Piramit ve Diğer Wallander Maceraları

Piramit ve Diğer Wallander Maceraları
Henning Mankell
Kurt Wallander #9
"“Yaşamın da ölümün de zamanı var.”

Kurt Wallander serisinin ilk kitabı Karanlık Yüz’de Kurt Wallander’le ilk kez tanıştığımızda kırkını geçmiş bir komiserdi. Hayatını düzene sokmakta zorlanıyor ve özel hayatında birçok sorun yaşıyordu. Peki seri başlamadan yani 8 Ocak 1990’dan önce Kurt Wallander neler yaşamıştı? Uzun yıllar polislik yapmış, evlenip boşanmış, bir çocuğu olmuş ve bir ara Malmö’den Ystad’a taşınmıştı. Peki ama her şey nasıl başlamıştı? Wallander ilk cinayet vakasını nasıl çözmüştü?

Bu kitap bizi Wallander’in geçmişine, mesleğindeki ilk yıllarına götürüyor. Bu kitapta acemi bir devriye polisinden nasıl sezgileri kuvvetli bir komisere döndüğüne şahit olurken aynı zamanda özel hayatında nasıl tercihler yaptığını göreceğiz.

“Bu kitap, Mankell’in en iyilerinden… Mankell/ Wallander hayranlarının kaçırmaması gereken bir kitap.”
The Midwest Review

“Mankell, İskandinav polisiyesinin efendisi. Ona benzemeye çalışan çok oldu ama kimse ondan daha iyi olamadı.”
Independent"

Henning Mankell
Piramit ve Diğer Wallander Maceraları

Rolf Lassgård’a…


ÖN SÖZ
Kurt Wallander serisinin sekizinci ve son kitabını yazdıktan sonra hep aradığım ama asla bulamadığım alt başlık aklıma geldi. Her şey ya da en azından çoğu bittiğinde, alt başlığın doğal olarak “İsveç Kaygısı Üzerine Romanlar” olması gerektiğini anladım.
Serideki kitaplarda daima, “1990’larda İsveç refah devletine ne oluyor? Refah devletinin temeli artık sağlam değilse demokrasi nasıl hayatta kalacak? Bugün İsveç demokrasisinin bedeli çok mu yüksek ve artık ödemeye değmez mi?” gibi tek bir tema üzerinde durmama rağmen bu noktaya çok geç ulaştım.
Okurlardan aldığım mektupların çoğuna da tam olarak bu sorular hâkimdi. Birçok okurumun paylaşmaya değer bir sürü akıllıca fikri vardı. Gerçekten de Wallander’in, artan güvensizlik, öfke ve refah devleti ile demokrasi arasındaki ilişkinin iç yüzünü anlamak için bir tür sözcülük görevi gördüğü izlenimini edindim. Dünyanın hiç duymadığım yerlerinden uzun mektuplar ve zarif kartpostallar aldım, telefonla bana tuhaf saatlerde ulaşan ya da e-posta yoluyla benimle iletişime giren heyecanlı okurlarım oldu.
Refah devleti ve demokrasi konularının ötesinde başka sorular da soruldu. Bazıları, birçok okurumun keyifle keşfettiği tutarsızlıklar üzerineydi. Okurlarımın “hataları” gün ışığına çıkardığı hemen hemen tüm durumlar doğruydu. (Bu kitapta bile yeni tutarsızlıkların keşfedileceğini hemen ekleyeyim. Sadece, bu kitapta görünenin, olması gereken olduğunu söyleyeyim. Hiçbir editörün üzerine gölge düşmesin. Eva Stenberg’den daha iyisini bulamazdım.)
Ancak mektupların çoğu şu soruyu gündeme getiriyordu: Seri başlamadan önce Wallander’e ne olmuştu? Kesin bir tarih belirlemek gerekirse 8 Ocak 1990’dan önce neler yaşanmıştı. Karanlık Yüz başlarken Wallander erken bir kış sabahı çalan telefonla uyanıyor. İnsanların her şeyin nasıl başladığını merak etmesine büyük bir ilgi duyuyorum. Wallander sahneye ilk çıktığında kırk üç yaşına girmek üzereydi. Ama o zamana kadar uzun yıllar polislik yapmış, evlenip boşanmış, bir çocuğu olmuş ve bir ara Malmö’den Ystad’a taşınmıştı.
Okurlarım Wallander'in geçmişini merak ediyordu. Doğal olarak ben de bazen merak ettim. Bu dokuz yıl içinde arada bir çekmeceleri temizledim, tozlu kâğıt yığınlarını karıştırdım ve disketlerin arasında arama yaptım.
Birkaç yıl önce, beşinci kitap Yanlış Yol’u bitirdikten hemen sonra, serinin başlamasından çok önce gerçekleşen hikâyeleri kafamda yazmaya başladığımı fark ettim. Yine esas büyülü tarih, 8 Ocak 1990’dı.
Şimdi bu hikâyeleri topladım. Bazıları zaten gazetelerde yayımlandı. Hafifçe gözden geçirdim. Bazı kronolojik hatalar ve ölü kelimeler çıkarıldı. Hikâyelerden ikisi daha önce hiç yayımlanmadı.
Tabii ki bu hikâyeleri yayımlama nedenim masamı temizlemek değil. Bu kitabı geçen yıl yazdığım döneme bir ünlem işareti oluşturduğu için yayımlıyorum. Yengeç gibi bazen geriye gitmek iyi gelebilir. Başa, 8 Ocak 1990’dan önceki zamana.
Bir resmi tam olarak tamamlayamayız. Ama bence bunlar resmin bir parçası.
Gerisi sessizliktir ve öyle kalır.
Henning Mankell
Ocak 1999

WALLANDER’İN İLK VAKASI

1
Başta her şey sadece bir sisten ibaretti. Ya da belki de her şeyin beyaz ve sessiz olduğu, yoğun akan bir deniz gibiydi. Ölüm manzarası. Aynı zamanda Kurt Wallander’in yavaşça yerden kalkmaya başladığı sırada aklına gelen ilk düşünce buydu, ölür gibi olmuştu. Yirmi bir yaşındaydı. Genç bir polis, artık bir yetişkin sayılırdı. Sonra bir yabancı, bıçakla ona doğru koşmuştu ama kendini kurtaracak zamanı bulamamıştı.
Daha sonra sadece beyaz sis ve sessizlik kaldı.
Yavaş yavaş uyandı, yavaş yavaş hayata döndü. Kafasının içinde dönen görüntüler net değildi. Kelebekleri yakalar gibi onları uçarken yakalamaya çalıştı. Ancak izler kayıp gitti ve ancak büyük bir çaba sonrasında gerçekten ne olduğunu anlamaya başladı.
* * *
Wallander izinliydi. 3 Haziran 1969’du ve Mona’yı yeni deniz otobüsüne değil de Danimarka feribotlarından birine az önce bindirmişti. Kopenhag’a gidene kadar doyurucu bir yemek yiyebildiğiniz, eski ama emektar bir feribotla gidiyordu. Bir arkadaşıyla buluşacaktı, belki Tivoli’ye ve büyük ihtimalle giyim mağazalarına gideceklerdi. Wallander izinli olduğu için birlikte gitmek istemişti ama Mona kabul etmemişti. Kızlar baş başa olacaktı. Yanlarında erkek istemiyorlardı.
Teknenin limandan çıkışını izledi. Mona akşam dönecekti ve onu karşılamak için orada olacağına söz vermişti. Hava hâlâ şimdiki kadar güzel olursa yürüyüşe çıkacaklardı. Rosengård’daki dairesine döndü.
Wallander bu düşünceyle heyecanlandığını fark etti. Pantolonunu düzeltti, sonra caddeyi geçerek istasyona girdi. Oradan her zamanki gibi bir paket John Silver sigara aldı, binadan ayrılmadan önce bir tane yaktı.
Wallander’in o gün için hiçbir planı yoktu. Salı günüydü ve serbestti. Hem Lund’da hem de Malmö’de sık sık düzenlenen büyük Vietnam protestoları nedeniyle çok fazla mesai yapıyordu. Malmö’de çatışma çıkmıştı. Wallander bu durumu tatsız buluyordu. Protestocular ABD’nin Vietnam’dan çıkmasını istiyordu, Wallander bu konuda ne düşündüğünü tam olarak bilmiyordu. Bir gün önce Mona’yla bu konuyu konuşmaya çalışmıştı ama Mona’nın bu konudaki tek fikri protestocuların “baş belası” olduğu yönündeydi. Her şeye rağmen Wallander, dünyanın en büyük askerî gücünün, Asya’daki fakir bir tarım ülkesini bombalamasının –ya da üst düzey bir Amerikan askerî yetkilisinin dediği gibi “Taş Devri’ne döndürmesi”nin– pek doğru olmayacağı düşüncesinde ısrar edince Mona karşılık vermiş ve bir komünistle evlenmeye kesinlikle niyeti olmadığını söylemişti.
Bu konuşma Wallander’de hayal kırıklığı yaratmıştı. Tartışmayı devam ettirmediler. Mona’yla evlenecekti, bundan emindi. Açık kahverengi saçlı, sivri burunlu, ince çeneli kızla. Belki tanıdığı en güzel kız sayılmazdı ama her şeye rağmen istediği kişi oydu.
Geçen yıl tanışmışlardı. Ondan önce Wallander, şehirdeki bir nakliye ofisinde çalışan Helena adındaki kızla bir yıldan fazla bir süredir birlikteydi. Birden bir gün ona her şeyin bittiğini, başka birini bulduğunu söylemişti. Wallander ilk başta afallamıştı. Ondan sonra bütün bir hafta sonunu dairesinde ağlayarak geçirmişti. Kıskançlıktan deliye dönmüştü ve gözyaşlarını durdurabildikten sonra Merkez İstasyon’daki bara gitmiş, çok fazla içki içmişti. Sonra tekrar eve dönüp ağlamaya devam etmişti. Şimdi barın önünden her geçişinde o zamanı hatırlıyordu. Bir daha oraya ayak basmayacaktı.
Wallander birkaç aylık zor bir dönem geçirmiş, Helena’nın fikrini değiştirip geri dönmesi için yalvarmıştı. Ama geri dönmeyi kesin olarak reddetmişti, en sonunda da ısrarından o kadar rahatsız olmuştu ki Wallander’i polise gitmekle tehdit etmişti. Wallander yenilgiyi kabullenip geri çekilmişti ve garip bir şekilde, her şey bitmiş gibi hissetmişti. Helena yeni sevgilisiyle huzur içinde birlikte olabilirdi. Her şey bir cuma günü olmuştu.
Aynı akşam kanal üzerinde bir gezintiye çıkmış ve Kopenhag’dan dönerken örgü ören bir kızın yanında oturmuştu. Adı Mona’ydı.
Wallander düşüncelere dalmış şekilde kalabalığa doğru yürüdü. Mona ve arkadaşının şu anda ne yaptığını merak etti. Sonra bir hafta önce olanları düşündü. Protestolar kontrolden çıkmıştı. Yoksa durumu doğru değerlendirememiş miydi? Wallander ihtiyaç duyulana kadar arka planda kalması söylenen aceleyle toplanmış bir destek ekibindeydi. Ancak iş çığırından çıktığında çağrılmışlardı. Bu da durumu daha kötü hâle getirmekten başka bir işe yaramamıştı.
Wallander’in gerçekten siyaset konuşmaya çalıştığı tek kişi babasıydı. Babası altmış yaşındaydı ve Österlen’e taşınmaya karar vermişti. Babası, ruh hâlini tahmin etmekte zorlandığı değişken ruhlu bir insandı. Hatta bir keresinde çok sinirlendiği için neredeyse oğlunu evlatlıktan reddedecekti. Bu, birkaç yıl önce Wallander eve gelip babasına polis olacağını söylediğinde olmuştu. Babası her zamanki gibi yağlı boya ve kahve kokan stüdyosunda oturuyordu. Wallander’e elindeki fırçayı atmış, gitmesini ve bir daha geri gelmemesini söylemişti. Aileden bir polise hoşgörüyle davranmaya hiç niyeti yoktu. Şiddetli bir tartışma çıkmıştı ama Wallander dimdik durmuştu, polis olacaktı ve dünyadaki tüm boya fırçaları kurşun gibi üstüne üstüne gelse bile bunu değiştiremezdi. Aniden kavga durdu. Babası sert bir sessizliğe çekildi ve şövalesinin başına döndü. Sonra inatla bir model yardımıyla horoz çizmeye başladı. Hep aynı resmi çizerdi, bazen bir horoz ekleyerek çeşitlendirdiği ağaçlık bir manzara.
Wallander babasını düşününce kaşlarını çattı. Doğrusu araları hiçbir zaman çok iyi olmamıştı. Ama şimdi yeniden konuşmaya başlamışlardı. Wallander polis olmak için eğitim alırken ölen annesinin kocasına nasıl katlanabildiğini sık sık merak etmişti. Wallander’in kız kardeşi Kristina, mümkün olan en kısa sürede evden ayrılacak kadar akıllıca davranmıştı ve şimdi Stockholm’de yaşıyordu.
Saat on olmuştu. Malmö sokaklarında yalnızca hafif bir esinti vardı. Wallander, NK mağazasının yanındaki kafeye girdi. Arbetet ve Sydsvenskan gazetelerini karıştırarak bir fincan kahve ve bir sandviç sipariş etti. Her iki gazetede de protestolarla bağlantılı olarak polisin tavrını öven veya eleştiren kişilerden editöre mektuplar gelmişti. Wallander hızla atlayıp geçti. Bunları okuyacak enerjisi yoktu. Yakında çevik kuvvet polisiyle daha fazla çalışmak zorunda kalmamayı umuyordu. Cinayet büroda polis olacaktı. Başından beri bu konuda netti ve bunu hiç gizlememişti. Sadece birkaç ay içinde şiddet olayları, hatta daha ağır suçlarla ilgilenen şubelerden birinde çalışacaktı.
Birden önünde biri durdu. Wallander kahve fincanını elinde tutuyordu. Kıza baktı. Uzun saçlı, on yedi yaşlarındaydı. Çok solgundu ve öfkeyle ona bakıyordu. Sonra öne eğilince saçları yüzüne düştü ve ensesini işaret etti.
“İşte,” dedi. “Tam burama vurdun.”
Wallander bardağını bıraktı. Hiçbir şey anlamamıştı.
Kız geri doğruldu.
“Ne demek istediğini gerçekten anlamıyorum,” dedi Wallander.
“Sen bir polissin, değil mi?”
“Evet.”
“Siz orada protestoya müdahale etmiyor muydunuz?”
Wallander sonunda anladı. Kız, üniformalı olmamasına rağmen onu tanımıştı.
“Ben kimseye vurmadım,” diye cevap verdi.
“Copu kimin tuttuğu gerçekten önemli mi? Oradaydın. Ve bize karşı savaşıyordunuz.”
“Toplu gösterilerle ilgili talimatlara uymadınız,” dedi Wallander ve sözlerinin ne kadar geçiştirme olduğunu hemen fark etti.
“Polislerden gerçekten nefret ediyorum,” dedi kız. “Kahvemi burada içecektim ama şimdi başka bir yere gitmeye karar verdim.”
Sonra da gitti. Tezgâhın arkasındaki garson kız Wallander’e, sanki bir müşteriye mal olmuş gibi sert bir bakış attı.
Wallander kahvenin parasını ödeyip çıktı. Sandviçini bitirmeden bıraktı. Kızla yaşadığı olay onu oldukça sarsmıştı. Sanki üzerinde bu lacivert pantolon, açık renkli gömlek ve yeşil ceket değil de üniforması varmış gibi hissediyordu.
Bu sokaklardan uzaklaşmalıyım, diye düşündü. Emniyette takılmalıyım, soruşturma toplantılarına katılmalıyım, suç mahalline bakmalıyım. Artık protestolardan uzaklaşmalıyım. Yoksa hastalık izni almam gerekecek.
Daha hızlı yürümeye başladı. Rosengård otobüsüne binip binmemesi gerektiğini düşündü. Ama egzersize ihtiyacı olduğuna karar verdi. Görünmez olup tanıdık kimseyle karşılaşmamayı istiyordu.
Ancak doğal olarak Halk Parkı’nın yakınında babasına rastladı. Kahverengi kâğıda sarılmış tablolarından birini taşırken yorulmuştu. Başı önde yürüyen Wallander, saklanmaya vakit bulamayacak kadar geç fark etti babasını. Babası garip bir şapka takmış ve kalın bir palto, eşofman ve çorapsız spor ayakkabı giymişti.
Wallander kendi kendine söylendi. Tam bir serseri gibi görünüyor, diye düşündü. Bari en azından düzgün giyinse.
Babası tabloyu bırakıp derin bir nefes aldı.
“Neden üniformalı değilsin?” diye sordu selam vermeden. “Polisliği bıraktın mı yoksa?”
“Bugün izinliyim.”
“Polislerin her zaman görevde olduğunu sanıyordum. Bizi tüm kötülüklerden koruyacaksınız ya.”
Wallander öfkesini kontrol etmeyi başarmıştı.
“Neden kışlık bir mont giyiyorsun?” diye sordu, sorusuna cevap vermeden. “Hava yirmi derece.”
“Olabilir,” diye yanıtladı babası, “ama elimden geldiğince terleyerek sağlıklı kalmaya çalışıyorum. Sen de denemelisin.”
“Yazın kışlık mont giyemezsin.”
“O zaman hastalanırsın.”
“Ama ben hasta değilim.”
“Henüz değilsin. Ama olacaksın.”
“Nasıl göründüğünden haberin var mı?”
“Zamanımı aynada kendime bakarak harcamam.”
“Haziranda kışlık şapka takamazsın.”
“Yiyorsa onu benden almaya çalış. O zaman seni şikâyet ederim. Bana saldırdığını söylerim. Anladığım kadarıyla sen de oradaydın ve protestocuları dövenlerden biriydin?”
Hayır, sen de mi, diye düşündü Wallander. Bu doğru olamaz. Bazen onunla siyaset hakkında konuşmaya çalışsam da ilgi alanına girmiyor. Ama Wallander yanılıyordu.
“Aklı olan herkes bu savaşa karşı çıkar,” dedi babası sert bir şekilde.
“Herkes kendi işini yapmalı,” dedi Wallander gergin bir sakinlikle.
“Sana ne söylediğimi biliyorsun. Asla polis olmamalıydın. Ama beni dinlemedin. Şimdi şu yaptığınıza bakın. Masum küçük çocukların kafalarına sopayla vuruyorsunuz.”
“Hayatım boyunca tek bir kişiye bile vurmadım,” diye öfkeyle yanıtladı Wallander. “Her neyse, biz sopa kullanmıyoruz, cop kullanıyoruz. Tabloyla nereye gidiyorsun?”
“Nemlendiriciyle değiştireceğim.”
“Neden nemlendiriciye ihtiyacın var?”
“Yeni bir yatakla değiştireceğim. Şimdiki yatağım sırtımı çok kötü ağrıtıyor.”
Wallander babasının alışıldık olmayan bir ticaret yaptığını, genelde istediği şeye ulaşmak için birkaç aşamalı alım satım yaptığını biliyordu.
“Sana yardım etmemi ister misin?” diye sordu Wallander.
“Polis korumasına ihtiyacım yok. Ama bir gece gel de kâğıt oynayalım.”
“Geleceğim,” dedi Wallander, “zamanım olduğunda.”
Kâğıt oynamak, diye düşündü. Can simidimiz.Babası tabloyu kaldırdı.
“Neden benim torunum yok?” diye sordu.
Ama cevap beklemeden gitti.
Wallander durup arkasından baktı. Babası Österlen’e taşındığında rahatlayacağını düşündü. Böylece tesadüfen de olsa onunla karşılaşma ihtimali düşerdi.
* * *
Wallander, Rosengård’da eski bir binada yaşıyordu. Tüm bölge sürekli yıkım tehdidi altındaydı. Mona, evlenirlerse başka bir yer bulmak zorunda kalacaklarını söylemişti ama o burada mutluydu. Dairesi bir oda, bir mutfak ve küçük bir banyodan oluşuyordu. Burası tek başına yaşadığı ilk evdi. Mobilyaları müzayedelerden ve çeşitli ikinci el dükkânlarından satın almıştı. Duvarda çiçek ve ada posterleri vardı. Babası bazen ziyarete geldiğinden, tablolarından birini kanepenin üzerindeki duvara asmak zorunda hissetmişti. Horoz olmayanını seçmişti.
Odadaki en önemli şeyse pikaptı. Wallander’in çok fazla plağı yoktu, olanlar da neredeyse sadece operaydı. Eve çağırdığı bazı meslektaşları böyle müzikleri nasıl dinlediğini sormuşlardı hep. Bu yüzden misafirlere çalmak için başka plaklar da almıştı. Nedense birçok polis Roy Orbison hayranıydı.
Saat birden kısa bir süre sonra öğle yemeği yedi, biraz kahve içti ve Jussi Björling’in bir plağını dinlerken darmadağınık evi toparladı. Bu onun ilk plağıydı, oldukça çizilmişti ama yangın çıksa kurtaracağı ilk şey o olurdu.
Tavanda bir gümbürtü duyulduğunda plağı ikinci kez dinliyordu. Wallander sesi kıstı. Binanın duvarları inceydi. Üstünde bir zamanlar çiçek dükkânı olan emekli bir kadın oturuyordu. Adı Linnea Almquist’ti. Müzik sesini yüksek bulduğunda tavana vururdu. Uyarıyı dikkate alarak sesi kıstı. Pencere açıktı, Mona’nın astığı perde dalgalandı, ardından yatağa uzandı. Kendini hem yorgun hem de tembel hissediyordu. Dinlenmeye hakkı vardı. Erkek dergisi Lektyr’in bir sayısını gözden geçirmeye başladı. Mona ne zaman gelse itinayla dergiyi gizlerdi. Çok geçmeden dergi yerdeyken uyuyakaldı.
Bir patlama sesiyle uyandı. Nereden geldiğini anlayamadı. Ayağa kalktı ve yere bir şey düşüp düşmediğini kontrol etmek için mutfağa gitti ama her şey yerli yerindeydi. Sonra tekrar odaya girdi ve pencereden dışarı baktı. Binaların arasındaki avlu boştu. İpte asılı mavi işçi tulumu rüzgârda hafifçe sallanıyordu. Wallander yatağına döndü. Bir rüya görmüştü. Kafedeki kız oradaydı. Ama rüya net değildi ve kopuk kopuktu.
Kalktı ve saatine baktı, dörde çeyrek vardı. İki saatten fazla uyumuştu. Mutfak masasına oturdu ve alışveriş listesini yazdı. İçecekleri Mona, Kopenhag’dan alacaktı. Kâğıdı cebine koydu, kapıyı arkasından kapattı.
Koridorun loş ışığında dikilip kalmıştı. Komşusunun dairesinin kapısı aralıktı. Wallander buna şaşırmıştı çünkü orada yaşayan adam mahremiyeti konusunda oldukça titizdi, hatta mayısta fazladan bir kilit bile taktırmıştı. Wallander görmezden gelip gelmemek konusunda kararsız kaldı ama sonra kapıyı çalmaya karar verdi. Yalnız yaşayan adam, Artur Hålén adında emekli bir denizciydi. Wallander taşındığında zaten binada yaşıyordu. Genellikle birbirlerine selam verirler ve bazen merdivenlerde karşılaştıkları zaman birkaç kelime konuşurlardı ama hepsi bu kadardı. Wallander bu zamana kadar Hålén’in misafiri olduğunu ne görmüş ne de duymuştu. Sabahları radyo dinlerdi, akşamları televizyonu açardı. Ama saat on olduğunda sessizlik hâkim olurdu. Wallander bazen kendisine gelen misafirlerin, özellikle de akşamları çıkan seslerin Hålén’in ne kadar farkında olduğunu merak ediyordu. Ama tabii ki hiç sormamıştı.
Wallander kapıyı tekrar çaldı, cevap gelmedi. Sonra kapıyı açıp seslendi. Koridorda tereddütle birkaç adım attı. İçerisi havasızdı, bayat bir yaşlı adam kokusu vardı. Wallander tekrar seslendi.
Dışarı çıkarken kilitlemeyi unutmuş olmalı, diye düşündü Wallander. Ne de olsa yetmiş yaşında, unutkanlık başlamış olmalı.
Wallander mutfağa bir göz attı. Kahve fincanının yanındaki muşamba masa örtüsünün üzerinde buruşmuş bir futbol bahis kuponu duruyordu. Sonra odaya açılan perdeleri kenara çekti. Wallander irkildi. Hålén yerde yatıyordu. Beyaz gömleği kana bulanmıştı. Elinin yanında bir revolver duruyordu.
Patlama duymuştum, diye düşündü Wallander. Demek ki silahtanmış.
Midesinin bulanmaya başladığını hissetti. Daha önce birçok ceset görmüştü. Boğulan veya kendini asan insanlar. Trafik kazalarında yanarak ölen veya tanınmayacak kadar ezilen insanlar. Ama buna alışamıyordu.
Odaya baktı. Hålén’in dairesi kendi dairesinin aynadaki yansıması gibiydi. Mobilyalar yavan bir izlenim veriyordu. Tek bir bitki ya da süs eşyası yoktu. Yatak toplanmamıştı.
Wallander birkaç dakika daha cesedi inceledi. Kendini göğsünden vurmuş olmalıydı. Ölmüştü. Wallander’in bunu anlamak için nabzını kontrol etmesine gerek yoktu.
Hızla kendi dairesine döndü ve polisi aradı. İsmini söyleyip meslektaşları olduğunu söyledi ve olanları anlattı. Sonra sokağa çıktı ve ilk müdahale ekibinin gelmesini bekledi.
Polis ve acil tıp teknisyenleri hemen hemen aynı anda geldi. Arabalarından inerlerken Wallander onlara başıyla selam verdi. Hepsini tanıyordu.
“Ne oldu?” diye sordu devriye polislerinden biri. Adı Sven Svensson’du, Landskrona’dan gelmişti ve “Diken” olarak tanınıyordu çünkü bir keresinde bir hırsızı kovalarken çalılığa düşmüş ve karnının altını dikenler yırtmıştı.
“Komşum,” dedi Wallander. “Kendini vurmuş.”
“Hemberg yolda,” dedi Diken. “Cinayet büro detaylıca araştırır.” Wallander başını salladı. O da biliyordu. Söz konusu ölüm olayı, ne kadar doğal görünse de mutlaka soruşturulmalıydı.
Hemberg, pek iyi olmasa da tanınan biriydi. Kolayca sinirlenirdi ve iş arkadaşlarına karşı kabalaşabiliyordu. Ama aynı zamanda mesleğinde o kadar iyiydi ki hiç kimse onunla gerçekten ters düşmeye cesaret edemezdi. Wallander gerilmeye başladığını fark etti. Yanlış bir şey mi yapmıştı? Eğer öyleyse, Hemberg’i hemen bilgilendirmeliydi. Wallander, nakli olur olmaz, Komiser Hemberg’in yanında çalışacaktı.
