundular:
“Kara Mustafa Paşa’nın zulmünden, artık terk-i diyar etmeye karar verdik, Padişahım! Defterdar tarafından tahsil edilen vergiler yeterli gelmiyormuş gibi, bir de Mustafa Paşa’ya vergi vermek gücümüze gidiyor, Padişahım! Siz emrediniz, canımızı, malımızı, bütün varımızı verelim!”
Padişah, esnafın bu şikayetini duyunca fena halde hiddetlendi. Heyete iltifat ederek onları yolladı, dairesine geçti. Kösem Sultan’la görüştükten sonra adamlarına “Çabuk Kara Msutafa Paşa’yı çağırın!” emrini verdi.
Kara Mustafa Paşa, o gün Rumelihisarı’ndaki Feridun Bahçesi’ne gitmişti. Paşayı çağırmak için hisara atlılar gönderildi.
Duydukları karşısında oldukça hiddetlenen Sultan İbrahim’in aslında aklı iktisada ve maliye dairesindeki işlere ermezdi. Birikmiş vergilerin toplanmaya teşebbüs edilmesini Sadrazamın ortalığı haraca kesmesi olarak anlamıştı
Sultan İbrahim, bu olayı bir türlü hazmedemedi. O kadar sinirlendi ki, Kara Mustafa Paşa Feridun Bahçesi’nden geri dönünceye kadar onu Sadrazamlık konumundan azletti.
Akşamüstü hiddeti iyice artan Padişah “Mustafa’yı gözüm görmesin!” deyip Sadrazamlık mührünü ondan alarak Sultanzâde Mehmet Paşa’ya verdi.
Kara Mustafa Paşa, tüm bu olanları duyup, Sadrazamlık makamını kaybettiğini öğrenince, gizlice Yeniçeri Ocağına geçip, elli altmış kişiyi gizliden gizliye Padişah aleyhine teşvik ederek ocağı baştan basa ayaklandırmayı denemeye karar verdi.
Ancak Kara Mustafa Paşa’nın bu tehlikeli teşebbüsünden, Kösem Sultan hemen haberdar oldu. Kara Mustafa Paşa’dan intikam almanın yollarını arayan Kösem Sultan’ın fırsat ayağına gelmişti. Mustafa Paşa’nın vücudunu ortadan kaldırmak ve bu suretle intikamını almak için, bu olaydan daha iyi bir sebep bulamazdı.
Valide Sultan’ın, Mustafa Paşa ile günlerden beri devam eden mücadelesinin kanlı bir facia ile nihayet bulacağı zaten başından beri belliydi.
Mustafa Paşa’yı artık mağlup edeceğini anlayan Kösem Sultan bir yandan da eğlencesine devam ediyordu. Bir gece Çengi Afet’i gizlice odasına çağırıp eğleniyordu.
Tebdil-i kıyafetle Mustafa Paşa’yı adım adım takip eden Kösem Sultan’ın kethüdası Behram Ağa, yatsı ezanından yarım saat sonra Çengi Afet’le eğlenen Valide Sultan’ın dairesine gitti.
Behram Ağa, eğlenceyi bölerek:
“Affedersiniz Sultanım!” dedi, “Saraya hücum hazırlığı tamamlanmak üzeredir. Şimdi bu saatte Kara Mustafa sarayın etrafında dolaşmaktadır. Eğer arzu ederseniz herifçiği derhal tutuverelim.” dedi.
Kösem Sultan, hasmını mağlup etmek için bu fırsatı kaçırmak istemedi. Derhal oğlunun yanına giderek “Yeniçeriler sarayı basmadan herifi hemen yakalatalım. Yoksa tacını başından alıp vücudunu Âdem’e gönderecekler!” dedi. Padişahın gözleri korkudan fal taşı gibi açıldı. Valide Sultan’ın elini öperek Bostancıbaşına “Şimdi o melunu yakalayıp huzuruma getirin!” diye emretti.
Bu emirle hemen sokağa fırlayan Bostancıbaşı, Kara Mustafa Paşa’yı kimseye görünmeden kucakladığı gibi saraya getirdi.
Tedbiri elden bırakmak istemeyen Kösem Sultan, bu esnada, muhafız kollarını silâhlandırıp sarayı içeriden koruma altına aldırdı.
Kara Mustafa Paşa’nın Bostancıbaşı tarafından yakalandığı duyulur duyulmaz, Yeniçeri Ocağında Mustafa Paşa’yı destekleyenleri bir korku aldı. Çünkü Mustafa Paşa’nın peşine takılacak olan elli altmış kişi, çok az olduklarını görerek, esasen, birer birer ocağa dönmeye ve tehlikeye düşen kellelerini de bu suretle cellâtların yağlı satırlarından kurtarmaya karar verdiler.
Yeniçeriler korkuyla ocaklarına dönerken, Kara Mustafa Paşa, Sultan İbrahim’in huzurunda hiç endişeye kapılmadı. Adamlarına güveni tam olan Paşa kendi kendine, “Ben Padişahı oyalarım. Bu müddet zarfında, ocaktan kazan kaldıran yeniçeriler de sarayı basmış ve beni kurtarmış olurlar,” diyordu.
Sultan İbrahim, Mustafa Paşa’yı karşısında görünce hiddetlendi.
“Bre nankör,” dedi, “Hazineyi soyduğun yetmedi mi? Şimdi de yeniçerileri ayaklandırıp devlete ihanet edersin!” diye haykırdı.
Mustafa Paşa, Padişahın gazabından kurtulmak için, binbir yeminle olayı inkâr etti.
“Ben nankör değilim, Padişahım!” dedi, “Size Kuran üzerine yemin ederim ki, kulunuzun Yeniçeri Ocağıyla en ufak bir alâkası bile yoktur. Ben bu derece hakarete lâyık değilim.”
Sultan İbrahim, eski Sadrazamının sözlerine inanmadı.
Mustafa Paşa’nın başı dik, cesaretle cevap verdiğini gören Padişah, hiddetle yerinden fırladı ve cellâtlara hitaben “Ne duruyorsunuz? Götürün bu melunu!” diye bağırdı.
Padişah dairesinden divanhaneye geçerken, Mustafa Paşa da diğer kapıdan çıkıp gitti.
Bostancıbaşı, eski Sadrazamın idam edileceğini hatırından bile geçirmediği için, Padişahın götürün sözünü dışarı çıkarın olarak yorumlamış ve işin arkasını takip etmemişti.
Fakat yarım saat sonra Padişah, Bostancıbaşını çağırarak:
“Mustafa’nın başı nerede?” diye sordu ve Mustafa Paşa’nın kaçtığını öğrenince hiddetinden küplere bindi.
“Şimdi o godoşu bulup başını gövdesinden ayıracaksın. Yoksa ben senin başını kopartacağım!”
Bostancıbaşı, eski Sadrazamı bulamadığı takdirde kendi kellesenin gideceğini anlayınca, derhal bütün Bostancıları Paşayı aramaları için saraydan yolladı. Cellâtlar sokak sokak aradılar. Şüpheli evleri bastılar. Su mahzenlerine indiler. Fakat Mustafa Paşa’yı hiçbir yerde bulamadılar.
Hâlbuki Mustafa Paşa, Bostancıbaşının gafletinden istifade ederek, Padişahın dairesinden ayrılınca, hemen sarayın bahçesine inmiş ve büyük havuz etrafındaki sazlıkların arasında gizlenmişti.
Yeniçerilerden umduğunu bulamayan Kara Mustafa Paşa, kendi fikrince, cellâtların elinden kurtulduktan sonra, sular kararana kadar sazlıklar arasında kalacak ve gece karanlığından istifade ederek eski cariyelerden birinin evine gidecekti.
