Riga′nın Köpekleri

Riga'nın Köpekleri
Henning Mankell
Kurt Wallander #2
"BİRİNCİ SINIF BİR POLİSİYE: KURT WALLANDER SERİSİ

“Yaşamın da ölümün de zamanı var.”

Emniyete gelen kimliği belirsiz bir ihbardan birkaç gün sonra içinde iki cesedin olduğu bir kurtarma botu İsveç kıyılarına vurur. Bu iki cinayet kurbanına işkence yapıldığı ve bunların yabancı olduğu anlaşılır. Yapılan soruşturmalar Kurt Wallander’i tamamen yabancısı olduğu Letonya’nın başkenti Riga’nın karanlık dünyasına götürür.

“Mankell pek de tekin olmayan Riga’yı öyle ürpertici detaylarla anlatıyor ki tüyleriniz ürperecek.” Donna Leon
“Wallander en iyi kurgusal cinayetçilerden biridir.” Daily Telegraph
“Ağır bir ortam ve çok katmanlı bir olay örgüsü kurmadaki sıra dışı yeteneğinin yanında Mankell, hikâyenin havası ile zaman-mekân ve konuyu birbirine çok güzel uyduruyor.” The New York Times Book Review"

Henning Mankell
Riga’nın Köpekleri

1
Sabah saat onu biraz geçe kar yağmaya başlamıştı.
Balıkçı teknesinin dümenindeki adam küfretti. Hava durumunu dinlemişti ama fırtına başlamadan önce İsveç kıyılarına ulaşabileceklerini umuyordu. Bir gece önce Hiddensee’de oyalanmasaydı şimdi çoktan Ystad’a ulaşmış ve dümeni birkaç derece doğuya kırmış olacaktı. Oysa şimdi yedi deniz mili daha gitmesi gerekiyordu. Kar yoğun bir şekilde yağarsa görüş açısının düzelmesini beklemesi gerekecekti.
Bir kez daha küfretti. Cimriliğimin bedelini ödüyorum, diye geçirdi içinden. Eğer geçen sonbaharda yeni bir radar almış olsaydım bunlar başıma gelmeyecekti. Şu eski Decca artık bir işe yaramıyor. Piyasaya çıkan yeni Amerikan modellerinden almalıydım ama paraya kıyamadım. Doğu Alman mallarına da güvenmem. Beni yarı yolda bırakırlar.
Artık Doğu Almanya diye bir ülke olmadığı gerçeğini anlamakta zorlanıyordu. Tarih bir gecede eski sınırları ortadan kaldırmıştı. Şimdi yalnızca Almanya vardı ve bir zamanlar bir duvarın ayırdığı düşman kardeşlerin birlikte çalışmaya başladıklarında kimse ne olabileceğini kestiremiyordu. Berlin Duvarı yıkıldığında çok tedirgin olmuştu. Bu büyük değişiklik onun hayatının da değişmesine neden olacak mıydı? Doğu Alman ortakları onu ikna etmeye çalışmışlardı. Hiçbir şey değişmeyecekti. Belki de bu değişiklik yeni fırsatlar yaratacaktı.
Kar hızlanmıştı ve rüzgâr güneydoğudan esiyordu. Sigara yakıp pusulanın yanındaki özel bölmede duran fincanına kahve koydu. Dümen köşkündeki sıcaklık nedeniyle ter içinde kalmıştı. Mazot kokusu genzini yakıyordu. Bakışlarını makine odasına doğru çevirdi. Aşağıda, dar ranzada yatan Jakobson’un ayağını gördü, başparmağı delik çorabından dışarı çıkmıştı. Onu uyandırsam ne olacak ki, diye geçirdi içinden. Eğer tekneyi durdurmak zorunda kalırsak o zaman ben birkaç saat kestiririm o da nöbeti devralır. Ilık kahvesinden bir yudum aldı ve bir gece önce olanları yeniden düşünmeye koyuldu.
Hiddensee’nin batısındaki kırık dökük küçük limanda malları almak için gelecek kamyonu beş saat beklemek zorunda kalmıştı. Weber kamyon bozulduğu için geciktiklerini söylemişti ve bu aslında doğru da olabilirdi. Rus askeri araçlarından biri olan kamyon oldukça eskiydi. Hâlâ çalışması aslında mucizeydi. Ne var ki Weber’e güvenmiyordu. Aslında Weber’in bir yanlışı olmamıştı, ama o bir kez kararını vermiş ve onun hiçbir şekilde güvenilir biri olmadığına yürekten inanmıştı. Bu, bir önlem niteliğindeydi. Doğu Almanlardan aldığı malların değeri çok yüksekti. Her defasında yirmi ya da otuz bilgisayar, yaklaşık yüz cep telefonu ve bir o kadar da araba teybi alıyordu; bu malların değeri milyonlarca kron ederdi. Yakalanacak olursa hapse girmesi işten bile değildi. Weber’in bu konuda kendisine yardım etmeyeceğini de çok iyi biliyordu. Yaşadığı dünyada herkes daima önce kendini düşünürdü.
Pusulayı bir kez daha kontrol ettikten sonra kuzeye doğru iki derece kırdı. Kayıtlar sekiz deniz mili hızla gittiklerini gösteriyordu. Kıyıyı görebilmesi ve Brantevik’e dönmesi için daha altı buçuk deniz mili yol alması gerekiyordu. Grimavi dalgalar hâlâ görülebiliyordu ama kar da hızını arttırmıştı.
Beş iş daha var, diye geçirdi içinden, sonra her şey bitecek. İhtiyacım olan parayı kazanacağım, sonra da istediklerimi yapabileceğim. Bir sigara daha yakarak bu düşüncelerine gülümsedi. O zaman da tüm bunları artık arkasında bırakacak ve Porto Santos’a giderek bir bar açacaktı. Çok kısa bir zaman sonra da bu yağ kokulu dümen köşkünde durmaktan ve makine odasındaki ranzasında yatan Jakobson’un horultularını dinlemekten kurtulacaktı. Yeni yaşamının neler getireceğinden emin değildi ama bu yaşama başlamak için sabırsızlanıyordu.
Kar başladığı gibi birden durdu. Önce şansın kendisinden yana olduğuna inanamadı ama kar taneciklerinin uçuşmadığını görünce rahatlayarak derin bir soluk aldı. Her şey yoluna giriyor, diye geçirdi içinden. Belki de fırtına Danimarka’ya yönelmişti.
Islık çalarak fincanına biraz daha kahve koydu. Para dolu torba duvarda asılıydı. Bu kendisini Madeira’nın dışındaki küçük bir ada olan Porto Santos’a yaklaştıran diğer bir 30.000 krondu. Cennet onu bekliyordu.
Kahvesinden bir yudum daha almak üzereyken küçük bir bot gördü. Kar durmasaydı botu göremeyecekti. Bot teknenin lombarından yaklaşık elli metre uzakta dalgaların arasında aşağı yukarı hareket ediyordu. Bu kırmızı, plastik bir kurtarma botuydu. Buğulanmış camı eliyle silerek bir kez daha bota baktı. İçinde kimse yok, dedi kendi kendine. Bir gemiden düşmüş olmalı. Dümeni kırıp yavaşladı. Hızın değişmesiyle birlikte uyanan Jakobson, sakalı bir karış uzamış yüzünü dümen köşkünden içeri uzattı.
“Geldik mi?” diye sordu.
“Lombarın yanında bir kurtarma botu var,” dedi, dümendeki adı Holmgren olan adam. “Alalım onu. Bir iki bin papel eder. Sen dümene geç, kancayla çekmeye çalışacağım.”
Jakobson dümene geçerken Holmgren şapkasının kenarlarını kulaklarının üstüne çekti ve dümen köşkünden ayrıldı. Rüzgâr olanca hızıyla esiyordu, parmaklığa tutundu. Bot yavaş yavaş tekneye yaklaşıyordu. Dümen köşkünün yanında duran tekne kancasını, asılı olduğu yerden çıkarmaya başladı. Parmakları soğuktan donmuştu ama sonunda kancayı çıkardı ve suya attı.
Harekete geçti. Bot tekneden yalnızca birkaç metre ilerideydi. Holmgren işte o zaman hatasını anladı, içinde iki kişi vardı. İki ölü. Jakobson dümen köşkünden haykırdı. Söyledikleri anlaşılmıyordu ama o da botun içinde ne olduğunu görmüştü.
Holmgren ilk kez ceset görmüyordu. Askerlik yaparken eğitim sırasında bir silah ateş almış ve dört arkadaşı paramparça olmuştu. Daha sonraları da profesyonel olarak balıkçılık yaparken kıyıya vuran ya da suda yüzen birçok ceset görmüştü.
Holmgren cesetlerin üstündeki garip giysileri fark etti. Bu iki adam ne balıkçı ne de denizciydi, cesetler takım elbiseliydi. Sanki kaçınılmaz sonlarından birbirlerini korumak istercesine birbirlerine sarılmışlardı. Başlarına neler gelmiş olabileceğini anlamaya çalıştı. Kim bunlar?
Jakobson dümen köşkünden çıkarak yanına geldi.
“Kahretsin!” dedi. “Kahretsin! Şimdi ne yapacağız?”
Holmgren bir an düşündü.
“Hiçbir şey,” dedi. “Onları buraya alırsak cevaplayamayacağımız birçok soruyla karşı karşıya kalırız. Onları görmedik. Ayrıca tipi de vardı, unutma.”
“Onları böyle bırakacak mıyız?” diye sordu Jakobson.
“Evet,” diye karşılık verdi Holmgren. “Ölmüşler zaten. Bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Ayrıca nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimiz konusunda kimseye hesap vermek istemiyorum. Sen istiyor musun?”
Jakobson başını kuşkuyla salladı. Konuşmadan cesetlere baktılar. Holmgren onların oldukça genç olduklarını, otuz yaşından fazla olmadıklarını düşünüyordu. Yüzleri kaskatı kesilmişti ve bembeyazdı. Holmgren ürperdi.
“Botun üstünde herhangi bir yazının olmaması garip,” dedi Jakobson. “Acaba hangi geminin botu bu?”
“Ne olmuş olabilir?” diye mırıldandı. “Bunlar kim? Ne kadar zamandan beri böyle kravatlı, takım elbiseli denizdeler acaba?”
“Ystad ne kadar uzakta?” diye sordu Jakobson.
“Altı deniz mili kadar!”
“Onları kıyıya kadar çekebiliriz,” dedi Jakobson. “Böylelikle bulunmaları da daha kolay olur.”
Holmgren bunun olumlu ve olumsuz yanlarını tartarak bir süre düşündü. Cesetleri denizde bırakmak hiç de hoş olmayacaktı. Öte yandan botu tekneye bağlayıp kıyıya çekmek de riskli olabilirdi, başka bir tekne ya da feribot onları görebilirdi.
Fazla düşünmeden kararını verdi. Pruva halatını çözerek bota bağladı. Jakobson dümeni Ystad’a doğru kırdı. Bot tekneden yaklaşık on metre uzaktaydı.
İsveç kıyıları göründüğünde Holmgren halatı kesti ve içinde iki ceset olan bot dalgaların arasında gözden kayboldu. Jakobson rotayı doğuya doğru kırdı ve birkaç saat sonra Brantevik limanına yanaştılar. Jakobson payına düşen parayı alarak Volvo’suna atlayıp Svarte’ye doğru yola koyuldu.
Limanda kimseler yoktu. Holmgren dümen köşkünü kilitledi. Kargo bölümündeki muşambayı kaldırdı. Kabloları yavaşça ve sistemli bir şekilde kontrol etti. Sonra da para dolu torbayı alarak eski Ford’una doğru gidip arabasını çalıştırdı.
Başka bir zaman olsa kendini kolayca Porto Santos düşüne kaptırırdı ama o gün, kırmızı lastik botu kafasından bir türlü atamıyordu. Onun nerede kıyıya vuracağını hesaplamaya çalıştı. O bölgede akıntı yoğundu ve rüzgâr da sürekli olarak akıntının yönünü değiştiriyordu. Bot herhangi bir yerde kıyıya vurabilirdi. Holmgren botun Ys-tad’dan fazla uzağa gidemeyeceğini düşünüyordu, tabii bu arada Polonya’ya giden ya da oradan gelen feribotlardan biri tarafından görülmemişse.
Ystad’a geldiğinde hava kararmaya başlamıştı. Kırmızı ışıkta durduğunda, takım elbiseli iki adam, dedi kendi kendine. Bir kurtarma botunda… Burada garip bir şeyler vardı. Neye tanık olduğunu tam olarak anlayamıyordu. Adamların batan bir gemiden kurtulmak için bota binmedikleri ortadaydı. Bunu kanıtlayamazdı ama emindi. Adamlar bota bindirildiklerinde çoktan ölmüş olmalıydılar.
Birden hızla sağa dönerek meydandaki kitapçının hemen karşısındaki telefon kulübesinin önünde durdu. Söyleyeceklerini defalarca kafasından geçirdikten sonra 90 000’ı çevirerek polisi istedi. Yanıt vermelerini beklerken telefon kulübesinin kirli camından karın başladığını gördü.
Tarih 12 Şubat 1991’di.

2
Ystad Emniyet Müdürlüğü’nde odasında oturan Kurt Wallander gerinerek esnedi. Esnemekten çenesinin altındaki kaslardan birine kramp girdi. Acı çok yoğundu. Wallander kası gevşetmek için sağ eliyle çenesinin altına sert bir şekilde vurdu. Tam bunu yaparken genç polislerden Martinson içeri girdi ve şaşkınlıkla kapının önünde kalakaldı. Ağrı geçinceye kadar Wallander çenesine masaj yapmayı sürdürdü. Martinson içeri girmekten vazgeçerek arkasını döndü.
“Gelsene,” diye seslendi Wallander. “Senin hiç esnerken çene kasların kilitlenmedi mi?”
Martinson hayır anlamında başını salladı.
“Hayır,” dedi. “Ben de senin ne yaptığını anlamaya çalışıyordum.”
“Artık öğrendin,” dedi Wallander. “Ne istiyorsun?”
Martinson yüzünü buruşturarak oturdu. Elinde bir not defteri vardı.
“Birkaç dakika önce çok garip bir telefon geldi,” dedi. “Sana haber vermek istedim.”
“Buraya her gün garip telefonlar geliyor,” dedi Wallander, polisin neden kendisini bunun için rahatsız ettiğini anlamaya çalışıyordu.
“Ne düşüneceğimi bilemiyorum,” dedi Martinson. “Bir adam telefon kulübelerinden birinden aradı. Kurtarma botundaki iki cesedin buraya yakın bir yerde sahile vuracağını söyledi. Adını, cesedin kimlere ait olduğunu ya da neden öldürüldüklerini söylemeden telefonu kapattı.”
Wallander şaşkınlıkla baktı.
“Hepsi bu kadar mı?” diye sordu. “Adamla kim konuştu?”
“Ben konuştum,” dedi Martinson. “Az önce söylediklerimi söyledi. Bana doğru söylüyormuş gibi geldi.”
“Doğru söylüyormuş gibi, ha?”
“Bir süre sonra insan karşısındakinin doğru mu yoksa yalan mı söylediğini sesinden anlıyor,” diye karşılık verdi Martinson duraksayarak. “Bazen daha ilk sözcükten her şeyin yalan olduğu anlaşılır. Ama bu kez, arayan her kimse, yalan söylemiyordu.”
“Kurtarma botunda iki cesedin buraya yakın bir yerde sahile vuracağını mı söyledi?”
Martinson evet anlamında başını salladı.
Wallander bir kez daha esneyerek arkasına yaslandı.
“Bir geminin battığına ya da buna benzer bir şey olduğuna dair bir haber geldi mi?”
“Hayır,” diye karşılık verdi Martinson.
“Sahildeki tüm polis merkezlerini bilgilendir,” dedi Wallander. “Sahil güvenliğine haber ver. Ama kimliğini açıklamayan birinden gelen bir telefon yüzünden de soruşturma başlatamayız. Bekleyelim, bakalım neler olacak?”
Martinson başını onaylarcasına sallayarak ayağa kalktı.
“Haklısın,” dedi. “Beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok.”
“Hava iyice bozdu,” dedi Wallander başını pencereye doğru sallayarak. “Kar yağıyor.”
“Kar yağsın yağmasın, ben eve gidiyorum,” dedi Martinson saatine bakarak.
Martinson odadan çıktı. Wallander gerindi. Kendini çok yorgun hissediyordu. İki gece üst üste nöbetçi olduğundan tüm acil olaylarla ilgilenmek zorunda kalmıştı. İlk gece, kendini Sandskogen’deki boş bir eve hapseden bir tecavüzcüyü yakalamakla geçmişti. Sabahın beşinde adam teslim olmuştu. Ertesi akşamsa şehir merkezinde işlenen bir cinayetle ilgilenmek zorunda kalmıştı. Bir doğum günü partisinde olaylar çığırından çıkmış ve doğum gününü kutlayan adam şakağından bıçaklanmıştı.
Yerinden kalkarak parkasını sırtına geçirdi. Yatıp uyumalıyım, diye geçirdi içinden. Kar fırtınasıyla başkası ilgilensin. Emniyetten çıkınca arkasından esen sert rüzgârla birlikte iki büklüm oldu. Peugeot’suna bindi. Cama çarpıp kaportanın üstüne düşen kar taneciklerini izledi bir süre. Motoru çalıştırdı, kasetçalara bir kaset koyup gözlerini kapadı.
Gözlerini kapar kapamaz Rydberg’i düşünmeye başladı. Onu kanserden kaybedeli daha bir ay bile olmamıştı, hem meslektaşı hem de dostuydu. Wallander, bir yıl önce Lenarp’ta öldürülen yaşlı bir çiftin katilini Rydberg’le birlikte yakalamaya çalıştıkları sırada onun hasta olduğunu öğrenmişti. Yaşamının son aylarında Rydberg’in dışında herkes kaçınılmaz sonun yaklaştığının farkındaydı ve Wallander, Rydberg’i bir daha göremeyeceğini bile bile emniyete gitmenin nasıl bir şey olacağını düşünüp durmuştu. Rydberg olmadan, onun deneyimlerinden yararlanmadan ve ona akıl danışmadan ne yapacaktı? Bu soruları yanıtlamak için henüz çok erkendi. Rydberg son kez hastalık iznine ayrıldıktan ve daha sonra da öldükten sonra hiç zor bir olayla karşılaşmamıştı. Ama onu kaybetmenin acısı hâlâ çok tazeydi.
Silecekleri çalıştırarak arabasını eve doğru sürdü. Şiddetini arttırması beklenen kar fırtınası yüzünden herkes evine kaçmış gibiydi. Sokaklar bomboştu. Österleden’in dışındaki bir benzincide durarak akşam gazetelerinden birini satın aldı. Daha sonra da Maria Caddesi’ndeki evinin önünde arabasını park edip yukarıya çıktı. Duş alacak, sonra da bir şeyler yiyecekti. Yatmadan önce de Löderup yakınlarında küçük bir evde oturan babasına telefon edecekti. Bir yıl önce babası bir gece yarısı pijamayla evden çıkıp kafası karışmış bir hâlde dışarıda dolaştığından bu yana Wallander, babasına her gün telefon etmeyi alışkanlık hâline getirmişti. Babasını sıklıkla görmeye gitmediği için vicdan azabı çektiğinden, bunu, babası için olduğu kadar kendisi için de yaptığının farkındaydı. Bir yıl önceki olaydan sonra, düzenli olarak babasını görmeye giden ve ev işlerinde ona yardım edebilecek bir yardımcı bulmuştu. Bu da babasının bazen dayanılmaz boyuta ulaşan asabiyetinin azalmasına yardımcı olmuştu. Yine de Wallander içindeki suçluluk duygusundan bir türlü kurtulamıyor ve babasına yeterli zaman ayırmadığını düşünüyordu.
Wallander duşunu aldı, kendisine omlet yaptı ve babasına telefon etti. Daha sonra da yattı. Yatak odasındaki panjurları kapatmadan önce dışarıya baktı. Sokak lambası rüzgârda sallanıyordu. Kar tanecikleri gözlerinin önünde dans ederek yere düşüyorlardı. Termometre eksi üç dereceyi gösteriyordu. Beklenilen fırtına gelmişti. Panjurları kapattı. Yatağına yattı ve derin bir uykuya daldı.