Wallander sokakta bekledi. Koyu bir Volvo kaldırıma yanaştı ve Hemberg indi. Yalnızdı. Wallander’i tanıması birkaç saniye aldı.
“Burada ne halt ediyorsun?” diye sordu Hemberg.
“Burada yaşıyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Kendini vuran komşum oluyor. Arayan bendim.”
Hemberg kaşlarını ilgiyle kaldırdı.
“Onu gördün mü?”
“‘Görmek’ derken ne demek istiyorsun?”
“Kendisini vurduğunu gördün mü?”
“Tabii ki hayır.”
“Öyleyse bunun bir intihar olduğunu nereden biliyorsun?”
“Silah cesedin hemen yanında duruyordu.”
“Yani?”
Wallander buna ne diyeceğini bilemedi.
“Doğru soruları sormayı öğrenmelisin,” dedi Hemberg. “Komiser olacaksan tabii. Zaten düşünmeyi bilmeyen yeterince insan var. Başka bir tane daha istemiyorum.”
Sonra tavrını değiştirip daha dostça bir ses tonu takındı.
“İntihar olduğunu söylüyorsan, muhtemelen öyledir. Nerede?”
Wallander girişi işaret etti. İçeri girdiler.
Wallander, Hemberg’in ne yapıp ne ettiğini dikkatlice izledi. Cesedin yanına çömelişini ve gelen doktorla kurşunun nereden girdiği konusunda konuşmasını dinledi. Silahın, vücudun, elin pozisyonunu inceledi. Sonra dairede dolaştı, şifonyerin içindekileri, dolapları ve kıyafetleri inceledi.
Yaklaşık bir saat sonra işi bitmişti. Mutfağa gelmesi için Wallander’e işaret etti.
“Kesinlikle intihara benziyor,” dedi Hemberg dalgınlıkla masadaki futbol bahis kuponunu düzeltip okurken.
“Bir patlama sesi duydum,” dedi Wallander. “Silahtan gelmiş olmalı.”
“Başka bir şey duymadın mı?”
Wallander en iyisinin doğruyu söylemek olduğunu düşündü.
“Kestiriyordum,” dedi. “Ani bir gürültüyle uyandım.”
“Ondan sonra ne oldu? Merdivenlerde koşan kimsenin sesini duydun mu?”
“Hayır.”
“Onu tanıyor musun?”
Wallander bildiği kadarını anlattı.
“Hiç akrabası yok muydu?”
“Bildiğim kadarıyla yoktu.”
“Soruşturmamız gerekecek.”
Hemberg bir süre sessizce oturdu.
“Aile fotoğrafı yok,” diye devam etti. “İçerideki şifonyerde veya duvarlarda fotoğraf yok. Çekmecelerde hiçbir şey yok. Sadece eski iki gemicilik kitabı. Bulabildiğim tek ilgi çekici şey kavanozdaki renkli bir böcekti. Geyik böceğinden daha büyük. Bunun ne olduğunu biliyor musun?”
Wallander bilmiyordu.
“En büyük İsveç böceği,” dedi Hemberg. “Ama neredeyse nesli tükendi.”
Bahis kuponunu bıraktı.
“İntihar notu da yok,” diye devam etti. “Bıkmış ve her şeye bir kurşunla veda eden yaşlı bir adam. Doktora göre iyi atış yapmış. Tam kalbinden.”
Bir polis, mutfağa girip Hemberg’e bir cüzdan uzattı. İçinde postane tarafından verilmiş bir kimlik kartı vardı.
“Artur Hålén,” dedi Hemberg. “1898’de doğmuş. Birçok dövmesi var. Eski bir denizciden bekleneceği gibi. Denizde ne yaptığını biliyor musun?”
“Sanırım gemi mühendisiydi.”
“Seyir defterlerinden birinde mühendis olarak kayıtlı. Daha önceki bir tanesinde, sadece güverte görevlisi olarak görünüyor. Bir sürü farklı gemide çalışmış. Bir keresinde Lucia adında bir kıza delice âşık olmuş. Bu ismi hem sağ omzuna hem de göğsüne dövme yaptırmış. Sembolik olarak bu güzel ismi vurduğu da söylenebilir.”
Hemberg kimlik kartını ve cüzdanı bir çantaya koydu.
“Son sözü adli tıp söyleyecek,” dedi. “Hem silaha hem de kurşuna bakacağız. Ama kesinlikle intihar.”
Hemberg bahis kuponuna bir kez daha baktı.
“Artur Hålén İngiliz futbolu hakkında pek bir şey bilmiyormuş,” dedi. “Eğer bu tahmini tutsaydı, ikramiyeyi tek başına alırdı.”
Hemberg ayağa kalktı. Aynı zamanda ceset de taşınmaya hazırdı. Kapalı sedye, dar koridordan dikkatlice çıkarıldı.
“Daha sık olmaya başladı,” dedi Hemberg düşünceli bir şekilde. “Yaşlı insanlar kendi sonlarına kendileri karar veriyor ama genelde silah kullanmıyorlar. Hele bir revolver, çok nadir.”
Birden Wallander’i incelemeye başladı.
“Ama elbette bu senin de aklına gelmiştir.”
Wallander şaşırmıştı.
“Ne demek istiyorsun?”
“Bir revolveri olması garip. Çekmeceleri aradık ama ruhsatı yok.”
“Denizdeyken bir ara satın almış olmalı.”
Hemberg omuz silkti.
“Tabii ki.”
Wallander, Hemberg’i caddeye kadar takip etti.
“Komşusu olduğun için anahtarla senin ilgilenebileceğini düşündüm,” dedi. “Diğerleri işini bitirdiğinde sana bırakırlar. İntihar olduğundan tamamen emin olana kadar işi olmayan kimse içeri girmesin.”
Wallander binaya döndü. Merdiven boşluğunda elinde bir torba çöple dışarı çıkan Linnea Almquist’e çarptı.
“Bütün bu kargaşa da ne?” diye sordu sinirle.
“Ne yazık ki bir ölüm vakası,” dedi Wallander kibarca. “Hålén vefat etti.”
Kadın haberi duyunca oldukça sarsıldı.
“Çok yalnız kalmış olmalı,” dedi yavaşça. “Birkaç kez kahveye çağırmıştım. Zamanı olmadığı gerekçesiyle kendisini mazur görmemi istemişti. Ama acaba tek gerekçesi zaman mıydı?”
“Onu pek tanımıyordum,” dedi Wallander.
“Kalbinden mi?”
Wallander başını salladı.
“Evet,” dedi. “Muhtemelen kalbinden.”
“Umarım onun yerine gürültücü gençler taşınmaz,” dedi ve gitti.
Wallander, Hålén’in dairesine döndü. Ceset kaldırıldığı için artık daha kolaydı. Bir teknisyen çantasını topluyordu. Muşamba zemindeki kan gölü kararmıştı. Diken, tırnak etlerini yoluyordu.
“Hemberg anahtarları almamı söyledi,” dedi Wallander.
Diken, şifonyerin üzerindeki bir anahtarlığı işaret etti.
“Bina sahibini biliyor musun?” dedi. “Kız arkadaşım taşınmak için bir yer arıyor.”
“Duvarlar çok ince,” dedi Wallander. “Bil diye söylüyorum.”
“Şu yeni egzotik su yataklarını duymadın mı?” diye sordu Diken. “Gıcırdamıyor.”
* * *
Wallander nihayet Hålén’in dairesinin kapısını kilitleyebildiğinde saat altıyı çeyrek geçiyordu. Mona’yla buluşmasına daha saatler vardı. Tekrar evine gitti ve bir kahve koydu. Rüzgâr çıkmıştı. Pencereyi kapatıp mutfakta oturdu. Alışveriş yapacak zamanı yoktu, market de zaten kapanmış olmalıydı. Yakınlarda geç saatlere kadar açık olan dükkân yoktu. Mona’yı akşam yemeğine çıkarması gerektiğini düşündü. Cüzdanı masanın üzerindeydi. Yeterli parası vardı. Mona akşam yemeğini dışarıda yemeyi severdi ama Wallander bunun parayı sebepsiz yere çöpe atmak olduğunu düşündü.
Kahve demliği kaynamaya başladı. Kendine bir fincan doldurdu ve üç kaşık şeker ekleyip soğumasını bekledi.
Bir şey onu rahatsız ediyordu.
Tam ne olduğunu bilmiyordu.
Ama bir anda çok güçlü bir duygu belirmişti.
Bu hissin Hålén’le ilgili olduğu dışında ne olduğunu bilmiyordu. Zihninde olayları gözden geçirdi. Onu uyandıran patlama, aralık kapı, odanın içinde yerde yatan ceset. İntihar eden bir adam, komşusu…
Yine de başka bir şey aklına gelmedi. Wallander oturma odasına girip yatağa uzandı. Patlama ânını hafızasında yokladı. Başka bir şey duymuş muydu? Önce ya da sonra? Gördüğü rüyayı bölen herhangi bir ses daha var mıydı? Hafızasını yokladı ama hiçbir şey bulamadı. Yine de emindi. Gözden kaçırdığı bir şey vardı. Düşünmeye devam etti. Tek hatırladığı sessizlikti. Yatağından kalkıp tekrar mutfağa gitti. Kahve soğumuştu.
Kendi kendime kurup duruyorum, diye düşündü. Ben gördüm, Hemberg gördü, herkes gördü. Hayattan bıkmış, yaşlı, yalnız bir adam sadece.
Yine de sanki gördüğünü tam olarak anlayamamış gibiydi.
Aynı zamanda, Hemberg’in gözünden kaçan bir şeyi fark etmiş olabileceği düşüncesinin de doğal olarak aklını çeldiğini kabul etmek zorundaydı. Bu, er ya da geç cinayet soruşturmalarına katılma şansını artırabilirdi.
Saatini kontrol etti. Mona’yla Danimarka feribotunda buluşmadan önce hâlâ zamanı vardı. Kahve fincanını lavaboya koydu, anahtarları aldı ve Hålén’in dairesine girdi. Oturma odasına girdiğinde, ceset dışında her şey ilk bulduğu gibiydi. Hiçbir şeyin yeri değiştirilmemişti. Wallander yavaşça etrafına bakındı. Bunu nasıl yapabilirim, diye merak etti. Baktığınız ama göremediğiniz bir şeyi nasıl görebilirsiniz?
Bir şey vardı, bundan emindi.
Ama bir türlü çözemiyordu. Mutfağa girdi ve Hemberg’in kullandığı sandalyeye oturdu. Bahis kuponu önünde duruyordu. Wallander, İngiliz futbolu hakkında pek bir şey bilmiyordu. Aslında futbol hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Kumar oynamak isterse, piyango bileti alırdı. Başka bir şey değil.
Bahis kuponu önümüzdeki cumartesi için hazırlanmıştı, görebiliyordu. Hålén adını ve adresini bile yazmıştı üzerine.
Wallander odaya döndü ve başka bir açıdan bakmak için pencereye doğru yürüdü. Bakışları yatağın yanında durdu. Hålén canına kıydığında giyinikti. Dairenin geri kalanı çok titizce düzenlenmiş olsa da yatağını toplamamıştı. Neden yatağını toplamamıştı? Wallander düşündü. Kıyafetleriyle zar zor uyumuş, uyanmış ve sonra yatağını toplamadan kendini vurmuş olabilirdi. Peki neden mutfak masasında doldurulmuş bir bahis kuponu bırakmıştı ki?
Mantıklı değildi ama mutlaka bir şey ifade etmesi de gerekmiyordu. Birden kendini öldürmeye karar vermiş olabilirdi. Belki de ölümünden önce yatağını toplamanın anlamsızlığını fark etmişti.
Wallander odanın tek koltuğuna oturdu. Eski ve yıpranmıştı. Kendi kendime kurup duruyorum, diye düşündü tekrar. Adli tıp bunun bir intihar olduğunu söyleyecektir. Adli soruşturma silah ve kurşunun uyuştuğunu ve tetiği Hålén’in çektiğini gösterecektir.
Wallander daireden çıkmaya verdi. Mona’yla buluşmak için ayrılmadan önce kıyafetlerini değiştirme ve temiz hava alma zamanı gelmişti. Ama bir şey çıkmasına izin vermedi. Dolabın yanına gitti ve çekmeceleri açmaya başladı. Hemen iki seyir defterini buldu. Artur Hålén gençliğinde yakışıklı bir adammış. Saçları sarı ve gülümsemesi kocamandı. Wallander günlerini Rosengård’da huzur ve sükûnet içinde geçiren adamla bu görüntü arasında bağlantı kurmakta güçlük çekiyordu. En azından bunların bir gün gelip kendi canını alacak birinin fotoğrafları olduğunu hissetti. Ama düşüncesinin ne kadar yanlış olduğunu biliyordu. İntihar ederek hayatına son veren insanlar hiçbir zaman tipik bir modele göre karakterize edilemezdi.
Renkli böceği buldu ve pencereye götürdü. Kavanozun dibindeki “Brezilya” damgasını okumaya çalıştı. Hålén bunu bir gezide satın almıştı. Wallander çekmeceleri karıştırmaya devam etti. Anahtarlar, çeşitli ülkelerden madeni paralar, dikkatini çeken hiçbir şey yoktu. Yıpranmış ve yırtık çekmece astarının ortasında kahverengi bir zarf buldu. İçinde eski bir düğün fotoğrafı vardı. Arkasında stüdyonun adı ve tarihi vardı: 15 Mayıs 1894. Stüdyo Härnösand’daydı. Bir de not vardı: Manda ve ben bugün evlendik. Ailesi, diye düşündü Wallander. Dört yıl sonra oğulları doğmuş.
Çekmeceyle işi bittiğinde kitaplığa doğru yürüdü. Şaşırtıcı bir şekilde, Almanca birkaç kitap buldu. Sık kullanıldıkları belli oluyordu. Ayrıca Vilhelm Moberg’in birkaç kitabı, bir İspanyol yemek kitabı ve bir model uçak dergisinin birkaç sayısı vardı. Wallander şaşkınlıkla başını salladı. Hålén hayal edebileceğinden çok daha karmaşıktı. Kitaplıktan uzaklaştı ve yatağın altını kontrol etti. Bir şey yoktu. Daha sonra dolaba gitti. Giysiler düzgünce asılmıştı, temiz görünen üç çift ayakkabı vardı. Wallander yeniden, yalnızca yatak toplanmamış, diye düşündü. Uymuyordu.
Kapı zili çaldığında dolabın kapağını kapatmak üzereydi. Wallander irkildi. Bekledi. Bir kez daha çaldı. Wallander yasak bölgeye izinsiz girdiği hissine kapıldı. Beklemeye devam etti ama üçüncü kez çaldığında gidip kapıyı açtı.
Dışarıda gri montlu bir adam vardı. Wallander’e merakla baktı.
“Yanlış mı geldim?” diye sordu. “Bay Hålén’e bakmıştım.”
Wallander resmî bir ton takınmaya çalıştı.
“Kim olduğunuzu sorabilir miyim?” dedi gereksiz bir kabalıkla.
Adam kaşlarını çattı.
“Ya ben de aynısını sizden istesem?” diye sordu.
“Ben emniyettenim,” dedi Wallander. “Komiser Yardımcısı Kurt Wallander. Şimdi soruma cevap verme nezaketini gösterir misiniz, siz kimsiniz ve ne istiyorsunuz?”
“Ansiklopedi satıyorum,” dedi adam usulca. “Geçen hafta buradaydım ve kitaplarımı tanıtmıştım. Artur Hålén bugün gelmemi istemişti. Zaten sözleşmeyi ve ilk ödemeyi gönderdi. İlk cildi ve tüm yeni müşterilerin hoş geldin bonusu olarak kazandığı hediye kitabı teslim edecektim.”
Wallander’e doğruyu söylediğini göstermek istercesine çantasından iki kitap çıkardı.
Wallander giderek artan bir hayretle dinliyordu. Akla yatmayan bir şeylerin olduğu hissi güçlenmişti. Kenara çekildi ve satıcının içeri girmesi için başıyla işaret etti.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu adam.
Wallander cevap vermeden onu mutfağa götürdü ve masaya oturmasını işaret etti.
Sonra Wallander bir ölüm haberi vereceği gerçeğini hatırladı. Her zaman korktuğu bir şeydi bu. Ancak bir akrabayla değil yalnızca bir ansiklopedi satıcısıyla konuştuğunu hatırlattı kendine.
“Artur Hålén öldü,” dedi.
Masanın diğer tarafındaki adam bunu anlamamışa benziyordu.
“Ama bugün onunla konuştum.”
“Onunla geçen hafta konuştuğunuzu söylediğinizi sanıyordum?”
“Bu sabah onu aradım ve bu akşam gelmemin uygun olup olmadığını sordum.”
“Ne dedi?”
“İyi olacağını. Yoksa neden geleyim ki? Ben ısrarcı bir insan değilim. İnsanların kapı kapı dolaşan satıcılar hakkında çok tuhaf ön yargıları var.”
Adam büyük ihtimalle yalan söylüyordu.
“Her şeyi baştan alalım,” dedi Wallander.
“Nasıl olmuş?” diye araya girdi adam.
“Artur Hålén öldü,” diye yanıtladı Wallander. “Bu noktada söyleyebileceklerim bu kadarla sınırlı.”
“Ama işin içinde polis varsa bir şeyler olmuş demektir. Araba mı çarptı?”
“Şimdilik söyleyebileceklerim bu kadar,” diye tekrarladı Wallander, aslında durumu neden aşırı dramatize ettiğini merak ediyordu.
Sonra adamdan ona tüm hikâyeyi anlatmasını istedi.
“Ben Emil Holmberg,” diye başladı adam. “Aslında bir okulda biyoloji öğretmeniyim. Ama bir ‘Borneo’ gezisine para biriktirmek için ansiklopedi satmaya çalışıyorum.”
“Borneo?”
“Tropik bitkilerle ilgileniyorum.”
Wallander devam etmesi için başını salladı.
“Geçen hafta bu mahalleyi kapı kapı dolaştım. Artur Hålén biraz ilgi gösterdi ve içeri girmemi istedi. Burada, mutfakta oturduk. Ona ansiklopediden, fiyatından bahsettim ve ciltlerden birinin bir kopyasını gösterdim. Yaklaşık yarım saat sonra sözleşmeyi imzaladı. Sonra bugün aradığımda bu akşam gelmemin uygun olacağını söyledi.”
“Geçen hafta hangi gün buradaydınız?”
“Salı. Saat dört buçuk civarı.”
Wallander o sırada görevde olduğunu hatırladı ama adama binada yaşadığını söylemeyi gereksiz buldu. Özellikle de komiser yardımcısı olduğunu iddia ettiği için.
“Hålén ilgi gösteren tek kişiydi,” diye devam etti Holmberg. “Üst katlarda oturan bir kadın, insanları rahatsız ettiğim için beni azarlamaya başladı. Böyle şeyler oluyor ama çok sık değil. Hatırladığım kadarıyla bunun bitişiğindeki evde kimse yoktu.”
“Hålén’in ilk ödemesini yaptığını mı söylediniz?”
Adam kitapların bulunduğu evrak çantasını açtı ve Wallander’e bir makbuz gösterdi. Geçen hafta cuma gününün tarihi vardı.
Wallander tekrar düşündü.
“Bu ansiklopedi için daha ne kadar süre ödeme yapması gerekiyordu?”
“İki yıl boyunca. Yirmi taksitin tamamı ödenene kadar.”
Bu hiç mantıklı değil, diye düşündü Wallander, hiç mantıklı değil. İntihar etmeyi planlayan bir adam iki yıllık bir sözleşme imzalamayı kabul etmez.
“Hålén hakkındaki izleniminiz neydi?” diye sordu Wallander.
“Ne demek istediğinizi anlamadım.”
“Nasıl görünüyordu? Sakin mi? Mutlu mu? Endişeli mi?”
“Pek bir şey söylemedi. Ama ansiklopediyle gerçekten ilgileniyordu. Bu kadarından eminim.”
Wallander’in başka sorusu yoktu. Mutfak penceresinin pervazında bir kalem vardı. Cebinde bir kâğıt parçası aradı. Bulduğu tek şey alışveriş listesiydi. Arkasını çevirdi ve Holmberg’den numarasını yazmasını istedi.
“Büyük ihtimalle bir daha görüşmeyeceğiz,” dedi. “Ama ne olur ne olmaz diye telefon numaranızı almak istiyorum.”
“Hålén tamamen sağlıklı görünüyordu,” dedi Holmberg. “Gerçekten ne oldu? Ya sözleşmeye ne olacak?”
“Bu ödemeyi üstlenebilecek akrabaları olmadığı sürece, para alabileceğinizi sanmıyorum. Size kesin olarak öldüğünü söyleyebilirim.”
“Ama ne olduğunu anlatamaz mısınız?”
“Korkarım söyleyemem.”
“Bana kötü bir şey gibi geliyor.”
Wallander konuşmanın bittiğini belirtmek için ayağa kalktı. Holmberg elinde çantasıyla olduğu yerde kalakaldı.
“Ansiklopediyle ilgilenir misiniz, Komiser?”
“Komiser Yardımcısı,” dedi Wallander, “ve şu anda ansiklopediye ihtiyacım yok. En azından şu an değil.”
Wallander, Holmberg’e sokağa kadar eşlik etti. Adam bisikletiyle köşeyi döndükten sonra Wallander, Hålén’in dairesine döndü. Sonra mutfak masasına oturdu ve zihninde Holmberg’in söylediği her şeyi gözden geçirdi. Bulabildiği tek makul açıklama, Hålén’in kendini öldürme kararını çok ani aldığıydı. Masum bir satıcıya kötü bir oyun oynayacak kadar çılgın olduğu fikri bir kenara kaldırılırsa tabii.
Uzaklarda bir yerde bir telefon çaldı. Kendi telefonu olduğunu çok geç anladı. Daireye koştu. Mona’ydı.
“Görüşeceğimizi sanıyordum,” dedi öfkeyle.
Wallander saatine baktı ve sessizce küfretti. En az on beş dakika önce teknenin yanında olmalıydı.
“Bir cinayet soruşturmasına takıldım,” dedi özür dilercesine.
“Bugün izinlisin sanıyordum?”
“Maalesef bana ihtiyaçları vardı.”
“Gerçekten senden başka polis yok mu? Böyle mi olacak hep?”
“Bu istisnaydı sadece.”
“Market alışverişine gittin mi?”
“Hayır, zamanım olmadı.”
Mona buna çok kırılmıştı.
“Şimdi seni almaya geleceğim,” dedi, “bir taksi çağırmaya çalışacağım. Sonra bir yere, restorana gidebiliriz.”
“Sana nasıl güvenebilirim? Belki yine çağırırlar.”
“Mümkün olduğunca çabuk orada olacağım, söz veriyorum.”
“Dışarıda bir bankta olacağım. Ama sadece yirmi dakika beklerim. Sonra eve giderim.”
Wallander telefonu kapattı ve taksi durağını aradı. Meşguldü. Taksiye binmesi neredeyse on dakika sürdü. Telefon aramaları arasında Hålén’in dairesini kilitlemeyi ve gömleğini değiştirmeyi başardı.
Otuz üç dakika sonra vapur iskelesine geldi. Mona çoktan gitmişti. Södra Förstads Caddesi’nde yaşıyordu. Wallander, Gustav Adolf Meydanı’na yürüdü ve ankesörlü bir telefondan Mona’yı aradı. Cevap gelmedi. Beş dakika sonra tekrar aradı. O arada eve gelmişti.
“Yirmi dakika diyorsam, yirmi dakikadır,” dedi.
“Taksi bulamadım. Lanet taksi durağının hattı meşguldü.”
“Yoruldum zaten,” dedi. “Başka bir gece buluşalım.”
Wallander fikrini değiştirmeye çalıştı ama Mona kararlıydı. Konuşma tartışmaya döndü. Mona telefonu kapattı. Wallander ahizeyi çarparak yerine koydu. Yanından geçen birkaç devriye polisi ona onaylamayan bakışlar attı. Onu tanımış gibi görünmüyorlardı.
Wallander meydanın yanındaki sosisli sandviç büfesine doğru yürüdü. Sonra yemek için bir banka oturdu, dikkati dağılmış bir şekilde bir parça ekmek için kavga eden martıları izledi.
Mona’yla çok sık kavga etmezlerdi ama ettiklerinde de çok endişeleniyordu. Ertesi güne kadar öfkeden deliye döneceğini biliyordu. Sonra normale dönecekti. Ama bunu biliyor olması kaygısını azaltmıyordu. Bir şekilde kaygısı orada duruyordu.
Wallander eve geldiğinde mutfak masasına oturdu ve yan dairede olup bitenlerin sistematik bir kaydını tutmak için konsantre olmaya çalıştı. Ama bir yere vardığını hissetmiyordu. Üstüne üstlük kendinden de emin değildi. Bir suç mahallinin incelenmesi ve analizi nasıl yapılırdı ki? Polis akademisini bitirmesine rağmen temel beceriden yoksun olduğunu fark etti. Yarım saat sonra öfkeyle kalemi bıraktı. Hepsi onun hayal ürünüydü. Hålén kendini vurmuştu. Bahis kuponu ve satıcı hiçbir şeyi değiştirmezdi. Hålén’i gerçekten tanımıyordu. Belki de sonunda dayanılmaz hâle gelen adamın yalnızlığıydı?
Wallander dairesinde bir o yana bir bu yana huzursuz ve endişeyle yürüyordu. Mona onu hayal kırıklığına uğratmıştı ama bunun kendi hatası olduğunu biliyordu.
Sokaktan bir arabanın geçtiğini duydu. Açık araba penceresinden çalan müzik duyuluyordu: “The House of the Rising Sun”. Şarkı birkaç yıl önce oldukça popülerdi. Ama grubun adı neydi? The Kinks? Wallander hatırlayamadı. Sonra, bu sıralarda normalde duvardan Hålén’in televizyonunun zayıf sesinin duyulduğunu düşündü. Şimdi her şey sessizdi.
Wallander kanepeye oturdu ve ayaklarını sehpaya koydu. Babasını düşündü. Kışlık montunu ve şapkasını, çorapsız giydiği ayakkabılarını. O kadar geç olmasaydı, onunla kâğıt oynamaya gidebilirdi. Ama daha on bir bile olmamasına rağmen yorgun hissediyordu. Televizyonu açtı. Her zamanki gibi ulusal kanalda bir talk-show programı vardı. Katılımcıların yaklaşan yeni çağın artı ve eksilerini tartıştıklarını anlaması biraz zaman aldı. Bilgisayar çağı. Televizyonu kapattı. Üstünü değiştirip yatmadan önce bir süre esneyerek öylece kaldı.
Çok geçmeden uykuya daldı.
