Beyaz Aslan

Beyaz Aslan
Henning Mankell
Kurt Wallander #3
"BİRİNCİ SINIF BİR POLİSİYE: KURT WALLANDER SERİSİ
“Yaşamın da ölümün de zamanı var.”
İsveç’in huzurlu güney bölgesinde genç bir kadın ölü bulunur. Bu cinayeti soruşturmak üzere Kurt Wallander ve ekibi görevlendirilir. Soruşturmada derinlere inildikçe Güney Afrika istihbaratının ve eski bir KGB ajanının dâhil olduğu korkunç bir suikast planı ve Güney Afrika’nın karanlık ırkçı dünyası çıkar ekibin karşısına.
“İskandinav polisiye edebiyatının usta yazarından… Birinci sınıf sürükleyici bu romanda küçük bir kasabada işlenen bir cinayet uluslararası bir entrikanın kapısını aralıyor…” The New York Times Book Review
“Wallander kitaplarının bu kadar ses getirmesi çok da şaşırtıcı değil.” Times Literary Supplement
“Bu tarz sürükleyici romanların kalitesini, hikâyedeki dedektifle daha fazla zaman geçirmek isteyip istememeniz belirliyor ve kesinlikle Kurt Wallander’le daha fazla zaman geçirmek isterim.” Independent"

Henning Mankell
Beyaz Aslan

Ön Söz
Nelson Mandela 1990 yılında otuz yıldan beri siyasi tutuklu olarak bulunduğu Robben Adası’ndan tahliye edildi.
Dünya, Mandela’nın özgür kalışını kutlarken birçok Güney Afrikalı bunu net bir savaş ilanı olarak değerlendiriyordu. Başkan de Klerk ise kendisinden nefret edilen bir vatan haini olarak görülüyordu.
Mandela’nın tahliye edilmesi sırasında bir grup adam büyük bir gizlilik içinde buluşarak Güney Afrikalıların geleceğinin sorumluluğunu üstlendiler. Bu kişiler çok acımasızdı ve kendilerini kutsal bir misyon üstlenmiş olarak değerlendiriyorlardı. Asla boyun eğmeyeceklerdi.
Gizlice buluştular ve bir karar verdiler. Ülkenin kana boyanacağı bir iç savaş başlatacaklardı.

YSTAD’LI KADIN

1
Emlakçı Louise Åkerblom, 24 Nisan Cuma günü öğleden sonra saat üçte Skurup’taki Sparbanken’den çıktı. Kaldırımda bir an durup temiz havayı içine çekerek bundan sonra ne yapması gerektiğini düşündü. Aslında o anda işi unutup Ystad’daki evine gitmekten başka bir şey istemiyordu. Ne var ki o sabah kendisini arayan dul kadına, satmak istediği evini gidip göreceğine söz vermişti.
Oraya gitmesinin ne kadar süreceğini tahmin etmeye çalıştı. Belki bir saat, belki de biraz daha fazla. Ayrıca ekmek alması da gerekiyordu. Genellikle evin ekmeğini kocası Robert pişirirdi ama bu hafta fırsat bulamamıştı. Meydanın karşı tarafına geçti, sola dönüp fırına doğru yürüdü. Kapıyı açarken üstündeki eski moda çanın sesi duyuldu. Fırında kendisinden başka müşteri yoktu, tezgâhtaki kadın daha sonra, Louise Åkerblom’un o gün oldukça neşeli olduğunu ve sonunda baharın gelmesine ne denli sevindiğinden söz ettiğini hatırlayacaktı.
Çavdar ekmeği ve eşiyle çocuklarına sürpriz yapmak için bir miktar Napolyon pasta aldı. Sonra da bankaya, arabasının yanına döndü. Arabasına doğru giderken kısa süre önce bir ev sattığı Malmö’lü çiftle karşılaştı. Çift, evi satın aldıkları kişiye para ödemek, kredi sözleşmesini ve anlaşmayı imzalamak için bankaya gelmişti.
Artık kendi evlerinde oturacakları için çok mutluydular. Louise onlar adına seviniyordu ama aynı zamanda da içinde bir tedirginlik vardı: acaba hem krediyi hem de faizini ödeyebilecekler miydi? Zor günler yaşanıyordu, artık hiç kimse işinde kendini güvende hissetmiyordu. Ya adamı işinden atarlarsa? Çiftin parasal durumlarını çok dikkatle incelemişti. Diğer genç çiftlerin tersine bunlar kredi kartlarını düşüncesizce kullanmıyorlardı ve genç ev kadını tutumlu birine benziyordu. Kısacası evlerinin borcunu ödeyebilecek kişilere benziyorlardı. Ödeyemezlerse yakında evin satılığa çıktığını nasıl olsa duyardı. Belki evi satan kişi kendisi ya da Robert olurdu. Birkaç yıl içersinde aynı evi iki ya da üç kez sattığı çok olmuştu.
Arabasını açıp bindi, araç telefonundan Ystad bürosunu aradı. Robert eve gitmiş olmalıydı. Telesekreterden kocasının Åkerblom Emlak Şirketi’nin hafta sonu için kapalı olduğunu ama pazartesi sabahı saat sekizde işbaşı yapacaklarını bildiren sesini duydu.
Önce Robert’in büroyu bu denli erken kapatmasına şaşırdı. Sonra onun bugün öğleden sonra muhasebecileriyle buluşacağını hatırladı. Telesekretere mesaj bıraktı: “Selam!Krageholm’dekieve bakmaya gidiyorum. Sonra da eve geleceğim. Saat şimdi üçü çeyrek geçiyor. Beşte evde olurum.” Telefonu yerine koydu. Robert muhasebeciyle görüştükten sonra belki büroya uğrardı.
Koltuğun üstündeki plastik dosyayı aldı, dul kadının verdiği tarifle çizdiği haritayı çıkardı içinden. Ev, Krageholm ile Vollsjö arasındaki tali yolun üzerindeydi. Oraya gitmesi, eve ve çevresine bakması, sonra da Ystad’a geri dönmesi bir saatini alacaktı.
Birden duraksadı. Evi daha sonra da görürüm, diye geçirdi içinden. Eve sahilden giderim ve bir süre sahilde uygun bir yerde durarak denizi seyrederim. Bugün zaten bir ev sattım; şimdilik bu yeter.
Bir şarkı mırıldanmaya başladı, arabayı çalıştırdı ve Skurup’tan çıktı. Trelleborg çıkışına geldiğinde bir kez daha fikir değiştirdi. Pazartesi ve salı çok yoğun olduğundan kadının evine gidip bakamayacaktı. Bu yüzden kızıp başka bir emlakçıya gidebilirdi. Böylesi bir şeyin olmasına izin veremezlerdi. Ülkede zor günler yaşanıyordu. Rekabet her geçen gün daha da artıyordu. Hiç kimse elindeki işi kaçırmayı göze alamıyordu.
İç çekerek direksiyonu kırdı. Sahil yoluyla deniz bir süre daha bekleyebilirdi. Gelecek hafta haritayı dayayabileceği bir şey almaya karar verdi, böylece doğru yolda olup olmadığını kontrol etmek için başını sürekli çevirmek zorunda kalmayacaktı. Dul kadının oturduğu sokağa daha önce hiç gitmemişti, ancak sokağı bulmakta zorlanacağını sanmıyordu. Mahalleyi biliyordu. Gelecek yıl emlakçılıktaki onuncu yılları dolacaktı.