Ertesi sabah Wallander saat 07.15’te emniyette işinin başındaydı. Ufak tefek bir iki trafik kazası dışında gece şaşılacak derecede sakin geçmişti. Kar fırtınası beklenildiği kadar şiddetli olmamıştı. Kantine gitti, gece vardiyasında çalışan polisler kahve içiyorlardı, onları başıyla selamladı, sonra da gidip bir fincan kahve aldı. Sabah uyanır uyanmaz bugün, nice zamandan beri bekleyen raporları yazmaya karar vermişti. Ayrıca bir de Polonyalı bir çeteyle de ilgilenmesi gerekiyordu. Herkes suçu birbirinin üstüne atıyordu. Olanları tutarlı bir şekilde anlatacak tek bir tanık bile yoktu ama konuyla ilgili bir rapor yazılması gerekiyordu. Yine de birinin çenesi kırıldığı için birilerinin suçlanması gerekiyordu.
Saat 10.30’da son raporu da bitirmişti. Yerinden kalkarak kahve almak için kantine gitti. Odasına geri dönerken telefonunun çaldığını duydu. Martinson arıyordu.
“Şu kurtarma botunu hatırlıyor musun?” diye sordu.
Hatırlayabilmesi için Wallander’in kısa bir süre düşünmesi gerekmişti.
“İçinde iki ceset olan lastik bot Mossby Strand’da sahile vurmuş. Köpeğini gezdiren bir kadın botu görünce hemen emniyete telefon edip haber vermiş.”
“Ne zaman aramış?”
“Az önce,” diye karşılık verdi Martinson.
İki dakika sonra Wallander sahil yoluna doğru yola çıkmıştı bile. Peters’le Norén önündeki polis arabasındaydılar. Sirenler çalıyordu.
Wallander dondurucu soğukta buz gibi dalgaların kıyıya çarptığını görünce birden ürperdi. Dikiz aynasından ambulansı ve ikinci polis aracındaki Martinson’u gördü.
Mossby Strand terk edilmiş gibiydi. Wallander arabasından inerken soğuk rüzgâr yüzüne bir tokat gibi çarptı. Kıyıdaki küçük dükkânın kepenkleri sert rüzgârda gıcırdayıp duruyordu. Kumsala inen yolun başında duran bir kadın sinirli bir tavırla kollarını sallayıp duruyordu. Köpeğiyse onu çekiştiriyordu. Wallander adımlarını hızlandırdı, her zamanki gibi yine korku içindeydi; ceset görmeye nedense bir türlü alışamamıştı. Ölüler de canlılar gibiydi. Her zaman birbirlerinden farklı oluyorlardı.
“Burada,” diye bağırdı kadın. Wallander, onun gösterdiği tarafa baktı. Kırmızı lastik bir kurtarma botu dalgaların arasında iskeleye çarpıp duruyordu.
“Siz orada kalın,” diye seslendi Wallander, kadına.
Koşarak tepeden aşağıya indi, kumların üstünden atlayarak iskeleye koştu ve lastik bota baktı. Botun içinde birbirlerine sarılmış iki adam yatıyordu, yüzleri de bembeyazdı. İlk gördüğü şeyi kafasına iyice kazımaya çalıştı. Yılların deneyimi ona ilk izlenimin her zaman çok önemli olduğunu öğretmişti. Ceset, genellikle uzun ve karmaşık olaylar zincirinin son halkasıydı ve bazen bu zincir hakkında en baştan bir fikir edinmek mümkün olabilirdi.
Martinson botu kıyıya çekmek için suya girdi. Wallander cesetleri incelemek için çömeldi. Peters’in kadını sakinleştirmeye çalıştığını gördü. O anda da bu botun kumda oynayan ve denizde yüzen yüzlerce çocuğun olmadığı bir zamanda kıyıya vurduğu için ne denli şanslı olduklarını fark etti. Gördükleri hiç de hoş değildi ve sert rüzgâra rağmen cesetlerin kokusu burnunu yakıyordu.
Parkasının cebindeki lastik eldivenleri giyerek cesetlerin ceplerini dikkatle araştırdı. Ne var ki hiçbir şey bulamadı. Cesetlerden birinin ceketini açtığında beyaz gömleğin üstündeki koyu kırmızı lekeyi gördü. Başını kaldırıp Martinson’a baktı.
“Bu bir kaza değil,” dedi. “Cinayet. Bu adam tam kalbinden vurulmuş.”
Doğruldu, Norén’in botun fotoğrafını çekmesi için kenara kaydı.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Martinson’a. O da başını iki yana salladı.
“Bilemiyorum.”
Wallander gözlerini cesetlerden ayırmadan botun etrafında dolaştı. Her ikisi de sarışındı, büyük olasılıkla otuz yaşlarında olmalıydılar. Ellerinden ve üstündeki giysilerden işçi olmadıkları anlaşılıyordu. Acaba kimdiler? Neden cepleri boştu? Martinson’la fikir alışverişi yaparak botun etrafında dolaşmayı sürdürdü. Yarım saat sonra da artık öğrenecek bir şey olmadığına karar verdi. Bu arada da adli tıp ekibi gelmiş, çalışmalarına başlamıştı. Botun üstüne plastik bir çadır kurulmuştu. Norén fotoğraflamayı bitirmişti. Buz gibi esen rüzgârın altında herkes çok üşümüştü ve bir an önce oradan gitmek istiyordu. Wallander, Rydberg’in ne düşünebileceğini merak ediyordu. Acaba Rydberg kendisinin göremediği bir şeyi görebilir miydi? Arabasına bindi, ısınmak için motoru çalıştırdı. Deniz griydi ve Wallander’in kafasının içi bomboştu. Bu adamlar da kimdi?
Wallander’in ambulans görevlilerine cesetleri kaldırmaları için onay vermesi zaman almıştı. Wallander soğuktan hâlâ titriyordu. Birbirlerine sarılmış bu iki cesedi ayırmak için kemiklerinin kırılmasından başka seçenek yoktu. Cesetler kaldırıldığında Wallander bota bir kez daha baktı ama hiçbir ipucu bulamadı. Çözüm sanki ufuktaymışçasına bakışlarını denize çevirdi.
“Botu gören kadınla konuşsan iyi olacak,” dedi Martinson’a.
“Konuştum,” diye karşılık verdi Martinson.
“Ciddi bir şekilde konuş, demek istiyorum,” diye karşılık verdi. “Bu soğukta ciddi ciddi konuşamazsın. Onu emniyete götür. Norén de botu bulduğumuz gibi emniyete getirsin.”
Daha sonra da arabasına bindi.
Rydberg hayatta olsaydı böyle davranırdı, dedi kendi kendine. Acaba neyi göremedim? Rydberg olsaydı acaba ne düşünürdü?
Wallander, Ystad Emniyet Müdürlüğü’ne geri döner dönmez hiç zaman kaybetmeden polis şefi Björk’ün yanına giderek ona Mossby Strand’da gördüklerini anlattı. Björk, onu kaygıyla dinledi. Wallander kendi bölgelerinde ne zaman bir cinayet işlense Björk’ün bu olayı sanki kendisine yapılmış bir saldırı gibi değerlendirdiğini biliyordu. Wallander ona her zaman saygı duyardı. Memurların işlerine asla karışmaz ve işler çığırından çıktığında bile onları yüreklendirmekten vazgeçmezdi. Bazen kendine hâkim olamayarak çok sinirlenirdi ama Wallander artık buna alışmıştı.
“Bu soruşturmayla senin ilgilenmeni istiyorum,” dedi Björk, Wallander sözlerini tamamladığında. “Martinson’la Hansson sana yardım ederler. Bu soruşturma için birkaç kişiyi daha görevlendirebiliriz.”
“Hansson geçen akşam tutukladığımız tecavüzcüyle ilgileniyor,” dedi Wallander. “Svedberg’i kullanmamız daha iyi olmaz mı?”
Björk karşı çıkmadı. Wallander her zamanki gibi işi istediği gibi çözümlemişti.
Björk’ün odasından çıkarken karnının acıktığını fark etti. Kilo almaktan korktuğu için genellikle öğle yemeklerini atlardı ama bottaki cesetler canını çok sıkmıştı. Arabasıyla şehir merkezine gitti, her zamanki gibi Stick Caddesi’ne park etti, sonra da Fridolf’un Kafesi’ne giden dar sokağa saptı. Kendisine bir sandviçle bir bardak süt söyleyerek olayları bir kez daha gözden geçirmeye koyuldu. Bir akşam önce, saat 18.00 civarında bir adam emniyete telefon ederek polisi uyarmıştı. Artık bu kimliği bilinmeyen adamın gerçeği söylediğini biliyorlardı. İçinde iki ceset olan kırmızı lastik bir bot sahile vurmuştu. Kalbinden vurulduğu için adamlardan birinin öldürüldüğü açıkça ortadaydı. Kimliklerini saptayabilecek herhangi bir şey bulunmamıştı.
Hepsi bu kadardı.
Wallander kalemini çıkararak kâğıt peçetenin üstüne not aldı. Yanıtlanması gereken birçok soru vardı kafasında. Bir yandan da kafasının içinde Rydberg’le konuşuyordu. Doğru yolda mıyım, acaba gözden kaçırdığım bir şey var mı? Rydberg’in verebileceği yanıtlarla tepkilerini hayalinde canlandırmaya çalıştı. Zaman zaman bunda başarılı olsa bile ölüm döşeğinde yatan Rydberg gözünün önünden gitmiyordu bir türlü.
15.30’da emniyete geri döndü. Martinson’la Svedberg’i odasına çağırdı, kapıyı kapattı ve santrale de telefon bağlamamasını söyledi.
“Bu kolay bir dava değil,” diye söze başladı. “Otopsi sonuçları ve kurtarma botuyla giysileri inceleyen adli tıp ekibinin vereceği raporu beklemek zorundayız. Ama bu arada yanıtlanmasını istediğim birkaç soru var.”
Svedberg elindeki not defteriyle duvara yaslanmış duruyordu. Saçları hafifçe dökülmeye başlamıştı. Kırk yaşlarındaydı. Ystad’da doğmuştu ve söylentilere kulak verilecek olursa Ystad’dan ayrıldığı dakika memleketini özlemeye başlıyordu. İlk bakışta insanlara oldukça yavaş hareket eden, ilgisiz biri gibi bir izlenim veriyordu ama son derece dikkatli biriydi ve Wallander, onun bu özelliğinden çok memnundu. Martinson birçok açıdan Svedberg’in tersiydi: Otuz yaşına yaklaşıyordu, Trollhättan’da doğmuştu ve polislik mesleğinde bir kariyer yapmaya kararlıydı. Ayrıca Halk Partisi üyesiydi ve Wallander’in duyduklarına göre de sonbahardaki seçimlerde belediye meclisine seçilme şansı çok yüksekti. Polis memuru olarak Martinson bazen düşüncesizce hareket eden ve dikkatsiz biri olmakla birlikte bir sorun karşısında bir çözüm olduğunu hissettiğinde bunun için elinden geleni yapardı. Çok çalışkan ve hırslı biriydi.
“Bu kurtarma botunun nereden geldiğini öğrenmek istiyorum,” dedi Wallander. “İki adamın ne zaman öldürüldüğünü öğrendiğimizde botun hangi yönden geldiğine ve denizde ne kadar sürüklendiğine bakacağız.”
Svedberg ona şaşkınlıkla baktı. “Bu olası mı?” diye sordu.
“Meteoroloji dairesindeki görevlilerle görüşmeliyiz,” dedi Wallander. “Hava koşulları ve rüzgârın yönüyle ilgili her şeyi onlar bilir. Botun hangi yönden geldiğiyle ilgili bir fikir edinmeliyiz. Ayrıca botla ilgili de her şeyi öğrenmek istiyorum. Nerede imal edildiği, bu tür botların hangi gemilere ait olabileceği gibi. Her şeyi öğrenmek istiyorum.”
Martinson’a bakarak başını salladı. “Bu senin görevin.”
“Bu adamların kayıp olduklarına dair herhangi bir kayıt olup olmadığını öncelikle bilgisayardan araştırmamız gerekmez mi?” diye sordu Martinson.
“İşe bununla başlayabilirsin,” dedi Wallander. “Sahil güvenlikle bağlantı kur, güneydeki tüm görevlilerle konuş. Ve Björk’ün konuyu hiç zaman kaybetmeden Interpol’e açma konusunda ne düşündüğünü öğren. Bu adamların kim olduklarını öğreneceksek işin başından haberleşme ağımızı genişletmeliyiz.”
Martinson onaylarcasına başını sallayarak not aldı. Svedberg düşünceli bir tavırla kaleminin ucunu kemiriyordu.
“Adli tıp adamların giysileriyle ilgili ayrıntılı bilgiyi verecek,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Mutlaka birkaç ipucu bulacaklardır.”
Kapı vuruldu ve Norén içeriye girdi. Elinde kıvrılmış bir deniz haritası vardı.
“Buna ihtiyacınız olacağını düşündüm,” dedi. Haritayı masanın üstüne yaydılar, bir deniz savaşını planlarcasına üstüne eğildiler.
“Kurtarma botu ne kadar hızlı hareket edebilir?” diye sordu Svedberg. “Akıntı ve rüzgâr, hızı yavaşlatmakla birlikte arttırabilir de.”
Hiç konuşmadan haritayı incelediler. Daha sonra Wallander haritayı rulo yaparak ayağa kalktı. Artık söylenecek bir şey kalmamıştı.
“Hadi bakalım, işe başlayalım,” dedi. “Saat altıda burada buluşup neler öğrendiğimizi konuşuruz.”
Svedberg ve Norén odadan çıkarlarken Wallander, Martinson’a kalmasını söyledi.
“Kadın neler anlattı?” diye sordu.
Martinson omuz silkti.
“Bayan Forsell,” dedi. “Dul. Mossby’de oturuyor. Ängelholm’daki ilkokuldan emekli olmuş bir öğretmen. Köpeği Tegnér’le birlikte yaşıyor. İnsanın köpeğine bir şairin adını vermesi garip doğrusu! Her gün temiz hava almak için sahilde dolaşırlarmış. Dün akşam dolaşırken ortalıkta bot yokmuş ama bu sabah onu çeyrek geçe görmüş ve hemen emniyete haber vermiş.”
“Onu çeyrek geçe,” dedi Wallander düşünceli bir tavırla. “Köpeği dolaştırmak için biraz geç bir saat değil mi bu?”
Martinson evet anlamında başını salladı.
“Ben de senin gibi düşündüm ama sonra köpeğini saat yedide çıkardığını ama bu kez ters yönde yürüdüklerini öğrendim.”
Wallander konuyu değiştirdi.
“Dün arayan adam,” dedi. “Sesi nasıldı?”
“Daha önce de söylediğim gibi, inandırıcıydı.”
“Aksanlı mı konuşuyordu? Yaşını tahmin edebilir misin?”
“Svedberg gibi konuşuyordu. Sesi boğuktu, sigara içiyorsa doğrusu hiç şaşırmam. Kırk ya da elli yaşlarında olabilir. Basit ve net bir şekilde konuşmuştu. Banka memuru ya da çiftçi olabilir.”
Wallander’in bir sorusu daha vardı.
“Neden aradı?”
“Ben de bunu merak edip duruyorum,” diye karşılık verdi Martinson. “Olaya karıştığı için botun kıyıya vurabileceğini biliyor olabilir. Adamı göğsünden vuran kişi de olabilir. Bir şey görmüş ya da duymuş da olabilir. Birçok olasılık var.”
“Sence akla en yatkın açıklama hangisi?”
“Sonuncusu,” diye karşılık verdi Martinson duraksamadan. “Ya bir şey görmüş ya da duymuş olmalı. Bu, katilin polisi peşine takmayı yeğleyebileceği türden bir cinayete benzemiyor.”
Wallander de aynı şeyleri düşünüyordu.
“Haydi, bir adım daha atalım,” dedi. “Bir şeyi gördü ya da duydu? Kurtarma botunda iki ceset? Bu cinayetlere karışmamışsa katili ya da katilleri görmüş olamaz. Bu da onun botu görmüş olabileceği anlamına gelir.”
“Denizde bir kurtarma botu,” dedi Martinson. “İnsan böyle bir şeyi nasıl görebilir? Ancak sen de denizdeysen görebilirsin.”
“Elbette,” dedi Wallander. “Kesinlikle. Peki, ama eğer katil o değilse neden kimliğini açıklamak istemedi sence?”
“Bazı insanlar bu tür olaylara karışmak istemezler,” dedi Martinson. “Nasıl olduğunu bilirsin.”
“Olabilir. Ama bunun başka bir açıklaması da olabilir. Polise bulaşmak istememesinin bambaşka bir nedeni de olabilir.”
“Biraz abartmıyor musun?”
“Yüksek sesle düşünüyorum,” dedi Wallander. “Bir şekilde bu adamı bulmalıyız.”
“Bizimle yeniden bağlantı kurması için bir şeyler yapalım mı?”
“Yapalım,” dedi Wallander. “Ama bugün değil. Ben öncelikle o iki adamla ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorum.”
Wallander arabasına binerek hastaneye gitti. Oraya defalarca gitmesine rağmen yine de bu yeni yapılan binayı bulmakta zorlanıyordu. Hastanenin zemin katındaki kantine uğrayarak bir muz aldı, sonra da üst kattaki patoloji bölümüne gitti. Patolog Mörth cesetler üzerinde ayrıntılı çalışmaya henüz başlamamıştı. Ama yine de Wallander’in ilk sorusunu yanıtlayabilmişti.
“İkisi de vurularak öldürülmüş,” dedi. “Yakın mesafeden, kalbe ateş edilmiş. Ölüm nedenlerinin bu olduğunu düşünüyorum.”
“En kısa zamanda raporunu okumak istiyorum,” dedi Wallander. “Ölüm zamanına ilişkin bir şey söyleyebilir misin?”
Mörth başını iki yana salladı.
“Hayır,” dedi. “Ama bu da sorunun yanıtı olabilir.”
“Anlayamadım?”
“Uzunca bir süre önce öldürülmüş olabilirler. Bu yüzden de ne zaman öldürüldüklerini tam olarak saptamamız zorlaşıyor.”
“İki gün önce mi? Üç gün? Bir hafta?”
“Bunu yanıtlayamam,” diye karşılık verdi Mörth. “Ayrıca bir tahminde de bulunmak istemiyorum.”
Patolog laboratuvara geçti. Wallander ceketini çıkarıp bir çift plastik eldiveni eline geçirdi. Ardından da eski model bir mutfak eviyesine benzeyen bir şeyin üstünde duran cesetlere ait giysileri incelemeye başladı.
Takım elbiselerden biri İngiliz, diğeriyse Belçika malıydı. Ayakkabılar İtalyan malıydı. Wallander bunların çok pahalı olduklarını düşündü. Gömlekler, kravatlar, iç çamaşırları da oldukça pahalı ve kaliteliydi.
Wallander giysileri ikinci kez inceledikten sonra daha farklı bir şey bulamayacağını fark etmişti. Bu iki adam büyük olasılıkla varlıklı kişilerdi. Peki, ama cüzdanları neredeydi? Alyansları? Saatleri? İşin en ilginç yanı da adamlar vurulduğunda üstlerinde ceketleri yokmuş. Cekette ne bir delik ne de barut izi vardı.
Wallander olay ânını zihninde canlandırmaya çalıştı. Biri bu iki adamı kalbinden vurmuştu. Vurduktan sonra da cesetleri kurtarma botuna koymadan önce ceketlerini giydirmişti. Peki ama neden?
Bir kez daha giysileri inceledi. Gözümden kaçırdığım bir şey olmalı, diye geçirdi içinden. Rydberg, bana yardım et. Ne var ki Rydberg’in söyleyecek bir şeyi yoktu.
Wallander emniyete geri döndü. Otopsinin zaman alacağını ve ertesi günden önce de raporu alamayacağını biliyordu. Odasına geri döndüğünde masasının üstünde Björk’ün, Interpol’e haber vermek için bir iki gün daha beklemelerini söylediği notunu gördü. Birden öfkelendiğini fark etti, Björk’ün bu tedbirli yaklaşımlarına artık sinirlenmeye başlamıştı.