Daha sonra onu neyin uyandırdığını anlayamadı. Ama birdenbire tamamen uyanmış, loş yaz gecesini dikkatle dinliyordu. Bir şey onu uyandırmıştı, bundan emindi. Belki de yakından geçen, egzozu bozuk bir araba? Pencere açıktı, perde yavaşça hareket etti.
Gözlerini tekrar kapattı.
Sonra sesi duydu, başının hemen yanındaydı.
Hålén’in dairesinde biri vardı. Nefesini tuttu ve dinlemeye devam etti. Sanki biri bir nesneyi hareket ettirmiş gibi tıngırtı sesi geldi. Kısa süre sonra yerde sürüklenen şeyin sesini duydu. Birisi bir mobilyayı hareket ettiriyordu. Wallander komodinin üzerindeki saate baktı. Üçe çeyrek vardı. Kulağını duvara dayadı. Bunun kendi hayal gücü olduğunu düşünmeye başlamıştı ki başka bir ses daha duydu. İçeride birinin olduğuna hiç şüphe yoktu.
Yatakta doğrulup ne yapması gerektiğini düşündü. Meslektaşlarını mı aramalıydı? Eğer Hålén’in akrabası değilse, başka birinin orada olması için bir açıklama yoktu. Ama aile durumundan emin değillerdi ve bilmedikleri birine yedek anahtar vermiş olabilirdi.
Wallander yataktan kalkıp pantolonunu ve gömleğini giydi. Sonra çıplak ayakla merdiven sahanlığına çıktı. Hålén’in dairesinin kapısı kapalıydı. Anahtar elindeydi. Birden ne yapması gerektiğinden emin olamadı. En mantıklısı kapı zilini çalmaktı. Ne de olsa Hemberg ona anahtarları vererek belli bir sorumluluk yüklemişti. Zile basıp bekledi. Şimdi daire tamamen sessizdi. Tekrar çaldı. Hâlâ tepki yoktu. O an dairedeki kişinin pencereden çok kolay kaçabileceğini düşündü. Yerden ancak iki metre yüksekti. Küfrederek sokağa fırladı. Hålén’in dairesi köşede kalıyordu, Wallander aceleyle diğer tarafa koştu. Sokak boştu. Ama Hålén’in pencerelerinden biri ardına kadar açıktı.
Wallander binaya döndü ve Hålén’in kapısının kilidini açtı. İçeri girmeden kimse var mı diye sordu ama cevap alamadı. Koridorun ışığını açıp oturma odasına girdi. Şifonyerin çekmeceleri açıktı. Wallander etrafına bakındı. Birisi dairede bir şey aramıştı. Pencerelerden birine doğru yürüdü, zorla açılıp açılmadığını kontrol etmeye çalıştı. Ama üzerinde iz bulamadı. Bu, iki sonuca varabileceği anlamına geliyordu. Dairede bulunan her kimse anahtarı vardı ve kadın ya da erkek, görülmek istememişti.
Wallander odadaki ışığı açtı ve günün erken saatlerinde orada olan bir şeyin kaybolup kaybolmadığını görmek için etrafına bakınmaya başladı. Ama hafızasından emin değildi. En dikkat çekici şeyler hâlâ oradaydı. Brezilya’dan gelen böcek, seyir defterleri ve eski fotoğraf. Ama fotoğraf zarftan çıkarılmış, yerdeydi. Wallander çömelip zarfı inceledi. Biri fotoğrafı çıkarmıştı. Aklına gelen tek açıklama, birinin bir zarfta bulunabilecek bir şey aradığıydı.
Ayağa kalktı, etrafı incelemeye devam etti. Yatak örtüleri yataktan yırtılarak çıkarılmıştı, dolabın kapısı da açıktı. Hålén’in iki takım elbisesinden biri yere düşmüştü.
Birisi bir şeyler arıyor, diye düşündü Wallander. Acaba ne arıyordu? Ve ben zili çalmadan önce buldu mu?
Mutfağa doğru yürüdü. Dolaplar açıktı. Yere bir demlik düşmüştü. Belki de onu uyandıran şey buydu? Kesinlikle, diye düşündü, her şey ortada. Burada bulunan kişi aradığını bulsaydı giderdi. Pencereden kaçmak zorunda kalmazdı. Bu nedenle, bu kişi her ne arıyorsa aradığı şey hâlâ burada. Eğer öyle bir şey varsa.
Wallander odaya döndü, yerdeki kurumuş kana baktı.
Ne oldu, diye düşündü. Gerçekten intihar mıydı?
Daireyi aramaya devam etti. Ama dördü on geçe pes etti, dairesine gitti ve yatağına yattı. Alarmını yediye kurdu. Sabah ilk iş Hemberg’le konuşacaktı.
* * *
Birkaç saat sonra Wallander sağanak altında otobüs durağına koşmak zorunda kaldı. Huzursuz uyumuş ve alarm çalmadan çok önce kalkmıştı. Bir gün diğerlerinden daha iyi bir cinayet büro komiseri olacağının hayalini kurdu ve ne kadar dikkatli olduğunu Hemberg’e göstererek onu etkileyebileceğini düşündü. Bu düşünce aynı zamanda Mona’nın haklı olduğunu da gösteriyordu. Bir polisin dakik olması beklenemezdi.
Emniyete vardığında yediye dört dakika vardı. Hemberg’in genellikle işe çok erken geldiğini duymuştu ve danışmaya uğrayıp sorunca bunun doğru olduğunu anladı. Hemberg saat altıdan beri oradaydı. Wallander cinayet büronun bulunduğu bölüme doğru yürüdü. Odaların çoğu hâlâ boştu. Doğruca Hemberg’in kapısına gidip çaldı. Hemberg’in sesini duyunca açıp içeri girdi. Hemberg ziyaretçi koltuğunda oturmuş tırnaklarını kesiyordu. Wallander olduğunu görünce kaşlarını çattı.
“Randevumuz mu var? Böyle bir şey gördüğümü hatırlamıyorum.”
“Yok. Ama rapor etmem gereken bir şey var.”
Hemberg tırnak makasını kalemlerinin yanına koydu ve masasına oturdu.
“Eğer beş dakikadan fazla sürecekse oturabilirsin,” dedi.
Wallander ayakta kaldı. Sonra ona olanları anlattı. Satıcıyla başladı ve gece olanlarla devam etti. Hemberg’in ilgiyle dinleyip dinlemediğini anlayamadı. Bakışlarından hiçbir şey anlaşılmıyordu.
“Olan bu,” diye tamamladı Wallander. “Bunu mümkün olan en kısa sürede bildirmem gerektiğini düşündüm.”
Hemberg, Wallander’e oturmasını işaret etti. Sonra kâğıt destesinden bir tane çekti, bir kalem seçti ve ansiklopedi satıcısı Holmberg’in adını ve numarasını yazdı. Wallander not defteri edinmesi gerektiğini aklına yazdı. Hemberg, dağınık kâğıtları veya rapor kâğıtlarını kullanmak istememişti.
“Gece ziyareti tuhaf görünüyor,” dedi sonra. “Ama sonuçta hiçbir şeyi değiştirmiyor. Hålén intihar etti. Buna ikna oldum. Otopsi ve silah raporu geldiğinde bundan tam emin olacağız.”
“Esas mesele şu ki dün gece orada kim vardı?”
Hemberg omuz silkti.
“Olası bir cevabı kendin verdin. Anahtarları olan biri. Ellerinden kayıp gitmesine izin vermek istemediği bir şey arayan biri. Dedikodular hızlı yayılır. İnsanlar polis arabalarını ve ambulansı gördü. Birçok kişi, Hålén’in öldüğünü birkaç saat içinde öğrenmiş olmalı.”
“Ama her kimse pencereden atlaması garip.”
Hemberg gülümsedi.
“Senin hırsız olduğunu düşünmüş olabilir,” dedi.
“Zili neden çalayım ki!”
“Evde biri olup olmadığını görmenin klasik yolu.”
“Gecenin üçünde mi?”
Hemberg kalemi bırakıp koltuğa yaslandı.
“İnanmışa benzemiyorsun,” dedi, Wallander’e sinirlenmeye başladığını gizlemeden.
Wallander çok ileri gittiğini hemen anladı, geri adım atmaya başladı.
“Bence de öyle,” dedi. “Kesinlikle intihar, başka bir şey değil.”
“İyi,” dedi Hemberg. “O zaman halledildi demektir. Bunu anlaman iyi oldu. Dağınıklığı toparlaması için birkaç adam göndereceğim. Sonra doktor incelemesi ve adli tıp raporunu bekleyeceğiz. Ondan sonra Hålén’i bir dosyaya koyup unutabiliriz.”
Hemberg konuşmanın bittiğinin işareti olarak elini telefona koydu, ardından Wallander odadan çıktı. Kendini aptal gibi hissediyordu. Aptalın önde gideni. Ne düşünüyordu ki? Bir cinayetin izini sürdüğünü mü? Odasına döndü ve Hemberg’in haklı olduğuna karar verdi. İlk ve son kez, Hålén hakkındaki tüm düşüncelerini unut ve bir süre daha çalışkan bir devriye polisi olarak kal, dedi kendine.
* * *
O akşam Mona, Rosengård’a geldi. Akşam yemeği yediler ama Wallander kafasında tasarladığı cümlelerin hiçbirini söylemedi. Bunun yerine sadece geç kaldığı için özür diledi. Mona özrünü kabul etti ve geceyi de orada geçirdi. Geçen temmuzda yaptıkları iki aylık tatil hakkında konuşarak uzun süre uyanık kaldılar. Mona bir kuaförde çalışmış ama fazla para kazanamamıştı. Hayali, gelecekte bir gün kendi yerini açabilmekti. Wallander’in de yüksek bir maaşı yoktu, tam olarak ayda 1.896 kron alıyordu. Arabaları yoktu, parayı ay sonuna kadar idare edebilmeleri için dikkatlice harcamaları gerekecekti.
Wallander kuzeye gidip dağ yürüyüşü yapalım, demişti. Stockholm’den hiç dışarı çıkmamıştı. Ama Mona yüzebilecekleri bir yere gitmek istiyordu. Mallorca’ya gitmeyi göze alıp alamayacaklarını görmek için hesaplama yapmışlardı. Ama çok pahalı olacaktı. Bunun yerine Mona, Danimarka’ya, Skagen’e gitmeyi önerdi. Çocukken ailesiyle birkaç kez oraya gitmiş ve bunu hiç unutmamıştı. Ayrıca henüz boşta çok sayıda ucuz pansiyon olduğunu da öğrenmişti. Uyumadan önce bir anlaşmaya varmayı başarmışlardı. Skagen’e gideceklerdi. Ertesi gün Mona bir oda ayırtacak, Wallander ise Kopenhag’dan gelen trenin sefer saatlerine bakacaktı.
Ertesi akşam, 5 Haziran’da Mona, Staffanstorp’taki ailesini ziyarete gitti. Wallander babasıyla birkaç saat poker oynadı. Bu kez babasının keyfi yerindeydi, Wallander’i meslek seçiminden dolayı eleştirmeye başlamamıştı. Oğlundan neredeyse elli kron kazanmıştı, kazanmaya da devam ediyordu, o kadar neşelendi ki bir şişe konyak çıkardı.
“Bir ara İtalya’ya gitmek istiyorum,” dedi kadeh tokuşturduktan sonra. “Ve hayatımda bir kez de olsa Mısır’daki piramitleri görmek istiyorum.”
“Neden?”
Babası ona uzun uzun baktı.
“Bu bayağı aptalca bir soru,” dedi. “Ölmeden önce Roma’yı ve piramitleri görmeli herkes. Çok yönlü biriysen, genel eğitiminin bir parçası gibi.”
“Sence kaç İsveçlinin Mısır’a gidebilecek gücü vardır?”
Babası itirazını duymamış gibi yaptı.
“Ama ölmek üzere değilim,” diye ekledi onun yerine. “Önce Löderup’a taşınacağım.”
“Ev arayışı nasıl gidiyor?”
“Çoktan bitti.”
Wallander şaşkınlıkla baktı.
“‘Bitti’ derken ne demek istiyorsun?”
“Ben zaten evi satın alıp parasını ödedim. Adresi Svindala 12:24.”
“Ama ben görmedim bile.”
“Orada yaşayacak olan sen değilsin. Benim.”
“Evi hiç gördün mü?”
“Bir fotoğrafını görmüştüm. Bu yeterli. Gereksiz yolculuklar yapmam. İşimi yapamam yoksa.”
Wallander içinden homurdandı. Babasının kandırıldığına emindi. Bunca yıldır resimlerini geniş Amerikan arabalarıyla almaya gelen tuhaf müşterilerinin yaptığı gibi, ondan faydalanmışlardı.
“Hayırlı olsun,” dedi Wallander. “Ne zaman taşınmayı planladığını sorabilir miyim?”
“Nakliyeciler bu cuma geliyor.”
“Bu hafta mı taşınıyorsun?”
“Duydun işte. Bir dahaki sefere kâğıt oynadığımızda Skåne kırsalında olacağız.”
Wallander kollarıyla işaret ederek konuştu.
“Ne zaman toplanacaksın? Her şey karman çorman.”
“Hiç vaktin olmayacağını tahmin etmiştim. Bu yüzden kız kardeşinden gelip bana yardım etmesini istedim.”
“Yani bu gece gelmeseydim bir dahaki ziyaretimde boş bir ev mi bulacaktım?”
“Evet, öyle olacaktı.”
Wallander biraz daha konyak doldurması için bardağını uzattı, babası cimrilik yaparak ancak yarısını doldurdu.
“Nerede olduğunu bile bilmiyorum. Löderup mu? Ystad’ın bu tarafında mı yoksa uzak tarafında mı?”
“Simrishamn’ın bu tarafında.”
“Soruma cevap verir misin?”
“Zaten verdim.”
Babası ayağa kalktı ve konyak şişesini kaldırdı. Sonra kartları gösterdi.
“Bir ele daha var mısın?”
“Hiç param kalmadı. Ama akşamları uğrayıp bavulları toplamana yardım etmeye çalışacağım. Evin parasını nasıl ödedin?”
“Çoktan hallettim.”
“Hepsini ödemiş olamazsın. O kadar paran var mıydı?”
“Yok. Ama para benim sorunum.” Wallander bundan daha net bir cevap alamayacağını anladı. Zaten saat on buçuktu. Eve gidip uyuması gerekiyordu. Aynı zamanda gitmekte de zorlanıyordu. Burası onun büyüdüğü yerdi. Doğduğunda Klagshamn’da yaşıyorlardı ama orayla ilgili hatırlayabildiği bir anısı yoktu.
“Artık burada kim yaşayacak?” diye sordu.
“Yıkılacağını duydum.”
“Pek umurundaymış gibi değil. Neyse, ne zamandır burada yaşıyorsun?”
“On dokuz yıldır. Yeterince fazla.”
“Hiç duygusal biri olmadın. Buranın benim çocukluk evim olduğunun farkında mısın?”
“Ev dediğin sadece evdir,” diye yanıtladı babası. “Artık şehirden bıktım. Kırsalda yaşamak istiyorum. Orada huzur içinde resimlerimi yapıp Mısır ve İtalya seyahatlerimi planlayacağım.”
* * *
Wallander, Rosengård’a kadar yürüdü. Hava bulutluydu. Babasının taşınacak olması ve çocukluk evinin yıkılacağı düşüncesiyle endişelendiğini fark etti.
Duygusalın tekiyim, diye düşündü. Belki de bu yüzden operayı seviyorum. Sorun şu ki duygusallığa eğiliminiz varsa iyi bir polis olabilir misiniz?
* * *
Ertesi gün Wallander, Mona’yla yapacakları tatil için tren seferleri hakkında bilgi almak için birkaç arama yaptı. Mona kulağa hoş gelen bir yerde, oda ve kahvaltı için yer ayırtmıştı. Wallander günün geri kalanını Malmö şehir merkezinde devriye gezerek geçirdi. Sürekli kafede kendisini suçlayan o kızı gördüğünü düşündü. Üniformasını çıkaracağı günün özlemini çekiyordu. Her yerde bakışlar üzerindeydi, özellikle kendi yaşıtlarının yüzündeki tiksinti veya küçümseme ifadesini görebiliyordu. Bütün zamanını bir yıl sonra emekli olacağını ve ailesinin Hudiksvall’ın dışındaki çiftliğine taşınacağını konuşarak geçiren, Svanlund adındaki kilolu ve hantal bir polisle devriye gezerek geçiriyordu. Wallander dalgın dalgın dinliyor, zaman zaman önemsiz bir şeyler mırıldanıyordu. Sarhoşları çocuk parkından uzaklaştırdı, ayakları ağrımaya başlamıştı, olan biten buydu sadece. Çalışma hayatı boyunca bu kadar sık devriye gezmiş olmasına rağmen ilk kez ayakları ağrıyordu. Acaba cinayet büroda polis olmayı bu kadar çok istediğinden mi böyle hissediyordu? Eve geldiğinde bir leğen çıkarıp ılık suyla doldurdu. Ayaklarını suya soktuğunda tüm vücuduna bir rahatlama hissi yayıldı.
Gözlerini kapayıp tatili düşünmeye başladı. Mona’yla, geleceklerini dikkatleri dağılmadan planlayabilecek zamanları olacaktı. Çok geçmeden de nihayet üniformadan kurtulup Hemberg’in olduğu birime geçmeyi umuyordu.
Koltukta uyuyakaldı. Pencere aralıktı. Birisi çöp yakıyor gibiydi. Hafif bir duman kokusu aldı. Belki de kuru dallardı yanan. Zayıf bir çatırtı sesi duyuldu.
Silkindi ve gözlerini açtı. Bahçelerinde gerçekten çöp yakan biri mi vardı? Mahallede bahçeli müstakil ev yoktu.
Sonra dumanı gördü.
Koridordan içeri süzülüyordu. Ön kapıya koşarken su leğenini devirdi. Merdiven boşluğu dumanla doluydu, ancak yangının kaynağını anlamakta güçlük çekmedi.
Hålén’in dairesini duman sarmıştı.

2
Daha sonra Wallander bir kez olsun kuralına göre hareket etmeyi gerçekten başardığını düşündü. Dairesine geri koşmuş, itfaiyeyi aramıştı. Sonra merdiven boşluğuna dönmüş, bir kat yukarı koşmuş ve Linnea Almquist’in kapısını çalıp sokağa çıkmasını sağlamıştı. İlk başta itiraz etmişti ama Wallander ısrar ederek kolundan tutup çıkarmıştı. Ön kapıdan çıktıklarında Wallander dizinde büyük bir kesik olduğunu fark etti. Daireye geri gittiğinde leğene takılıp dizini masanın köşesine çarpmıştı. Kanadığını ancak şimdi fark ediyordu.
Wallander dumanı fark edip itfaiyeyi zamanında aradığından alevler daha kendini göstermeden söndürmesi kolay olmuştu. Yangının nedenini tespit edip etmediklerini öğrenmek için itfaiye şefine yaklaştığında olumlu bir yardım alamamıştı. Öfkeyle dairesine gidip polis rozetini almıştı. İtfaiye şefinin adı Faråker’di, altmış yaşlarındaydı, kırmızı bir yüzü ve gür bir sesi vardı.
“Bana polis olduğunuzu söyleyebilirdiniz,” dedi.
“Bu binada yaşıyorum. İtfaiyeyi arayan bendim.”
Wallander ona Hålén’in başına gelenleri anlattı.
“Çok fazla insan ölüyor,” dedi Faråker kararlı bir şekilde. Wallander bu beklenmedik yorumu nasıl karşılayacağını bilemedi.
“Yani bu, dairenin boş olduğu anlamına geliyor,” dedi Wallander.
“Giriş holünden başlamış gibi görünüyor,” dedi Faråker. “Kundaklama olduğuna kalıbımı basarım.”
Wallander ona sorgular gibi baktı.
“Bunu daha şimdiden nasıl bilebilirsin?”
“Yıllar geçtikçe bir iki şey öğreniyorsun,” dedi Faråker bazı talimatlar verirken. “Bir gün bunu sen de yapacaksın,” diye devam etti ve eski bir pipoyu tütünle doldurmaya başladı.
“Eğer kundaklamaysa, olay yeri inceleme polisinin çağrılması gerekecek, değil mi?” dedi Wallander.
“Zaten yoldalar.”
Wallander bazı meslektaşlarına katılarak meraklı izleyicileri uzak tutmalarına yardım etti.
“Bugün ikincisi,” dedi adı Wennström olan polislerden biri. “Bu sabah Limhamn yakınlarında bir odun yığını alev almıştı.”
Wallander, bir an babasının taşındıktan sonra evi yakmaya karar verip vermediğini merak etti. Ancak bu düşünceden hemen vazgeçti.
Bir araba kaldırıma yanaştı. Wallander, gelenin Hemberg olduğunu görünce şaşırdı. Wallander’e el salladı.
“Haberi duydum,” dedi. “Lundin’in gelmesi gerekiyordu ama adresi bildiğim için ben geldim.”
“İtfaiye şefi bunun kundaklama olduğunu düşünüyor.”
Hemberg yüzünü ekşitti.
“İnsanlar pek çok şey düşünür,” dedi. “Faråker’i neredeyse on beş yıldır tanıyorum. Yananın bir baca veya araba motoru olması önemli değil. Onun için her şey şüpheli bir kundaklama vakası. Benimle gel, belki bir şeyler kaparsın.”
Wallander onu takip etti.
“Sence ne olmuştur burada?” diye sordu Hemberg.
“Kundaklama.”
Faråker son derece emin görünüyordu. Wallander, iki adam arasında köklü, karşılıklı bir gerilim olduğunu hissetti.
“Burada yaşayan adam öldü. Yangını kim çıkarmış olabilir?”
“Bunu bulmak senin işin. Sadece kundaklama olduğunu söylüyorum.”
“İçeri girebilir miyiz?”
Faråker, güvenlikten sorumlu itfaiyecilerden birine bağırdı. Yangın sönmüş ve duman gitmişti. İçeri girdiler. Giriş holünde, ön kapının yanındaki kısım yanmıştı. Ancak alevler, holü oturma odasından ayıran bölümden daha öteye ulaşmamıştı. Faråker kapıdaki mektup kutusunu işaret etti.
“Buradan başlamış olabilir,” dedi. “Önce için için yanmış, sonra alev almış. Kendi kendine alev alabilecek bir elektrik kablosu ya da başka bir şey yok.”
Hemberg kapının yanına çömeldi. Sonra burnunu çekti.
“Bu kez haklı olman mümkün,” dedi ve ayağa kalktı. “Koku var. Gaz yağı olabilir.”
“Benzin olsaydı, yangın farklı olurdu.”
“Yani biri posta kutusundan mı attı?”
“Bu en olası senaryo.”
Faråker paspasın kalıntılarını ayağıyla dürttü.
“Kâğıt yok,” dedi. “Daha büyük olasılıkla bir bez parçası ya da pamuk kullanmış.”
Hemberg kasvetli bir şekilde başını salladı.
“Ölmüş insanların evinde yangın çıkaran baş belaları olabilir.”
“Senin sorunun,” dedi Faråker. “Benim değil.”
“Adli tıptan buna bakmasını istememiz gerekecek.”
Bir an için Hemberg endişeli göründü. Sonra Wallander’e baktı.
“Kahve bulabilir miyiz?”
Wallander’in dairesine girdiler. Hemberg, devrilmiş leğene ve yerdeki su birikintisine baktı.
“Yangını kendin mi söndürmeye çalışıyordun?”
“Ayak banyosu yapıyordum.”
Hemberg dikkatle ona baktı.
“Ayak banyosu?”
“Bazen ayaklarım ağrıyor.”
“O hâlde yanlış ayakkabı giyiyor olmalısın,” dedi Hemberg. “On yıldan fazla devriye gezdim ama ayaklarımla ilgili hiç sorun yaşamadım.”
Wallander kahveyi hazırlarken Hemberg mutfak masasına oturdu.
“Bir şey duydun mu?” diye sordu Hemberg. “Merdivenlerde kimse var mıydı?”
“Hayır.”
Wallander bu sefer de uyuduğunu itiraf etmenin utanç verici olduğunu düşündü.
“Orada birileri hareket ediyor olsaydı, duyar mıydın?”
“Ön kapının çarptığını duyabilirsiniz,” dedi Wallander kasıtlı bir muğlaklıkla. “Muhtemelen birinin girdiğini duyardım. Tabii kapının çarpmasını engellemezse.”
Wallander bir paket vanilyalı gofret çıkardı. Kahvenin yanında ikram edebileceği tek şey buydu.
“Burada bir tuhaflık var,” dedi Hemberg. “Her şey mükemmel bir intihar olduğuna işaret ediyor. Hålén’in sağlam bir eli olmalı, iyi hedef almış. Tereddüt etmeksizin, doğrudan kalbi vurmuş. Adli tıbbın işi henüz bitmedi ama intihardan başka bir ölüm nedeni aramamıza gerek yok. Hiç şüphe yok. Sorun daha çok bu kişinin ne aradığında. Bir de neden birisi daireyi yakmaya çalıştı? Muhtemelen aynı kişi olmalı.”
Hemberg, Wallander’e başıyla işaret ederek biraz daha kahve istediğini belirtti.
“Bunun hakkında bir fikrin var mı?” diye sordu Hemberg birdenbire. “Varsa şimdi göster bana.”
Wallander hazırlıksız yakalanmıştı.
“Dün gece burada olan kişi bir şey arıyordu,” diye başladı. “Ama muhtemelen hiçbir şey bulamadı.”
“Onu böldüğün için mi? Aksi hâlde çoktan gitmiş mi olurdu?”
“Evet.”
“Ne arıyordu?”
“Bilmiyorum.”
“Şimdi de birisi daireyi ateşe veriyor. Aynı kişi olduğunu varsayalım. Ne anlama geliyor bu?”
Wallander düşünmeye başladı.
“Acele etme,” dedi Hemberg. “İyi bir komiser olmak istiyorsan yöntemli düşünmeyi öğrenmelisin ve bu da genellikle düşünürken acele etmemek anlamına gelir.”
“Belki de aradığı şeyi başka birinin bulmasını istemiyordu?”
“Belki,” dedi Hemberg. “Neden ‘belki’?”
“Çünkü başka bir açıklaması olabilir.”
“Ne gibi mesela?”
Wallander ümitsizce bir alternatif bulmaya çalıştı ama bulamadı.
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı. “Başka bir alternatif bulamıyorum şimdi.”
Hemberg bir gofret aldı.
“Ben de bulamıyorum,” dedi. “Bu da açıklamanın hâlâ dairede olduğu anlamına geliyor, biz bulamasak da. O gece eve girilmeseydi, silah muayenesi ve otopsi sonuçları gelir gelmez bu soruşturma sona erecekti. Ama şimdi yangından sonra muhtemelen bir kez daha evi incelemek zorunda kalacağız.”
“Hålén’in gerçekten hiç akrabası yok mu?” diye sordu Wallander.