Bu düşünceyle birlikte başını şaşkınlıkla salladı. On yıl olmuş. Zaman çok çabuk geçiyordu, gereğinden fazla çabuk. Bu on yıl içinde iki çocuk doğurmuş ve emlak şirketini kurabilmek için Robert’le birlikte canla başla çalışmıştı. Firmayı ilk kurdukları yıllarda ülkenin ekonomik durumu şimdikine oranla çok daha iyiydi, bunu şimdi daha iyi görebiliyordu. İşe şimdi başlasalardı asla başarılı olamazlardı. Hâline şükretmeliydi. Tanrı hem kendisine hem de ailesine çok iyi ve cömert davranmıştı. Çocuklarımızı Kurtaralım Derneği’ne yaptıkları katkıyı arttırmaları konusunu Robert’le bir kez daha konuşmalıydı. Robert para konusunda Louise’ten daha titiz olduğundan elbette bu fikre önce karşı çıkacaktı. Ama yine de onunla konuşmalı ve ikna etmeliydi. Zaten son sözü genellikle kendisi söylerdi.
Birden yanlış sokağa saptığını fark ederek frene bastı. Ailesini ve şimşek gibi bir hızla geçen on yılı düşünürken yanlış sokağa sapmıştı. Kendi kendine güldü, başını iki yana salladı ve U dönüşü yapmadan önce dikkatle yola baktı.
Skåne çok güzel bir yer, diye geçirdi içinden. Güzel ve ferah. Ama aynı zamanda sırlarla dolu. İlk bakışta insana dümdüz bir yer gibi geliyordu ama sonra birden bu manzara değişiyor ve evlerle çiftlikler, ıssız adalar gibi ortaya çıkıyordu. Evlere bakmak ya da alıcılara göstermek için çevrede dolaştığında manzaranın sürekli değişen doğasına hep ilk kez keşfediyormuş gibi hayran kalıyordu.
Kadının verdiği tarife bakmak için Erikslund’u geçtikten sonra arabayı kenara çekerek durdu. Haklıydı. Sola döndükten hemen sonra Krageholm yoluna çıktı. Manzara çok güzeldi. Tepelerin arasındaki virajlı yol Krageholm ormanından geçiyor ve göle uzanıyordu. Louise bu yoldan geçmeyi çok severdi, defalarca geçmesine karşın yine de sanki ilk kez görüyormuş gibi heyecanlanırdı.
Yedi kilometre gittikten sonra son sapağı aramaya koyuldu. Kadın, bu sapağın bozuk ve toprak bir yol olduğunu söylemişti. Sapağı gördüğünde yavaşladı ve sağa döndü; haritaya göre ev bir kilometre ileride, sol taraftaydı. Üç kilometre gittikten sonra yol bitince Louise yanlış yolda olduğunu fark etti.
Bir an için evi unutup dönmeyi düşündü. Ama bu düşünceyi bir kenara atarak yeniden Krageholm yoluna çıktı. Kuzeye doğru yaklaşık beş yüz metre gittikten sonra bir kez daha sağa saptı. Bu sokakta kendisine verilen tarife uygun tek bir ev bile yoktu. İç çekti, geri dönerek durup sormaya karar verdi. Kısa bir süre sonra ağaçların arasına gizlenmiş bir ev gördü.
Arabayı durdurdu, motoru kapattı ve arabadan indi. Ağaçlardan gelen kokuyu içine çekti. Skåne’de sık rastlanan beyaz boyalı, ahşap ve U şeklindeki eve doğru yürüdü. Panjurlardan biri açıktı. Bahçede bır kuyu vardı, kuyunun yanında da siyah bir tulumba.
Tereddüt etti ve durdu. Ev terk edilmişe benziyordu. Belki de evine dönse çok daha iyi olacaktı. Kadın da öfkelenmese ne güzel olurdu.
Ama kapıya vurabilirim, diye geçirdi içinden. Denemeye değer.
Eve gelmeden önce büyük ve kırmızıya boyanmış bir ahırın önünden geçti. Başını aralık kapıdan içeri uzattı.
Gördüklerine çok şaşırdı. İçerde iki araba vardı. Arabalar iyi durumda değildi ama biri son derece pahalı bir Mercedes, diğeriyse BMW’ydi. O hâlde ev ıssız olamaz, diye düşünerek beyaz badanalı eve doğru yürüdü.
Kapıyı vurdu ama içeriden bir ses gelmedi. Bir kez daha ama bu sefer biraz da sert bir şekilde vurdu, yine kapıyı açan olmadı. Kapının yanındaki pencereden içeri bakmaya çalıştı, perdeler kapalıydı. Evin arka kapısının olup olmadığına bakmak için oradan uzaklaşmadan önce son bir kez daha kapıya vurdu.
Evin arka tarafında bakımsız bir meyve bahçesi vardı. Elma ağaçları neredeyse yirmi ya da otuz yıldan beri budanmamış gibiydi. Pas içindeki bahçe sandalyeleriyle masası armut ağacının altında duruyordu. Bir saksağan kanatlarını çırparak uzaklaştı. Arka kapıyı bulamamıştı, evin ön tarafına geri döndü.
Bir kez daha vuracağım, dedi kendi kendine. Eğer yine açan olmazsa Ystad’a geri dönerim. Böylelikle akşam yemeği hazırlıklarına başlamadan sahilde biraz durup dinlenebilme şansım da olur.
Kapıya hızla vurdu. Hâlâ açan yoktu.
Birinin avludan gelip yanına yaklaştığını duymadı ama hissetti. Hızla döndü.
Bir adam ondan yaklaşık bir metre kadar ötede duruyordu. Kıpırdamadan gözlerini yüzüne dikmiş bakıyordu. Adamın alnında yara izi olduğunu gördü. Birden kendini çok huzursuz hissetti.
Bu adam nereden çıkmıştı? Avlu taşlı olduğu hâlde neden ayak seslerini duymamıştı? Acaba saldıracak mıydı?
Adama doğru bir adım atarak sakin bir sesle konuşmaya çalıştı.
“Sizi rahatsız etmedim, umarım,” dedi. “Ben emlakçıyım ve yolumu kaybettim. Gideceğim yerin adresini sormak istiyordum.”
Adam cevap vermedi.
Belki İsveçli değil, diye geçirdi içinden. Belki onun söylediklerini anlamamıştı. Adamın dış görünüşünde yabancı olduğunu hissettiren bir tavır vardı.
Birden bir an önce oradan uzaklaşması gerektiğini hissetti. Karşısında duran bu hareketsiz adam ve onun buz gibi bakışlarından ürkmüştü.
“Sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim,” dedi. “Rahatsız ettiğim için özür dilerim.”
Yürümeye başladı ama bir iki adım attıktan sonra durdu. Adam bir anda canlandı. Ceketinin cebinden bir şey çıkardı. Louise önce bunun ne olduğunu göremedi. Sonra tabanca olduğunu fark etti.
Adam tabancayı yavaşça kaldırdı ve namluyu Louise’in başına doğrulttu.
Aman Tanrım, diye geçirdi içinden Louise.
Aman Tanrım, lütfen bana yardım et. Bu adam beni öldürecek. Tanrım, lütfen, lütfen bana yardım et.
24 Nisan 1992 günü öğleden sonra dörde çeyrek vardı.

2
27 Nisan Pazartesi sabahı Komiser Kurt Wallander, Ystad emniyetine geldiğinde öfkeliydi. En son ne zaman bu denli öfkeli olduğunu hatırlayamıyordu. Sabah tıraş olurken yüzünü kesmesi de zaten sinirli olan komiseri iyice çileden çıkarmıştı.
Kendisine günaydın diyen çalışma arkadaşlarına homurdanarak karşılık verdi. Odasına girer girmez kapıyı hızla kapattı, telefonu fişten çekti ve koltuğuna oturarak camdan dışarı bakmaya başladı.
