Gülümseyen Adam

Gülümseyen Adam
Henning Mankell
Kurt Wallander #4
"BİRİNCİ SINIF BİR POLİSİYE: KURT WALLANDER SERİSİ
“Yaşamın da ölümün de zamanı var.”
Kurt Wallander, görev esnasında bir adamı öldürünce derin bir bunalıma girer. Mesleğinden uzak durmak için bir yıldan fazla izin alır ve bu sürede polisliği bırakmaya karar verir. Ancak bir arkadaşının, babasının şüpheli ölümüyle ilgili ondan yardım istemesiyle yeniden iş başına geçmek zorunda kalır.

“Üst düzey bir polisiye kurgu.” Publishers Weekly

“Wallander çağdaş polisiye kurgunun en güvenilir karakterlerinden biridir.” The Guardian

“Henning Mankell’in en iyi kitaplarından biri.” The Times

“Sürükleyici… ustaca kurgulanmış ve merak uyandırıcı…Düşünmeyi seven okurlar için heyecanlı bir roman.”
Dallas Morning News"

Henning Mankell
Gülümseyen Adam

Ön Söz
Kurt Wallander; Yeniden…
2000’li yıllarda İskandinav ülkelerinde polisiye edebiyatın yükselişine tanık oluyoruz. 1960’lı yıllarda İsveç’te Maj Sjöwall ve Per Wahlöö’nun Martin Beck dizisi ile başlayan sürecin bugün ulaştığı noktada artık uluslararası bir başarıdan söz etmek gerekir. Hemen her ülkeye çevrilen, TV dizileri ve sinema uyarlamalarıyla milyonlara ulaşan İskandinav polisiyelerinin lokomotifliği son birkaç yıldır Stig Larsson’un Ejderha Dövmeli Kız’ındaydı. Ancak polisiyeseverler için bu edebiyatın yıldızı – Sjöwall ile Wahlöö’nun gerçek mirasçısı– Henning Mankell’dir.
İsveç’te polisiye yazımı erken bir tarihte başlamıştı. İlk polisiye/gizem romanı yazarı 1893 yılında Stockholmsdetekiven’i (“Stockholm Dedektifi”ni) yayımlayan Frederik Lindholm oldu. Onu Frank Heller ve bir dizi Sherlock Holmes parodisi ile Sture Stig izledi. Ancak polisiye edebiyatın asıl yükselişi 40’lı yıllardan sonradır. En önemli isim 1944’ten 1960’ların sonlarına kadar Stockholm merkezli romanlar yazan Stig Trenter’di. Bu romanlar kentin toplumunu ve coğrafyasını o kadar güçlü bir şekilde yansıtıyordu ki bu eğilimi karakterize etmek için “Trenter Sendromu” terimi kullanılır olmuştu. İlk kadın yazar olarak Maria Lang’ı, suçu kasabalara taşıyan R. K. Ronblom’u ve polisiyeye toplumsal meseleleri sokan Vic Suneson’u da anmadan geçmeyelim.
Saydığım bu yazarlar yol açıcılardı; modern İsveç polisiyesinin yaratıcıları ise onların açtıkları yoldan ilerleyen Maj Sjowall ve Per Wahloo’dür. 60’ların sonlarında birlikte kaleme aldıkları Martin Beck dizisi, gerek polisiye kurgusuyla, gerek barındırdığı siyasi ve toplumsal eleştiriyle bir bakıma “İsveç polisiyesi”nin kurallarını ortaya koymuştu. Kerstin Erkmen bu kurallara İsveç coğrafyasının etkileyici atmosferini ekledi. O zamanlardan günümüze, İsveç’ten kendisini uluslararası alanda kanıtlayan pek çok yazar çıktı. Ancak hiçbiri Henning Mankell’in başarısını yakalayamadı.
Henning Mankell, 3 Şubat 1948’de İsveç’in kuzeyindeki Härjedalen’de doğdu. On yedi yaşında Stockholm’e giderek Riks Tiyatrosu’nda yönetmen yardımcısı olarak çalışmaya başladı. 1968’de yönetmenliğe, yazarlığa ve siyasete adım attı. Sosyalist bir aktivist olarak Vietnam Savaşı’na, Güney Afrika’nın apartheid rejimine ve Portekiz’in Mozambik sömürge savaşına karşı eylemlerde yer aldı. 1970’lerde Norveç’e taşındı ve Norveç Komünist Emek Partisi’ne destek verdi. İlk romanı Bergsprängaren (“The Rock Blast”) 1973’te yayımlandı. 1985’te Maputo’da bir tiyatro topluluğu kurmak üzere aldığı davet sonucu gittiği Mozambik ikinci vatanı oldu Mankell’in. 1991-2009 yılları arasında yazdığı –Komiser Wallander– polisiyeleri sinema ve dizi uyarlamalarıyla birlikte dünya çapında ün kazandı. Bunların yanı sıra Afrika’da geçen romanlar, tiyatro oyunları, çocuk ve gençlere yönelik kitaplar da yazdı. 2001’de İsveç’te kendi yayınevi Leopard Förlag’ı kurdu. Kitapları kırk bir ülkede kırk milyon satışa ulaşan, çok sayıda ödüle değer görülen Henning Mankell 2015 yılında hayata veda etti.

Hikâye başlıyor
Mankell, ilk Wallander macerasını 1991 yılında yazmış, roman İngilizceye 1997’de, Türkçeye ise 2000’de –ÖlümünKaranlıkYüzü adıyla– çevrilmiş, on romanlık dizi 2009 yılında Huzursuz Adam ile sona ermişti. İsveç polisiye edebiyatının en önemli isimlerinden Henning Mankell ve onun unutulmaz dedektifi Kurt Wallander yeni bir edisyonla bir kez daha okuyucularla buluşuyor.
Ayrıksı Kitap’ın KaranlıkYüz adı ile yayımladığı ilk macerada tanışıyoruz Kurt Wallander ile. Tarih 8 Ocak 1990. İlk izlenim olarak şunları kaydedebiliriz; kırk iki yaşında, karısı tarafından terk edilmiş, alkol bağımlılığın eşiğinde, öfkeli ve yalnız bir adam. Yalnızlığının müsebbibi biraz da kendisi. İşinden ne ailesine ne yakınlarına ayıracak zaman bulan Wallander, Skåne bölgesindeki Ystad kasabasının en deneyimli cinayet polisi.
Sonraki iki romanda yani Riga’nın Köpekleri v e Beyaz Aslan’da Kurt Wallander bir yandan ulusal ve uluslararası suçlarla, diğer yandan kafasındaki canavarlarla mücadelesini sürdürürken yıllar da ilerledi. Gülümseyen Adam’a geldiğimizde tarihler 1993’ü gösteriyor. Son macerada hayli yıpranan ve geçen bir yılı hastalık izninde geçiren kahramanımız göreve dönmeye hazır hissetmiyor kendisini; “bu süre boyunca güçsüzlük hissi eylemlerini etkilemiş ve yaşamında baskın hâle gelmiş”. Aslında, “meslekten ayrılmanın da zamanı geldi” diye düşünüyor inzivaya çekildiği Danimarka’daki sahil kasabasında. Ancak onu görmek isteyen ve babasının ölümü ile ilgili kuşkularını dile getiren bir arkadaşının cinayete kurban gitmesi kararını değiştirmiştir. Kimseye bu ziyaretten söz etmez ama soruşturmayı üstlenir. Olayı biraz deştiğinde Wallander, sadece suçla değil özünde suçlu olan kapitalist sistemle karşı karşıyadır…

Wallander Polisiyeleri
Kahramanımız her ne kadar ekip çalışmasına pek yatkın olmayan “yalnız kurt”lardan olsa da Kurt Wallander dizisi – tıpkı Martin Beck dizisi gibi– “polis işlemlerine ağırlık veren” türdedir. Wallander, örgütlü suça karşı örgütlü polis gücünün bir parçasıdır ve bu efsanevi karakter küreselleşmiş dünyanın, 1990’lı yılların azgınlaşmış bireyciliğinin ve bunun türevi olan toplumsal yozlaşmanın hâlâ ahlak sahibi olan bir insanda yaptığı yıkımın izlerini taşır. Babası parasız bir ressam, annesi evlerde temizliğe giden bir işçidir. Öyle ki zenginliğe karşı içgüdüsel bir refleksi/tiksintisi vardır Wallander’in. Onun bu refleksi solcu, muhalif, aktivist Henning Mankell’in romanlarındaki sınıfsal tavrı sürekli kılar.
Kurt Wallander, polisiye tarihinin en etkileyici dedektif tiplemelerinden biri olarak gösteriliyor. Dedektif denildiğinde bulmacamsı cinayetleri büyük bir maharetle çözen “Altın Çağ” dedektifleri ya da “Private Eyes” geleneğinin sokaklarda belalılarla boğuşan sert erkekleri gelebilir aklımıza. Oysa Wallander ne Sherlock Holmes’a, ne Hercule Poiriot’ya, ne Maigret’ye ne de Philip Marlow’a benziyor. O kendi çağının bir ürünü, 20. yüzyılın ikinci yarısının dinamiklerinin, yeni mülkiyet ilişkilerinin doğurduğu bir kahraman tipi. Bu tipin doğuşunu ve polisiye romanlardaki değişimi kavramak için Ernest Mandel’in Hoş Cinayet’teki tespitlerine kulak vererek değişimi kısaca özetleyelim:
“Suçun nicel artışıyla birlikte nitel bir dönüşümü de gündeme geldi. Örgütlü suç egemen olmaya başladı. Örgütlü suçun rüşdünü ispat etmesi, salon dedektif romanının ölüm çanını çaldı. Lord Peter Wimsey ya da Peder Brown bir yana, Hercule Poirot’nun Mafya’ya karşı mücadele etmesini hayal etmek olanaksızdır. Sam Spade, Philip Marlowe, Nestor Burma ve Lew Archer mevcut toplumsal düzenle ilgili herhangi bir yanılsamadan alaycı biçimde uzak, sert karakterler olarak görülebilir. Ancak örgütlü suçun ulaştığı devasa boyutlar karşısında tek başlarına ayakta kalmaları imkânsızdır. Örgütlü suçun geniş çapta ortaya çıkmasıyla birlikte, gerçek yaşamda suç takibi ve suçla mücadelede de orantılı bir değişiklik oluşmak zorundaydı. Suçu ele alan edebiyatta da benzer bir gelişme kaçınılmazdı. Otuzların sonunda ve kırkların başında özel dedektif, yerini geniş çaplı bir örgüt tarafından desteklenen polis memuruna bırakmaya başladı. Yeni bir polisiye roman türü, ‘polis işlemlerine ağırlık veren’ bir tür doğdu.”
Martin Beck ve Kurt Wallander işte bu türün temsilcileriydiler. Elbette türlerinin yegâne örnekleri değiller. Siyasi/toplumsal içeriği ağır basan gerçekçi polisiyelerde, özellikle de İskandinav polisiyelerinde bu türden dedektif tiplemeleri sıklıkla canlandırılıyor. Ama bu türden dedektiflerin esin kaynağının Beck ve Wallander polisiyeleri olduğunu eklemek gerekir.
Wallander, bir anlamda eski moda bir insan. Acıma, adalet ve beraberlik gibi eskimiş sayılan şeylere inanıyor. Ancak Kurt Wallander’in bu denli sevilmesinin nedeni –Mankell’in deyişiyle– değişme özelliği; “dördüncü kitaptaki Wallander, birinci kitaptakinin aynısı değildir. Bir romanın 30. sayfasındaki Wallander ile 400. sayfasındaki Wallander de farklıdır. Wallander, sizin gibi, benim gibi sürekli değişir. Bu onu canlı yapar. Bu yönüyle Sherlock Holmes ya da Hercule Poirot’dan ayrılır. Onlar hep aynı kalır. Bunlar stereotip karakterlerdir. Ancak bir roman karakterinin canlı görünmesi için değişmek zorundadır.”
42 yaşındayken tanımıştık Wallander’le. Her macerasında biraz daha yaşlandı. Dizinin sonuna gelindiğinde altmışına merdiven dayamış bir Wallander çıkacak karşımıza; Ystad kırsalındaki evinde, köpeğiyle birlikte emeklilik günlerinin geldiğinin, aslında ölümün yaklaştığının farkındalığıyla, melankolik bir ruh hâli içinde yaşayan uyumsuz bir adam…
Wallander’le birlikte çevresindeki insanlar, hatta toplumuyla, siyaseti, ekonomisi, hayat koşullarıyla İsveç de değişiyor. İsveç giderek daha çekilmez bir hâl almıştır. Bütün bunlara – tıpkı her bir macerası gibi– ağır ağır ilerler. Okuyucu, Wallander ve ekibiyle birlikte hem hikâyeyi hem değişimi sindirecek fırsatı bulmuştur.
Hennig Mankell, Kurt Wallander’in değişen tutum ve bakış açıları aracılığıyla ülkedeki toplumsal değişimlerin izini sürer. Söz konusu değişim romanların akışına paralel biçimde ağır ağır gerçekleşir. Okuyucu Wallander ve ekibiyle birlikte hem hikâyeyi hem değişimi sindirecek fırsatı bulacaktır.
Mevsime ve coğrafyaya da yavaş yavaş uyum sağlarız. Mankell’in Skåne’si; “İsveç topraklarının sona erdiği, sanki Doğu Baltık kıyılarında bir tür Rip Grande gibi bir yer”dir; “Dünyanın geri kalan kısmı diğer tarafta…” Kurşun rengi gökler, dondurucu soğuk, kasvet, aman vermez bir ciddiyet ve şiddet mükemmel bir polisiye atmosfer yaratır. Bu atmosferin önünde görüp geçirdikleriyle filozoflaşmış Wallander “Katil kim?” sorusundan ziyade katili suça sevk eden nedenleri araştıracaktır. Asıl araştırdığı hayattır.

Zulmün Tarihi…
Wallander, hayatı araştırırken yaratıcısı Henning Mankell’in niyeti hayatı cehenneme çeviren nedenleri ortaya koymaktır. Nedenler derken teker teker insanlarda somutlanan kötülükten, kötülüğün psikolojik dinamiklerinden söz etmiyorum. Bunlar da var elbette ama Henning Mankell –daha çok– bu dinamikleri harekete geçiren asıl nedenleri, suçun iktisadi altyapısını, siyasi ve toplumsal saikleri, insanın insana zulmünü sergilemek niyetindeydi.
Henning Mankel’in niyetinin en iyi özeti –Wallander dizisi dışındaki romanlarından–Kennedy’ninBeyni’nde bir roman kahramanının ağzından şöyle dile getirilecektir;
“Dr. Raul hırsa karşı bir direniş oluşturmaya, giderek artan sayıda kişinin kanını kirleten bu virüse saldırmaya çalışıyor. Güvendiği insanları buraya, bana gönderiyor. ‘Bir Zulüm Tarihi’ olduğunu öğrensinler istiyor.”
Henning Mankell’in bütün edebî hayatına yansıyan arzusu tam da budur; “Zulmün Tarihi”ni anlatmak…

İsveç polisiyelerinin ortak paydası İsveç toplumuna dair gerçekçi bir sorgulayıcı bir bakışla yazılmalarıdır. Bu durum kuşkusuz yazarların siyasi ve toplumsal bilinciyle ilişkili. Nitekim Henning Mankell yazarlığı kadar siyasi duruşuyla da tanınan bir entelektüeldir ve bütün romanlarında eleştirel bir ton vardır. Wallander dizisi küçük bir İsveç kasabası olan Ystad’da geçmesine rağmen suç yerelle sınırlı kalmaz, önce İsveç’e, oradan dünyanın başka köşelerine yayılır. Bu, Ernest Mandel’in HoşCinayet adlı polisiye edebiyat incelemesine çok uygun bir yaklaşım. Ne demişti Mandel? Özetle şunları; “polisiye romanın evrimi bizzat suçun tarihini yansıtır (…) Polisiye romanın tarihi de bir toplumsal tarihtir, zira burjuva toplumunun –hatta meta üretiminin– tarihine ayrılmaz şekilde bağlıdır ve onun tarafından üst belirlenmiştir (…) Burjuvazinin tarihinin kendini niçin bu çok özel edebî tür içinde yansıttığı sorusunun cevabı şudur: burjuva toplumunun tarihi mülkiyetin tarihidir; mülkiyetin tarihi de kendi zıddının, yani suçun tarihini içerir.”
Bugüne dek yayımlanan romanların hepsinde suç siyasi ve toplumsal meselelerle sıkı sıkıya ilişkilidir. KaranlıkYüz’de mülteciler sorunu ve İsveç’te giderek yükselen yabancı düşmanlığı, Riga’nınKöpekleri’nde ise Baltık ülkelerinin hazin tablosu, Beyaz Aslan’da Güney Afrika özelinden ırkçılık ve yarı-resmî ırkçı örgütlenmeler, GülümseyenAdam’da insanların ve vücut parçalarının, hiçbir ahlaki değer gözetmeden, alınıp satılan bir pazar ürününe indirgenmesi, bütün bunlar en az cinayetler kadar öne çıkıyor. Mankell’in olaylara bakışındaki keskinliğe özellikle dikkat çekmek gerekir. Zira 1990’ların başında işaret ettiği meseleler hâlâ yakıcı biçimde geçerliliklerini koruyorlar.
Serinin bundan sonraki romanlarında Henning Mankell’in siyasi ve toplumsal sorunları –zaman zaman uluslararası boyutlara varacak şekilde– çeşitlendireceğini söyleyebilirim. Üstelik küçük bir İsveç kasabasından, Ystad’dan yol çıkarak yapıyor bunu. Mankell, çok başarılı manevralarla suçu yerelin sınırlarının dışına taşımayı biliyor. Tam da Mandel’in “polisiye romanlarla kapitalizmin tarihinin birlikteliği” tezine uygun bir yaklaşım; küreselleşen dünyada suç da küreselleşiyor.
Bir bütün olarak Wallander serisinin ne anlattığını Henning Mankell’in –serinin son romanında okuduğumuz– bir cümlesiyle özetlemek en iyisi olacak:
“Bu, politik gerçeklerin hikâyesidir; bu, doğrularla yalanların birbirinden ayırt edilemediği, hiçbir şeyin açıkça belirgin olmadığı bataklık sularında yapılan bir yolculuğun hikâyesidir.”

    Ömer Türkeş
Korkulması gereken şey, azametlilerin ahlaksız olması değil, azametli olmaya götüren ahlaksızlıktır.
    Alexis de Tocqueville
    Amerika’da Demokrasi


1
Sis.
Sanki sessiz, sinsi bir av hayvanı… Sis, Skåne’yi kapladığında dünya görünmez olur, bütün ömrüm Skåne’de geçmiş olsa bile buna asla alışamayacağım.

11 Ekim 1993, Saat 21.00.
Her tarafa denizden gelen bir sis çökmüştü. Arabasıyla Ystad’daki evine gidiyordu ve kendisini kesif, beyaz bir kütlenin içinde bulduğunda Brösarp Tepeleri’ni henüz geçmişti.
Birden içinde bir korku belirdi.
Sisten korkuyorum, diye düşündü. Oysa Farnholm Şatosu’nda görüştüğüm adamdan korkmalıyım. Arkasında daima pusuya yatmış, yüzleri seçilemeyen tehditkâr korumaları olan dost canlısı adamdan. O adamı ve o dostça gülümsemesinin arkasında gizli olduğunu öğrendiğim şeyi düşünmeliyim. Toplum içindeki itibarı hiç kuşku uyandırmayacak kadar lekesiz olsa da asıl korkmam gereken, Hanö Körfezi’nden sürüklenen sis değil, o adam. Yoluna çıkan herkesi öldürmekte bir an bile tereddüt etmediğini öğrendiğimden beri.
Ön camı temizlemek için silecekleri çalıştırdı. Karanlıkta araba kullanmayı sevmezdi. Bilhassa far ışığında bir oraya bir buraya koşuşturan tavşanlarla karşılaşmayı hiç sevmezdi.
Bir defasında, otuz yıl kadar önce, yabani bir tavşanı ezmişti. Tomelilla yolunda gidiyordu, ilkbahar başlarında bir akşam vaktiydi. Frene bastığı ânı dün gibi hatırlıyordu ama yine de kaportadan gelen tok bir ses duymuştu. Hemen arabayı durdurup dışarı çıkmıştı. Tavşan yerde yatıyordu ve arka ayakları çırpınıyordu. Vücudunun üst kısmı felç olmuştu ama gözleri ona doğru bakıyordu. Kendini yol kenarından büyükçe bir taş bulmaya zorlamış, taşı tavşanın kafasına vururken gözlerini kapamıştı. Ölü hayvana tekrar bakmadan aceleyle arabasına binmişti.
Tavşanın gözlerini ve vahşice çırpınan ayaklarını asla unutamamıştı. Bu olay tekrar tekrar aklına geliyordu, genelde de hiç beklemediği zamanlarda.
Bu tatsız düşünceleri geride bırakmaya çalıştı. Otuz yıl önce ölen bir tavşan bir adamın yakasını bırakmıyor olabilir ama ona zarar veremez, diye düşündü. Yaşayanlar arasında endişelenmem gereken yeterince insan var.
Dikiz aynasını her zamankinden daha fazla kontrol ettiğini fark etti.
Korkuyorum, diye düşündü tekrar. Bildiğim bir şey varsa o da kaçıyor olduğum. Farnholm Şatosu’nun duvarlarının arkasında saklı olduğunu bildiğim şeyden kaçıyorum. Ve onlar da bunu öğrendiğimden haberdarlar. Fakat acaba ne kadarından? Bir zamanlar yeni yetme bir avukat olarak ettiğim sessizlik yeminini bozacağımdan endişe etmelerine yetecek kadarından mı? Uzun zaman önce mesleki sırlara kutsal bir sadakat göstereceğime dair yemin etmiştim. Yaşlı avukatlarının vicdanından endişeliler midir acaba?
Dikiz aynasında hiçbir şey yoktu. Sisin içinde tek başınaydı ama bir saatten az bir süre içinde Ystad’a dönmüş olacaktı.
Bu düşünce sadece bir an için bile olsa keyfini yerine getirdi. Demek her şeye rağmen onu takip etmiyorlardı. Yarın ne yapacağına karar vermişti. Avukat olan ve aynı zamanda birlikte çalıştığı oğluyla konuşacaktı. Hayatın ona öğrettiği bir şey varsa o da her zaman bir çözüm yolu olduğuydu. Şimdi de olması gerekiyordu.
Arabanın ışıksız ön panelinde el yordamıyla radyo açma düğmesini aradı. İçerisi genetik alanındaki son gelişmelerden bahseden bir adamın sesiyle doldu. Kelimeler bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu. Saatine baktı, neredeyse dokuz buçuk olmuştu. Arkasında hâlâ kimse yoktu fakat sis daha da yoğunlaşıyor gibiydi. Buna rağmen biraz daha gaza bastı. Farnholm Şatosu’ndan uzaklaştıkça kendisini daha iyi hissediyordu. Belki de her şeye karşın korkmasını gerektirecek hiçbir şey yoktu.
Salim kafayla düşünmeye çalıştı.

Her şey tam anlamıyla sıradan bir telefon görüşmesiyle başlamıştı, masasında düzenlenmesi gereken acil bir sözleşmeyle ilgili kendisiyle irtibata geçilmesini isteyen bir adamın mesajı vardı. Adamı tanımıyordu ancak inisiyatif alarak telefon etmişti; önemsiz bir İsveç kasabasındaki küçük bir avukatlık bürosu, bir müvekkil adayını kolay kolay reddedemezdi. Telefondaki sesi şimdi bile hatırlayabiliyordu: Kuzeyli, kibar bir aksanı olan fakat aynı zamanda hayatının her dakikasının çok değerli olduğuna dair izlenim veren bir ses. İşi, Skanska[1 - Ç.N. Skanska, İsveç merkezli bir inşaat firması.] bayisi olarak çalışan şirketlerinden birinin Suudi Arabistan’a Korsika’da kayıtlı nakliye şirketiyle bir miktar çimento nakliyesini kapsayan karmaşık bir ticari işlem olarak açıklamıştı. Laf arasında bu yükün Hamis Muşayt’ta[2 - Ç.N. Hamis Muşayt, Suudi Arabistan’ın güneybatısında bulunan bir şehir.] yapılacak devasa bir cami ya da Cidde’de[3 - Ç.N. Cidde, Suudi Arabistan’daki en büyük ikinci şehir.] inşa edilen bir üniversite binası için kullanılacağını ima etmişti.
Birkaç gün sonra Ystad’daki Continental Oteli’nde buluşmuşlardı. Oraya erkenden gitmişti, restoran öğle yemeği için henüz açılmamıştı, köşedeki bir masaya oturmuş ve adamın gelişini beklemişti. Restorandaki tek kişi pencereden dışarı kasvetle bakan Yugoslavyalı bir garsondu. Ocak ayının ortasıydı, Baltık Denizi’nden şiddetli bir rüzgâr esiyordu ve yakında kar yağacak gibiydi. Fakat kendisine yaklaşan adam güneşte daha yeni yanmış gibi görünüyordu. Koyu mavi bir takım elbise giymişti ve ellisinden fazla göstermiyordu. Her nasılsa, Ystad’lılara benzemediği gibi ocak ayında da değilmiş gibiydi. O bronzlaşmış yüzüne ait durmayan gülümseyişiyle bir yabancıydı sanki.
Farnholm Şatosu’ndaki adamı ilk defa o zaman görmüştü. Çantasız, kendine ait ayrı bir dünyada yaşayan, terzi elinden çıkmış mavi takım elbise giyen, her şeyden önce gülümsemesi göze çarpan bir adam ve arkasında onu gölge gibi takip edip dikkatle hareket eden, ürkütücü görünümlü iki koruması.
Evet, o zaman bile gölgeleri oradaydı. İkisiyle de tanıştırılıp tanıştırılmadığını hatırlayamadı. Restoranın diğer tarafındaki bir masaya oturmuşlar, efendilerinin görüşmesi bittiğinde tek kelime etmeden ayağa kalkmışlardı.