Hemberg fincanını bırakıp ayağa kalktı.
“Yarın odama gel, sana raporu göstereyim.”
Wallander tereddüt etti.
“Bunun için vakit bulabilir miyim, bilmiyorum. Yarın Malmö’deki parkları gezip sarhoşlarla uğraşacağız.”
“Amirinle konuşurum,” dedi Hemberg. “Hallederiz o işi.”
* * *
Ertesi gün, 7 Haziran’da sekizi biraz geçerken Wallander, Hem-berg’in Hålén hakkında oluşturduğu tüm dosyayı okuyordu. Çok az bilgi vardı. Zengin değildi ama borcu da yoktu. Tamamen emekli maaşıyla yaşıyormuş gibi görünüyordu. Kaydedilen tek akrabası 1967’de Katrineholm’de ölen kız kardeşiydi. Anne babası daha önce vefat etmişti.
Hemberg toplantıdayken Wallander raporu Hemberg’in odasında okudu. Sekiz buçuktan kısa süre sonra geri geldi.
“Bir şey buldun mu?” diye sordu.
“Bir insan nasıl bu kadar yalnız olabilir?”
“Sorabilirsin,” dedi Hemberg, “ama cevap veremez. Hadi eve tekrar bakalım.”
O sabah adli tıp teknisyenleri Hålén’in dairesini kapsamlı bir şekilde inceliyorlardı. İşi yöneten adam zayıf, kısa boylu ve neredeyse hiç konuşmayan biriydi. Adı Sjunnesson’du, İsveç adli tıbbında bir efsaneydi.
“Bir şey varsa gözünden kaçmaz,” dedi Hemberg. “Burada kal ve ondan bir şeyler öğren.”
Hemberg’e bir mesaj gelince gitti.
“Jägersro’da adamın biri kendini bir garajda asmış,” dedi döndüğünde.
Sonra tekrar gitti. Döndüğünde saçlarını kestirmişti.
Saat üçte Sjunnesson işi durdurdu.
“Burada bir şey yok,” dedi. “Gizli para da uyuşturucu da yok. Temiz.”
“O zaman burada bir şey olduğunu düşünen biri var,” dedi Hem-berg. “Acaba kim yanıldı? Şimdi bu dosyayı kapatacağız.”
Wallander, Hemberg’i sokağa kadar takip etti.
“Ne zaman bırakman gerektiğini bilmelisin,” dedi Hemberg. “Bu belki de en önemli şey olabilir.”
Wallander dairesine dönerek Mona’yı aradı. O akşam buluşup arabayla dolaşmaya karar verdiler. Mona bir arkadaşının arabasını ödünç almıştı. Wallander’i saat yedide alacaktı.
“Haydi Helsingborg’a gidelim,” diye önerdi Mona.
“Neden?”
“Çünkü oraya hiç gitmedim.”
“Ben de,” dedi Wallander. “Yedide hazır olurum. Sonra Helsingborg’a gideriz.”
* * *
Ama Wallander o akşam Helsingborg’a gidemedi. Saat altıdan kısa bir süre önce telefon çaldı. Arayan Hemberg’di.
“Buraya gel,” dedi. “Odamdayım.”
“Aslında başka planlarım var,” dedi Wallander.
Hemberg sözünü kesti.
“Komşunun başına gelenlerle ilgilendiğini sanıyordum. Buraya gel de sana göstereyim. Uzun sürmeyecek.”
Wallander’in merakı artmıştı. Mona’yı evden aradı ama cevap alamadı.
Zamanında dönerim, diye düşündü. Fazla parası yoktu ama taksiye binmekten başka çaresi de yoktu. Kese kâğıdından bir parça koparıp üzerine yedide döneceğini karaladı. Sonra bir taksi çağırdı. Notu kapıya raptiyeyle tutturdu. Bu sefer taksi bulması uzun sürmemişti, emniyete gitti. Hemberg odasında ayaklarını masaya uzatmış oturuyordu.
Wallander’e oturmasını işaret etti.
“Yanılmışız,” dedi. “Düşünemediğimiz bir alternatif daha var. Sjunnesson hata yapmadı. Doğruyu söylüyordu: Hålén’in dairesinde hiçbir şey yoktu, haklıydı ama bir şey olmuştu.”
Wallander, Hemberg’in neden bahsettiğini bilmiyordu.
“Yanıldığımı da kabul ediyorum,” dedi Hemberg. “Ama Hålén apartmanda ne varsa yok etmişti.”
“Ama ölmüştü.”
Hemberg başını salladı.
“Adli tabip aradı,” dedi. “Otopsi tamamlanmış. Hålén’in midesinde çok ilginç bir şey bulmuş.”
Hemberg ayaklarını masadan sarkıttı. Sonra çekmecelerden birinden katlanmış küçük bir bez parçası çıkarıp Wallander’in önünde dikkatlice açtı.
İçinde taşlar varmış, değerli taşlar. Wallander ne türden taşlar olduğunu bilmiyordu.
“Sen gelmeden hemen önce burada bir kuyumcu vardı,” dedi Hemberg. “Ön inceleme yaptı. Bunlar elmas, muhtemelen Güney Afrika madenlerinden. Küçük bir servet değerinde olduklarını söyledi. Hålén elmasları yutmuş.”
“Bunları midesinde mi taşıyordu?”
Hemberg başını salladı.
“Ancak şimdi bulabilmemize şaşmamalı.”
“Ama neden yuttu ki? Ve bunu ne zaman yaptı?”
“Son soru belki de en önemli olanı. Doktor kendini vurmadan sadece birkaç saat önce yuttuğunu söyledi. Bağırsakları ve midesi hâlâ çalışıyorken. Neden yutmuş olabilir sence?”
“Korkmuştu.”
“Kesinlikle.”
Hemberg elmasları kenara itip ayaklarını tekrar masaya koydu. Wallander ayak kokusunu aldı.
“Bunu nasıl yorumlarsın?”
“Yapabilir miyim bilmiyorum.”
“Dene!”
“Hålén elmasları yuttu çünkü birinin onları çalacağından korkuyordu. Sonra kendini vurdu. O gece orada olan kişi elmasları arıyordu. Ama yangını açıklayamam.”
“Bunu farklı bir şekilde açıklayamaz mısın?” diye önerdi Hem-berg. “Hålén’in amacını biraz değiştirirsen, nasıl bir sonuç çıkar?”
Wallander birden Hemberg’in ne yapmak istediğini anladı.
“Belki de korkmuyordu,” dedi Wallander. “Elmaslarından asla ayrılmamaya karar vermişti belki.”
Hemberg başını salladı.
“Bir sonuca daha varabilirsin. Birisi Hålén’in elmasları olduğunu biliyordu.”
“Ve Hålén’in de bu kişinin bildiğinden haberi vardı.”
Hemberg memnun bir şekilde başını salladı.
“Gittikçe gelişiyorsun, her ne kadar çok yavaş gidiyor da olsa,” dedi.
“Ama bu, yangını açıklamıyor.”
“En önemli şeyin ne olduğunu kendine sormalısın,” dedi Hem-berg. “Sence işin can alıcı noktası ne? Yangın dikkat dağıtmak için olabilir. Ya da kızgın biri yapmış olabilir.”
“Kim?”
Hemberg omuz silkti.
“Bunu bulmamız zor olacak. Hålen öldü. Elmasları nasıl elde ettiğini bilmiyorum. Bununla savcıya gitsem yüzüme güler.”
“Elmaslara ne olacak?”
“Genel Miras Fonu’na gider. Tüm dosyayı kapatıp Hålén’in ölümüyle ilgili raporumuzu bodrumun olabildiğince derinlerine gönderilmek üzere yollayabiliriz.”
“Bu, yangının araştırılmayacağı anlamına mı geliyor?”
“Tam olarak değil, sanırım,” dedi Hemberg. “Bunun için bir sebep yok.”
Hemberg duvara dayalı bir dolaba doğru yürüdü. Cebinden bir anahtar çıkarıp kilidini açtı. Sonra Wallander’e kendisine katılması için başını salladı. Kenarlarında birer kurdele bulunan bazı klasörleri işaret etti.
“Bunlar benim değişmeyen yoldaşlarım,” dedi Hemberg. “Hâlâ ne çözülebilmiş ne de zaman aşımına uğrayacak kadar eskimiş üç cinayet vakası. Bunlardan sorumlu olan ben değilim. Bu vakaları yılda bir kez ya da yeni bilgi çıkınca gözden geçiriyoruz. Bunlar orijinal değil, kopyaları. Bazen onlara bakıyorum, bazen hayal ediyorum. Çoğu polis böyle değil. İşlerini yaparlar ve eve gittiklerinde ne üzerinde çalıştıklarını unuturlar. Ama benim gibi tipler de var. Çözülmemiş bir davayı asla bırakamaz. Bu dosyaları tatilde bile yanımda götürüyorum. Üç cinayet vakası var. 1963’te on dokuz yaşında bir kız, Ann-Louise Franzén, kuzeye, şehir dışına giden otoyolun yanındaki çalıların arkasında boğulmuş olarak bulundu. Leonard Johansson, o da 1963’te, sadece on yedi yaşında. Birisi kafasını taşla ezmişti. Onu şehrin güneyindeki sahilde bulduk.”
“Onu hatırlıyorum,” dedi Wallander. “İki kişiyi idare eden bir kız yüzünden çıkan kavgada öldüğünü düşünmüyor muydunuz?”
“Kız için kavga etmişlerdi,” dedi Hemberg. “Diğer çocuğu çok sorguladık ama tutuklayamadık. Suçlu olduğunu da sanmıyorum zaten.”
Hemberg alttaki dosyayı işaret etti.
“Bir kız daha, Lena Moscho 1959’da yirmi yaşındaymış. Buraya, Malmö’ye geldiğim yıl olmuştu. Elleri kesilmiş ve Svedala’ya giden bir yolun kenarına gömülmüştü. Bir köpek bulmuştu onu. Tecavüze uğramıştı. Jägersro’da ailesiyle birlikte yaşıyormuş. Doktor olmak için okuyan sıradan biriymiş. Nisan ayında gazete almak için çıkmış ama bir daha dönmemiş. Onu beş ayda anca bulduk.”
Hemberg başını salladı.
“Sen hangi tipsin, kendin göreceksin,” diyerek dolabı kapattı. “Unutanlardan mısın yoksa asla bırakamayanlardan mı?”
“Yeterince iyi olup olmadığımı bile bilmiyorum,” dedi Wallander.
“En azından isteklisin,” diye yanıtladı Hemberg. “Bu da iyi bir başlangıç sayılır.”
Hemberg montunu giymeye başladı. Wallander saatine bakıp yediye beş olduğunu gördü.
“Gitmeliyim,” dedi.
“Beklersen seni eve bırakabilirim,” dedi Hemberg.
“Biraz acelem var,” dedi Wallander.
Hemberg omuz silkti.
“Artık biliyorsun,” dedi. “Artık Hålén’in midesinde ne olduğunu biliyorsun.”
Wallander şanslıydı, hemen boş bir taksi buldu. Rosengård’a vardığında saat yediyi dokuz geçiyordu. Mona’nın geç kalmasını umuyordu. Ancak kapıya astığı notu okuyunca durumun öyle olmadığını anladı.
Bu şekilde nasıl devam edecek? diye yazmıştı.
Wallander notu çekince raptiye merdivene yuvarlandı. Almak için uğraşmadı. En iyi ihtimalle Linnea Almquist’in ayakkabısının altına batıp kalacaktı.
Bu şekilde nasıl devam edecek? Wallander, Mona’nın sabırsızlığını anlıyordu. Kariyeriyle ilgili beklentileri onunla aynı değildi. Kendi salonuyla ilgili hayalleri uzun süre gerçekleşmeyecekti.
Daireye girip kanepeye oturduğunda kendini suçlu hissetti. Mona’yla daha fazla zaman geçirmeliydi. Her geç kaldığında ondan sabırlı olmasını bekleyemezdi. Onu aramaya çalışmak da anlamsızdı. Şu anda ödünç aldığı arabayla Helsingborg’a gidiyordu.
Aniden her şeyin yanlış olduğuna dair bir endişeye kapıldı. Mona’yla yaşamanın, ondan çocuk sahibi olmanın ne anlama geldiğini gerçekten düşünmüş müydü?
Aklındaki düşünceleri uzaklaştırdı, Skagen’de konuşacağız diye düşündü. Yeterince zamanımız olacak. Kumsalda da geç kalamam ya!
Saate baktı, yedi buçuk olmuştu. Televizyonu açtı. Her zamanki gibi yine bir uçak düşmüştü. Yoksa bir tren raydan mı çıkmıştı? Biraz haber dinledikten sonra mutfağa gitti. Buzdolabında bira aradı ama sadece açık bir soda buldu. Birden daha güçlü bir şey içmek istedi. Şehir merkezine gidip bir barda oturma fikri çekici görünüyordu. Ama henüz ayın başı olmasına rağmen hemen hemen hiç parası kalmadığını hatırlayınca vazgeçti.
Bunun yerine demlikteki kahveyi ısıtıp Hemberg’i ve dolaptaki çözülmemiş davalarını düşündü. O da böyle mi olacaktı? Yoksa eve geldiğinde her şeyi unutacak mıydı? Mona için buna mecburum, diye düşündü. Aksi hâlde kafayı yiyecek.
Anahtarlığı sandalyeye batıyordu. Hiç düşünmeden çıkarıp masaya koydu. Sonra aklına bir şey geldi, Hålén’le ilgili bir şey.
Kısa süre önce fazladan bir kilit taktırmıştı. Bunu nasıl yorumlamalıydı? Korku belirtisi olabilirdi ama Wallander onu bulduğunda kapı neden aralıktı?
Akla yatmayan çok fazla şey vardı. Hemberg ölüm nedeni olarak intiharı göstermiş olsa da Wallander’in içini şüpheler kemiriyordu.
Hålén’in ölümünde gizli bir şey, daha yakınına bile yanaşamadıkları bir şey olduğundan giderek emin oluyordu. İntihar ya da değil, başka bir şey vardı.
Wallander mutfak çekmecesinden bir kâğıt parçası çıkardı ve hâlâ kafasını karıştıran noktaları yazmak için oturdu. Fazladan kilit, bahis kuponu vardı ve kapı neden aralıktı? O gece elmasları arayan kimdi? Neden yangın çıkarmışlardı?
Sonra seyir defterlerinde gördüklerini hatırlamaya çalıştı. Rio de Janeiro, diye hatırladı. Ama bu bir geminin adı mıydı, yoksa şehir miydi? Göteborg ve Bergen’i gördüğünü de hatırladı. Sonra St Luis adını gördüğünü hatırladı. Neredeydi? Ayağa kalkıp odanın içinde dolaştı. Gardırobun en arkasında okuldan kalan eski atlasını buldu. Ama birden yazımından emin olamadı. St Louis mi, St Luis mi? Birleşik Devletler’de mi, Brezilya’da mı? İsim listesine bakarken São Luis’e geldiğinde birden ismin bu olduğundan emin oldu.
Tekrar listeyi gözden geçirdi. Hatırlayamadığım başka bir yer daha var mıydı, diye düşündü. Bir bağlantı, bir açıklama ya da Hem-berg’in bahsettiği şey neydi, can alıcı nokta?
Hiçbir şey bulamadı.
Kahve soğumuştu. Sabırsızlıkla kanepeye döndü. Ulusal kanalda talk-show programı başlamıştı yine. Bu sefer uzun saçlı birkaç kişi yeni İngiliz pop müziğini tartışıyorlardı. Kapattı ve onun yerine pikabı çalıştırdı. Linnea Almquist hemen yere vurmaya başladı. Aslında sesi daha çok açmak istiyordu ama bunun yerine pikabı kapattı.
O anda telefon çaldı. Arayan Mona’ydı.
“Helsingborg’dayım,” dedi. “Limanın yanında bir telefon kulübesindeyim.”
“Geç kaldığım için çok üzgünüm,” dedi Wallander.
“Göreve çağrıldın sanırım?”
“Aslında cinayet bürodan aradılar. Henüz orada çalışmıyor olmama rağmen beni çağırdılar.”
Biraz etkilenmesini umuyordu ama ona inanmadığını hissetti. Sessizlik aralarında gidip geliyordu.
“Buraya gelemez misin?” dedi Wallander.
“Bence ara vermemiz en iyisi, en az bir hafta kadar.”
Wallander üşüdüğünü hissetti. Mona onu terk mi ediyordu?
“Bence en iyisi,” diye tekrarladı.
“Birlikte tatile gideceğimizi sanıyordum?”
“Ben de öyle düşünmüştüm, fikrini değiştirmediysen eğer.”
“Tabii ki fikrimi değiştirmedim.”
“Sesini yükseltmene gerek yok. Bir hafta sonra beni arayabilirsin, daha önce arama.”
Onu telefonda tutmaya çalıştı ama Mona çoktan kapatmıştı.
Wallander akşamın geri kalanını içinde büyüyen bir panik duygusuyla geçirdi. Terk edilmek kadar korktuğu başka bir şey daha yoktu. Ancak büyük bir çabayla, saat gece yarısını geçtiğinde Mona’yı aramamayı başardı. Yatmak için uzanıp hemen geri kalktı. Yazın açık havası birdenbire tehditkâr gelmeye başladı. Sahanda iki yumurta yaptı ama yemedi.
Saat beşe yaklaştığında uyuyabildi ama neredeyse hemen yataktan kalktı.
Aklında bir düşünce vardı.
Bahis kuponu.
Hålén bunları bir yere yatırıyor olmalıydı. Muhtemelen her hafta aynı yere. Çoğunlukla mahalleden ayrılmadığına göre, yakınlardaki küçük gazete bayilerinden biri olmalıydı.
Doğru dükkânı bulmanın tam olarak ne getireceğinden emin değildi. Büyük olasılıkla hiçbir şey olmayacaktı.
Yine de düşüncesinin peşinden gitmeye karar verdi. En azından terk edilme korkusunu unutmaya yarıyordu.
Birkaç saatlik huzursuz bir uykuya daldı.
Ertesi gün pazardı. Wallander o günü pek bir şey yapmadan geçirdi.
* * *
9 Haziran Pazartesi günü daha önce yapmadığı bir şey yaptı. Midesini üşüttüğünü söyleyerek hastalık izni aldı. Mona da bir hafta önce hastalanmıştı. Şaşırtıcı bir şekilde hiç suçluluk hissetmiyordu.
Hava kapalıydı ama sabah dokuzu biraz geçe evden çıktığında yağış yoktu. Hava rüzgârlıydı ve daha da soğumuştu. Yaz hâlâ tam olarak gelmemişti.
Yakınlarda bahis oynanabilen küçük iki gazete bayisi vardı. Biri çok yakında, bir yan sokaktaydı. Wallander kapıdan içeri girerken aklına yanında Hålén’in bir fotoğrafını getirmesi gerektiği geldi. Tezgâhın arkasındaki adam Macar’dı. 1956’dan beri burada yaşamasına rağmen İsveççeyi çok kötü konuşuyordu. Ama ondan sık sık sigara satın alan Wallander’i tanımıştı. Her zamanki gibi yine iki paket sigara aldı.
“Burada bahis kuponu yatırabiliyor muyuz?” diye sordu Wallander.
“Sadece piyango bileti aldığını sanıyordum?”
“Artur Hålén kuponlarını buradan mı yatırıyordu?”
“Kim?”
“Geçenlerde şu yangında ölen adam.”
“Yangın mı çıktı?”
Wallander açıkladı ama Hålén’i tarif ettiğinde tezgâhın arkasındaki adam başını salladı.
“Buraya hiç gelmedi. Başka birine gitmiş olmalı.”
Wallander parayı ödeyip teşekkür etti. Hafiften yağmur yağmaya başlamıştı. Adımlarını hızlandırdı. Sürekli Mona’yı düşünüyordu. Bir sonraki gazete bayisi de Hålén’i tanımıyordu. Wallander gidip bir balkon çıkıntısının altında durdu ve kendi kendine ne yaptığını sordu. Hemberg deli olduğumu düşünecek, diye içinden geçirdi.
Yürümeye başladı, bir sonraki gazete bayisi neredeyse bir kilometre uzaktaydı. Wallander yağmurluk giymediğine pişman olmuştu. Bir bakkalın hemen yanındaki gazete bayisine ulaştığında önündeki müşteriyi beklemek zorunda kaldı. Tezgâhın arkasında Wallander yaşlarında güzel bir kadın vardı. Önündeki müşterinin istediği motosiklet dergisini ararken gözlerini kadından ayırmadı. Wallander için yoluna çıkan güzel bir kadına hemen âşık olmamak çok zordu. Bu yüzden Mona’nın tüm düşünceleri ve kaygılarına boyun eğiyordu. Zaten iki paket sigara almış olmasına rağmen bir tane daha aldı. Aynı zamanda önündeki kadına polis olduğunu söylerse nasıl tepki vereceğini tahmin etmeye çalışıyordu. Her şeye rağmen polislere ihtiyaç duyulduğuna inanan, onurlu bir iş yaptıklarını düşünen insanlardan olmasını umdu.
“Size bazı sorularım olacak,” dedi sigaranın parasını öderken. “Ben Komiser Yardımcısı Kurt Wallander.”
“Bana mı?” diye yanıtladı kadın. Aksanı farklıydı.
“Buralı değil misiniz?” diye sordu.
“Sormak istediğiniz bu muydu?”
“Hayır.”
“Lenhovda’lıyım.”
Wallander buranın nerede olduğunu bilmiyordu. Blekinge’de olduğunu tahmin etti ama söylemedi. Bunun yerine Hålén meselesine ve bahis kuponlarına geçti. Yangını duymuştu. Wallander, Hålén’in görünüşünü tarif etti. Kadın kısa bir süre düşündü.
“Belki,” dedi. “Yavaş mı konuşuyordu? Sessizce mi?”
Wallander biraz düşünüp başını salladı. Hålén’in konuşma tarzı için böyle denilebilirdi.
“Sanırım küçük bir oyun oynamış,” dedi Wallander. “Yalnızca otuz iki sıra kadar.”
Kadın biraz düşündükten sonra başını salladı.
“Evet,” dedi. “Buraya haftada bir gelir. Bir hafta otuz iki sıralık, sonraki hafta altmış dört sıralık kupon yatırır.”
“Ne giydiğini hatırlıyor musunuz?”
“Mavi bir ceket,” dedi hemen.
Wallander, Hålén’i neredeyse her gördüğünde fermuarlı mavi bir ceket giydiğini hatırladı.
Kızın hafızasının iyi olduğuna şüphe yoktu. Merakı da öyleydi.
“Bir şey mi yaptı?”
“Bildiğimiz kadarıyla hayır.”
“İntihar olduğunu duydum.”
“Aynen öyle ama yangın kundaklamaydı.”
Bunu söylememeliydim, diye düşündü Wallander. Henüz kesin olarak bilmiyoruz.
“Her zaman bahis yapardı,” dedi. “Kuponlarını buraya yatırıp yatırmadığını neden soruyorsunuz?”
“Rutin sorgulama,” diye yanıtladı Wallander. “Onun hakkında başka bir şey hatırlıyor musunuz?”
Cevabı onu şaşırtmıştı.
“Buradaki telefonu kullanırdı,” dedi.
Telefon, bahis kuponlarının bulunduğu masanın yanındaki küçük bir raftaydı.
“Bu sık olur muydu?”
“Her seferinde kullanıyordu. Önce kuponu yatırıp parasını öderdi. Sonra aramasını yapar, kasaya döner ve parasını öderdi.”
Kadın dudağını ısırdı.
“Telefon konuşmalarında tuhaf bir şey vardı. Bir keresinde dikkatimi çektiğini hatırlıyorum.”
“Ne olmuştu?”
“Numarayı çevirip konuşmaya başlamadan önce başka bir müşterinin içeri girmesini beklerdi hep. Dükkânda sadece ikimiz varken hiç arama yapmazdı.”
“Kulak misafiri olmanızı istememiştir.”
Kadın omuz silkti.
“Belki de sadece mahremiyete önem veriyordur. Bu normal değil mi?”
“Hiç ne hakkında konuştuğunu duydunuz mu?”
“Müşteriyle ilgilenirken de insan bir şeyler duyabiliyor.”
Bu merakı çok işe yarayacak, diye düşündü Wallander.
“Ne duydunuz?”
“Fazla bir şey duymadım,” diye yanıtladı. “Zaman verdi sanırım. Hepsi bu kadar.”
“Zaman mı?”
“Biriyle bir zaman ayarladığı hissine kapıldım. Konuşurken sık sık saatine bakıyordu.”
Wallander bir an düşündü.
“Genellikle haftanın aynı günü mü gelirdi?”
“Her çarşamba öğleden sonra, sanırım iki ile üç arası gelirdi. Ya da belki biraz daha sonra.”
“Başka bir şey satın alır mıydı?”
“Hayır.”
“Bütün bunları nasıl bu kadar ayrıntılı hatırlıyorsunuz? Birçok müşteriniz olmalı.”
“Bilmiyorum,” dedi. “Ama bence insan sandığından daha fazlasını hatırlıyor. Biri size sormaya başlayınca bildikleriniz bir bir dökülüyor.”
Wallander kadının ellerine baktı, yüzük takmamıştı. Bir an ona çıkma teklif etmeyi düşündü ama sonra dehşete kapılarak bu düşünceyi aklından çıkardı.
Sanki Mona düşüncelerini duymuş gibi hissetti..
“Hatırladığınız başka bir şey var mı?”
“Hayır,” dedi, “ama bir kadınla konuştuğuna eminim.”
Wallander şaşırdı.
“Bundan nasıl emin olabiliyorsunuz?”
“Duyduğum için.”
“Yani Hålén’in randevu ayarlamak için bir kadını aradığını mı söylüyorsunuz?”
“Bunda bir gariplik yok herhâlde. Elbette yaşlıydı ama bunun bir önemi yok.”
Wallander başını salladı. Elbette haklıydı ve eğer haklıysa, değerli bir şey öğrenmişti. Sonuç olarak Hålén’in hayatında bir kadın vardı.
“İyi,” dedi. “Başka bir şey hatırlıyor musunuz?”
Cevap vermeden önce içeri müşteri girdi. Wallander bekledi. Çok dikkatli bir şekilde iki paket şeker seçen iki küçük kız, daha sonra ellerindeki bozuklukları sayıp parayı ödediler.
“Kadının adı A ile başlıyor olabilir,” dedi. “Daha önce de söylediğim gibi her zaman çok sessiz konuşurdu. Ama kadının adı Anna olabilir ya da biri A ile başlayan çift isimli bir kadın.”
“Bundan emin misiniz?”
“Hayır,” dedi. “Fakat ben öyle düşünüyorum.”
Wallander’in bir sorusu daha vardı.
“Her zaman yalnız mı gelirdi?”
“Evet, her zaman.”
“Çok yardımcı oldunuz,” dedi.