Altıda yapılan toplantı kısa sürmüştü. Martinson kurtarma botundaki adamlara ilişkin herhangi bir kayıp ihbarı bulamamıştı. Svedberg, Ystad Emniyet Müdürlüğü’nden yasal bir talep geldiği anda yardım etmeye söz veren Norrköping’deki meteorolojiden biriyle uzun süre görüşmüştü.
Wallander onlara zaten bildikleri bir şeyi söyledi; patolog, iki adamın da öldürüldüğünü onaylamıştı. Svedberg’le Martinson’dan katilin adamları öldürdükten sonra neden onlara ceketlerini giydirdiğini düşünmelerini istedi.
“Birkaç saat daha devam edelim,” dedi Wallander. “Elinizde başka bir dava varsa bir kenara koyun ya da başka birine verin. Bu zor bir dava. Yarın ilk iş daha fazla adama ihtiyacımız olduğunu söyleyeceğim.”
Wallander odasında yalnız kaldığında haritayı bir kez daha masasının üstüne serdi. İşaret parmağıyla Mossby Strand’a dek uzanan kıyı şeridini izledi. Bot uzaklardan gelmiş olmalı, diye geçirdi içinden. Ya da çok yakınlardan. Akıntı yüzünden ileriye ve geriye sürüklenmiş de olabilir.
Telefon çaldı. Bir an için telefona yanıt vermemeyi düşündü, saat geç olmuştu, eve gidip olanları sakin bir şekilde yeniden gözden geçirmek istiyordu. Ama yine de ahizeyi kaldırdı. Arayan Mörth’dü.
“Bitti mi?” diye sordu Wallander hayretle.
“Hayır,” diye karşılık verdi Mörth. “Ama önemli olduğunu düşündüğüm bir şey var. Sana şimdi söyleyeceğim.”
Wallander nefesini tuttu.
“Adamlar İsveçli değil,” dedi Mörth. “Ya da en azından İsveç’te doğmamışlar.”
“Bunu nasıl anladın?”
“Dişlerine baktım,” dedi Mörth. “Dişlerindeki dolguların İsveçli dişçilerin işi olmadığını saptadım. Rus dişçileri olabilir.”
“Rus mu?”
“Evet. Rus dişçileri. Ya da Doğu Bloku’ndaki ülkelerden birinin dişçileri… Onlar bizlerden farklı yöntemler kullanıyorlar.”
“Bundan emin misin?”
“Olmasaydım seni aramazdım,” dedi Mörth. Wallander onun kızdığını fark etti.
“Sana inanıyorum,” diye ekledi telaşla.
“Başka bir şey daha var,” diye sürdürdü konuşmasını Mörth. “En az bunun kadar önemli olabilecek bir şey. Belki saçma olduğunu düşüneceksin, ama bu adamların vurulduklarına sevinmiş olabileceklerini düşünüyorum. Çünkü ölmeden önce onlara işkence yapılmış. Bedenlerinde yanıklar var. Derileri soyulmuş, tırnakları sökülmüş.”
Wallander’in ağzı bir karış açık kaldı.
“Orada mısın?” diye sordu Mörth.
“Evet,” dedi Wallander. “Buradayım. Söylediklerini algılamaya çalışıyorum.”
“İşkence edildiğine eminim.”
“Emin olduğunun farkındayım. Ama bu alışılmışın dışında bir şey!”
“İşte ben de zaten seni bu yüzden aradım.”
“En doğrusunu yaptın,” dedi Wallander.
“Ayrıntılı raporu yarın sana göndereceğim,” dedi Mörth. “Laboratuvar sonuçları biraz zaman alabilir.”
Telefonu kapattı. Wallander kantine gitti. İçerisi boştu. Kahve makinesindeki son kahveyi fincanına doldurdu ve masalardan birine geçip oturdu.
Ruslar? İşkence edilmiş iki adam? Doğu Bloku’ndan? Rydberg bile bunun zor ve uzun zaman alabilecek bir soruşturma olduğunu düşünürdü. Arabasına binip evine doğru yola koyulduğunda saat 19.30 olmuştu. Rüzgâr durmuş ve hava iyice soğumuştu.

3
Gece 02.00 civarında Wallander göğsünde yoğun bir ağrıyla uyandı. Ölmek üzere olduğunu hissetti. Polisliğin getirdiği yoğun stres sonunda etkisini göstermişti. Mesleğinin bedelini ödüyordu. Utanç ve çaresizlik içinde kıpırdamadan karanlıkta yattı. Yaşamını sürekli erteleyip durmuştu. Kaygıları ve sancısı her geçen dakika daha da artıyor gibiydi. Artan korkularını bir süre bastıramadı ama daha sonra yavaş yavaş kontrolünü yeniden kazanmayı başardı.
Dikkatle yataktan kalktı, giyindi ve arabasına gitti. Sancısı şimdi biraz daha azalmıştı ama yine de dalgalar hâlinde gelip gidiyordu. Kolundan aşağıya iniyor ve yeniden kalbine doğru çıkıyordu. Arabasına bindi. Sakin bir şekilde nefes almaya çalıştı ve sonra da boş caddelerde ilerleyerek hastanenin acil servisine doğru yola koyuldu. Kendisini ilgiyle dinleyen bir hasta bakıcıya yaşadıklarını anlattı, hasta bakıcı onu sedyeye yatırdı ve muayene odalarından birine götürdü. Sancısı gelip gidiyordu. Birden yanı başında duran genç bir doktoru gördü. Bu kez de doktora göğsündeki sancıyı anlattı. Doktor, onu EKG makinesine bağladı. Kan basıncını ölçtüler, nabzını kontrol ettiler ve ona bir sürü soru sordular: Hayır sigara içmiyordu, daha önce göğsünde bu tür ağrılar olmamıştı ve bildiği kadarıyla da ailesinde kalp hastalığı yoktu. Doktor EKG sonuçlarına baktı.
“Önemli bir şey yok,” dedi. “Her şey son derece normal görünüyor. Sizce bu ağrılar neden kaynaklanıyor?”
“Bilmiyorum.”
Doktor, Wallander’in kayıtlarını inceledi.
“Demek polissiniz,” dedi. “Mesleğiniz gereği ara sıra birçok sorunla karşılaştığınızdan eminim.”
“Pek ara sıra diyemeyiz.”
“İçki içer misiniz?”
“Herkes kadar.”
Doktor muayene masasının kenarına ilişerek elindeki notları bir kenara koydu. Wallander, doktorun çok yorgun olduğunu fark etti.
“Kalp krizi geçirdiğinizi sanmıyorum,” dedi. “Bence bedeniniz artık isyan etmiş ve size işleri biraz daha ağırdan almanız gerektiğini söylüyor. Bu konuda karar verecek olan sizsiniz.”
“Haklısınız,” dedi Wallander. “Her gün kendime yaşamımın bana nelere mal olduğunu sorup duruyorum. Ayrıca konuşacak, dertleşecek hiç kimsem de yok.”
“Olmalı,” dedi doktor. “Herkesin dertleşecek birine ihtiyacı vardır.”
Çağrı cihazından gelen uyarıyla ayağa kalktı.
“Geceyi burada geçirin,” dedi. “Biraz dinlenmeye ve uyumaya çalışın.”
Wallander rahatlamış uzanırken havalandırmadan gelen belli belirsiz uğultuyu dinliyordu. Koridordan gelen sesleri dinlemeye koyuldu.
Tüm sancıların bir nedeni vardır, diye geçirdi içinden. Kalbimde eğer bir sorun yoksa o zaman bu sancı neyin nesiydi? Babama yeterince zaman ayıramamanın verdiği suçluluk duygusundan mı? Stockholm’de üniversiteye giden kızımın mektuplarında bana her şeyi anlatmadığına dair kuşkularımdan kaynaklanan kaygının sonucu mu? İşlerin kızımın yazdığı gibi olmadığını, orada olduğuna memnun olduğunu söylemesine rağmen yine de mutsuz olduğunu düşündüğümden dolayı mı? Yoksa on beş yaşında yaptığı gibi yine intihara kalkışabileceğinden korktuğum için mi? Veya aradan bir yıl geçmesine karşın Mona’nın beni terk etmesi karşısında hâlâ içimden atamadığım kıskançlıktan dolayı mı?
Yattığı oda aydınlıktı. Wallander tüm yaşamının gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçtiğini düşünüyordu. O tür bir sancının yalnızlıktan kaynaklanması gerçekten de söz konusu olabilir miydi? Buna hiç zaman kaybetmeden bir çözüm bulmalıydı.
“Artık bu şekilde yaşayamam,” dedi yüksek sesle. “Yaşamıma bir an önce çekidüzen vermeliyim. Hemen şimdi.”
Sabah saat 06.00’da irkilerek uyandı. Doktor başucunda durmuş, ona bakıyordu.
“Sancınız geçti mi?” diye sordu.
“Evet, iyiyim,” diye karşılık verdi Wallander. “Neden olmuş?”
“Gerginlikten,” dedi doktor. “Stresten. Siz daha iyi bilirsiniz.”
“Evet,” diye karşılık verdi Wallander. “Sanırım biliyorum.”
“Bence kapsamlı bir muayeneden geçmelisiniz,” dedi doktor. “Eğer hiçbir şey çıkmazsa o zaman fiziksel bir sorununuz yok demektir. O zaman da sizi kaygılandıran sorunları bulup çözmeniz gerekecek.”
Wallander hastaneden çıkarak arabasına atlayıp evine gitti. Duş aldıktan sonra bir fincan kahve içti. Termometre eksi üç dereceyi gösteriyordu. Gökyüzü pırıl pırıldı ve rüzgâr durmuştu. Mutfakta uzunca bir süre oturarak gece yaşadıklarını düşündü. Sancıları ve geceyi hastanede geçirmesi ona gerçek dışı gelmeye başlamıştı. Ama olanları göz ardı etmemesi gerektiğinin de farkındaydı. Yaşamı kendi sorumluluğundaydı.
Ancak saat 08.15’te işe gidebileceğine karar verebilmişti. Emniyetten içeri girer girmez, Björk, Stockholm’den adli tıp ekibinin zaman kaybetmeden getirilip olay yerinde bir temiz soruşturma yapması gerektiğini söyledi.
“Olay yeri diye bir şey yok ki,” dedi Wallander. “Emin olduğumuz tek şey var, o da adamların kurtarma botunda öldürülmedikleri.”
“Rydberg artık olmadığına göre başkalarından yardım istemek zorundayız,” dedi Björk. “Güvenebileceğimiz bir uzman yok burada. Botun bulunduğu sahili neden kordon altına almadınız?”
“Cinayet o sahilde işlenmedi ki. Bot suda yüzüyordu. Dalgaların arasına plastik bir kordon mu çekecektik yani?”
Wallander öfkelenmişti. Evet, Ystad’da Rydberg kadar deneyimli başka birinin olmadığı doğruydu ama bu, Stockholm’den ne zaman yardım isteneceğine karar verebilecek düzeyde olmadığı anlamına da gelmezdi.
“Ya kararları benim almama izin verirsin,” dedi. “Ya da bu olayla sen ilgilenirsin.”
“Elbette kararları sen alacaksın,” diye karşılık verdi Björk. “Ama Stockholm’e danışmadan hareket etmenin hata olduğunu düşünüyorum.”
“Evet, ama ben öyle düşünmüyorum.”
Hâlâ bir yol alamamışlardı.
“Daha sonra tekrar konuşuruz,” dedi Wallander. “Düşüncelerini öğrenmem gereken bir iki konu daha var.”
Björk şaşırmıştı.
“Bir şey mi buldun?” diye sordu. “Oysa ben tıkandığımızı sanıyordum.”
“Pek sayılmaz. On dakika sonra yanında olurum.”
Odasına giderek hastaneyi aradı ve hemen Mörth’e bağlandı.
“Yeni bir şey var mı?” diye sordu patoloğa.
“Raporu yazıyordum,” diye karşılık verdi Mörth. “Bir iki saat daha sabredebilir misin?”
“Björk’e somut bir şeyler vermem gerek. Ne zaman öldüklerini söyleyebilir misin?”
“Hayır. Laboratuvar sonuçlarını almamız gerek. Hücre dokuları çürümüş. Ancak bir varsayımda bulunabilirim.”
“Hadi o zaman.”
“Varsayımda bulunmaktan hoşlanmadığımı bilirsin. Bunun sana ne yararı olabilir ki?”
“Deneyimli olan sensin. Ne yaptığını iyi biliyorsun. Test sonuçları senin zaten kuşkulandığın şeyleri gösterecek, başka bir şey ortaya çıkmayacak ki. Neden kuşkulandığını kulağıma söylesen de olur. Söz, kimseciklere söylemeyeceğim.”
Wallander bekledi.
“Bir hafta,” dedi sonunda Mörth. “En az bir hafta olmuş olmalı. Ama bunu sana söylediğimi kimseye söyleme.”
“Unuttum bile. Adamların Rus ya da Doğu Avrupalı olduğundan emin misin?”
“Evet.”
“Hiç beklemediğin bir şey çıktı mı?”
“Mermi konusunda bir şey bilmiyorum ama daha önce hiç bu tür bir mermi görmemiştim.”
“Başka bir şey var mı?”
“Evet. Adamlardan birinin kolunda bir dövme var. Süvari kılıcına benziyor. Bir tür Türk palası gibi bir şey.”
“Anlayamadım. Ne gibi bir şey dedin?”
“Kılıç. Benim gibi bir patoloğun artık tarihe karışmış bir silah konusunda uzman olmasını bekleyemezsin.”
“Dövmede yazı var mı?”
“Anlayamadım?”
“Dövmelerde genellikle bir şeyler yazılır. Bir kadın ya da yer adı gibi.”
“Hayır, yazı yoktu.”
“Başka?”
“Şimdilik bu kadar.”
“Tamam, teşekkür ederim.”
“Rica ederim.”
Wallander telefonu kapattıktan sonra kahvesini alarak Björk’ü görmeye gitti. Martinson’la Svedberg’in odalarının kapıları açıktı ama ikisi de içeride değildi. Telefonda konuşan Björk’ün konuşmasını bitirmesini beklerken oturup kahvesini içti. Björk sinirli bir ses tonuyla bir şeyler söyledikten sonra ahizeyi sert bir şekilde yerine koyunca Wallander boş bulunup sıçradı.
“Bu duyduğum en saçma şey,” dedi Björk. “Hâlâ direnmenin ne anlamı var?”
“Güzel bir soru,” dedi Wallander. “Ama neden söz ettiğini anlamadım.”
Björk öfkeden titriyordu. Wallander onu daha önce hiç böyle sinirli görmemişti.
“Ne oldu?” diye sordu.
Björk başını çevirip ona baktı. “Bu konuda bir şey söylememem gerektiğini biliyorum ama söylemek zorundayım. Lenarp’taki yaşlı çifti öldüren o piç kurularından biri olan Lucia, geçen gün izinli olarak hapisten çıkmış. Geri dönmediğini söylememe gerek yok sanırım. Büyük olasılıkla çoktan buradan kaçıp gitmiştir. Onu bir daha asla yakalayamayacağız.”
Wallander duyduklarına inanamıyordu.
“İzin mi vermişler? İçeri gireli daha bir yıl bile olmamıştı. Bu ülkede tanık olduğumuz en vahşi ve acımasız cinayetlerden biriydi. Nasıl olur da ona izin verirler?”
“Annesinin cenazesine gidecekmiş.”
Wallander’in ağzı bir karış açık kalmıştı.
“Ama annesi on yıl önce ölmüştü! Çek polisinin bize yolladığı raporda okumuştum.”
“Kız kardeşi olduğunu söyleyen bir kadın hapishaneye gitmiş ve kardeşinin cenazeye katılması için görevlilere yalvarmış. Anlaşılan kimse belgeleri kontrol etme zahmetine girmemiş. Kadının elinde bir kâğıt varmış ve kâğıtta da cenaze töreninin Ängelholm’daki bir kilisede yapılacağı yazıyormuş. Bu kâğıdın sahte olduğu ortada! Bu ülkede hâlâ sahte cenaze töreni için sahte bir davetiye hazırlanabileceğini düşünemeyen bazı safların olduğu anlaşılıyor. Yanına bir gardiyan vererek törene gitmesine izin vermişler. Bu olay iki gün önce oluyor. Cenaze töreni olmadığı gibi, kız kardeşinin de olmadığı anlaşılmış daha sonra. Gardiyanı etkisiz hâle getirmişler, ellerini ve ayaklarını bağlayarak Jönköping yakınlarında bir ormana bırakmışlar. Daha da ileri giderek hapishane aracına binip Limhamn yolundan Kastrup Havaalanı’na gitmişler. Araba hâlâ havaalanında ama onlar ortada yok.”
“Akıl alır gibi değil,” dedi Wallander. “Onun gibi bir caniye kim izin verebilir?”
“Reklam panolarında yazdığı gibi: İsveç fantastik bir yerdir,” dedi Björk. “Bu iş midemi bulandırıyor.”
“Bunun sorumlusu kim? Ona izin veren kişinin içeri kapatılması gerekir. Böylesi bir şey nasıl olabilir?”
“Bu konuyla ilgileneceğim,” dedi Björk. “Ama oldu işte. Kuş kafesten uçtu.”
Wallander, Lenarp’ta vahşice katledilen yaşlı çifti düşündü. Hayal kırıklığı içinde Björk’e baktı.
“Ne yararı olacak?” diye sordu. “Madem hapishane yetkilileri tutuklulara izin veriyor, o zaman neden onları yakalamak için canımızı dişimize takıyoruz?”
Björk bu soruyu yanıtlamadı. Wallander ayağa kalkarak pencerenin önüne gitti.
“Daha ne kadar devam edebiliriz?” diye sordu.
“Etmek zorundayız,” diye karşılık verdi Björk. “Kurtarma botundaki o iki adam hakkında bildiklerini bana anlatacak mısın?”
Wallander ona tüm bildiklerini aktardı. Kendini son derece yorgun, bitkin ve üzgün hissediyordu. O konuşurken Björk de bazı notlar alıyordu.
“Ruslar,” dedi Wallander sözlerini tamamladığında. “Ya da Doğu Bloku’na ait ülkelerden birinden. Mörth bu konuda çok emin konuştu.”
“Dışişleri’yle bağlantı kursam iyi olacak,” dedi Björk. “Rus polisiyle ilişki kurmak onların işi. Ya da Polonya polisiyle. Veya Doğu Bloku’ndan diğer polislerle!”
“Onlar İsveç’te yaşayan Ruslar da olabilir,” dedi Wallander. “Ya da Almanya’da veya Danimarka’da!”
“Öyle olsa bile Rusların büyük bir bölümü hâlâ Sovyetler Birliği’nde,” dedi Björk. “Hiç zaman kaybetmeden Dışişleri’yle bağlantı kuracağım. Böylesi durumlarda ne yapılması gerektiğini onlar çok daha iyi bilir.”
“Cesetleri kurtarma botuna geri koyup sahil güvenlikten botu uluslararası sulara çıkarmasını isteyebiliriz,” dedi Wallander. “Sonra da rahat bir şekilde nefes alıp arkamıza yaslanabiliriz.”
Björk bu sözleri duymamış gibiydi.
“Kimliklerini saptamak için dışardan yardım almalıyız,” dedi. “Fotoğraflar, parmak izleri, giysiler.”
“Ve de dövme. Pala dövmesi.”
“Pala mı?”
“Evet, pala.”
Björk başını iki yana sallayarak telefona uzandı.
“Dur bir dakika,” dedi Wallander. Björk elini ahizeden çekti.
“Telefon eden adamı düşünüyorum da,” dedi Wallander. “Martinson’a göre adamın yerel bir aksanı varmış. Onu bulmalıyız.”
“Elimizde ipucu var mı?”
“Yok. Zaten ben de bu yüzden onu aradığımızı belirten yasal bir şey yapmak istiyorum. Bu, bir çağrı olabilir. Kırmızı kurtarma botunu görenlerin polisi aramalarını belirten bir ilan gibi.”
Björk onaylarcasına başını salladı. “Her hâlükârda benim basınla konuşmam gerekiyor. Gazeteciler telefon etmeye başladılar bile. Tenha bir sahilde olanlar hakkında nasıl bu kadar çabuk haber alabiliyorlar bir türlü anlayamıyorum. Yarım saat içinde her şeyi öğrenmişlerdi.”