Altın çağ, diye geçirdi içinden kederle ve ben buna inanacak kadar saftım. Oysa bir avukatın hayal dünyası, en azından dünyanın bu yerindeki, bir cennet hayaliyle gölgelenmemeliydi.
Altı ay içinde bronz tenli adam, hukuk bürosunun gelirlerinin yarısını sağlar hâle gelmişti, bir yıl içinde de kazançları ikiye katlanmıştı. Faturalar en kısa sürede ödenir, hatırlatmak için mektup göndermeye asla gerek kalmazdı. Ofislerini yeniden dekore edebilmişlerdi. Farnholm Şatosu’ndaki adam, işini dünyanın her köşesinden ve az çok rastgele seçilmiş gibi görünen yerlerden yönetebiliyordu. Alışılmadık isimleri olan, bazılarını danışmadaki deri koltuğun yanında duran yerkürede bile zorlukla bulabildiği şehirlerden gelen fakslar, telefonlar ve hatta bazen radyo sinyalleriyle. Yine de her şey ne kadar karmaşık olursa olsun kanunlara uygundu.
Yeni bir çağın şafağı söktü, diye düşündüğünü hatırladı. Sonuçta olup biten bu… Bir avukat olarak Farnholm’deki adamın telefon defterinden beni seçmiş olmasına minnettar olmalıyım.
Gözünün önüne gelen hatıra şeridi birden kesildi. Bir an hayal gördüğünü sandı ama sonra dikiz aynasındaki far ışıklarını açık seçik gördü.
Demek sessizce yaklaşmışlardı.
Korku aniden tüm benliğini sardı. Sonunda onu takip etmişlerdi. Sessizlik yeminini bozarak ihanet etmesinden korkmuşlardı.
İlk yaptığı şey sisin içinde hızlanmak oldu. Alnından ter boşaldı. Arkasındaki farları görebiliyordu. Öldürmek için gelen takipçiler, diye düşündü. Başka kurtulan olmadığı gibi ben de kaçamayacağım.
Ancak araba yanından geçip gitti. Sürücünün yüzü gözüne ilişti, yaşlı bir adamdı. Sonra da arabanın arkasındaki kırmızı lambalar sisin içinde gözden kayboldu.
Cebinden çıkardığı bir mendille yüzünü ve boynunu sildi.
Yakında evimde olacağım, diye düşündü. Hiçbir şey olmayacak. Bayan Dunér bugün Farnholm’e gideceğimi randevu defterine kaydetmişti. Kimse –hatta o adam bile– yaşlı avukatını toplantıdan evine dönerken öldürmek için adamlarını göndermez. Bu çok riskli olur.

Bir şeylerin yanlış gittiğini fark edeli yaklaşık iki sene olmuştu. Hatırı sayılır bir miktardaki para için kefil olan İsveç Ticaret Odası’na ait sözleşmelerin kontrol edilmesiyle ilgili sıradan bir işle meşguldü; Polonya’daki türbinler için yedek parçalar, Çekoslovakya için biçerdöverler. Küçük bir detay söz konusuydu, bazı sayılar uyuşmuyordu. Muhtemelen baskı hatası olduğunu, belki bir yerlerdeki iki rakamın karıştığını düşünmüştü. Hepsini tekrar incelediğinde bunun bir yanlışlık değil kasıtlı yapılan bir şey olduğunu anlamıştı. Hiçbir şey eksik değildi, aksine her şey doğruydu, ancak sonuç korkunçtu. İlk düşüncesi buna inanmama yönündeydi. Ancak sonra bir suçu ortaya çıkardığından kuşkusu olmadığını kabul ederek –gecenin geç bir saati olduğunu anımsıyordu– sandalyesinde geriye doğru yaslanmıştı. Ystad sokaklarında yürümek için dışarı çıktığında şafak yeni sökmüştü, Stortorget’e vardığı zaman gördüklerinin başka bir açıklaması olmadığını istemeden de olsa kabul etmek zorunda kalmıştı: Farnholm Şatosu’ndaki adam, ticaret odasıyla ilgili büyük bir güven suistimalinin, vergi kaçakçılığının ve evrakta sahtecilik olayının sorumlusuydu.

Bundan sonra sürekli Farnholm’den gelen bütün evraklardaki kara delikler için gözünü dört açmıştı. Her seferinde olmasa da çoğu zaman açıkları yakalamıştı. Suçun boyutu kafasına yavaş yavaş dank etmişti. Kayda geçirmekten kaçınamadığı kanıtları kabullenmemeye çalışmış fakat sonunda gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalmıştı. Öte yandan bu konuda doğru dürüst bir şey yapmış sayılmazdı. Bildiklerini oğluna bile anlatmamıştı. Bunun nedeni, bilincinin derinliklerinde bütün bunların doğru olmadığına inanmayı tercih etmesi miydi? Kimsenin, görünüşe göre vergi dairesinin bile hiçbir şeyden haberi yoktu. Belki de tamamen farazi bir sırrı ortaya çıkarmıştı? Ya da artık Farnholm Şatosu’ndaki adam hukuk bürosunun ana gelir kaynağı olmuşken her şey için çok geç miydi?

Sis şimdi biraz daha yoğunlaşmıştı. Ystad’a yaklaştığında sisin kaybolacağını umdu.
Bu şekilde devam edemezdi, bu çok açıktı. Farnholm Şatosu’ndaki adamın ellerine kan bulaştığını fark edeli uzun zaman olmuştu.
Oğluyla konuşacaktı. Her geçen gün baltalanıp sulandırılsa da, Tanrı’ya şükür, İsveç’te hâlâ hukuk kuralları geçerliydi. Kendi yaptığı göz yummalar da hukukun zayıflatılma sürecinin bir parçasıydı. Bu kadar uzun süre gözlerini kapatmış olması bundan sonra da sessiz kalmasını gerektirmezdi.
Kendisini asla intihara sürüklemeyecekti.
Birden far ışığında bir şey gördü ve frenleyerek durdu. Önce tavşan olduğunu zannetti. Fakat sonra yolda bir şeyin durduğunu fark etti.
Uzun farları açtı.
Yolun ortasında bir sandalye vardı. Basit bir mutfak sandalyesi… Üzerinde insan büyüklüğünde bir kukla duruyordu. Kuklanın yüzü beyazdı.
Yoksa terzi mankenine benzetilmiş gerçek bir insan mıydı?
Kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Sis, far ışıklarında kıvrım kıvrım dönüyordu. Ne sandalyeyle üzerindeki kuklayı yok etmenin, ne de içinde yükselen korkuyu görmezden gelmenin bir yolu vardı. Dikiz aynasını kontrol etti. Hiçbir şey göremedi. Sandalye ve kuklaya on metre kalıncaya dek arabayı yavaşça sürdü. Sonra tekrar durdu.
Kukla, yalnızca üstünkörü giydirilmiş bir korkuluk değildi, şaşırtıcı derecede insana benziyordu. Benim için hazırlanmış, diye düşündü. Radyoyu kapattı, elleri titriyordu, dikkatle etrafı dinledi. Yalnızca sis ve sessizlik vardı. Şimdi ne yapacağını bilmiyordu.
Onu duraksatan şey ne sisin içinde ortaya çıkan sandalye ne de hayalete benzeyen kuklaydı. Bunların arkasında ne olduğunu bilmediği başka bir şey vardı. Belki de yalnızca kendi içinde var olan bir şey.
Çok korkuyorum, dedi kendi kendine ve bu korku salim kafayla düşünmeme engel oluyor.
Sonunda emniyet kemerini çözüp kapıyı açtı. Dışarıda havanın ne kadar soğuk olduğuna şaşırdı. Arabadan çıktı ve gözlerini farların aydınlattığı sandalyeyle kuklaya dikti. Son düşüncesi kuklanın bir aktörün rolüne başlayacağı bir sahne düzenini anımsatmasıydı.
Arkasında bir ses duydu ancak geriye dönemedi. Darbe kafasının arka tarafına gelmişti.
Bedeni nemli asfalta çarpmadan önce ölmüştü.
Saat 21.53’tü. Sis şimdi daha da yoğundu.

2
Rüzgâr kuzeyden esiyordu.
Dondurucu soğuğun hâkim olduğu sahilin uzak bir köşesinde, buz gibi esen rüzgârda ıstırap çeken bir adam vardı. Sırtını rüzgâra vererek beklemeye devam ediyordu. Orada durur, elleri ceplerinde kımıldamadan kumlara bakardı; sonra amaçsızca yürümeye başlardı, ta ki külrengi alaca karanlıkta kayboluncaya dek.
Köpeğiyle her gün kumsalda yürüyüş yapan kadın, gün doğumundan batımına kadar sahilde devriye gibi gezen adam için endişeleniyordu. Adam birkaç hafta önce kıyıya vurmuş bir gemi enkazı gibi birden çıkagelmişti. Kumsalda karşılaştığı insanlar normalde kadını selamlardı. Güz sonlarıydı, ekim bitmek üzereydi, bu yüzden aslında nadiren birileriyle karşılaşıyordu. Fakat siyah paltolu adam kadınla hiç selamlaşmamıştı. O da önce adamın utangaç olduğunu zannetmiş, sonra kaba veyahut yabancı birisi olabileceğini düşünmüştü. Zaman geçtikçe, adamın derin bir elem içinde olduğunu, kutsal bir yolculuk gibi olan kumsal yürüyüşleriyle kederine yol açan meçhul nedenden uzaklaşmaya çalıştığını anlamıştı. Yürüyüş biçimi kesin olarak değişkendi. Yavaşça, âdeta oyalanır gibi yürürken, birden canlanarak koşarcasına giderdi. Ona öyle geliyordu ki adamın hareketlerini yönlendiren bedeninden çok huzursuz ruhuydu. Cebindeki ellerinin yumruk gibi sıkılı olduğuna emindi.
Bir hafta sonra bu olayın arkasındaki gizemi çözdüğünü düşündü. Bu yabancı adam ciddi bir kişisel krizle yüzleşmek amacıyla, tehlikeli bir nehir yatağında eksik bir haritayla yol almaya çalışan bir gemi gibi bu kumsalda karaya çıkmıştı. İçe dönüklüğünün ve huzursuz yürüyüşünün sebebi bu olmalıydı. Kadın, her akşam romatizmaları nedeniyle erken emekli olan kocasına kumsalda yalnız başına dolaşan adamdan bahsetmişti. Bir defasında –evde durmak kendisini daha mutlu etmesine ve dışarıya çıkması şiddetli ağrılara neden olmasına rağmen– kocası da karısıyla köpeğine eşlik etmişti. Karısına o da hak vermişti ancak adamın davranışlarını o kadar sıra dışı bulmuştu ki Skagen[4 - Ç.N. Skagen, Danimarka’nın en kuzeyinde bulunan, Kuzey Denizi ile Baltık Denizi’nin farklı yoğunlukları nedeniyle birbirine karışmadan karşılaştıkları bir kıyı kasabası.] emniyetindeki bir arkadaşını arayıp karısıyla kendisinin gözlemlerinden söz etmişti. Muhtemelen adam bir kaçaktı ve bir suçtan dolayı aranıyordu ya da ülkede az sayıda kalan akıl hastanelerinin birinden firar etmişti. Fakat polis yıllar içinde Danimarka’nın en uzak ucuna yolculuk yapan, birçoğu sadece huzur ve sükûnet bulmak isteyen o kadar çok tuhaf karakterli insanla karşılaşmıştı ki arkadaşına bilgece bir öğüt verdi: Adamı kendi hâline bırakın. İki denizin karşılaştığı yerle kum tepeleri arasında bulunan bu sahil, kimin ihtiyacı varsa ona ait bir toprak parçasına dönüşüyordu sürekli.
Köpeğini gezdiren kadın ve siyah paltolu adam sonraki akşamlarda da gemiler gibi birbirlerinin yanından geçip gittiler. Sonra bir gün, tam olarak 20 Ekim 1993’te, kadının daha sonraları adamın kayboluşuyla ilişkilendirdiği bir şey oldu.
Rüzgârın esmediği nadir günlerden biriydi, kara ve denizi tamamen sis kaplamıştı. Her yerde, ortalıkta görünmeyen kayıp bir sığıra aitmişçesine sis sirenleri duyuluyordu. Bütün bu tuhaf ortam sanki nefesini tutmuş bir şey bekliyordu. İşte o zaman kadın, siyah paltolu adamı gördü ve birdenbire olduğu yerde kaldı.
Çünkü yalnız değildi. Yanında açık renkli yağmurluğu ve şapkası olan oldukça kısa boylu birisi vardı. Kadın yeni gelen kısa adamın konuştuğunu ve diğerini bir konu hakkında ikna etmeye çalıştığını fark etti. Kısa adam söylediklerini vurgulamak için cebindeki ellerini ara sıra çıkararak el kol hareketleri yapıyordu. Kadın ne konuştuklarını duyamıyordu fakat kısa adamın tavırlarından üzgün olduğu anlaşılıyordu.
Bir süre sonra ikisi kumsalda yürümeye başlayıp sisin içinde görünmez olmuşlardı.
Ertesi gün adam yine yalnızdı. Beş gün sonra ise ortadan kaybolmuştu. Kadın kasım ayına kadar her sabah siyah paltolu adamla karşılaşmak beklentisiyle kumsalda köpeğini gezdirdi ama adam tekrar ortaya çıkmadı. Kadın onu bir daha hiç görmedi.

Ystad polisinden Komiser Kurt Wallander bir yıldan fazla süredir hastalık iznindeydi ve görevini yürütemiyordu. Bu süre boyunca güçsüzlük hissi hareketlerini etkilemiş ve yaşamında baskın hâle gelmişti. Ystad’da kalmaya katlanamadığında ve biraz para biriktirdiğinde, kendini daha iyi hissetmek, Skåne’den başka bir yerde, yaşama sevincini yeniden kazanmak umuduyla defalarca amaçsız yolculuklara çıkmıştı. Kara-yip Adaları için bir tatil paketi satın almıştı ancak uçuşta aptalca sarhoş olmuştu ve Barbados’ta[5 - Ç.N. Barbados, Güney Karayipler’de bağımsız bir ada ülkesi.] geçirdiği iki hafta boyunca neredeyse hiç tamamen ayık dolaşmamıştı. Genel ruh hâli, artan bir panikle tamamen kayıtsızlık arasında gelip gidiyordu. Palmiye ağaçlarının gölgesinde gizlenmiş, bazı günler diğer insanlarla görüşmekten kaçınma isteğinin üstesinden gelemediği için otelden dışarıya ayak bile basmamıştı. Sadece bir defa yıkanmıştı, o da yanlışlıkla iskelede tökezleyip denize düştüğü gün.
Bir akşam geç saatlerde insanların arasına karışmak, aynı zamanda alkol stokunu takviye etmek amacıyla kendisini dışarıya çıkmaya zorladığında, bir fahişe tarafından baştan çıkarıldı. Onu başından savmak istedi ama aynı zamanda nedense onunla birlikte olmayı arzuladı, ne var ki daha sonra kendinden iğrenme ve mutsuzluk duygularına yenik düştü. Üç gün boyunca –tam olarak hatırlamadığı şekilde– tüm zamanını bu kızla birlikte, pis kokulu bir kulübede, terli yüzünde hamam böceklerinin dolaştığı, küf kokulu çarşaf serili yatakta geçirdi. Kızın adını ya da bunu öğrenip öğrenmediğini bile anımsayamıyordu. Ona ancak önüne geçemediği bir şehvet krizinin içerisindeyken katlanabilmişti. Kız cebindeki son parayı da aldığında birden ortaya çıkan iri yarı iki erkek kardeşi tarafından kapı dışarı edildi. Bunun üzerine otele döndü, fiyata dâhil kahvaltıları yemeye kendisini zorlayarak ayakta kalabildi ve sonunda gidiştekinden daha kötü şartlarda da olsa Sturup Havaalanı’na dönebildi.
Onu düzenli olarak kontrol eden doktoru Wallander’e ölesiye alkol aldığı için gerçek bir risk oluşturan bu tür yolculukları yasakladı. Fakat iki ay sonra, aralık ayı başlarında, moralini düzeltmek için mobilyaları yenilemek bahanesiyle babasından aldığı borç parayla tekrar yolculuğa çıktı. Sorunları başladığından bu yana, evine sosyal hizmetlerden yardım için gelen ve kendisinden otuz yaş daha genç bir kadınla evlenen babasından uzaklaşmıştı. Eline para geçer geçmez dosdoğru Ystad Turizm Acentesi’ne gidip Tayland’a üç haftalık bir tatil satın aldı. Bu defa da Karayip’te yaşadıklarının aynısı tekrar etti, tek fark uçakta Wallander’in yanında oturan ve aynı otelde kalan emekli bir eczacının, Wallander kahvaltıda içmeye başlayıp tuhaf davranışlar gösterdiğinde, ona acıyıp müdahale etmesi sayesinde felaketin güçlükle de olsa önlenmesiydi. Eczacının araya girmesiyle Wallander’in tatili planlanandan bir hafta önce evine gönderilmesiyle sonuçlandı. Bu tatilde de Wallander kendisini, her biri öncekinden daha genç fahişelerin kollarına atmış ve kendinden nefret etme duygusuna boyun eğmişti. Sonrasında sürekli ölümcül bir bulaşıcı hastalığa yakalanma korkusuyla kâbus gibi bir kış geçirdi.
Nisan ayı bittiğinde Wallander işten ayrılalı on ay olmuştu, aslında gittiği tatil yerlerinde bulaşıcı bir hastalık kapmadığı anlaşılmıştı fakat bu güzel habere sevinmiş gibi de görünmüyordu. O günlerde Wallender’in doktoru, onun polis olarak çalıştığı günlerin bitip bitmediğini, tekrar çalışmaya ya da sağlık gerekçesiyle erkenden emekli olmaya hazır olup olmadığını merak etmeye başlamıştı.
Tam da o günlerde Wallander ilk defa Skagen’e gitti, belki de “kaçtı” demek daha doğru olur. Hemen öncesinde kızı Linda’nın İtalya’dan dönüp Wallander ve dairesinin içinde bulunduğu karışıklığı düzeltmesi sayesinde en azından içmeyi bırakmıştı. Linda tam olarak doğru şekilde davranmıştı, eve dağılmış tüm şişeleri boşalttı ve Wallander’i ciddi şekilde uyardı. İki hafta boyunca Maria Caddesi’ndeki evinde babasıyla kaldı, Wallander sonunda konuşabileceği birisini bulmuştu. Birlikte Wallander’in ruhunu eriten apseleri deştiler ve Linda bir süre sonra içkiden uzak kalma sözünü tutması için babasına küçük bir şans verebileceğini hissettiğinde evden ayrıldı. Wallander yeniden kendisiyle baş başa ve boş bir evde oturma ihtimaliyle yüzleşmeye gücü yetmeyecek hâldeyken, gazetede Skagen’deki ucuz bir pansiyonla ilgili bir reklam gördü.
Yıllar önce, Linda doğduktan kısa bir süre sonra, eski eşi Mona’yla Skagen’de birkaç haftalık bir yaz tatili yapmışlardı. Hayatı boyunca yaşadığı en mutlu zamanlardan biriydi. Paraları azdı ve delik bir çadırda kalmışlardı ama sanki bütün evren onlara aitmiş gibi hissetmişlerdi.
Wallander reklamı gördüğü gün pansiyona telefon etti ve mayısın ilk haftasından itibaren kalmak üzere kendisine bir oda ayırttı.
Aslen Polonyalı olan pansiyon sahibi kadın duldu, Wallander’i kendi hâline bıraktı. Bisikletini de ödünç verdi. Wallander her sabah uçsuz bucaksız kumsalda bisikletle gezmeye çıkıyordu. Çantasına öğle için bir paket yemek koyuyor ve gecenin geç saatlerine kadar odasına dönmüyordu. Pansiyon arkadaşları daha yaşlı kimselerdi, bazıları tek, bazılarıysa evliydi ve bir kütüphane kadar sessizdi. Neredeyse bir yıldır ilk defa bir güzel uyuyabildi ve içki alışkanlığının etkilerinin azaldığını hissetti.
Skagen’deki pansiyonda kaldığı süre boyunca üç mektup yazdı. İlki kız kardeşi Kristina içindi. Geçen yıl boyunca kız kardeşi sıklıkla arayıp hâlini hatırını sormuştu. Wallander kardeşinin ilgisinden etkilenmişti ancak kendisini neredeyse hiçbir zaman ona telefon etmeye ya da yazmaya ikna edememişti. Karayip Adaları’nda ayık olmadığı bir anda kardeşine göndermiş olabileceği karmakarışık bir kartpostalla ilgili belli belirsiz bir hatıra, durumu daha da kötüleştiriyordu. Kristina bundan hiç söz etmemiş, Wallander de bu konuyu asla sormamıştı. Sarhoş olduğu için kartpostalı yanlış adrese gönderdiğini ya da pul koymayı unuttuğunu umuyordu. Şimdiyse bir gece vakti yatakta oturmuş ve kız kardeşine yazmıştı, kâğıdı da çantasına koymuştu. Geçen yıl bir adamı öldürdüğünden beri peşini bırakmayan utanç ve suçluluk duygularını, içindeki boşluğu anlatmaya çalıştı. Hiç şüphesiz kendisini korumak için ateş etmişti, en saldırgan ve polislerden nefret eden gazeteciler bile onu ciddi anlamda eleştirmemişlerdi ama yine de üzerine binen suçluluk duygusundan hiç sıyrılamayacağını düşünüyordu. Tek umudu bir gün bununla yaşamayı öğrenebilmekti.
“Ruhumun bir parçasının yapay bir uzuvla yer değiştirdiğini hissediyorum,” diye yazdı. “Hâlâ ondan istediğim şekilde davranmıyor. Bazen en kötü olduğum anlarda ruhuma asla söz dinletemeyeceğimden korkuyorum, yine de ümitvar olmaktan tamamen vazgeçmedim.”
İkinci mektup Ystad Emniyet Müdürlüğü’ndeki iş arkadaşlarınaydı, bu mektubu Skagen postanesinin dışındaki kırmızı mektup kutusuna bıraktığı anda yazdıklarının çoğunun doğru olmadığını biliyordu fakat yine de mektubu göndermek zorunda kaldı. Arkadaşlarının geçen yaz aldıkları müzik seti için onlara teşekkür etti ve bunu daha önce yapmadığı için de kendisini affetmelerini rica etti. Bütün bunları elbette içtenlikle yazmıştı. Fakat mektubu bitirirken söylediği, yakında iyileşip işe dönmeyi umduğuna dair cümleler anlamsızdı, aslında tam tersi daha doğruydu.
Skagen’de kalırken yazdığı üçüncü mektup Baiba Lie-pa’yaydı. Baiba’ya geçen yıl boyunca yaklaşık iki ayda bir mektup yazmış, o da her defasında cevap göndermişti. Baiba’nın onun için bir koruyucu azize olduğunu düşünmeye başlamıştı ve Wallander’in onun için hissettiklerini bastırması için Baiba’nın cevap yazmayı bırakmasından korkuyordu. Ya da en azından böyle olduğunu sanıyordu. Çok uzun süren uyuşukluk süreci Wallander’i artık hiçbir şeyden tam olarak emin olamaz hâle getirmişti. Zaman zaman kumsalda ya da denizden gelen şiddetli soğuk rüzgârdan korunmak için kum tepeleri arasında oturduğunda, kısa da olsa zihninin berraklaştığı zamanlar oluyordu. Bazı zamanlarda ise her şey ona anlamsız görünüyordu. Baiba’yı Riga’da sadece birkaç günlüğüne tanımıştı. Baiba, Letonya polis teşkilatında yüzbaşıyken öldürülen kocası Karlis’e âşıktı. Tanrı aşkına, Baiba mesleğinin gerektirdiği şeyleri, alışılmadık bir biçimde olsa bile, yapmaktan başka bir şey yapmayan İsveçli bir polisi birdenbire neden sevsin ki? Fakat meselenin içyüzünü kavradığı anlardan uzaklaşması hiç zor olmuyordu. İçten içe, aslında sahip olmadığını bildiği bir şeyi kaybetme riskini göze alamıyordu. Çünkü Baiba, Baiba’nın hayali, Wallander’in son savunma hattıydı. Bu hayal sadece bir yanılsama olsa bile onu sonuna kadar koruyacaktı.
Pansiyonda on gün kaldı ve Ystad’a döndüğünde oraya mümkün olduğunca çabuk dönmeye çoktan karar vermişti. Temmuz ortasında tekrar pansiyondaki eski odasındaydı. Dul kadın yine bisikletini verdi ve Wallander günlerini deniz kenarında geçirmeye devam etti. İlk seferin aksine kumsal şimdi tatilcilerle doluydu. Gülen, oynayan ve suda eğlenen insanların arasında kendisini görünmeyen bir gölge gibi başıboş hissetti. İki denizin buluştuğu bu kumsalda, ıstırabından kurtulmak için bir yol bulmaya çalışırken, iç dünyasında olup bitenleri gözlemlemek için kendi kontrolünde, başkalarına görünmeyen bir alan oluşturmuş gibiydi. Doktoru, Skagen’e ilk ziyaretinden sonra onda bazı gelişmeler gözlemlemişti fakat daha iyiye doğru kesin bir değişim olduğunu söylemek için belirtiler henüz yeterince net değildi. Wallander bir yıldan fazladır kullandığı ve kendisini yorgun ve hâlsiz bırakan ilaçları bırakıp bırakamayacağını sormuştu fakat doktoru bir süre daha sabretmesini tavsiye etmişti.
Her sabah acaba yataktan kalkmaya gücü yetecek mi diye merak ediyordu, Skagen’deki pansiyonda kalırken bunu yapabilmek daha kolaydı. Geçen yıl yaşadığı kötü olayları unutabileceğini hissettiği anlar oluyordu ve bütün olup bitene rağmen bir geleceği olabileceğine dair hâlâ umut ışığı vardı.
Saatlerce kumsalda dolaştıktan sonra, yaşadıklarının arkasında gizlenen anlamı fark etmek için duraksıyor, taşıdığı yükten kurtulmanın, hatta belki tekrar polisliğe dönmenin, bir polis ve sağlıklı bir insan olma gücünü bulmanın yollarını arıyordu.
Bu tatil sürecinde bir gün opera dinlemeyi de bıraktı. Kumsalda yürüyüş yaparken sık sık küçük kasetçalarını yanına alırdı fakat bir gün operadan gına gelmiş gibi hissetti. O akşam pansiyona geri döndüğünde bütün opera kasetlerini bavuluna doldurdu ve bavulu da elbise dolabına kaldırdı. Ertesi gün bisikletle Skagen’e gidip daha önce neredeyse hiç duymadığı pop müzik sanatçılarının bazı albümlerini aldı. Onu en çok şaşırtan şey yıllarca kendisini ayakta tutan operayı artık özlememesiydi.
Hiçbir boşluğum kalmadı, diye düşünüyordu. İçimdeki her yer ağzına kadar doldu ve yakında duvarlar çatlayıp yıkılacak.