“Bunları neden öğrenmek istediğinizi sorabilir miyim?”
“Ne yazık ki hayır,” dedi Wallander. “Soru sormak bizim işimiz, ancak nedenini her zaman söyleyemeyiz.”
“Belki de polis olmalıyım,” dedi. “Hayatımın geri kalanını bu dükkânda çalışarak geçirmek istemiyorum.”
Wallander tezgâhın üzerine eğilip telefon numarasını kasanın yanındaki küçük bir not defterine yazdı.
“İstediğiniz zaman beni arayabilirsiniz,” dedi. “Bir ara buluşuruz, polis olmanın nasıl bir şey olduğunu size anlatırım. Her neyse, hemen köşede oturuyorum zaten.”
“Wallander,” dedi. “Adınız bu mu?”
“Kurt Wallander.”
“Ben de Maria ama havaya girmeyin hemen, erkek arkadaşım var.”
“Girmem,” dedi Wallander gülümserken.
Sonra da gitti.
Bir erkek arkadaşın her zaman üstesinden gelinebilir, diye düşündü sokağa adım atarken. Bir süre durdu. Kız gerçekten de ararsa ne olacaktı? Mona’yla ilişkileri bittikten sonra ararsa? Kendi kendine ben ne yapıyorum dedi. Bir yandan da bu düşünceyle heyecanlandı.
Telefon numarasını Maria gibi güzel bir kadına vermekte haklıydı, buna neden olan Mona’ydı. Sanki Wallander günah işlediği için cezalandırılıyormuş gibi o anda yağmur yağmaya başladı. Eve vardığında sırılsıklam olmuştu. Islak sigara paketlerini mutfak masasının üzerine koyup bütün kıyafetlerini çıkardı. Maria şimdi burada olup havluyla beni kurulasa ne güzel olurdu, diye düşündü. Mona saç kesip lanet kahve molalarını vermeye devam edebilir.
Sabahlığını giyip not defterine Maria’nın söylediklerini yazdı. Hålén her çarşamba bir kadını aramıştı. Adı A harfiyle başlayan bir kadını. Büyük ihtimalle ilk adıydı. Peki bu, kafasındaki yaşlı adamla ilgili profili paramparça etmekten başka ne anlama geliyordu?
Wallander mutfak masasına oturup geçen gün yazdıklarını baştan sona okudu. Birden aklına bir düşünce geldi. Bir yerlerde bir denizci sicili olmalıydı. Hålén’in denizde geçirdiği uzun yılları, hangi gemilerde çalıştığını ona anlatabilecek biri olmalıydı.
Bana yardım edebilecek birini tanıyorum, diye düşündü Wallander. Helena bir nakliye şirketinde çalışıyor, eğer telefonu yüzüme kapatmazsa en azından nereye bakabileceğimi söyleyebilir.
Henüz on bir olmamıştı. Wallander sağanağın bittiğini mutfak penceresinden görebiliyordu. Helena normalde öğle tatilini on iki buçuğa kadar yapmazdı. Bu, çıkmadan önce onu yakalayabileceği anlamına geliyordu.
Giyindi ve otobüse binip Merkez İstasyon’a gitti. Helena’nın çalıştığı nakliye şirketi liman bölgesindeydi. Kapıdan içeri girdi. Danışmadaki görevli onu tanımıştı, başıyla selam verdi.
“Helena içeride mi?” diye sordu.
“Telefonda ama yukarı çıkabilirsin, ofisinin nerede olduğunu biliyorsun.”
Wallander birinci kata çıkarken hissettiği tek şey korkuydu. Helena sinirlenebilirdi ama önce şaşıracağını düşünerek kendini sakinleştirmeye çalıştı. Bu süre, sadece iş için burada olduğunu söylemek için yeterliydi. Buraya eski erkek arkadaşı Kurt Wallander olarak değil, komiser adayı bir polis olarak gelmişti.
Kapının üzerine “Helena Aronsson, Müdür Yardımcısı” yazılmıştı. Wallander derin bir nefes alıp kapıyı tıklattı. Ses duyunca içeri girdi. Telefon görüşmesini bitirmiş, daktilonun başında oturuyordu. Haklıydı, kızgın değil, açıkça şaşırmıştı.
“Sen,” dedi. “Burada ne arıyorsun?”
“Bir soruşturma için buradayım,” dedi Wallander. “Bana yardım edebileceğini düşündüm.”
Ayağa kalkmış, şimdiden ondan gitmesini isteyecekmiş gibi görünüyordu.
“Dediğim gibi,” dedi Wallander. “Kesinlikle kişisel bir şey değil.”
Hâlâ tetikteydi.
“Sana hangi konuda yardımcı olabilirim?”
“Oturabilir miyim?”
“Eğer uzun sürmeyecekse.”
Wallander, Hemberg gibi konuşuyor, diye düşündü. Güçlü olan taraf oturmaya devam ederken, ayakta durup kendinizi daha aşağıda hissetmenizi istiyor. Wallander oturdu ve bir zamanlar masanın diğer tarafındaki kadına nasıl bu kadar âşık olabildiğine şaşırdı. Şimdi onunla ilgili hatırladığı şey çok katı ve kibirli olduğundan başka bir şey değildi.
“İyiyim,” dedi. “Hiç sormadan söyleyeyim.”
“Ben de iyiyim.”
“Ne istiyorsun?”
Wallander kabalığı karşısında iç çekti ama yine de olanları anlattı.
“Nakliye sektöründe çalışıyorsun,” diye bitirdi. “Hålén’in denizde gerçekte ne iş yaptığını nasıl öğrenebileceğimi bilirsin. Hangi şirketlerde ve hangi gemilerde çalıştığını öğrenmek istiyorum.”
“Biz nakliyecilik yapıyoruz,” dedi Helena. “Kockums ve Volvo’nun ürünlerini taşımak için gemiler kiralıyoruz ya da gemilerin bir bölümünü, hepsi bu kadar.”
“Bilen biri olmalı.”
“Polis başka yöntemlerle bulamaz mı?”
Wallander bu sorunun geleceğini tahmin ettiği için bir cevap hazırlamıştı.
“Bu soruşturma biraz gizli yürütülüyor,” dedi, “bu nedenle fazla ayrıntıya giremeyeceğim.”
Ona tam olarak inanmadığını görebiliyordu ama bunu eğlenceli bulduğu da anlaşılıyordu.
“Bazı meslektaşlarıma sorabilirim,” dedi. “Eski bir kaptanımız var. Ama benim kazancım ne olacak, sana yardımı olursa tabii?”
Karşılığında, kendini toplayarak arkadaşça bir ses tonuyla, “Ne istersen?” dedi.
Başını salladı.
“Hiçbir şey,” dedi.
Wallander ayağa kalktı.
“Telefon numaram aynı.”
“Benimki değişti,” dedi Helena. “Ama sana vermeyeceğim.”
Wallander yeniden sokağa çıktığında terden ıslandığını fark etti. Helena’yla görüşmesi beklediğinden daha gergin geçmişti. Ne yapacağını düşünerek bir süre hareketsiz bekledi. Daha fazla parası olsaydı Kopenhag’a giderdi. Ama hastalık bahanesiyle işe gitmediğini hatırladı. Biri onu arayabilirdi, evden çok uzaklaşamazdı. Bir yandan da ölen komşusuna harcadığı zamanın arttığı gerçeğini kabul etmesi zor geliyordu. Danimarka vapurlarının karşısındaki bir kafeye gidip günün menüsünden yedi. Sipariş vermeden önce ne kadar parası olduğunu kontrol etti. Yarın bankaya gitmesi gerekiyordu, bin kronu daha vardı. Ayın geri kalanında idare ederdi. Yahni yiyip su içti.
Saat bire doğru yola koyuldu. Güneybatıdan yeni fırtınalar geliyordu. Eve gitmeye karar verdi. Ama babasının banliyösüne giden bir otobüs görünce ona bindi. Birkaç saat de olsa babasının bavullarını toplamasına yardım edebilirdi.
Evde tarif edilemez bir karışıklık vardı. Babası eski bir gazeteyi okuyordu. Kafasında yırtık, eski bir hasır şapka vardı. Wallander’e şaşkınlıkla baktı.
“Bıraktın mı?” diye sordu.
“Neyi bıraktım mı?”
“Mantıklı olanı yapıp polisliği bıraktın mı?”
“Bugün izinliyim,” dedi Wallander. “Ayrıca konuyu tekrar açmanın anlamı yok. Asla anlaşamayacağız bu konuda.”
“1949’dan kalma bir yazı buldum,” dedi. “İlgimi çekti.”
“Yirmi yılı geçmiş gazeteleri okumak için gerçekten zamanın var mı?”
“O zamanlar bunu okumaya vaktim olmamıştı,” dedi babası. “Her şey bir yana, bütün gün çığlık atmaktan başka hiçbir şey yapmayan iki yaşında bir oğlum vardı. Bu yüzden ancak şimdi okuyorum.”
“Toplanmana yardım ederim diye düşünmüştüm.”
Babası porselenlerle dolu bir masayı işaret etti.
“Bu şeylerin kutulara konması gerekiyor,” dedi. “Ama düzgün yapmalısın, hiçbir şey kırılmasın. Kırık bir tabak bulursam yenisini almak zorunda kalırsın.”
Babası gazetesine döndü. Wallander montunu astı ve porselenleri toplamaya başladı. Tabakları çocukluğundan hatırlıyordu, özellikle de kenarında küçük bir kırık olan kupayı çok net hatırlayabiliyordu. Babası bir sayfa daha çevirdi.
“Nasıl hissettiriyor?” diye sordu Wallander.
“Ne, nasıl hissettiriyor?”
“Taşınmak.”
“İyi. Değişiklik güzeldir.”
“Hâlâ evi görmedin mi?”
“Hayır, ama iyi olacağına eminim.”
Wallander, babam ya deliriyor ya da bunuyor ama yapabileceğim hiçbir şey yok, diye düşündü.
“Hani Kristina gelecekti?” dedi.
“Alışverişe çıktı.”
“Onu görmek isterdim. Neler yapıyormuş?”
“İyi. Mükemmel bir adamla tanışmış.”
“Buraya mı getirdi?”
“Hayır ama bana sesinden iyi biri gibi geldi. Muhtemelen yakında onun sayesinde torun sahibi olabileceğim.”
“Adı ne? Ne iş yapıyor? Bütün bunları tek tek sormam mı gerekiyor?”
“Adı Jens, diyaliz araştırmacısı.”
“O da ne?”
“Böbrek, daha önce duyduysan eğer. Bir akademisyen, ayrıca küçük hayvanları avlamayı seviyor. Bana mükemmel bir adam gibi geldi.”
Tam o anda Wallander bir tabak düşürdü. İkiye bölündü. Babası gazeteden başını kaldırmadı.
“Bu sana pahalıya patlar,” dedi.
Wallander’e bu kadarı yetmişti. Montunu alıp tek kelime etmeden çıktı. Österlen’e asla gitmeyeceğim, diye düşündü. Bir daha asla onun evine adımımı atmayacağım. Bu adama bunca yıl nasıl katlandım anlamıyorum ama yetti artık.
Farkında olmadan yüksek sesle konuşmaya başlamıştı. Rüzgâra karşı bisikletle giden biri gözünü dikmiş ona bakıyordu.
Wallander eve gitti. Hålén’in dairesinin kapısı açıktı. İçeri girdi. Yalnız bir teknisyen kül kalıntılarını topluyordu.
“Bitirdiğinizi sanıyordum,” dedi Wallander şaşırarak.
“Sjunnesson titiz çalışır,” diye yanıtladı teknisyen.
Konuşmanın devamı gelmedi. Wallander tekrar merdiven boşluğuna çıkıp kendi kapısının kilidini açtı. Aynı anda Linnea Almquist binaya girdi.
“Ne kadar korkunç,” dedi. “Zavallı yalnız adam.”
“Görünüşe göre bir kadın arkadaşı varmış,” dedi Wallander.
“Buna pek inanmıyorum,” dedi Linnea Almquist. “Olsaydı fark ederdim.”
“Eminim ederdin,” dedi Wallander. “Ama galiba burada buluşmuyorlarmış.”
“Ölüler hakkında kötü konuşulmaz,” deyip merdivenleri çıkmaya başladı.
Wallander bir kadın arkadaşı varmış demenin nesinin kötü olduğunu merak etti.
Wallander dairesine girince Mona’yla ilgili düşüncelerinden kaçamayacağına, onu araması gerektiğine karar verdi. Yoksa her akşam olduğu gibi kendi isteğiyle aramasını mı beklemeliydi? Wallander kaygılarından kurtulmak için topladığı eski gazeteleri atmaya başladı. Sonra da banyoya girişti. Beklediğinden çok daha eski, kökleşmiş kir olduğunu fark etti. Üç saatten fazla temizlik yaptıktan sonra sonuçtan memnun olmaya başladı. Saat beş olmuştu. Biraz patates kaynatıp soğan doğradı.
Telefon çaldı. Aklına hemen Mona geldi, kalbi daha hızlı atmaya başladı.
Ama başka bir kadının sesiydi. Adının Maria olduğunu söyledi, gazete bayisindeki kız olduğunu anlaması birkaç saniyesini aldı.
“Umarım rahatsız etmiyorumdur,” dedi. “Bana verdiğiniz kâğıdı kaybettim. Telefon rehberinde adınız yoktu. Rehber servisini arayabilirdim ama onun yerine polisi aradım.”
Wallander irkildi.
“Ne dediniz?”
“Kurt Wallander adında bir polisi aradığımı ve söyleyeceğim önemli şeyler olduğunu. İlk başta bana ev numaranı vermek istemediler ama pes etmedim.”
“Yani Komiser Yardımcısı Wallander’i mi istediniz?”
“Kurt Wallander’i istedim, ne önemi var?”
“Önemi yok,” dedi Wallander, rahatlamıştı. Dedikodu emniyette hızla yayılabilirdi, karmaşaya neden olabilir ve Wallander’in komiser yardımcısı olduğunu iddia ederek etrafta dolaştığı gibi gereksiz komik bir hikâye ortaya çıkabilirdi. Cinayet büro polisi olarak kariyerine böyle başlamayı hayal etmemişti.
“Sizi rahatsız edip etmediğimi sormuştum,” diye tekrarladı.
“Müsaitim.”
“Düşünüyordum,” dedi. “Hålén ve bahis kuponları hakkında, hiç kazanmadı bu arada.”
“Nereden biliyorsunuz?”
“Nasıl oynadığını kontrol ederek oyalanırdım. Sadece onunkileri değil. Ayrıca İngiliz futbolu söz konusu olduğunda çok bilgisizdi.”
Hemberg’in dediği gibi, diye düşündü Wallander. Bu konuda daha fazla kanıta gerek yok.
“Ama sonra telefon görüşmelerini düşündüm,” diye devam etti. “Sonra birkaç kez o kadından başka birini de aradığını hatırladım.”
Wallander dikkat kesildi.
“Kimi?”
“Taksi durağını aramıştı.”
“Bunu nasıl biliyorsunuz?”
“Bir araba istediğini duydum. Adresini dükkânın hemen yanındaki bina olarak vermişti.”
Wallander düşündü.
“Bunu kaç kez yaptı?”
“Üç veya dört kez, önce diğer numarayı aradıktan sonra.”
“Nereye gittiğini duymadınız mı?”
“Bundan bahsetmedi.”
“Hafızanız hiç fena değil,” dedi Wallander hayranlıkla. “Ama şu aramaları ne zaman yaptığını hatırlamıyor musunuz?”
“Çarşamba günü olmalı.”
“En son ne zaman aramıştı?”
Cevap hızlı ve kendinden emin bir şekilde geldi.
“Geçen hafta.”
“Bundan emin misiniz?”
“Elbette eminim. Geçen çarşamba, 28 Mayıs’ta.”
“İyi,” dedi Wallander. “Çok iyi.”
“Bunun bir faydası olur mu?”
“Olacağından eminim.”
“Hâlâ bana ne olduğunu söylemeyi düşünmüyorsunuz yani?”
“Yapamam,” dedi Wallander. “İstesem de söyleyemem.”
“Bana sonra anlatır mısınız?”
Wallander söz verdi. Sonra telefonu kapatıp kadının söylediklerini düşündü. Ne anlama geliyordu? Hålén’in bir yerlerde bir kadını vardı. Onu aradıktan sonra bir taksi çağırmıştı.
Wallander patatesleri kontrol etti, henüz pişmemişti. Sonra Malmö’de taksi şoförlüğü yapan iyi bir arkadaşı olduğunu hatırladı. Birinci sınıftan beri okul arkadaşıydılar ve yıllardır iletişim hâlindeydiler. Adı Lars Andersson’du, numarasını telefon rehberine yazdığını hatırladı.
Numarayı bulup aradı. Telefonu Andersson’un karısı Elin açtı. Wallander onunla birkaç kez karşılaşmıştı.
“Lars’ı arıyorum,” dedi.
“Dışarıda, takside,” dedi. “Ama gündüz vardiyasında, yaklaşık bir saate döner.”
Wallander kocasına aradığını söylemesini istedi.
“Çocuklar nasıl?” diye sordu Elin.
“Benim çocuğum yok,” dedi Wallander hayretle.
“O hâlde yanlış anlamış olmalıyım,” diye yanıtladı. “Lars’ın iki oğlunuz olduğunu söylediğini sanıyordum.”
“Maalesef hayır,” dedi Wallander. “Ben evli bile değilim.”
“Bu, çocuk sahibi olmak için bir engel değil ki.”
Wallander patateslere ve soğanlara döndü. Daha sonra buzdolabında kalan şeylerin bir kısmını kullanarak yemek hazırladı. Mona hâlâ aramamıştı. Yine yağmur yağmaya başlamıştı. Bir yerlerden akordeon sesi duyuyordu. Kendi kendine ne yaptığını sordu. Komşusu Hålén, önce bazı değerli taşları yuttuktan sonra intihar etmişti. Biri onları geri almaya çalışmış, ardından öfkeyle daireyi ateşe vermişti. Etrafta bir sürü akıl hastası, açgözlü insan vardı. Ama ne intihar etmek suçtu ne de açgözlü olmak.
Saat altı buçuktu. Lars Andersson aramamıştı. Wallander saat yediye kadar beklemeye karar verdi. Sonra tekrar arayacaktı.
Yediye beş kala Andersson aradı.
“Yağmur yağdığında işler açılır. Beni aramışsın?”
“Bir vaka üzerinde çalışıyorum,” dedi Wallander. “Belki bana yardım edebilirsin diye düşündüm. Geçen çarşamba bir yerden müşteri alan bir şoförü bulmak istiyorum. Saat üç civarında, Rosengård’daki bir adresten müşteriyi almış, Hålén adında bir adamı.”
“Ne olmuş?”
“Şu an bir şey söyleyemem,” dedi Wallander, cevap vermekten her kaçındığında rahatsızlığı gittikçe artıyordu.
“Muhtemelen öğrenebilirim,” dedi Andersson. “Malmö taksi çağrı merkezi çok organizedir. Bana detayları verebilir misin? Ve nereyi aramalıyım? Emniyeti mi?”
“Beni araman en iyisi. Soruşturmayı ben yönetiyorum.”
“Evden mi?”
“Şu anda evdeyim.”
“Ne yapabileceğime bir bakayım.”
“Sence ne kadar sürer?”
“Şanslıysak çok uzun sürmez.”
“Evde olacağım,” dedi Wallander.
Andersson’a elindeki tüm detayları verdi. Konuşma bittikten sonra bir fincan kahve içti. Mona hâlâ aramamıştı. Sonra ablasını düşündü. Evden aniden ayrıldığı için acaba babası ablasına ne diyecekti. Belki de oğlunun uğradığını söylemeye bile zahmet etmezdi. Kristina sık sık babasının tarafını tutardı. Wallander’e göre, babalarından ve onun öngörülemeyen öfkesinden korktuğu içindi. Sonra haberleri izledi. Otomotiv sektörü iyi gidiyordu. İsveç ekonomik açıdan büyüyordu. Ondan sonra bir köpek şovundan görüntüler gösterdiler. Sesi kıstı, yağmur yağmaya devam ediyordu. Uzaklarda bir yerde gök gürültüsü duyduğunu sandı, yoksa Bulltofta’ya inmek için gelen bir Metropolitan uçağı mıydı?
Andersson tekrar aradığında saat dokuzu on geçiyordu.
“Beklediğim gibi,” dedi. “Malmö taksi çağrı merkezi son derece iyi organizedir.”
Wallander çoktan bir kalem kâğıt çekmişti.
“Araba Arlöv’e gitmiş,” dedi. “İsim kaydı almamışlar. Sürücünün adı Norberg. Ama muhtemelen onu bulup, müşteriyi hatırlayıp hatırlamadığını sorabilirim.”
“Başka bir müşteri daha olma ihtimali yok mu?”
“Çarşamba günü başka kimse o adrese taksi istememiş.”
“Arlöv’e mi gitmiş?”
“Ayrıntı vermem gerekiyorsa, Smeds Caddesi 9 numaraya. Şeker fabrikasının hemen yanında, sıra sıra teraslı evlerin olduğu eski bir mahalle.”
“Kiralık dairelerin olmadığı bir yer o zaman,” dedi Wallander. “Oralarda sadece aileler yaşar ya da tek başına yaşayan birileri sanırım.”
“Öyle de düşünebilirsin.”
Wallander adresi not etti.
“İyi iş çıkarmışsın,” dedi.
“Senin için daha fazlasını da yapabilirim,” diye yanıtladı Andersson. “Bunu benden hiç istememiş olsan bile. Smeds Caddesi’nden bir taksi yolculuğu kaydı var, özellikle, perşembe sabahı saat dörtte. Sürücünün adı Orre ama şu anda onu bulamazsın. Mallorca’da tatilde.”
Taksiciler böyle bir masrafı karşılayabilir mi, diye düşündü Wallander. El altından para kazandıkları için mi acaba? Ama elbette Andersson’a bu düşüncelerinden hiç bahsetmedi.
“Önemli olabilir.”
“Hâlâ araban yok mu?”
“Daha değil.”
“Oraya gitmeyi mi düşünüyorsun?”
“Evet.”
“Elbette bir polis arabası bulabilirsin, değil mi?”
“Tabii ki.”
“Yoksa seni alabilirdim. Özel bir şey yapmıyorum. Sohbet etmeyeli uzun zaman oldu.”
Wallander teklifini kabul etmeye karar verince Lars Andersson yarım saat içinde onu alacağına söz verdi. Bu sırada Wallander rehber servisini arayıp Smeds Caddesi 9 numaradaki telefonun kime ait olduğunu sordu. Buranın kayıtlı olduğu, ancak numaranın gizli olduğu yanıtını aldı.
Yağmur daha şiddetli yağıyordu. Wallander lastik çizmelerini ve yağmurluğunu giydi. Mutfak penceresinin önünde durdu, Andersson’un binanın önünde yavaşladığını gördü. Arabanın üstünde hiçbir işaret yoktu, özel arabasıyla gelmişti.
Wallander ön kapıyı kilitlerken böylesine çılgın bir havada, çılgın bir keşif gezisi, diye düşündü. Ama dairede volta atıp Mona’nın aramasını beklemekten iyiydi. Ararsa da cevap vermeyerek hak ettiğini vermiş olurdu.
Lars Andersson hemen eski okul anılarını anlatmaya başladı. Wallander artık birçoğunu hatırlamıyordu. Çoğu kez Andersson’un yorucu olduğunu düşünüyordu çünkü sanki hayatının en iyi zamanları o zamanlarmış gibi sürekli okul yıllarına dönüyordu. Wallander için okul, yalnızca coğrafyanın ve tarihin onu biraz canlandırdığı gri bir angarya olmuştu. Yine de direksiyonda oturan adamı seviyordu. Ailesi Limhamn’da bir fırın işletiyordu. Bir süredir görüşüyorlardı. Lars Andersson, Wallander’in her zaman güvenebileceği, arkadaşlıklarını ciddiye alan biriydi.
Malmö’yü geride bırakıp kısa süre sonra Arlöv’e vardılar.
“Buradan sık sık taksi istiyorlar mı?” diye sordu Wallander.
“Evet, çoğunlukla hafta sonları. Malmö veya Kopenhag’da içki içen ve eve dönmek isteyen insanlar oluyor.”
“Hiç başına kötü bir şey geldi mi?”
Lars Andersson ona baktı.
“Ne demek istiyorsun?”
“Gasp gibi, korkutma gibi. Bilmiyorum.”
“Hiç olmadı. Ödeme yapmadan kaçmaya çalışan bir adam olmuştu ama onu hemen yakalamıştım.”
Artık Arlöv’ün merkezindeydiler. Lars Andersson doğrudan adrese gitti.
“İşte burada,” dedi arabanın ıslak ön camından işaret ederek. “Smeds Caddesi 9 numara.”
Wallander camını indirip gözlerini kısarak yağmurun içinden 9 numaraya baktı. Yan yana altı kasaba evinin sonuncusuydu. Bir penceresinde ışık yanıyordu, evde biri olmalıydı.
“İçeri girmeyecek misin?” diye sordu Lars Andersson şaşkınlıkla.
“Sadece bakıyorum,” dedi Wallander belli belirsiz. “Arabayı biraz yukarı çekebilirsen inip etrafa bir göz atacağım.”
“Gelmemi ister misin?”
“Gerek yok.”
Wallander arabadan inip yağmurluğunun kapüşonunu çekti. Şimdi ne yapacağım, diye sordu kendi kendine. Kapı zilini çalıp Bay Hålén’in geçen çarşamba öğleden sonra üçle sabah dört arasında burada olmasının mümkün olup olmadığını mı sorayım? Bu bir zina olayı mı desem? Ya kapıyı açan erkek olursa, o zaman ne demeliyim?
Wallander kendini aptal gibi hissetti. Bu anlamsız, çocukça ve zaman kaybı, diye düşündü. Kanıtlayabildiğim tek şey, Smeds Caddesi 9 numaranın aslında Arlöv’de bir adres olduğu.
Yine de karşıya geçmekten kendini alamadı. Kapının yanında bir posta kutusu vardı. Wallander üzerindeki ismi okumaya çalıştı. Cebinde sigarayla kibrit kutusu vardı. Biraz zorlukla kibritlerden birini yakabildi ve alevi yağmurla sönmeden önce adını okuyabildi.
“Alexandra Batista,” diye okudu. Demek gazete bayisindeki Maria haklıydı, A ile başlayan ilk isimdi. Hålén, Alexandra adında bir kadını aramıştı. Peki yalnız mı yoksa ailesiyle mi yaşıyordu? Bir ailenin varlığını gösteren çocuk bisikleti veya başka eşyalar olup olmadığını görmek için çitin üzerinden baktı ama bir şey görmedi.