Kurt Wallander kırk dört yaşındaydı. Çok başarılı, inatçı ve zeki bir polis olarak tanınırdı. O sabah kendini hem çok öfkeli hem de huzursuz hissediyordu. Hiç hatırlamak istemeyeceği bir pazar günü geçirmişti.
Öfkeli olmasının nedenlerinden biri Löderup’un dışında tek başına yaşayan babasıydı. Babasıyla her zaman sorunlu bir ilişkisi olmuştu. İlişkileri yıllar içersinde de düzelmemişti. Üstelik kendisinin de fark ettiği gibi her geçen gün babasına daha çok benziyordu. Acaba babası gibi asık suratlı, ne yapacağı önceden kestirilemeyen biri mi olacaktı yaşlanınca?
Pazar günü öğleden sonra Kurt Wallander yine her zamanki gibi babasını görmeye gitmişti. Ilık bahar güneşinin altında verandada kahve içip kâğıt oynamışlardı. Birdenbire babası evlenmeye karar verdiğini açıklamıştı. Kurt Wallander önce yanlış duyduğunu sanmıştı.
“Hayır,” demişti. “Benim evlenmeye niyetim yok.”
“Ben senden söz etmiyorum ki,” diye karşılık vermişti babası. “Evlenmeye karar veren benim.”
Kurt Wallander babasına şaşkınlıkla bakmıştı. “Seksen yaşındasın. Bu yaşta evlenilir mi?”
“Ölmedim daha,” diye üstelemişti babası öfkeyle. “İstediğim her şeyi yapabilirim. Kiminle evleneceğimi sormayacak mısın?”
Kurt Wallander kiminle evleneceğini sordu.
“Kendin bul. Polislerin sonuca ulaşmak için çaba gösterdiklerini sanırdım?”
“Sen yaşıtın hiç kimseyi tanımıyorsun ki.”
“Tanıdığım biri var,” demişti babası. “Ayrıca yaşıtımla evlenmem gerektiğini kim söylüyor ki?”
Kurt Wallander birden yalnızca tek bir olasılık olduğunu fark etmişti: Haftada üç kez gelip babasının ayaklarını yıkayan ve evi temizleyen elli yaşındaki Gertrud Anderson’dan başkası olamazdı.
“Gertrud’la mı evleneceksin?” diye sormuştu. “Ona evlenmek isteyip istemediğini sordun mu? Aranızda otuz yaş fark var. Başka biriyle yaşayabilecek misin? Bunu hiçbir zaman başaramadın ki. Annemle bile olmadı.”
“Yaşlılığımda huyum da değişti, artık iyi huylu biri oldum,” diye karşılık vermişti babası.
Kurt Wallander kulaklarına inanamamıştı. Babası evlenecekti, ha? Yaşlılığında daha iyi huylu olmuştu? Bu mümkün müydü?
Sonra da kavga etmeye başlamışlardı. Sonunda babası kahve fincanını lalelerin üstüne fırlatmış ve kendini resim stüdyosuna kapatmıştı. Yıllardan beri hep aynı resmi yapar dururdu; sonbahar manzarasında gün batımını resmederdi. Ara sıra da bu manzaraya bir horoz eklerdi. Kurt Wallander öfkeyle evine dönmüştü. Bu saçmalıklara bir nokta koymalıydı. Babasının yanında bir yıldan beri çalışan Gertrud Anderson, onunla yaşamanın olanaksız olduğunu nasıl olmuş da görememişti?
Arabasını evine oldukça yakın bir yere park etti. Eve gider gitmez Stockholm’de yaşayan kız kardeşi Kristina’yı aramaya karar vermişti. Ona mutlaka bir an önce Skåne’ye gelmesini söyleyecekti. Aslında hiç kimse babasının kararını değiştiremezdi. Ama belki Gertrud Anderson gerçekleri görür ve evlenmekten vazgeçerdi.
Kız kardeşini arayamadı. En üst kattaki dairesine vardığında kapının kırık olduğunu gördü. Birkaç dakika sonra hırsızların daha yeni aldığı müzik setini, CD’lerini, plaklarını, televizyonu, radyoyu, saatlerini ve kamerasını çaldıklarını fark etti. Ne yapması gerektiğini düşünerek kendini bir koltuğa atıp bir süre oturdu. Sonunda iş yerine telefon ederek o pazar günü nöbette olan Martinson’la konuşmak istediğini söyledi santrale.
Martinson’un telefona gelmesi bir hayli uzun sürmüştü. Wallander onun kahve içip diğer nöbetçi polislerle sohbet ettiğini tahmin etmişti.
“Ben Martinson. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Ben Wallander. Kıçını kaldırıp buraya gel hemen.”
“Nereye? Odana mı? Bugün çalıştığını bilmiyordum.”
“Evdeyim. Derhâl buraya gel.”
Martinson sonunda konunun önemini fark etmişti. Daha fazla soru sormadan, “Peki,” demişti. “Hemen geliyorum.”
Pazar gününün geri kalan bölümü ise dairenin teknik açıdan aranması ve rapor yazılmasıyla geçmişti. Wallander’in zaman zaman birlikte çalıştığı Martinson, bazen alabildiğine dikkatsiz ve düşüncesizce hareket eden biriydi ama Wallander yine de onunla çalışmaktan hoşlanırdı. Bu da onun şaşırtıcı derece kuvvetli olan sezgilerinden kaynaklanıyordu. Martinson’la diğer polis, işlerini bitirip gittikten sonra Wallander kapıyı tamir etmişti.
Gece bir türlü uyuyamamış ve hırsızları yakalayacak olursa onları nasıl benzeteceğini düşünüp durmuştu. Çalınan eşyalarını düşünerek kendisine daha fazla işkence yapmak istemediğinden bu kez de babasının ne yapacağını, evlenmesine nasıl engel olacağını düşünmeye başlamıştı. Şafakla birlikte kalkarak kahve yapmış ve evinin sigorta poliçesini alarak mutfaktaki masaya oturup poliçeyi incelemeye koyulmuştu. Sigorta şirketinin kullandığı anlaşılmaz dilin karşısında kâğıtları öfkeyle bir kenara fırlatarak banyoya tıraş olmaya gitmişti. Yanağını kestiğinde emniyeti arayıp hasta olduğunu söylemeyi ve yatağa girip bir güzel uyumayı düşünmüştü. Ne var ki CD bile dinlemeden evde oturma düşüncesine dayanamamıştı.
Saat sabahın yedi buçuğuydu ve Wallander odasında, kapalı kapının ardında oturuyordu. Homurdanarak kendine polis olduğunu hatırlatıp telefonu yeniden fişe taktı.
Takar takmaz da çaldı. Arayan santral memuru Ebba’ydı.
“Evine hırsız girdiğini duydum, çok üzüldüm,” dedi. “Gerçekten de tüm plaklarını çalmışlar mı?”
“Birkaç tane 78’lik bırakmışlar. Onları bu akşam dinlemeyi düşünüyorum. Tabii birinden ödünç bir pikap bulabilirsem.”
“Vah vah vah, çok korkunç.”
“Hayat bu işte. Ne istemiştin?”
“Burada bir adam var, sizinle görüşmek istiyormuş.”
“Ne hakkında görüşecekmiş?”
“Biri mi kaybolmuş, ne?”
Wallander masanın üstündeki kâğıt yığınına baktı. “Svedberg onunla neden ilgilenmiyor?”
“Svedberg ava çıktı.”
“Ne?”