“İçimizden birilerinin bunu yaptığını hepimiz biliyoruz,” dedi Wallander, Lenarp’taki çifte cinayeti anımsayarak.
“Ne demek istiyorsun?”
“Polis. Ystad polisi.”
“Sızdıran kim?”
“Bunu nereden bilebilirim? Adamları basiretli davranmaları ve profesyonel gizliliğe önem vermeleri konusunda uyarmak senin görevin olmalı.”
Björk yumruğunu sert bir şekilde masaya indirdi. Ama yine de Wallander’in sözlerine doğrudan bir karşılık vermedi.
“Çağrıda bulunmalıyız,” dedi yalnızca. “Haberlerden önce, öğle vakti. Basın toplantısında senin de hazır bulunmanı istiyorum. Hemen şimdi Stockholm’ü arayıp onlardan yardım isteyeceğim.”
Wallander ayağa kalktı. “Bunu yapmak zorunda kalmasaydık çok daha iyi olacaktı.”
“Neyi yapmak zorunda kalmasaydık?”
“Kurtarma botundaki adamları kimin vurduğunu öğrenmek!”
“Bakalım Stockholm bu konuda ne diyecek,” dedi Björk başını iki yana sallayarak.
Wallander odadan çıktı. Martinson’la Svedberg’in odaları hâlâ boştu. Saatine baktı, dokuz buçuğa geliyordu. Kurtarma botunun emniyet binasında ahşap bir sehpanın üstünde durduğu bodrum kata indi. Büyük bir el feneriyle botun kenarında hangi ülkede imal edildiğine ilişkin bir yazı bulma ümidiyle onu tepeden tırnağa inceledi ama hayrete düşerek hiçbir şey bulamadı. Tatmin edici bir açıklama bulamamanın tedirginliği içindeydi. Botun etrafında bir kez daha dolandığında bu kez kısa bir halat parçası gözüne ilişti. Bu, tahta zemini tutan halattan farklıydı. Bıçakla kesilmişti. Rydberg olsaydı bundan ne tür bir sonuç çıkarabilirdi, diye düşünmeye çalıştı ama kafasının içi bomboştu.
Saat onda odasına geri döndü. Ne Martinson’u ne de Svedberg’i yerinde buldu. Not defterini önüne çekerek öldürülen iki adamla ilgili bildiklerini yazmaya başladı. Bu adamlar Doğu Bloku’ndan gelmişlerdi, kalplerinden vurulmuşlar, daha sonra da ceketleri giydirilmiş ve hâlâ ne malı olduğu anlaşılamayan bir kurtarma botuna konularak denize bırakılmışlardı. Adamlara ayrıca işkence de yapılmıştı. Birden aklına bir şey geldi, not defterini kenara itti. İşkence edilip öldürülen insanların cesetleri saklanır, çukurlara gömülür ya da ayak bileklerine ağırlık bağlanarak denize atılırdı. Ama onları bir kurtarma botuna koyuyorsan o zaman bu, cesetlerin bulunması istendiği anlamına geliyordu.
Bunu istiyor olabilirler miydi? Bulunmaları mı istenmişti? Kurtarma botu cinayetin gemide işlenmediğini mi gösteriyordu? Not defterine yazdıklarını yırtarak buruşturup çöp sepetine attı. Bu konuda yeterli bilgim yok ki, diye geçirdi içinden. Rydberg olsaydı bana sabırlı olmamı öğütlerdi.
Telefon çaldı. Saat 10.45’di. Babasının sesini duyar duymaz, onu görmeye gideceğine söz verdiğini hatırlamıştı. Saat 10.00’da babasının Löderup’taki evinde olacaktı. Tuval ve boya almak için de birlikte Malmö’ye gideceklerdi.
“Neden gelmedin?” diye sordu babası öfkeyle.
Wallander, babasına dürüst davranmaya karar verdi.
“Çok özür dilerim,” dedi. “Unuttum.”
Uzun bir sessizlik oldu.
“Hiç olmazsa dürüst davranıyorsun,” dedi babası sonunda.
“Yarın gelirim.”
“O zaman yarın gel,” dedi babası ve telefonu kapattı.
Wallander bir not yazarak telefonun yanına koydu. Ertesi gün babasına gitmeyi unutmamalıydı.
Svedberg’in odasına telefon etti ama cevap veren olmadı. Martinson emniyete gelmişti. Wallander, onu görmek için koridora çıktı.
“Bugün ne öğrendim biliyor musun?” diye sordu Martinson. “Kurtarma botunu tanımlamak neredeyse imkânsızmış. Farklı modeller, farklı imalatçılar tarafından yapılıyor ama hepsi de birbirinin aynı. Yalnızca işin uzmanları aradaki farkı saptayabiliyormuş. Ben de bu yüzden Malmö’ye giderek birçok ithalatçı firmayla görüştüm.”
Kahve içmek için kantine gittiler. Martinson bir paket bisküvi aldı ve sonra da Wallander’in odasına gittiler.
“Demek şimdi kurtarma botuyla ilgili her şeyi öğrendin,” dedi Wallander.
“Birçok şey öğrendim ama bu botun nerede imal edildiğini henüz bilmiyorum.”
“Botun üstünde nerede imal edildiğini ya da hangi ülkeye ait olduğunu gösteren bir logo olmaması çok garip doğrusu,” dedi Wallander. “Cankurtaran ekipmanlarında genellikle bu tür bilgiler olur.”
“Haklısın. Malmö’deki ithalatçılar da aynı şeyi söyledi. Ama bir olasılık daha var: sahil güvenlik. Tüm yaşamını gümrük teknelerinde çalışarak geçiren emekli Kaptan Österdahl on beş yıl Arkösund’da, on yıl da Gryt takımadalarında çalışmış. Daha sonra Simrishamn’a gelerek emekli oluncaya dek de orada çalışmış. Yıllar içinde de lastik botlar ve kurtarma botları konusunda uzmanlaşmış.”
“Sana bunları kim anlattı?”
“Sahil güvenliği aradığımda şansım yaver gitti. Telefona çıkan adam Österdahl’ın kaptanlığını yaptığı gümrük teknelerinden birinde çalışmış.”
“Güzel,” dedi Wallander. “Belki bize yardım eder.”
“O yardım edemezse kimse edemez,” diye karşılık verdi Martinson gerçek bir filozof edasıyla. “Sandhammaren’de oturuyormuş. Gidip onu buraya getirmek istiyorum. Belki bize bir şeyler anlatabilir. Bu arada herhangi bir gelişme var mı?”
Wallander ona, Mörth’ün anlattıklarını aktardı.
“Belki de Rus polisiyle iş birliği yapmamız gerekecek,” dedi Martinson, Wallander sözlerini bitirdiğinde. “Rusça biliyor musun?”
“Hayır. Bu da işimizi olumsuz etkileyebilir.”
“Umudumuzu kaybetmemeliyiz.”
Martinson’un yüzünde düşünceli bir ifade oluştu.
“Bazen ben de senin gibi düşünmüyor değilim,” dedi bir süre sonra. “Yani tüm cinayet vakalarından elimizi çekmeliyiz. Çünkü bunlar çok yıpratıcı oluyor. Kanlı ve gerçek dışı! Polis akademisinde öğrenciyken bizlere terk edilmiş kurtarma botlarındaki işkence görmüş cesetler karşısında neler yapmamız gerektiği öğretilmedi. Her şey beni aşıyor gibi. Oysa ben henüz otuzumdayım.”
Son yıllarda Kurt Wallander de Martinson gibi düşünüyordu. Polislik yapmak her geçen gün daha da zorlaşıyordu. Hiç kimsenin daha önce yaşamadığı türde vahşi cinayetlerle karşı karşıya kalıyorlardı. Parasal nedenlerden dolayı birçok polis memurunun emniyet güçlerindeki işlerinden ayrılıp güvenlik elemanı olarak ya da özel dedektiflik firmalarında çalışmaya başladıkları artık herkesçe bilinen bir gerçekti. Aslında gerçek, polis memurlarının kendilerini son derece güvensiz hissettikleri için işlerinden ayrılmak zorunda kaldıklarıydı.
“Belki de gidip Björk’le konuşsak ve ona işkence yapılmış kişilerle nasıl başa çıkabileceğimiz konusunda bize bir eğitim vermesini istesek iyi olacak.”
Wallander, Martinson’un söylediklerinde gerçeklik payı olduğunun farkındaydı çünkü o da zaman zaman kendini son derece güvensiz ve beceriksiz hissediyordu.
“Bu bizden önceki ve sonraki kuşakların değişmeyen sorunu,” dedi. “Bizim de onlardan farklı yanımız yok.”
“Rydberg’in hiç şikâyet ettiğini hatırlamıyorum, sen hatırlıyor musun?”
“Rydberg hepimizden farklıydı. Ama gitmeden önce sana bir şey sormak istiyorum. Telefon eden adamla ilgili. Adamın yabancı olabileceğini düşündürecek bir şey var mıydı?”
Martinson’un bu konuda en küçük bir kuşkusu yoktu.
“Hayır. Adam buralıydı. Kesinlikle.”
“O konuşmada aklına takılan bir şey var mı?”
“Hayır.”
Martinson ayağa kalktı.
“Ben şimdi Kaptan Österdahl ile görüşmek için Sandhammaren’e gidiyorum,” dedi.
“Bot bodrumda,” dedi Wallander. “Şansın açık olsun. Bu arada, Svedberg’in nerede olduğunu biliyor musun?”
“Hayır. Hiçbir bilgim yok. Belki de meteoroloji uzmanlarıyla görüşüyordur.”
Wallander öğle yemeği için şehir merkezine gitti. Bir gece önce yaşadıklarını düşünerek yalnızca bir salata söyledi.
Basın toplantısından kısa bir süre önce emniyete döndü. Bir iki not aldıktan sonra da Björk onu aradı.
“Basın toplantılarından iğrenirim,” dedi Björk. “İşte bu yüzden hiçbir zaman emniyet genel müdürü olamayacağım. Ama böyle olmasam da olamazdım zaten.”
Gazetecilerin bekleştiği toplantı odasına birlikte gittiler. Wallander onları görünce Lenarp cinayetini soruştururlarken karşılarına dikilen gazeteci ordusunu anımsadı. Toplantı odasında aslında yalnızca üç gazeteci vardı. Wallander ikisini tanıyordu: Bunlardan biri Ystads Allehanda gazetesinden bir kadın gazeteci, diğeriyse Arbetets’in bölge bürosundan gelen bir gazeteciydi.
Wallander onunla bir iki kez karşılaşmıştı. Üçüncü gazeteciyse saçları kısacık kesilmiş gözlüklü biriydi. Wallander onu daha önce hiç görmemişti.
“Sydsvenskan nerede?” diye fısıldadı Björk, Wallander’in kulağına. “Ya Skånska Dagbladet? Ya da yerel radyo?”
“Bilmiyorum,” dedi Wallander. “Başlayalım.”
Björk odanın bir köşesindeki kürsüye çıktı. Genellikle duraksayarak konuşan Björk’ün gerektiğinden fazla ayrıntıya girmemesini diledi Wallander.
Bir süre sonra da konuşma sırası ona geldi.
“Mossby Strand kıyılarında içinde iki ceset bulunan bir kurtarma botu bulundu,” dedi. “Cesetlerin kimliklerini henüz saptayamadık. Ama bildiğimiz kadarıyla bir deniz kazası olmadığı gibi denizde kaybolan kişilere ilişkin bir bilgi de gelmedi elimize. Bu da kamuoyunun ve sizlerin yardımına ihtiyacımız olduğu anlamına geliyor.” Kimliği belirsiz telefon konuşmasından söz etmedi. “Konuyla ilgili bilgisi olanların derhal polise başvurmalarını istiyoruz. Söyleyeceklerim bu kadar.”
Kürsüye yeniden Björk çıktı. “Sorularınız varsa yanıtlamaya hazırız,” dedi.
Ystads Allehanda gazetesinden gelen kadın gazeteci bir zamanlar son derece huzurlu bir yer olan Skåne’de şiddet olaylarına ne denli sıklıkla rastlanıldığını sordu.
Wallander bu soruya içinden güldü. Huzurlu, diye geçirdi içinden. Burası hiçbir zaman tam anlamıyla huzurlu bir yer olmadı ki.
Björk cinayet vakalarında bir artış olmadığını söyleyince Ystads Allehanda’dan gelen gazeteci bu yanıtı yeterli bularak başka bir soru sormadı. Arbetets’den gelen diğer gazetecinin sorusu yoktu. Björk tam toplantıyı bitirmeye hazırlanırken gözlüklü genç adam elini kaldırdı.
“Bir şey sormak istiyorum,” dedi. “Bottaki adamların cinayete kurban gittiklerini neden söylemediniz?”
Wallander, Björk’e baktı.
“Bu aşamada o iki adamın nasıl öldüğünden henüz emin değiliz,” diye karşılık verdi Björk.
“Hadi yapmayın ama, bu doğru değil. Herkes onların kalplerinden vurularak öldürüldüklerini biliyor.”
“Başka sorusu olan var mı?” dedi Björk. Wallander onun ter içinde kaldığını gördü.
“Başka soru var mı, ha?” dedi öfke dolu bir sesle genç gazeteci. “Benim ilk sorumu yanıtlamadan size neden başka bir soru sorayım ki?”
“Size daha fazla açıklama yapamam, ben söyleyeceklerimi söyledim,” dedi Björk.
“Bu çok saçma,” diye karşılık verdi gazeteci. “Ama bir soru daha soracağım. Öldürülen adamların Rus vatandaşı olduklarından kuşkulandığınızı neden açıklamıyorsunuz? Soruları yanıtlamaktan kaçındığınız ya da gerçekleri örtbas ettiğiniz bir toplantıya neden basın toplantısı diyorsunuz?”
Bunları nereden öğrenmiş olabilir ki, diye geçirdi içinden Wallander. Öte yandan da Björk’ün neden bunları doğrulamadığına şaşıyordu. Gazeteci aslında haklıydı. Gerçekler açıkça ortadayken neden bunları göz ardı ediyordu?
“Bay Wallander’in de az önce söylediği gibi o iki adamın kimliklerini henüz saptamadık,” dedi Björk. “Zaten bu yüzden de kamuoyundan yardım istiyoruz. Basının kamuoyunun dikkatini çekmesi için bize yardım edeceğini umuyoruz.”
Genç gazeteci abartılı bir şekilde not defterini ceketinin cebine koydu.
“Geldiğiniz için teşekkür ederim,” dedi Björk.
Kapının önünde Wallander, Ystads Allehanda’dan gelen kadın gazeteciyi bir kenara çekti.
“Bu gazeteciyi tanıyor musun?” diye sordu.
“Hayır. Daha önce onu hiç görmedim. Söyledikleri doğru muydu?”
Wallander karşılık vermedi ve Ystads Allehanda’dan gelen gazeteci de onu sıkıştırmayacak kadar kibar biriydi.
“Kendini neden temize çıkarmadın?” diye sordu Wallander koridorda Björk’ü yakaladığında.
“Lanet olasıca gazeteciler,” diye homurdandı Björk. “Tüm bunları nasıl öğrenmiş olabilirler? Bu haberleri kim sızdırmış olabilir?”
“Herkes olabilir,” diye karşılık verdi Wallander. “Ben bile olabilirim.”
Björk taş gibi kesilerek ona baktı ama bir şey söylemedi. “Dışişleri bu soruşturmayı mümkün olduğunca sessiz yürütmemizi istiyor,” dedi.
“Neden?” diye sordu Wallander.
“Bunu onlara sormalısın,” diye karşılık verdi Björk. “Bugün öğleden sonra başka talimatlar da alacağım sanırım.”
Wallander odasına döndü. Bu işlerden artık iyice sıkılmıştı. Masasının başına geçip oturdu ve kilitli çekmecelerinden birini açtı. Çekmecenin içinde iş ilanlarının fotokopileri duruyordu. Trelleborg Lastik Şirketi güvenlik müdürü arıyordu. Bu ilanın arkasına Wallander bir hafta önce yazdığı başvuru yazısını eklemişti. Yazıyı yollayıp yollamama konusunda karar veremiyordu. Emniyette çalışmak bilginin ya dışarıya sızması ya da hiçbir neden yokken gizlenmesi anlamına geliyorsa artık bu işte çalışmak istemiyordu. Ona göre emniyette çalışmanın çok daha başka mantıklı nedenleri olmalıydı. Çalışmalarının sorgulanmayacak akılcı, ahlaki ilkelerle desteklenmemesi canını çok sıkıyor, bu tür bir iş yerinde daha fazla çalışmak istemiyordu.
Düşünceleri telaşla içeri giren Svedberg tarafından kesildi.
“Neredeydin?” diye sordu Wallander.
Svedberg ona şaşkınlıkla baktı.
“Masanın üstüne bir not bırakmıştım,” dedi. “Görmedin mi?”
Not yere düşmüştü. Wallander eğilerek notu aldı. Svedberg, Sturup’daki meteoroloji bürosuna gideceğini yazmıştı.
“İşe kestirme yoldan gitmemizin iyi olacağını düşünmüştüm,” dedi Svedberg. “Sturup Havaalanı’nda çalışan birini tanıyorum. Birlikte Falsterbonäset’te kuşları izlemeye giderdik. Botun nereden geldiği konusunda bana yardım etmeye çalıştı.”
“Bunu Norrköping’deki meteoroloji bürosunun yaptığını sanıyordum.”
“Havaalanındaki arkadaşımla görüşürsem işleri hızlandıracağımı düşünmüştüm.”
Cebinden bir tomar kâğıt çıkararak masanın üstüne yaydı. Wallander kâğıttaki şemalarla rakamları gördü.
“Botun beş günden beri denizde olduğunu hesapladık,” dedi Svedberg. “Son haftalarda rüzgârın yönü sürekli değiştiğinden bu karara vardı. Ama bunun da bize fazla bir yardımı olmadı.”
“Yani?”
“Yani, kurtarma botu uzaklardan gelmiş olabilir.”
“Yani?”
“Danimarka ya da Estonya gibi ülkelerden buraya sürüklenmiş olabilir.”
Wallander şaşkınlıkla Svedberg’e baktı. “Bu gerçekten de mümkün olabilir mi?”
“Evet. İstersen sen kendin de Janne’ye sorabilirsin.”
“Güzel,” dedi Wallander. “Şimdi git, bana anlattıklarını Björk’e de anlat. O da bu bilgiyi isterse Dışişleri’ne aktarsın. O zaman bu işten paçamızı kurtarabiliriz.”
“Paçamızı kurtarabiliriz mi?”
Wallander o sabah olanları arkadaşına anlattı.
Svedberg’in üzüldüğünü gördü.
“Başladığım bir işi yarıda bırakmaktan hiç hoşlanmam,” dedi Svedberg.
“Henüz kesin bir şey yok. Ben sana yalnızca olayları ve hissettiklerimi anlattım.”
Svedberg, Björk’ü görmeye gidince Wallander yeniden başvuru mektubuna döndü. Bu arada botun içindeki cesetler gözünün önünden gitmiyordu.
Mörth’ün otopsi raporu öğleden sonra dört sıralarında geldi. Hâlâ laboratuvar sonuçlarını bekliyordu ama adamların yaklaşık yedi gün önce öldürüldüklerini düşündüğünü belirtmişti. Büyük olasılıkla aynı süreden beri de tuzlu suda kalmışlardı. Adamlardan biri yaklaşık yirmi sekiz yaşındaydı, diğeriyse ondan biraz daha büyüktü. Her ikisi de son derece sağlıklıydı. Yoğun bir işkenceye maruz kaldıkları ortadaydı. Dişlerini Doğu Avrupalı dişçiler tedavi etmişti. Wallander raporu bir kenara koyarak camdan dışarı baktı. Hava kararmıştı ve karnı da acıkmıştı.
Björk telefon etti, Dışişleri Bakanlığı’nın ertesi sabah kendilerini arayacağı haberini verdi.
“O zaman ben eve gidiyorum,” dedi Wallander.
“Tamam,” diye karşılık verdi Björk. “O gazetecinin kim olduğunu çok merak ediyorum.”