Ekim ortasında Skagen’e bir kez daha gitti. Bu defa hayatının geri kalanında ne yapacağı konusunu çözmeye kararlıydı. Doktoru Wallander’e iyi geldiği aşikâr olan pansiyona gitmesini tavsiye etmişti. Sağlığına yavaş yavaş kavuştuğuna ve depresyonun şiddetinin azaldığına dair belli belirsiz de olsa işaretler vardı. Doktoru aynı zamanda hasta mahremiyetini ihlal etmemeye özen göstererek Wallander’in şefi Björk’e onun işe geri dönmesi için şansı olabileceğini üstü kapalı olarak söyledi.
Böylece Wallander Danimarka’ya yeniden gitti ve kumsal gezintilerine devam etti. Sonbahar bitmek üzereydi, kumsal terk edilmiş gibi tenhaydı. Nadiren birileriyle karşılaşıyordu, üstü başı ter içinde kalarak koşu yapan birisi dışında çoğu yaşlıydı, bir de düzenli olarak köpeğiyle yürüyüş yapan meraklı bir kadın vardı. Wallander denizin sahille buluştuğu yerden, sadece görünen ve sürekli değişen ufuk çizgisine doğru özgüvenini kazanmış bir şekilde yürüdü, kendisine ait ıssız araziye göz kulak olurcasına kumsal yürüyüşlerine kaldığı yerden devam etti.
Wallander orta yaşlara gelmişti ve dönüm noktası olarak gördüğü ellisine az kalmıştı. Geçen yıl çok fazla kilo vermişti, bu nedenle kendisini elbise dolabında yedi ya da sekiz yıldır giymediği kıyafetleri ararken buluyordu. Şimdi özellikle içmeyi bıraktığından beri dış görünümü yıllardır hiç olmadığı kadar iyiydi. Bu ona geleceğe dair plan yapmak için başlangıç noktası olabilir gibi görünüyordu. Beklenmedik bir olay olmazsa en azından yaşayacak bir yirmi yılı daha vardı. Kafasını en çok kurcalayan şey, polisliğe dönüp dönemeyeceği ya da yapacak başka bir şey bulması gerekip gerekmeyeceğiydi. Sağlık nedenleriyle erken emekli olmayı düşünmekten kaçınıyordu. Bu, başa çıkabileceğini düşünemediği bir olasılıktı.
Zamanını genellikle yoğun sisle kaplı kumsalda geçirdi, nadir de olsa hava açık ve temiz, deniz ışıltılı olur, martılar yukarda süzülürdü. Bazen kendini, arkasında takılı olması gereken anahtarı kaybolmuş, dolayısıyla yeni bir enerji kaynağı bulma ve hareket etme imkânından yoksun kurmalı bir oyuncak gibi hissediyordu. Polislikten ayrılmak zorunda kalması durumunda seçeneklerinin ne olabileceğine kafa yoruyordu. Belki bazı şirketlerde güvenlik görevlisi ya da ona benzer bir şey olabilirdi. Doğrusu polis olarak çalışmasının suçluları kovalamak dışında ona ne gibi nitelikler sağladığını bilemiyordu. Polis olarak çalıştığı yılları geride bırakıp temiz bir sayfa açmaya karar vermedikçe seçenekleri kısıtlıydı. Fakat ellisine merdiven dayamış ve yalnızca karmaşık olay yerlerinin sırrını çözmekte şöyle böyle ustalaşmış eski bir polisi kim işe almak ister ki?
Acıktığında kumsaldan ayrılıp kum tepelerinde kuytu bir köşe buldu. Öğle yemeğini iştahla yedi, soğuk kumlardan korunmak için çantasının üzerine oturdu. Yemeğini yerken yeterince başaramasa da geleceğinden başka şeyler düşünmeye çalıştı. Gerçekçi olmak için çok çaba sarf etti, gerçek dışı hayalleri savuşturmak zorundaydı.
Bütün diğer polisler gibi o da bazen diğer tarafa geçmeye özenmişti. Suçluya dönüşen ve yakayı ele vermelerini engelleyecek temel polis bilgilerini kullanmakta başarısız polisleri gördüğü zaman hayrete düşmekten kendini alamazdı. Onu kısa sürede zengin ve özgür yapacak planlar sıklıkla aklından geçerdi fakat bu tür düşüncelerden ürpertiyle kurtulması ve kendine gelmesi çok sürmezdi. En az istediği şey, zamanının çoğunu neredeyse hiç kazanamadığı at yarışlarına harcayan ve bunu takıntı hâline getirmiş gibi görünen iş arkadaşı Hansson’a benzemekti. Wallander zamanını bu şekilde israf ettiğini hayal bile edemiyordu.
Polislik görevine dönmeye zorunlu olup olmadığı meselesi aklını kurcalamaya devam ediyordu. Yeniden işe başla, bir yıl önce yaşananların hatıralarıyla savaş ve belki bir gün bununla yaşamayı öğrenirsin. Tek gerçek seçenek daha önce olduğu gibi yoluna devam etmesiydi. Hayatta bir anlam parıltısı bulmasının en iyi yolu buydu: İnsanların mümkün olduğunca güvenli bir şekilde yaşamalarına yardım etmek ve en kötü suçluları sokaklardan uzaklaştırmak. Bundan vazgeçmek yalnızca –belki de pek çok meslektaşından– daha iyi yaptığını bildiği bir işe sırtını çevirmek olmayacaktı, aynı zamanda içinde, derinlerde bir yerde var olan, ondan daha büyük bir şeyin parçası olma hissinin ve hayatını yaşamaya değer kılan bir şeylerin kökünü kazımak olacaktı.
Buna rağmen sonunda, Skagen’deki ilk haftasında sonbaharın kışa dönme emareleri gösterdiği günlerde artık işinin başına geçemeyeceğini kabullenmek zorunda kaldı. Polis memuru olarak kariyeri bitmişti, önceki yıl yaşadıklarının açtığı yaralar Wallander’i geri dönülmez bir şekilde değiştirmişti. Kumsalın kesif bir sis tabakasıyla kaplı olduğu bir öğle sonrasında bu konuyla ilgili bütün olumlu ve olumsuz yönleri düşündüğüne karar verdi. Doktoruyla ve Björk’le konuşacak ve görevine geri dönmeyecekti.
Kalbinde belli belirsiz bir rahatlama hissetti. En azından şimdilik skoru biliyordu. Geçen yıl sis nedeniyle hiçbir şeyin net olarak görünmediği, koyunlarla dolu o tarlada öldürdüğü adam rövanşını almıştı.
O akşam bisikletle Skagen’e gitti ve müşterilerin az ve birbirinden uzak, müziğin fazlasıyla gürültülü olduğu, sigara dumanıyla kaplı küçük bir barda içti. Bu kez, sarhoşluğunun diğer günlerde tekrar etmeyeceğini biliyordu. Bu defaki yalnızca farkına vardığı kaçınılmaz sonucun onaylanmasıydı, artık polis olarak yaşadığı hayatın sonuna gelmişti. Gecenin ilerleyen saatlerinde pansiyona bisikletle dönerken yere düştüğünde yanağı çizildi. Pansiyon sahibi yokluğunu fark edip onu beklemişti. Wallander karşı çıkmasına rağmen yüzündeki kanı temizlemek ve kirli elbiselerini yıkamak için ısrar etti. Sonra da odasının kapısını açmasına yardım etti.
“Bu akşam sizi arayan bir adam vardı,” dedi kadın, anahtarı geri verirken.
Wallander boş gözlerle baktı.
“Beni sorabilecek birisi yok,” dedi. “Burada olduğumu kimse bilmiyor.”
“Fakat birisi sordu. Sizi bulmayı çok istiyordu.”
“Herhangi bir isim verdi mi?”
“Hayır. Ama İsveçliydi.”
Wallander kafasını salladı, kadının söylediklerini aklından çıkarmaya çalıştı. Kimseyi görmek istemiyordu, onu görmek isteyecek kimse de yoktu, bundan emindi.
Ertesi gün tekrar içtiği için bin pişman bir hâlde kumsala gitti, pansiyon sahibinin söyledikleri çoktan aklından çıkmıştı. Sis yoğundu ve kendini çok yorgun hissediyordu. İlk defa kendine bu kumsalda ne aradığını sordu. Bir kilometre kadar yürüdükten sonra devam etmeye takati olmadığını düşündü ve ters dönüp yarıya kadar kuma gömülmüş büyük ve hurda bir teknenin gövdesinin üzerine oturdu.
Tam o sırada sisin içinden ona doğru yaklaşan adamı fark etti. Sanki birisi sonsuz sayıdaki kum tanelerinin üzerindeki şahsi odasının mahremiyetini ihlal ediyordu. İlk gördüğü parka giymiş, kafasına küçük gelen bir şapka takmış yabancının bulanık görüntüsüydü. Sonra adam az çok tanıdık gelmeye başladı, ancak iyice yaklaşıp da Wallander ayağa kalkıncaya dek kim olduğunu çıkaramadı. El sıkıştılar ve Wallander nasıl olup da bu sığınağının keşfedildiğini merak etti. Sten Torstensson’u en son ne zaman gördüğünü hatırlamaya çalıştı ve geçen yılki o uğursuz ilkbaharda, bir mahkemede gördüğünü anımsadı.
“Dün gece pansiyona seni görmeye geldim,” dedi Torstensson. “Rahatsız etmek istemem tabii ki, ama seninle konuşmak zorundayım.”
Bir zamanlar ben polistim, o da avukat, hepsi bundan ibaret, diye düşündü Wallander. Eskiden suçluların farklı taraflarında otururduk, sık olmasa da zaman zaman bir tutuklama kararının haklı olup olmadığını tartışırdık. Mona’dan zorlu boşanma sürecimde benim çıkarlarımı gözettiği için birbirimizi biraz daha iyi tanıdık. Bir gün birbirimize kanımızı kaynatan, bir arkadaşlığın başlangıcı olabilecek bir şey oldu. Arkadaşlıklar genellikle kimsenin bir mucize beklemediği görüşmelerde gelişir. Fakat hayattan öğrendiğime göre arkadaşlığın kendisi bir mucizedir. Beni bir hafta sonu tekneyle denize açılmaya davet etmişti. Fırtına vardı ve ben tekrar tekneye binmeyeceğime yemin etmiştim. Sonra sık sık ya da düzenli olmasa da görüşmeye başladık. Şimdi de izimi buldu ve benimle konuşmak istiyor.
“Birisinin beni aradığından haberim var,” dedi Wallander. “Beni burada nasıl bulabildin?”
Kumsaldaki sığınağında rahatsız edilmesinden hoşnut olmadığını belli ettiğinin farkındaydı.
“Beni tanıyorsun,” dedi Torstensson. “Baş belası birisi değilim. Hatta sekreterim bazen rahatsız edici davranmaktan korktuğumu bile iddia ediyor, bununla ne demek istiyorsa. Ama yine de Stockholm’deki kız kardeşini aradım. Daha doğrusu babanla irtibata geçtim ve o da kız kardeşinin numarasını verdi. Kız kardeşin pansiyonun adını ve yerini biliyordu. Ve işte buradayım. Gece sanat müzesinin yanındaki otelde kaldım.”
Rüzgâr arkalarından eserken kumsalda yürümeye başladılar. Daima köpeğiyle dolaşan kadın durmuş onlara bakıyordu. Wallander bir misafiri olduğunu görünce kadının şaşıracağından emindi. Sessizce yürüdüler, Wallander yanında birisinin olmasının ne kadar tuhaf olduğunu hissederek Torstensson’un konuşmasını bekledi.
“Yardımın gerekiyor,” dedi Torstensson sonunda. “Bir arkadaş ve polis olarak…”
“Arkadaşın olarak elimden geleni yapmak isterim ama yapabilir miyim bundan şüpheliyim. Ama bir polis olarak değil.”
“Hâlâ izindesin diye biliyorum.”
“Bununla kalmayacak, işi tamamen bırakacağım. Bunu bilen ilk kişi sen olabilirsin.”
Torstensson olduğu yerde durdu.
“İşte böyle,” dedi Wallander. “Ama yine de niye burada olduğunu söyleyebilirsin.”
“Babam öldü.”
Wallander, Torstensson’un babasını tanıyordu. O da avukattı ancak duruşmalara nadiren katılırdı. Wallander’in hatırladığına göre Torstensson’un babası çoğu vaktini ekonomik konularda danışmanlık yaparak geçirirdi. Kaç yaşında olduğunu tahmin etmeye çalıştı. Yetmişin üzerinde olduğunu varsaydı, çoğu insanın zaten öldüğü yaşlardı.
“Birkaç hafta önce bir trafik kazasında öldü,” dedi Torstensson. “Brösarp Tepeleri’nin güneyinde bir yerde.”
“Bunu duyduğuma üzüldüm,” dedi Wallander. “Nasıl oldu?”
“Bu iyi bir soru. İşte bu yüzden buradayım.”
Wallander ifadesizce baktı.
“Hava soğuk,” dedi Torstensson. “Sanat müzesinde kahve servisi var. Buraya arabamla geldim, onunla gidebiliriz.”
Wallander başıyla onayladı. Wallander’in bisikletini arabanın bagajına koyup kum tepelerinin arasında yol aldılar. Sabahın o saatlerinde sanat müzesindeki kafede fazla müşteri yoktu. Tezgâhın arkasındaki kızın mırıldandığı melodiyi Wallander yeni aldığı kasetlerden birinden hatırladığı için şaşırdı.
“Gece geç bir saatti,” diye anlatmaya başladı Torstensson. “Tam olarak 11 Ekim günüydü. Babam en önemli müvekkillerimizden biriyle görüşmeden dönüyordu. Polise göre arabayı çok hızlı kullanıyormuş, kontrolü kaybetmiş, araba ters dönmüş ve ölmüş.”
“Böylesi kazalar bir anda olabilir,” dedi Wallander. “Sadece bir anlık dikkatsizliğin sonucu felaket olabilir.”
“O akşam hava sisliydi. Babam asla hızlı kullanmazdı. Hava sisliyken neden böyle bir şey yapsın? Üstelik yolda tavşan ezmekten korkacak kadar takıntılıydı.”
Wallander, Torstensson’u inceleyerek baktı. “Kafanda ne var?” diye sordu.
“Martinson soruşturmanın başında.”
“Martinson iyidir. Eğer olayın bu şekilde olduğunu söylüyorsa başka bir şey düşünmek için bir sebep yok.”
Torstensson ciddiyetle baktı. “Martinson’un iyi bir polis olduğundan şüphem yok. Babamı yol kenarındaki tarlada tepetaklak olmuş arabasının içinde ölü olarak bulduklarından da. Fakat açıklanamayan çok fazla şey var. Bir şey olmuş olmalı.”
“Nasıl bir şey?”
“Başka bir şey…”
“Ne gibi?”
“Bilmiyorum.”
Wallander bardağını doldurmak için tezgâha gitti.
Ona doğruyu neden söyleyemiyorum, diye merak etti. Evet, Martinson yaratıcı ve enerjiktir fakat bazı durumlarda dikkatsiz olabilir.
Wallander tekrar oturduğunda, “Polis raporunu okudum,” dedi Torstensson. “Raporu yanıma aldım ve babamın öldüğü yerde tekrar inceledim. Otopsi raporuna baktım, Martinson’la konuştum, bazı başka şeyler yaptım ve kendi kendime sorular sordum. Şimdi de işte buradayım.”
“Ne yapabilirim?” dedi Wallander. “Bir avukat olarak her vakada birbiriyle ilişkilendiremediğimiz ve tam olarak açıklanamayan şeyler olduğunu bilirsin. Olay olduğunda babanın arabada yalnız olduğunu sanıyorum. Eğer seni doğru anladıysam herhangi bir tanık yok. Bu da tam olarak ne olduğunu sadece babanın söyleyebileceği anlamına gelir.”
“Eminim bir şey oldu. Doğru olmayan bir şey ve ben bunun ne olduğunu bilmek istiyorum.”
“Çok isterdim ama sana yardım edemem.”
Torstensson onu duymamış gibiydi. “Anahtarlar. Sana sadece bir örnek vereyim. Anahtarlar kontakta değildi. Arabanın döşemesindeydi.”
“Anahtarlar yerinden çıkmış olabilir. Bir araba kaza yaptığında her şey olabilir.”
“Kontak hasar görmemişti. Kontak anahtarı da kırılmamıştı.”
“Bunun bir açıklaması vardır.”
“Sana başka örnekler de verebilirim,” diye ısrar etti Torstensson. “Bir şey olduğuna eminim. Babam trafik kazası dışında bir sebepten öldü.”
Wallander cevap vermeden önce düşündü. “İntihar etmiş olabilir mi?”
“Bu benim de aklıma geldi ama bu ihtimal çok düşük. Babamı iyi tanırdım.”
“Çoğu intihar olayı beklenmedik şekilde olur. Yine de neye inanmak isteyeceğini sen daha iyi bilirsin.”
“Trafik kazasını neden kabul edemeyeceğimin bir nedeni daha var.”
Wallander dikkatle baktı.
“Babam neşeli ve sempatik birisiydi. Eğer çok iyi tanımasaydım ondaki değişikliği fark edemezdim. Zar zor fark edilen küçük şeylerdi fakat geçen altı ay boyunca ruh hâlinde bariz bir değişim olmuştu.”
“Daha açık konuşabilir misin?”
Torstensson kafasını iki yana salladı. “Tam olarak değil. Bu sadece hissettiğim bir şeydi. Bir şeyler onu tedirgin ediyordu. Benim fark etmemi kesinlikle istemediği bir şeyler vardı.”
“Bu konu hakkında babanla konuşmuş muydun?”
“Hiç konuşmadım.”
Wallander boş bardağı bıraktı. “Sana yardım etmek isterdim ama yapamam. Arkadaşın olarak ne anlatırsan dinlerim. Ama artık polis değilim. Hatta bu kadar yolu benimle konuşmak için gelmiş olman gururumun okşanmasına neden olmalıydı ama olmadı. Kendimi yalnızca uyuşuk, yorgun ve çökmüş hissediyorum.”
Torstensson konuşacak gibi oldu fakat fikrini değiştirdi.
Ayağa kalkıp kafeden çıktılar.
Sanat müzesinin dışında ayakta dururlarken, “Elbette sözlerine saygı duyuyorum,” dedi Torstensson.
Wallander onunla arabaya kadar gidip bisikletini aldı.
Hâlden anladığını ifade etmek istercesine acemice bir teşebbüste bulundu ve “Ölümün üstesinden nasıl geleceğimizi asla bilemiyoruz,” dedi.
“Senden beni teselli etmeni istemiyorum,” dedi Torstensson. “Sadece ne olduğunu bilmek istiyorum. Bu, sıradan bir trafik kazası değildi.”
“Martinson’la bir daha görüş,” diye karşılık verdi Wallander. “Şu var ki bunu benim önerdiğimi bilmemesi daha iyi olur.”
Vedalaştılar ve Wallander kum tepelerine doğru giden arabayı izledi.
Vermesi gereken kararların kendisini sıkıştırdığını hissediyordu. Artık bir şeyleri daha fazla sürüncemede bırakamazdı. O gün öğleden sonra doktorunu ve Björk’ü arayarak polislikten istifa edeceğini söyledi.
Skagen’de on gün daha kaldı. Ruhunun bombardımana uğramış, harap bir mekâna benzediğini düşündü. Yine de, her şeye rağmen kararını verecek güce sahip olduğu için rahatladığını hissetti.
31 Ekim Pazar günü polis olarak kariyerine çizgi çekmek için bazı belgeleri imzalamak amacıyla Ystad’a döndü.