Kara Mustafa Paşa, henüz derin bir nefes almışken havuzun etrafında iki kişinin ayak seslerini duydu.
“Eyvah, beni arıyorlar!” dedi. Korkudan yüreği ağzına geldi.
Cellâtlar, Kara Mustafa Paşa’yı bulmakta gecikmediler ve Paşayı sazların arasında yatarken gördüler. Üzerine çullandılar.
Mustafa Paşa cellâtlara karşı koymak istediği için, bir kazma darbesiyle başı yarıldı ve sol gözü kör oldu.
Kara Mustafa Paşa’nın yakalandığı haberini Kösem Sultan’la görüşürken alan Sultan İbrahim, Bostancıbaşıya:
“Melunun başını kesip, şimdi, buraya getirsinler,” dedi.
Aradan on dakika bile geçmeden, cellâtlardan biri Mustafa Paşa’nın kesik başını sakalından tutarak Padişahın huzuruna geldi.
Kösem Sultan, Sadrazamın başını görünce, Paşa’nın bu feci sonuna içten içe üzüldü. Bu hadise yeni Sadrazam için de bir ibret dersi teşkil etti. Sultanzâde Mehmet Paşa esasen lüzumundan çok ağırbaşlı, erdem sahibi bir adamdı. Yerine geçtiği bu adamın feci akıbetinden şahsen bir işe karışmış olduğunu keşfetmekte gecikmedi ve Valide Sultan’a Padişahtan fazla hürmet etmeye başladı.
Sultan İbrahim, kendisine sık sık nasihat eden Sadrazamın kellesini harem kapısı önünde tam beş gün teşhir ettirdi . Bu yolla, “Bana ihanet etmek isteyenlerin akıbetini görün de ibret alın!” mesajını vermiş oldu.
Kara Mustafa Paşa olayı İstanbul uleması arasında ufak bir heyecan oluşturmuşsa da Şeyhülislâm Yahya Efendi vasıtasıyla, bu heyecan da yayılmadan yatıştırıldı.
Yeni Sadrazam Mehmet Paşa, selefinin akıbetine uğramayıp kendisini sevdirmek için ilk iş olarak bir müddet vergi işlerinin ihmal edilmesini emretti. Halkı memnun ederek, kendi lehinde taraftarlar toplamaya çalışıyordu.
Fakat bu ihmal çok sürmedi ve süremezdi. Çünkü saraydaki hasekilere ve kadınlara para, servet ve padişaha samur ve amber lâzımdı.
Mustafa Paşa’nın öldürülmesinden sonra, Kösem Sultan yeniden vaziyete hakim oldu ve devlet işlerini eskisi gibi eline aldı.
Ancak Kösem Sultan’ın icraatlarına zaman zaman engel olmak isteyen Şivekâr Sultan, Kösem Sultan’ın sinirini oynatıyordu. Sarayda onun dışında kimse Kösem Sultan’a karışmaya cesaret edemiyordu.
Üsküdar’da evinin suyunu bile, çeşmeden kendisi taşıyan otuz beşlik bu Ermeni karısı sarayda Padişahın zevcesi olup yerini sağlamlaştırınca, ilk günlerde iltifat ettiği hasekilere fazla yüz vermemeye ve onlarla sık sık düşüp kalkmamaya başlamıştı.
Hatta, Şivekâr Sultan, saraydaki kadınların birbirlerini kıskandıklarını görünce, Padişaha daha fazla hükmetmenin ve diğer hasekilere mağlûp olmamanın yollarını aramaya başlamıştı.
Bu amaçla bir akşam, Turhan Sultan’ı odasına çağırıp;
“Sarayda en çok seni sevdim. Daima seninle görüşmek istiyorum,” dedi.
Şivekâr’ın başına konan devlet kuşunun ihtişamını görmeye bile tahammül edemeyen Turhan Sultan:
“Ben odamda çocuğumla meşgulüm, sizinle sürekli vakit geçirmeme imkân yoktur!” dedi.
Bu cevabı duyan Şivekâr Sultan ısrar etti;
“Peki, ama burada bizi yekdiğerimize yaklaştıracak kuvvetli bir sebep vardır. Sen ve ben İsa ümmetinden değil miyiz?”
Oysa Turhan Sultan, dinini çok önceleri değiştirmişti:
“Ben göğsümde taşıdığım haçı geçen sene havuza attım ve şimdi ellerimi yukarı kaldırdığım zaman İsa yerine Muhammed’i çağırıyorum!” dedi, “Seninle arkadaş olmamıza, bütün bu sebeplerin dışında, onlardan çok daha kuvvetli bir engel var. Kalbim! Çünkü ben de Padişahın eşiyim ve onu seviyorum, seni onun iltifatına nail olurken görmeye dayanamıyorum!” sözlerini Turhan Sultan’ın ağzından duyan Şivekâr Sultan, sözü daha fazla uzatmaya cesaret edemedi.
O günden itibaren, bu iki kadın, bir ipte oynamaya çalışan iki cambaz gibi, daima birbirini atlatarak birbirlerini Padişahın gözünden düşürecek sebepler aramaya başladılar.
Şivekâr Sultan’ın, gün geçtikçe artan nüfuzu ve arasıra Kösem Sultan’a bile meydan okumaya kalkışması, saraydaki bazı kadınların birlik ederek onun aleyhinde konuşmalarına vesile teşkil etmişti.
Hatta Kösem Sultan’la Turhan Sultan da, o günlerde, Şivekâr’a karşı daha samimi ve daha kalabalık bir cephe almaya ve Ermeni karısının sarayda gittikçe artan nüfuzunu kırmaya karar vermişlerdi.
Bir gün, Kösem Sultan, Turhan Sultan’ı dairesine çağırıp;
“Turhan, yavrum! Sen, henüz çocuk denecek yaşta, genç ve tecrübesiz bir kızsın. Seninle mücadele etmekte olan Şivekâr son günlerde, Üsküdar’da ne kadar akrabası varsa, hepsine memuriyetler, köşkler, yalılar, bahçeler hediye etmeye başladı ve Padişahımız bunları seve seve kabul etmeye devam ediyor. Bu tevcih ve ihsanlara bakılırsa, Şivekâr’ın Sultan İbrahim’i tamamıyla avucunun içine aldığı anlaşılıyor. Bugün, Şam vilâyetinin gelirlerini almaya başlamış olan bu mendebur kadının, yarın, daha zengin vilâyetlerimize de el uzatması işten bile değil. Ben bu kadının hakkından gelmek için bir çare buldum. Senin de yakinen tanıdığın Hamza Bey’in bizi bu dertten kurtaracağını düşünüyorum. Hamza Bey, çok cesur bir gençtir. Ona mühim bir şey vaat edelim ve Şivekâr’ın vücudunu ortadan kaldırmasını kendisinden rica edelim.” dedi.
Turhan Sultan, bu teklif karşısında şaşaladı.
“Peki ya bu tekmenin bizden geldiği anlaşılırsa?”
“Hamza bu işi kimseye belli etmeden yapmalıdır.”
“Fena bir fikir değil, Sultanım! Bu şirretin elinden ve dilinden bir an önce kurtulmalıyız.”
“Ben bu fikrin husulünü en ziyade senin selâmetin için istiyorum. Fakat ben Hamza’ya böyle bir iş teklif edemem. Bu karar ve arzumuzu ona, gizlice, sen söylemelisin!”
Turhan Sultan “Peki,” diyemedi. Düşündü. Kösem Sultan, genç kadının tereddüdünü çok normal karşıladı.