Bunu ertesi gün öğrendiler. Expressens gazetesinin ilk sayfası kıyıya vuran cesetlere ayrılmıştı. İlk sayfada, öldürülen adamların Sovyet vatandaşı oldukları belirtilmiş ve Dışişleri’nin devreye girdiği haber verilmişti. Dışişleri’nin Ystad polisine bu konuda hiçbir şey söylememesini emrettiği belirtilmiş ve gazete de bunun nedenini öğrenmek istediğini yazmıştı.
Wallander bu gazeteyi ancak ertesi gün öğleden sonra saat üçte görmüştü. Bu arada da köprünün altından çok su akmıştı.

4
Wallander sabah sekiz civarında emniyete geldiğinde sanki her şey birden olup bitmiş gibiydi.
Sıcaklık yeniden sıfırın altına düşmüştü ve dondurucu bir soğuk vardı. Wallander bir gece önceki sorunları tekrar yaşamamış, çok iyi uyumuştu. Kendini dinlenmiş hissediyordu. Tek kaygısı o gün öğleden sonra babasıyla Malmö’ye giderken babasının vereceği tepkiydi.
Koridorda Martinson’a rastladığında arkadaşının yüzünden çok önemli bir şey olduğunu anladı. Martinson odasında oturamayacak kadar huzursuz olduğunda, herkes çok önemli bir şey olduğunu anlardı.
“Kaptan Österdahl şu bizim botun gizemini çözdü,” dedi Martinson. “Vaktin var mı?”
“Senin için her zaman var,” dedi Wallander. “Odama gel. Svedberg’i de çağıralım.”
Birkaç dakika sonra Wallander’in odasında toplanmışlardı.
“Kaptan Österdahl gibi kişileri aramıza almalıyız,” dedi Martinson. “Emniyet güçlerinde alışılmışın dışındaki konularda deneyimli olanlar için bir birim oluşturulmalı.”
Wallander onaylarcasına başını salladı. O da zaman zaman aynı şeyi düşünürdü. Ülkenin dört bir yanında anlaşılması güç, özel konularda uzman birçok kişi vardı. Herkes, Härjedalen’deki bir kerestecinin yalnızca polisi değil, aynı zamanda içki konusunda uzman kişileri de yanıltan, Asya ülkelerinde üretilen bira şişesini tanımasını henüz unutmamıştı. Kerestecinin bulduğu bu delil, çözümlenmesi olanaksız bir cinayetin aydınlanmasına yardımcı olmuştu.
“Bana herkesin bildiği gerçekleri söyleyerek yüksek maaş alan o danışmanlar yerine Kaptan Österdahl gibi birini verseler, her şeyi bir çırpıda çözerim,” dedi Martinson. “Bize yardım etmeye hazırdı.”
“Yardımcı oldu mu?”
Martinson cebinden not defterini çıkararak masanın üstüne attı. Bunu sanki şapkasının içinden tavşan çıkaran bir sihirbaz havasıyla yapmıştı. Wallander onun bu tavırlarına sinirlenmeye başlamıştı. Martinson’un bu dramatik tavırları onu gerçekten de sinirlendiriyordu ama belki de bu, Halk Partisi üyelerinin davranış biçimiydi.
“Heyecanla bekliyoruz,” dedi Wallander kısa bir sessizlikten sonra.
“Sizler dün akşam evlerinize gittikten sonra Kaptan Österdahl’la bizim botu uzunca bir süre inceledik,” dedi Martinson. “Kaptan her gün öğleden sonra briç oynadığından ve bu alışkanlığından vazgeçmek istemediğinden bu incelemeyi daha önce yapamamıştık. Yaşlı bir beyefendi olan Kaptan Österdahl’ın çok keskin gözlemleri var. Onun yaşına geldiğimde ben de onun gibi olmak isterim.”
“Hadi sadede gel,” dedi Wallander. Yaşlı beyefendilerin nasıl inatçı olduklarını babasından çok iyi biliyordu.
“Botun çevresini bir köpek gibi inceledi,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson. “Onu kokladı bile. Sonunda da botun en az yirmi yıllık ve Yugoslav yapımı olduğunu söyledi.”
“Bunu nasıl anladı?”
“İmalat tarzından, kullanılan malzemelerden. Tüm delilleri göz önünde bulundurduğunda da bir an bile duraksamadı. Onun söylediklerinin tümü de bu not defterinde kayıtlı. İşlerini bilen insanlara hayranım.”
“Teknenin Yugoslav yapımı olduğuna dair neden herhangi bir şey yokmuş üstünde?”
“Tekne değil zaten,” dedi Martinson. “Bu, Kaptan Österdahl’ın bana öğrettiği ilk şey oldu. Bu yalnızca bir sal, başka bir şey değil. Ve hangi ülkenin malı olduğunu gösteren bir işaretin neden olmadığı konusunda harika bir açıklama yaptı. İmalatçılar kurtarma botlarını genellikle Yunanistan ve İtalya’ya gönderiyorlarmış. Oradaki firmalar da bu botların üstüne sahte etiketler koyuyormuş. Asya’da imal edilen saatlere Avrupa markalarının konulması gibi!”
“Başka neler söyledi?”
“Birçok şey. Artık kurtarma botlarına ilişkin her şeyi ezbere biliyorum. Tarih öncesi dönemlerde bile birçok farklı kurtarma botu varmış. Eski dönemlerde kullanılanlar kamıştan yapılırmış. Bu tür botları asla İskandinav şileplerinde bulamazsınız. Çünkü deniz yolları bunların kullanımını yasaklamış.”
“Neden?”
Martinson omuz silkti.
“Kaliteleri iyi değilmiş. Kolayca batabiliyorlarmış. Botun yapımında kullanılan plastik standartların çok altındaymış.”
Wallander bir an düşündü.
“Kaptan Österdahl’ın incelemesi eğer gerçekten doğruysa bu bot doğrudan Yugoslavya’dan geldi demektir. Ne İtalya’ya ne de başka bir yere gitti, üstünde de imalatçı firmanın adı yazılı değil. O zaman demek ki burada Yugoslav bandıralı bir şilep olması lazım.”
“Bu şart değil,” dedi Martinson. “Bu kurtarma botlarının bir kısmı Rusya’ya gidiyormuş. Bana kalırsa burada Moskova ile ona bağlı devletler arasında zorunlu mal takası söz konusu olabilir. Kaptan, Häradskär açıklarında yakalanan Rus balıkçı teknesinde buna benzer bir kurtarma botu gördüğünü söyledi.”
“Ama Doğu Avrupa bandıralı bir şilep üzerinde yoğunlaşabileceğimiz kesin, değil mi?”
“Evet, Kaptan Österdahl’ın görüşü bu doğrultuda.”
“Güzel,” dedi Wallander. “Hiç olmazsa bunu biliyoruz.”
“Ama bundan başka bir şey de bilmiyoruz,” dedi Svedberg.
“Telefon ederek bizi uyaran adam eğer bizimle bir daha bağlantı kurmazsa hiçbir şey öğrenemeyeceğiz,” dedi Wallander. “Bu adamların Baltık Denizi’nin diğer tarafından geldiklerinin dışında bir şey bilmiyoruz.”
Konuşması kapının vurulmasıyla kesildi. Bir polis memuru otopsi sonuçlarına ilişkin son ayrıntıları içeren zarfı getirmişti. Wallander arkadaşlarına, raporu incelerken yanında kalmalarını söyledi. Rapora bakar bakmaz, “İşte burada ilginç bir şey var,” dedi. “Mörth cesetlerin kanlarında ilginç bir şeyler bulmuş.”
“AIDS mi?” diye sordu Svedberg.
“Hayır, uyuşturucu. Yüksek dozlarda amfetamin.”
“Uyuşturucu kullanan Ruslar,” dedi Martinson. “Ruslar uyuşturucu kullananlara işkence yapıp öldürüyorlar. Sonra da onlara takım elbise giydirip kravat takıyorlar. Yugoslav yapımı kurtarma botuna koyup denize atıyorlar.”
“Rus olduklarını bilmiyoruz ki,” dedi Wallander. “Aslında hiçbir şey bilmiyoruz.”
Björk’ün numarasını çevirdi.
“Ben Björk.”
“Wallander. Martinson ve Svedberg yanımda. Dışişleri’nden yeni bir talimat gelip gelmediğini merak etmiştik.”
“Hayır, henüz gelmedi. Ama yakında beni arayacaklarından eminim.”
“Biraz sonra Malmö’ye gitmem gerekiyor.”
“Tamam. Beni aradıklarında seni arar haber veririm. Ha, bu arada, gazeteciler canını sıkmaya başladı mı?”
“Hayır, neden?”
“Bu sabah Expressens gazetesi beni saat beşte uyandırdı. O zamandan beri de telefon susmak bilmiyor. Kaygılandığımı itiraf etmeliyim.”
“Ortada kaygılanacak bir şey yok. Ne olursa olsun, onlar istediklerini yazacaklardır.”
“İşte beni kaygılandıran da bu zaten! Bu tür söylentiler basında yayınlanmaya başlarsa soruşturma çıkmaza girebilir.”
“Şansımız yaver giderse belki yararlı bilgi verebilecek birileri ya da görgü tanıkları bizlerle bağlantı kurabilir.”
“Sanmıyorum. Ayrıca sabahın beşinde uyandırılmaktan da hiç hoşlanmıyorum. O saatte uyandırılan birinin uyku sersemliği içinde ağzından istemediği birçok şey çıkabilir.”
Wallander telefonu kapattı.
“Paniğe kapılmayalım,” dedi. “Şimdilik kendi işimize odaklanalım. Malmö’de yapmam gereken bir şey var. Yemekten sonra burada yeniden görüşürüz.”
Svedberg ve Martinson odadan çıktı. Wallander onlara Malmö’ye iş nedeniyle gideceğine ilişkin bir izlenim bıraktığı için kendini biraz tedirgin hissetti. Polislerin herkes gibi ellerine bir fırsat geçirdiklerinde mesai saatleri içinde kendi özel işlerini yaptıklarını biliyordu ama kendini yine de tedirgin hissediyordu. Çok geri kafalıyım, diye geçirdi içinden. Üstelik henüz kırklı yaşlarımdayım.
Danışmadaki görevliye dışarı çıkacağını, ancak yemekten sonra emniyete döneceğini söyledi. Sonra da arabasına atlayarak Sandskogen’e, oradan da Kåseberga’ya gitti. Yağmur durmuştu ama hava çok soğuktu ve sert bir rüzgâr esiyordu.
Yakıt almak için Kåseberga’da durdu. Daha erken olduğundan rıhtıma giderek arabasını park edip dışarı çıktı. Rıhtımda hiç kimse yoktu. Gazete bayisiyle diğer dükkânlar kapalıydı.
Garip bir dünyada yaşıyoruz, diye geçirdi içinden. Bu ülkenin büyük bir bölümü sadece yazları yaşıyor. Kentin büyük bölümünde “kapalı” yazısıyla karşılaşıyoruz.
Soğuğa rağmen taş rıhtımda ilerledi. Görünürde tek bir gemi bile yoktu. Kurtarma botundaki cesetleri düşündü. Kimlerdi? Acaba neden işkence yapılıp öldürülmüşlerdi? Ceketlerini onlara kim giydirmişti?
Saatine baktı, sonra da arabasına binerek babasının yaşadığı Löderup’un güney kesimine doğru yola çıktı. Babasını her zamanki gibi stüdyosunda resim yaparken buldu. İçeri girer girmez de burnuna keskin terebentin ve yağlı boya kokusu çarptı. Çocukluğuna geri dönmüş gibiydi. Wallander’in çocukluğuna ilişkin hiç unutmadığı anılarından biri resim sehpasının önünde duran babasıyla stüdyoyu saran bu kokuydu. Yıllardan beri hiçbir şey değişmemişti. Babası her zaman gün batımının resmini yapardı, bu asla değişmezdi. Ara sıra bu resme bir de horoz eklerdi.
Wallander’in babası ressamdı. Yeteneğini o kadar kusursuz bir düzeye getirmişti ki resimlerinin konusunu değiştirmeye gerek duymuyordu. Wallander daha ileriki yaşlarında bunun babasının tembelliğiyle ya da yeteneksizliğiyle bir ilgisi olmadığını ama bu tekdüzeliğin, babasına yaşamını sürdürmek için gerek duyduğu güven duygusundan kaynaklandığını fark etmişti.
Yaşlı adam fırçasını bir kenara koyarak ellerini kirli bir bez parçasına sildi. Üstünde her zamanki gibi bir tulum ve çizme vardı.
“Hazırım,” dedi.
“Üstünü değiştirmeyecek misin?” diye sordu Wallander.
Babası ona hayretle baktı.
“Neden değiştireyim ki? Bugünlerde insanlar alışverişe giderken takım elbise mi giyiyorlar?”
Wallander babasıyla tartışmanın bir anlamı olmadığını fark etti. Babasının inatçılığıyla baş edemeyeceğinin farkındaydı. Ayrıca yaşlı adam öfkelenebilir ve Malmö yolculuğunu işkenceye dönüştürebilirdi.
“Nasıl istersen öyle olsun,” dedi.
“Evet,” diye karşılık verdi. “Öyle yapacağım.”
Malmö’ye doğru yola koyuldular. Babası manzarayı izliyordu. “Çok çirkin,” dedi.
“Çirkin olan ne?”
“Skåne kışları çok çirkinleşiyor. Hava gri, ağaçlar gri, gökyüzü gri. İnsanlar bile gri.”
“Sanırım haklısın.”
“Elbette haklıyım. Bundan hiç kuşkum yok. Skåne kışları berbat.”
Resim malzemeleri satan dükkân şehir merkezindeydi. Wallander dükkânın hemen önünde arabasını park edecek bir yer bulmuştu. Babası ne almak istediğini biliyordu; tuval, boya, fırça ve palet bıçağı alacaktı. Sıra aldıklarını ödemeye geldiğinde cebinden küçük bir cüzdan çıkardı. Wallander bir kenarda durmuş, babasını izliyordu. Aldıklarını taşımasına bile izin vermemişti babası.
“İşte hepsi bu kadar,” dedi babası. “Artık eve dönebiliriz.”
Wallander bir yerde durup bir şeyler yemeleri gerektiğini düşündü. Bunu babasına söyleyince şaşkınlıkla karşı çıkmadığını fark etti. Svedala motelinin önünde arabadan indiler ve motelin kafeteryasına gittiler.
“Burası self-servis,” dedi Wallander. “Garson olduğunu sanmıyorum.”
“O zaman biz de başka bir yere gideriz,” diye karşılık verdi babası. “Eğer dışarıda yemek yiyeceksek birilerinin bana servis yapmasını isterim.”
Wallander babasının üstündeki lekeli tuluma kaygıyla bir göz attıktan sonra Skurup’taki pizzacıyı önerdi, arabaya atlayarak gittiler. Pizzacıda günün menüsünü ısmarladılar. Yemeklerini yerken Wallander babasını hiçbir zaman istediği gibi tanıyamayacağını düşünüyordu. Eskiden onun diğer insanlardan çok farklı olduğunu düşünürdü ama şimdi bundan o kadar emin değildi. Geçen yıl kendisini terk eden karısı Mona, Kurt Wallander’e babasını tanımak için hiç çaba harcamadığını söylerdi. Kim bilir belki de babamla olan benzerliklerimi görmek istemiyorumdur. Belki ona benzemekten korkuyorum. İnatçı ve kendi görmek istediklerinin dışında bir şeyi kabul etmeyen biri olduğumu fark etmek istemiyor olabilirim.
Ama aynı zamanda bir polisin inatçı olmasının bir avantaj olduğunu da düşünüyordu. Eğer birçok olayda inatçı olmasaydı belki de bu olayların çoğu çözülemeyecekti. Dikbaşlılık mesleki bir hastalık değildi.
“Sağır mı oldun?” diye sordu babası.
“Affedersin. Bir şey düşünüyordum.”
“Eğer karşımda put gibi oturacaksan bir daha seninle yemeğe çıkmam.”
“Ne söylememi istiyorsun?”
“İşlerinin nasıl olduğunu anlatabilirsin. Kızından söz edebilirsin. Hatta bana kendine yeni bir sevgili bulduğunu bile söyleyebilirsin.”
“Yeni bir sevgili mi?”
“Yoksa hâlâ küs müsün yaşama?”
“Hayır ama kendime yeni bir sevgili bulamadım henüz.”
“Neden?”
“Bu işler sandığın kadar kolay olmuyor.”
“Peki, ne yapıyorsun?”
“Ne demek istiyorsun?”
“Çok zor bir soru mu sordum? Sana kendine yeni bir sevgili bulmak için ne yaptığını sordum, o kadar.”
“Eğer barlara gidip gitmediğimi soruyorsan, hayır gitmiyorum.”
“Hiçbir şey sormak istemiyorum. Yalnızca merak etmiştim. Her geçen yıl daha da tuhaflaşıyorsun.”
“Tuhaf mı?”
“Sana söylediğim gibi yapmalıydın. Asla polis olmamalıydın.”
Demek yine aynı konuya döndük, diye geçirdi içinden Wallander. Hiçbir şey değişmiyor… Terebentin kokusu. 1967 yılının o buz gibi soğuk günü. O sırada hâlâ Limhamn’daki evde oturuyorlardı ama kısa bir süre sonra Wallander oradan ayrılacaktı. Bir posta bekliyordu, postacıyı her gördüğünde koşarak posta kutusuna gidiyor ve postaları yırtarcasına açıyordu, sonunda beklediği posta gelmişti. Polis Akademisi’ne kabul edilmişti ve sonbaharda okul başlıyordu. Koşarak babasının stüdyosuna gitmişti.
“Polis Akademisi’ne kabul edildim!” diye bağırmıştı. Ne var ki babası onu kutlamamıştı. Elindeki fırçayı bile bırakmamış, resim yapmaya devam etmişti. Wallander babasının gün batımında kızıla boyanan bulutların resmini yapmayı sürdürdüğünü ve bir evlat olarak ne denli hayal kırıklığına uğradığını hâlâ hatırlıyordu.
Garson kahvelerini getirdi.
“Polis olmamı neden istemediğini hâlâ anlamış değilim,” dedi Wallander.
“Sen istediğini yaptın,” dedi babası.
“Bu bir yanıt değil.”
“Doğrusu oğlumun sürekli olarak üstünde kurtçuklar kaynayan cesetlerin arasında dolaşacağı hiç aklıma gelmezdi.”
Bu cevap Wallander’i şaşkına çevirmişti. Üstünde kurtçukların kaynadığı cesetler mi?
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Wallander.
Babası bu soruyu yanıtlamadı. Kahvesinin son yudumlarını içmekle yetindi.
“Kahvem bitti,” dedi. “Gidelim mi?”
Wallander hesabı istedi. Ödedikten sonra da, hiçbir zaman doğru düzgün bir yanıt alamayacağım, diye geçirdi içinden. Polis olmama neden hiçbir zaman razı gelmediğini asla öğrenemeyeceğim.
Restorandan çıktıktan sonra arabaya atlayarak Löderup’a döndüler. Rüzgâr iyice sert esiyordu. Babası tuvalleri ve boyaları alarak stüdyoya götürdü.
“Ne zaman iskambil oynayacağız?” diye sordu.
“Bir iki gün içinde gelirim, oynarız,” diye karşılık verdi Wallander.
Daha sonra da Ystad’a geri döndü. Öfkelensin mi yoksa şaşırsın mı bir türlü kestiremiyordu. Sürekli olarak cesetlerin arasında dolaşmak! Babası ne demeye çalışıyordu? Odasına girdiğinde saat 12.45 olmuştu. Bu arada babasını bir daha gördüğünde ondan kesin bir yanıt almaya karar vermişti. Kendini zorlayarak bu konuyu kafasının bir kenarına atmış, yeniden polis olmaya çalışıyordu. İlk iş olarak Björk’le konuşacaktı ama ahizeyi kaldırıp onun numarasını çeviremeden telefonu çaldı. Ahizeyi kaldırdı.
“Wallander.”
Hatta cızırtılar vardı. Adını bir kez daha yineledi. “Şu kurtarma botuyla ilgilenen sen misin?”
Wallander sesi tanımamıştı. Bu hızlı hızlı ve baskı altında konuşan bir erkek sesiydi. “Kimsiniz?”
“Bu önemli değil. Ben kurtarma botu için aramıştım.”
Wallander not defterine uzandı. “Geçen gün arayan sen miydin?”