“Buna tam olarak ne dediğinizi bilmiyorum ama Svedberg, Marsvinsholm’deki bir çiftlikten kaçan yavru bir boğanın peşinde. Boğa E14 karayolunda trafiği birbirine katıyormuş.”
“Bu trafik polislerinin işi. Neden bizim adamlarımızın bu konuyla ilgilenmesi gerekti ki?”
“Svedberg’i Björk görevlendirdi.”
“Aman Tanrım!”
“O hâlde onu yanına göndereyim mi? Kayıp ihbarında bulunan şu adamı?”
Wallander telefona bakarak başını evet dercesine salladı.
“Gönder,” dedi.
Birkaç dakika sonra kapısı o denli yumuşak bir şekilde vuruldu ki Wallander önce kapının vurulduğundan emin olamadı. Yine de, “Gir,” diye bağırdığında kapı hemen açıldı.
Wallander ilk izlenimin her zaman son derece önemli olduğuna inanan insanlardandı.
Odasından içeri giren adam hiç de öyle hemen dikkatleri üstüne çekebilecek biri değildi. Wallander onun otuz beş yaşlarında olabileceğini tahmin etti. Adamın üstünde koyu kahverengi bir takım elbise vardı, saçları sarıydı ve gözlük takıyordu.
Dikkatini bir şey daha çekmişti.
Adam oldukça endişeliydi. Geceyi uykusuz geçiren bir tek Wallander değildi demek.
Ayağa kalkarak elini uzattı.
“Kurt Wallander, komiser.”
“Adım Robert Åkerblom,” dedi adam. “Karım kayboldu.”
Wallander adamın hemen konuya girmesine şaşırmıştı.
“Başından başlayalım,” dedi. “Lütfen oturun. Koltuk biraz eski, sol kolu sürekli düşüyor, kusura bakmayın.”
Adam koltuğa oturdu. Oturur oturmaz da hıçkırarak ağlamaya başladı.
Wallander ayakta bekledi.
Ziyaretçi koltuğunda oturan adam birkaç dakika sonra sakinleşti. Gözlerini kuruladı, burnunu sildi.
“Özür dilerim,” dedi. “Louise’in başına bir şey gelmiş olmalı. Bugüne dek geceyi hiç dışarıda geçirmedi.”
“Kahve içer misiniz?” diye sordu Wallander. “İsterseniz yiyecek bir şeyler de getirtebilirim.”
“Hayır, teşekkür ederim.”
Wallander başını sallayarak masasının çekmecelerinden birini açıp not defterini çıkardı. Kentteki kırtasiyecilerden birinden kendi parasıyla aldığı not defterlerini kullanırdı. Emniyetin antetli kâğıtlarını kullanmaktan hiç hoşlanmazdı.
“Kişisel bilgilerinizi anlatmakla başlayın,” dedi Wallander.
“Benim adım Robert Åkerblom,” dedi adam. “Karımla birlikte Åkerblom Emlak Şirketi’ni yönetiyorum.”
Wallander yazarken bir yandan da başını evet dercesine salladı. Emlak şirketlerinin Saga sinemasına yakın bir yerde olduğunu biliyordu.
“İki çocuğumuz var,” diye sürdürdü konuşmasını Robert Åkerblom. “Biri dört, diğeri yedi yaşında. İkisi de kız. Åkarvägen’deki sıra evlerden 19 numarada oturuyoruz. Ben bu kasabada doğdum. Karım Ronneby’li.”
Konuşmasına ara vererek, ceketinin iç cebinden bir fotoğraf çıkarıp masanın üstüne koydu. Fotoğraftaki bir kadındı, kadının diğer kadınlardan bir farkı yoktu. Fotoğrafı çeken kişiye gülümsemişti, Wallander fotoğrafın bir fotoğraf stüdyosunda çekildiğini fark etti. Fotoğraftaki yüzü inceledi.
“Bu fotoğraf üç ay önce çekildi,” dedi Robert Åkerblom. “Yeni çekildiği için getirdim buraya.”
“Ve karınız kayboldu, değil mi?” diye sordu Wallander.
“Geçen cuma, bir emlak kredisi işi için Skurup’taki Sparbanken’e gitmişti. Daha sonra da birinin satmak istediği evi görmeye gidecekti. O gün tüm öğleden sonrayı muhasebecimizin bürosunda geçirdim. Eve gitmeden önce de bizim şirkete uğradım. Karım saat beş civarında evde olacağını bildiren bir mesaj bırakmıştı telesekretere. Aradığında saatin üçü çeyrek geçtiğini söylemiş. O andan beri de ondan bir haber alamadık.”
Wallander kaşlarını çattı. Pazartesiydi. Kadın üç günden beri ortada yoktu. İki küçük çocuğu üç gün boyunca annelerinin eve dönmesini beklemişti.
Wallander içgüdüsel bir şekilde bunun sıradan bir kaybolma olayı olmadığını hissetti. Ortadan kaybolan kişilerin genellikle bir süre sonra kaybolma nedenleriyle birlikte geri geldiklerini deneyimlerinden bilirdi. İnsanların birkaç günlüğüne, hatta bir haftalığına bir yerlere gittikleri ve bunu yakınlarına söylemeyi unuttukları bilinen bir gerçekti. Öte yandan çok az kadının çocuklarını bırakıp bir yerlere gittiği de bilinen bir diğer gerçekti. İşte bu, onu endişelendirmişti.
Not defterine bir şeyler yazdı.
“Telesekretere bıraktığı mesaj duruyor mu?” diye sordu.
“Evet,” dedi Robert Åkerblom. “Telesekreterin kasetini getirmeyi akıl edemedim.”
“Önemli değil, onu daha sonra alırız,” dedi Wallander. “Nereden aradığı belli mi?”
“Araba telefonundan.”
Wallander kalemini masanın üstüne koydu ve ziyaretçi koltuğunda oturan adamı incelemeye başladı. Endişeli tavırlarında yapmacık bir ifade kesinlikle yoktu.
“Bir yerlere gitmiş olabilir mi?” diye sordu Wallander.
“Hayır.”
“Arkadaşlarını görmeye gitmiş olabilir mi?”
“Hayır.”
“Akrabalarını?”
“Hayır.”
“Başka herhangi bir olasılık aklınıza geliyor mu?”
“Hayır.”
“Umarım özel bir iki soru sormam sorun olmaz.”
“Hiç kavga etmezdik. Eğer öğrenmek istediğiniz buysa.”
Wallander başını evet dercesine salladı.
“Evet, ben de bunu soracaktım,” dedi.
Yeniden başladı.
“Karınızın geçen cuma günü öğleden sonra ortadan kaybolduğunu söylediniz. Ama bize gelmek için üç gün beklediniz.”
“Çok korkmuştum,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander şaşkınlıkla ona baktı.
“Polise gitmek başına korkunç bir şey geldiğini kabul etmek demektir,” diye sürdürdü konuşmasını Robert Åkerblom. “İşte bu yüzden buraya gelmeye cesaret edemedim.”
Wallander başını yavaşça salladı. Robert Åkerblom’un ne demek istediğini çok iyi anlıyordu.
“Tabii onu bulmak için bir şeyler yaptınız, değil mi?”
Robert Åkerblom evet dercesine başını salladı.
“Peki, onu bulmak için neler yaptınız?” diye sordu, yeniden not tutmaya başlamıştı.
“Tanrı’ya dua ettim,” diye karşılık verdi Robert Åkerblom içtenlikle.
Wallander kalemi bıraktı.
“Tanrı’ya dua mı ettiniz?”