Evin etrafında dolaştı. Yan tarafında tamamlanmamış bir ev vardı. Çitler kırık döküktü ve arkasına paslı birkaç varil bırakılmıştı, hepsi buydu. Evin arkası karanlıktı. Işık sadece sokağa bakan mutfak penceresinden geliyordu. Kesinlikle yetkisiz ve anlamsız bir şeye dâhil olma hissine rağmen, Wallander araştırmasını tamamlamaya karar verdi. Alçak bir çitin üzerinden atlayıp çimenlere basarak eve doğru koştu. Biri beni görürse, polisi arar da yakalanırsam polislik kariyerimin geri kalanı duman olup uçar, diye düşündü.
Vazgeçmeye karar verdi. Batista ailesinin telefon numarasını yarın bulabilirdi. Cevap veren bir kadın olursa birkaç soru sorabilirdi. Erkekse telefonu kapatabilirdi.
Yağmur dinmek üzereydi. Wallander yüzünü kuruladı. Balkon kapısının açık olduğunu fark ettiğinde geldiği yoldan dönmek üzereydi. Belki bir kedileri vardır, diye düşündü. Geceleri rahatça dışarı çıkabilmesi içindir.
Aynı zamanda, ne olduğunu söyleyemediği, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu hissine kapıldı, vazgeçemezdi. Dikkatlice kapıya yürüyüp dinledi. Yağmur neredeyse tamamen durmuştu. Uzakta bir traktör sesinin giderek kaybolduğunu duyuyordu. Evde hiç ses yoktu. Wallander balkon kapısından ayrılıp tekrar evin önüne doğru yürüdü.
Işık hâlâ hafif aralık olan pencereden parlıyordu. Duvara yaslanıp bir şeyler duymak için kendini zorladı. Her şey sessiz ve sakindi. Sonra yavaşça parmak uçlarında yükselip pencereden içeri baktı.
İçeri atladı. Sandalyede oturmuş dik dik ona bakan bir kadınla karşılaştı. Sokağa kaçtı. Sanki her an biri kapıya çıkıp bağırarak yardım isteyecek ya da etraf polis arabalarıyla dolacaktı. Arabaya koşup ön koltuğa atladı.
“Bir şey mi oldu?”
“Sadece arabayı sür,” dedi Wallander.
“Nereye?”
“Buradan uzaklaş. Malmö’ye geri dön.”
“Evde kimse var mıydı?”
“Sorma. Motoru çalıştır ve arabayı sür sadece.”
Lars Andersson, Wallander’in istediğini yaptı. Malmö’ye giden ana yola çıktılar. Wallander kendisine bakan kadını düşündü.
Aynı duygu yine belirmişti. Doğru olmayan bir şey vardı.
“Bir sonraki otoparkta durur musun?”
Lars Andersson kendisine söyleneni yapmaya devam etti. Durdular. Wallander hiçbir şey söylemeden bekledi.
“Ne olduğunu söylemeyecek misin artık?” diye dikkatle sordu Andersson.
Wallander cevap vermedi. Kadının yüzünde bir şey vardı, tanımlayamadığı bir şey.
“Geri dön,” dedi.
“Arlöv’e mi?”
Wallander, Andersson’un direnmeye başladığını görebiliyordu.
“Daha sonra açıklarım,” dedi Wallander. “Aynı adrese dön. Taksimetren varsa açabilirsin.”
“Arkadaşlarımdan para almıyorum, kahretsin!” dedi Andersson öfkeyle.
Sessizce Arlöv’e döndüler. Artık yağmur yağmıyordu.
Wallander arabadan indi. Ortalıkta polis arabası yoktu, gelen giden hiçbir şey yoktu. Sadece mutfak penceresindeki ışık hâlâ açıktı. Wallander bahçe kapısını dikkatlice açtı. Tekrar pencereye yürüdü. İçeriye bakmak için kendini kaldırmadan önce derin birkaç nefes aldı.
Eğer işler tahmin ettiği gibi olsaydı çok tatsız olurdu.
Parmak uçlarında durup pencere pervazını tuttu. Kadın hâlâ sandalyede oturmuş aynı ifadeyle dik dik ona bakıyordu.
Wallander evin arkasına gidip balkon kapısını açtı. Sokaktan gelen ışıktan içeride bir masa lambası olduğunu gördü. Lambayı açtı, sonra çizmelerini çıkarıp mutfağa doğru yürüdü.
Kadın sandalyede oturuyordu ama Wallander’e bakmıyordu. Pencereye bakıyordu.
Boynunda bir bisiklet zinciri vardı, çekiçle burulmuştu.
Wallander kalp atışlarını duyabiliyordu.
Sonra koridorda duran telefonu bulup Malmö emniyetini aradı.
Saat on bire çeyrek vardı.
Wallander, Hemberg’le konuşmak istedi. Hemberg’in emniyetten saat altı civarında ayrıldığı söylendi. Wallander ev numarasını alıp hemen onu aradı.
Hemberg telefonu açtı. Wallander uyuduğunu ve telefonun sesiyle uyandığını anladı.
Wallander durumu açıkladı.
Arlöv’de bir kasaba evinde sandalyede oturan ölü bir kadın olduğunu anlattı.

3
Hemberg gece yarısını biraz geçerken Arlöv’e vardı. Adli soruşturma çoktan başlamıştı. Wallander ne olduğuna dair tam bir açıklama yapmadan Andersson’u arabasıyla eve göndermişti. Sonra kapının yanında durup ilk polis arabasının gelmesini beklemişti. Kendi yaşlarında, Stefansson adında bir komiserle konuşmuştu.
“Onu tanıyor muydun?” diye sordu.
“Hayır,” diye yanıtladı Wallander.
“O zaman burada ne işin vardı?”
“Bunu Hemberg’e söylerim,” dedi Wallander.
Stefansson ona şüpheyle baktı ama başka soru sormadı.
Hemberg mutfağın etrafında dolaşarak işe başladı. Uzun süre kapıda durup sadece ölü kadına baktı. Wallander bakışlarının odada nasıl gezindiğini gördü. Uzun süre durduktan sonra kendisine büyük saygı duyduğu görülen Stefansson’a döndü.
“Kim olduğunu biliyor muyuz?” diye sordu Hemberg.
Oturma odasına geçtiler. Stefansson bir el çantasını açıp masanın üzerine bazı kimlik belgeleri yaymıştı.
“Alexandra Batista-Lundström,” diye yanıtladı. “İsveç vatandaşı, ancak 1922’de Brezilya’da doğmuş. Görünüşe göre savaştan hemen sonra gelmiş. Doğru anladıysam, Lundström adında bir adamla evlenmiş. Burada 1957’den kalma boşanma evrakları var. Ama o zaman zaten vatandaşlığı varmış. Daha sonra İsveç soyadından vazgeçmiş. Postanede Batista adına bir yatırım hesabı var. Lundström’ü kullanmamış.”
“Çocukları var mı?”
Stefanson başını salladı.
“Burada başka kimse yaşamış gibi görünmüyor. Komşulardan biriyle konuştuk. Görünüşe göre inşa edildiğinden beri burada yaşıyor.”
Hemberg başını salladı, sonra da Wallander’e döndü.
“Yukarı çıkalım da,” dedi, “rahat çalışsınlar.”
Stefansson onlara katılmak için hareketlendi ama Hemberg onu durdurdu. Üst katta üç oda vardı. Kadının yatak odası, bir çamaşır dolabı dışında boş bir oda ve bir misafir odası. Hemberg misafir odasındaki yatağa oturup Wallander’e köşedeki koltuğa oturmasını işaret etti.
“Gerçekten tek bir sorum var,” diye başladı Hemberg. “Sence ne oluyor?”
“Elbette burada ne yaptığımı merak ediyorsundur.”
“Muhtemelen daha fazlasını da anlatman gerekecek,” dedi Hem-berg. “Bu cehennemin dibi yere nasıl geldin?”
“Uzun hikâye,” dedi Wallander.
“Kısa kes,” diye yanıtladı Hemberg. “Ama hiçbir şeyi de atlama.”
Wallander bahis kuponları, telefon görüşmeleri ve taksiyle ilgili öğrendiklerini anlattı. Hemberg gözlerini yere dikip anlattıklarını dikkatle dinledi. Wallander sözünü bitirdiğinde bir süre hiçbir şey söylemeden oturdu.
“Cinayete kurban giden birini buldun, doğal olarak hakkını vermeliyim ki iyi bir iş başardın,” diye başladı. “Ayrıca kararlılığında da yanlış bir şey yok gibi görünüyor. Düşüncen de doğru çıktı. Ancak bunların dışında, yaptıklarının tamamen kabul edilemez olduğunu söylemeye de gerek yok. Yaptığımız işte, bağımsız çalışma ve kendi işini kendin gördüğün gizli takip gibi şeylere yer yok. Bu konuda bir kez daha uyarmayacağım seni.”
Wallander başını salladı, anlamıştı.
“Bana söyleyeceğin başka bir şey var mı? Seni Arlöv’e getiren şey dışında?”
Wallander ona nakliye şirketinde çalışan Helena’ya yaptığı ziyareti de anlattı.
“Başka bir şey yok mu?”
“Yok.”
Wallander, Hemberg’in uzun bir konuşma yapacağını düşünmüştü ama Hemberg sadece yataktan kalkıp onu takip etmesi için başıyla işaret yaptı.
Merdivenlerde durup arkasını döndü.
“Bugün seni aradım,” dedi. “Silah incelemesinin sonuçlarını söyleyecektim. Raporda beklenmedik bir şey yoktu. Ama hasta olduğunu söylemişsin?”
“Bu sabah midemi üşütmüştüm.”
Hemberg ona ironik bir bakış attı.
“Hemen iyileşmişsin,” dedi. “Ama iyileştiğine göre bu gece burada kalabilirsin. Belki bir şeyler öğrenirsin. Hiçbir şeye dokunma, hiçbir şey de söyleme. Sadece aklına yaz.”
* * *
Saat üç buçukta kadının cesedi götürüldü. Sjunnesson kısa bir süre sonra gelmişti. Wallander gecenin bir yarısı olmasına rağmen neden hiç yorgun görünmediğini merak ediyordu. Hemberg, Stefansson ve başka bir polis daha sistemli şekilde daireyi aramış, çekmeceleri ve dolapları açmış, birçok şey bulup masanın üzerine koymuşlardı. Wallander, Hemberg’le Jörne adındaki adli tabibin konuşmasını da dinlemişti. Kadının boğulduğuna şüphe yoktu. İlk muayenesinde Jörne, kafasına arkadan vurulduğuna dair işaretler de bulmuştu. Hemberg’in bilmesi gereken en önemli şey, kadının ne kadar süredir ölü olduğuydu.
“Muhtemelen birkaç gündür bu sandalyede oturuyor,” diye yanıtladı Jörne.
“Kaç gün?”
“Bir tahminde bulunmayacağım. Otopsi tamamlanana kadar beklemeniz gerekecek.”
Jörne’yle konuşması bittiğinde Hemberg, Wallander’e döndü.
“Tabii bunu neden sorduğumu anlıyorsun,” dedi.
“Hålén’den önce ölüp ölmediğini öğrenmek mi istiyorsun?”
Hemberg başını salladı.
“Bu durumda, bir insanın neden kendi canına kıydığına dair elimizde makul bir açıklama olur. Katillerin intihar etmesi çok karşılaştığımız bir şey.”
Hemberg salondaki kanepeye oturdu. Stefansson koridorda durmuş, polis fotoğrafçısıyla konuşuyordu.
“Yine de oldukça net görebildiğimiz bir şey var,” dedi Hemberg biraz durakladıktan sonra. “Kadın sandalyede otururken öldürülmüş, biri kafasına vurmuş. Yerde ve masa örtüsünde kan izleri var. Sonra da boğulmuş. Bu da bize birkaç olası çıkış noktası veriyor.”
Hemberg, Wallander’e baktı.
Beni sınıyor, diye düşündü Wallander. Bu iş için yeterli olup olmadığımı görmek istiyor.
“Kadının, katilini tanıdığı anlamına geliyor olmalı.”
“Doğru. Başka?”
Wallander zihnini yokladı, çıkarılacak başka sonuçlar var mıydı? Kafasını salladı.
“Gözlerini kullanmalısın,” dedi Hemberg. “Masada bir şey var mıydı? Bir bardak mı vardı, daha mı fazlası yoksa? Kadın nasıl giyinmişti? Katilini tanıdığını gösteren bir şey mesela. İşleri basitleştirmek için şimdilik bir erkek olduğunu varsayalım, onu ne kadar iyi tanıyordu?”
Wallander anlamıştı. Hemberg’in nereye varmak istediğini başta kaçırmış olması onu rahatsız etti.
“Gecelik ve bornoz giyiyordu,” dedi. “Öylesine birinin yanındayken böyle giyinmezsin.”
“Yatağı nasıl görünüyordu?”
“Toplanmamış.”
“Sonuç?”
“Alexandra Batista’nın onu öldüren adamla ilişkisi olabilir.”
“Başka?”
“Masada bardak yoktu ama ocağın yanında kirli bardaklar vardı.”
“Onlara bakarız,” dedi Hemberg. “Ne içmişler? Parmak izi var mı? Boş bardakların bize anlatacağı çok şey olabilir.”
Kanepeden ağır ağır kalktı. Wallander birden çok yorulduğunu hissetti.
“Yani aslında çok şey biliyoruz,” diye devam etti Hemberg. “Etrafta davetsiz misafir olduğuna dair bir işaret yok, yani cinayetin kişisel bir mesele yüzünden işlendiğini varsayacağız.”
“Bu, Hålén’in evindeki yangını hâlâ açıklamıyor,” dedi Wallander.
Hemberg onu tartıyormuş gibi inceledi.
“Kendini iyice aşıyorsun,” dedi. “Sakin ve yöntemli bir şekilde ilerleyeceğiz. Bazı şeyleri büyük bir kesinlikle biliyoruz. Bu şeylerden yola çıkacağız. Bilmediğimiz ya da emin olamadığımız şeyler beklemek zorunda. Bir yapbozu, parçaların yarısı hâlâ kutudaysa çözemezsin.”
Salona ulaşmışlardı. Stefansson fotoğrafçıyla konuşmasını bitirmiş, bu kez telefonda konuşuyordu.
“Buraya nasıl geldin?” diye sordu Hemberg.
“Taksiyle.”
“Benimle geri gelebilirsin.”
Hemberg, Malmö’ye dönerken yolculuk boyunca hiçbir şey söylemedi. Yolda yağmur çiseliyordu ve sis vardı. Hemberg, Wallander’i Rosengård’daki binasının önüne bıraktı.
“Bugün benimle daha sonra iletişime geçersin,” dedi Hemberg. “Mide ağrıların geçtiyse tabii.”
Wallander dairesine girdi. Sabah olmuştu bile. Sis dağılmaya başlamıştı. Kıyafetlerini çıkarma zahmetine girmek yerine doğrudan yatağın üstüne uzandı. Çok geçmeden de uykuya daldı.
Kapı ziliyle uyandı. Uykulu uykulu salondan geçip kapıyı açtı. Kız kardeşi Kristina karşısında duruyordu.
“Rahatsız mı ettim?”
Wallander başını hayır anlamında sallayıp onu içeri aldı.
“Bütün gece çalıştım,” dedi. “Saat kaç?”
“Yedi. Bugün babamla Löderup’a gideceğim. Ama önce sana uğrayayım dedim.”
Wallander kıyafetlerini değiştirip elini yüzünü yıkarken biraz kahve koymasını istedi. Yüzünü uzun süre soğuk suyla yıkayıp mutfağa gittiğinde, gecenin tüm yorgunluğunu üzerinden atmıştı. Kristina ona gülümsedi.
“Uzun saçlı olmayan tanıdığım birkaç erkekten birisin,” dedi.
“Bana yakışmıyor,” diye yanıtladı Wallander. “Ama tabii denemedim değil. Sakal da bırakamıyorum, gülünç duruyor. Mona sakalımı görünce beni ayrılmakla tehdit etti.”
“O nasıl?”
“İyi.”
Wallander bir an ara verdiklerini anlatmayı düşündü.
Aynı evde yaşarlarken Kristina’yla yakın ve güvene dayalı bir ilişkileri vardı. Yine de Wallander hiçbir şey söylememeye karar verdi. Stockholm’e taşındıktan sonra aralarındaki ilişki belirsiz ve daha düzensiz bir hâl almıştı.
Wallander masaya oturup hâl hatır sordu.
“İyi.”
“Babam böbreklerle ilgili bir şey üzerine çalışan biriyle tanıştığını söyledi.”
“Mühendis, yeni bir tür diyaliz makinesi geliştiriyor.”
“Pek anlamadığım şeyler,” dedi Wallander. “Ama kulağa çok havalı geliyor.”
Sonra Kristina’nın dilinin altında bir bakla olduğunu anladı, bakışlarından görebiliyordu.
“Nedenini bilmiyorum,” dedi, “ama özellikle bir şey söylemek için gelmiş gibisin.”
“Babama niye bu şekilde davrandığını anlamıyorum.”
Wallander şaşırmıştı.
“Ne demek istiyorsun?”
“Ne düşünüyorsun? Toplanmasına yardım etmiyorsun. Löderup’taki evini görmek bile istemiyorsun ve sokakta karşılaştığınızda onu tanımıyormuş gibi yapıyorsun.”
Wallander başını salladı.
“Bunları mı söyledi?”
“Evet, ve çok üzgün.”
“Bunların hiçbiri doğru değil.”
“Geldiğimden beri seni görmedim. Bugün taşınıyor.”
“Ona gittiğimi sana söylemedi mi? Sonra da beni bu işin dışında tuttuğunu?”
“Böyle bir şey söylemedi.”
“Söylediği her şeye inanmamalısın. En azından benim hakkımda söylediklerine.”
“Yani bu doğru değil mi?”
“Hiçbiri doğru değil. Evi satın aldığını bile söylemedi. Bana göstermek istemedi, fiyatını bile söylemedi. Toplamasına yardım ederken eski bir tabak düşürdüm diye kıyameti kopardı. Ve işin doğrusu deli gibi görünse bile onu sokakta gördüğümde durup konuşuyorum.”
Wallander pek ikna olmadığını görebiliyordu. Sinirlenmişti ama daha da üzücü olan, burada oturup onu azarlamasıydı. Bu ona annesini hatırlatmıştı, belki de Mona’yı. Helena da böyleydi gerçi. Ona ne yapacağını söyleyip her şeye burnunu sokan kadınlara dayanamıyordu.
“Bana inanmıyorsun,” dedi Wallander, “ama inanman gerek. Stockholm’de yaşadığını ve onunla burada yaşayanın ben olduğunu unutma. Bu çok fark eder.”
Telefon çaldı. Saat yediyi yirmi geçiyordu. Wallander açtı, arayan Helena’ydı.
“Dün gece seni aradım,” dedi.
“Bütün gece çalıştım.”
“Kimse cevap vermeyince yanlış numara olduğunu düşündüm, bu yüzden kontrol etmek için Mona’yı aradım.”
Wallander neredeyse ahizeyi düşürüyordu.
“Ne yaptın?”
“Mona’yı aradım ve telefon numaranı istedim.”
Wallander’in bunun sonuçlarının ne olacağı konusunda hiç şüphesi yoktu. Helena’nın araması, Mona’nın kıskançlığının tüm gücüyle alevlenmesi anlamına geliyordu. İlişkilerini daha da çıkmaza sokacaktı.
“Orada mısın?” diye sordu.
“Evet,” dedi Wallander, “ama şimdi kız kardeşim burada.”
“İşteyim, beni arayabilirsin.”
Wallander telefonu kapatıp mutfağa döndü. Kristina merakla ona bakıyordu.
“Hasta mısın?”
“Hayır,” dedi. “Ama galiba şimdi işe gitmem gerek.”
Salonda vedalaştılar.
“Bana inanmalısın,” dedi Wallander. “Sana her söylediğine inanmamalısın. Vaktim olur olmaz onu görmeye geleceğimi söyle. Tabii eğer bana bu evin nerede olduğunu söyleme zahmetine girerseniz.”
“Löderup’un kenarında,” dedi Kristina. “Önce bir kasaba marketinin yanından geçiyorsun, sonra söğütlerle çevrili bir yoldan aşağı iniyorsun. Yol bitince ev solda kalıyor, taş duvarla çevrili. Siyah bir çatısı var ve çok hoş bir ev.”
“Oraya ne zaman gittin?”
“İlk eşyalar dün gitti.”
“Ne kadara aldığını biliyor musun?”
“Söylemez.”
Kristina gitti. Wallander mutfak penceresinden ona el salladı. Babasının onun hakkında söylediklerine öfkelenmeyi başka zamana bıraktı. Helena’nın söylediği daha ciddiydi. Wallander onu aradı. Şu an başka biriyle görüştüğü söylenince ahizeyi çarparak yerine koydu. Kontrolünü nadiren kaybederdi ama şimdi o âna yakın olduğunu fark etti. Tekrar aradı, hâlâ meşguldü. Mona ilişkimizi bitirecek, diye düşündü. Helena’ya yeniden kur yapmaya başladığımı sanıyor. Ne söylediğimin bir önemi yok, nasıl olsa bana inanmayacak. Tekrar aradı, bu sefer ulaşabildi.
“Neden aramıştın beni?”
“Bu kadar tatsız konuşmak zorunda mısın? Aslında sana yardım etmeye çalışıyordum.”
Cevap verirken sesi yine buz gibiydi.
“Gerçekten Mona’yı araman gerekli miydi?”
“Artık seninle ilgilenmediğimi biliyor.”
“İnanır mı sence? Mona’yı tanımıyorsun.”
“Telefon numaranı bulmaya çalıştığım için özür dilemeyeceğim.”
“Neden aradın?”
“Kaptan Verke’den bazı bilgiler aldım. Hatırlıyor musun? Burada eski bir denizci kaptanımız olduğunu söylemiştim.”
Wallander hatırlamıştı.
“Önümde bazı kayıtlar var, son on yıldır İsveç gemilerine çalışan denizci ve mühendislerin listesi. Tahmin edebileceğin gibi, oldukça fazla insan var. Bu arada, bahsettiğin adamın sadece İsveç’e kayıtlı gemilerde görev yaptığından emin misin?”
“Hiçbir şeyden emin değilim,” dedi Wallander.
“Listeyi buradan alabilirsin,” dedi. “Zamanın olduğunda. Ama tüm öğleden sonra toplantıda olacağım.”
Wallander erken geleceğine söz verip telefonu kapattı ve şimdi yapması gerekenin Mona’yı arayıp durumu açıklamak olduğunu düşündü. Ama aramadı, sadece cesaret edemedi.
Sekize on vardı. Paltosunu giydi.
Bütün gün devriye gezeceğini düşününce iyice umutsuzluğa kapıldı. Telefon tekrar çaldığında evden çıkmak üzereydi. Mona, diye düşündü. Kesin tüm öfkesini kusmak için arıyordur. Derin bir nefes aldı ve ahizeyi kaldırdı.
Arayan Hemberg’di.
“Miden ne âlemde?”
“Şimdi emniyete gidiyordum.”
“İyi. Gel de bana uğra. Lohman’la konuştum. Ne de olsa daha fazla konuşmamız gereken bir tanıksın. Yani bugün devriyen yok. Hatta uyuşturucu satılan mahallelere yapılan baskınlara da katılman gerekmeyecek.”
“Yola çıkıyorum,” dedi Wallander.
“Saat onda gel. Arlöv’deki cinayet hakkında planladığımız bir toplantıya katılabileceğini düşündüm.”
Konuşma bitmişti. Wallander saatine baktı. Nakliye şirketinde kendisini bekleyen listeyi almak için zamanı vardı. Mutfak duvarındaki Rosengård’a giden otobüs seferlerini yazan programa baktı. Acele ederse otobüsü yakalayabilirdi.
Dış kapıdan çıktığında Mona’yla karşılaştı. Bunu beklemiyordu. Ne olacağı konusunda da bir fikri yoktu. Üzerine doğru gelip sol yanağına bir tokat attı. Sonra arkasını dönüp uzaklaştı.
Wallander o kadar şaşırmıştı ki hiçbir tepki veremedi. Yanağı yanıyordu. Arabasının kapısını açan bir adam da merakla onlara bakıyordu.
Mona çoktan gitmişti. Yavaşça otobüs durağına yürümeye başladı. Artık midesinde bir düğüm vardı. Bu kadar sert tepki vereceği hiç aklına gelmemişti.
Otobüs geldi. Wallander, Merkez İstasyon’a giden otobüse bindi. Sis dağılmıştı ama hava bulutluydu. Sabah çiseleyen yağmur hız kesmeden devam ediyordu. Otobüste oturduğunda kafası tamamen boştu. Dün geceki olaylar silikleşmişti. Sandalyesinde ölü oturan kadın sanki hayal gibiydi. Gerçek olan tek şey Mona’nın hiç tereddüt etmeden ona vurup, sonra tek kelime etmeden çekip gitmiş olmasıydı.
Onunla konuşmalıyım, diye düşündü. Şimdi değil, hâlâ üzgünken olmaz, bu gece ama sonra.
Otobüsten indi. Yanağı hâlâ acıyordu. Tokat çok sertti. Bir vitrinden yüzüne baktı. Yanağındaki kızarıklık oldukça belirgindi.
Oyalandı, ne yapması gerektiği konusunda kafası karışmıştı. Lars Andersson’la bir an önce konuşması gerektiğini düşündü. Yardım ettiği için ona teşekkür edip neler olduğunu açıklamalıydı.
Sonra aklına babasının Löderup’taki hiç görmediği evi geldi. Ardından çocukluk evini düşündü.
Yürümeye başladı. Malmö şehir merkezinde bir kaldırımda hareketsiz dikilmenin hiçbir şeye faydası yoktu.
Wallander, Helena’nın danışmaya bıraktığı büyük zarfı aldı.
“Onunla konuşmam gerek,” dedi danışmadaki görevliye.
“Meşgul,” cevabını verdi görevli. “Benden sana bunu vermemi istedi.”
Wallander, Helena’nın muhtemelen sabahki konuşmadan dolayı kızgın olduğunu ve onu görmek istemediğini düşündü. Bunu anlaması çok zor değildi.
Wallander emniyete geldiğinde dokuzu beş dakikadan fazla geçmemişti. Odasına gittiğinde kimsenin onu beklemediğini gördü. Sabah olanları bir kez daha düşündü. Mona’nın çalıştığı kuaförü arasa, konuşmak için zamanı olmadığını söylerdi kesin. Geceye kadar beklemesi gerekecekti.
Zarfı açtı ve Helena’nın ortaya çıkarmayı başardığı çeşitli nakliye şirketlerinin isim listelerinin ne kadar uzun olduğuna şaşırdı. Artur Hålén’in adını aradı ama yoktu. Gördüğü en yakın isimler, çoğunlukla Gränges nakliye hattında çalışan Håle adında bir denizci ve Johnson hattında çalışan Hallén adında bir baş mühendisti. Wallander kâğıt yığınını kenara itti. Önündeki kayıtlar tamsa, bu Hålén’in İsveç ticaret filosuna kayıtlı hiçbir gemide çalışmadığı anlamına geliyordu. O zaman onu bulmak neredeyse imkânsız olurdu. Wallander birden ne yapacağını artık bilemedi. Aradığı şey neydi ki?