“Ben mi?” Adamın sesi gerçekten şaşırmış gibi gelmişti.
“Ystad’a yakın bir yerde kıyıya vuracak bir kurtarma botu konusunda bizi uyaran sen değil miydin?”
“Boş ver,” diyerek adam telefonu kapattı.
Wallander bu konuşmanın ayrıntılarını not defterine yazdı. Hata yaptığının farkındaydı. Adam kurtarma botundaki cesetler hakkında konuşmak için onu aramıştı ama başka birinin de aradığını duyunca çok şaşırmış, hatta korkmuş ve telefonu kapatmıştı. Onun, Martinson’un konuştuğu adam olmadığı ortadaydı. Bu da konuyla ilgili bilgisi olanların sayısının birden fazla olduğunu gösteriyordu. Martinson haklıydı; olanları kim gördüyse, bunları bir gemiden görmüş olmalıydı. Kara kışta kimse tekneyle dolaşmaya çıkmayacağına göre görgü tanıkları gemi tayfaları olmalıydı. Ama hangi geminin? Bu Baltık Denizi’nden geçen herhangi bir feribot, bir balıkçı teknesi, bir şilep ya da bir petrol tankeri olabilirdi.
Kapının eşiğinde Martinson belirdi.
“Hazır mısın?” diye sordu.
Wallander ona az önceki telefondan şimdilik söz etmemeye karar verdi. Tüm olanları yeniden gözden geçirdikten sonra meslektaşlarına bundan söz edecekti.
“Henüz Björk’le konuşmadım,” demekle yetindi. “Yarım saat sonra buluşalım.”
Martinson odadan çıkınca Wallander, Björk’ü aradı.
“Björk.”
“Wallander. Nasıl gidiyor?”
“Odama gel, anlatacaklarım var.”
Wallander, Björk’ün ne anlatacağını merak etmişti.
“Bir ziyaretçimiz olacak,” dedi Björk. “Dışişleri, araştırmamızda bize yardımcı olabilecek birini gönderiyor.”
“Dışişleri’nden biri mi gelecek? Onlar cinayet soruşturması hakkında ne bilirler ki?”
“Bilmiyorum ama bugün öğleden sonra burada olacakmış. Onu sen karşılarsan iyi olur. Uçağı Sturup Havaalanı’na saat 17.20’de iniyor.”
“Tanrı aşkına!” dedi Wallander. “Bize yardım etmeye mi yoksa işimize karışmaya mı geliyor?”
“Bilmiyorum,” dedi bir kez daha Björk. “Ayrıca bu daha başlangıç! Bil bakalım kim aradı?”
“Emniyet genel müdürü mü?”
Björk, ona şaşkınlıkla baktı. “Nasıl bildin?”
“Bazen tahminlerimde yanılmam. Ne istiyormuş?”
“Soruşturmanın içinde yer almak istiyormuş. Ayrıca bize biri cinayet, diğeriyse narkotik uzmanı iki kişi gönderiyor.”
“Onları da mı havaalanında karşılamam gerekiyor?”
“Hayır. Onlar kendi başlarının çaresine bakabilir.”
Wallander bir an için düşündü. “Çok garip,” dedi. “Dışişleri Bakanlığı neden buraya birini gönderiyor ki? Sovyet polisiyle bağlantı kurmuşlar mı? Ve de Doğu Bloku’yla?”
“Dışişleri’nin bana söylediğine göre her şey kitabına uygun yapılıyormuş, tabii bu ne demekse.” Björk ellerini iki yana açtı. “Bu ülkede işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmeme yetecek kadar uzun zamandır bu işin içindeyim. Buna karşın zaman zaman da kimse bana bir şey söylemiyor, beni karanlıkta bırakıyorlar. Bazen de Adalet Bakanlığı bu şekilde davranıyor. Ama çoğunlukla İsveç halkını hiç bilgilendirmiyorlar.”
Wallander son yıllarda ortaya çıkan adaletle ilgili skandallardan haberdardı ve bunlar genellikle devlet kuruluşlarındaki gereksiz gizlilikten kaynaklanıyordu. Kamuoyunun kuşkularında haklı olduğu artık ortaya çıkmıştı. Gerçek iktidarın büyük bir bölümü gizli ve loş koridorlarda sıkışıp kalmış, denetimden iyice uzaklaşmıştı.
Kapı vurulunca Björk, “Gir,” diye bağırdı. Gelen Svedberg’di ve elinde akşam gazetelerinden biri vardı.
“Bunu görmek isteyeceğinizi düşündüm,” dedi. Wallander gazetenin birinci sayfasını görünce yüzünde hayret dolu bir ifade oluştu. İri puntolarla İskandinav kıyılarında bulunan cesetlerden söz ediyordu. Björk yerinden fırlayarak gazeteyi kaptı, üçü de birbirinin üstünden yazıyı okumaya çalıştı. Wallander şaşkınlıkla gazetede yayınlanan fotoğrafına baktı. Resim, Lenarp cinayeti sırasında çekilmiş olmalı, diye geçirdi içinden.
“Bu cinayeti, cinayet masasından Knut Wallman soruşturuyor.”
Björk gazeteyi bir kenara fırlattı. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Şakağındaki damar atmaya başlamıştı. Svedberg kapıya doğru gitti.
“Her şeyi yazmışlar ama adını yanlış yazmışlar,” diye homurdandı Björk. “Sanki bu yazıyı Wallander sen ya da Svedberg sen yazmışsın gibi. Gazete işin içine Dışişleri’nin girdiğini ve de emniyet genel müdürünün gelişmeleri yakından izleyeceğini biliyor. Kurtarma botunun Yugoslav yapımı olduğunu bile yazmışlar. Benim bundan haberim bile yok. Doğru mu bu?”
“Doğru,” dedi Wallander. “Bu sabah bana bunu Martinson söylemişti.”
“Bu sabah mı? Yapmayın, Tanrı aşkına! Bu lanet olası gazete ne zaman basıldı?”
Björk odanın içinde volta atmaya başladı. Wallander’le Svedberg bakıştılar. Björk sinirlendiğinde bu geçmek bilmezdi.
Björk yeniden gazeteyi alarak yüksek sesle okumaya başladı. “‘Sovyet polisleri ölü bulundu.’ İsveç yeni bir siyasi skandalın eşiğinde!’ Bununla ne demek istiyorlar? Bunu bana açıklar mısınız? Wallander?”
“Hiçbir şey anlamadım. Bence bizim uygulayacağımız en iyi ve mantıklı yol bunları göz ardı etmek olacaktır.”
“İnsan böyle bir yazıyı nasıl göz ardı edebilir? Bundan sonra medya bizi asla rahat bırakmayacaktır.”
Bu sözleri kanıtlamak istercesine telefon çaldı. Dagens Nyheter gazetesinden bir muhabir gazetede çıkan yazıya ilişkin görüşlerini almak istiyordu. Björk ahizeyi eliyle kapattı.
“Bir basın toplantısı düzenlesek iyi olacak. Ya da bir basın bülteni mi hazırlamalıyız acaba? Hangisi daha iyi? Ne dersin?”
“İkisi de,” diye karşılık verdi Wallander. “Ama basın toplantısı için yarını bekleyelim. Dışişleri’nden gelecek olan adamın da belki söyleyecekleri vardır.”
Björk kararını gazeteciye açıkladıktan sonra onun hiçbir soru sormasına fırsat vermeden telefonu kapattı. Björk’le Wallander basın bülteni üstünde çalışırlarken Svedberg odadan çıktı. Wallander ayağa kalkıp odadan çıkmaya hazırlanırken Björk, onu durdurdu.
“Haberin dışarıya sızmasıyla ilgili bir şeyler yapmalıyız,” dedi. “Benim çok saf davrandığım anlaşılıyor. Lenarp’taki cinayet üstünde çalışırken geçen yıl bana bu konuda dert yandığını hâlâ hatırlıyorum ama ben aşırı tepki çekmemek için seni fazla ciddiye almamıştım. Bu konuda şimdi ne yapabilirim dersin?”
“Bir şey yapılabileceğini pek sanmıyorum doğrusu,” dedi Wallander. “Ben dersimi geçen yıl almıştım. Bu tür olaylara dayanmayı öğrenmeliyiz.”
“Bir an önce emekli olmayı ne denli çok istediğimi bilemezsin,” dedi Björk kısa bir an düşündükten sonra. “Bazen tüm dünyanın bana cephe aldığını düşünüyorum.”
“Hepimiz zaman zaman bu tür duygulara kapılıyoruz,” dedi Wallander. “Ben havaalanına gidip şu adamı karşılayayım bari. Adı neydi?”
“Törn.”
“Bu ilk adı mı?”
“Bilmiyorum.”
Wallander odasına dönünce Martinson’la Svedberg’in kendisini beklediğini gördü. Svedberg, Martinson’a Björk’ün nasıl sinirlendiğini anlatıyordu. Wallander görüşmeyi kısa tutmaya karar verdi. Onlara kendisini arayan adamla ilgili bilgi verdikten sonra kurtarma botunu birden fazla kişinin gördüğüne inandığını söyledi.
“Seni arayan buralı biri miydi?” diye sordu Martinson.
Wallander evet anlamında başını salladı.
“O zaman onun izini bir şekilde mutlaka bulmalıyız,” dedi Martinson. “Petrol tankerleriyle şilepleri bir kenara bırakalım. Geriye ne kalıyor?”
“Balıkçı tekneleri,” dedi Wallander. “Skåne’nin dışında kaç balıkçı teknesi var?”
“Çok sayıda,” dedi Martinson. “Şimdi şubattayız ve çok azı limanda demirli duruyordur. Denizdeki balıkçı teknelerinin izini sürmek kolay olmayacak ama yapacağımız başka bir şey de yok galiba.”
“Buna yarın karar veririz,” dedi Wallander. “Her şey yarın değişebilir.”
Wallander arkadaşlarına Björk’ün anlattıklarını söyledi. Martinson buna kendisi gibi bir tepki verdi ama Svedberg yalnızca omuz silkmekle yetindi.
“Bugün daha fazla yol alacağımızı sanmıyorum,” dedi Wallander toplantıyı bitirirken. “Olanlara ilişkin bir rapor yazmam gerekiyor. Siz de kendi raporlarınızı yazsanız iyi olur. Yarın da cinayet masasından ve narkotikten gelecek polislerle oturup tartışırız. Tabii bir de Dışişleri’nden gelecek olan Bay Törn var.”
Wallander havaalanına erkenden gitmişti. Her zamanki gibi yorucu ve uzun mesai saatleriyle düşük ücretlerden şikâyet eden polislerin yanına giderek onlarla kahve içti. Saat 17.15’de de gelen yolculara ayrılan bölüme geçip beklemeye başladı. Arada sırada da duvara monte edilmiş televizyon ekranına bakıyordu. Stockholm uçağının indiği haber verilince Wallander birden Dışişleri’nden gelen bu adamın kendisini üniformalı bir polisin karşılayacağını düşünmüş olabileceğini fark etti. Ellerimi arkama alıp volta atarsam belki benim polis olduğumu anlar, diye geçirdi içinden.
Gelen yolcuları dikkatle incelemeye koyuldu ama hiçbirinde karşılanmayı bekleyen bir ifade yoktu. Tüm yolcular çıktıktan sonra adamı kaçırdığını anladı. Dışişleri’nde çalışanlar acaba nasıl insanlardır, diye geçirdi içinden. Sıradan insanlara mı yoksa diplomatlara mı benzerler? Peki ama diplomatlar neye benzer?
“Kurt Wallander,” diye seslendi biri arkasından. Hızla dönünce genç bir kadın gördü.
“Buyurun,” dedi. “Ben Kurt Wallander.”
Kadın eldivenini çıkararak elini uzattı. “Ben Birgitta Törn,” dedi. “Dışişleri’nden. Herhâlde bir erkek bekliyordunuz?”
“Haklısınız,” diye karşılık verdi.
“Hâlâ fazla kadın diplomat yok,” dedi Birgitta Törn. “Ama yine de bu durum İsveç’in dışişlerinin büyük bir kısmının kadınların ellerinde olmasına engel değil.”
“Güzel,” dedi Wallander. “Skåne’ye hoş geldiniz.”
Bagajları beklerlerken Wallander, onu gizlice süzüyordu. Çok çekici bir kadın değildi ama bakışlarında insanın dikkatini çeken bir şey vardı. Valizi aldığında, dönüp ona bakınca dikkatini çekenin ne olduğunu anladı. Gözlerinde lens vardı. Evliliklerinin ilk yıllarında Mona da lens takıyordu.
Arabaya gittiler. Wallander, ona Stockholm’de havanın nasıl olduğunu ve rahat bir yolculuk yapıp yapmadığını sordu. Genç kadın onun sorularını yanıtladı ama araya mesafe koyduğu da hissediliyordu.
“Sekelgården adındaki bir otelde yer ayırttım,” dedi Törn, Ystad’a doğru yola koyulduklarında. “Şimdiye dek hazırladığınız tüm raporları okumak istiyorum. Tüm materyallerin bana verilmesi gerektiğiyle ilgili size bir talimat verildiğini sanıyorum.”
“Hayır, verilmedi,” dedi Wallander. “Kimse bu konuda bana bir şey söylemedi ama ortada bir sır olmadığına göre elbette raporları okuyabilirsiniz. Dosya arka koltukta!”
“Çok iyi,” diye karşılık verdi.
“Artık her şey açığa kavuştuğuna göre size bir şey sormak istiyorum,” dedi Wallander. “Buraya neden geldiniz?”
“Doğu’da olan, alışılmışın dışında gerçekleşen her olay dışişlerini ilgilendirir. Ayrıca Interpol’e üye olmayan ülkeler hakkında yasal bilgi edinme konusunda size yardımcı olabiliriz.”
Politikacı gibi konuşuyor, diye geçirdi içinden Wallander.
Söylediklerinde kuşku uyandıran bir şey yoktu.
“Alışılmışın dışında her olay,” diye yineledi Wallander. “İlginç bir saptama. İsterseniz size kurtarma botunu gösterebilirim, emniyette duruyor.”
“Hayır, teşekkür ederim,” dedi Törn. “Polisin işine karışmak istemem ama yarın sabah için bir toplantı ayarlarsanız memnun olurum. Olayların ne durumda olduğuna ilişkin bir brifing almak isterim.”
“Toplantı için en iyi saat 08.00,” dedi Wallander. “Genel müdürlükten bize ekstra polis gönderileceğini duydunuz mu, bilmiyorum. Onların yarın burada olacaklarını sanıyorum.”
“Haberim var,” dedi Törn.
Sekelgården meydanın hemen arkasındaydı. Wallander arabasını otelin önüne park etti ve arka koltuktaki dosyayı aldı. Sonra da bagajı açarak genç kadının valizini çıkardı.
“Daha önce Ystad’a gelmiş miydiniz?” diye sordu.
“Hayır.”
“O zaman Ystad polisi adına sizi bu akşam yemeğe davet etmek isterim.”
Genç kadının yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi.
“Çok naziksiniz,” dedi. “Ama çalışmam gerek.”
Wallander sinirlendiğini hissediyordu. Belki de bu kadın taşra polisiyle yemek yemeyi bir küçüklük olarak görüyordu.
“Continental Oteli’nin yemekleri çok güzeldir,” dedi. “Meydana çıkınca hemen sağda. Sabah gelip sizi almamı ister misiniz?”
“Ben kendim gelirim,” dedi. “Her şey için çok teşekkür ederim.”
Wallander arabasına atlayarak evine gitti. Saat 18.30 olmuştu. Yaşamından hiç de memnun değildi. Yalnızca boş bir eve gitmek değildi canını sıkan. İş yaşamı da artık fena hâlde canını sıkmaya başlamıştı. Tüm bu sıkıntılar yetmezmiş gibi şimdi bir de sağlığı onunla oyun oynamaya başlamıştı. Eskiden işinde kendini güvende hissederdi ama artık hissetmiyordu. Bu güvensizlik duygusu geçen yıl Lenarp’ta işlenen çifte cinayeti çözmeye çalışırken başlamıştı. Önceden Rydberg’le oturup İsveç’in artık eskisi gibi olmadığını, her şeyin olumsuz anlamda değiştiğini ve ülkenin daha fazla sayıda emniyet gücüne ihtiyacı olduğunu konuşurlardı. Wallander geçen zamanla birlikte yetersizliğinin de arttığını hissediyordu. İçindeki bu güvensizlik duygusunu yok etmesi mümkün değildi.
Buzdolabından bir şişe bira aldı, televizyonu açıp kanepeye uzandı. Ekranda tüm ülkenin heyecanla izlediği şovlardan biri vardı.
Wallander, Trelleborg Lastik Şirketi’ndeki iş fırsatını düşünmeye koyuldu. Kim bilir belki de bu, ihtiyacı olan değişiklik için eşsiz bir fırsattı. Belki de insan bir süre polis olmalı ve daha sonra da yaşamını tümüyle farklı bir işe adamalıydı.
Gece yarısına dek yatmadı.
Telefon çaldığında salonun ışığını kapamak üzereydi. Hayır, bu akşam bari aramasınlar, diye geçirdi içinden. Yeni bir cinayetle uğraşmak istemiyorum. Ahizeyi kulağına götürür götürmez öğlen kendisini arayan adamın sesini duydu.
“Kurtarma botu hakkında bazı şeyler biliyor olabilirim,” dedi adam.
“Bize yardımcı olacak her türlü bilgiye açığız,” dedi Wallander.
“Bildiklerimi size ancak bir şartla anlatırım, anlatacaklarımı polisin kimseye söylemeyeceğini garanti ederseniz.”
“İstediğiniz süre boyunca kimliğinizi gizli tutabilirsiniz.”
“Bu yeterli değil. Bu konuşma hakkında hiçbir şeyin açıklanmayacağının garantisini istiyorum.”
Wallander bir an düşündükten sonra adama söz verdi. Ama adam hâlâ kararsızdı. Bir şeyden korkuyor olmalı, diye geçirdi içinden Wallander. “Size polis sözü veriyorum.”
“Polis sözüne pek güvenmem.”
“Güvenmelisiniz,” dedi Wallander. “Kimse hakkımda olumsuz bir şey söyleyemez.”
Kısa bir sessizlik olunca Wallander, onun hızlı soluk alıp verişlerini duydu.
“Sanayi sitesini biliyor musunuz?” diye sordu adam birdenbire.
Wallander biliyordu. Bu, şehrin doğusundaki sanayi bölgesiydi.
“Hemen oraya gelin,” dedi adam. “Yol aslında tek yönlü ama bu saatte trafik olmaz. Motoru ve farları kapatın.”
“Nerede durmamı istiyorsunuz? Orası çok uzun bir cadde!”
“Siz oraya gidin. Ben nasılsa sizi bulurum. Ama yalnız geleceksiniz. Aksi hâlde her şeyi unutun.”
Adam telefonu kapattı.
Wallander kaygılanmıştı. Kendisine yardımcı olmaları için Martinson’u ya da Svedberg’i araması gerektiğinin farkındaydı. Ama kaygılarını bir kenara atmaya zorladı kendini. Hem zaten ne olabilirdi ki?
Kanepeden fırlayarak ayağa kalktı. Sıcaklık sıfırın altına inmişti, boş sokaktaki arabasına binerken soğuktan titriyordu.
Oto galerileri ve dükkânlarla dolu caddeye saptığında gece zifiri karanlıktı. Yolun yarısına dek gittikten sonra farlarını ve motoru kapadı. Karanlıkta beklemeye koyuldu. Kontrol panelinin üstündeki saatin ışığı gece yarısını geçtiğini gösteriyordu.
00.30’da hiçbir şey olmadı. Saat 01.00’e kadar kimse gelmezse eve dönmeye karar verdi.
Adam arabanın yanına gelinceye dek onu fark edememişti. Telaşla camı açtı. Wallander, adamın yüzü karanlıkta olduğundan onu göremiyordu. Ama sesini hemen tanımıştı.
“Arkamdan gel,” dedikten sonra adam gecenin karanlığında yok olup gitti.
Birkaç dakika sonra ters yönden bir araba yaklaştı ve farlarını yakıp söndürdü. Wallander onu takip etti, kasabanın doğu kesiminden çıktılar.
Wallander birden korktuğunu hissetti.