1 Kasım Pazartesi sabahı saat altıda alarm çaldığında Kurt Wallander yatakta gözleri tamamen açık hâlde uzanıyordu. Kısa süreli tedirgin uyuklamalar dışında bütün gece uyanık kalmıştı. Birkaç defa yataktan kalkıp Maria Caddesi’ne bakan pencerenin önünde durmuş, yanlış bir karar verip vermediğini düşünmüştü. Belki de hayatının geri kalanında yürüyeceği aşikâr bir yol yoktu. Buna tatmin edici bir cevap bulamadan oturma odasındaki kanepede radyoyu dinleyerek oturmuştu. Nihayet alarm çalmadan önce başka seçeneği olmadığını kabul etmişti. Hiç şüphe yok ki kaçıyordu fakat herkes er ya da geç kaçar, dedi kendi kendine. Her şey bittiğinde görünmeyen güçler bizi yener ve kimse bundan kurtulamaz.
Kalkıp giyindi, gazete almak için dışarı çıktı, eve döndüğünde kahve için su kaynatıp duş aldı. Bir günlüğüne de olsa eski alışkanlıklarına dönmesi tuhaf hissettirdi. Kurulanırken on sekiz ay öncesindeki son iş gününü hatırlamaya çalıştı. Masasını temizleyip limandaki kafeye Baiba’ya hüzünlü bir mektup yazmak için gittiği bir yaz günüydü. Bir asır önce mi yoksa daha dün mü olduğuna karar vermekte zorlandı.
Mutfak masasına oturup kahvesini karıştırdı.
O yaz günü, kim bilir ne kadar zamandır onun işteki son günüydü. Bundan sonra, işteki son günü bugün olacaktı.
Yirmi beş yıldan fazla süredir polisti. Gelecek yıllarda ne yaşarsa yaşasın, polis olarak geçen yılları onun yaşamının omurgası olacaktı ve hiçbir şey bunu değiştiremeyecekti. Kimse sahip olduğu hayatın hükümsüz sayılmasını ya da zarların yeniden atılmasını isteyemezdi. Geriye dönmenin hiçbir yolu yoktu. Asıl soru ileriye giden bir yol olup olmadığıydı.
Bu soğuk sabah saatlerinde duygularını kendi kendine tarif etmeye çalıştı fakat tek hissettiği şey boşluktu. Sanki sonbaharın sisli havası bilincine nüfuz etmişti.
İç çekerek gazeteyi eline aldı. Gazeteye göz gezdirirken daha önce tüm fotoğrafları görmüş ve tüm yazıları okumuş gibi bir izlenime kapıldı.
Neredeyse gazeteyi bırakmak üzereyken bir ölüm duyurusu gördü. Sten Torstensson, Avukat, doğum 3 Mart 1947, ölüm 26 Ekim 1993.
Gözlerini duyurudan ayıramadı. Ölen kişi Sten’in babası Gustaf Torstensson değil miydi? Sten’le Skagen’de kumsalda görüşeli bir haftadan biraz daha uzun bir süre olmuştu.
Bunun ne anlama geldiğini çözmeye çalıştı. Ölen başka biri olmalıydı. Ya da belki isimler karışmıştı. Duyuruyu tekrar okudu ama hata yoktu. On gün önce Danimarka’ya Wallander’le görüşmeye gelen Sten Torstensson ölmüştü.
Hareketsiz bir hâlde olduğu yerde kalakaldı.
Sonra kalkıp telefon defterini alarak bir numarayı çevirdi. Aradığı kişi erkenci birisiydi.
“Martinson.”
Wallander ahizeyi kapatma dürtüsüne direndi. “Ben Kurt,” dedi. “Umarım seni uyandırmamışımdır.”
Martinson cevap vermeden önce uzun bir sessizlik oldu. “Gerçekten sen misin? Araman çok sürpriz oldu.”
“Tahmin edebiliyorum. Sana sormak istediğim bir şey var.”
“Mesleği bırakacağın doğru olamaz değil mi?”
“Gidişat öyle gözüküyor. Fakat arama sebebim bu değil. Avukat Sten Torstensson’a ne oldu bilmek istiyorum?”
“Duymadın mı?”
“Ystad’a daha dün geldim. Hiçbir şey duymadım.”
Bir süre suskunluk oldu. “Öldürüldü,” dedi sonunda Martinson.
Wallander şaşırmadı. Gazetedeki duyuruyu gördüğü an bunun normal bir ölüm olmadığını anlamıştı.
“Geçen salı gecesi ofisinde vuruldu,” dedi Martinson. “İnanılır gibi değil. Ve aynı zamanda üzücü… Babası trafik kazasında öleli sadece bir hafta olmuştu. Ama belki senin bundan da haberin yoktur.”
“Evet, haberim yoktu,” diyerek yalan söyledi Wallander.
“Görevine geri dönmelisin. Bu olayı çözmek için sana ihtiyacımız var ve pek çok başka şey için de.”
“Göreve dönemem. Kararımı verdim. Görüştüğümüzde açıklarım. Ystad er ya da geç herkesle karşılaşabileceğin kadar küçük bir yer.”
Wallander hoşça kal deyip kapattı.
Telefonu kapatırken Martinson’a söylediklerinin artık doğru olmadığının farkına vardı. Sadece birkaç saniye içinde her şey değişmişti.
Beş dakikadan fazla telefonun yanında bekledi. Sonra kahvesini içti, giyinip arabasına gitti. Saat yedi buçukta on sekiz aydan sonra ilk defa emniyetin kapısından girdi. Danışmadaki görevliye başıyla selam verdi, sonra doğruca Björk’ün odasına yöneldi ve kapıyı çaldı. İçeri girdiğinde Björk ayağa kalktı. Wallander onun zayıfladığını fark etti. Björk de nasıl davranması gerektiğini kestiremiyor gibi görünüyordu.
Wallander bunu onun için kolaylaştırmalıyım, diye düşündü. Ne olduğunu anlayamayacak, ben de öyle.
“Elbette daha iyi olduğunu duyduğumuz için sevindik,” diyerek konuşmaya başladı Björk. “Bununla birlikte ayrılman yerine görevine geri dönmeni tercih ederiz. Sana ihtiyacımız var.” Kâğıtlarla dolu masayı işaret etti. “Bugün yeni tasarlanan polis üniformalarıyla ilgili önerilere ve ilçe polis teşkilatıyla polis müdürleri arasındaki ilişkiyi düzenleyen sistemde değişiklik yapan anlaşılmaz bir tasarıya yanıt vermem gerekiyor. Bunlardan haberin var mıydı?”
Wallander hayır dercesine kafasını salladı.
“Nereye gidiyoruz böyle?” dedi Björk suratını asarak. “Eğer yeni üniformalar bu şekilde hazırlanırsa, bence gelecekteki polisler marangozla biletçi karışımı bir şeye benzeyecekler.”
Wallander’e bakarak bir şey söylemesini bekledi ama Wallander ağzını açmadı.
“Polis teşkilatı 1960’larda merkezileştirildi,” diye devam etti Björk. “Şimdi her şeyi yeniden yapacaklar. Meclis, yerel polis teşkilatlarını ortadan kaldırarak tamamen yeni bir şey oluşturmak ve buna Ulusal Polis Gücü adını vermek istiyor. Ama polis zaten hep ulusal bir güç olmuştur. Başka ne olabilir ki? Bağımsız eyaletlerin egemen sistemleri Orta Çağ’da kaldı. Nasıl olur da çığ gibi karman çorman bilgi notlarının altında kalmış birisinin günlük işlerini yürütebileceğini düşünebilirler? Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de vize alamayan yabancıların otobüslere ve feribotlara doldurulup herhangi bir karışıklık veya itiraz olmadan sınır dışı edilmesi için yapılacak işlemlerle ilgili ‘ülkeye girişin engellenmesi teknikleri’ dedikleri tamamen gereksiz bir konferans için hazırlık yapmalıyım.”
“Ne kadar meşgul olduğunu tahmin edebiliyorum,” dedi Wallander, Björk’ün zerre değişmeyeceğini düşünerek. Polis şefi olarak görevini kontrolü altına asla alamamıştı. Aksine görevi onu hapsetmişti.
“Bütün evraklar burada,” diye devam etti Björk. “Tek eksik olan imzan, onu da hallettin mi artık eski bir polis olacaksın. Kararından memnun olmasam da talebini kabul etmek zorundayım. Bu arada umarım mahzuru yoktur ama saat dokuzda senin için bir basın toplantısı ayarladım. Son birkaç yılda ünlü bir polis olmuştun, Kurt. Zaman zaman aykırı davranışların olsa da itibarımızın yükselmesi için yaptıkların inkâr edilemez. Senden ilham aldığını söyleyen polis öğrencileri olduğundan bahsediliyor.”
“Bunun doğru olmadığına eminim,” dedi Wallander. “Ve sen de basın toplantısını iptal edebilirsin.”
Sözlerinin Björk’ü rahatsız ettiğini görebiliyordu.
“Söz konusu bile olamaz,” dedi Björk. “En azından iş arkadaşların için bunu yapmalısın. Ayrıca SvenskPolis dergisi de seninle ilgili bir yazı yayınlayacak.”
Wallander, Björk’ün masasına doğru yürüdü.
“Görevi bırakmıyorum,” dedi. “Buraya tekrar çalışmaya başlamak için geldim.”
Björk şaşkınlıkla baktı.
“Basın toplantısı olmayacak,” diye ekledi Wallander. “Şu andan itibaren tekrar işe başlıyorum. İyi olduğumu gösteren bir doktor raporu getireceğim. Kendimi iyi hissediyorum. Ve çalışmak istiyorum.”
“Benimle dalga geçmiyorsundur umarım,” dedi Björk huzursuzca.
“Hayır. Bir şeyler fikrimi değiştirdi.”
“Bu çok ani oldu.”
“Benim için de öyle. Dürüst olmak gerekirse düşüncemi değiştireli sadece bir saat oluyor. Fakat tek şartım var. Daha çok bir istek…”
Björk söylemesini bekledi.
“Sten Torstensson soruşturmasının başında olmak istiyorum,” dedi Wallander. “Şu anda soruşturmadan kim sorumlu?”
“Herkes olayın içinde, Svedberg ve Martinson benimle birlikte asıl ekipteler. Åkeson ise sorumlu savcı.”
“Sten Torstensson arkadaşımdı.”
Björk başıyla onayladı ve ayağa kalktı. “Bu doğru mu?” diye sordu. “Gerçekten fikrini değiştirdin mi?”
“Ne dediğimi duydun.”
Björk masanın etrafını dolaşıp Wallander’le yüz yüze geldi. “Bu, uzun zamandır duyduğum en iyi haber,” dedi. “Hadi şu istifa belgelerini yok edelim. Herkes çok şaşıracak.”
“Eski odamı kim aldı?”
“Hansson.”
“Mümkünse geri almak istiyorum.”
“Tabii ki. Hansson bu hafta Halmstad’da kursta. Hemen kullanmaya başlayabilirsin.”
Wallander’in eski odasına kadar koridorda birlikte yürüdüler. Tabeladaki ismi kaldırılmıştı. Bu bir anlığına onu afallattı.
“Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var,” dedi Wallander.
“Sekiz buçukta Torstensson cinayetiyle ilgili toplantı yapacağız,” dedi Björk. “Küçük toplantı odasında… Bu konuda ciddi olduğuna emin misin?”
“Neden olmayayım?”
Björk konuşmaya devam etmeden önce tereddüt etti. “Biraz, öngörülemeyen, hatta mantıksız biri olarak biliniyorsun,” dedi. “Unutma, bu kararından geri dönüş yok.”
“Sen de basın toplantısını iptal etmeyi unutma.”
Björk elini uzattı ve “Yeniden hoş geldin,” dedi.
“Teşekkürler.”
Wallander, Björk’ün ardından kapıyı kapattı ve hemen ahizeyi kaldırarak telefonu meşgule aldı. Odaya göz gezdirdi. Masa yenilenmişti. Hansson kendisininkini getirmişti. Fakat sandalye Wallander’in eski sandalyesiydi.
Ceketini çıkarıp oturdu.
Aynı eski koku, diye düşündü. Aynı mobilya cilası, aynı kuru hava ve bu binada içtiği yüzlerce fincan kahvenin belli belirsiz eskimeyen kokusu.
Uzun süre hareketsiz oturdu.
Bir yıldan fazladır kendisine ve geleceğine dair doğru olanı bulmak için ıstırap çekiyordu. Sonunda tereddütlerinden kurtulup yavaş yavaş şekillenen bir karar vermişti. Fakat bu sabah okuduğu gazete her şeyi değiştirmişti.
Uzun zamandır ilk defa içi huzurla doldu.
Şimdi doğru olup olmadığını henüz söyleyemeyeceği yeni bir karar vermişti. Fakat bu artık önemli değildi.
Bir kâğıt çıkardı ve StenTorstensson yazdı. Görevine geri dönmüştü.

3
Björk saat sekiz buçukta toplantı odasının kapısını kapattığında, Kurt Wallander buradan hiç ayrılmamış gibi hissetti. Sanki son yaptıkları soruşturma toplantısının üzerinden geçen bir buçuk yıl hiç yaşanmamıştı. Zamanın durduğu uzun bir uykudan uyanmaya benziyordu.
Daha önce olduğu gibi yuvarlak masanın etrafına oturmuşlardı. Björk henüz hiçbir şey söylemediği için Wallander, iş arkadaşlarının kendisinin küçük bir konuşma yaparak geçen yıllar boyunca arkadaşlıkları ve destekleri için teşekkür etmesini beklediklerini farz ediyordu. Sonra vedalaşacaklar ve kalanlar notlarına yoğunlaşıp Sten Torstensson’un katilini aramaya devam edeceklerdi.
Wallander içgüdüsel olarak her zamanki yeri olan Björk’ün soluna oturduğunu fark etti. Yan tarafındaki sandalye boştu. İş arkadaşları artık buraya ait olmayan birisine çok yakın olmak istemiyorlarmış gibiydi. Martinson tam karşısına oturmuş, yüksek sesle burnunu çekiyordu. Wallander onun nezle olmadığı bir zamana şahit olup olmadığını hatırlamaya çalıştı. Martinson’un yanında oturan Svedberg çoğu zaman olduğu gibi sandalyesinde öne arkaya sallanarak kalemle kel kafasını kaşıyordu.
Masanın öbür ucunda oturan kot pantolonlu ve mavi gömlekli kadın dışında her şey Wallander’e eskiden olduğu gibi göründü. Onunla hiç tanışmamıştı fakat kim olduğunu, hatta ismini bile biliyordu. Ystad Emniyet Müdürlüğü’nü güçlendirme çalışmalarına başlayalı yaklaşık iki sene olmuştu ve Ann-Britt Höglund ismi ilk defa o zaman gündeme gelmişti. Polis Akademisi’nden mezun olalı ancak üç sene olmuş genç bir kadındı fakat çoktan adından iyi bir şekilde söz ettirmişti. Akademideki emsalleri arasında yapılan değerlendirmede final sınavlarına ve genel başarılarına göre verilen iki ödülden birini almıştı. Aslen Svarte’liydi fakat Stockholm civarında büyümüştü. Ülkedeki bütün emniyet birimleri onu bünyelerine katmak istemiş fakat o doğduğu eyalet olan Skåne’ye dönüp Ystad Emniyet Müdürlüğü’nde çalışmayı tercih etmişti.
Wallander onunla göz göze geldi. Höglund, Wallander’e hafifçe gülümsedi.
Aslında her şey eskisinin aynısı değil, diye düşündü Wallander. Aramıza bir kadının katılmasıyla hiçbir şey eskiden olduğu gibi kalamaz.
Kısa sürede bunlar geçti aklından. Björk ayağa kalktı. Wallander onun gergin olduğunu hissetti. Belki de artık çok geçti. Belki de sözleşmesi onun haberi olmadan çoktan feshedilmişti.
“Pazartesi sabahları genelde zordur,” dedi Björk. “Özellikle de aynı camiadan biri olan Bay Torstensson’un öldürülmesi gibi çetrefilli ve nahoş bir olayla uğraşmak zorunda kaldığımızda. Fakat bugün toplantıya bazı güzel haberlerle başlayabilirim. Kurt, sağlığına kavuştuğunu ve bugünden itibaren tekrar çalışmaya başlayacağını söyledi. Tabii ki ona memnuniyetimi ilk ifade eden ben oldum. Daha önce tanışmasanız da Ann-Britt Höglund ve diğer herkesin aynı sevinci paylaşacağından eminim.”
Martinson, Björk’e kuşkuyla bakıyordu. Svedberg kulaklarına inanamamış gibi ağzı açık Wallander’e bakakaldı. Ann-Britt Höglund, Björk’ün az önce söylediklerini anlamamış gibiydi.
Wallander bir açıklama yapması gerektiğini fark etti. “Bu doğru,” dedi. “Bugün yeniden çalışmaya başlıyorum.”
Svedberg ileri geri sallanmayı bırakarak ellerini masaya pat diye vurdu. “Bu müthiş bir haber, Kurt… Sensiz bir lanet gün daha idare edemezdik.”
Svedberg’in içten gelen bu sözleri bütün odada kahkahalara neden oldu. Hepsi de Wallander’in elini sıkmak için art arda sıraya girdiler. Björk kahve ve pasta söyledi. Wallander duygulandığını gizlemekte zorlandı.
Birkaç dakika içinde her şey bitti. En azından şimdilik, olanlardan memnun olan Wallander için daha fazla duygusal sahneye zaman yoktu. Wallander odasından getirdiği ve Sten Torstensson’un adından başka bir şey yazılı olmayan not defterini açtı.
“Kurt bana cinayet soruşturmasına hemen katılıp katılamayacağını sordu,” dedi Björk. “Tabii ki katılabilir. Bence neler olduğunu özetleyerek iyi bir başlangıç yapabiliriz. Sonra da Kurt’e ayrıntıları öğrenmesi için zaman tanırız.”
Björk, Wallander’in ekip lideri görevini yürüttüğünü tahmin ettiği Martinson’a işaret etti.
“Hâlâ kafam karışık,” dedi Martinson notlarını çevirirken. “Ama basitçe şöyle görünüyor. 27 Ekim Çarşamba sabahı, yani beş gün önce, hukuk bürosunun sekreteri Berta Dunér her zaman olduğu gibi saat sekizden kısa bir süre önce iş yerine gelmiş. Sten Torstensson’u ofisinde ölü olarak bulmuş. Torstensson masa ile kapı arasında yerde yatıyormuş. Vücuduna her biri öldürücü olan üç kurşun isabet etmiş. Ana caddede bulunan, kalın duvarlı eski taş binada kimse yaşamadığı için silah seslerini duyan olmamış. En azından kimse henüz gelip silah seslerini duyduğunu söylemedi. İlk otopsi bulguları gece on bir sularında vurulduğunu gösteriyor. Bu da Bayan Dunér’in, özellikle babası trajik bir şekilde öldükten sonra Sten Torstensson’un geç saatlere kadar çalıştığını söylemesiyle tutarlı görünüyor.”
Martinson bu noktada durdu ve Wallander’e soru sorarcasına baktı.
“Babasının trafik kazasında öldüğünü biliyorum,” dedi Wallander.
Martinson başını salladı ve devam etti. “Az çok bildiklerimiz bunlar. Diğer bir deyişle fazla bir şey bilmiyoruz. Cinayet sebebini bilmiyoruz. Kullanılan silah ya da herhangi bir tanık yok.”
Wallander, Sten’in Skagen’e yaptığı ziyaretten söz etmeli miydi emin olamadı. Sık sık bir polis memuru için büyük günah sayılabilecek şeyler yapmış ve arkadaşlarına söylemesi gereken bazı bilgileri saklı tutmuştu. Her seferinde bir şeyleri gizlemek için haklı nedenleri olduğunu varsaymıştı fakat itiraf etmeliydi ki çoğu zaman gerekçeleri inandırıcı değildi.
Hata yapıyorum, diye düşündü. İkinci polis hayatıma, önceki tecrübelerimden öğrendiklerimi görmezden gelerek başlıyorum. Ne var ki içinden bir ses bu özel vakada böyle davranması gerektiğini söylüyordu. O da sezgilerine göre davrandı. Oysa sezgileri en güvenilir bilgi kaynağı olabileceği gibi en büyük düşmanı da olabilirdi. Her şeye rağmen bu defa doğru olanı yaptığından emindi.
Martinson’un söylediği bir şey kulak kabartmasına neden oldu. Ya da belki de dikkatini çeken şey Martinson’un söylemediği bir şeydi.
Björk’ün masaya elini vurmasıyla düşünceleri bölündü. Bu genelde polis şefinin sinirlendiği ya da sabırsızlandığı anlamına gelirdi.
“Pasta söylemiştim,” dedi Björk. “Ama anlaşılan gelmeyecek. Şimdi ara vermeyi öneriyorum, siz de detaylar hakkında Kurt’e bilgi verirsiniz. Öğleden sonra tekrar toplanacağız. O zaman kahveyle birlikte bir şeyler yiyebiliriz.”
Björk odadan ayrıldığında geride kalanlar ondan boşalan masanın kenarında toplandılar. Wallander bir şeyler söylemesi gerektiğini hissetti. Ekibe birden dâhil olup hiçbir şey olmamış gibi davranmaya hakkı yoktu.
“Yeni bir başlangıç yapmaya çalışacağım,” dedi Wallander. “Zor zamanlar geçirdim. Dürüst olmak gerekirse geri dönebileceğimi zannetmiyordum. Bir adamı öldürmek, nefsi müdafaa olsa bile, beni derinden yaraladı. Ama elimden geleni yapacağım.”
Kimse bir şey söylemedi.
“Seni anlamadığımızı sakın düşünme,” dedi Martinson sonunda. “Polis olmak, bu hayatın korkunç yüzünün sonu olmadığını, en kötü şeylere alışmayı öğretse bile iyi tanıdığın birinin başına bir bela geldiğinde insan derinden etkileniyor. Eğer daha iyi hissettirecekse seni, birkaç yıl önce kaybettiğimiz Rydberg kadar özlediğimizi bilmelisin.”
1991 baharında ölen, Komiser Rydberg onların koruyucu aziziydi. Polis olarak eşsiz yetenekleri, herkese dürüst ve özel davranmadaki samimiyetiyle Rydberg her zaman bütün soruşturmaların merkezinde olmuştu.
Wallander, Martinson’un ne demek istediğini anlıyordu.
Wallander, Rydberg’in yanında yetişen tek polisti ve ikisi çok yakın dost olmuşlardı. Rydberg, soğuk dış görünüşünün yanında, birlikte soruşturdukları davaları aşan bilgi ve tecrübeye sahip birisiydi.
Rydberg’in konumunu miras aldım, diye düşündü Wallander. Martinson’un kastettiği şey, Rydberg’in sahip olduğu ancak hiçbir zaman açıkça söylenmeyen rolünü üstlenmem gerektiğiydi. Hayatta görünürde olmayan roller vardır her zaman.
Svedberg ayağa kalktı.
“Kimsenin itirazı yoksa Torstensson’un ofisine gideceğim,” dedi. “Baro’dan birkaç kişi Torstensson’un evraklarını inceliyor, polisin de orada olmasını istiyorlar.”
Martinson olayla ilgili tomar tomar belgeyi Wallander’e uzattı.
“Bunlar elimizdekiler,” dedi. “İncelemek için biraz sessiz ve sakin bir yer istersin, sanırım.”
Wallander başını salladı. “Peki, trafik kazası? Gustaf Torstensson.”
Martinson, Wallander’e şaşkınlıkla baktı. “O olay kapandı ve bitti,” dedi. “Yaşlı adam tarlada kaza yaptı.”
“Eğer senin için mahzuru yoksa raporları görmek istiyorum,” dedi Wallander çekinerek.
Martinson omuz silkti. “Raporları Hansson’un odasına bırakırım.”
“Orası artık Hansson’un odası değil,” dedi Wallander. “Eski odama tekrar geçtim.”
Martinson ayağa kalktı. “Uzun zamandır yoktun ve şimdi aniden çıkageldin. Karıştırdığım için kusura bakma.”
Martinson toplantı odasından ayrıldı. İçeride sadece Wallander ve Ann-Britt Höglund kalmıştı.
“Senin hakkında çok şey duydum,” dedi Höglund.
“Ne yazık ki duydukların tamamen doğru…”
“Senden çok şey öğrenebileceğimi düşünüyorum.”
“Bundan şüpheliyim.”
Wallander konuşmayı kısa kesmek için Martinson’un verdiği kâğıtları toplayarak aceleyle ayağa kalktı. Höglund geçmesi için kapıyı açık tuttu.
Wallander odasına gidip kapıyı kapattığında ter içinde kaldığını fark etti. Ceketini ve gömleğini çıkardı, perdelerden biriyle kurulanmaya başladı. O sırada Martinson kapıyı çalmadan açtı. Wallander’i yarı çıplak görünce duraksadı.
“Gustaf Torstensson’un trafik kazasıyla ilgili raporları getirmiştim,” dedi Martinson. “Bu odanın artık Hansson’un odası olmadığını unutmuşum.”
“Belki eski kafalı olabilirim,” dedi Wallander. “Ama lütfen bir dahaki sefere kapıyı çal.”
Martinson dosyayı masaya bıraktı ve aceleyle tüydü. Wallander kurulanmayı bitirip gömleğini giydi, sonra da masaya oturup okumaya başladı.
Raporları okumayı bitirdiğinde saat on buçuk olmuştu.
Her şey yabancı geliyordu. Nereden başlamalıydı? Danimarka yarımadasında kumsalda sisin içinden ortaya çıkan Sten Torstensson’u hatırladı. Benden yardım istemişti, diye düşündü. Babasına ne olduğunu bulmamı istemişti. Trafik kazası gibi görünen olayın gerçekte neden olduğunu araştırmamı. İntihar da değildi. Bana babasının ruh hâlinin nasıl değiştiğini anlattı. Kısa süre sonra kendisi de gece vakti ofisinde vuruldu. Babasının endişeli olduğundan bahsetmişti ama kendisi için hiç de kaygılanıyor gibi görünmüyordu.
Düşüncelere dalan Wallander, daha önce Sten Torstensson’un adını yazdığı not defterini açtı ve Gustaf Torstensson’un ismini ekledi. Sonra bunları ters sırada tekrar yazdı.
Telefonu alıp Martinson’u aradı. Cevap yoktu. Tekrar denedi, yine ulaşamadı. Derken burada yokken numaraların değişmiş olabileceği aklına geldi. Martinson’un odasına doğru koridorda yürüdü. Kapısı açıktı.
“Soruşturma raporlarını okudum,” dedi Martinson’un yıpranmış sandalyesine otururken.
“Senin de gördüğün gibi araştırılacak pek bir şey yok,” dedi Martinson. “Bir ya da birkaç kişi Torstensson’un ofisine girip adamı vurmuş. Görünüşe göre çalınan bir şey yok. Cüzdanı iç cebinde bulundu. Bayan Dunér otuz yıldan fazladır orada çalışıyor ve hiçbir şeyin kaybolmadığından emin görünüyor.”
Wallander başını salladı. Toplantıda, dikkatini çeken, Martinson’un söylediği ya da söylemediği şeyi hâlâ gün ışığına çıkaramamıştı.
“Olay yerine ilk sen gittin, öyle değil mi?” dedi Wallander.
“Aslında ilk olarak Peters ve Norén gitmişlerdi,” dedi Martinson. “Bana haber veren onlardı.”
“İnsanın bu gibi durumlarda ilk izlenimleri olur,” dedi Wallander. “Sen ne düşündün?”
“Hırsızlık amacıyla cinayet,” dedi Martinson hiç tereddüt etmeden.
“Kaç kişi olabilirler?”
“Bir kişi mi yoksa daha fazla mı oldukları konusunda tahminde bulunmak için yeterli delilimiz yok ama teknik incelemeler henüz tamamlanmamış olsa da tek bir silah kullanıldığından eminiz.”
“Sence içeriye giren bir erkek miydi?”
“Bence öyle olmalı,” dedi Martinson. “Fakat bu sadece içgüdüsel bir his, destekleyecek ya da reddedecek kanıtım yok.”
“Torstensson üç kurşunla vuruldu,” dedi Wallander. “Bir tanesi kalbinden, ikincisi karın bölgesinde göbeğinin altından ve diğeri de kafasından. Yani olayın ne yaptığını iyi bilen bir suikastçının işi olduğunu düşünmekte haklı mıyım?”
“Bu benim de aklıma geldi,” dedi Martinson. “Ama bu tamamen tesadüf de olabilir. Rastgele atışlarla gerçekleşen ölümler, yetenekli bir suikastçının yaptığı atışlardan kaynaklanan ölümler kadar sık görülüyor. Bunu bir Amerikan raporunda okumuştum.”
Wallander ayağa kalktı. “Neden birisi bir avukatın ofisine girmek istesin ki?” diye sordu. “Avukatların fazla para kazandığı söylenebilir. Ama ofiste yığın yığın para bulmayı gerçekten kim düşünür ki?”
“Bu soruyu cevaplayabilecek yalnızca bir veya belki iki kişi var,” dedi Martinson.
“Onları yakalayacağız,” dedi Wallander. “Sanırım olay yerine gidip bir göz atsam iyi olacak.”
“Bayan Dunér doğal olarak çok sarsılmış,” dedi Martinson. “Bir ay içinde iş yaşamının bütün temeli çöktü. Önce yaşlı Torstensson öldü. Cenaze işlemlerinin üstesinden gelemeden bu defa Torstensson’un oğlu öldürüldü. Şu anda şok içinde olmalı, bununla birlikte onunla konuşmak şaşırtıcı derecede kolay oldu. Adresi daha önce Svedberg’le yaptığı görüşmenin tutanağında yazılı.”
“Stick Caddesi 26,” diye adresi okudu Wallander. “Burası Continental Oteli’nin hemen yakınında. Bazen oraya arabamı park ederdim.”
“Oraya park etmen yasak değil mi?” dedi Martinson.
Wallander ceketini aldı ve emniyetten ayrılmak üzere odadan çıktı. Santraldeki kızı daha önce görmemişti. Belki de kendisini tanıtması gerekirdi, özellikle yıllardır orada çalışan Ebba’nın akşamları çalışmayı bırakıp bırakmadığını öğrenmek için. Fakat bu düşünceyi kafasından attı. Bugün emniyette geçirdiği süre görünüşte dramatik değildi ama iç dünyası gerilimden kaynıyordu. Tek başına kalmaya ihtiyacı olduğunu hissetti. Uzun süredir günlerinin çoğunu yalnız geçirmişti. Bu değişime alışması için zamana ihtiyacı vardı. Arabasını hastaneye doğru yokuş aşağı sürdü ve bir anlığına Skagen’deki yalnızlığına, rahatsız edilmesi imkânsız, yalıtılmış kumsal yürüyüşlerine belli belirsiz bir özlem duydu.
Yine de bütün bunlar geçmişte kalmıştı. Şimdi artık görevine dönmüştü.
Yalnızlığa bağımlı kalmayacağım, diye düşündü. Ne kadar zaman alırsa alsın bu alışkanlığı bırakacağım.
Avukatların bürosu, Sjömans Caddesi’ndeki restore edilmiş eski tiyatroya yakın bir yerde, sarı boyalı binadaydı. Dışarıda bir devriye arabası bekliyordu ve karşı kaldırımda toplanmış bir avuç insan kendi aralarında konuşuyordu. Rüzgâr denizden esiyordu, Wallander arabadan inerken titredi. Binanın ağır giriş kapısını açtığında neredeyse Svedberg’le çarpışacaktı.
“Bir şeyler atıştıracaktım,” dedi Svedberg.
“Tamam,” dedi Wallander. “Ben bir süre burada olacağım.”
Genç bir büro elemanı ofisin önünde boş boş oturuyordu. Gergin görünüyordu. Wallander okuduğu raporlardan onun burada birkaç aydır çalışan Sonja Lundin olduğunu anladı. Soruşturmayla ilgili işe yarar bir bilgi vermemişti.
Wallander kızın elini sıkıp kendisini tanıttı.
“Biraz etrafa göz gezdireceğim,” dedi. “Bayan Dunér burada değil sanırım?”
“Evinde, yas tutuyor,” dedi kız.
Wallander ne diyeceğini bilemedi.
“Bütün bunlara dayanabileceğini sanmıyorum,” dedi Lundin. “Bu gidişle o da ölecek.”
“Öyle olmaz,” dedi Wallander, cevabının kulağa ne kadar boş geldiğinin farkında olarak.
Torstensson Hukuk Bürosu yalnız yaşayanların çalıştığı bir yermiş, diye düşündü. Gustaf Torstensson on beş yıldan fazla süredir duldu, oğlu da annesiz ve üstelik bekârdı. Berta Dunér ise yetmişli yılların başında boşanmıştı. Her gün birbiriyle temas eden üç yalnız insan… Ve şimdi ikisi, Berta Dunér’i hiç olmadığı kadar yalnız bırakarak gitti.
Wallander, Berta Dunér’in evde yas tutmasını anlamakta hiç zorlanmadı.
Toplantı odasının kapısı kapalıydı. Wallander içeriden gelen sesleri duyabiliyordu. Avukatların gösterişli pirinç levhalara süslü biçimde yazılmış isim tabelaları toplantı odasının iki tarafındaki kapılarda asılıydı.
Hiç düşünmeden ilk olarak Gustaf Torstensson’un odasına girdi. Perdeler çekildiğinden oda karanlıktı. İçeride hafif bir puro dumanı kokusu vardı. Etrafı incelediğinde eski zamanlara gittiğini zannetti. Ağır deri kanepeler, mermerden yapılmış bir masa, duvarlarda tablolar. Sten Torstensson’u öldüren kişinin buradaki sanat eserlerini çalmak için gelmiş olabileceği ihtimalini göz ardı ettiğini fark etti. Tablolardan birine yaklaşıp ressamın imzasını çözmeye ve resmin kopya mı gerçek mi olduğunu anlamaya çalıştı. İki amacında da başarısız olarak odada dolaşmaya devam etti. Sağlam görünümlü masada birkaç kalem, bir telefon ve diktafon dışında içi boş, büyük bir küre vardı. Konforlu masa sandalyesine oturup etrafı incelemeye devam etti ve Sten Torstensson’un Skagen’deki sanat müzesinin kafesinde söylediklerini tekrar düşündü.
Kaza olmayan bir trafik kazası. Hayatının son aylarını kendisini tedirgin eden bir şeyleri gizleyerek geçiren bir adam…
Kendine bir avukatın hayatının karakteristik özelliklerinin neler olabileceğini sordu. Yasal danışmanlık yapmak. Savcının soruşturma açtığı kişileri savunmak. Yani bir avukat her zaman gizli bilgiler alıyordu. Bu nedenle avukatlar mutlak bir gizlilik yemininin sorumluluğu altındadır. Avukatların saklamaları gereken birçok sırrı olduğunu kavradı. Bunu daha önce düşünememişti.
Bir süre sonra ayağa kalktı. Herhangi bir sonuca varmak için henüz çok erkendi.
Lundin hâlâ sandalyesinde kımıldamadan oturuyordu. Wallander, Sten Torstensson’un odasına girdi. Olay yeri fotoğraflarında gördüğü gibi ölü adamı yerde yatmış hâlde bulacağını zannederek bir anlığına tereddüt etti fakat yerde sadece plastik bir şerit kalmıştı. Teknik ekip koyu yeşil halıyı yanlarında götürmüşlerdi.
Oda, az önce çıktığı odaya benziyordu. Tek belirgin fark masanın önündeki bir çift ziyaretçi koltuğuydu. Wallander bu defa oturmaktan kaçındı. Masada hiç kâğıt yoktu.
Henüz sadece yüzeyi kazıyorum, diye düşündü. Sanki yönümü sadece bakarak değil dinleyerek de bulmaya çalışıyorum.
Odadan çıkarak kapıyı kapattı ve danışmaya gitti. Svedberg dönmüştü, sandviçlerinden birini alması için kızı ikna etmeye çalışıyordu. Wallander kendisine teklif edilen bir sandviçi başını iki yana sallayarak reddetti. Toplantı odasını işaret etti.
“İçeride Baro’dan değerli iki bey var,” dedi Svedberg. “Buradaki bütün belgeleri inceliyorlar. Her şeyi kayıt altına alıp mühürlüyorlar, ne yapacaklarına sonra karar verecekler. Avukatların müvekkilleriyle irtibat kurulacak ve başka avukatlar işleri üstlenecek. Aslında Torstensson Hukuk Bürosu diye bir şey artık yok sayılır.”
“Bizim de bütün belgelere ulaşabilmemiz lazım,” dedi Wallander. “Esas şey, ikisinin de müvekkilleriyle ilişkilerinde gizleniyor olabilir.”
Svedberg şaşırarak Wallander’e baktı ve “İkisinin mi?” dedi. “Sadece oğlunun müvekkillerini kastediyor olmalısın.”
“Haklısın. Sten Torstensson’un müvekkilleri demek istedim.”
“Keşke tam tersi olsaydı.”
Wallander neredeyse Svedberg’in yorumunu kaçırıyordu. “Neden, ne demek istedin?”
“Yaşlı Torstensson’un çok az müvekkili olduğu ortaya çıktı,” dedi Svedberg. “Buna karşılık Sten Torstensson her türlü işle ilgilenmiş.” Toplantı odasını işaret ederek, “İçeridekiler her şeyin üstesinden gelmek için bir hafta veya daha fazla zamana ihtiyaç olacağını düşünüyor,” dedi.
“O hâlde çalışmalarını bölmesem daha iyi olur,” dedi Wallander. “Bayan Dunér’le görüşmeyi tercih ederim.”
“Benim de gelmemi ister misin?”
“Gerek yok, nerede yaşadığını biliyorum.”
Wallander arabasına gidip motoru çalıştırdı. Şimdi ne yapacağıyla ilgili ikilem içindeydi. Kendisini bir karar vermeye zorladı. İlk olarak onun dışında kimsenin bilmediği bir görevi yerine getirecekti. Bu görevi ona Skagen’deyken Sten Torstensson vermişti.
Doğu yönüne doğru arabasını yavaşça sürerken, iki ölüm arasında bir bağlantı olmalı, diye düşündü. Adliye Sarayı’nı ve Sandskogen’i geçti ve kısa süre sonra şehir geride kaldı. Bu iki ölüm birbiriyle bağlantılı olmalı. Başka mantıklı bir açıklama olamaz.
Kül rengi manzarayı seyrederek yola devam etti. Yağmur çiseliyordu. Kaloriferi açtı.
İnsan nasıl olur da bu çamur deryasına gönül kaptırabilir ki, diye merak etti. Ama benim yaptığım da tam olarak bu. Ben bütün hayatı sonsuza dek çamurla sarmalanmış bir polis memuruyum ve bu kırsal bölgeyi Çin’deki bütün çayları verseler bile değişmem.