“Yavrum,” dedi, “ben sana git de Şivekâr’ı öldür demiyorum. Onu öldürebilecek adamın kim olduğunu söylüyorum. Eğer karşında sürekli Şivekâr’ı görmek ve her gün onunla mücadele etmek istemiyorsan, bu işi bir an evvel bitirmelisin!”
Turhan Sultan, Şivekâr’ı mağlûp edecek herhangi bir fikir ve kararı yerine getirmek için taraftar görünmeye mecburdu. Turhan Sultan:
“Hamza Bey’i nasıl görebilirim?” diye sordu.
Aslında Valide Sultan bu planına, Turhan Sultan’ın zannettiği kadar inanmıyordu. Valide Sultan, başka hedeflerin peşindeydi. Evvelâ, bu teklifi ile Turhan’ın böyle bir cinayete âlet olup olamayacağını, bu sayede de Hamza Bey’le münasebetinin derecesini anlamak istiyordu. Ayrıca, Turhan bu işi kimseye sezdirmeden yapmaya muvaffak olursa kendisini de himaye edecekti. Çünkü Şivekâr’ın vücudunun ortadan kaldırılması demek, Kösem Sultan’ın eski hüküm ve nüfuzuna sahip olması, oğlu İbrahim’e daha fazla söz geçirmesi demekti. Bu bakımdan bu planla birçok iş başarmış olacaktı.
Eğer Hamza Bey işi kabul ederse Kösem Sultan, o gece, sarayda bir havuz âlemi, bir altıntop eğlencesi tertip ederek Padişahı oyalayarak cinayetin önemini kaybettirmeye çalışmayı düşünüyordu.
Valide Sultan tüm bunları kafasında tasarlarken, Turhan Sultan’ın Hamza Bey’i nasıl görebilirim şeklindeki sorusuna tebessümle başını sallayarak;
“Behram’ı senin emrine vereyim. Ona işin iç yüzünü anlatmamak şartıyla her şeyi söyler ve istediğini yaptırabilirsin! Vakit geçirmeye gelmez. Hemen bugünden işe başlamalı ve Behram’ı gönderip Hamza’nın nerede olduğunu araştırmalısın!” dedi.
* * *
“Gözümün içine neden bakmıyorsun, Sultanım! Sizi görmeyeli hayli zaman oldu! Beni şimdiye kadar niçin hatırlamadınız? Özlemediniz mi yoksa?”
“Bir türlü fırsat bulamadım. Sana olan aşkımın gittikçe derinleştiğini hissediyorum, Hamza! Seni bundan sonra her gün görmek istiyorum.”
“Her gün görmek… Bu, imkânsızdır. Çünkü benim her gün hareme girip çıktığımı Kızlarağası görecek olursa, derhal Kösem Sultan’a haber verir. Hem, siz beni niçin Behram Ağa ile çağırttınız? Onun esen rüzgârları bile Valide Sultan’a haber veren gammaz bir adam olduğunu bilmiyor musunuz?”
“Bana sadakati vardır. Sözümden dışarı çıkmaz!”
“Kösem Sultan’ın kâhyasını ben sizden iyi tanırım, güzelim! Onun sağı solu belli olmaz. Bu gün beyaz dediği şeye, sultanı siyah demişse, o şey derhal siyah olur. Ben böyle renksiz insanlarla konuşmaktan çekinirim. Ve size de tavsiye ederim. Bu herife iltifat ve itimat etmeyiniz.”
Turhan Sultan, Kösem Sultan’la yaptıkları planı bir türlü söylemeye cesaret edemiyordu.
Behram Ağa’ya ve Kösem Sultan’a karşı bu derece güveni olmayan Hamza’ya, Turhan Sultan, Şivekâr aleyhinde hazırlanmış facia planını nasıl söylemeye cesaret edebilirdi?
Aradan biraz zaman geçtikten sonra kendisini cesaretlendirmeye çalışan Turhan Sultan, Hamza’nın zayıf tarafının kendi aşkı olduğunu bildiğinden, bir tek buna güvenerek planı Hamza Bey’e söylemeye karar verdi.
“Hamza, sana mühim bir meseleden bahsetmek istiyorum. Ben sarayda çok zor ve tehlikeli bir vaziyete düştüm. Bu vaziyetten beni ancak sen kurtarabilirsin!” dedi.
Hamza Bey, sevgilisinin söylediklerini aşkla dinliyordu.
“İçine düştüğünüz bu tehlikeli vaziyeti bana anlatınız, Sultanım!” diyerek iyice sevgilisine sokuldu.
Turhan Sultan biraz çekinerek:
“Senden bir fedakârlık isteyebilir miyim, Hamza?” dedi.
Hamza Bey tereddütsüz:
“Sizin herhangi bir tehlikeden kurtulmanız için canımı fedaya hazırım, Sultanım!” dedi.
Bu cevaptan güç alan Turhan Sultan:
“Bu kadar büyük fedakârlığa ihtiyaç yok. Bir başkasının ölümü, beni bu tehlikeli vaziyetten kurtar maya yeterli olacaktır.” dedi.
“Başkasının ölümü mü?”
“Evet. Ve bunu bir tek sen yapabilirsin!”
“Sizi bu derece korkutan adamın kafasını derhal koparmakta tereddüt etmeyeceğimden emin olunuz, Sultanım!”
“Zaten, ben de senin, beni kalben sevdiğine, ancak bu fedakârlığına şahit olduktan sonra inanacağım.”
“Aşkımdan şüphe etmeyiniz Sultanım! Ben, sizi sevdiğim günden beri, aklını kaybetmiş bir serseri gibi dolaşıyorum. Ne yaptığımı, ne yediğimi, ne söylediğimi bilmeden yaşıyorum.”
“Fedakârlıklarla takviye edilmeyen aşklar, bence, en hafif esen bir hazan rüzgârı karşısında bile sarsılır, söner gider.”
“Size biraz evvel de söyledim ya, Sultanım! Bana ismini verin bu hilekârın. Hemen gidip kellesini gövdesinden ayırayım.”
“Sözünden dönmeyeceksin, değil mi?”
“Ben tükürdüğümü yalayan kancıklardan değilim. Beni hâlâ tanıyamadınız mı?”
“Fakat dikkat et, bu sır ölünceye kadar aramızda kalacak. Eğer günün birinde ağzından bir lâf kaçırırsan, ikimiz de cellâdın palası altında can verdik demektir.”
“Merak etmeyin. Benim adım Behram değil! Ben sarayda daima ağzı kilitli gezerim.”
“Onu ne vakit ve nasıl öldüreceksin?”
“Eğer kuvvetli biriyse, tuzağa düşürünceye kadar çalışacağım.”
“Kolları zayıf ve korkak bir kimseyse?”
“Derhal! Beş dakikada başını yere düşürürüm. Hem siz benim, çardaktan sarkan dalından asma kabağı keser gibi bir vuruşta, insanın kafasını gövdesinden ayırdığımı görmediniz değil mi?”
Bu cevabı işiten Turhan Sultan’ın tüyleri ürperdi. Bir an içinde cellâtlarla sevişen kadınların halini hayal etti ve kendine acıdı. Peri masalı adeta bitmişti. Fakat kendisine bu derece fedakârlık göstereceğini vaat eden bir erkeğe karşı sahte de olsa samimi davranmaya mecburdu.
“Beni bu kadar çok sevdiğini ümit etmiyordum, Hamza!” dedi, “Şimdi biraz daha gözüme girdin!”
Hamza Bey, bu kelimelerin altında gizlenen alaycılığı farketmedi.