5
Brantevik’teki limanda kimseler yoktu. Yalnızca suya yansıyan tek tük bir iki ışık vardı. Wallander elektriklerin mi kesildiğini yoksa belediyenin enerji tasarrufu mu yaptığını kestiremedi. Hayatımız her gün daha da kasvetli bir hâl alıyor, diye düşündü. Bu gerçek kendini her geçen gün daha fazla belli ediyor.
Önündeki arabanın farları söndü. Wallander de kendi farlarını söndürdü. Kontrol panelinin üstündeki saat 01.25’i gösteriyordu. Birden bir el fenerinin ışığı ortalığı aydınlattı. Işık karanlıkta dans ediyor gibiydi. Wallander arabasının kapısını açıp dışarı çıktı. Soğuk hava yüzüne bir tokat gibi çarpmıştı. El fenerli adam birkaç metre ilerisinde duruyordu. Wallander onu hâlâ tam olarak göremiyordu.
“Rıhtıma gidelim,” dedi adam.
Belirgin bir İskandinav aksanıyla konuşuyordu. Wallander insanın bu aksanla tehdit edercesine konuşmasının olanaksız olduğunu geçirdi aklından. Bu kadar nazik başka bir aksan bilmiyordu.
“Neden?” diye sordu. “Neden rıhtıma gitmemiz gerekiyor?”
“Korkuyor musun?” dedi adam. “Rıhtımda bizi bekleyen bir tekne var.”
Arkasına dönerek rıhtıma doğru gitti, Wallander de onu izledi. Buz gibi bir rüzgâr esiyordu. Bir balıkçı teknesinin yanında durdular. Deniz ve yakıt kokusu yoğundu. Adam, Wallander’e feneri uzattı.
“Halata doğru tut feneri.”
Wallander adamı ancak o zaman doğru dürüst görebildi. Kırk yaşlarındaydı. Dışarıda çok zaman geçiren birinin sert yüz hatları vardı. Lacivert bir tulumla gri bir ceket giymişti. Adam halatı çözerek tekneye atladı. Gecenin karanlığında dümene doğru gitti. Wallander bekledi. Gaz lambası yandı ve adam güvertede belirdi.
“Tekneye hoş geldin,” dedi.
Wallander güvertenin buz gibi soğuk parmaklığına tutunarak tekneye atladı. Dümene dönen adamın arkasından gitti.
“Sakın düşeyim deme,” dedi adam. “Su çok soğuk!”
Dümenden makine dairesine giden adamı izledi. İçeride yoğun mazot ve yağ kokusu vardı. Adam gaz lambasını duvardaki bir kancaya astı.
Wallander adamın çok korktuğunu fark etmişti. Telaşlı bir hâli vardı. Wallander son derece rahatsız ve üstünde kirli bir battaniye olan ranzaya oturdu.
“Umarım sözünde durursun,” dedi adam.
“Ben her zaman sözümde dururum,” diye karşılık verdi Wallander.
“Kimse sözünde durmaz ama,” dedi adam. “Başıma gelebileceklerden kaygılanıyorum.”
“Adın ne?”
“Bunun bir önemi yok.”
“Ama kurtarma botundaki iki cesedi gördün, değil mi?”
“Görmüş olabilirim.”
“Görmeseydin bizi aramazdın.”
Adam ranzanın üstündeki kirli haritaya uzandı.
“İşte burada,” dedi parmağıyla göstererek. “İşte tam burada botu gördüm. Onu fark ettiğimde saat 14.00 civarıydı ve ayın on ikisiydi. Yani geçen salı. Botun nereden geldiğini anlamaya çalıştım ama beceremedim.”
Wallander kâğıt ve kalem bulabilmek için ceplerini karıştırdı ama bulamadı.
“Acele etme,” dedi Wallander. “Her şeye başından başlayalım. Botu fark ettiğinde tam olarak neredeydin?”
“Nerede olduğumu yazmıştım,” dedi adam. “Ystad’dan altı deniz mili uzaktaydım, güneye doğru gidiyordum. Bot ise kuzeybatı yönünden geliyordu. Onun tam konumunu yazmıştım.”
Wallander’e buruşuk bir kâğıt parçası uzattı. Rakamlar ona hiçbir şey ifade etmemesine karşın Wallander adamın doğru söylediğini fark etmişti.
“Kurtarma botu suda sürükleniyordu,” dedi adam. “Kar yağmasaydı fark etmezdim.”
Biz de fark etmezdik, diye geçirdi içinden Wallander. Adamın her birinci tekil şahıs kullanışında Wallander içgüdüsel olarak onun gerçeğin yalnızca bir kısmını anlattığını düşünüyordu.
“Bot teknenin iskele tarafına doğru sürükleniyordu,” diye sürdürdü konuşmasını adam.
“Onu çekme halatıyla İsveç kıyılarına doğru çektim, sonra da kıyıyı görünce bıraktım.”
Bu da bottaki halat parçasının nereden geldiğini açıklıyor, diye geçirdi içinden Wallander. Aceleleri vardı ve tedirgin olmuşlardı. Halatı koparmayı bile göze almışlar.
“Balıkçı mısın?”
“Evet.”
Hayır, diye geçirdi içinden Wallander. Yine yalan söylüyorsun ve çok kötü bir yalancısın. Neden korktuğunu doğrusu çok merak ediyorum.
“Eve dönüyordum,” dedi adam.
“Teknende mutlaka bir telsiz olmalı,” dedi Wallander. “Neden sahil güvenliği uyarmadın?”
“Geçerli bazı nedenlerim vardı.”
Wallander adamın korkularını gidermek zorunda olduğunu fark etti, aksi hâlde hiçbir şey öğrenemeyecekti. Güven duymalı, diye geçirdi içinden. Bana gerçekten güven duyabileceğini hissetmeli.
“Daha fazlasını öğrenmem gerekiyor,” dedi Wallander. “Burada söylenenleri soruşturmada kullanmam gerekecek ama bunları nereden duyduğumu hiç kimse bilmeyecek.”
“Kimse bir şey söylemedi. Kimse telefon etmedi.”
Wallander birden adamın kimliğini açıklamak istememesinin son derece basit bir açıklaması olduğunu fark etti. Martinson’la konuşurken adamın teknede yalnız olmadığını fark etmişti ama şimdi teknede kaç kişi olduklarını öğrenmek zorundaydı. Belki iki kişiydiler. Üç olamazdı, ikiden fazla olamazdı. Ve bu adam da o ikinci adamdan korkuyordu.
“Kimse telefon etmedi,” dedi Wallander. “Bu tekne senin mi?”
“Bunun ne önemi var?”
Wallander olanları yeniden düşünmeye başladı. Bu adamın bottaki cesetlerle uzaktan yakından bir ilgisi olmadığından artık emindi. Bu adam o sırada yalnızca bir rastlantı sonucu teknedeydi ve botu görünce onu kıyıya çekmişti. Bu da işleri kolaylaştırıyordu ama adamın neden bu kadar korktuğunu da bir türlü anlayamıyordu. Diğer adam kimdi?
Tam o sırada jetonu düştü. Kaçakçılar. Ya mülteci ya da içki taşıyorlardı. Bu tekne kaçakçılık işleri için kullanılıyordu. İşte bu yüzden de teknede balık kokusu yoktu.
“Botu gördüğünde denizde başka bir gemi var mıydı?”
“Hayır.”
“Bundan emin misin?”
“Sadece gördüklerimi anlatıyorum.”
“Ama daha önce tahmin ettiğini söylemiştin.”
Bu sözlere aldığı yanıt kesindi.
“Bot uzun zamandır denizde gibiydi. Denize yeni atılmış olamazdı.”
“Neden?”
“Çünkü çevresinde yosunlar oluşmaya başlamıştı.”
Wallander botu ilk kez inceldiğinde yosun gördüğünü hatırlamıyordu.
“Botu bulduğumuzda yosun falan yoktu.”
Adam kısa bir an düşündü.
“Botu kıyıya doğru çekerken yosunlar temizlenmiş olmalı. Çünkü suya batıp çıkıyordu.”
“Sence bot ne zamandan beri denizdeydi?”
“Bir haftadan beri olabilir. Ama kesin bir şey söylemek zor.”
Wallander adamı incelemeye koyuldu. Son derece huzursuz bir hâli vardı ve en küçük bir ses karşısında da hemen tedirgin oluyordu.
“Bana söylemek istediğin başka bir şey var mı?” diye sordu Wallander. “Küçücük bir ayrıntı bile çok önemli olabilir.”
“Bot bence Baltık ülkelerinden birinden buraya gelmiş olabilir.”
“Neden böyle düşünüyorsun? Almanya’dan gelmiş olamaz mı?”
“Ben bu suları iyi bilirim. Botun Batık ülkelerden birinden geldiğine eminim.”
Wallander söz konusu bölgenin haritasını gözlerinin önünde canlandırmaya çalıştı.
“Çok uzun bir yol,” dedi. “Polonya sahillerini baştan başa geçtikten sonra, dosdoğru Alman karasularına girmesi gerekiyor. Buna inanamıyorum.”
“İkinci Dünya Savaşı sırasında mayınlar kısa zamanda uzun yollar alabiliyordu. Son günlerde esen sert rüzgârlar botun yolculuğunu da hızlandırmış olabilir.”
Birden gaz lambasının ışığı azaldı.
“Bildiklerim bu kadar. Daha fazla anlatacak bir şeyim yok,” dedi adam haritayı katlarken. “Verdiğin sözü hatırlıyorsun, değil mi?”
“Verdiğim sözleri asla unutmam. Ama bir sorum daha var. Neden korkuyorsun? Neden gecenin bir yarısı buluştuk?”
“Korkmuyorum,” diye karşılık verdi adam haritayı kaldırırken. “Ayrıca korkuyor olsam da bu yalnızca beni ilgilendirir.”
Wallander çok geç olmadan sorması gereken başka sorusu olup olmadığını düşündü.
İkisi de teknenin hafifçe sallanmaya başladığını fark etmemişti. Bu son derece hafif bir sallantı olduğu için fark edilmemesi olağandı.
Wallander ranzadan kalkarak el feneriyle dümenin bulunduğu yerin duvarlarını aydınlattı. Tekneyi daha sonra kendisine hatırlatabilecek hiçbir şey bulamadı.
“Gerekirse seni nerede bulabilirim?” diye sordu rıhtıma çıktıklarında.
“Bulamazsın,” diye karşılık verdi adam. “Aslında buna gerek de olmayacak. Çünkü bildiğim her şeyi anlattım.”
Wallander rıhtımda yürürken adımlarını sayıyordu. Yetmiş üçüncü adımda limanın çakıl taşlı zeminine bastığını fark etti. Adam karanlığın içinde kaybolmuştu. El fenerini almış ve tek bir sözcük bile söylemeden çekip gitmişti. Wallander motoru çalıştırmadan arabasında bir süre oturdu. Bir an için karanlıkta bir gölge gördüğünü sandı ama sonra da yanıldığına karar verdi. Yine de bunun, bir an önce oradan uzaklaşması anlamına geldiğini hissetti. Ana yola çıkınca yavaşladı ama dikiz aynasından başka bir araç görmedi.
Eve geldiğinde saat 02.45 olmuştu. Mutfak masasına oturup balıkçı teknesindeki konuşmaların ayrıntılarını yazmaya başladı. Baltık ülkeleri, diye geçirdi içinden. Kurtarma botu onca yol boyunca sürüklenmiş olabilir miydi? Oturma odasına giderek opera programlarıyla eski dergilerin arasına sıkışmış, okul döneminden kalmış bir atlası bulup çıkardı. Güney İsveç ve Baltık Denizi. Baltık ülkeleri atlasta İsveç’e çok yakın duruyorlardı ama aynı zamanda da çok uzaktılar. Deniz, akıntı ve rüzgârla ilgili hiçbir şey bilmiyorum, diye geçirdi içinden. Adam haklı olabilir mi? Hem bana neden yalan söylesin ki? Bir kez daha adamın korkusunu ve diğer kişiyi düşündü. Adamın korktuğu diğer kişiyi.
Yattığında saat 04.00 olmuştu. Uzun bir süre uyuyamadı.
İrkilerek birden uyandı. Komodinin üstündeki saat 07.46’yı gösteriyordu. Küfrederek yataktan fırladı. Diş fırçasıyla macununu ceketinin cebine atarak evden fırladı, saat sekizde arabasını emniyetin önüne park etti. Santral memuru Ebba ona seslendi.
“Björk seni hemen görmek istiyor,” dedi. “Ne oldu? Uyanamadın mı?”
“Sorma,” diye karşılık veren Wallander dişlerini fırçalamak için koşarak tuvalete gitti. Aynı zamanda da toplantı için kafasını toplamaya çalışıyordu. Gece Brantevik limanındaki balıkçı teknesinde yaşadıklarını ne yapacaktı?
Björk’ün odasına gittiğinde kimse yoktu. Odadan çıkarak emniyetin en büyük toplantı odasına gitti, kendini derse geç kalan bir öğrenci gibi hissederek kapıyı hafifçe vurdu.
Oval masanın etrafında altı kişi oturuyordu. Başlarını kaldırıp ona baktılar.
“Galiba birkaç dakika geciktim,” dedi kendisine en yakın boş sandalyelerden birine oturarak. Björk, ona dik dik bakıyordu ama Martinson’la Svedberg geceyi nerede geçirdiğini merak edercesine bakarak hafifçe gülümsediler. Svedberg’in kendisine alaycı bir tavırla baktığını düşündü. Björk’ün solunda oturan Birgitta Törn’ün yine gizemli bir hâli vardı. Onun yanında da Wallander’in tanımadığı iki kişi oturuyordu. Wallander yerinde hafifçe doğrularak onları selamladı. Bu iki adam ellili yaşlarındalardı. Şaşırtıcı bir şekilde birbirlerine benziyorlardı. Yüzlerinde dostça bir ifade vardı. Birincisi kendini Sture Rönnlund, ikincisi de Bertil Lovén olarak tanıttı.
“Ben cinayet masasındanım,” dedi Lovén. “Sture de narkotikten.”
“Kurt en deneyimli elemanlarımızdan biridir,” dedi Björk. “Buyurun, kahve alın.”
Herkes kahvesini aldıktan sonra Björk toplantıyı başlattı.
“Yardımlarınız için ne kadar minnettar olduğumuzu söylememe gerek yok,” dedi. “Cesetlerin bulunmasıyla birlikte medyanın olaya atmaca gibi saldırmasını hepinizin fark ettiğinden eminim. Bu yüzden bu soruşturmada sizlerin yardımına ihtiyacımız var. Birgitta Törn bize gözlemci olarak katıldı. Interpol’ün etkisi dışında kalan ülkeler söz konusu olursa bize yardım edecek, ancak onun uzmanlığından her daim yararlanabiliriz.”
Bu konuşmadan sonra sıra Wallander’e gelmişti. Herkese ayrıntılı bir rapor verildiğinden ayrıntılara girmedi ama olanları kısaca özetledi. Adli tıp raporu üstünde kısa bir süre konuştu. Konuşmasını bitirince Lovén birkaç nokta hakkında soru sordu. Hepsi bu kadardı. Björk masanın etrafında oturanlara baktı.
“Evet,” dedi. “Başka bir şey var mı?”
Wallander, Björk’ün kararı Dışişleri görevlisiyle Stockholm’lü iki polise bırakmasına sinirlenmişti. Tepkisini belli etmek için söz almak istedi.
“Burada tam olarak açıklanmayan birçok konu var,” dedi. “Yalnızca bu olaydan söz etmiyorum. Dışişleri Bakanlığı’nın Birgitta Törn’ü neden Ystad’a gönderdiğini anlamış değilim. Bakanlığın bunu bizim Rus polisiyle sağlam ilişkiler kurmamıza yardım etmek için yaptığına inanmıyorum. Bana kalırsa Dışişleri Bakanlığı soruştumayı yakın takibe aldı, eğer öyleyse, neyin yakın takibe alındığını öğrenmek istiyorum. Ve en önemlisi de bakanlığın bu kararı neden aldığını bilmek istiyorum. Stockholm’ün bizim bilmediğimiz şeyleri bildiğini düşünmeden edemiyorum. Ya da belki de bu kararı Dışişleri değil ama bizim bilmediğimiz başka biri verdi.”
Wallander sözlerini tamamladığında odada ölümcül bir sessizlik oluşmuştu. Björk, ona dehşetle bakıyordu.
Sonunda bu sessizliği Birgitta Törn bozdu.
“Ystad’a gelme nedenimizden kuşkulanmanızı gerektirecek bir şey yok,” dedi. “Doğu Avrupa’daki çalkantılı durum oradaki gelişmeleri yakından takip etmemizi gerektiriyor.”
“O adamların Doğu Bloku’ndan geldiklerinden emin değiliz ki,” dedi Wallander, Törn’ün sözünü keserek. “Yoksa siz bizim bilmediğimiz bir şey mi biliyorsunuz? Öyleyse bunu ben de öğrenmek isterim.”
“Galiba biraz sakinleşsek iyi olacak,” dedi Björk.
“Sorumun yanıtlanmasını bekliyorum,” diye karşılık verdi Wallander. “Bu dengesi bozuk siyasi ortamda karanlıkta kalmak istemiyorum.”
Birgitta Törn’ün yüzündeki gizemli ifade birden kayboldu. Wallander’e ters bir şekilde baktı. Hımm, diye geçirdi içinden, beni sevmiyor.
“İçinde bulunduğumuz durumu az önce de belirtmiştim,” dedi Törn. “Eğer ne denli hassas bir durumla karşı karşıya olduğumuzu algılayabiliyorsanız bu şekilde bir tavır takınmanın gereksiz olduğunu da anlarsınız.”
Wallander başını iki yana sallayarak Lovén’le Rönnlund’a döndü.
“Size ne tür bir talimat verildi?” diye sordu. “Yasal bir başvuru yapılmadan Stockholm buraya yardım göndermez ve bildiğim kadarıyla biz de böyle bir başvuru yapmadık. Yoksa yaptık mı?”
Björk hayır anlamında başını salladı.
“Öyleyse, demek Stockholm kendi yetkilerini kullandı. Eğer birlikte çalışacaksak bunun nedenini öğrenmek isterim. Tabii bizim yetersiz olduğumuzu düşünmediğinizi varsayarak.”
Lovén yerinde huzursuzca kıpırdandı, soruya Rönnlund karşılık verdi. Wallander, onun sesindeki anlayışlı ifadeyi fark etmişti.
“Genel Müdürlük yardıma ihtiyacınız olabileceğini düşündü,” dedi. “Bizim amacımız size elimizden geldiğince yardım etmek. Hepsi bu. Soruşturmadan sizler sorumlusunuz ve eğer size yardımcı olabilirsek ne mutlu bize. Ne ben ne de Bertil bu olayı kendi başınıza çözümleyebileceğiniz konusunda kuşku duyuyoruz, ayrıca ben son birkaç yıldan beri sizin son derece kararlı ve hızlı davrandığınızı da biliyorum.”
Wallander teşekkür edercesine başını salladı. Martinson gülümsüyor, Svedberg de masanın üstünde bulduğu bir ataşla düşünceli bir şekilde dişlerini karıştırıyordu.
“Peki, şimdi bulunduğumuz noktadan nereye gidebileceğimizi tartışalım,” dedi Björk.
“Haklısın,” dedi Wallander. “Size açıklamak istediğim birkaç teorim var ama öncelikle dün gece yaşadığım küçük maceradan söz etmek istiyorum.”
Sakinleştiğini fark etti. Törn’ün hakkından istediği gibi gelemediği için de kendisine kızıyordu. Çok yakında nasıl olsa onun buraya neden geldiğini öğrenecekti. Rönnlund’un verdiği destek kendini iyi hissetmesini sağlamıştı. Onlara kendisine gelen telefondan ve Brantevik’teki balıkçı teknesinden söz etti. Adamın, kurtarma botunun Baltık devletlerinden buraya sürüklenmiş olduğundan emin olduğunu vurguladı. Björk kendinden hiç beklenmeyen bir tavırla harekete geçerek danışmaya telefon edip deniz haritalarının bir an önce yukarıya, toplantı odasına gönderilmesini istedi. Wallander, Ebba’nın santralin önünden geçen ilk polis memurunu yakalayarak eline haritaları tutuşturup odaya göndermesini gözünün önünde canlandırınca kendi kendine gülümsedi. Bir fincan kahve alarak teorilerini açıklamaya başladı.