“Ailem Metodist. Dün kilisede bir araya geldik ve Papaz Ture-son’la birlikte, Louise’in başına bir şey gelmemiş olması için dua ettik.”
Wallander endişelenmeye başlamıştı. Huzursuzluğunu karşısındaki koltukta oturan adamdan saklamaya çalıştı.
İki çocuklu bir anne, kilise üyesi, diye geçirdi içinden. Bu genç kadın kendi isteğiyle ortadan kaybolamazdı. Tabii, eğer aklını kaçırmamışsa. Ya da herhangi bir tarikata girmemişse. İki çocuklu bir annenin ormana dalıp intihar etmesi pek rastlanılan bir şey değildi. Elbette bu tür şeyler oluyordu ama çok ender.
Wallander nelerin olabileceğini üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyordu.
Ya bir kaza olmuştu ya da Louise Åkerblom bir cinayete kurban gitmişti.
“Bir kaza olmuş olabilir,” dedi.
“Skåne’deki tüm hastaneleri aradım,” dedi Robert Åkerblom. “Hiçbir hastanede yok. Ayrıca başına bir kaza gelmiş olsaydı hastaneden beni mutlaka ararlardı. Louise kimliğini her zaman yanında taşır.”
“Arabası ne markaydı?” diye sordu Wallander.
“Toyota Corolla. 1990 model. Lacivert. Plakası MHL 449.”
Wallander tüm bunları not defterine yazdı.
Sonra da yeniden başa dönerek o gün öğleden sonra Robert Åkerblom’un, karısının yaptıklarına ilişkin her şeyi ayrıntılarıyla anlatmasını istedi. Birlikte haritaları incelediler ve Wallander içindeki huzursuzluğun arttığını hissetmeye başladı.
Tanrı aşkına, bu bir cinayet olmasın, diye geçirdi içinden. Cinayet dışında ne olursa olsun.
Wallander on bire çeyrek kala kalemini masanın üstüne bıraktı.
“Karınızın bulunmayacağını düşünmenizin bir yararı yok,” dedi, kuşkusunun belli olmamasını dileyerek içinden. “Olayı çok büyük bir ciddiyetle ele alacağımızı söylememe gerek yok sanırım.”
Robert Åkerblom yüzünü ellerinin arasına aldı. Wallander onun yeniden ağlamaya başlayacağından korktu. Birden karşısındaki bu çaresiz adama çok acıdı. Onu teselli etmek isterdi. Ama içindeki bu huzursuzluğu ve endişeyi göstermeden onu nasıl teselli edebilirdi?
Ayağa kalktı.
“Karınızın telesekretere bıraktığı mesajı dinlemek isterim,” dedi. “Sonra da Skurup’a gidip bankayla görüşeceğim. Evde size yardım edecek biri var mı?”
“Yardıma ihtiyacım yok,” dedi Robert Åkerblom. “Kendi işimi kendim halledebilirim. Louise’in başına ne gelmiş olabilir dersiniz, Komiserim?”
“Şimdilik hiçbir şey bilmiyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Yakında evine döneceğinden eminim.”
Yalan söylüyorum, diye geçirdi içinden. Söylediklerimin doğru olduğunu hiç sanmıyorum. Yalnızca böyle ümit ediyorum, o kadar.
Wallander, Robert Åkerblom’la birlikte kasabaya gitti. Telesekreterdeki mesajı dinledikten ve genç kadının çalışma masasına ve çekmecelerine baktıktan sonra Björk’le konuşmak için bürosuna geri döndü. Kayıp kişilerin nasıl aranacaklarına ilişkin tüm talimatlar alabildiğine açık seçik olmasına karşın Wallander yine de her türlü kaynağın elinin altında olmasını istiyordu. Louise Åkerblom’un ortadan kayboluş şekli bir cinayet işlendiğini daha başından belli ediyordu.
Åkerblom Emlak Şirketi’nin bulunduğu yerde eskiden büyük bir market vardı. Wallander henüz genç bir polisken Malmö’den Ystad’a geldiğinde bu marketten alışveriş yapardı. İçeride birkaç masayla satılık evlerin fotoğraflarıyla ayrıntılarını içeren küçük notların yazılı olduğu pano vardı. Odanın ortasında büyükçe bir masa vardı, burada gelen müşterilere satılık evlerin ayrıntılarına ilişkin bilgi veriliyordu. Duvarda civar kent ve kasabaların haritaları asılıydı. Odanın hemen arkasında da küçük bir mutfak vardı.
İçeriye arka kapıdan girmişlerdi ama ön kapının üstündeki, “Bugün Kapalıyız” yazısı Wallander’in gözünden kaçmamıştı.
“Sizin masanız hangisi?” diye sordu Wallander.
Robert Åkerblom gösterdi. Wallander diğer masaya oturdu. Masanın üstünde bir ajanda, iki küçük kızın fotoğrafı, birkaç dosya ve kalemlik dışında başka bir şey yoktu. Wallander masanın yeni toplandığı izlenimine kapıldı.
“Burayı kim temizliyor?” diye sordu.
“Haftada üç gün gelen bir temizlikçimiz var,” diye yanıt verdi Robert Åkerblom. “Biz de her gün masaların tozunu alıp çöp kutularını boşaltırız.”
Wallander onaylarcasına başını salladı. Sonra da çevresine bakındı. Burada kendisini şaşırtan tek şey mutfak kapısının yanında duvara asılı olan çarmıha gerilmiş İsa figürüydü.
Sonra da başını telesekretere çevirdi.
“Cuma günü öğleden sonra aldığımız tek mesaj buydu,” dedi Robert Åkerblom.
İlk izlenimler, diye geçirdi içinden Wallander. Şimdi şu mesajı can kulağıyla dinle.
Selam! Krageholm’deki eve bakmaya gidiyorum. Sonra da eve geleceğim. Saat şimdi üçü çeyrek geçiyor. Beşte evde olurum.
Neşe dolu, diye düşündü Wallander. Kadının sesi mutlu ve canlı geliyor. Ne korkmuş ne de tedirgin olmuş bir hâli var.
“Bir kez daha dinlemek istiyorum,” dedi Wallander. “Ama önce sizin mesajınızı dinlemek istiyorum. Tabii silmediyseniz?”
Robert Åkerblom başını salladı, bantı başa sararak, düğmeye bastı.
Åkerblom Emlak Şirketi’ne hoş geldiniz. Şu anda size yanıt veremiyoruz. Ama pazartesi sabahı yine her zamanki gibi saat sekizde burada olacağız. Eğer mesaj bırakmak ya da faks göndermek istiyorsanız lütfen sinyal sesini bekleyiniz. Bizi aradığınız için teşekkür ederiz.
Wallander, Robert Åkerblom’un pek de rahat konuşmadığını sezinlemişti. Adamın sesi biraz gergindi.
Dikkatini yeniden Louise Åkerblom’a çevirdi ve genç kadının kocasına bandı yeniden başa sarmasını söyledi.
Wallander mesajı defalarca dinledi, sözcüklerin arkasından bir anlam çıkarmaya çalıştı. Bunların ne olabileceğine ilişkin bir fikri yoktu ama yine de denemekten yanaydı.
Aynı mesajı yaklaşık on kez dinledikten sonra artık yeter dercesine başını salladı.
“Bu kaseti yanıma alacağım,” dedi. “Merkezde sesi daha da netleştirip arka planda neler olduğunu anlamaya çalışacağız.”
Robert Åkerblom cihazın içinden küçük kaseti çıkararak Wallander’e uzattı.