Gustaf Torstensson’un 11 Ekim gecesi öldüğü yere gitmesi yarım saati buldu. Kaza raporu yanındaydı, raporu cebine koyup rüzgârlı yola çıktı. Bagajdan lastik çizmelerini çıkarıp çevreyi araştırmaya başlamadan önce giydi. Rüzgâr ve yağmur şiddetleniyordu, üşümeye başladı. Eğri büğrü bir sırığa tünemiş bir şahin onu izliyordu.
Kaza mahalli Skåne için bile alışılmadık derecede ıssızdı. Göz alabildiğine uzanan engebeli tarlalardan başka herhangi bir çiftlik evine ait hiçbir işaret yoktu. Yol düzdü, yüz metre sonra yokuş başlıyordu, daha ileride sola keskin bir dönüş vardı. Wallander kaza yerinin krokisini çıkardı ve bulunduğu yerle haritayı karşılaştırdı. Arabanın enkazı yolun solundaki tarlanın yirmi metre kadar içinde, tepetaklak olmuş hâlde bulunmuştu. Yolda fren izi yoktu. Kaza ânında yoğun sis vardı.
Wallander raporu iyice ıslanmadan arabaya geri koydu. Yokuşun başına doğru yürüdü ve etrafa baktı. Geldiğinden beri yoldan tek bir araba bile geçmemişti. Şahin hâlâ sırıkta duruyordu. Wallander hendekten atladı ve çizmelerinin tabanına yapışan çamurlu toprakta yürümeye başladı. Yirmi metre kadar yürüdükten sonra dönüp yola baktı. Bir kasap kamyoneti ve ardından iki araba hızlıca geçti. Yağmur gittikçe daha da şiddetleniyordu. Ne olduğunu zihninde canlandırmaya çalıştı. Yoğun sis tabakasının ortasında yaşlı bir adamın kullandığı bir araba… Sürücü direksiyon hâkimiyetini kaybediyor, araba yoldan çıkıyor ve bir ya da iki takla atıp ters dönüyor. Sürücü emniyet kemeri takılı olduğundan koltuğunda öldü. Yüzünde oluşan sıyrıklar dışında kafasının arkasını sert ve sivri bir metal cisme çarptı. Her hâlükârda ölümü ani oldu. Ertesi gün traktörle geçen bir çiftçi tarafından görülünceye kadar bulunamadı.
Arabayı hızlı kullanmasına gerek yoktu, diye düşündü Wallander. Kontrolü kaybedince panikle gaza basmış olabilir. Araba hızlanarak tarlaya uçtu. Büyük ihtimalle Martinson’un kazayla ilgili raporu kapsamlı ve doğruydu.
İncelemesini bitirmek üzereydi ki kısmen çamurun içine gömülmüş bir şey fark etti. Çömeldi ve bunun kahverengi ahşap mutfak sandalyelerinden birinin ayağı olduğunu gördü. Sandalye ayağını alıp fırlatınca şahin ağır kanatlarını çırparak sırıktan havalanıp uçtu.
Henüz kaza yapan arabayı incelemedim, diye düşündü Wallander. Ama onda Martinson’un raporuna kaydetmediği şaşırtıcı bir şey bulabileceğimi sanmıyorum.
Arabasına döndü, yapabildiği kadar, çizmelerindeki çamurları temizleyip ayakkabılarını giydi. Ystad’a dönerken fırsattan istifade babasını ve yeni evlendiği karısını Löderup’ta görmeyi geçirdi aklından ama tam tersi bir karar verdi. Berta Dunér’le konuşmalıydı ve mümkünse emniyete dönmeden arabayı da görmeliydi.
Ystad’ın dışındaki bir benzinlikte durup kahve ve sandviç aldı, etrafına bakındı. Asık suratlı İsveç kasvetinin, benzinliklere bitişik kafelerden daha fazla göze çarptığı bir yer olmadığını düşündü. Ortamdan kaçma isteğiyle neredeyse tadına bile bakmadan kahvesini bıraktı. Arabasını yağmur altında şehre doğru sürdü, Continental Oteli’nden sağa döndü, tekrar sağa dönüp dar bir sokak olan Stick Caddesi’ne doğru gitti. Arabasını Berta Dunér’in yaşadığı pembe evin önüne, yan tekerler kaldırıma çıkmış hâlde uygunsuz bir şekilde park etti. Zili çalıp bekledi. Kapı açılıncaya kadar neredeyse bir dakika geçti. Wallander kapı aralığından solgun bir yüz gördü.
“Benim adım Kurt Wallander, polis memuruyum,” dedi cebindeki kimlik kartını nafile yere ararken. “Eğer mümkünse sizinle kısa bir konuşma yapmak istiyorum.”
Berta Dunér kapıyı açıp onu içeri aldı. Wallander kadının uzattığı elbise askısına ıslak ceketini astı. Berta Dunér, Wallander’i evin yanındaki küçük bahçeye bakan, büyük pencereli ve cilalı ahşap döşemeli oturma odasına buyur etti. Wallander odaya göz gezdirdiğinde her şeyin yerli yerinde olduğunu fark etti, mobilyalar ve aksesuarlar en küçük detaylara kadar derli toplu düzenlenmişti.
Kadının hukuk bürosunu da aynı şekilde idare ettiğine şüphe yoktu. Çiçekleri düzenli olarak sulamakla randevu defterinin hatasız bir şekilde düzenlendiğinden emin olmak aynı bozuk paranın iki yüzü gibi olmalıydı. Şans faktörüne yer olmayan bir hayat.
“Lütfen oturun,” dedi Berta Dunér umulmadık ölçüde boğuk bir sesle. Wallander normalden zayıf, beyaz saçlı bu kadının yumuşak ve zayıf bir sesi olacağını ummuştu. Otururken gıcırdayan eski moda hasır sandalyeye oturdu.
“Kahve içer misiniz?” diye sordu Berta Dunér.
Wallander hayır dercesine başını salladı.
“Çay alır mıydınız?”
“Hayır, teşekkür ederim,” dedi Wallander. “Size birkaç soru sormak istiyorum. Sonra da çıkacağım.”
Berta Dunér cam kaplı sehpanın yanındaki çiçek desenli kanepenin kenarına oturdu. Wallander yanında kalem ve not defteri olmadığını fark etti. Ayrıca her zaman alışkanlık edinmesine rağmen bu defa açılış sorularını bile hazırlamamıştı. Oysa cinayet soruşturmalarının seyrinde önemsiz bir görüşme ya da konuşma diye bir şey olmadığını mesleğinin erken aşamalarında öğrenmişti.
“İlk olarak meydana gelen trajik olaylardan dolayı çok üzgün olduğumu belirtmek isterim,” diye çekinerek konuşmaya başladı Wallander. “Gustaf Torstensson’la çok az karşılaşmıştım ancak Sten Torstensson’u iyi tanırdım.”
“Sizin boşanma davanıza bakmıştı,” dedi Berta Dunér.
Kadının söyledikleri Wallander’in onu hatırlamasını sağladı. Mona ile birlikte asap bozucu ve yıpratıcı o toplantılara katılmak için hukuk bürosuna gittiklerinde kendilerini karşılayan kişiydi. O zamanlar saçları bu kadar beyaz değildi, büyük ihtimalle şimdiki kadar zayıf da değildi. Yine de Berta Dunér’i daha önce hatırlamamasına şaşırdı.
“İyi bir hafızanız var,” dedi Wallander.
“Bazen isimleri unuttuğum olur,” dedi Berta Dunér. “Ama insanların yüzlerini hiç unutmam.”
“Ben de öyleyimdir,” dedi Wallander.
Rahatsız edici bir sessizlik oldu. Sokaktan bir araba geçti. Wallander’in Berta Dunér’i görmeye gelmeden önce kendine zaman tanıması gerektiği aşikârdı. Ona ne soracağını, nereden başlayacağını bilemiyordu. Ayrıca uzun ve sıkıntılı geçen boşanma sürecinin hatırlatılmasını hiç ama hiç arzulamıyordu.
“Meslektaşım Svedberg’le zaten görüşmüştünüz,” dedi bir süre sonra. “Ciddi bir suç işlendiğinde ne yazık ki sık sık soru sormaya devam etmemiz gerekiyor ve bunu yapan polis her zaman aynı kişi olmayabiliyor.”
Kendisini beceriksizce ifade ettiği için içinden yakındı. Neredeyse özür dileyip gidecekti. Bunun yerine kendine çekidüzen vermeye çalıştı.
“Zaten bildiğim şeyleri yeniden sormak istemiyorum,” dedi. “O sabah işe gidip Sten Torstensson’u ölü olarak bulmanızı tekrar konuşmamıza gerek yok. Tabii daha önce bahsetmediğiniz bir şeyi hatırlamadıysanız.”
Berta Dunér’in cevabı net ve tereddütsüzdü. “Yeni bir şey yok. Bay Svedberg’e bütün bildiklerimi anlattım.”
“Bir önceki akşam?” diye sordu Wallander. “Ofisten ayrılırken?”
“Saat altı gibiydi. Belki beş dakika geçmiştir fakat daha fazla değil. Bayan Lundin’in yazdığı bazı mektupları kontrol ediyordum. Sonra benden istediği bir şey olup olmadığını sormak için Bay Torstensson’u iç hattan aradım. Bana istediği bir şey olmadığını söyledi ve iyi akşamlar dedi. Kabanımı giydim ve eve gittim.”
“Çıkarken kapıyı kilitlemiş miydiniz? Bay Torstensson tek başına mıydı?”
“Evet.”
“O akşam ne yapmayı düşündüğünden haberiniz var mıydı?”
Berta Dunér şaşkınlıkla baktı. “Çalışmaya devam edecekti. Sten Torstensson gibi elinde çok işi olan bir avukat istediği zaman evine gidemez.”
“Anladım. Çalışmaya devam ediyordu,” dedi Wallander. “Özel bir iş ya da acil bir şey var mıydı onu merak ediyorum?”
“Bütün işler acildir,” dedi Berta Dunér. “Babası birkaç hafta önce öldürüldüğü için işleri başından aşkındı. Bu, gün gibi aşikârdı.”
Wallander’in kadının kullandığı kelime nedeniyle gözleri faltaşı gibi açıldı. “Trafik kazasından bahsediyorsunuz herhâlde?”
“Başka neden bahsedebilirim ki?”
“Ama babası öldürüldü, dediniz. Babası trafik kazasında hayatını kaybetmişti.”
“Bir insan ya ölür ya da öldürülür,” dedi Berta Dunér. “Eğer yatağında ölürsen herkesin dediği gibi bu doğal bir ölümdür. Fakat bir trafik kazasında hayatını kaybettiysen öldürülmüşsündür demektir.”
Wallander yavaşça başını salladı. Ne demek istediğini anlamıştı. Yine de kadının, Sten Torstensson’un Skagen’e gelmesine yol açan şüpheleriyle aynı kapıya çıkabilecek bir şeyi ağzından kaçırıp kaçırmadığını merak etti.
Birden aklına bir fikir geldi. “Sten Torstensson’un bir önceki hafta ne yaptığını hemen hatırlayabilir misiniz?” diye sordu. “20 Ekim Çarşamba ile 21 Ekim Perşembe günlerinde.”
“Yolculuğa çıkmıştı,” dedi Berta Dunér tereddütsüz.
O hâlde Sten yolculuğunu gizlememiş, diye düşündü Wallander.
“Babasının ölümünden sonra içine düştüğü bunalımdan kurtulmak için birkaç gün uzaklaşmaya ihtiyacı olduğunu söylemişti,” diye devam etti Berta Dunér. “Bu yüzden o iki gün boyunca randevularını iptal etmiştim.”
Hiçbir belirti göstermeden birden ağlamaya başladı. Wallander ne yapacağını bilemedi. Mahcubiyetinden olduğu yerde kıvranırken oturduğu sandalye yine gıcırdadı.
Berta Dunér ayağa kalkıp hızlıca mutfağa gitti. Wallander kadının hıçkırıklarını duyabiliyordu. Biraz sonra odaya geri geldi.
“Bu çok zor,” dedi. “Gerçekten çok zor…”
“Anlıyorum.”
“Bana bir kartpostal göndermişti,” dedi Berta Dunér, zoraki gülümsemeye çalışarak. Wallander onun her an tekrar ağlamaya başlayacağından emindi fakat Berta Dunér tahmin ettiğinden daha serinkanlıydı.
“Kartpostalı görmek ister misiniz?”
“Evet, isterim,” dedi Wallander.
Berta Dunér duvardaki rafta bulunan porselen bir tabağın içinden aldığı kartpostalı Wallander’e uzattı.
“Finlandiya güzel bir yer olmalı,” dedi Berta Dunér. “Hiç gitmedim, peki ya siz?”
Wallander kartpostala şaşkınlıkla baktı. Resimde güneşin batmak üzere olduğu bir deniz manzarası vardı.
“Evet,” dedi sessizce. “Finlandiya’ya gitmiştim. Dediğiniz gibi çok güzel bir yer.”
“Lütfen bu hâlimi affedin,” dedi Berta Dunér. “Gördüğünüz kartpostal onu ölü olarak bulduğum gün bana ulaştı.”
Wallander dalgın bir şekilde başını salladı. Öyle görünüyor ki Berta Dunér’e sorması gerekenler sandığından daha fazlaydı. Aynı anda, sorularını sormak için bunun doğru zaman olmadığını anladı.
Demek ki Torstensson sekreterine Finlandiya’ya gittiğini söylemişti. Görünüşe göre kanıt olarak oradan bir kartpostal gelmişti. Oysa Torstensson o sırada Danimarka’daydı. Öyleyse bu kartpostalı kim göndermişti?
“Bu kartpostalı soruşturmayla ilgisi olduğu için bir süreliğine almam gerekiyor,” dedi Wallander. “Daha sonra geri alabileceksiniz. Size söz veriyorum.”
“Anlıyorum,” dedi Berta Dunér.
“Gitmeden önce son bir soru daha,” dedi Wallander. “Ölmeden önce son birkaç gün içerisinde herhangi bir sıra dışı olaya şahit oldunuz mu?”
“Ne gibi bir şey?”
“Her zamankinden farklı bir davranışı olmuş muydu?”
“Babasının ölümü nedeniyle fazlasıyla üzgündü.”
“Tabii ki, ancak kaygı duyacağı başka bir sebep var mıydı?”
Wallander sorusunun ne kadar tuhaf göründüğünün farkındaydı ama cevabı bekledi.
“Hayır,” dedi kadın. “Her zamanki gibiydi.”
Wallander ayağa kalktı. “Sizinle tekrar konuşmam gerekebilir.”
Berta Dunér kanepeden kalkmadı. “Böyle korkunç bir şeyi kim yapabilir ki?” diye sordu. “Kapıyı açıp bir adamı vurduktan sonra hiçbir şey olmamış gibi çıkıp gidebilir?”
“Biz de bunu araştırıyoruz,” dedi Wallander. “Hiç düşmanı olup olmadığını biliyor musunuz?”
“Düşman mı? Onun nasıl olur da düşmanı olabilir ki?”
Wallander bir an durup son bir soru sordu. “Siz ne olduğunu düşünüyorsunuz?”
“Ne kadar anlaşılmaz gözükse de bir şeyleri anlayabileceğiniz bir zaman mutlaka gelir,” dedi Berta Dunér. “Gerçi şimdilerde böyle değil. Bugünlerde bu ülkede bunu başarmak biraz zor…”
Wallander hâlâ ıslak ve ağır olan ceketini giydi. Sokağa çıktığında bir süre durdu. Polis Akademisi’ndeyken ağızdan ağza dolaşan ancak kendisininmiş gibi benimsediği bir sloganı hatırladı. “Yaşamın da ölümün de zamanı var.”
Ayrılmadan önce Berta Dunér’in son söylediklerini anımsadı. İsveç hakkında önemli bir şey söylediğini düşündü, onun da üzerinde düşünmesi gereken bir şey. Fakat şimdilik kadının sözlerini aklının bir köşesine attı.
Sten’in kafasının içindekileri anlamalıyım, diye düşündü. Benimle Skagen’de kahve içtiği sırada Finlandiya’dan gönderilmiş bir kartpostal olması Sten’in gerçeği söylemediğini gösteriyor. En azından bütün gerçeği söylemediğini… Hiç kimse sebepsiz yere yalan söylemez.
Arabasına binip ne yapması gerektiğine karar vermeye çalıştı. Aslında en çok istediği şey Maria Caddesi’ndeki dairesine gidip perdeleri çekerek yatağa uzanmaktı. Ne var ki polis olarak başka türlü düşünmeliydi.
Saatine baktı, ikiye çeyrek vardı. En geç saat dörtte soruşturma ekibiyle toplantı yapmak için emniyete dönmeliydi. Ne yapacağına karar vermeden önce bir süre düşündü. Arabayı çalıştırdı, Hamn Caddesi’ne döndü, tekrar Österleden otobanına çıkmak için soldan devam etti. Bjäresjö çıkışına gelinceye kadar Malmö yolunu takip etti. Yağmur serpiştiriyordu ama rüzgâr şiddetliydi. Birkaç kilometre sonra ana yoldan ayrıldı ve burasının Niklasson’un Hurdalığı olduğunu belirten paslı bir tabelası olan, çitle çevrili bir alanda durdu. Kapılar açıktı, üst üste yığılmış araba hurdalarının arasından arabasını sürdü. Hayatında kaç kez hurdalığa gittiğini merak etti. Niklasson sık sık çalıntı mal alıp sattığından şüphelenilerek birçok kez bu suçtan dolayı yargılanan birisiydi. Ystad Emniyet Müdürlüğü’nde bir efsane olarak görülürdü, suçlu olduğuna dair çok kuvvetli deliller olmasına rağmen hiç mahkûm edilmemişti. Her defasında son çare olarak işi çıkmaza sokacak küçük bir İngiliz anahtarı bulurdu ve Niklasson neticede hem ofis hem de evi olarak kullandığı, kaynakla birleştirilmiş iki karavana dönmek üzere özgür kalırdı.
Wallander motoru durdurup arabadan indi. Pis görünümlü bir kedi eski ve paslı bir Peugeot’nun kaputundan Wallander’i izliyordu. Niklasson lastik yığınlarının arkasından çıktı. Koyu renkli bir palto giymiş, uzun saçlarının üzerine kirli bir şapka geçirmişti. Wallander onu hiç başka kılıkta görmemişti.
“Kurt Wallander!” dedi Niklasson sırıtarak. “Nicedir ortalıkta yoktun. Yoksa beni tutuklamaya mı geldin?”
“Sence tutuklamalı mıyım?” dedi Wallander.
Niklasson kahkahayla güldü. “Sadece lafını edebilirsin,” dedi.
“Sende göz atmak istediğim bir araba var,” dedi Wallander. “Avukat Gustaf Torstensson’a ait koyu mavi bir Opel.”
“Ah, evet şu araba… İşte orada,” dedi Niklasson eliyle işaret ederek. “Neden bakmak istiyorsun?”
“Çünkü kaza olduğunda içindeki adam öldü.”
“İnsanlar ahmakça araba kullanıyor,” dedi Niklasson. “Tek şaşırdığım buna rağmen çoğunun hayatta kalması. İşte aradığın araba… Henüz parçalamaya başlamamıştım. Buraya getirdiklerinde ne hâldeyse şimdi de aynı durumda.”
Wallander başını sallayarak onayladı. “Tek başıma halledebilirim.”
“Buna şüphem yok,” dedi Niklasson. “Aklıma gelmişken her zaman nasıl bir his olduğunu merak etmişimdir, yani birisini öldürmenin.”
Wallander’in canı sıkıldı. “Berbat bir his,” dedi. “Sence nasıl olabilir ki?”
Niklasson omuz silkti. “Sadece merak etmiştim.”
Niklasson kendi işini yaparken, Wallander arabanın etrafında iki tur attı. Arabada ancak yüzeysel bir hasar olduğunu görünce şaşırdı. Ne de olsa yol kenarındaki taş setten aşıp en az iki takla atmıştı. Sürücü koltuğuna gözlerini kısarak baktı. Arabanın anahtarları yerde gaz pedalının yanındaydı. Biraz zorlanarak da olsa kapıyı açtı, anahtarı yerden alıp kontağa soktu. Sten tamamen haklıydı. Ne anahtarda ne de kontakta hasar vardı. Kafa yorarak arabanın etrafında bir defa daha gezindi. Sonra arabanın içine zorlukla girip Gustaf Torstensson’un kafasını nereye çarptığını bulmaya çalıştı. İyice aramasına rağmen hiçbir sonuç elde edemedi. Birkaç yerde kurumuş kan olduğunu tahmin ettiği leke olsa da Gustaf Torstensson’un kafasını vurmuş olabileceği bir yer göremedi.
Arabadan zorlanarak çıktı, anahtar hâlâ elindeydi. Nedendir bilmediği bir sebeple bagajı açtı. İçinde birkaç eski gazete ve kırık bir mutfak sandalyesinin parçaları vardı. Tarlada bulduğu sandalye bacağını hatırladı. Gazetelerden birini alıp tarihini kontrol etti. Altı aydan daha eskiydi. Bagajı kapattı.
Birden raporlarda kaydedilmeyen bir şeyi gördüğü kafasına dank etti. Martinson’un raporunda yazanları çok iyi hatırlıyordu. Sürücü kapısı haricindeki tüm kapılar, bagaj da dâhil olmak üzere, kilitliydi.
Hiç kımıldamadan olduğu yerde kaldı.
Kilitli bagajda kırık bir sandalye vardı. Bu sandalyenin bir bacağı ise tarladaki çamurun içine gömülüydü. Adam arabanın içinde ölmüştü.
İlk tepkisi üstünkörü yapılan incelemeye ve derinlikten yoksun sonuçlara varılmasına kızmak oldu. Sonra Sten’in tarladaki sandalye bacağını görmediğini hatırladı, bu nedenle bagajdaki garipliği de fark etmemişti.
Yavaşça yürüyerek arabasına döndü.
Dolayısıyla Sten haklıydı. Babası hayatını bir trafik kazasında kaybetmemişti. Ne olduğunu zihninde canlandıramasa bile o sisli gecede ıssız yolda bir şeyler olduğundan emindi. Orada en azından bir başka kişi daha olmalıydı. Fakat kimdi o?
Niklasson karavanından dışarıya çıktı. “Sana kahve getireyim mi?” dedi.
Wallander kafasını hayır dercesine salladı. “O arabaya dokunma,” dedi Wallander. “Bir daha göz atmak isteyebiliriz.”
“Dikkatli olsan iyi edersin,” dedi Niklasson.
“Neden?” diye sordu Wallander kaşlarını çatarak.
“Neydi adı? Oğlunun? Sten Torstensson muydu? O da buradaydı ve arabaya bakmıştı. Şimdi o da öldü. Hepsi bu. Daha fazla bir şey diyemem.”
Wallander’in aklına bir fikir geldi. “Başka birisi buraya gelip arabayı inceledi mi?” diye sordu.
Niklasson başını iki yana salladı. “Başka gelen olmadı.”
Wallander arabasıyla Ystad’a döndü. Yorgun hissediyordu. Keşfettiği şeyin önemini çözemiyordu. Fakat sonuç olarak Sten’in haklı olduğu şüphesizdi. Trafik kazası tamamen başka bir şeyin kılıfıydı.
Björk toplantı odasının kapısını kapattığında saat dördü yedi geçiyordu. Wallander ânında içerideki havanın isteksiz ve ilgisiz olduğunu hissetti. Arkadaşlarının hiçbirinin soruşturmayı etkileyebilecek kesin, hiç olmadı dikkat çekici bir bilgi veremeyeceklerini tahmin edebiliyordu. Bu, bir polisin günlük hayatından kaçınılmaz olarak çıkarmak isteyeceği anlardan biriydi. Buna rağmen, hiçbir şeyin gerçekleşmediği, herkesin yorulduğu, hatta birbirine muhalif olduğu bu zamanlar, soruşturmayı inşa ederken izlenecek yolun başlangıcını oluşturuyordu. Soruşturmaya devam etmeyi teşvik etmek için birbirimize hiçbir şey bilmediğimizi söyleyebilmeliyiz, diye düşündü.
O sırada kararını verdi. Verdiği kararın görevine geri dönmesine bir mazeret bulma teşebbüsü olup olmadığından asla emin olamazdı. Fakat içerideki atmosfer, soruşturmaya dört elle sarılması için ona ilham vermişti; bu gönülsüz havaya karşı, sessizce ortadan kaybolmasının en doğrusu olduğunu bilmesi gereken işe yaramaz bir enkaz değil de hâlâ bir polis memuru olduğunu gösterebilirdi.
Wallander’in düşünceleri Björk’ün ona doğru umutla bakmasıyla bölündü. Wallander zar zor fark edilen bir şekilde başını iki yana salladı. Henüz söyleyecek bir şeyi yoktu.
“Elimizde ne var?” dedi Björk. “Ne durumdayız?”
“Hâlâ kapıları aşındırıyorum,” dedi Svedberg. “Çevredeki bütün binalara ve her daireye uğradım. Fakat kimse olağan dışı bir şey duymamış ve görmemiş. İşin tuhafı halktan gelen basit bir ihbar bile olmadı. Bütün soruşturma belirsizlik içinde görünüyor.”
Björk, Martinson’a döndü.
“Ben de adamın Regements Caddesi’ndeki dairesindeydim,” dedi Martinson. “Ne aradığımdan bu kadar emin olmadığım bir soruşturma yürüttüğümü hiç sanmıyorum. Kesin olarak söyleyebileceğim şey Sten Torstensson’un kaliteli konyak sevdiği ve çok kıymetli olduğundan kuşkulandığım antika kitaplar topladığı. Ayrıca Linköping’deki teknik ekibe adamın vücudundan çıkan kurşunların bir an önce incelenmesi için baskı yaptım ama bizimle en erken yarın temasa geçebileceklerini söylediler.”
Björk iç çekti ve Höglund’a döndü.
“Ben Sten Torstensson’un özel hayatındaki parçaları birleştirmeye çalışıyorum,” dedi Höglund. “Ailesi ve arkadaşlarıyla görüştüm. Ama bizi daha ileriye götürebilecek bir şey bulamadım. Kendinden çokça bahseden biri değilmiş ve sadece işi için yaşayan biri gibi görünüyor. Yazları sık sık denize açılırmış ama emin olmadığım nedenlerle son zamanlarda bundan da vazgeçmiş. Pek yakını yok. Bir veya iki teyze, birkaç kuzen… Anlayabildiğim kadarıyla münzevi birisi gibi görünüyor.”
Wallander, Höglund konuşurken belli etmeden onu izledi. Biraz hayal gücü zayıf olsa da açık sözlü ve düşünceli bir yanı vardı. Fakat kesin bir hüküm vermek için erken olduğunu düşündü. Onu bir insan olarak henüz tanımıyordu, geleceği alışılmadık derecede parlak bir polis olduğuna dair söylentilerden haberdardı sadece.
Yeni nesil, diye düşündü Wallander. Belki de Höglund neye benzeyeceklerini hep merak ettiğim yeni nesil polis memurlarından biridir.
“Diğer bir deyişle yerimizde sayıyoruz,” dedi Björk beceriksiz bir özetleme çabasıyla. “Genç Torstensson’un silahla vurulduğunu, olayın ne zaman ve nerede gerçekleştiğini biliyoruz. Ama olayın sebebini ve kim tarafından yapıldığını bilmiyoruz. Ne yazık ki bu vakanın zor ilerleyeceğini kabul etmek zorundayız. Zaman alacağını ve zahmetli olacağını da…”
Kimse bu sözlere herhangi bir yorumda bulunmadı. Wallander pencereden yağmurun yeniden başladığını görebiliyordu.
Artık bir şeyler söyleme zamanının geldiğini hissetti. “Sten Torstensson hakkında ekleyecek hiçbir şeyim yok,” diye konuşmaya başladı. “Bildiğimiz pek bir şey yok. Bu olaya başka bir açıdan yaklaşmalıyız. Babasına ne olduğunu araştırmalıyız.”
Masanın etrafındaki herkes doğrulup dikkat kesildi.
“Gustaf Torstensson trafik kazasında ölmedi,” dedi Wallander. “Aynen oğlu gibi o da öldürüldü. İki olayın birbiriyle ilişkili olduğunu varsaymalıyız. Bunun tatmin edici başka bir açıklaması olamaz.”
Kendisine gözlerini dikerek bakan arkadaşlarına baktı. Karayip Adaları ve Skagen’deki engin kumsal şimdi çok ama çok uzakta kalmıştı. Kabuğunu değiştirdiğinin ve sonsuza dek terk ettiğini sandığı hayatına geri döndüğünün farkındaydı.
“Uzun lafın kısası, söyleyecek tek bir şeyim daha var,” dedi Wallander düşünceli bir hâlde. “Gustaf Torstensson’un öldürüldüğünü ispatlayabilirim.”
Kimse konuşmadı. En sonunda Martinson sessizliği bozdu. “Kim tarafından?”
“Çok büyük bir hata yapan birisi tarafından…” Wallander ayağa kalktı.
Kısa bir süre sonra, Brösarp Tepeleri yakınlarındaki o uğursuz yere konvoy hâlinde giden üç arabadaydılar.
Oraya vardıklarında akşam karanlığı çöküyordu.