“Elimizdeki deliller bu adamların bir gemide öldürüldüklerini gösteriyor,” dedi. “Böyle düşününce de katillerin cesetleri neden denize atıp kurtulmadıkları geliyor insanın aklına ama bence onlar cesetlerin bir şekilde bulunmasını istediler. Neden bu şekilde davrandıklarını bilmiyorum ama botun bir şekilde kıyıya vuracağından emindiler. Her neyse, adamlar işkence yapıldıktan sonra öldürüldüler. İnsanları cezalandırmak ya da bilgi almak için işkence yapılır. Onlara uyuşturucu verildiğini de unutmayın, amfetamin bulduk. Bu da olaya bir şekilde uyuşturucunun da karıştığını gösteriyor. Giysilerinden bu adamların para sıkıntısı çekmediklerini düşünüyorum. Bu tür ayakkabılar ve giysiler satın aldıklarına göre Doğu Avrupa standartlarında çok varlıklı kişiler olmaları gerek. Doğrusunu isterseniz ben bu tür şeyleri satın alabilecek güçte değilim.”
Lovén, onun bu sözlerine güldü ama Birgitta Törn yüzünü asmayı sürdürüyordu.
“Elimizde bir şeyler var ama yine de olayların akışına ve bu adamların neden öldürüldüklerine ilişkin hâlâ bilmediğimiz birçok şey var. Hiç zaman kaybetmeden öğrenmemiz gereken bir şey var. O da bu adamların kim oldukları. Bunun üstünde yoğunlaşmalıyız. Bir an önce de balistik raporuna ulaşmalıyız. İsveç ve Danimarka’da kayıp oldukları bildirilen kişilerin listesini istiyorum. Adamların parmak izleriyle fotoğraflarının bir an önce Interpol’e iletilmesi gerekiyor. Belki de suç kayıtlarında bu adamlara rastlarız. Bu cinayetin Sovyetler Birliği’nde ya da Baltık ülkelerinden birinde işlendiğini varsayarak bu ülkelerdeki polisle de bağlantı kurmamız gerek. Birgitta Törn belki bu konuda bize bilgi verir.”
“Bunun için biraz daha beklememiz gerekecek,” dedi Törn. “Moskova polisinin uluslararası şubesiyle bağlantı kuracağız.”
“Estonya, Letonya ve Litvanya polisleriyle de bağlantı kurulmalı.”
“Moskova üzerinden yürütülecek bu.”
Wallander ona soru sorarcasına baktıktan sonra bakışlarını Björk’e çevirdi. “Geçen sonbaharda buraya Letonyalı bir polis gelmemiş miydi?”
“Birgitta Törn’ün söylediği çok doğru,” dedi Björk. “Baltık ülkelerinin kendi polis teşkilatları var ama resmî kararı yine de Sovyet polisi veriyor.”
“Emin değilim,” dedi Wallander. “Ben hâlâ Dışişleri Bakanlığı’nın bizden daha fazla şey bildiğine inanıyorum.”
Björk toplantıyı bitirdikten sonra yanına Birgitta Törn’ü alarak hızla odadan dışarı çıktı. Basın toplantısı öğleden sonra saat ikide yapılacaktı. Wallander toplantı odasında kalarak diğerleriyle birlikte çalışmayı sürdürdü. Svedberg içinde kurşunların olduğu plastik torbayı getirdi, Lovén balistik incelemenin en kısa zamanda yapılacağına ilişkin söz verdi. Diğerleri de kayıp ve aranan kişilerin listelerini incelemek için dağıldılar. Martinson’un Kopenhag polis teşkilatında çalışan bazı dostları olduğundan bağlantı kurma görevi ona verildi.
“Basın toplantısı için herhangi bir hazırlık yapmanıza gerek yok,” dedi Wallander. “Bu Björk’le benim işim.”
“Buradaki medya Stockholm’deki gibi baş belası mı?” diye sordu Rönnlund.
“Stockholm’deki basın toplantılarını bilmiyorum ama,” diye karşılık verdi Wallander. “Buradakiler hiç de eğlenceli olmuyor.”
Günün geri kalanı İsveç ve diğer İskandinav ülkelerindeki tüm polis merkezlerine bottaki cesetlere ilişkin ayrıntılı bilgi vermekle ve bir sürü dosyayı incelemekle geçmişti. Kısa süre sonra da öldürülen kişilerin parmak izlerine ne İsveç ne de Danimarka kayıtlarında rastlanmıştı ama Interpol’ün yanıt vermesi daha uzun sürmüştü. Wallander’le Lovén, Interpol’de Doğu Alman polis kayıtlarının olup olmadığından emin değildi. Acaba Birleşik Almanya’ya ilişkin tüm suç kayıtları ana veri tabanına geçirilmiş miydi? Söz iki Almanya’dan açılmışken, Birleşik Almanya’da suç kayıtları güncellenmiş miydi? Ayrıca güvenlik hizmetleriyle suç dosyaları ayrı ayrı mıydı? Lovén bu soruların yanıtlarını bulmaya söz verirken Wallander de basın toplantısı için hazırlık yapmaya başlamıştı.
Toplantı başlamadan kısa bir süre önce Björk’ün yanına giden Wallander amirinin son derece sessiz olduğunu fark etti. Acaba neden konuşmuyor, diye geçirdi içinden. Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen havalı hanımefendiye kabalık ettiğimi mi düşünüyor?
Basın toplantısının yapılacağı salonu gazete ve televizyonlardan gelen muhabirler doldurmuştu. Wallander, Expressens gazetesinin muhabirini aradı ama göremedi.
Björk toplantıyı her zamanki gibi açtıktan sonra basında çıkan “anlaşılmaz derecede sorumsuz” haberlerden ötürü gazetecilere hiç beklenmeyen bir şekilde saldırdı. Bu sırada Wallander bir gece önce Brantevik limanında buluştuğu o ürkmüş adamı ve aralarında geçen konuşmayı düşünüyordu. Sıra kendisine geldiğinde olayla ilgili bir bilgiye sahip olanların en kısa zamanda polisle bağlantı kurmalarının ne denli önemli olduğunu bir kez daha yineledi. Gazetecilerden biri herhangi bir bağlantı kurulup kurulmadığını sorunca Wallander hayır diye karşılık verdi. Basın toplantısı alışılmışın dışında sakin geçmişti ve salondan çıkarlarken Björk buna ne denli memnun olduğunu söyledi.
“Dışişleri’nden gelen hanım ne yapıyor?” diye sordu Wallander koridorda yan yana yürürlerken.
“Telefonda konuşuyor,” diye karşılık verdi Björk. “Telefon konuşmalarını dinlememiz gerektiğini düşündüğünden eminim.”
“Bu hiç de fena olmaz,” diye mırıldandı Wallander.
Gün herhangi önemli bir olay olmadan sona erdi. Sabırlı olup attıkları ağa balığın takılıp takılmayacağını beklemekten başka yapacak bir şeyleri yoktu.
Saat altıya yaklaşırken Martinson başını Wallander’in odasından içeri sokarak onu evine yemeğe davet etti. Memleketlerini özledikleri anlaşılan Lovén’le Rönnlund’u da çağırmıştı.
“Svedberg’in işi varmış,” dedi. “Birgitta Törn de Malmö’ye gidecekmiş. Sen gelebilir misin?”
“Ne yazık ki gelemem,” dedi Wallander. “Benim de bir sözüm var.”
Bu kısmen doğru sayılırdı. Yeniden Brantevik’e gidip balıkçı teknesine bakma konusunda kararsızdı.
Saat 18.30’da her zamanki gibi babasını aradı. Babası ona bir paket oyun kâğıdı satın almasını ve bir dahaki gelişinde getirmesini söyledi. Telefonu kapatır kapatmaz da emniyetten çıktı. Rüzgâr durmuştu, gökyüzü berraktı. Eve giderken yolda durup alışveriş yaptı. Saat 20.30’da yemeğini bitirip kahvesinin pişmesini beklerken hâlâ limana gitme konusunda bir karar verememişti. Limana ertesi gün de gidebilirdi. Ayrıca bir gece önceki olaydan ötürü de kendini yorgun ve uykusuz hissediyordu.
Mutfak masasının başında uzun süre oturarak, Rydberg’in karşısında oturduğunu ve onunla günlük olayları tartıştığını varsaydı. Görünmez konuğuna olayları tüm ayrıntısıyla anlatmaya başladı. Kurtarma botunun Mossby Strand sahiline vurmasından bu yana üç gün geçmişti. Botun içinde iki ceset saptamışlar, kim olduklarına ilişkin yol alamamışlardı ama almış olsalardı bile bu cinayetler çözülmeyebilirdi.
Kahve fincanını eviyeye koydu. Pencere kenarında duran bitkiye su verdi ve sonra da oturma odasına giderek teybe Maria Callas’ın seslendirdiği La Traviata’yı koydu. Balıkçı teknesine gitmeyi ertelemeye karar vermişti.
Bir süre sonra da Stockholm’e yakın bir kampüste kalan kızına telefon etti ama cevap veren olmadı. Saat 22.30’da yattı ve başını yastığa koyar koymaz da derin bir uykuya daldı.
Ertesi gün, soruşturmanın dördüncü günü, saat 14.00 civarında Birgitta Törn elinde bir teleks mesajıyla Wallander’in odasına gitti. Riga polisi İsveç Dışişleri Bakanlığı’na öldürülen adamların Letonya vatandaşları olabileceğini Moskova’daki üstleri aracılığıyla bildirmişti. Moskova polisinden Binbaşı Litvinov, İsveçli meslektaşlarına Riga’daki cinayet masasıyla doğrudan bağlantı kurmalarını öneriyordu.
“Demek böyle bir şey varmış,” dedi Wallander. “Yani Letonya polisi demek istiyorum.”
“Olmadığını kim söyledi?” diye karşılık verdi Törn. “Ama Riga’yla doğrudan bağlantı kuracak olsaydık diplomatik sorunlar yaşanabilirdi. İstediğimiz yanıtı alacağımızdan emin değilim. Letonya’daki siyasi durum şu anda son derece gergin ve karışık.”
Bundan Wallander’in de haberi vardı. Yaklaşık bir ay önce Sovyet askerleri Riga’nın merkezinde bulunan İçişleri Bakanlığı’na bir saldırı düzenlemiş ve birçok masum insanın ölümüne neden olmuştu. Wallander gazetelerde yayınlanan taş ve demir barikatların fotoğraflarını görmüştü. Ama yine de orada ne olup bittiğini tam olarak bilmiyordu. Her zamanki gibi yine çevresinde olup bitenlerden habersiz olduğunu fark etti.
“Peki, şimdi ne yapacağız?” diye sordu.
“Riga polisiyle bağlantı kuracağız. Ama buradaki en önemli nokta, telekste belirtilen kişilerle bağlantı kurmak!”
Wallander teleksi bir kez daha okudu. Balıkçı teknesindeki adam haklı çıkmıştı: Kurtarma botu gerçekten de Baltık kıyılarından İsveç’e sürüklenmişti.
“Adamların kim olduklarını hâlâ bilmiyoruz,” dedi Wallander.
Ama üç saat sonra adamların kim olduklarını öğrendi. Riga’dan telefon geleceğinin haberi verilince tüm soruşturma ekibi toplantı odasına geçti. Björk o denli gergindi ki kahvesini üstüne dökmüştü.
“Letonca bilen var mı?” diye sordu Wallander. “Ben bilmiyorum.”
“Görüşme İngilizce olacak,” dedi Birgitta Törn. “Bunu özellikle belirttik.”
“Sen konuş,” dedi Björk, Wallander’e.
“Benim İngilizcem o kadar iyi değil.”
“Onun da İngilizcesinin o kadar iyi olduğunu sanmıyorum,” dedi Rönnlund. “Adı neydi? Binbaşı Litvinov mu? Sadece adına bakarak bile İngilizcesinin iyi olmadığını anlayabiliriz.”
“Binbaşı Litvinov Moskova’da,” dedi Birgitta Törn. “Biz Riga’daki, yani Letonya’daki polisle konuşacağız.”
Telefon saat 17.19’da geldi. Hat alışılmışın dışında netti. Arayan kişi adının Riga polisinden Binbaşı Liepa olduğunu söyledi. Wallander onu dinlerken bir yandan not alıyor ve ara sıra da bir şeyler soruyordu. Binbaşı Liepa’nın İngilizcesi berbattı. Wallander onun söylediklerini tam olarak anladığından emin olamıyordu. Yine de telefonu kapattığında en önemli bilgiyi not defterine kaydettiğini hissediyordu.
İki isim, iki kimlik: Janis Leja ve Juris Kalns.
“Riga polisinde onların parmak izleri varmış,” dedi Wallander. “Binbaşı Liepa bulduğumuz cesetlerin bu adamlara ait olduğundan emin.”
“Harika,” dedi Björk. “Kimmiş bu adamlar?”
Wallander notlarına baktı. “Kaçakçıymışlar.”
“Neden öldürüldüklerine ilişkin herhangi bir bilgi var mı?” diye sordu Björk.
“Hayır, ama binbaşı onların öldürülmesine pek de şaşırmış gibi değildi. Elindeki bilgileri yollayacağını söyledi. Ayrıca soruşturmaya yardımcı olabilecek Letonyalı polislerden birkaçını göndermesini isteyip istemediğimizi de sordu.”
“Bu çok iyi olur,” dedi Björk. “Bu cinayeti ne kadar çabuk çözersek o kadar iyi.”
“Dışişleri de elbette elinden geleni yapacak,” dedi Törn.
Karar verilmişti. Ertesi sabah bir teleks gönderen Binbaşı Liepa o gün öğleden sonra Arlanda’ya uçacağını ve ilk uçakla da oradan Sturup’a geleceğini belirtmişti.
“Binbaşı,” dedi Wallander. “Bu ne demek oluyor?”
“Hiçbir fikrim yok,” diye karşılık verdi Martinson. “Doğrusunu istersen, ben kendimi bu meslekte onbaşı gibi hissediyorum.”
Birgitta Törn, Stockholm’e döndü. O gittikten sonra Wallander, onun ses tonuyla görünüşünü hatırlamakta zorlandığını fark etti. Onu herhâlde bir daha hiç görmeyeceğim ama buraya neden geldiğini de galiba hiçbir zaman öğrenemeyeceğim, diye düşündü.
Björk Letonyalı binbaşıyı havaalanında kendi karşılamaya karar verdiğinden Wallander o akşamı babasıyla kanasta oynayarak geçirmişti. Babasının evine giderken yolda bu cinayetlerin kısa sürede çözülebileceğini düşünüyordu. Letonya polisi büyük olasılıkla mantıklı davranacak ve cinayet dosyası Riga’ya gönderilecekti. Katilin bulunmaması olası değildi. Kurtarma botu İsveç kıyılarında bulunmuş olabilirdi ama katil ya da katiller karşı kıyıdaydı. Cesetler Letonya’ya gönderilecek, dosya da kapanacaktı.
Ne var ki Wallander yanılıyordu. Dosya daha açılmadığı gibi soruşturma bile başlamamıştı. Skåne’de başlayan tek şey kıştı.

6
Wallander, Binbaşı Liepa’nın Ystad Emniyet Müdürlüğü’ne üniformalı geleceğini sanmıştı ama Björk’ün soruşturmanın altıncı günü tanıştırdığı adamın üstünde kendisine bir beden büyük gelen bej bir takım elbise vardı, kravatını da çok kötü bağlamıştı. Dahası kısa boyluydu. Kambur durduğundan sanki boynu yokmuş gibi bir izlenim veriyordu. Wallander, binbaşıda kesinlikle askeri bir tavır görememişti. Binbaşı Liepa’nın adı Karlis’ti ve sürekli sigara içip duruyordu. İçtiği sert sigaralardan parmakları sararmıştı.
O sabah hava kapalı ve rüzgârlıydı. Akşamüzeri Skåne’de kar fırtınası bekleniyordu. Grip salgını polisleri de etkilemeye başlamıştı. Ele alınması gereken birçok olay olduğundan Björk’ün Svedberg’i son soruşturmadan alıp diğer soruşturmalarla görevlendirmesi gerekmişti. Lovén ve Rönnlund, Stockholm’e dönmüşlerdi. Björk de kendini iyi hissetmediğinden soruşturmayı Martinson’la Wallander’in Binbaşı Liepa’yla birlikte yürütmelerini istemişti. Toplantı odasında oturuyorlardı ve binbaşı sürekli sigara içiyordu.
Binbaşının sigara tiryakisi olması emniyette ciddi bir sorun yaratmıştı. Sigara karşıtları Björk’e Liepa’nın sürekli sigara içmesinden memnun olmadıklarını, özellikle de sigara içilmeyen bölümlerde sigara içmesini yasaklamasını istemişlerdi. Björk arkadaşlarına konukların diledikleri gibi davranmalarına izin vermelerini, onun bu alışkanlığını hoşgörüyle karşılamaları gerektiğini söyledi ama Wallander’den de konuğunu kırmadan sigara içilmeyen yerlerde içmemesini kibar bir dille uyarmasını istedi. Wallander çat pat İngilizcesiyle binbaşıya İsveç’te yasalara uymanın ne denli önemli olduğunu ve sigara içilmeyen yerlerde kesinlikle sigara içmemesini söylediğinde binbaşı omuz silkerek sigarasını söndürmüştü. O andan itibaren de Wallander’in odasının ve toplantı odasının dışında sigara içmemeye özen gösterdi ama Wallander de sigara dumanından rahatsız olmaya başlayınca Björk’e binbaşıya özel bir oda verilmesi gerektiğini söyledi. Bu tartışmalardan sonra da Svedberg, Martinson’un odasına taşındı ve Liepa da Svedberg’in odasına geçti.
Binbaşı Liepa ileri derecede miyoptu. Bir şey okuması gerektiğinde kâğıdı iyice gözlerine yaklaştırması gerekiyordu. Kalın camlı gözlüklerinin yeterli olmadığı anlaşılıyordu. Bu yüzden de yazıyı okumak yerine sanki kokluyormuş gibi bir izlenim veriyordu. Bu hâline gülmemek mümkün değildi. Wallander polislerin aralarında kamburu çıkmış binbaşı hakkında dalga geçtiklerini fark edince onların bu davranışlarını kesinlikle hoşgörüyle karşılamayacağını sert bir dille belirtmişti. Wallander, Liepa’nın son derece zeki ve akıllı biri olduğunu fark etmişti. Cinayet soruşturmaları genellikle standart işlemleri gerektirirdi ama Wallander bunun değişmez bir kural olmadığını da çok iyi biliyordu. Binbaşı Liepa çok başarılı bir polisti ve silik görünümünün altında da zeki ve deneyimli bir polis vardı.
Bir gece önce Wallander babasıyla kanasta oynamış ve kitapçıdan aldığı Letonya’yla ilgili kitabı okumak için saati 05.00’e kurmuştu. Her iki ülkedeki emniyet güçlerinin nasıl çalıştığına ilişkin bilgi sahibi olmanın iyi olacağını düşünmüştü. Ama Letonya polisinin emniyette askeri rütbeleri kullanması iki polis teşkilatı arasında büyük bir fark yaratıyordu. Wallander sabah kahvesini içerken, İsveç polisinin çalışma yöntemine ilişkin bazı temel bilgileri İngilizce anlatmak için ön hazırlık yapmaya karar verdi ama hemen sonra da İsveç polisinin nasıl çalıştığını bilmediğini fark etti. Emniyet genel müdürlüğünün son zamanlarda gönderdiği geniş çaplı reformlara ilişkin son derece kötü yazılmış bildirilerin anlaşılmaz nitelikte olduklarını da biliyordu. Björk’e raporlarda belirtilen değişikliklerin ne olduğunu sorduğunda ona belirsiz ve kaçamak yanıtlar vermekle yetinmişti. Şimdi sigara tiryakisi binbaşının karşısında otururken bu konuları hiç açmamaya karar verdi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/henning-mankell/riga-nin-kopekleri-69401659/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Riga′nın Köpekleri Хеннинг Манкелль
Riga′nın Köpekleri

Хеннинг Манкелль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "BİRİNCİ SINIF BİR POLİSİYE: KURT WALLANDER SERİSİ

  • Добавить отзыв