Listeleri gözden geçirmesi neredeyse kırk beş dakikasını almıştı. Ayağa kalktı ve bir üst kata çıktı. Koridorda amiri Lohman’la çarpıştı.
“Bugün Hemberg’le birlikte olman gerekmiyor muydu?”
“Gidiyordum.”
“Her neyse, Arlöv’de ne yapıyordun?”
“Uzun hikâye, Hemberg’le bu yüzden görüşecektim zaten.”
Lohman başını salladı ve aceleyle devam etti. Wallander, meslektaşlarının o gün uğraşmak zorunda kalacağı uyuşturucu dolu kasvetli ve iç karartıcı mahallelere gitmek zorunda kalmadığı için rahatladı.
Hemberg odasında oturmuş bazı kâğıtları karıştırıyordu. Her zamanki gibi ayaklarını masaya uzatmıştı. Wallander kapıda göründüğünde başını kaldırdı.
“Ne oldu sana?” diye sordu Hemberg yanağını işaret ederek.
“Kapıya çarptım,” dedi Wallander.
“Tam da istismara uğrayan kadınların eşlerini ele vermemek için söyledikleri gibi,” dedi Hemberg neşeyle ve koltuğuna kuruldu.
Wallander anladığını hissetti. Hemberg’in gerçekte ne düşündüğünü anlaması gittikçe zorlaşıyordu. Hemberg, karşısındakini sürekli kelimelerin ardındaki anlamı aramaya iten iki taraflı bir dile sahip gibi görünüyordu.
“Hâlâ Jörne’den kesin sonuçlar bekliyoruz,” dedi Hemberg. “Biraz zaman alacak. Kadının tam olarak ne zaman öldüğünü öğrenmediğimiz sürece, Hålén’in onu öldürüp sonra eve gittiğini, ardından pişmanlık ya da korkudan kendini vurduğu varsayımına devam edemeyiz.”
Hemberg kâğıtlarını kolunun altına sıkıştırmış, ayakta duruyordu. Wallander koridorun sonundaki bir toplantı odasına kadar onu takip etti. Wallander’e düşmanca bakan Stefansson’un da aralarında bulunduğu birkaç polis oradaydı. Sjunnesson dişlerini karıştırıyor ve kimseye bakmıyordu. Wallander’in tanıdığı iki adam daha vardı. Birinin adı Hörner, diğerinin adı Mattsson’du. Hemberg masanın başına oturup Wallander’e bir sandalye gösterdi.
“Devriye ekibi şimdi de bize mi yardım ediyor?” dedi Stefansson. “Şu lanet olası protestocularla yeterince ilgilenmiyorlar mı?”
“Devriye ekibinin olayla hiçbir ilgisi yok,” dedi Hemberg. “Ama o kadını Arlöv’de bulan kişi Wallander. Bu kadar basit.”
Wallander’in varlığından sadece Stefansson hoşlanmamış gibiydi. Diğerleri nazikçe başını salladı. Wallander’e fazladan bir kişi olduğu için mutlu oldukları izlenimini verdi. Sjunnesson dişlerinin arasından kürdanı çıkardı. Görünüşe göre bu, Hemberg’in başlayabileceğinin işaretiydi. Wallander soruşturma ekibinin konuyu ele alışındaki yöntemsel yaklaşıma dikkat etti. Mevcut bilgilerden yola çıktılar ama aynı zamanda, olaya çeşitli açılardan bakabilmek için kendilerine zaman tanıdılar. Özellikle de Hemberg. Alexandra Batista neden öldürüldü? Hålén’le ne bağlantısı olabilir? Başka ipucu var mı?
“Hålén’in midesindeki değerli taşlar,” dedi toplantının sonuna doğru Hemberg. “Bir kuyumcu bunların yaklaşık 150.000 kron değerinde olduğunu söyledi. Başka bir deyişle, çok para. Burada bunun çok daha azı için de adam öldürüyorlar.”
“Birkaç yıl önce taksi şoförünün kafasına demir boruyla vurmuştu biri,” dedi Sjunnesson. “Cüzdanında yirmi iki kron vardı.”
Hemberg masanın etrafına baktı.
“Komşular?” diye sordu. “Bir şey gören ya da duyan var mı?”
Mattsson notlarına göz attı.
“Gören olmamış,” dedi. “Batista izole bir hayat yaşıyormuş. Market alışverişi dışında nadiren dışarı çıkarmış. Misafiri de pek olmazmış.”
“Biri Hålén’in geldiğini görmüş olmalı?” diye itiraz etti Hemberg.
“Görünüşe göre gören yok ve en yakın komşuları tam bir İsveç vatandaşı. Yani son derecede meraklılar.”
“Onu en son ne zaman görmüşler?”
“Bu konuda farklı görüşler var. Ancak aldığım notlara göre, bunun birkaç gün önce olduğu sonucuna varılabilir. Net olmayan şey, iki gün mü üç gün mü olduğu.”
“Nasıl geçiniyormuş?”
Sonra sıra Hörner’e geldi.
“Pek bir geliri yokmuş gibi görünüyor,” dedi. “Kaynağı kısmen belirsiz diyebiliriz. Brezilya’da şubeleri bulunan bir Portekiz bankası. Bankalardan bilgi almak hep zaman alır. Ama orada çalışmamış. Giysi dolabının, buzdolabının ve kilerinin içindekilere bakılırsa, çok lüks bir hayatı yokmuş.”
“Ya evi?”
“Kredi borcu yok. Eski kocası nakit ödeyerek almış.”
“Kocası?”
“Ölmüş,” dedi Stefansson. “Birkaç yıl önce ölmüş. Karlskoga’ya gömmüşler. Yeniden evlenmiş. Dul eşiyle konuştum ve ne yazık ki biraz utanç vericiydi. Alexandra Batista’yla bir zamanlar birlikte olduğundan haberi olmadığını çok geç anladım. Ama Batista’dan çocuğu yokmuş gibi görünüyor.”
“Olabilir,” dedi Hemberg ve Sjunnesson’a döndü.
“Araştırmaya devam ediyoruz,” dedi. “Bardaklarda farklı parmak izleri var. İçinde kırmızı şarap varmış sanırım. İspanyol şarabı bence. Mutfaktaki boş bir şişeyle eşleştirmeye çalışıyoruz. Kayıtlarımızdaki parmak izleriyle eşleşme var mı diye kontrol ediyoruz. Sonra da Hålén’inkiyle karşılaştıracağız tabii.”
“Interpol kayıtlarında da olabilir,” dedi Hemberg. “Onlardan haber almamız biraz zaman alabilir.”
“Adamı içeri aldığını varsayabiliriz,” diye devam etti Sjunnesson. “Pencerelerde veya kapılarda zorla girildiğine dair herhangi bir iz yoktu. Adamda anahtar da olabilir. Ama buna uyan bir yakını yok. Arkadaşımız Wallander’in bize bildirdiği gibi balkon kapısı açıktı. Batista’nın kedisi ya da köpeği olmadığı için gece hava almaları için açık bırakıldığını düşünemeyiz. Öyle olsaydı Batista’nın herhangi bir şey olacağından korkmadığı veya beklemediği anlamına da gelirdi. Aksi hâlde fail bu kapıdan çıkmış demektir. Evin arkası meraklı gözlerden daha fazla korunuyor.”
“Başka kanıt var mı?” dedi Hemberg.
“Sıra dışı bir şey yok.”
Hemberg önüne serilen kâğıtları itti.
“O zaman yapabileceğimiz tek şey devam etmek,” dedi. “Adli tabibin acele etmesi gerekecek. Öncelikle Hålén’in cinayetle bağlantılı olup olmadığını anlamamız gerek. Şahsen ben öyle olduğunu düşünüyorum. Ancak komşularla konuşmaya devam etmeli ve arka planı didiklemeliyiz.”
Sonra Hemberg, Wallander’e döndü.
“Ekleyeceğin bir şey var mı? Ne de olsa onu sen buldun.”
Wallander başını salladı ve ağzının kuru olduğunu fark etti.
“Bir şey yok mu?”
“Üzerinde durulması gereken başka bir şey fark etmedim.”
Hemberg parmaklarını masanın üzerine vurdu.
“O zaman burada daha fazla oturmamıza gerek yok,” dedi. “Öğle yemeğinde ne olduğunu bilen var mı?”
“Ringa,” dedi Hörner. “Genelde iyi çıkıyor.”
Hemberg, Wallander’den öğle yemeğinde kendisine eşlik etmesini istedi ama Wallander reddetti, iştahı kaçmıştı. Düşünmek için yalnız kalması gerekiyordu. Ceketini almak için odasına gitti. Pencereden yağmurun durduğunu görebiliyordu. Tam odasından çıkmak üzereyken devriye ekibinden bir meslektaşı içeri girip polis şapkasını masalardan birine fırlattı.
“Lanet olsun,” diyerek bir koltuğa yavaşça oturdu.
Adı Jörgen Berglund’du ve Landskrona’nın dışındaki bir çiftlikten geliyordu. Wallander bazen onun lehçesini anlamakta güçlük çekiyordu.
“İki bloğu temizledik,” dedi. “Birinde, haftalardır kayıp olan on üç yaşındaki kaçak kızları bulduk. İçlerinden biri o kadar kötü kokuyordu ki burnumuzu tutmak zorunda kaldık. Bir diğeri tam kaldıracağımız sırada Persson’u bacağından ısırdı. Neler oluyor bu ülkeye? Sen neden yoktun?”
“Hemberg çağırdı,” dedi Wallander. İsveç’te olanlarla ilgili yorumuna ise verecek cevabı yoktu.
Paltosunu alıp çıktı. Danışmada, telefonlara bakan kızlardan biri durdurdu.
“Bir mesajın var,” diyerek cam bölmeden ona bir not verdi. Üzerinde bir telefon numarası vardı.
“Bu nedir?” diye sordu.
“Birisi aradı ve uzaktan bir akrabanız olduğunu söyledi. Onu hatırlayacağından bile emin değildi.”
“Adının ne olduğunu söylemedi mi?”
“Hayır, ama yaşlı gibiydi.”
Wallander telefon numarasını inceledi. Bir alan kodu vardı: 0411. Bu doğru olamaz, diye düşündü. Babam arayıp kendisini uzaktan bir akraba olarak tanıtıyor, hatta hatırlayamayacağım biri olarak.
“Löderup nerede?” diye sordu.
“Sanırım orası Ystad emniyetinin bölgesi.”
“Polis bölgesini sormuyorum. Nerenin alan kodu?”
“Ystad.”
Wallander notu cebine koyup çıktı. Arabası olsaydı, doğrudan Löderup’a gider ve babasına bu cümleyle ne demek istediğini sorardı. Cevabını alınca da hak ettiği karşılığı verirdi. Bu noktadan sonra da bir daha görüşmeyeceklerini söylerdi. Artık ne poker akşamları ne de telefon görüşmeleri olurdu. Wallander çok uzak olmadığını umduğu cenaze törenine geleceğine de söz verirdi. Ve tüm söylemek istediklerini söylemiş olurdu. Wallander, Fiskehamns Caddesi boyunca yürüdü. Sonra Slotts Caddesi’ne döndü ve Kungs Parkı’na devam etti. İki sorunum var, diye düşündü. En büyüğü ve en önemlisi Mona. Diğeri babam. Her iki sorunu da en kısa sürede çözmeliyim.
Bir banka oturup su birikintisi içinde yıkanan gri serçeleri izledi. Sarhoş bir adam çalıların arkasında uyuyordu. Aslında onu kaldırmalıyım, diye düşündü Wallander. Banka oturtmalı ya da buradan uzaklaşıp başka bir yerde uymasını istemeliyim. Ama şimdi onunla uğraşamam. Olduğu yerde kalabilir.
Banktan kalkıp yürümeye devam etti. Parktan ayrılıp Regements Caddesi’ne çıktı. Hâlâ aç hissetmiyordu. Buna rağmen, Gustav Adolf Meydanı’ndaki bir sosisli sandviç tezgâhında durup sosisli aldı. Sonra emniyete döndü.
Bir buçuktu. Hemberg müsait değildi. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Öğleden sonra yapması gereken iş için Lohman’la konuşmalıydı. Ama yapmadı. Bunun yerine Helena’nın ona verdiği listeleri çıkardı. Yine isimlere göz attı. Yüzlerini canlandırmaya, yaşamlarını hayal etmeye çalıştı. Denizciler ve mühendisler. Doğum bilgileri kenarlara not edilmişti. Wallander listeleri tekrar bıraktı. Koridordan alaycı bir kahkahayı andıran bir ses duydu.
Wallander, Hålén’i düşünmeye çalıştı. Komşusu, bahis kuponları yapıyor, fazladan bir kilit taktırıyor ve ardından kendini vuruyor. Her şey Hemberg’in teorisine işaret ediyordu. Hålén nedense Alexandra Batista’yı öldürmüş, sonra da kendi canına kıymıştı.
Wallander’in düşüncesi buydu. Hemberg’in teorisi mantıklı ve açıktı. Yine de Wallander içinin boş olduğunu düşündü. Dışarıdan bakınca uyuyordu ama ya içeriden bakınca? Hâlâ çok bulanıktı. En azından, bu fikir Wallander’in komşusu hakkındaki izlenimine pek uymuyordu. Wallander onda asla şiddet ya da tutku namına bir şey görmemişti.
Elbette en çekingen insan bile belirli koşullar altında öfke ve şiddet patlaması yaşayabilirdi. Ama Hålén’in muhtemelen ilişkisi olduğu bir kadının canına kıydığını düşünmek gerçekten mantıklı mıydı?
Bir şeyler eksik, diye düşündü Wallander. Bu iddianın altı boş.
Daha derin düşünmeye çalıştı ama bir yere varamadı. Dalgın dalgın masadaki listelere baktı. Bu düşüncenin nereden geldiğini bilmeden, aniden kenarlardaki tüm doğum bilgilerine bakmaya başladı. Hålén kaç yaşındaydı? 1898’de doğduğunu hatırladı. Ama hangi tarihte? Wallander danışmayı aradı ve Stefansson’a bağlamasını istedi. İlk çalışında telefonu açtı.
“Ben Wallander. Merak ettim de, Hålén’in doğum tarihi elinizde var mı?”
“Doğum gününü mü kutlamayı planlıyorsun?”
Benden hoşlanmıyor, diye düşündü Wallander. Ama zamanla ona, ondan çok daha iyi bir polis olduğumu göstereceğim.
“Hemberg bir şeyi araştırmamı istedi,” diye yalan söyledi Wallander.
Stefansson ahizeyi bıraktı. Wallander kâğıtları karıştırdığını duyabiliyordu.
“17 Eylül 1898,” dedi Stefansson. “Başka bir şey?”
“Başka bir şey yok,” dedi Wallander ve telefonu kapattı.
Sonra listeleri tekrar gözden geçirdi.
Üçüncü sayfada, bilinçli olarak aramadığı şeyi bulmuştu. 17 Eylül 1898 doğumlu bir mühendis. Anders Hansson. Wallander, Artur Hålén’le baş harfleri aynı, diye düşündü.
Aynı gün doğmuş başka kimse olup olmadığına bakmak için geri kalan tarihleri gözden geçirdi. 19 Eylül 1901 doğumlu bir denizci buldu. En yakını buydu. Wallander telefon rehberini çıkarıp kendi bölgesinin kilise numarasına baktı. Hålén ile aynı binada yaşadıklarından, aynı kiliseye kayıtlı olmaları gerekirdi. Numarayı çevirip bekledi. Bir kadın cevap verdi. Wallander kendisini komiser olarak tanıtmaya devam edebileceğini düşündü.
“Adım Wallander, Malmö emniyetinden arıyorum,” diye başladı. “Birkaç gün önceki bir cinayetle ilgili aramıştım. Cinayet masasından arıyorum.”
Hålén’in adını, adresini ve doğum tarihini verdi.
“Ne bilmek istiyorsunuz?” diye sordu kadın.
“Hålén’in daha önce farklı bir isim kullanıp kullanmadığına dair herhangi bir bilgi.”
“Soyadını değiştirmek gibi mi demek istiyorsunuz?”
Lanet olsun, diye düşündü Wallander. İnsanlar ilk isimlerini değiştirmezler, sadece soyadlarını.
“Bir bakayım,” dedi kadın.
Wallander yanlış yaptığını düşündü. Yeterince düşünmeden harekete geçtim.
Kapatsam mı acaba diye düşündü. Ama kadın aramanın kesildiğini düşünüp merak edebilirdi, sonra da emniyeti arayıp onu isterdi. Bekledi. Kadının tekrar konuşması uzun zaman aldı.
“Ölümüyle ilgili kayıt işlemleri yapılıyor,” dedi. “Bu yüzden biraz uzun sürdü. Ama haklıymışsınız.”
Wallander oturdu.
“Adı daha önce Hansson’muş. 1962’de adını değiştirmiş.”
Doğru, diye düşündü Wallander. Ama yine de yanlış.
“İlk ismi neymiş?”
“Anders.”
“Artur olmalıydı.”
Sürpriz gibi bir cevap geldi.
“Öyleymiş. Bu isimleri seven ya da anlaşamayan ebeveynleri olmalı. Adı Anders Erik Artur Hansson’muş.”
Wallander nefesini tuttu.
“Yardımınız için çok teşekkür ederim.”
Arama sona erdiğinde Wallander, Hemberg’le bağlantı kurmak için sabırsızlanıyordu ama olduğu yerde kaldı. Edindiği bu bilginin ne kadar değerli olup olmadığından emin değildi. Bunu bizzat takip edeceğim, diye karar verdi. Bir yere varmıyorsa kimsenin bilmesine gerek yok.
Wallander not defterini çıkarıp bir özet çıkarmaya başladı. Gerçekten ne biliyordu? Artur Hålén adını yedi yıl önce değiştirmişti. Linnea Almquist bir keresinde Hålén’in 1960’ların başında taşındığını söylemişti. Bunlar uyuyordu. Wallander sonunda elinde kalemle oturuyordu. Sonra kiliseyi tekrar aradı. Aynı kadın cevap verdi.
“Size bir şey sormayı unuttum,” diye özür diledi Wallander. “Hålén’in Rosengård’a ne zaman taşındığını bilmem gerekiyor.”
“Hansson’u kastediyorsunuz,” dedi kadın. “Gidip bakayım.”
Bu sefer çok daha hızlıydı.
“1 Ocak 1962’de taşındığı yazıyor.”
“Daha önce nerede yaşıyormuş?”
“Bilmiyorum.”
“Bu bilginin sizde mevcut olduğunu sanıyordum?”
“Yurt dışı olarak kayıt altına alınmış. Nerede olduğu hakkında bilgi yok.”
Wallander ahizede başıyla onayladı.
“O zaman tamam. Sizi bir daha rahatsız etmeyeceğim.”
Notlarına döndü. Hansson, 1962’de bilinmeyen bir yabancı yerden Malmö’ye taşınır ve aynı zamanda adını değiştirir. Birkaç yıl sonra Arlöv’de bir kadınla ilişkiye başlar. Birbirlerini daha önceden tanıyorlar mıydı, bilmiyorum. Birkaç yıl sonra da kadın öldürüldü ve Hålén intihar etti. Bunun hangi sırayla gerçekleştiği net değil. Ama Hålén kendini öldürdü. Bir bahis kuponu yaptıktan ve kapısına fazladan bir kilit taktırdıktan sonra. Tabii bir de birkaç değerli taşı yuttuktan sonra.
Wallander yüzünü ekşitti. Nasıl devam etmesi gerektiğini bulamamıştı. Bir insan neden adını değiştirir, diye düşündü. Kendini görünmez kılmak için mi? Hiç bulunmak istemediği için mi? Kimse geçmişini veya kim olduğunu öğrenmesin diye mi?
Sen kimsin ya da neydin?
Wallander bunu düşündü. Hålén’i kimse tanımıyordu. Bir münzeviydi. Ancak Anders Hansson adında bir adamı tanıyan insanlar olabilirdi. Peki onları nasıl bulacaktı?
O anda, bir önceki yıl yaşadığı ve bir çözüm bulmasına yardımcı olabilecek bir şey hatırladı. Vapur iskelesinin yanında sarhoşlar arasında kavga çıkmıştı. Wallander anonsa yanıt verip kavgayı ayırmaya giden devriyelerden biriydi. Kavgaya karışanlardan biri Holger Jespersen adında Danimarkalı bir denizciydi. Wallander istemeyerek de olsa kavgaya sürüklendiği izlenimini edinmiş ve üstlerine de bunu anlatmıştı. Jespersen’in hiçbir şey yapmadığı ve diğerleri yakalanırken kavgayı çıkaran adamın serbest kalmasına izin verildiği konusunda ısrar etmişti. Daha sonra Wallander her şeyi unutmuştu.
Ancak birkaç hafta sonra Jespersen aniden Rosengård’daki kapısının önünde belirmiş, yardımlarından dolayı teşekkür etmek için ona bir şişe Danimarka aquaviti vermişti. Wallander, Jespersen’in onu nasıl bulduğunu asla bulamamıştı. Ama onu içeri davet etmişti. Jespersen’in alkolle sorunları vardı ama sadece zaman zaman. Genellikle çeşitli gemilerde mühendis olarak çalışırdı. İyi bir hikâye anlatıcısıydı ve son elli yılın tüm Kuzeyli denizcilerini tanıyor gibiydi. Jespersen denizde değilse eğer akşamlarını genellikle Nyhavn’da bir barda geçirdiğini söylemişti. Ayık olduğu zamanlarda hep kahve içerdi. Aksi takdirde bira içerdi ama hep aynı yerde.
Wallander şimdi onu düşünmeye başladı. Jespersen bilir, diye düşündü. Bilmiyorsa bile bir tavsiyede bulunabilirdi.
Wallander kararını çoktan vermişti. Jespersen’in Kopenhag’da olduğunu ve içki alemlerinden birinin ortasında olmadığını umdu. Saat henüz üç olmamıştı. Wallander günün geri kalanında Kopenhag’a gidip geri dönebilirdi. Emniyetteki yokluğu fark edilmiyor gibiydi. Ama geniş boğazı geçmeden önce bir telefon görüşmesi yapması gerekiyordu. Sanki Kopenhag’a gitme kararı ona gerekli cesareti vermiş gibiydi. Mona’nın çalıştığı kuaförün numarasını çevirdi.
Telefona cevap veren dükkânın sahibi, Karin adında bir kadındı. Wallander onunla birkaç kez karşılaşmıştı. Sırnaşık ve her şeye burnunu sokan biri olduğunu düşünmüştü ama Mona iyi bir patron olduğunu söylüyordu. Ona kendini tanıtıp Mona’ya bir mesaj iletmesini istedi.
“Onunla kendin konuşabilirsin,” dedi Karin. “Elimde iş var, çalışıyorum.”
“Bir toplantıdayım,” dedi Wallander, meşgul olduğu izlenimini vererek. “Onu bu gece saat onda arayacağımı söyleyin yeter.”
Karin mesajı ileteceğine söz verdi.
Daha sonra Wallander bu kısa konuşma sırasında terlediğini fark etti, yine de başardığı için mutluydu.
Sonra emniyetten ayrılıp saat üçte kalkan deniz otobüsünü yakalamayı başardı. Bu yılın başlarında sık sık Kopenhag’a gitmişti. Başlarda yalnız gitmişti, sonra da Mona’yla gitmeye başlamıştı. Malmö’den çok daha büyük olan bu şehri seviyordu. Bazen merak ettiği bir opera sahnelendiğinde Det Kongelige Tiyatrosu’na da giderdi.
Deniz otobüslerinden pek hoşlanmıyordu. Yolculuk çok hızlı geçiyordu. Eski feribotlar ona İsveç’le Danimarka arasında gerçekten uzun bir mesafe olduğu hissini daha çok veriyordu, boğazı geçtiğinde yurt dışına seyahat ettiğini hissediyordu. Kahvesini içerken camdan dışarı baktı. Bir gün muhtemelen buraya bir köprü yapacaklar, diye düşündü. Ama büyük ihtimalle o günleri görecek kadar yaşayamayacağım.
Wallander, Kopenhag’a vardığında hava yeniden çiselemeye başlamıştı. Tekneyle Nyhavn’a geçti. Jespersen her zaman takıldığı meyhanenin nerede olduğunu söylemişti. Wallander yarı karanlığa adımını atarken biraz heyecanlanmıştı. Dörde çeyrek vardı. Loş mekâna baktı, birkaç müşteri masalara dağılmış, bira içiyordu.
Bir yerden bir radyo sesi açıldı. Yoksa pikap mıydı? Danimarkalı bir kadın çok duygusal görünen bir şarkı söylüyordu. Wallander, Jespersen’i masalarda göremedi. Barmen bir gazeteyi tezgâhın üzerine yaymış, bulmaca çözüyordu. Wallander yaklaşınca başını kaldırdı.
“Bir bira,” dedi Wallander.
Adam bir Tuborg verdi.
“Jespersen’i arıyorum,” dedi Wallander.
“Holger? Bir saatten önce gelmez.”
“Denizde değil mi yani?”
Barmen gülümsedi.
“Öyle olsaydı, bir saat içinde gelemezdi, değil mi? Genelde beş civarında gelir.”
Wallander bir masaya oturup bekledi. Duygusal kadın sesinin yerini şimdi yine aynı duygusallıkta bir erkek sesi almıştı. Jespersen beş civarında gelirse Wallander, Mona’ya söz verdiği saatten önce sorun yaşamadan Malmö’ye dönmüş olurdu. Şimdi ne söyleyeceğini düşünmeye çalıştı. Yediği tokatı hâlâ kabullenemiyordu. Helena’yla neden iletişim kurduğunu söyleyecekti. Söylediklerine inanana kadar da pes etmeyecekti.
Masalardan birinde bir adam uyuyakalmıştı. Barmen hâlâ bulmacayla uğraşıyordu. Zaman yavaş geçiyordu. Arada sırada kapı açılıyor ve bir an için içeri gün ışığı giriyordu. Biri geldi ve birkaç kişi gitti. Wallander saatine baktı, beşe on var. Hâlâ Jespersen yoktu. Acıktı, bir tabakta birkaç dilim sosis ve bir Tuborg sipariş etti. Wallander, barmenin bir saat önce bara geldiği zamankiyle aynı kelime üzerinde kafa yorduğu hissine kapıldı.
Saat beş oldu, Jespersen hâlâ yoktu. Gelmeyecek, diye düşündü Wallander. Adamın yoldan çıkıp içkiye başladığı günü buldum.