4
1 Kasım öğleden sonra, Skåne’li çiftçi Olof Jönsson garip bir an yaşadı. Tarlasında ilkbaharda yapacağı ekimi planlayarak yürürken, ayak bileklerine kadar çamura batmış, yarım daire şeklinde dizilmiş bir grup insanın sanki bir mezara bakarmış gibi dikildiklerini gördü. Arazisini kontrol edeceği zamanlarda her zaman yanına dürbün alırdı. Bazen tarlaları ayıran çalılıklardan birinin kenarında geyik gördüğü olurdu. Dürbünü yanında olduğundan onları net görebiliyordu. Bir tanesini –yüzü aşina geldiğinden– tanıdığını zannetti fakat kim olduğunu çıkaramadı. Sonra dört erkek ve bir kadından oluşan grubun önceki haftalarda arabasında ölen adamın bulunduğu yerde durduklarını fark etti. İşlerine burnunu sokmak istemediğinden dürbününü indirdi. Muhtemelen saygılarını sunmak için adamın öldüğü yeri ziyaret eden akrabalarıydı. Arkasını dönerek oradan uzaklaştı.

Kurt Wallander kaza yerine geldiklerinde sadece bir anlığına her şeyi hayal edip etmediğini sorguladı. Belki de çamurda bulup sonra yere attığı şey sandalye bacağı değildi. Tarlada uzun adımlarla yürürken diğerleri yolda kalıp bekledi. Seslerini duyabiliyor ancak ne dediklerini anlayamıyordu.
Muhakememi yitirdiğimi düşünüyor olmalılar, diye düşündü sandalye bacağını ararken. Ne de olsa eski görevime dönmeye uygun olup olmadığımı sorguluyorlar.
Fakat işte ayaklarının dibinde bir sandalye bacağı vardı. Hızlıca incelediğinde artık emin oldu. Dönüp arkadaşlarına eliyle işaret etti. Birkaç dakika sonra hepsi de çamurun içindeki sandalye bacağının etrafında toplanmışlardı.
“Haklı olabilirsin,” dedi Martinson tereddütle. “Bagajda kırık bir sandalye olduğunu hatırlıyorum. Bu onun parçası olmalı.”
“Yine de çok tuhaf olduğunu düşünüyorum,” dedi Björk. “Nasıl akıl yürüttüğünü bir daha anlatabilir misin, Kurt?”
“Basit,” dedi Wallander. “Martinson’un raporunu okudum. Bagajın kilitli olduğu yazıyordu. Bagajın kaza sırasında esneyerek açılıp sonra kapanması ve kendi kendine kilitlenmesi imkânsız. Eğer öyle olsaydı arabanın arkasının bir yere çarparak hasar görmüş olması gerekirdi, oysa böyle bir hasar yok.”
“Arabayı mı inceledin?” dedi Martinson şaşkınlıkla.
“Soruşturmada size yetişmeye çalışıyorum,” dedi Wallander, sanki Niklasson’un yerine gittiğini söylemekle Martinson’a basit bir kaza soruşturmasını yürütmede güvenmediğini ima etmişti ve bu yüzden de bahaneler üretiyordu. Gerçi aslında bu ima doğruydu ama şimdilik bir önemi yoktu. “Arabasında tek başına olan bir adamın birkaç defa takla atıp tarlada durduktan sonra arabadan çıkıp bagajı açarak, kırık bir sandalye bacağını dışarıya atması, sonra bagajı kapatıp tekrar arabaya binmesi, emniyet kemerini takması ve sonunda kafasına aldığı darbe nedeniyle ölmesi bana mümkün görünmüyor.”
Kimse konuşmadı. Wallander bunu daha önce de pek çok defa görmüştü. Örtü kaldırılır ve ortaya kimsenin görmeyi beklemediği bir şey çıkıverir.
Svedberg paltosunun cebinden plastik bir torba çıkardı ve sandalye bacağını dikkatlice içine koydu.
“Sandalye bacağını buradan beş metre ötede buldum,” dedi Wallander eliyle göstererek. “Yerden aldım ve sonra tekrar fırlattım.”
“Bir delil parçasına karşı garip bir tutum,” dedi Björk.
“Bulduğumda bunun Gustaf Torstensson’un ölümüyle bağlantısını bilmiyordum,” dedi Wallander. “Ve hâlâ sandalye parçasının ne anlama geldiğini bilmiyorum.”
“Eğer seni doğru anladıysam,” dedi Björk, Wallander’in yorumunu görmezden gelerek, “Kırık sandalye bacağı, Torstensson’un kaza yaptığı sırada başka birisinin de orada olduğu anlamına gelir. Ancak yine de onun kesin olarak öldürüldüğü anlamına gelmez. Birisi tesadüfen kaza yapan arabayı bulmuş ve çalmaya değer bir şey var mı diye bagaja bakmış olabilir. Bu durumda, bu kişinin polisle temasa geçmemesi ya da kırık sandalye parçasını bagajdan alıp fırlatması o kadar da mantıksız değil. Ölüleri soyan insanlar yaptıklarını çok nadiren başkalarına duyururlar.”
“Bu doğru,” dedi Wallander.
“Fakat sen bunun bir cinayet olduğunu ispatlayacağını söylemiştin,” dedi Björk.
“İspatlayacağım derken abartıyordum,” dedi Wallander. “Tek demek istediğim, bulduğum sandalye bacağının durumu değiştirebileceğiydi.”
Yola doğru yürümeye başladılar.
“Arabayı bir daha iyice incelememiz lazım,” dedi Martinson. “Adli tıp teknisyenleri kırık bir sandalye gönderdiğimize çok şaşıracaklar, gerçi bu pek bir işe yaramayacak.”
Björk yol kenarında süren tartışmaya son vermek istediğini belli etti. Çünkü yağmur yağmaya devam ediyordu ve rüzgâr daha da şiddetlenmişti.
“Ne yapacağımıza yarın karar verelim,” dedi Björk. “Elimizdeki farklı ipuçlarını araştıracağız. Ne yazık ki çok fazla ipucu yok. Şu an daha fazla ilerleyebileceğimizi zannetmiyorum.”
Arabalarına döndüklerinde Höglund duraksadı. “Seninle gelmemin sakıncası var mı?” diye sordu Wallander’e. “Ystad’da oturuyorum, Martinson’un arabasında çocuk koltukları var ve Björk’ün arabası da balık oltalarıyla dolu.”
Wallander başını sallayarak onayladı. En son onlar ayrıldı. Birkaç kilometre boyunca konuşmadan yol aldılar. Yanında birisinin oturması Wallander’e tuhaf gelmişti. On sekiz ay önce uzun bir sessizliğe hapsolduğundan beri kızı dışında kimseyle doğru dürüst konuşmadığını fark etti.
Sonunda konuşmaya başlayan Höglund oldu. “Bence haklısın,” dedi. “İki ölüm arasında bir bağlantı olmalı.”
“Bu sadece aklımızda bulundurmamız gereken bir ihtimal,” diye karşılık verdi Wallander.
Sol tarafta denizin bir kısmını görebiliyorlardı. Dalgaların üzerinde beyaz köpükler vardı.
“İnsan neden polis olur ki?” diye konuştu Wallander.
“Başkalarını bilmem,” dedi Höglund, “Ama neden polis olduğumu iyi biliyorum. Polis Akademisi’ndeyken herkesin birbirinden farklı hayalleri olduğunu hatırlıyorum.”
“Polislerin hayalleri var mıdır?” dedi Wallander şaşırarak.
Höglund, Wallander’e doğru döndü. “Herkesin vardır, polislerin bile. Senin yok mu?”
Wallander nasıl cevap vereceğini bilemedi fakat Höglund’un sorusu elbette iyi bir soruydu. Hayallerim nereye gitti, diye düşündü. Gençken cesaret veren ya da zamanla sönüp kaybolan hayalleri vardır insanın. Bütün tutkularımdan geriye elimde ne kaldı?
“Polis oldum çünkü rahibe olmak istemiyordum,” diye devam etti Höglund. “Uzun süre Tanrı’ya inandım. Ailem Pentekostal[6 - Ç.N. Pentekostalizm, Protestan Hristiyanlığın bir koludur ve Tanrı ile kişisel bir deneyime vurgu yapar.] Kilisesi’ne mensup. Ama bir gün sabah uyandım ve her şey uçup gitti. Birkaç yılım ne yapacağımı düşünmekle geçti, sonra bir şey karar vermemi sağladı ve polis olmak için kendime söz verdim.”
“Anlatsana,” dedi Wallander. “Neden polis olmak istediğini bilmek istiyorum.”
“Başka zaman,” dedi Höglund. “Şimdi değil.”
Ystad’a yaklaşıyorlardı. Höglund, Wallander’e yaşadığı yere, kasabanın batısındaki deniz manzaralı yeni inşa edilen tuğla evlerden birine nasıl gideceğini tarif etti.
“Bir ailen olup olmadığını bilmiyorum,” dedi Wallander, yapımı tam olarak bitmemiş bir yola dönerlerken.
“İki çocuğum var,” dedi Höglund. “Kocam makine teknisyeni… Bütün dünyada su pompası kurup tamir eder ve çok nadir evde olur. Ama bu evi almamıza yetecek kadar kazanıyor.”
“Güzel bir işe benziyor,” dedi Wallander.
“Kocamın evde olduğu bir akşam seni davet edeceğim. Nasıl bir iş olduğunu ondan dinlersin.”
Wallander, Höglund’un evinin önünde arabayı durdurdu.
“Bence geri döndüğün için herkes sevindi,” dedi Höglund, giderayak.
Wallander o anda bunun doğru olmayıp moralini düzeltmek için yapılan bir girişim olduğunu hissetti fakat yarım ağız da olsa teşekkür etti.
Sonra doğruca Maria Caddesi’ndeki evine gitti, ıslak ceketini sandalyeye asıp kirli ayakkabılarıyla yatağa uzandı. Hemen içi geçti ve rüyasında Skagen’deki kum tepelerinde uyuduğunu gördü.
Bir saat sonra uyandığında önce nerede olduğunu anlayamadı. Sonra ayakkabılarını çıkarıp kahve yapmak için mutfağa gitti. Pencereden sokak lambalarının kuvvetli esen rüzgârda sallanışını görebiliyordu.
Kış kapıda, diye düşündü. Kar, fırtına ve kargaşa. Ve ben yine polisim. Hayat bizi bir o yana, bir bu yana savurup duruyor. Kararını yalnızca kendimizin verebildiği bir şey sahiden var mı hayatta?
Uzun süre kahve fincanına bakarak oturdu. Mutfak çekmecesinden bir not defteri ve kalem getirdiğinde kahvesi soğumuştu.
Artık tekrar polis gibi hareket etmeliyim, dedi kendi kendine. Kendi küçük sorunlarıma üzülmek için değil de olayları araştırıp çözmek ve yaratıcı fikirler bulmak için maaş alıyorum.
Kalemi bırakıp esneyerek gerindiğinde gece yarısı olmuştu. Sonra not defterine yazdığı özeti tekrar inceledi. Ayaklarının altı buruşturulup atılmış kâğıt parçalarıyla doluydu.
Hiçbir bağlantı göremiyorum, diye itiraf etti. Trafik kazası görünümündeki olayla birkaç hafta sonra Sten Torstensson’un ofisinde vurularak öldürülmesi arasında bariz bir ilişki yok. Hatta Sten’in ölümü babasının başına gelen olayların doğrudan bir sonucu olmayabilir. Ama tersi de olabilir.
Yıllar önce Wallander kundakçılık olaylarıyla ilgili soruşturmada çözümsüzlüğe saplandığında, ömrünün son zamanlarında olan Rydberg’in söylediği bir şeyi hatırladı. “Bazen sonuç sebepten önce gelir. Bir polis olarak her zaman sondan başa doğru düşünmeye hazır olmalısın.”
Oturma odasındaki koltuğa uzandı.
Yaşlı bir adam, ekim ayında bir sabah tarlada arabasının içinde ölü bulunur, diye düşündü. Bir müvekkiliyle yaptığı toplantıdan evine dönmektedir. Rutin bir incelemeden sonra olay trafik kazası olarak kayıtlara geçer. Fakat ölen adamın oğlu kazayı sorgulamaya başlar. İki önemli nedenden dolayı: Birincisi babası asla sis varken arabayı hızlı kullanmazdı, ikincisi babasının bir süredir kendisine sakladığı bir sebepten ötürü üzgün ya da kaygılı olmasıydı.
Wallander doğruldu. İçgüdüleri bir bağlantı bulduğunu söylüyordu, daha ziyade bir bağlantısızlık ya da gerçekler ortaya çıkmasın diye hazırlanan düzmece bir bağlantı.
Düşünmeye devam etti. Sten Torstensson, babasının ölümünün basit bir trafik kazası olmadığını kanıtlayamamıştı. Çünkü ne tarladaki sandalye bacağını görmüştü ne de arabanın bagajındaki kırık sandalye hakkında düşünme fırsatı olmuştu. Tam da bu nedenle, hiçbir delil bulamadığından, Wallander’in yardımına ihtiyaç duymuştu. Böylece Wallander’le görüşmek için izini bulma zahmetine girmişti.
Aynı zamanda Sten sahte bir iz bırakmıştı. Finlandiya’dan gelen kartpostal… Beş gün sonra da vurulmuştu. Cinayet olduğundan kimse şüphe edemezdi.
Wallander ipin ucunu kaçırdı. Sezdiğini sandığı şey –diğerini örtmek için oluşturulmuş bir bağlantı– düşüncelerinin arasında kaybolmuştu.
Yorulduğunu hissetti. Bu gece daha fazla ilerleme kaydedemeyecekti. Eğer şüphelerinin gerçek bir temeli varsa tekrar ortaya çıkacaklarını tecrübelerinden biliyordu.
Mutfağa gidip bulaşıkları yıkadı ve yerdeki tüm kâğıtları topladı. Her şeye yeniden başlamalıyım, diye düşündü. Ama başlangıç neresi? Sten mi yoksa Gustaf Torstensson mu?
Yatak odasına gidip yattı ama çok yorgun olmasına rağmen uyuyamadı. Farkında olmadan, Ann-Britt Höglund’un polis olmaya karar vermesine neyin yol açtığını düşünüyordu.
Saate en son baktığında iki buçuğu gösteriyordu.