“Eşinizin masasının çekmecelerine bakarken benim için bir şey yapmanızı rica edeceğim,” dedi Wallander. “Geçen cuma günü eşinizin yaptığı ya da yapmayı planladığı her şeyi yazmanızı istiyorum. Kiminle, nerede buluşacaktı? Sizce o göreceği eve hangi yoldan gitmişti? Buluşma saatini de yazın. Ayrıca Krageholm civarındaki eve ilişkin tüm ayrıntıları da yazmanızı istiyorum.”
“Bunları bilmiyorum ki,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander ona şaşkınlıkla baktı.
“Evini satmak isteyen o kadınla Louise konuşmuştu,” diye açıkladı Robert Åkerblom. “Kadının verdiği açıklamaya göre bir harita çizdi ve onu da yanına alarak yola koyuldu. Ayrıntıları bugün dosyalayacaktı. Evi biz satmaya karar verirsek ya ben ya da o gidip evin fotoğraflarını çekecekti.
Wallander bir an bu söylenenleri kafasında tarttı.
“Bir başka deyişle, evin nerede olduğunu yalnızca Louise’in bildiğini söylüyorsunuz, öyle mi?”
Robert Åkerblom başını evet dercesine salladı.
“Evin sahibesi sizi ne zaman arayıp kararınızı öğrenecek dersiniz?” diye sürdürdü konuşmasını Wallander.
“Bugün arar diye düşünüyorum,” dedi Robert Åkerblom. “Zaten bu yüzden Louise evi cuma günü görmek istemişti. Ayrıntıları hafta sonu konuşacaktık.”
“O kadın aradığında mutlaka burada olmalısınız,” dedi Wallander.
“Eşinizin eve baktığını ama ne yazık ki bugün hasta olduğunu söyleyin ona. Sonra da adresini ve telefon numarasını alın. Hemen ardından da beni arayın.”
Robert Åkerblom anladığını belirten bir şekilde başını salladı. Sonra da oturarak Wallander’in istediği ayrıntıları yazmaya koyuldu.
Wallander masanın çekmecelerini açmaya başladı. Önemli olabilecek bir şey bulamadı. Çekmecelerin neredeyse hepsi bomboştu. Yeşil kaplı not defterini çıkararak sayfalarını karıştırdı. Bir dergiden kesilmiş hamburger tarifini gördü. Sonra da bir süre iki küçük kızın fotoğrafını inceledi.
Yerinden kalkarak mutfağa gitti. Mutfak duvarlarından birinde bir takvim, diğerinde de İncil’den bir alıntı asılıydı. Raflardan birinde açılmamış bir kahve kavanozu duruyordu. Diğerinde ise çeşitli çay poşetleri vardı. Buzdolabını açtı. Bir litre sütle biraz margarin vardı.
Kadının ses tonunu ve bıraktığı mesajı düşündü. Telefon ettiğinde arabanın durduğundan emindi. Kadının sesi dingindi. Ses tonundan, bir yandan da arabayı kullanmadığı anlaşılıyordu, aksi hâlde sesi titreyebilir ya da dalgın bir ifade söz konusu olabilirdi. Merkezde sesi netleştirdiklerinde haklı olduğu ortaya çıkacaktı. Ayrıca Louise Åkerblom kurallara uyan, dikkatli bir vatandaşa benziyordu, araba kullanırken telefonla konuşarak, ne kendisinin ne de başkalarının yaşamını tehlikeye atabilecek birine hiç benzemiyordu.
Bıraktığı nottaki saat doğruysa, diye geçirdi içinden Wallander, o zaman Skurup’ta olmalıydı. Bankadaki işini tamamlayıp Krageholm’e doğru yola çıkmak üzereydi. Ama yola çıkmadan önce kocasını aramak istemişti. Bankada her şeyin yolunda gitmesinden çok memnundu. Dahası o gün cumaydı ve işi bitmişti. Hava da çok güzeldi. Kendini mutlu hissetmemesi için bir nedeni yoktu.
Wallander bir kez daha genç kadının masasına gidip oturdu, masanın üstündeki ajandanın sayfalarını çevirmeye başladı. Robert Åkerblom, az önce kendisinden istenilen ayrıntıları yazıp bitirmişti, Wallander’e uzattı.
“Bir soru daha sormak istiyorum,” dedi Wallander. “Aslında bu bir soru değil ama çok önemli. Louise nasıl biridir?”
Sanki hiçbir şey olmamış gibi geçmiş zaman kullanmamaya özen gösteriyordu. Ama yine de Louise Åkerblom’un artık hayatta olmadığını düşünüyordu.
“Onu herkes sever,” dedi içtenlikle Robert Åkerblom. “Neşeli, esprili, insanlarla kolay iletişim kurabilen biridir. İş dünyasından pek hoşlanmaz. Para ya da karmaşık anlaşmalar söz konusu olduğunda hemen bir kenara çekilir ve bunlarla benim ilgilenmemi ister. Çok hassastır ve kolay üzülür. İnsanların acı çekmesine dayanamaz.”
“Dikkat çeken bir özelliği var mı?”
“Dikkat çeken mi?”
“Hepimizin dikkat çeken bir tarafı vardır,” dedi Wallander.
Robert Åkerblom bir an için düşündü.
“Aklıma gelmiyor,” diye cevap verdi.
Wallander başını sallayarak ayağa kalktı. On ikiye çeyrek vardı. Amiri Björk öğle yemeği için evine gitmeden önce onunla konuşmak istiyordu.
“Sizi bugün öğleden sonra ararım,” dedi. “Endişelenmemeye çalışın. Unutmuş olabileceğiniz bir şey, bilmem gerektiğini düşündüğünüz herhangi bir şey aklınıza gelirse hemen beni arayın.”
“Sizce başına ne gelmiş olabilir?” diye sordu Robert Åkerblom, komiserin elini sıkarken.
“Büyük bir olasılıkla hiçbir şey,” dedi Wallander. “Yakında her şeyi öğreneceğiz.”
Wallander, Björk’ü kapıdan çıkarken yakaladı. Her zamanki gibi yorgun ve bıkkın bir hâli vardı. Wallander, polis amirlerinin işlerinin kıskanılacak bir yanı olmadığını düşündü.
“Evine hırsız girmiş, geçmiş olsun,” dedi Björk üzülmüş gibi bir yüz ifadesi takınmaya çalışarak. “Bu haber gazetelere yansımazsa iyi olur. Bir komiserin evine hırsız girdiğinin duyulması hiç de hoş olmaz. Çözülmemiş bir sürü dava var. İsveç polisi diğer ülkelerle kıyaslandığında pek başarılı değil.”
“Koşullar böyle,” dedi Wallander. “Seninle konuşmak istediğim bir şey var.” Koridorda, Björk’ün odasının kapısında duruyorlardı. “Öğleden sonraya kalamaz,” diye ekledi.
Björk başını sallayarak odasına girdi.
Wallander, Robert Åkerblom’la yaptığı görüşmeyi en ince ayrıntısına dek anlattı.
“İki çocuklu, dindar,” dedi Björk, Wallander sözünü noktaladığında. “Cumadan beri kayıp. Bu, hiç de hoş bir şey değil.”
“Evet,” diye onayladı Wallander. “Hiç de hoş değil.”
Björk kaşlarını çatarak baktı.
“Sence bir cinayet mi söz konusu?”
Wallander omuz silkti.
“Ne düşüneceğimi gerçekten bilemiyorum,” dedi. “Ama bu sıradan, basit bir kayıp olayı değil. Bundan eminim. İşte bu yüzden de temkinli hareket etmeliyiz. Bu olayda her zamanki gibi bekle ve gör politikasını uygulayamayız.”
Björk evet dercesine başını salladı.