“Haydi, Sultanım, kimdir bu mendebur?” dedi. “Çabuk söyleyin. Onu mademki idama mahkûm ettiniz. Bu lâtif ve temiz havayı daha fazla teneffüs etmesine müsaade etmeyelim!”
Şivekâr’ın ismini söylemeye bir türlü cesaret edemeyen Turhan Sultan, yanında duran zakkum saksısından bir çiçek kopardı. Yapraklarını yolarak avucunun içinde ovuşturdu. Ufaladı ve yere attı.
“Onu böyle bir anda mahvolmuş görmek istiyorum, Hamza! O, Padişahı bile avucunda oynatıyor. Sen ve ben, hepimiz onun esiri, oyuncağıyız!”
Turhan Sultan’ın ağzından ismi bir çırpıda alamayacağını anlayan Hamza Bey, öldüreceği kişiyi tahmin etmeye çalıştı:
“Kösem Sultan’dan mı bahsetmek istiyorsunuz yoksa? Eğer bana onu öldürtmek istiyorsanız, o, sizin zannettiğiniz kadar zayıf biri değildir!”
Turhan, iradesini kaybetmiş bir çılgın gibi, gözlerini açarak haykırdı.
“Sus, Hamza! O kadar iyi bir kadın hakkında, bu derece fena düşünmeni istemem!”
“Anladım, Sultanım! Anladım. Öldürmek istediğiniz kadının kim olduğunu anladım. Ben Padişahı bile sizin için belki öldürebilirim. Fakat Kösem Sultan’ı öldüremem.”
“Sus diyorum, Hamza! Ben sana onun ismini vermedim. Ben sana başka bir kadından bahsediyorum!”
“Saklama, sevgili Sultanım! Saklama. Siz bana ondan bahsediyorsunuz. Fakat ben ondan korkarım. Kılıcım yalnız onu kesemez.”
Turhan Sultan korkusundan tir tir titriyordu. Hamza Bey’e Şivekâr’ın adını söyleyemeyeceğini iyice anladı. Fakat Hamza Bey’in Kösem Sultan’ı kastettiğini düşünmesi çok kötü olmuştu. Onu bu düşünceden nasıl vazgeçereceğini düşünürken aklına öldürmek istediği kişiyi cariyelerin arasından birisi olarak göstererek bu işten sıyrılabileceği geldi. Hemen bu fikrini uygulamaya koydu:
“Son günlerde beni fazla rahatsız eden kadın Kösem Sultan değil, onun nedimesi Ferahfeza’dır,” dedi ve kendini tutamayarak ağlamaya başladı.
Turhan Sultan’ın aklına direkt Ferahfeza’nın isminin gelmesi oldukça tuhaftı. Çünkü Ferahfeza oldukça sessiz, sakin, terbiyeli bir kızdı. On sekiz yaşında, marifetli, uzun boylu, ince belli, buğday tenli olan Ferahfeza, Kösem Sultan’dan başkasını tanımayan, Padişahın dairesine bir kere bile geçmemiş bir kızcağızdı.
Hamza Bey’in yanlış anlaması Ferazfeza’nın ölümüne mi sebep olacaktı?
Turhan Sultan, bu ismi söylediğine çok pişman oldu fakat iş işten geçmişti, söz ağızdan bir kere çıkmıştı.
Hamza Bey, birden oturduğu yerden fırlayarak:
“Beni burada bekleyiniz, Sultanım! Size şimdi onun başını getireceğim,” deyip çıktı gitti.
Turhan Sultan, Hamza Bey’in arkasından hayretle baktı.
“Yalan söyledim. Gel. Gitme!” diye bağırmak geçti içinden fakat Hamza Bey, çoktan sarayın loş dehlizleri arasına karışarak gözden kaybolmuştu.
Turhan Sultan, çok tehlikeli bir işe girdiğini anlamıştı.
Şimdi ne yapacaktı?
Odasında yalnız kalınca düşünmeye başladı.
Şimdilik Şivekâr Sultan’ı öldürme imkânı yoktu. İsmini söyleyemezken Hamza Bey’in aklına bile gelmemişti. Demek o kadar öldürülmez bir kadındı Şivekâr.
Kendi kendine konuşmaya başladı.
“Hamza, içi sırlı bir küp gibi, her şeyi içinde saklayan bir gençtir. Ferahfeza’yı öldürse bile, bunu ondan ve benden başka kimse bilmez. Ve o vakit, bana çok daha fazla âşık olacağı için, kendisini kolaylıkla tahrik edebilirim. Demek ki Şivekâr’ın mezara gitmesi için, ondan evvel Ferahfeza’nın kurban gitmesi lazımmış.”
Turhan Sultan, yavaş yavaş kendini teselli etmeye çalışıyordu. Hamza’nın bu fedakârlığı Turhan’ı memnun etmişti. Hamza Bey’in senin uğrunda canımı fedaya hazırım sözü, sarayda entrika çevirmek isteyen bir kadın için elbette ihmal edilemezdi.
* * *
Hamza Bey, Turhan Sultan’ın dairesinden çıktıktan sonra az bir zaman geçmişti ki Valide Sultan, Turhan Sultan’ın dairesine geldi.
Sabah Sadrazam Mehmet Paşa’yla kavga ettiği için sinirli olan Valide Sultan:
“Turhan” diyerek söze başladı; “Ben şimdi Mehmet Paşa’nın yanına gidiyorum. Şivekâr, bu adamla benim aramı açtı. Bu sabah kendisiyle başlayan kavgamızı tatlıya bağlamaya çalışacağım.”
Turhan Sultan, birazdan Hamza Bey’in geri döneceğini bildiğinden Valide Sultan’ı dairesinden uzaklaştırmak için;
“Ben de biraz sonra Hamza ile o iş hakkında görüşmek üzere Behram Ağa’nın odasına gideceğim!” yalanını uydurdu.
“Aman Turhancığım, bu işi bugün ne yap ne et hallet. Çünkü Şivekâr, sarayda, dondurucu bir poyraz gibi her saat esmeye başladı.”
“Merak etmeyin, Sultanım! Ben Hamza’yı ikna etmek için elimden geleni yapacağım.”
“Turhan! Ben bu işin aksi tarafını da düşünüyorum. Eğer Hamza bu işi üzerine almaz, Şivekâr’ı öldürmek istemezse ne yapacağız?”
Sohbetin uzayıp daha fazla yalan söylemesine sebebiyet vermek istemeyen Turhan Sultan:
“Ben bu ihtimali düşünmedim, Sultanım. Hamza, Şivekâr’ın vücudunun ortadan kalkmasına taraftar görünürse, onu öldürmekte tereddüt etmez diye düşünüyorum” dedi.
“Şivekâr’dan çekinmesi ihtimali bu gece, beni sabaha kadar uykusuz bıraktı. Kendi kendime eğer dedim, bu işi Hamza yapamazsa, acaba Turhan becerebilir mi?
Kösem Sultan bu sözü söylerken, gözünün ucuyla da Turhan Sultan’ın yüzündeki manaları anlamaya çalışıyordu.
Valide Sultan’ı odadan göndermenin yollarını arayan Turhan Sultan, ilk başta bu sözün ne maksatla söylendiğini anlayamadı.
“Düşmanımı öldürmekte hiçbir zaman tereddüt etmem!” diye cevap verdi.
Kösem Sultan, ayakta sözüne devam etti.
“Bu kadının vücudu ortadan kalkarsa hepiniz rahat edersiniz!”
“Padişah bir şey hissetmez mi, Sultanım?”
“Ben şimdiden, Padişaha takdim edilmek üzere yeni cariyeler hazırladım.”