Kurt Wallander sabah altı sıralarında uyandı, hâlâ yorgun hissediyordu; ama geç kaldığını sanarak yataktan çıktı. Emniyetin kapısından içeri girdiğinde saat neredeyse yedi buçuktu ve Ebba’yı santralde her zamanki koltuğunda görünce sevindi. Ebba, Wallander’i fark ettiğinde karşılamak istedi. Wallander onun yerinden kalktığını görünce boğazı düğümlendi.
“İnanamıyorum!” dedi Ebba. “Gerçekten döndün mü?”
“Korkarım öyle,” dedi Wallander.
“Sanırım ağlayacağım,” dedi Ebba.
“Sakın ağlama,” dedi Wallander. “Sonra ayrıntılı konuşuruz.”
Wallander aceleyle yoluna devam etti ve koridorda hızla yürüdü. Odasına girdiğinde her yerin tamamen temizlendiğini fark etti. Ayrıca masasında babasını aramasını söyleyen bir not vardı. El yazısının karmaşıklığını dikkate alınca önceki akşam notu yazanın Svedberg olduğunu anladı. Tam telefonu eline almışken fikrini değiştirdi. Hazırladığı özeti cebinden çıkarıp hepsini okudu. İki olayın bağlantısıyla ilgili geçen akşam keşfettiği ama yine de kesinleştiremediği belli belirsiz düşünce hâlâ ortaya çıkmamıştı. Kâğıtları bir kenara koydu. Henüz çok erken, diye düşündü. On sekiz ay sonra geri döndüm ve hiç olmadığı kadar sabırsızım. Kızgın bir hâlde not defterini alıp temiz bir sayfa buldu.
Tekrar en baştan başlaması gerektiği açıktı. Görünen o ki kimse başlangıcın neresi olduğunu kesin bir şekilde söyleyemezdi, bu nedenle soruşturmaya önyargısız yaklaşmak zorunda kalacaklardı. Yarım saatini ne yapılması gerektiğini genel hatlarıyla tasvir etmeye harcadı fakat bu süre boyunca soruşturmaya liderlik etmesi gereken kişinin Martinson olduğu düşüncesi başının etini yedi durdu. Görevine yeniden dönmüş olsa da hemen bütün sorumluluğu üzerine almak istemiyordu.
Telefon çaldı. Cevap vermeden önce tereddüt etti.
“Harika haberler duydum,” dedi Per Åkeson. “Memnun olduğumu söylemeliyim.” Åkeson, Wallander’in yıllardır çok iyi bir ilişki kurduğu savcıydı. Sıklıkla olayların nasıl yorumlanacağı konusunda hararetli tartışmalara girerlerdi, Wallander tutuklama için yeterli dayanağı olduğu hâlde taleplerinden birini reddettiğinde Åkeson’a darılırdı. Yine de hemen hemen çoğu zaman aynı fikirde olurlardı. İkisi de soruşturmaların dikkatsizce yürütülmesine asla tahammül edemezdi.
“Her şeyin biraz tuhaf göründüğünü itiraf etmeliyim,” dedi Wallander.
“Sağlık sorunları nedeniyle erken emekli olacağına dair söylentiler vardı,” dedi Åkeson. “Birileri Björk’e daha fazla yayılmaması için bu söylentilere bir son vermesini söylemeli.”
“Söylentiden ibaret değildi,” dedi Wallander. “Kararımı sonradan değiştirdim.”
“Kararını neden değiştirdiğini sorabilir miyim?”
“Bir şeyler oldu,” diye kaçamak bir yanıt verdi Wallander. Åkeson, Wallander’in daha açık konuşmasını bekliyor gibiydi ama ısrarcı olmadı.
“Her neyse, geri döndüğüne çok sevindim,” dedi Åkeson yeterince bekledikten sonra. “Ayrıca bunu söylerken meslektaşlarım adına da konuşuyorum.”
Wallander kendisi için söylenen ancak inanmakta zorlandığı bunca iyi sözden rahatsız olmaya başladı. Hayatımızı bir ayağımız gül bahçesinde diğeriyse bataklıkta geçiriyoruz, diye düşündü.
“Torstensson soruşturmasının sorumluluğunu devralacağını zannediyorum,” dedi Åkeson. “Belki bugün öğleden sonra bir araya gelip ne durumda olduğumuzu konuşabiliriz.”
“‘Devralma’ konusunu bilmiyorum,” dedi Wallander. “Soruşturmaya dâhil olacağım, olmak istedim. Ama sanırım soruşturmayı diğerlerinden biri yönetecek.”
“Hımm, benim işim değil zaten,” dedi Åkeson. “Sadece döndüğüne sevindiğimi söylemek istedim. Olayın ayrıntılarını öğrenecek zamanın oldu mu?”
“Tam olarak değil.”
“Duyduklarıma bakılırsa önemli bir gelişme yok gibi.”
“Björk’e göre uzun sürecek bir soruşturma olacak.”
“Sen ne düşünüyorsun?”
Wallander yanıt vermeden önce duraksadı. “Şimdilik hiçbir şey…”
“Güvensizlik gittikçe artıyor,” dedi Åkeson. “İmzasız mektuplarla yapılan tehditler çok yaygınlaştı. Eskiden kapısı herkese açık olan hükümet binaları kale gibi barikatlar kurmaya başladı. Bu yüzden ölen adamın müvekkillerini ince eleyip sık dokuyarak araştırmanız gerekiyor. Onların içinde bir ipucu bulabilirsiniz. Müvekkillerinden birinin maktule karşı özel bir kini olabilir.”
“Biz de zaten öyle yapmaya başladık,” dedi Wallander.
Öğleden sonra Åkeson’un odasında buluşmaya karar verdiler.
Wallander tasarlamaya başladığı soruşturma planına dönmeye çalıştı ancak konsantrasyonu kaybolmuştu. Sinirlenerek kalemini bıraktı, kahve almaya gitti. Kimseyle karşılaşmamak için hızla odasına döndü. Saat sekizi çeyrek geçiyordu. Kahvesini içerken insanlarla birlikte olma korkusunu ne zaman yeneceğini merak etti. Saat sekiz buçukta notlarını yanına alarak toplantı odasına gitti. Yoldayken Sten Torstensson’un öldürülmesinden bu yana geçen beş ya da altı gün boyunca alışılmadık derecede çok az ilerleme kaydedildiğini fark etti. Bütün cinayet soruşturmaları farklıydı ama her zaman işin içindeki polislerde yoğun bir baskı duygusu olurdu. Wallander yokken burada bir şeyler değişmişti. Fakat değişen neydi?
Hepsi toplandığında saat sekizi kırk geçiyordu, Björk toplantının başladığının işareti olarak masaya hafifçe vurdu. Önce Wallander’e döndü.
“Kurt, sen bu vakaya yeni katıldın, bu nedenle her şeyi taze bir bakışla değerlendirebilirsin. Ne yapmamız gerektiği konusunda ne düşünüyorsun?”
“Buna karar verecek kişinin ben olduğumu düşünmüyorum,” dedi Wallander. “Her şeyi iyice öğrenmeye zamanım olmadı.”
“Yine de şimdiye dek işe yarar bir şey bulan tek kişi sensin,” dedi Martinson. “Eğer seni tanıyorsam gece oturup bir soruşturma planı hazırlamışsındır. Haksız mıyım?”
Wallander evet dercesine başını salladı. Artık soruşturmanın sorumluluğunu almaktan başka çaresi olmadığını anlıyordu.
“Bir özet hazırlamaya çalıştım,” dedi Wallander. “Ama önce size bir hafta önce Danimarka’da yaşadığım bir şeyden bahsetmeliyim. Bunu dün söylemem gerekirdi ama ilk iş günüm benim için en hafif deyimle fazla heyecanlıydı.”
Wallander, Sten Torstensson’un Skagen’e yaptığı yolculuğu kendisini şaşkınlık içinde dinleyen arkadaşlarına anlattı. Hiçbir detayı atlamamaya çalıştı. Konuşmasını bitirdiğinde odaya sessizlik hâkimdi. Sonunda Björk bozulduğunu gizlemeye gerek görmeden konuştu.
“Çok garip,” dedi Björk. “Neden her zaman normal prosedürlerin dışına çıkıyorsun bilmiyorum.”
“Onu tanıdığımdan bahsettim,” diye karşı çıktı Wallander ve sinirlerinin gerildiğini hissetti.
“Şu anda gerilmemize gerek yok,” dedi Björk sakin bir şekilde. “Ama bu durumun biraz tuhaf olduğunu kabul etmelisin. Bu durumda Gustaf Torstensson’un dosyasını yeniden açmamız gerekeceği aşikâr.”
“Bana göre iki cephede ilerlememiz hem doğal hem de gerekli,” dedi Wallander. “Bir değil iki kişi öldürüldüğünü varsaymalıyız. Dahası bunlar baba ve oğul. İki ihtimali aynı anda düşünmeliyiz. Cinayetlerin sırrı iki kişinin özel hayatında gizli olabileceği gibi, Torstensson’lar aynı şirkette avukat olarak çalıştıklarından, işleriyle de ilgili olabilir. Gerçek şu ki Sten benimle konuşmaya geldiğinde babasının ölmeden önce endişeli olduğunu söylediğinden kilit adam Gustaf Torstensson olabilir. Ama bu kaçınılmaz bir sonuç değil, ayrıca Danimarka’da bulunduğu sırada Sten’in Finlandiya’dan Bayan Dunér’e gönderdiği bir kartpostal söz konusu.”
“Bu kartpostalın bize anlattığı başka bir şey olmalı,” dedi Höglund.
Wallander başıyla onayladı. “O da şu, Sten tehdit altında olduğunu düşünüyor olmalıydı. Senin kastettiğin de bu mu?”
“Evet,” dedi Höglund. “Yanlış bir iz bırakmasının nedeni başka ne olabilir ki?”
Martinson bir şey söylemek ister gibi elini kaldırdı. “İki gruba ayrılırsak araştırmamız daha kolay olabilir,” dedi. “Bir grup babanın ölümüne, diğer grup ise oğlun ölümüne yoğunlaşabilir. Daha sonra aynı sonuca varan bir şeyler bulabilecek miyiz bakarız.”
“Katılıyorum,” dedi Wallander. “Bununla beraber iki olayda da garip bir şey olduğunu düşünmeden edemiyorum. Çoktan keşfetmemiz gereken bir şey.”
“Bütün cinayetler gariptir,” dedi Svedberg.
“Evet, ama daha fazlası var,” dedi Wallander. “Ve ne olduğunu tam olarak anlayamıyorum.”
Björk toplantıyı bitirmesi gerektiğini belirtti.
“Gustaf Torstensson’a ne olduğunu araştırmaya başladığım için devam etsem iyi olur,” dedi Wallander. “Eğer itiraz eden yoksa.”
“O zaman kalanlarımız da Sten Torstensson dosyasına kendimizi verelim,” dedi Martinson. “Her zaman olduğu gibi kendi başına çalışmak istediğini farz edebilir miyim?”
“Şart değil. Anladığım kadarıyla Sten cinayeti daha karmaşık gibi. Babasının ise pek fazla müvekkili yok ve özel hayatı daha şeffaf.”
“O zaman başlayalım,” dedi Björk not defterini gürültüyle kapatırken. “Her gün öğleden sonra dörtte ne kadar ilerlediğimizi görmek için toplanacağız. Bir de bugün geç saatlerde yapılacak bir basın toplantısı için yardıma ihtiyacım var.”
“Ben yapamam,” dedi Wallander. “Gücüm yok.”
“Bence Ann-Britt yardım edebilir,” dedi Björk. “Hem artık bizimle çalıştığının bilinmesi iyi olur.”
“Benim için sorun yok,” dedi Höglund herkesi şaşırtarak. “Böyle şeyleri öğrenmem gerekir.”
Toplantıdan sonra Wallander, Martinson’un beklemesini istedi. Herkes gittiğinde kapıyı kapattı.
“Biraz konuşmamız lazım,” dedi Wallander. “İstifa etmem gerekirken, içeri dalıp sorumluluğu alıyormuşum gibi geliyor.”
“Elbette hepimiz biraz şaşırdık,” dedi Martinson. “Kabul etmelisin. Neler olup bitiğini kestiremeyen sadece sen değilsin.”
“Kimsenin ayağına basmak istemem.”
Martinson kahkahayla güldü. Sonra burnunu sildi. “İsveç polisi, ayak parmakları ve topukları ağrıyan memurlarla dolu,” dedi. “Polis teşkilatı ne kadar bürokratikleşirse, o kadar çok insan kariyerleri konusunda takıntılı hâle gelir. Tüm düzenlemeler ve evrak işleri her geçen gün daha da kötüye giderek yanlış anlaşılmalara ve karmaşaya neden olur. Bu yüzden insanların birbirinin ayaklarına basıp topuklarına vurmaları hiç de garip değil. Bazen Björk’ün gidişattan neden endişelendiğini anlayabiliyorum. Sıradan, basit polislik ne hâle geldi?”
“Polis teşkilatı daima bütünüyle toplumu yansıtmıştır,” dedi Wallander. “Fakat ne demek istediğini anlıyorum. Rydberg de hep aynı şeyleri söylerdi. Bu arada Höglund basın toplantısının altından nasıl kalkacak?”
“O yetenekli biri,” dedi Martinson. “Hansson ve Svedberg ondan korkuyorlar çünkü çok yetenekli. Özellikle Hansson arka planda kalacağından endişeli. Bu yüzden bugünlerde bütün vaktini kurslarda geçiriyor. Yeni yetenekler kazanmaya çalışıyor.”
“Yeni nesil polis,” dedi Wallander ayağa kalkarken. “Höglund tam olarak bu.” Kapının eşiğinde durdu. “Dün toplantıda bana çağrışım yapan bir şey söylemiştin. Sten Torstensson hakkında bir şey. Ne olduğundan emin değilim ama düşündüğümden daha önemli bir şey gibi gelmişti.”
“Notlarımı okuyordum,” dedi Martinson. “Bir kopyasını alabilirsin.”
“Herhâlde bana öyle geldi,” dedi Wallander.
Odasına gidip kapıyı kapattığında, varlığını neredeyse unutmuş olduğu bir şeyi yeniden deneyimlediğini anladı. Bu sanki araba kullanmayı yeniden keşfetmek gibiydi. Görünüşe göre uzakta olduğu süre boyunca yetenekleri kaybolmamıştı.
Masaya oturup kendisine uzaktan bakarak yaşadıklarını düşünmeye başladı: Karayip Adaları’nda sendeleyerek yürüyen bir adam, Tayland’a yaptığı acınası yolculuk, otomatik bedensel işlevlerin haricindeki her şeyin durma noktasına geldiği bütün o gün ve geceler. Kendine bakıyordu ama o kişinin artık tanımadığı biri olduğunu fark etti. O başka biriydi.
Bazı davranışlarının neden olabileceği feci sonuçları gözünde canlandığında tüyleri ürperdi. Bir süre kızı Linda’yı düşündü. Martinson’un kapıyı çalıp geçen güne ait notlarının fotokopisini teslim etmesiyle tüm kötü hatıralarını aklından kovmayı başardı. Herkesin içinde bütün hatıraların birbirine karıştığı gizli bir odanın olduğunu düşünüyordu Wallander. Artık gizli odasının kapısını sürgüleyip üzerine de sağlam bir asma kilit takmıştı. Sonra tuvalete gidip bir kutu içinde taşıdığı antidepresanları dökerek üzerine sifonu çekti.
Odasına dönüp tekrar çalışmaya başladı. Saat ondu. Martinson’un notlarını özenle okudu ama geçen gün yaptıkları toplantıda dikkatini çeken şeyi yine belirleyemedi. Henüz çok erken, diye düşündü. Rydberg olsa sabırlı olmayı öğütlerdi. Artık kendi kendime tavsiye vermem gerektiğini aklımdan çıkarmamalıyım.
Nereden başlayacağını düşündü. Sonra Gustaf Torstensson’un soruşturma dosyasındaki ev adresine baktı. Timmermans Caddesi 12. Burası ordu kışlasının ilerisinde, Sandskogen yakınlarında, Ystad’ın en eski ve en varlıklı yerleşim bölgelerinden birindeydi. Hukuk bürosuna telefon etti, konuştuğu Sonja Lundin, evin anahtarlarının ofiste olduğunu söyledi. Emniyetten çıktığında yağmur bulutlarının dağıldığını, gökyüzünün açıldığını fark etti. Yaklaşan soğuk kış havasını ilk defa içine çektiğini hissetti. Hukuk bürosunun önünde arabasını durdurduğunda Lundin dışarı çıkıp anahtarları verdi.
Adresi ararken önce iki defa yanlış yöne saptı. Büyük, kahverengi ahşap ev geniş bir bahçenin içindeydi. Bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı, çakıllı yol boyunca yürüdü. Ortalık çok sessizdi, şehir çok uzakta kalmış gibiydi. Dünyanın içinde başka bir dünya, diye düşündü Wallander. Torstensson Hukuk Bürosu çok kazançlı bir şirket olmalıydı. Ystad’da bundan daha pahalı bir ev olduğundan şüpheliydi. Bahçe bakımlıydı ancak tuhaf bir şekilde cansız görünüyordu. Yaprakları dökülmüş birkaç ağaç, düzgünce budanmış çalılar ve solmuş çiçeklerle dolu tarhlar vardı. Belki de yaşlı avukat etrafını hiçbir sürprizi ve yeniliği olmayan geleneksel bir bahçeyle çevirmek istemişti. Birisi Wallander’e, bir avukat olarak Torstensson’un mahkeme işlemlerini emsali görülmemiş bir sıkıcılıkla yürütme konusunda hayli meşhur olduğunu anlatmıştı. Kindar bir hasmı, Torstensson’un tekdüze ve hantal bir savunmayla savcının dikkatini dağıtıp müvekkilini kurtarabileceğini iddia etmişti. Bu nedenle, Per Åkeson’a Gustaf Torstensson hakkında ne düşündüğünü sormalıydı. İkisi geçmiş yıllarda pek çok defa karşı karşıya gelmiş olmalıydı.
Ön kapıya çıkan merdivenleri adımlayıp doğru anahtarı buldu. Bu daha önce karşılaşmadığı türden ileri düzey bir kilitti. Kapıyı açınca arka tarafında üst katlara çıkan geniş bir merdivenin olduğu büyük bir hole girdi. Pencerelerde kalın perdeler vardı. Perdelerden birini açtığında pencerelerin parmaklıklı olduğunu gördü. Yaşlandıkça kaçınılmaz olarak korkuya kapılan, yalnız yaşayan yaşlı bir adam. Burada kendisinden başka koruması gereken bir şey var mıydı? Ya da korkusu bu duvarların dışındaki bir şeyden mi kaynaklanıyordu? Evi dolaşmaya giriş katından başladı, aile büyüklerinin kasvetli portrelerinin sıralandığı kütüphaneyi ve açık plan yemek ve oturma odasını gezdi. Duvarlardan başlayarak mobilyalara kadar her şey koyu renkliydi, insana melankoli ve sessizlik hissi veriyordu. Hiçbir yerde insanı neşelendirebilecek açık renkli küçük bir parça ya da parlak bir detay yoktu.
Üst kata çıktı. Yatakları özenle yapılmış misafir odaları, kışın kapalı kalan bir otel gibi terk edilmiş görünüyordu. Torstensson’un kendisine ait yatak odasında demir parmaklıklı bir iç kapı vardı. Wallander kasvetten içi bunalarak aşağıya indi. Mutfak masasına oturup ellerini çenesine dayadı. Tek duyduğu saatin tiktaklarıydı.
Torstensson öldüğünde altmış dokuz yaşındaydı. Karısı öldüğünden beri son on beş yıldır yalnız yaşıyordu. Sten tek çocuklarıydı. Kütüphanedeki portrelerden birine bakılırsa aile Mareşal Lennart Torstensson’un soyundan geliyordu. Wallander’in okul günlerinden aklında kaldığına göre bu adam Otuz Yıl Savaşları boyunca ordusunun ayak bastığı yerlerde köylülere karşı acımasızlığıyla biliniyordu.
Wallander ayağa kalkıp bodrum katına indi. Burada da her şey fazlasıyla düzenliydi. Kazan dairesinin hemen arkasında kilitli bir çelik kapı olduğunu fark etti. Doğru anahtarı buluncaya kadar birkaç anahtar denedi. Karanlıkta el yordamıyla lamba düğmesinin yerini bulup ışığı açtı.
Oda beklemediği kadar büyüktü. Duvarlar raflarla kaplıydı, raflar ise Doğu Avrupa’dan gelen ikonalarla doluydu. Hiçbirine dokunmadan ikonaları yakından inceledi. Daha önce antika eşyalarla hiç ilgilenmemesine ve bu konuda uzman olmamasına rağmen koleksiyonun son derece kıymetli olduğu hükmüne vardı. Bu durum yatak odasındaki demir korumalı kapıyı olmasa da pencerelerdeki parmaklıkları ve kapıdaki kilidi açıklıyordu. Wallander’in tedirginliği arttı. Doymak bilmez bir iştahla tüm bu Meryem Ana heykellerini toplayan, huzuru kaçmış, evini hapishaneye çevirmiş, yaşlı ve zengin bir adamın özel dünyasına davetsiz olarak girdiğini hissetti.
Wallander kulak kabarttı. Üst katta ayak sesleri vardı, sonra bir köpek havladı. Hızla odadan ayrıldı, merdivenlerden çıkıp mutfağa girdi.
Mutfakta elindeki tabancasını kendisine doğrultan meslektaşı Peters’le yüz yüze gelince şaşırdı. Peters’in arkasında, hırlayan bir köpeği tasmasından zorlukla tutmaya çalışan bir güvenlik görevlisi vardı. Peters silahını indirdi. Wallander kalbinin hızlandığını hissetti. Tabancanın görünüşü bir anlığına da olsa uzun süredir aklından çıkarmaya çalıştığı anılarını canlandırmıştı.
Derken tepesi attı. “Burada neler oluyor?” diye söylendi.
“Güvenlik şirketinin alarmı çalmış, onlar da polisi aramışlar,” dedi Peters aşikâr bir endişeyle. “Biz de aceleyle geldik. Senin burada olduğunu bilmiyordum.”
Tam o sırada Peters’in ekip arkadaşı Norén de elinde tabancayla çıkageldi.
“Soruşturma yürütüyorum,” dedi Wallander, birden patlayan öfkesinin hızla azaldığını hissederek. “Trafik kazasında hayatını kaybeden Avukat Torstensson burada yaşıyordu.”
“Alarm çalarsa biz de geliriz,” dedi güvenlik şirketinden gelen adam sözünü sakınmadan.
“Hemen alarmı kapatın,” dedi Wallander. “Birkaç saat içinde yeniden açabilirsiniz. Ama önce buradaki işimizi bitirelim.”
“Bu Komiser Wallander,” diye açıklama yaptı Peters. “Tanıyor olmalısın.”
Güvenlik görevlisi çok gençti. Başını salladı fakat Wallander onun kendisini tanımadığını düşündü.
“Artık burada yapacağın bir şey kalmadı. Lütfen giderken köpeği de götür,” dedi Wallander.
Güvenlik görevlisi gitmeye isteksiz görünen Alman kurt köpeğiyle birlikte uzaklaştı. Wallander, Peters ve Norén’in elini sıktı.
“Görevine döndüğünü duydum,” dedi Norén. “Seni tekrar gördüğüme sevindim.”
“Teşekkür ederim.”
“Sen hastalık iznine çıktığından beri hiçbir şey eskisi gibi değil,” dedi Peters.
“Şimdi yine iş başındayım,” dedi Wallander, konuşmayı soruşturmaya yönlendirmeyi umarak.
“Aldığımız haberler inanılır gibi değildi,” dedi Norén. “Bize emekli olacağın söylendi. Bu yüzden alarm çaldığında seni bu evde bulmayı beklemiyorduk.”
“Hayat sürprizlerle dolu,” dedi Wallander.
“Neyse, tekrar hoş geldin,” dedi Peters.
Wallander ilk defa bu arkadaşlığın içten olduğunu hissetti. Peters’in yapmacık bir yanı yoktu, sözleri açık ve netti.
“Benim için zor zamanlardı,” dedi Wallander. “Fakat artık geride kaldı. En azından öyle umuyorum.”
İki polis memuruyla arabalarına kadar yürüdü ve giderlerken el salladı. Sonra bahçede dolaşırken düşüncelerini toparlamaya çalıştı. Kişisel duygularıyla iki avukata ne olduğuna dair düşünceleri birbirine karışıyordu. Sonunda Berta Dunér’le tekrar konuşmaya karar verdi. Ona sorması gereken sorular vardı.
Kapı zilini çalarak içeri girdiğinde neredeyse öğlen olmuştu. Bu defaki gelişinde Berta Dunér’in bir bardak çay teklifini kabul etti.
“Bu kadar kısa süre içinde yeniden rahatsız ettiğim için üzgünüm,” dedi Wallander. “Fakat baba ve oğul Torstensson’ların kafamdaki resmini tamamlamam gerekiyor. Kimdi onlar? Gustaf Torstensson’la otuz yıldan fazla zamandır çalışıyordunuz.”
“On dokuz yıldır da Sten’le çalışıyordum,” dedi Berta Dunér.
“Epeyce uzun bir süre,” dedi Wallander. “İnsanları zaman geçtikçe tanıyoruz. Babasıyla başlayalım. Bana nasıl birisi olduğunu anlatın.”
“Anlatamam,” dedi Berta Dunér.
“Neden peki?”
“Onu tanımıyordum.”
Cevabı Wallander’i şaşırttı ama kulağa inandırıcı geliyordu. Wallander sabrını zorlasa da daha ihtiyatlı olmaya karar verdi.
“Sözlerinizin biraz garip olduğunu söylersem yanlış anlamayın,” dedi Wallander. “Demek istiyorum ki onunla birlikte uzun süredir çalışıyordunuz.”
“Onunla birlikte değil,” dedi Berta Dunér. “Onun için çalışıyordum. İkisi çok farklı…”
Wallander başıyla onayladı. “Çok iyi tanımasanız da hakkında pek çok şey biliyor olmalısınız. Lütfen yardımcı olmaya çalışın. Eğer yapamazsanız korkarım oğlunun ölümünü çözemeyebiliriz.”
“Bana karşı dürüst davranmıyorsunuz Komiser Wallander,” dedi Berta Dunér. “Gustaf o trafik kazasında öldüğünde gerçekte ne olduğunu bana söylemediniz.”
Besbelli kadın Wallander’i şaşırtmaya devam edecekti. Wallander o anda açık konuşmaya karar verdi.
“Henüz tam olarak bilmiyoruz,” dedi Wallander. “Ancak bunun bir kazadan daha fazlası olduğunu düşünüyoruz. Belki bir şey kazaya sebep oldu ya da kazadan sonra bir şey oldu.”
“O yolda çok defa araba kullanmıştı,” dedi Berta Dunér. “Oraları avucunun içi gibi bilirdi ve arabasını asla hızlı kullanmazdı.”
“Eğer doğru anladıysam, kazadan önce bir müvekkiliyle görüşmüş,” dedi Wallander.
“Farnholm’deki adamla,” dedi Berta Dunér yalnızca.
“Farnholm’deki adam mı?”
“Alfred Harderberg. Farnholm Şatosu’ndaki adam.”
Wallander, Farnholm Şatosu’nun Linderöd Tepesi’nin güneyindeki sapa bir yerde olduğunu biliyordu. Sık sık dönüş yerinden geçmişti ama oraya hiç gitmemişti.
“En önemli müvekkilimizdi,” diye devam etti Berta Dunér. “Son yıllarda Gustaf Torstensson’un tek müvekkili hâline gelmişti.”
Wallander cebinde bulduğu bir kâğıt parçasına adamın ismini yazdı.
“Adını hiç duymadım,” dedi Wallander. “Çiftçi mi?”
“Şatonun sahibidir,” dedi Berta Dunér. “Fakat kendisi iş adamıdır. Büyük işlerle uğraşır, uluslararası işlerle.”
“Belli ki onunla görüşmem gerekecek,” dedi Wallander. “Gustaf Torstensson’u yaşarken gören son kişi o olmalı.”
Derken kapıdaki posta kutusuna aniden bir paket mektup bırakıldı. Wallander, Berta Dunér’in ürktüğünü fark etti.
Korkan üç insan, diye düşündü. Fakat korktukları ne?
“Gustaf Torstensson,” diye yeniden konuşmaya başladı Wallander, “tekrar başa dönersek, nasıl birisiydi?”
“Tanıdığım en farklı kişiydi,” dedi Berta Dunér. Wallander sesinde üstü kapalı bir saldırganlık sezdi. “Kimsenin kendisine yakınlaşmasına müsaade etmezdi. Aşırı kuralcıydı, rutinini asla bozmazdı. Halk arasında dakik olarak anılan kişiler vardır. Bu tanım Gustaf Torstensson için tamamen geçerliydi. Biraz duygusuz ve silik bir kişilikti, ne iyi ne kötü, sadece sıkıcı birisiydi.”
“Sten’e göre babası aynı zamanda neşeliymiş,” dedi Wallander.
“Dalga geçiyor olmalısınız,” dedi Berta Dunér.
“İkisi nasıl anlaşırlardı?” diye sordu Wallander.
Tereddüt etmeden doğrudan yanıtladı Berta Dunér. “Gustaf Torstensson, Sten’in şirketi yenilemeye çalışmasından rahatsızdı. Doğal olarak Sten de babasının ayak bağı olduğunu düşünüyordu. Ama birbirlerine gerçek hislerini belli etmezlerdi. İkisi de kavga etmekten kaçınırdı.”
“Sten ölmeden önce, babasının birkaç aydır endişeli ve üzgün olduğundan bahsetmişti,” dedi Wallander. “Siz de bu durumu fark etmiş miydiniz?”
Bu defa cevap vermeden önce düşündü Berta Dunér.
“Olabilir,” dedi. “Madem ki söylediniz, hayatının son aylarında onda bazı değişiklikler vardı.”
“Sizin bir açıklamanız var mı bu konuda?”
“Yok.”
“Hiç sıra dışı bir şey olmuş muydu?”
“Hayır, olmadı.”
“Lütfen iyice düşünün. Bu çok önemli olabilir.”
Berta Dunér düşünürken bir bardak çay daha koydu. Wallander konuşmasını bekledi. Biraz sonra kadın bakışlarını ona çevirdi.
“Söyleyemem,” dedi. “Çünkü açıklayamıyorum.”
Wallander, Berta Dunér’in doğruyu söylemediğini anladı fakat daha fazla baskı yapmamaya karar verdi. Her şey hâlâ belirsiz ve şüpheliydi. Henüz vakti gelmemişti.
Wallander bardağı bir kenara koyup ayağa kalktı. “Sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim,” dedi. “Ama ne yazık ki yine gelmem gerekecek.”
“Tabii ki,” dedi Berta Dunér.
“Söylemek istediğiniz bir şey olursa beni aramanız yeterli,” dedi Wallander çıkarken. “En küçük detaylar bile önemli olabilir.”
“Bunu aklımda bulunduracağım,” dedi Berta Dunér kapıyı kapatırken.
Wallander kontağı çevirmeden arabada oturdu. Kendisini fazlasıyla huzursuz hissetti. İki avukatın ölümünün arkasında, ne olduğunu tam olarak açıklayamadığı ciddi ve rahatsız edici bir şeyler olduğunu seziyordu. Hâlâ olayın yüzeyini kazımaya çalışıyorlardı.
Bir şeyler bizi yanlış yöne sevk ediyor, diye düşündü. Finlandiya’dan gönderilen kartpostal belki de bir kandırmaca değildir, belki de bizim gerçekten incelememiz gereken bir şeydir. Ama neden?
Arabayı çalıştırmak üzereyken karşı kaldırımda durduğunda izlendiğini fark etti.
Yirmi yaşlarında, Asya kökenli genç bir kızdı. Wallander’in kendisini fark ettiğini anlayınca hızla uzaklaştı. Wallander dikiz aynasından kızın sağa dönerek Hamn Caddesi’ne doğru arkasına bakmadan gittiğini gördü.
Daha önce bu genç kızı hiç görmediğinden emindi.
Ne var ki genç kız Wallander’i tanıyor olabilirdi. Bir polis olarak yıllar içinde pek çok defa çeşitli durumlarda mülteci ve sığınmacılarla karşı karşıya gelmişti.
Arabasını emniyete sürdü. Rüzgâr hâlâ sert esiyor ve doğuda bulutlar toplanıyordu. Kristianstadsvägen’e dönmüşken aniden frene bastı. Arkasındaki kamyon bu ani duruşa korna çaldı.
Çok yavaş tepki veriyorum, diye düşündü. Ağaçlardan ormanı göremiyorum.
Kural dışı bir dönüş yaptı, Hamn Caddesi’ndeki postanenin önüne park etti ve arabadan inip süratle kuzeyden Stick Caddesi’ne giden ara sokağa girdi. Berta Dunér’in pembe evini görebileceği bir yerde durdu.
Hava gittikçe soğuyordu. Wallander pembe evden gözünü ayırmadan bir ileri, bir geri yürümeye başladı. Bir saat kadar sonra pes etmeyi geçirdi aklından. Ama haklı olduğundan emindi. Evi izlemeye devam etti. Şu anda Åkeson, Wallander’i bekliyor olmalıydı fakat beyhude beklemiş olacaktı.
Üçü kırk üç geçe pembe evin kapısı hızla açıldı. Wallander bir duvarın arkasına saklandı. Haklıydı. Asya kökenli o kızın Berta Dunér’in evinden çıkmasını seyretti. Kız köşeyi dönüp gözden kayboldu.
Yağmur tekrar yağmaya başlamıştı.