Kapıdan içeri iki kadın girdi. İçlerinden biri bir schnapps isteyip bir masaya oturdu. Diğeri tezgâhın arkasına geçti. Barmen gazetesini bırakıp raflara dizilmiş şişeleri karıştırmaya başladı. Görünüşe göre kadın orada çalışıyordu. Şimdi saat beşi yirmi geçiyordu. Kapı açıldı, kot ceket giymiş ve şapka takmış Jespersen içeri girdi. Doğruca tezgâha yürüyüp selam verdi. Barmen ona hemen bir fincan kahve koydu ve Wallander’in masasını işaret etti. Jespersen kupasını aldı, Wallander’i görünce gülümsedi.
“Hiç beklemiyordum,” dedi bozuk bir İsveççeyle. “Kopenhag’da bir İsveçli polis memuru.”
“Memur değil,” dedi Wallander. “Cinayet polisi.”
“Aynı şey değil mi?”
Jespersen sessizce gülerek kahvesine dört şeker attı.
“Her hâlükârda bir ziyaretçinin gelmesi güzel,” dedi. “Buraya gelen herkesi tanıyorum. Ne içeceklerini, ne söyleyeceklerini biliyorum. Onlar da benim hakkımda aynı şeyleri biliyor. Bazen neden başka bir yere gitmediğimi ben de düşünüyorum ama cesaret edebileceğimi sanmıyorum.”
“Neden?”
“Belki biri arkamdan duymak istemeyeceğim bir şey söyler.”
Wallander, Jespersen’in söylediklerini tam olarak anladığından emin değildi. Bir yandan İsveççe-Danca arası bir dil kullanması, diğer yandan da açıklamaları biraz belirsizdi.
“Seni görmeye geldim,” dedi Wallander. “Bana yardım edebileceğini düşündüm.”
“Başka bir polis olsaydı cehenneme gitmesini söylerdim,” diye yanıtladı Jespersen neşeyle. “Ama sen farklısın. Öğrenmek istediğin nedir?”
Wallander olanları anlattı.
“Hem Anders Hansson hem de Artur Hålén adında bir denizci,” diye bitirdi. “Ayrıca mühendis olarak da çalışmış.”
“Hangi hatta?”
“Sahlén.”
Jespersen yavaşça başını salladı.
“Adını değiştiren biri olsaydı duyardım,” dedi. “Her zaman olan bir şey değil bu.”
Wallander, Hålén’in görünüşünü tarif etmeye çalıştı. Bir yandan da seyir defterlerinde gördüğü fotoğrafları düşünüyordu, değişmişti. Belki de Hålén ismini değiştirirken bilerek görünüşünü de değiştirmişti?
“Ekleyebileceğin başka bir şey var mı?” dedi Jespersen. “Bir denizci ve mühendis, bu şekliyle alışılmadık bir kombinasyon gibi duruyor. Hangi limanlara yelken açmış? Hangi tür gemilerde çalışmış?”
“Sanırım Brezilya’ya birkaç kez gitmiş,” dedi Wallander tereddütle. “Elbette Rio de Janeiro’ya ve aynı zamanda São Luis adında bir yere de.”
“Kuzey Brezilya,” dedi Jespersen. “Oraya daha önce gitmiştim. Kıyıdan uzakta, Casa Grande adında zarif bir otelde kalmıştım.”
“Söyleyecek başka bir şeyim olduğunu sanmıyorum,” dedi Wallander.
Jespersen kahvesine birkaç küp şeker daha atarken Wallander’i inceledi.
“Onu tanıyan biri mi? Bilmek istediğin bu mu? Anders Hansson’u tanıyan biri veya Artur Hålén’i?”
Wallander başını salladı.
“Öyleyse şimdilik bunlarla yetineceğiz,” dedi Jespersen. “Ben etrafa sorduracağım, hem burada hem de Malmö’de. Şimdi bir şeyler yemeye gidelim.”
Wallander saatine baktı. Beş buçuk, acele etmeye gerek yoktu. Eğer sekiz buçuktaki deniz otobüsüyle Malmö’ye dönerse, Mona’yı aramak için eve zamanında varmış olurdu. Ayrıca yine acıkmıştı. Sosis yeterli gelmemişti.
“Midye,” dedi Jespersen ve ayağa kalktı. “Bir şeyler atıştırmak için Anne-Birte’ye gidiyoruz.”
Wallander hesabı ödedi. Jespersen çoktan sokağa çıktığı için Wallander onun da hesabını ödemek zorunda kaldı.
Anne-Birte, Nyhavn’ın aşağı kesiminde bulunuyordu. Erken olduğu için masa bulmakta sorun yaşamadılar. Midye, Wallander’in çok tercih ettiği bir şey değildi ama Jespersen’e ayak uydurdu. Wallander bira içmeye devam ederken, Jespersen yoğun bir limon aroması olan Citronvand’la devam etti.
“Şimdilik içkiye dokunmayacağım,” dedi. “Ama birkaç hafta sonra başlayacağım.”
Wallander, Jespersen’in denizcilik yıllarından kalma hikâyelerini dinlerken yemeğini yedi. Sekiz buçuktan kısa bir süre önce ayrılmaya hazırdılar.
Wallander, Jespersen’in hesabı kendisine bırakacağını tahmin ettiği için parasının yetmeyeceğinden endişelendi. Ama parası hesabı ödemeye yetti.
Restoranın dışında vedalaştılar.
“Bunu araştıracağım,” dedi Jespersen. “Seninle iletişime geçerim.”
Wallander feribotlara doğru yürüyüp sıraya girdi. Saat tam dokuzda yola çıktılar. Wallander gözlerini kapadı ve neredeyse ânında uyuyakaldı.
Etrafındaki her şeyin çok sessizleştiği gerçeğiyle uyandı. Deniz otobüsünün motorlarının kükremesi durmuştu. Şaşkınlıkla etrafına baktı. Danimarka ve İsveç arasında yarı yoldaydılar. Ardından deniz otobüsünün hoparlör sisteminden kaptanın anonsu geldi. Deniz otobüsünün motoru bozulmuştu ve Kopenhag’a geri çekilmesi gerekiyordu. Wallander yerinden fırlayıp kamarotlardan birine gemide telefon olup olmadığını sordu. Olumsuz cevap aldı.
“Kopenhag’a ne zaman varacağız?” diye sordu.
“Maalesef birkaç saat sürecek. Ancak bu arada sandviç ve içecek vereceğiz.”
“Sandviç istemiyorum,” dedi Wallander. “Telefon istiyorum.”
Ama ona yardım edebilecek kimse yoktu. Yanındaki yolcu tersleyerek, acil durumundayken geminin telsizinin kişisel aramalar için kullanılamayacağını söyledi.
Wallander tekrar yerine oturdu.
Deniz otobüsü bozuldu, bana inanmayacak, diye düşündü. Bu onun için bardağı taşıran son damla olacak. O zaman ilişkimiz de temelli bozulacak.
* * *
Wallander gece iki buçukta Malmö’ye ulaştı. Ancak gece yarısından sonra Kopenhag’a varmışlardı. O saatten sonra Mona’yı arama düşüncesinden çoktan vazgeçmişti. Malmö’ye ulaştığında sağanak vardı. Taksiye binmek için yeterli parası olmadığından Rosengård’a kadar tüm yolu yürümek zorunda kaldı. Kapıdan içeri adımını atar atmaz birden kendini çok kötü hissetti. Kustuktan sonra ateşi çıktı.
Ah şu midyeler, diye düşündü. Sakın kimse bana şimdi gerçekten midemi üşüttüğümü söylemesin.
Wallander gecenin geri kalanını yatak odasıyla banyo arasında mekik dokuyarak geçirdi. Aslında hastalığını atlattığını söylemek için emniyeti aramamıştı. Bu nedenle hâlâ hastalık iznindeydi. Şafak vakti nihayet birkaç saat uyumayı başardı. Ama dokuzda tekrar tuvalete koşmaya başladı. Tuvaletteyken ve kusarken Mona’yı arama düşüncesi aklından çıkmıştı. En iyi ihtimalle ona bir şey olduğunu, hasta olduğunu anlayacaktı. Ama telefon çalmadı. Bütün gün kimse ona ulaşmaya çalışmadı.
O akşam geç saatlerde kendini biraz daha iyi hissetmeye başladı ama o kadar hâlsizdi ki bir fincan çaydan başka bir şey yapmayı başaramadı. Tekrar uykuya dalmadan önce Jespersen’in ne durumda olduğunu merak etti. Midye yemeyi önerdiği için onun da hasta olmasını umdu.
Ertesi sabah haşlanmış yumurta yemeye çalıştı. Ama bu sadece tekrar tuvalete koşturmak zorunda kalmasına neden oldu. Günün geri kalanını yatakta geçirdi. Midesinin yavaş yavaş normale dönmeye başladığını hissediyordu.
Saat beşten biraz önce telefon çaldı. Arayan Hemberg’di.
“Seni arıyordum,” dedi.
“Yatıyorum, hastayım,” dedi Wallander.
“Mide üşütmesi mi?”
“Daha doğrusu midye.”
“Ah tabii, aklı başında kimse midye yemez?”
“Yedim, maalesef ve şimdi de bedelini ödüyorum.”
Hemberg konuyu değiştirdi.
“Jörne’nin işinin bittiğini söylemek için aradım,” dedi. “Düşündüğümüz gibi değilmiş. Hålén, Alexandra Batista boğulmadan önce kendini öldürmüş. Bu, başka bir deyişle, soruşturmayı başka bir yöne çevirmemiz gerektiği anlamına geliyor. Bilinmeyen bir suçlu var.”
“Belki sadece tesadüftür,” dedi Wallander.
“Batista’nın ölmesi ve Hålén’in kendini vurması mı? Midesinde değerli taşlarla mı? Başka birini buna ikna etmeye çalışabilirsin tabii ama eksik olan, bağlantı sadece. Daha anlaşılır olması için, iki kişilik bir dramanın birdenbire üçlüye dönüştüğünü söyleyebiliriz.”
Wallander, Hemberg’e Hålén’in isim değişikliğini anlatmak istedi ancak bir anda kusacağını hissedip izin isteyerek telefonu kapatmak istedi.
“Yarın kendini daha iyi hissedersen, bana uğrarsın,” dedi Hem-berg. “Çok sıvı tüket. İşe yarayan tek şey sıvı, unutma.”
Alelacele konuşmayı bitirip banyoya bir kez daha gittikten sonra Wallander yatağına döndü. O akşamı ve geceyi kimsesizler diyarında uyku, uyanıklık ve yarı uyku arasında bir yerde geçirdi. Midesi şimdi sakinleşmişti ama hâlâ çok yorgundu. Rüyasında Mona’yı görmüştü. Hemberg’in söylediklerini düşündü ama yataktan çıkacak enerjisi yoktu, ciddi ciddi düşünecek gücü kendinde bulamıyordu.
Sabah kendini daha iyi hissetti. Birkaç ekmek kızartıp bir fincan kahve yaptı. Midesi iyiydi. Kötü kokmaya başlayan dairesini havalandırdı. Yağmur bulutları gitmiş, hava ısınmıştı. Öğle arasında Wallander kuaförü aradı. Cevap veren yine Karin oldu.
“Mona’ya onu bu gece arayacağımı söyler misin?” dedi. “Hastaydım.”
“Haber veririm.”
Wallander, sesinde alaycılık olup olmadığına karar veremedi. Mona’nın kişisel hayatı hakkında pek konuştuğunu düşünmüyordu. En azından konuşmadığını umuyordu.
Wallander saat bire doğru emniyete gitmek için hazırlandı ama emin olmak için arayıp Hemberg’in yerinde olup olmadığını sordu. Onu yakalamaya ya da en azından nerede olabileceğine dair bilgi almaya yönelik birkaç başarısız girişimin ardından vazgeçti. Alışverişe gitmeye ve öğleden sonranın geri kalanında Mona’yla kolay olmayacak konuşmaya hazırlanmaya karar verdi.
Akşam yemeği için çorba yaptı. Sonra kanepeye uzanıp televizyon izledi. Yediyi biraz geçe kapı çaldı. Mona bir şeylerin ters gittiğini anlayıp gelmiştir, diye düşündü.
Ama kapıyı açtığında, Jespersen karşısında duruyordu.
“Sen ve lanet midyelerin,” dedi Wallander öfkeyle. “İki gündür hastayım.”
Jespersen ona merakla baktı.
“Bende bir şey yok,” dedi. “Midyelerde bir sorun olmadığına eminim.”
Wallander, akşam yemeği hakkında konuşmaya devam etmenin anlamsız olduğuna karar verdi. Jespersen’i içeri aldı. Mutfakta oturdular.
“Burada tuhaf bir şey kokuyor.”
“Neredeyse kırk saatini tuvalette geçirdiğinde böyle olabiliyor.”
Jespersen başını salladı.
“Başka bir şey olmalı,” dedi. “Anne-Birte’nin midyeleri değil.”
“Buraya geldiğine göre,” dedi Wallander. “Bana söyleyeceğin bir şey var demektir.”
“Biraz kahve iyi olurdu,” dedi Jespersen.
“Çıkıyordum, üzgünüm. Her neyse, geleceğini bilmiyordum.”
Jespersen başını salladı. Alınmamıştı.
“Midyeler kesinlikle karın ağrısı yapabilir ama bence seni endişelendiren başka bir şey var.”
Wallander şaşırmıştı. Jespersen onun içini görmüştü, acının tam merkezinde Mona vardı.
“Haklı olabilirsin,” dedi. “Ama konuşmak istediğim bir şey değil.”
Jespersen ellerini kaldırıp teslim oldu.
“Buraya kadar geldiğine göre bana söyleyeceğin bir şeyler olmalı,” diye tekrarladı Wallander.
“Başkanınız Bay Palme’ye ne kadar saygı duyduğumu daha önce söylemiş miydim?”
“Başkan değil, daha başbakan bile olmadı. Ama onca yolu bunu söylemek için gelmedin sanırım.”
“Yine de öyle söyleyebiliriz,” diye ısrar etti Jespersen. “Ama beni buraya başka sebeplerin getirdiği konusunda haklısın. Kopenhag’da yaşıyorsan, yalnızca bir ayak işi seni Malmö’ye getirir. Umarım ne demek istediğimi anlıyorsundur.”
Wallander sabırsızca başını salladı. Jespersen lafı çok uzatan biriydi. Denizcilik hikâyelerini anlattığı zamanlar hariç tabii, o konuda ustaydı.
“Kopenhag’daki bazı arkadaşlarla konuştum,” dedi Jespersen. “Oradan bir şey çıkaramadım. Sonra Malmö’ye geldim ve işler daha iyi gitti. Bin yıl boyunca yedi denizi dolaşan yaşlı bir elektrikçiyle konuştum. Adı Ljungström. Kaldığı yeri unutmuş olmam dışında, bugünlerde bir huzurevinde yaşıyor. İki ayağının üzerinde zar zor duruyordu. Ama hafızası net.”
“Ne dedi?”
“Hiçbir şey. Ama Frihamnen’de bir adamla biraz sohbet etmemi önerdi. Onu bulup Hansson ve Hålén’i sorduğumda, ‘Bu ikisi oldukça popüler,’ dedi.”
“Bununla ne demek istedi?”
“Sen ne düşünüyorsun? Sen bir polissin ve sıradan insanların anlamadıklarını anlayabilmen gerekir.”
“Tam olarak ne dedi?”
“Bu ikisi oldukça popüler.”
Wallander anlamıştı.
“Bana göre bu isimler ya da kendisi hakkında soru soran başka biri daha olmuş.”
“Evet.”
“Kim?”
“Adını bilmiyordu. Ama biraz dengesiz görünen bir adam olduğunu iddia etti. Bunu nasıl çevirebilirim ki? Tıraşsız ve kötü giyinmiş. Ve sarhoş.”
“Ne zaman olmuş?”
“Yaklaşık bir ay önce.”
Wallander, Hålén’in fazladan kilidi taktırdığı sıralarda, diye düşündü.
“Adamın adını bilmiyor muydu? Frihamnen’deki bu adamla kendim konuşabilir miyim? Bir adı olmalı?”
“Bir polisle konuşmak istemiyor.”
“Neden?”
Jespersen omuz silkti.
“Limanda işlerin nasıl olabileceğini biliyorsun. Patlatılan alkol kasaları, kaybolan kahve torbaları…”
Wallander böyle şeyler duymuştu.
“Ama etrafa sormaya devam ettim,” dedi Jespersen. “Yanılmıyorsam, şehrin ortasında adını unuttuğum o parkta bir iki şişe içkiyi paylaşmak için bir araya gelen biraz dökük insanlar olduğunu düşünüyorum. P ile başlayan bir şey miydi?”
“Pildamms Park?”
“Evet, orası. Hålén’i ya da Hansson’u soran adamın bir göz kapağı sarkık.”
“Hangi gözü?”
“Onu bulunca anlamanın zor olacağını sanmıyorum.”
“Yaklaşık bir ay önce Hålén veya Hansson’u mu sormuş? Ve Pildamms Park’ta mı takılıyor?”
“Geri dönmeden önce onu arayabiliriz diye düşündüm,” dedi Jespersen. “Belki yolda bir kahve alacak bir yer de buluruz?”
Wallander saatine baktı, yedi buçuktu.
“Bu gece yapamam. Meşgulüm.”
“O zaman Kopenhag’a dönüyorum. Anne-Birte’yle midyeleri hakkında konuşacağım.”
“Başka bir şeyden olabilir,” dedi Wallander.
“Sadece ne olduğunu Anne-Birte’ye söyleyeceğim.”
Salona geçmişlerdi.
“Geldiğin için teşekkürler,” dedi Wallander. “Ve yardımın için de.”
“Ben teşekkür ederim,” dedi Jespersen. “Sen orada olmasaydın, adamlar kavga etmeye başladığı zaman başıma bela ve para cezasından başka bir şey gelmezdi.”
“Görüşürüz,” dedi Wallander. “Ama bir dahaki sefere midye yok.”
“Artık midye yok,” deyip gitti Jespersen.
Wallander mutfağa gidip az önce duyduğu her şeyi yazdı. Birisi Hålén veya Hansson’u soruyordu. Bu yaklaşık bir ay önce olmuştu. Hålén’in fazladan bir kilit taktırdığı sıralarda. Hålén’i arayan adamın bir göz kapağı sarkıktı. Öyle ya da böyle serseri gibi görünüyordu ve muhtemelen Pildamms Park’ta takılıyordu.
Wallander kalemi bıraktı. Bunu Hemberg’le de konuşacağım, diye geçirdi içinden. Şimdi elde doğru düzgün bir ipucu vardı.
Sonra Wallander, Jespersen’den, çevresinde Alexandra Batista adında bir kadını duyan biri olup olmadığını sorması gerektiğini de düşündü.
Özensiz davrandığı için rahatsız oldu. İyi düşünemedim, dedi kendi kendine. Saçma sapan hatalar yapıyorum.
Saat sekize çeyrek vardı. Wallander dairede bir oraya bir buraya yürüyordu. Gergindi ama midesi şimdi iyi durumdaydı. Löderup’taki babasını yeni telefon numarasından aramayı düşündü ama muhtemelen tartışmaya başlayacaklardı. Mona’yla uğraşmak yeterliydi. Vakit geçirmek için evin etrafında yürüyüşe çıktı. Yaz gelmişti, akşam vakti hava sıcaktı. Planladıkları Skagen gezisine ne olacağını merak etti.
Sekiz buçukta dairesine döndü. Saatini önüne koyup mutfak masasına oturdu. Çocuk gibi davranıyorum, diye düşündü. Ama şimdi daha farklı ne yapacağımı bilmiyorum.
Saat dokuzda Mona’yı aradı. Hemen cevap verdi. “Sen telefonu kapatmadan önce açıklamak istediğim şeyler var,” diye başladı Wallander.
“Telefonu kapatacağımı nereden çıkardın?”
Bu cevap onu hazırlıksız yakalamıştı. Kendini ne söyleyeceğine iyi hazırlamıştı. Sözü Mona devraldı.
“Aslında bir açıklaman olduğuna inanıyorum,” dedi. “Ama şu anda bu beni ilgilendirmiyor. Bence buluşup yüz yüze konuşmalıyız.”
“Şimdi mi?”
“Bu akşam olmaz. Ama yarın. Müsait misin?”
“Tamam, olur.”
“O zaman senin yanına geleceğim ama saat dokuza kadar gelemem. Annemin doğum günü, uğrayacağıma söz verdim.”
“Akşam yemeği hazırlayabilirim.”
“Gerek yok.”
Wallander hazırladığı açıklamalara yeniden başladı. Ama Mona sözünü kesti.
“Yarın konuşalım. Şimdi telefonda değil.”
Konuşma bir dakikadan daha kısa sürede bitmişti. Wallander’in beklediği gibi olmamıştı. Ardından burnuna kötü kokular gelse de hayal etmeye bile cesaret edemediği bir konuşma olmuştu.
Akşamın geri kalanını evde geçirme düşüncesi onu huzursuz etmişti. Henüz dokuzu çeyrek geçiyordu. Pildamms Park’ta yürüyüşe çıkmamı hiçbir şey engelleyemez, diye düşündü. Belki göz kapağı sarkmış bir adamla bile karşılaşabilirim.
Wallander kitaplığındaki bir kitabın sayfaları arasına sıkıştırdığı toplam yüz kronu çıkardı. Paraları cebine koydu, paltosunu aldı ve çıktı. Rüzgâr yoktu, hava hâlâ sıcaktı. Otobüs durağına yürürken bir operadan melodi mırıldandı, Rigoletto. Otobüsün geldiğini görüp koşmaya başladı.
Pildamms Park’a vardığında bunun iyi bir fikir olup olmadığını düşünmeye başladı. Büyük bir parktı. Ayrıca bir cinayet şüphelisini arıyordu aslında. Kendi başlarına hareket eden polislere yönelik uyarıları hatırladı. Ama yürüyebilirim, diye düşündü. Üniformam yok, kimse polis olduğumu bilmiyor. Ben sadece görünmez köpeğini gezdiren bekâr bir adamım.
Wallander parktaki patikalardan birinde yürümeye başladı. Bir grup genç, bir ağacın altında oturuyordu. Biri gitar çalıyordu. Wallander birkaç şişe şarap gördü. Şu anda kaç tane yasayı çiğnediklerini merak etti. Lohman olsaydı kesinlikle çabucak harekete geçerdi. Ama Wallander öylece geçip gitti. Birkaç yıl önce kendisi de ağacın altında oturan insanlardan biriydi. Ama şimdi bir polisti ve halka açık yerlerde şarap içen kişileri gözaltına almalıydı. Bu düşünceyle başını salladı. Ağır ceza soruşturmalarında çalışmaya başlayana kadar zor da olsa bekleyecekti. Bunun için polis olmamıştı. Yazın akşam sıcağında gitar çalıp şarap içen gençleri yakalamak için değil. Gerçekten büyük suçluları yakalamaktı amacı. Şiddet içeren suçlar veya büyük çaplı hırsızlık ya da uyuşturucu kaçakçılığı yapanlarla mücadele edecekti.
Parkın içine doğru yürüdü. Uzaktan trafiğin uğultusu geliyordu. Birbirine sımsıkı sarılmış iki genç yürüyordu. Wallander, Mona’yı düşündü. Muhtemelen işe yarayacaktı. Yakında Skagen’e gideceklerdi ve bir daha asla randevularına geç kalmayacaktı.
Wallander durdu. Birkaç kişi çok uzak olmayan bir bankta oturmuş içki içiyordu. İçlerinden biri, yerinde durmayan bir Alman kurdunun tasmasını çekiştiriyordu. Wallander yavaşça onlara yaklaştı. Ona hiç ilgi göstermediler. Wallander göz kapağı sarkık kimse göremedi. Ama ayakları üzerinde sallanmadan duramayan bir adam birden Wallander’in önüne dikildi. Çok yapılı bir adamdı. Gömleğinin açık düğmesinin altından şişmiş karın kasları görünüyordu.
“Bir onluğa ihtiyacım var,” dedi.
Wallander başta hayır demek istemişti. On kron çok paraydı. Sonra fikrini değiştirdi.
“Bir arkadaşımı arıyorum,” dedi. “Göz kapağı sarkmış bir adam.”
Wallander cevap alabileceğini düşünmemişti ancak beklenmedik bir cevap alarak şaşırdı.
“Rune burada değil. Sadece Şeytan bilir nerede olduğunu.”
“Evet, o,” dedi Wallander. “Rune.”
“Sen de kimsin be?” dedi sallanan adam.
“Benim adım Kurt,” dedi Wallander. “Eski bir arkadaşıyım.”
“Seni daha önce hiç görmedim.”
Wallander ona bir onluk verdi.
“Onu görürsen söyle,” dedi Wallander. “Ona Kurt’ün burada olduğunu söyle. Bu arada Rune’nin soyadını biliyor musun?”
“Soyadı var mı onu bile bilmiyorum. Rune, Rune’dir.”
“O hâlde nerede yaşıyor?”
Adam bir an sallanmayı bıraktı.
“Arkadaş olduğunuzu söylediğini sanıyordum? O zaman nerede yaşadığını da biliyorsundur.”
“Çok yer değiştiriyor.”
Adam bankta oturan diğerlerine döndü.
“Aranızda Rune’nin nerede yaşadığını bilen var mı?”
Devamında konuşma son derece karışık bir hâl aldı. İlk başta hangi Rune’den bahsettiklerini anlamaları uzun zaman aldı. Sonra bu Rune’nin nerede yaşayabileceğine dair birçok öneri sunuldu. Tabii, bir evi varsa eğer. Wallander bekledi. Bankın yanındaki Alman kurdu konuşma boyunca havladı.
Kaslı adam döndü.
“Rune’nin nerede yaşadığını bilmiyoruz,” dedi. “Ama ona Kurt’ün burada olduğunu söyleyeceğiz.”
Wallander başını sallayıp hızla uzaklaştı. Elbette yanılıyor olabilir. Göz kapağı sarkık birden fazla kişi olabilir. Yine de doğru yolda olduğundan emindi. Hemen Hemberg’le iletişime geçip parkın gözetim altına alınmasını önermesi gerektiği aklına geldi. Belki polis kayıtlarında göz kapağı sarkmış bir adam vardır?
Sonra Wallander kararsız kaldı. Yine çok hızlı ilerliyordu. Önce Hemberg’le kapsamlı bir görüşme yapmalıydı. Ona isim değişikliğini ve Jespersen’in söylediklerini anlatmalıydı. O zaman bunun bir ipucu olup olmadığına Hemberg karar verir.
Wallander, Hemberg’le konuşmak için ertesi günü bekleyecekti.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/henning-mankell/piramit-ve-diger-wallander-maceralari-69401680/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Piramit ve Diğer Wallander Maceraları Хеннинг Манкелль
Piramit ve Diğer Wallander Maceraları

Хеннинг Манкелль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "“Yaşamın da ölümün de zamanı var.”

  • Добавить отзыв