”Efendimiz son günlerde şişman kadınlardan hoşlandığı için, yeni cariyelerin de şişman olması ve Şivekâr’ı aratmaması gerekiyor Sultanım.”
“Bunu ben de düşündüm. Hazırladığım cariyelerin biri yetmiş, diğer ikisi de yetmiş beşer okka ağırlığında.”
Hamza Bey meselesini ve küçük yalanını unutan Turhan Sultan, rakibesinin vücudu ortadan kalkmışçasına sevindi.
“Şivekâr geberdikten sonra Efendimizin yüzünü sık sık görebileceğim, değil mi Sultanım?”
“Şüphesiz. İbrahim artık sizin olacak! Bilhassa senin. Çünkü o, seni diğer hasekilerden fazla sever!”
“Eskiden haftada iki üç defa Efendimizin iltifatına mazhar olurdum. Acaba şimdi haftada bir defa olsun beni hatırlayacaklar mı?”
“Hiç şüphe etme, yavrum! Sen Sultan İbrahim’i idare etmesini herkesten iyi bilirsin!”
“Padişahımızın, tıpkı bir çocuk gibi, zaman zaman mizaç ve zevkleri değişir. Fakat mavi gözlerimi her şeyden fazla sevdiğini söyler. Benim gözlerimi süzerek bakışım Efendimizin çok hoşuna gidermiş.”
Kösem Sultan’ın da hiddeti geçmişti.
“Mavi gözü ben de severim, Turhan!” dedi. “Ferahfeza’yı da mavi gözleri için yanımdan ayırmıyorum!”
Bu esnada, kapının önünde bir ayak tıkırtısı işitildi. Ferahfeza’nın adı geçtiği an işitilen tıkırtılar sebebiyle Turhan Sultan’ın benzi sapsarı oldu. Dışardan Hamza Bey’in sesi geliyordu.
“Sultanım, kapıyı açınız, düşmanınızın başını getirdim! Hâdiseyi tevil etmenin imkânı yoktu.”
Turhan Sultan’ın dizleri de titremeye başladı. Bir türlü kapıya gidemiyordu.
Ayakta duran bir heykel gibi donup kaldı. Kösem Sultan kapıyı açınca Hamza ile karşılaştı.
“Nereden geliyorsun, Hamza?”
Hamza Bey, Turhan’ın odasında göreceğini hiç tahmin etmediği Valide Sultan’la karşılaşınca önce şaşaladı ve gözlerini açarak Turhan’a hitaben ”Aferin Sultanım,” dedi, “beni ne kadar çok sevdiğinizi şimdi anladım. Ben aslında anası babası belirsiz insanlara itimat etmemeye yemin etmiştim.” dedi ve kanlı bir bohça içinde getirdiği bir insan başını odanın ortasına fırlatarak kaçtı.
Kösem Sultan evvelâ meselenin mahiyetini anlamadığı ve Turhan Sultan’ın sohbetin başında söylediği yalanı hiddetinden unuttuğu için, Hamza’ya bir şey söylemedi. Bu arada yerdeki bohçadan kanlar sızmaya başladı.
Kösem Sultan, Turhan’ın yüzüne bakarak güldü.
“Bu işin bu derece çabuk halledileceğini doğrusu hiç ümit etmezdim. Hamza, acaba, Şivekâr’ın gövdesini nereye sakladı? Padişah meseleyi haber alınca etrafı araştırır.”
Kösem Sultan lâfını bitiremedi. Oda kapısının önünde bekleyen Behram Ağa’nın sesi işitildi.
“Sultanım, Mehmet Paşa odasında teşrifinizi bekliyor!”
Kösem Sultan bohçaya elini sürmeden benzi sararan Turhan’ın yanına sokulup saçlarını okşadı.
“Hakkın var yavrum, sen daha çocuksun! Bu gibi cinayetlere sarayda sık sık tesadüf edecek ve günün birinde alışacaksın! Şivekâr’ı mezara göndermeye muvaffak olan bir genç kadın, artık iman ettim ki, Padişahı parmağında çevirmeye hazırdır!”
Turhan korkusundan sesini çıkaramadı. Söylemek istediği şeyler boğazında düğümlendi.
Kösem Sultan kapıdan çıkarken, şu sözleri ilâve etti:
“Bu başı ortadan kaldır. Gizli bir köşeye sakla. Sonra müsait bir zamanda Haliç’e gönderip attırırsın veya saray bahçesinin izbe bir yerine gömersin. Dikkat et, yavrum! Şivekâr’ın ölümü önemsiz bir olay değildir. Çok merak ediyorum, acaba gövdesi nerede?”
Kösem Sultan Turhan Sultan’ın cevabını beklemeden gitti.
Turhan Sultan, kapıyı kapayıp göz ucuyla bohçaya baktı.
İlk bakışta yerde duran bohçanın içinden akan kanlar, Acem halılarının üzerinde net görünmüyordu.
Turhan Sultan kapıyı kapattıktan sonra ilk iş olarak bohçayı açtı, aslında Turhan Sultan, bohçadan kimin başının çıkacağını tahmin ediyordu, zaten bu yüzden Hamza Bey geldikten sonra, Kösem Sultan’ın karşısında ağzından tek bir kelime bile çıkmamıştı.
Bohçanın içindeki Ferahfeza’nın başı canlı gibiydi, Turhan Sultan bu başı görünce bütün tüyleri ürperdi:
“Ferahfeza! Sen misin?” diye bağırdı.
Genç kızın çehresi solmuştu. Kesik boynundaki inci gerdanlığı kan pıhtılarıyla boğazına yapışmıştı.
Turhan Sultan ne yapacağını bilemez bir halde, odanın içinde deli gibi aşağı yukarı dolaşıyor “Ben ne yaptım?” diyordu. “Biraz sonra bu başın kime ait olduğu anlaşılırsa, bunu nasıl açıklayacağım?”
Bir yandan zihnini toparlamaya çalışırken, bir yandan da kesik başı bir köşeye götürüp sakladı.
Kösem Sultan, dairesine geçince, her şeyden önce nedimesini arayacaktı! Bulamayınca kıyametler kopacaktı!
Turhan Sultan, korkuyla bunları düşünürken aklına bir çare geldi: Bir başkasının daha kanına girerek bu işin içinden sıyrılacaktı.
Turhan Sultan’ın planına göre Hamza’yı feda edecek, Hamza’nın kendisine bir gösteriş yapmak için Ferahfeza’yı öldürdüğünü söyleyecek, böylece bütün cinayetin mesuliyetini bu zavallı gence yükleyecekti.
* * *
Bu esnada Padişah sokağa çıkmak için hazırlanıyordu. Sarayın en güzel cariyelerinden biri olan Şekerpare, Sultan İbrahim’in sakalını incilerle süslüyerek hazırlanmasına yardım ediyordu.
Kadın çeşitliliğinden çok hoşlanan ihtiraslı Padişah, genç kızın memelerini sıkıştırarak mırıldanıyordu:
“Şekerparem! Sen, kırmızı dudaklarınla, pembe beyaz vücudunla gözüme o kadar güzel görünüyorsun ki… Cennet meyvesi gibi, seni bir hamlede yiyip bitirmek istiyorum.”
Şekerpare’nin kıvrık kirpikleri ve iri siyah gözleri gerçekten de Padişahın başını döndürüyordu.
Sultan İbrahim, daha fazla dayanamayıp genç kızın beline kollarını doladı ve onu öpüp sıkıştırmaya başladı.
Hasekilerin hepsinden güzel ve biraz da cüretkâr bir kız olan Şekerpare;
“Padişahım, beni çok sıkmayınız. Belim kırılacak!” diye bağırınca, Sultan İbrahim büsbütün coştu.