“Haklısın,” dedi. “Kimi istiyorsun? Hansson burada olmadığı için elimizde yeterince eleman olmadığını unutayım deme. Hansson da ayağını kıracak zamanı buldu.”
“Martinson ile Svedberg’i istiyorum,” diye karşılık verdi Wallander. “Ha aklıma gelmişken, Svedberg E14 karayolunu birbirine katan boğayı yakalayabildi mi?”
“Bir çiftçi kementle yakalayabilmiş,” dedi Björk asık yüzle. “Svedberg koşarken bileğini burkmuş ama durumu o kadar kötü değil, görevinin başında.”
Wallander ayağa kalktı.
“Skurup’a gideceğim,” dedi. “Dört buçukta buluşalım, elimizdekileri inceleyelim. Bir an önce kadının arabasını bulsak iyi olacak.”
Björk’ün masasına küçük bir kâğıt koydu.
“Lacivert Toyota Corolla,” dedi Björk. “Bununla ben ilgilenirim.”
Wallander, Ystad’dan Skurup’a arabayla gitti. Düşünmek için zamana ihtiyacı olduğundan uzun yolu yeğlemişti. Rüzgâr çıkmış, bulutlar gökyüzünü kaplamıştı. Polonya’dan gelen feribotun rıhtıma yaklaştığını fark etti. Mossby Plajı’na geldiğinde boş park alanından geçerek hamburgercinin önünde durdu. Arabadan inmedi. Geçen yıl burada iki cesetle kıyıya vuran kurtarma botunu hatırladı birden. Riga’da tanıştığı Baiba Liepa adındaki kadın geldi aklına. Elinden geleni yapmasına karşın kadını hâlâ unutamaması çok ilginçti. Aradan bir yıl geçmişti ve hâlâ onu düşünüp duruyordu.
Şu anda cinayete kurban gitmiş bir kadın doğrusu hiç iyi olmazdı. Huzura ve sessizliğe ihtiyacı vardı. Evlenmek isteyen babasını düşündü. Evine giren hırsızları ve çaldıkları plakları. Sanki yaşamının önemli bir bölümü çalınmış gibi hissediyordu.
Stockholm’de okuyan kızı Linda’yı düşündü. Aralarındaki iletişimin gittikçe koptuğunu hissediyordu. Her şey arka arkaya gelmişti. Bu kadarı da fazlaydı.
Arabadan indi, ceketinin fermuarını çekti ve sahile doğru yürüdü. Hava oldukça serindi. Üşüdü.
Robert Åkerblom’un söylediklerini yeniden düşündü, farklı teoriler yakalamaya çalıştı. Her şeye karşın acaba bu olayın basit bir açıklaması mı vardı acaba? Louise Åkerblom intihar etmiş olabilir miydi? Genç kadının telefondaki sesini anımsadı. Ses alabildiğine canlı ve neşeliydi.
Saat bire doğru Wallander sahilden ayrıldı, Skurup’a doğru yola koyuldu.
Louise Åkerblom’un öldürülmüş olabileceği ihtimalini aklından bir türlü çıkaramıyordu.

3
Bir banka soyup tüm dünyayı hayrete düşürmek Kurt Wallander’in vazgeçemediği hayallerinden biriydi ama birçok kişinin de aynı hayali kurduğundan emindi. Sıradan bir bankanın kasasında ne kadar para vardır, diye geçirdi içinden. Düşündüğünden daha mı azdır? Yoksa yeterince var mıdır? Böylesine çok parayla ne yapacağını tam olarak bilemiyordu ama yine de hayalinden vazgeçemiyordu. Aklından geçen bu düşüncelere gülümsedi. Ama gülümsemesi suçluluk duygusunu bastıramadı.
Louise Åkerblom’u canlı bulamayacağından artık emindi. Elinde cinayetin işlendiği yere ilişkin ne bir delil ne de kurban vardı ama yine de bir cinayet işlendiğinden emindi.
İki küçük kızın fotoğrafı bir türlü gözünün önünden gitmiyordu. Açıklanması olanaksız bir şeyi nasıl açıklayabilirim, diye düşündü. Robert Åkerblom ileride kendisini iki küçük çocukla bırakan tanrısına nasıl dua edebilecekti?
Kurt Wallander, Skurup’taki Sparbanken’de, geçen cuma günü emlak kredisi konusunda Louise Åkerblom’a yardım eden müdür yardımcısının dişçiden dönmesini bekliyordu. Bankaya on beş dakika önce gelen Wallander, daha önce bir kez karşılaştığı banka müdürü Gustav Halldén’le bir süre konuşmuş ve bu konudan kimseye söz etmemesini rica etmişti.
“Hem zaten, ciddi bir şey olduğunu da sanmıyoruz,” diye açıkladı Wallander.
“Anlıyorum,” dedi Halldén. “Sıradan bir şey olduğunu düşünüyorsunuz.”
Wallander başını sallayarak onayladı. Aynen böyleydi işte. Düşünce ve bilgi sınırlanınca insan başka nasıl düşünebilirdi?
Düşünceleri yanına yaklaşan biri tarafından kesildi.
“Benimle konuşmak istemişsiniz,” dedi bir erkek sesi arkasından.
Wallander döndü.
“Müdür Yardımcısı Moberg, siz misiniz?”
Adam evet dercesine başını salladı. Gençti, Wallander’in kafasındaki müdür yardımcısı profiline göreyse çocuk sayılacak yaştaydı. Ama Wallander ’in dikkatini ânında çeken başka bir şey vardı bu genç adamda. Yanaklarından biri gözle görülür derecede şişmişti.
“Konuşurken hâlâ zorlanıyorum,” diye geveledi Moberg.
Wallander adamın söylediklerini anlayamamıştı.
“Biraz beklesek daha iyi olacak,” dedi Moberg. “Uyuşturucunun etkisinin geçmesini beklemeliyiz.”
“Yine de deneyelim,” dedi Wallander. “Fazla zamanım yok. Tabii konuşurken canınız çok yanmıyorsa, demek istiyorum.”
Moberg başını iki yana sallayarak, arka taraftaki küçük toplantı odasına doğru yürüdü.
“İşte tam buradaydık,” diye açıkladı müdür yardımcısı. “Louise Åkerblom’un oturduğu sandalyede oturuyorsunuz. Halldén onun hakkında konuşmak istediğinizi söyledi. Kayıp mı?”
“Kayıp olduğu bildirildi,” dedi Wallander. “Bana kalırsa akrabalarını görmeye gitmiş ve eve haber vermeyi unutmuştur.”
Moberg’in şiş yüzünden bile bu sözlere kuşkuyla yaklaştığı anlaşılıyordu. İyi, diye geçirdi içinden Wallander. Eğer ortada bir kayıp varsa vardır. Hiç kimse yarı kayıp olamaz.
Müdür yardımcısı, masanın üstündeki sürahiden bardağına su doldururken, “Ne öğrenmek istiyorsunuz?” diye sordu.
“Geçen cuma günü öğleden sonra olanları öğrenmek istiyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Tüm ayrıntılarıyla. Saat kaçta, ne dedi, ne yaptı? Ayrıca evi satan ve alan kişilerin de adlarını istiyorum, onlarla da görüşmem gerekebilir. Louise Åkerblom’u daha önceden tanır mıydınız?”
“Onunla defalarca karşılaştım,” diye cevapladı Moberg. “Dört alım satım işlemini birlikte yaptık.”
“Bana geçen cuma gününden söz edin.”
Müdür yardımcısı ceketinin iç cebinden not defterini çıkardı.