5
Soruşturma toplantısı saat dörtte başladı ve tam olarak yedi dakika sonra bitti. Toplantıya en son Kurt Wallander geldi ve sandalyesine çöktü. Nefes nefeseydi ve ter içinde kalmıştı. Masanın etrafındaki arkadaşları şaşkınlıkla Wallander’e bakıyorlardı ancak kimse bir yorum yapmadı.
Björk’ün kimsede rapor edilecek önemli bir gelişme ya da görüşülecek bir konu olmadığını anlaması birkaç dakika sürdü. Soruşturmada eskiden beri söyledikleri gibi, “tünel kazma zamanı” adını verdikleri bir noktaya gelmişlerdi. Görünenin altında saklı olan bir şeyleri bulmak için yüzeydeki katmanları geçmeye çalışıyorlardı. Bu, ceza soruşturmalarındaki alışıldık bir aşamaydı ve tartışmaya gerek yoktu. Toplantının sonunda soru soran tek kişi Wallander oldu.
“Alfred Harderberg kim?” diye sordu elindeki kâğıt parçasında yazan isme bakarak.
“Herkesin tanıdığı birisi,” dedi Björk. “İsveç’in şu anda en başarılı iş adamı… Burada Skåne’de yaşıyor. Özel jetiyle dünyayı dolaşmadığı zamanlarda…”
“Farnholm Şatosu’nun sahibi,” dedi Svedberg. “Dibinde kum yerine gerçek altın tozu bulunan bir akvaryumu olduğu söyleniyor.”
“Gustaf Torstensson’un müvekkiliymiş,” dedi Wallander. “Aslında tek müvekkili… Ve en son görüştüğü kişi… Torstensson tarlada öldüğü gece onunla yaptığı toplantıdan dönüyormuş.”
“Balkanlarda savaştan harap olmuş bölgelerdeki ihtiyaç sahipleri için yardım kampanyası organize etmişti,” dedi Martinson. “Gerçi bu, sınırsız miktarda para sahibi birisi için çok da sıra dışı sayılmayabilir.”
“Alfred Harderberg saygı göstermemiz gereken birisi,” dedi Björk.
Wallander, Björk’ün konuşulanlardan rahatsız olduğunu görebiliyordu. “Saygı göstermemiz gerekmeyen birisi var mı?” dedi Wallander yüksek sesle. “Yine de kendisine ziyarette bulunmaya niyetliyim.”
“Gitmeden önce telefon et,” dedi Björk ve ayağa kalktı.
Toplantı o anda bitti. Wallander kendisine bir kahve alıp odasına çekildi. Berta Dunér’in Asya kökenli genç bir kız tarafından ziyaret edilmesinin ne anlama geldiğine dair düşünmek için zamana ihtiyacı vardı. Belki de bunun hiçbir anlamı yoktu, ne var ki içgüdüleri tam tersini söylüyordu. Ayaklarını masaya uzatıp sandalyesinde geriye yaslandı ve dizlerinin arasına kahve fincanını koydu.
Telefon çaldı. Wallander telefonu açmak için sıçradığında fincan elinden fırlayıp yere düştü ve pantolonunun paçasına kahve döküldü.
“Hay aksi,” diye bağırdı Wallander kulağına tuttuğu ahizeye doğru.
“Kabalığa gerek yok,” dedi babası. “Sadece neden beni aramadığını soracaktım.”
Wallander ânında suçluluk hissetti, sonra hisleri kızgınlığa dönüştü. Babasıyla ilişkilerinin daha az gergin olduğu bir günü görebilecek miydi?
“Elimdeki kahveyi üzerime döktüm,” dedi Wallander. “Bacağım yandı.”
Babası, Wallander’in açıklamasını duymamış gibi görünüyordu. “Neden oradasın? İzinde olman gerekirdi.”
“Artık değil. Yeniden çalışmaya başladım.”
“Ne zaman?”
“Dün?”
“Dün mü?”
Wallander kısa kesmezse bu konuşmanın fazlasıyla uzayacağını anladı. “Sana haber vermem gerekirdi,” dedi, “Ama hiç zamanım yok. Yarın akşam sana gelip neler olduğunu anlatırım.”
“Seni görmeyeli uzun zaman oldu,” dedi babası ve telefonu kapattı.
Wallander telefon elinde bir süre olduğu yerde kalakaldı. Babası seneye yetmiş beş yaşına girecekti ve Wallander’de sürekli çelişkili duygular uyandırmayı başarıyordu. Kendisini bildi bileli babasıyla ilişkileri karmaşıktı. Özellikle ona polis olmaya karar verdiğini söylediği günden beri. Üzerinden yirmi beş yıl geçmişti ama Wallander’in kararını eleştirme fırsatını hiç kaçırmazdı. Buna rağmen babasına zaman ayıramadığı için Wallander’in vicdanı rahat değildi. Geçen yıl kendisinden otuz yaş genç birisiyle, evine haftada üç kez yardıma gelen sosyal hizmet görevlisi bir kadınla evleneceğine dair o şaşırtıcı haberi aldığında artık arkadaşsız kalmayacağını tahmin etmişti. Şimdi elinde telefon ahizesiyle otururken babasıyla ilişkilerinde hiçbir şeyin değişmediğini fark etti.
Ahizeyi yerine koyup yere düşen fincanı aldı ve not defterinden kopardığı bir kâğıt parçasıyla pantolonunu temizledi. O anda Savcı Åkeson’u arayıp açıklama yapması gerektiğini hatırladı. Åkeson’un sekreteri telefonu hemen bağladı. Wallander gelemeyeceğini söyledi, Åkeson buna karşılık ertesi sabah buluşmayı önerdi.
Wallander bir kahve daha almaya gitti. Koridorda bir elinde dosya taşıyan Höglund’a rastladı.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu Wallander.
“Yavaş,” dedi Höglund. “İki avukatın ölümünde bir bityeniği olduğuna dair düşünceleri aklımdan çıkaramıyorum.”
“Ben de aynen öyle hissediyorum,” dedi Wallander. “Seni böyle düşündüren ne?”
“Tam olarak bilmiyorum.”
“Bunu yarın tartışalım,” dedi Wallander. “Tecrübelerime göre kelimelerle ifade edemediğin ya da tam olarak anımsayamadığın şeyleri asla hafife almamak gerekir.”
Wallander odasına dönüp telefonun fişini çekti ve not defterini açtı. Sten Torstensson’un Skagen’deki kumsalda havanın buz gibi olduğu o gün, sislerin içinden kendisine doğru yürüdüğü âna dönmeye çalıştı. Bu, soruşturmanın benim için başlama ânıydı, diye düşündü. Sten daha ölmemişken başlamıştı bu soruşturma.
İki avukat hakkında bildiği her şeyi gözden geçirdi. Sağını ve solunu dikkatle izleyerek geri çekilen bir asker gibiydi. Kendisinin ve arkadaşlarının şimdiye kadar topladıkları bilgileri tek tek incelemesi bir saatini aldı.
Görebildiğim ve henüz göremediğim şeyler ne? Soruşturma notlarını gözden geçirirken defalarca bunu sorup durdu kendine. Fakat elindeki kalemi bir kenara fırlattığında elde edebildiği tek şey kafasındaki son derece dekoratif ve süslü soru işaretiydi.
İki avukat öldü, diye düşündü. Bir tanesi muhtemelen kaza süsü verilen garip bir olayda öldürüldü. Gustaf Torstensson’u öldüren her kimse soğukkanlı ve kurnaz biri olmalı. Sandalye bacağı ise alışılmamış bir hataydı. Elimde kim ve neden soruları var ama başka sorular da olabilir.
O anda yapabileceği, hatta yapması gereken bir şey aklına geldi. Berta Dunér’in telefonunu notlarından bulup aradı.
“Rahatsız ettiğim için kusura bakmayın,” dedi. “Ben Komiser Wallander. Size bir sorum olacak. Hemen cevap verebilirseniz minnettar olurum.”
“Yardımcı olabilirsem sevinirim,” diye karşılık verdi Berta Dunér.
Aslında iki sorum var, diye düşündü Wallander, ama Asyalı kadın hakkında soracaklarımı başka bir zamana saklıyorum.
“Gustaf Torstensson’un öldüğü gece Farnholm Şatosu’na müvekkiliyle görüşmeye gittiğini kimler biliyordu?” diye sordu Wallander.
Berta Dunér cevap vermeden önce biraz bekledi. Wallander bunun daha iyi hatırlamak için mi yoksa zaman kazanmak için mi olduğunu merak etti.
“Tabii ki ben biliyordum,” dedi Berta Dunér. “Belki Bayan Lundin’e de bahsetmiş olabilirim. Fakat başka bilen yoktu.”
“O hâlde Sten Torstensson’un da haberi yoktu?”
“Öyle olmalı. Çünkü randevu defterlerini ayrı tutarlardı.”
“Öyleyse bu konudan haberi olan büyük ihtimalle sadece sizdiniz,” dedi Wallander.
“Evet.”
“Teşekkür ederim. Rahatsız ettiğim için özür dilerim,” dedi Wallander ve telefonu kapattı.
Notlarına geri döndü. Gustaf Torstensson bir müvekkiliyle görüşmeye gitmişti ve dönüş yolunda saldırıya uğrayıp kaza süsü verilmiş bir cinayetle öldürülmüştü.
Berta Dunér’in söylediklerini gözden geçirdi. Gerçeği söylediğine eminim, diye düşündü, ama beni ilgilendiren bu gerçeğin arkasında yatan şey. Söyledikleri, Gustaf Torstensson’un o akşamki randevusunu kendisi dışında bilen tek kişinin Farnholm Şatosu’ndaki adam olduğu anlamına geliyor.
Olayları değerlendirmeye devam etti. Soruşturmanın görünümü sürekli değişiyordu. İleri derecede güvenlik sistemi olan kasvetli bir ev… Bodrumda saklanmış ikona koleksiyonu. Daha fazla ilerleyemeyeceğini hissettiğinde düşüncelerinin yönünü Sten Torstensson’a çevirdi. Olayın görünümü yine değişmiş ve daha girift hâle gelmişti. Kumsaldaki rüzgâra açık sığınağında Sten’in birden ortaya çıkışı, aynı anda çalan hüzünlü sis sirenleri ve sanat müzesindeki tenha kafe, bunların hepsi Wallander’e, inandırıcı olmayan bir operetin içeriği gibi görünüyordu. Ancak olay örgüsünde hayatın ciddiye alındığı anlar vardı. Sten babasının huzursuz ve üzgün olduğunu söylemişti ve Finlandiya’dan bilinmeyen birisi tarafından gönderilen ancak Sten tarafından düzenlenen kartpostal vardı; belli ki bir tehdit söz konusuydu ve Sten’in yanlış bir iz bırakması gerekiyordu. Elbette izin yanlış olduğunu, doğru olmadığını varsayarsak.
Hiçbir şey bizi bir sonraki aşamaya götürmüyor, diye düşündü, ama yine de bunlar kategorize edilebilecek durumlar. Oysa bazı gizemli olgular için ne yapılması gerektiğine karar vermek oldukça zor, Berta Dunér’i ziyaret ettiğinin bilinmesini istemeyen Asya kökenli kadın gibi ve iyi bir yalancı olsa da Ystad polisinden bir komiseri kandıramayan ya da en azından şüpheye düşüren Berta Dunér gibi.
Wallander ayağa kalkıp gerindi ve pencerenin önüne geçti. Saat altıydı ve karanlık basıyordu. Koridordan sesler geliyor, ayak sesleri yaklaşıp uzaklaşıyordu. Rydberg’in hayatının son demlerinde söylediği bir sözü hatırladı: “Emniyet binası aslında bir hapishane gibidir. Polisler ve suçlular birbirlerinin ayna görüntüsündeki hayatlarını yaşarlar. Hangisi mahkûm, hangisi özgür, karar vermek çok zordur.”
Wallander birden kendisini bitkin ve yalnız hissetti. Tek tesellisine sığındı: Riga’da Baiba Liepa ile hayali bir sohbetteydi, sanki Baiba karşısındaydı ve sanki odası Riga’da harabe görünümlü o gri binadaki, loş ışıklı ve kalın perdeleri sürekli çekili o dairedeki bir odaydı. Ama görüntü birbiriyle mücadele eden iki güreşçiden daha güçsüz olanın kuvvetten düşmesi gibi giderek bulanıklaştı. Bunun yerine Wallander kendisini bir elinde tabanca diğer elinde tüfekle, Skåne sisinin içinde, çamurlu elleri ve dizleri üzerinde sürünürken, sanki alışılmadık bir film yıldızının acınası bir kopyasıymış gibi hayal etti. Sonra aniden bu hayal de paramparça oldu ve gerçeklik çatlakların arasından sızarak kendisini dayattı, ölüm ve öldürme sihirbazın şapkasından çıkan tavşanlar gibi sevimli değildi. Wallander kendisini, bir adamın kafasından vurulmasına şahit olurken izledi, sonra o da ateş ediyordu ve o anda emin olduğu tek şey, tek umudunun ateş ettiği adamın ölmesi olduğunu anımsadı.
Yeterince gülmeyen bir adamım, diye düşündü. Orta yaşım, farkında olmadan beni çok tehlikeli, görünmez kayaların olduğu bir kıyıda mahsur bıraktı.
Bütün notlarını masada bırakıp çıktı. Santralde telefonla konuşan Ebba beklemesi için işaret etti ama Wallander el sallayarak acelesi olduğunu ima etti.
Arabasıyla eve gidip daha sonra tarif edemeyeceği bir yemek pişirdi. Pencere kenarında duran beş bitkiye su verdi, çamaşır makinesini etrafa saçılmış giysilerle doldurdu fakat deterjan kalmadığını fark etti, sonra kanepeye oturup ayak tırnaklarını kesti. Ara sıra sanki yalnız olmadığını görmek istercesine odaya göz gezdirdi. Saat onu biraz geçerken yatak odasına gitti ve neredeyse hemen uykuya daldı.
Dışarıda yağmur azalarak hafif çisentiye dönüşmüştü.
Kurt Wallander ertesi sabah uyandığında hava hâlâ karanlıktı. Işıklı saat hemen hemen beşi gösteriyordu. Tekrar uyumaya çalıştı ama başaramadı. Soğukta geçirdiği zamanlar onu hâlâ etkiliyordu. Her ne değiştiyse ve hâlâ aynı kalan her neyse, hayatımın geri kalanını “öncesi” ve “sonrası” olmak üzere iki zaman ölçeğinde geçireceğim, diye düşündü. Kurt Wallander bir varmış, bir yokmuş.
Saat beş buçukta yataktan kalktı. Kahve yapıp gazetenin gelmesini beklerken termometrede dışarıdaki sıcaklığın dört derece olduğunu gördü. Sebebini bulmaya ya da mücadele etmeye gücü yetmediği bir huzursuzluk hissinin etkisiyle dairesinden saat altıda çıktı. Farnholm Şatosu’nu ziyaret etmekten başka yapacak daha iyi bir işi olmadığını düşünerek arabasına bindi ve motoru çalıştırdı. Yolda bir yerde durup hem kahve alabilir hem de telefon ederek geldiğini haber verebilirdi. Arabasını Ystad’ın doğusuna doğru sürdü, on sekiz ay önce eski Wallander’in son savaşını verdiği, sağ tarafındaki askerî eğitim alanından geçerken bakışlarını kaçırdı. Orada sislerin içindeyken şiddetin hiçbir türünden çekinmeyen, soğukkanlılıkla adam öldürmekte tereddüt etmeyen insanlar olduğunu öğrenmişti. Orada dizleri çamura batmış bir hâlde kendi hayatı için can havliyle mücadele etmiş ve her nasılsa inanılmaz isabetli bir atış sayesinde bir adamı öldürmüştü. Bu geri dönüşü olmayan bir andı, hem yeniden doğum hem de bir cenaze töreniydi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/henning-mankell/gulumseyen-adam-69401665/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Ç.N. Skanska, İsveç merkezli bir inşaat firması.

2
Ç.N. Hamis Muşayt, Suudi Arabistan’ın güneybatısında bulunan bir şehir.

3
Ç.N. Cidde, Suudi Arabistan’daki en büyük ikinci şehir.

4
Ç.N. Skagen, Danimarka’nın en kuzeyinde bulunan, Kuzey Denizi ile Baltık Denizi’nin farklı yoğunlukları nedeniyle birbirine karışmadan karşılaştıkları bir kıyı kasabası.

5
Ç.N. Barbados, Güney Karayipler’de bağımsız bir ada ülkesi.

6
Ç.N. Pentekostalizm, Protestan Hristiyanlığın bir koludur ve Tanrı ile kişisel bir deneyime vurgu yapar.
Gülümseyen Adam Хеннинг Манкелль
Gülümseyen Adam

Хеннинг Манкелль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "BİRİNCİ SINIF BİR POLİSİYE: KURT WALLANDER SERİSİ

  • Добавить отзыв