“Aşüfte,” dedi, “benim halvetim senin için bir saadettir. Bana mani olma. Saçlarını dök. Göğsünü aç. Bak kalbim nasıl çarpıyor! Gerçekten, senden çok hoşlandım. Turunçlarını boynuma sür. Haydi, durma!”
Şekerpare, Padişahın zayıf damarını bulunca, her zaman ele geçmeyen bu fırsatı kaçırmak istemedi.
“Padişahım,” dedi, “benden hoşlanıyorsunuz ama, bana hiç iltifat etmiyorsunuz! Benim diğer hasekilerden ne eksiğim var? Boyum, posum, yüzüm hepsinden güzel değil mi? Biricik Şekerpare’niz de diğer hasekileriniz arasında bulunursa ne olur?”
Bu sözler üzerine Padişah sokağa çıkmaktan vazgeçti, hemen bir eğlence tertip etti, nar şerbetleri amberler sırayla Padişahın dairesine getirildi. Keyfi yerinde olan Padişahla cariyesi baş başa kalınca sabaha kadar eğlendiler. Sabahleyin güneş doğarken, geceki eğlencenin yorgunluğuyla bitkin bir halde yatağında yatan Padişahın huzuruna Kızlarağası geldi.
Kızlarağasını gören Sultan İbrahim, genç cariyesi Şekerpare’ye hitaben “Senin ismin de bundan sonra Şekerpare Sultan olsun!” dedi. Şekerpare, bu sözlerini duyunca Efendisinin ayaklarına kapanarak teşekkür etti.
Kızlarağası duydukları karşısında şaşkınlığından neredeyse küçük dilini yutacaktı. Cariye Şekerpare bir anda Padişah karısı olmuştu!
Kızlarağası gözlerine ve kulaklarına inanamıyordu.
Nasıl inansın ki? Şekerpare’nin daha üç gün evvel bizzat Padişah tarafından eski vezirlerden birinin oğluna verilmesi emredilmişti.
Hâlbuki Şekerpare, vezir oğluna varmak istemiyordu. Onun en büyük emeli sultan olmaktı.
Genç kızın böyle bir istekte bulunma hakkı vardı. Öyle ya. Genç kız neden sultan olmasındı?
Şekerpare’nin diğer hasekilerden ne farkı vardı? Diğerleri kadar terbiyeli, hatta hepsinden daha güzel ve sevimliydi.
Şivekâr Kadın, Üsküdar sokaklarından saraya getirilir ve resmen Padişah karısı olur da sülün gibi zarif, güzel Şekerparecik neden sultan hanım olamazdı?
Padişahın dairesine cariye olarak giren Şekerpare’nin, sultan olarak çıktığını duyan diğer cariyeler ve hasekiler hemen kıskançlığa ve dedikoduya başladılar:
“Ben size söylemedim mi, bu şırfıntıyı Hünkârın yanına sokmayalım diye?”
“Efendimiz de bu maskaranın neresini sevmiş, bilmem ki.”
“Zaten, devlet kuşu böyle miskinlerin başına konar!”
“Bu habere inanmak için deli olmalı!”
“Neden?”
“Nedeni var mı a canım? Padişah, Şekerpare’yi, daha üç gün önce Hüseyin Paşa’nın oğluna vermedi mi?”
“Hünkârın keyfinin kâhyası değiliz ya. O gün verdiyse, bugün de geri alması güç bir iş değil!”
“Ah Yarabbi. Ne saadet bu? Bir günlük sultanlık için, bütün ömrümü veririm.”
“Deli!”
“Ben, sen. Hepimiz deliyiz. Bir kişi dışında…”
“O da kim?”
”Turhan.”
“Haaa. Şu Rus dönmesi mi?”
“Beğenemedin mi?”
“Nesini beğeneyim?”
“Şeytanlıkta hepimizi geride bıraktı. Arasıra Efendimizin iltifatına da mazhar oluyor. Şivekâr’la arası açık olduğu halde, Padişah onu hoş görüyor.”
Şekerpare, bu dedikoduları duyunca daha önceki bir iftira olayında bir gecelik halvet karşılığında kendisini kurtaran Sadrazam Mehmet Paşa’nın yanına koşarak:
“Aman Paşacığım, bir halvete daha razıyım, yeter ki şu kadınları susturmanın bir çaresini bulun!” dedi.
Sadrazam Mehmet Paşa, Şekerpare’ye teminat verdi.
“Yavrum,” dedi, “onların ağzını ben kapatırım ama sen de böyle, ara sıra hatırımı sormaya gelirsin. Beni unutmazsın, tamam mı?”
Şekerpare, Mehmet Paşa’nın odasında iki saatten fazla kaldıktan sonra çıkıp gitti.
Hâlbuki Mehmet Paşa’nın, kadınlar üzerinde hiç de nüfuzu yoktu. Hasekilere ayrı ayrı rica etse bile, sarayda her gün bin fitne icat eden yüz elli cariyenin ağzına nasıl kilit vuracaktı?

Turhan Sultan Zindanda
Hamza Bey iki günden beri ortalarda gözükmüyordu. Kösem Sultan, sevgili Ferahfeza’sının başsız bedenini görünce, derhal Padişaha giderek “Ferahfeza’yı öldürmüşler. Turhan’dan şüphe ediyorum!” demişti. Valide Sultan, Turhan’ı sevse de böyle bir olay karşısında sessiz kalamazdı.
Padişah da, Ferahfeza’nın ölümüne önem vermedi. Kösem Sultan da Turhan’ı tamamıyla ele vermek istemediğinden;
“Ben hakikati araştırıyorum. Kesin sonucu alıncaya kadar ferman buyurunuz da Turhan’ı bir müddet menetsinler” dedi.
Padişah “Pekâlâ. Öyle olsun!” dedi.
O akşam Turhan Sultan’ı yakaladılar ve zindana attılar. Sultan İbrahim, Turhan’ı tamamıyla ihmal etmek istemediğinden, annesine:
“Bu cinayeti benim aklım almadı. Turhan, geçen sene havuz başında ufak bir güvercini bile kesememişti! Böyle bir elmaspâreye nasıl kıydı acaba?” demiş ve her zamanki gibi alın hainin başını tarzında muamele etmemişti.
Turhan Sultan’ı zindana attıkları günün akşamı, sarayda Şivekâr Sultan tarafından muhteşem bir ziyafet tertip edildi.
Sultan İbrahim bu ziyafette sancılanıp yatağına yatırıldı.
Şivekâr Sultan, Padişahın bu ani rahatsızlığıyla meclisten uzaklaşmasına memnun oldu. Bir kolunu Şekerpare’nin diğer kolunu da Dilâşup Sultan’ın omuzuna atan Pdişah odasına götürülüp yatağına yatırılınca Dilâşup Sultan masallarla Padişahı eğlendirmeye, Şekerpare de elindeki yelpazeyle onu rahatlatmaya çalışıyordu.
Sultan İbrahim, Şivekâr Sultan’ın dairesinden çıkarken “Elmasparem, sen eğlencene devam et, ben biraz rahatsızlandım, odama geçip dinleneceğim” demişti.
Şivekâr Sultan, Padişah odadan çıkınca cariyeleri dağıtıp, müziği durdurmak istedi;
“Efendimiz rahatsızlandı. Görmüyor musunuz? Saz, söz, her şey duracak!” diye söylenirken, kadına ve eğlenceye bir türlü doymak bilmeyen çılgın hükümdar, hastalandığı halde bile, saz ve kadın sesinin durmasını istemiyordu.
“Kapıları açık bırakın. Müziğin sesini yattığım yerden işiteyim!” diye emir veren Padişah bu sözü söylerken baygınlık geçiriyordu.
* * *
Padişahın emriyle devam eden eğlencede Şivekâr Sultan, Turhan Sultan’ın zindana atılmasından o kadar memnundu ki, mütemadiyen şarap içiyor, amber tütsüsü ile odanın havasını zehirlemeye çalışıyordu.
Saz devam ederken Şivekâr Sultan, dalında çatlayan olgun nar gibi memelerini şarapla yıkayan cariyelere “Padişah bana Şam eyaletini hediye etti ama” dedi, “Mısır hazinelerini galiba başka bir Hasekiye ihsan edecek!”
Şivekâr Sultan, bu korkusunda haklıydı, çünkü Padişahın o günlerde sık sık odasına kabul ettiği Şekerpare’den başka, çok güzel bir kızla da münasebette bulunduğu duymuştu.
Şarap kadehleri dolaşır ve kafalar dumanlanırken, Şivekâr Sultan, olası tehlikelerden kendini kurtaracak tedbirler düşünüyordu.
Padişahı gizli gizli oyalayan bu kadın acaba kimdi?
Bu düşüncelerle zihni dumanlanan Şivekâr’ın kulağına bir şey girmiyor, içtiği şarap başını bile döndürmüyordu.
Şivekar Sultan, Padişahın yeni gözdesinin kim olduğunu bulmaya çalışırken bir yandan da Artin ismindeki üvey kardeşini sarayda önemli vazifelere getirmenin yollarını arıyordu.
Samur ticareti ile uğraşan Artin, etraftan aldığı samurların en kıymetlilerini saraya satıp samur tacirlerinden daha fazla para kazanan bir tüccardı.
Hatta bir gün Şivekâr Sultan, Behram Ağa’nın bulduğu çok kıymetli bir samuru Kösem Sultan’ın Padişaha hediye ettiği öğrenince hemen Artin’den daha kıymetli bir samur bulmasını istemişti. Ablasından beklentileri olduğu için bir dediğini iki yapmayan Ar-tin, hemen istenilen samuru ayarladı. Artin’in getirdiği samur gerçekten de İstanbul’daki samurların en büyüğü ve en güzeliydi.
O günlerde Padişah tarafından iltifat görmeyen Şivekâr Sultan, Artin’in getirdiği bu büyük samuru atlas bir bohçaya sararak Kızlarağasının koluna verdi. Kendisi de Kızlarağasını peşine takıldı ve Padişahın dairesinin kapısına gittiler. Onlar kapıya geldikleri sırada bostancılar kapının önünde nöbet tutuyordu.
Şivekâr Sultan bostancıların nöbet tutmasından, Hünkârın içerde bir kadınla meşgul olduğunu derhal anladı, fakat sesini çıkarmadı ve hiçbir şey anlamamış gibi görünerek, Kızlarağasına hitaben:
“Haydi, ne duruyorsun? Efendimizin emanetini götür ve bizzat kendisine teslim et. Seni bekliyorum!” dedi.
Bu telkin üzerine Kızlarağası huzura girdi.
Padişah bu sırada Şekerpare’ye sarılıp dolanmıştı. Sultan İbrahim, böyle heyecan dakikalarında irade ve muhakemesini tamamen kaybederek kendinden geçer, ne yapacağım bilmezdi
Kızlarağasını karşısında görünce, sinirden gözleri döndü.
“Kelleni uçurtmaya mı geldin hınzır fellâh?” diye haykırdı.
Korkudan dudakları çatlayan Arap, cellâdın elinden başını kurtarmak için, hemen bohçayı açarak “Padişahım, kölenizi mazur görünüz,” dedi, “size dünyanın en güzel ve en kıymetli samurlarından birini getirdim. Ümit ederim ki, Mısır püskülü gibi parıldayan şu güzel samur, yatakta duyduğunuz zevke bedeldir!”
Bu sözleri duyan Sultan İbrahim, baygın nazarlarını samurun üzerinde gezdirmeye başladı.
“Çevir bakayım. Biraz beri gel!”
Kızlarağası yatağın kenarına kadar sokularak, elinde tuttuğu samuru evirip çevirmeye başladı.
Şekerpare yatakta, utancından yüzünü örtmüştü.
“Sevgili Padişahım, samurla sonra meşgul olursunuz!” diye mırıldandı.
Ancak sarı bir samur parçasını koynundaki, sarayın en güzel ve işvebaz kadınına tercih edecek kadar çılgınlık gösteren Padişah, birden yataktan fırladı.
Şehvet kaynağına benzeyen gözlerini ovuşturarak sordu.
“Ben bu kadar güzel bir samur parçasını ilk defa görüyorum. Bu kıymetli hazine senin eline nereden geçti?”
Ve samuru göğsüne koyarak, bir çocuk gibi sevip öpmeye başladı.
“Bak Şekerpare, bak! Sen böyle parlak ve uzun tüylü samur gördün mü? Sıhhatli bir çocuk kadar sevimli… Âdeta insanın yüzüne gülüyor.”
Şekerpare, hasekilerin en az zengin olanıydı. Onun üç beş parça Edirne samurundan başka, hiç de böyle kıymetli bir samuru hiç olmamıştı. Şekerpare bu anı fırsata çevirmek isteyerek,
“Şevketlim,” dedi, “bunu bana ihsan buyurmaz mısınız?”
“Hayır, onu kimseye veremem.”
“Çok sevdim de…”
“Samura ihtiyacın varsa, ben sana bir kaç tane veririm! Fakat bunu yatağımın başına asacağım. Görüyorsun ki, odamda bundan daha kıymetli bir samur yoktur!”
Kızlarağası, Padişahın neşe ve memnuniyetini görerek derin bir nefes aldıktan sonra, kulağına üfler gibi yavaşça “Padişahım, bu samuru Efendimize takdim eden Şivekâr Sultan huzurunuza girmek üzere kapının dışında bekliyor,” dedi.
Samurun büyüsüne kapılıp yataktaki Şekerpare’yi unutan Sultan İbrahim:
“Gelsin” dedi.
Kızlarağası odadan çıktığı zaman, kapıda kimin beklediğini bilmeyen Şekerpare başını yorganın altından çıkararak “Şevketlim beni unuttunuz mu?” diye sordu.
Sultan İbrahim, bir dakika sonra kopacak kıyametin farkında değildi. Titrek sesiyle haykırdı.
“Sus. Başını ört. Sesini kıs ve yorganın altında patla!” Padişah samurla oynarken, Şekerpare sesini kesti ve başını yorganın altına soktu. Şekerpare, odaya kimin gireceğini bilmiyordu. Korku ve heyecan içinde, sinirleri gevşemiş, kalbi tekrar çarpmaya başlamıştı.
Kapı açıldı.
Şivekâr Sultan bir aylık hasretten sonra, nihayet Padişahın huzuruna girmeyi başarmıştı.
Sultan İbrahim, elinde okşadığı samuru göstererek zevcesinin yanına sokuldu.
“Gel bakayım Şivekârım,” dedi, “bu samuru sen nereden ele geçirdin?”
“Paramla bir köylüden satın aldım, Padişahım!
Sultan İbrahim, Şivekâr’ı yanına oturttu.
“De bakalım,” dedi, “bir aydan beri niçin görünmedin?”
“Bir aşüftenin sözüne kapılarak söylediklerinizi unuttunuz mu saadetli Padişahım!”
“Dün ne yaptığımdan haberim yok. Hatırım perişandır. Söyle bakayım, ben ne ettimdi sana?”
Şivekâr fırsatı kaçırmak istemedi:
“Şekerpare’nin sözüne bakarak seni gözüm görmesin defol git demiştiniz! Bundan sonra gazabınıza uğramaktan korktum ve gözünüze görünmemek için köşe bucak kaçtım.”
Sultan İbrahim, yatakta yatan Şekerpare’yi tamamen unutmuştu. Şivekâr’ın boynuna sarılarak dolgun yanaklarından öpmeye ve göğsünü sıkıştırmaya başladı.
“Şöyle açıl, saçıl bakayım, Şivekâr!” dedi. “Ben bu cılız kadınlardan bıktım. Koynuma yılan gibi girip beni zehirliyorlar. Hâlbuki sen şişmansın. Dolgun kalçalarını bir yandan öbür yana çevirmek için hayli zahmet çekiyorsun! Yatakta beni hiç üzmeden, yormadan memnun ediyorsun! Mademki, benim hazinemde eşi olmayan bu samuru bana hediye ettin! Ben de senin şerefine bu akşam Sarı Kameriye altında bir eğlence tertip edeceğim. Hasut kadınlar ve cariyeler senden ne kadar çok hoşlandığıma şahit olsunlar!”
Şivekâr Sultan gidince, Padişah bitap bir halde yatağa düştü ve belini, kollarını ovdurmak için iki halayık çağırttı.
Yorganın altında hiddet ve ıstırabından ne yapacağını şaşırıp öylece kalakalan zavallı Şekerpare, yavaşça başını dışarı çıkardı. Padişah, gözlerini kapamış baygın bir halde yanında yatıyordu.
Genç kadının sabrı tükenmişti.
Öksürdü.
Göğsünü şişirerek nefes almaya başladı.
Sultan İbrahim, gözünün aralayıp yanında yatan kadını görünce Şekerpare’yi hatırlamış ve kendi kendine gülmeye başlamıştı.
Şekerpare, Efendisinin tebessümünden cesaret alarak,
“Üst üste iki defa kalbinizi kırdınız, Padişahım! Özünüzle sözünüz birbirine uymadı. Bizim gibi ince belli gülfidanları yılana benzettiniz. Hâlbuki bir yandan öbür yana çabucak dönemeyen, dolgun kalçalı Ermeni güzeli, bakın Efendimize ne işkence etti!” dedi.
Padişahın cevap vermeye mecali yoktu.
Gözlerini kapadı.
Elleri göğsündene koyup, kalbinin çarpıntısını dinlemeye çalıştı.
Bu arada çağırdığı iki halayık geldi.
Padişahın kollarını ve bacaklarını ovuşturmaya başladılar. Şekerpare’ye de yavaşça odadan savuşup gitmek düştü.
* * *
Hekimbaşı, Şivekar’ın eğlencesinde rahatsızlanan Hünkârı tedavi etmeye geldi. Yaklaşık iki ay önce, yine böyle bir durum olmuştu ve Hekimbaşı iradesini kaybederek “Padişahım böyle yaşamaya devam ederseniz öleceksiniz” demişti.
O zaman Sultan İbrahim, hiddetlenmiş ve “Sen nasıl bir hekimsin ki, öleceğimi bildiğin halde beni tedavi etmezsin?” diyerek Hekimbaşını cellâda teslim etmişti.
Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin ricası üzerine bir tesadüf eseri olarak başını kurtaran Hekimbaşı, Padişaha ölüm tehlikesiyle karşılaştığı halde bile söylemeye cesaret edemezdi.
Padişah, Hekimbaşının yine aynı şeyi söyleyeceğini düşünerek:
“A hekimbaşı, ben ne edeyim?” dedi. “Böyle nice civanlar kumral saçlı ateş pareler gözümün önünde birer melek gibi uçuşurlarken, kör nefis nasıl söz dinlesin?”
Hekimbaşı, Padişahın bir müddet kadınlardan uzak yaşaması gerektiğini düşünüyordu. Fakat bunu söylemeye, cesareti yoktu.
Zaten Padişahın rahatsızlığı iki günden uzun sürmedi, Padişah yine ayaklanıp zevküsefa dolu hayatına geri döndü.
Padişahın Şivekâr’a vaadettiği Sarı Kameriye eğlencesi yapıldı hatta unutuldu.
Şivekâr Sultan, Padişahla arasındaki gerginlik bitmesine rağmen Şekerpare’yi kıskanmaya devam ediyor, Padişahın ona daha fazla iltifat etmesine dayanamıyordu. Şekerpare’yi Padişahın yanından uzaklaştırmak isteyen Şivekâr, tüm gece bir çare düşündü ve sonunda aklına yeni bir kumpas geldi.
“Turhan Sultan’a iftira atarak zindana düşüren Şekerpare’dir!” diyecek ve Turhan’ın yerine Şekerpare’yi zindana attıracaktı. Çünkü Turhan Sultan’ın kendi aleyhinde neler düşündüğünden, Hamza Bey’le neler yapmak istediğinden haberdar olmayan Şivekâr, Turhan Sultan’la barışmaya karar vermişti.
Planını bir an önce uygulamak isteyen Şivekâr, o gece geç vakit, kimseye görünmeden sarayın zemin katına indi ve Turhan Sultan’ın yattığı zindanın penceresinin önünde durdu.
Zindanın penceresinden ince bir erkek sesi geliyordu.
Şivekâr Sultan yolun köşesinden başını uzattı ve zindanda Kızlarağasının başını ve cübbesini gördü.
Bir adım geriledi.
Kısa bir konuşma, ona, kendi aleyhinde dönen bazı fırıldakların iç yüzünü öğretmeye yetti.
Kulak verdi.
Kızlarağası yavaş yavaş anlatıyordu.
“Sultanım! İki gündür Hamza Bey’i arattırıyorum. Bu dakikaya kadar bulamadık. Sanki yer yarılmış da içine girmiş.”
“Hamza Bey’i Haliç’te ve Topkapı’da bulmak mümkündür. O İstanbul’dan başka bir yere gidemez.”
“Sultanım! Elden geldiği kadar gayret ettik. Gene de edeceğiz. Fakat bulduramazsak, onun göreceği hizmeti kulunuz yapamaz mıyım?”
“Hayır. Hayır. Ona çok ihtiyacım var. Başladığı bir işi tamamlamadan savuştu. Benim başımı da belâya soktu. Ferahfeza’nın katlinde benim parmağım yoktur.”
“Hakikaten köleniz de bu işin esasını bir türlü anlayamadım, Sultanım! Çok merak ediyorum, Ferahfeza’nın başını acaba kim kopardı?”
“Ben de bu işe akıl erdiremedim. Yalnız kuvvetle tahmin ettiğim bir şey var. Şivekâr, beni Padişahın gözünden düşürmek için bu oyunu oynamış olabilir.”
Turhan Sultan, olayı bu şekilde inkâr etmeye mecburdu.
Zaten o, Kösem Sultan’la böyle tehlikeli bir olaya giriştiğine çoktan pişman olmuştu.
Hamza Bey’i aratmasındaki sebep de aşikârdı. Ferahfeza’nın ölümü Turhan Sultan’da gittikçe derinleşen bir vicdan azabı oluşturmuştu.
Ancak bu vicdan azabı, Şivekâr Sultan’ın vücudunu ortadan kaldırmak için duyduğu isteği yok edemiyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/iskender-fahrettin-sertelli/deliler-saltanati-69403312/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Deliler saltanatı İskender Fahrettin Sertelli
Deliler saltanatı

İskender Fahrettin Sertelli

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: 17. yüzyıl Osmanlı Sarayı… Samur ve Amber Devri…

  • Добавить отзыв