“Randevumuz ikiyi çeyrek geçeydi,” dedi. “Louise Åkerblom toplantı saatinden birkaç dakika önce geldi. Havanın güzelliğinden söz ettik.”
“Gergin ya da endişeli bir hâli var mıydı?” diye sordu Wallander.
Moberg cevap vermeden kısa bir süre düşündü. “Hayır,” dedi. “Aksine çok mutlu görünüyordu. Daha önce onun genellikle sinirli biri olduğunu düşünürdüm ama cuma günü kesinlikle öyle değildi.”
Wallander başını sallayarak anlatmayı sürdürmesini belirtti.
“Daha sonra da müşteriler geldi. Nilson adında genç bir çift. Sövde’de ölen mal sahibinin temsilcisi… Bu toplantı odasında oturduk ve tüm işlemi gözden geçirdik. Alışılmışın dışında bir şey yoktu. Tüm evrak ve belgeler yasalara uygundu. Tapu, ipotek senedi, borç formları… İşlemler fazla sürmedi. Ayrılırken herhâlde birbirimize iyi hafta sonları dilemişizdir ama bunu tam olarak hatırlayamıyorum.”
“Louise Åkerblom telaşlı mıydı?” diye sordu Wallander.
Müdür yardımcısı bir an için düşündü.
“Olabilir,” dedi. “Evet, galiba. Emin değilim. Ama emin olduğum başka bir şey var.”
“Ne?”
“Doğruca arabasına gitmedi.”
Moberg küçük park alanına bakan pencereyi işaret etti.
“Bu park alanı banka müşterilerine ayrılmıştır,” diye sürdürdü konuşmasını müdür yardımcısı. “Geldiğinde arabasını oraya park ettiğini görmüştüm. Bankadan ayrıldığında ben hâlâ bu odada telefonla konuşuyordum. Buradan her şeyi görebiliyorum. Arabasına bindiğinde eğer yanlış hatırlamıyorsam elinde bir torba vardı. Evrak çantasının dışında, demek istiyorum.”
“Torba mı?” diye sordu Wallander. “Neye benziyordu?”
Moberg omuz silkti.
“Torba neye benzer ki?” dedi müdür yardımcısı. “Plastik değildi, kâğıttı galiba.”
“Sonra da arabasına binip gitti, öyle mi?”
“Gitmeden önce arabasından telefon etti.”
Kocasına, diye geçirdi içinden Wallander. Şimdiye değin her şey birbirine uyuyordu.
“O sırada saat üçü biraz geçiyordu,” dedi Moberg. “Üç buçukta başka bir toplantım daha vardı ve hazırlanmam gerekiyordu. Telefon konuşmam biraz uzun sürmüştü.”
“Ne zaman gittiğini görebildiniz mi?”
“Hayır, kendi odama dönmüştüm.”
“Demek onu son gördüğünüzde araba telefonundan konuşuyordu?”
Moberg evet dercesine başını salladı.
“Arabası ne markaydı?”
“Araba konusunda iyi olduğum söylenemez,” dedi müdür yardımcısı. “Ama koyu renkti. Galiba lacivertti.”
Wallander not defterini kapattı.
“Eğer aklınıza bir şey gelirse beni hemen arayın,” dedi. “Küçük bir ayrıntı bile çok önemli olabilir.”
Wallander alıcı ve satıcının adlarını ve telefon numaralarını yazdıktan sonra bankadan ayrıldı. Ön kapıdan dışarı çıktıktan sonra meydanda bir an durdu.
Kese kâğıdı, dedi kendi kendine. Fırıncılar kese kâğıdı kullanırlar.
Tren yoluna paralel yolda bir fırın olduğunu hatırladı. Karşıya geçerek sola döndü.
Tezgâhtaki genç kız cuma günü de orada çalışıyordu ama Wallander’in gösterdiği Louise Åkerblom’un resmine baktığında onu hatırlamadığını söyledi.
“Diğer fırına gitmiş olmalı,” dedi satıcı kız.
“O nerede?”
Genç kız yeri tarif edince Wallander bu fırının bankaya çok yakın olduğunu gördü. Fırından içeri girer girmez yaşlıca bir kadın ona ne almak istediğini sordu. Wallander kadına kimliğini göstererek Louise Åkerblom’un fotoğrafını uzattı.
“Acaba bu fotoğraftaki kadını tanıyor musunuz?” diye sordu. “Geçen cuma günü büyük bir olasılıkla saat üç civarında sizden alışveriş yaptı.”
Yaşlı kadın resmi daha iyi görebilmek için gözlüklerini taktı.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu merakla. “Kim bu kadın?”
Wallander kibar bir sesle, “Lütfen bana onu daha önce görüp görmediğinizi söyleyin,” dedi.
Kadın başını evet dercesine salladı.
“Onu hatırlıyorum,” dedi. “Galiba pasta almıştı. Evet, şimdi daha iyi hatırladım. Napolyon pastayla ekmek almıştı.”
Wallander bir an için düşündü.
“Kaç tane pasta aldı?” diye sordu.
“Dört. Pastaları kutuya koyacaktım ama buna gerek olmadığını, kese kâğıdının yeterli olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Acelesi var gibiydi.”
Wallander başını salladı.
“Dükkândan çıktıktan sonra nereye gittiğini gördünüz mü?”
“Hayır. O sırada başka müşteriler vardı.”
“Teşekkür ederim,” dedi Wallander. “Çok yardımcı oldunuz.”
“Ne oldu?” diye sordu kadın.
“Hiçbir şey,” diye cevap verdi Wallander. “Her zamanki sıradan sorular.”
Fırından çıkarak, Louise Åkerblom’un arabasını park ettiği, bankanın arkasındaki otoparka doğru gitti.
Fazla bir yol alamadık, diye geçirdi içinden. İşte tam bu noktada kadının izini kaybediyoruz. Evi görmek için buradan hareket ediyor ama evin nerede olduğunu henüz bilmiyoruz. Arabasına bindikten sonra da telesekretere bir mesaj bırakıyor. Keyfi yerinde; pasta almış ve saat beşte kendi evinde olmayı planlıyordu.
Saatine baktı. Üçe üç vardı. Üç gün önce Louise Åkerblom da tam bu saatte, tam bu noktada duruyordu.
Wallander bankanın önüne park ettiği arabasına doğru gitti. Arabaya biner binmez hırsızın çalamadığı birkaç kasetten birini teybe koydu. Ve o âna dek öğrendiklerini sıraladı kafasında. Åkerblom ailesinin dört bireyinin cuma akşamı yiyemedikleri dört pastayı düşünürken Placido Domingo’nun gür sesi arabayı doldurdu. Birden pastaları yemeden ailenin dua edip etmeyeceği geldi aklına. Tanrı’ya inanmanın nasıl bir şey olduğunu düşündü.
Aynı anda aklına bir başka fikir daha geldi. Olayları konuşmak için merkezdeki toplantıya gitmeden önce bir görüşme daha yapabilecek zamanı vardı.
Robert Åkerblom ne demişti? Papaz Tureson!
Wallander arabayı çalıştırdı ve Ystad’a doğru sürdü. E14 karayoluna geldiğinde hız sınırını zorlamaya başlamıştı. Merkezin santral memuru Ebba’yı arayarak Papaz Tureson’u bulmasını ve derhâl kendisiyle görüşmek istediğini söylemesini rica etti. Ystad’a gelmeden az önce Ebba arayarak Papaz Tureson’un Metodist kilisesinde olduğunu ve kendisini görebileceğini söyledi.
“Ara sıra kiliseye gitmende bir sakınca yok,” dedi Ebba.
Wallander geçen yıl Riga’daki kilisede Baiba Liepa’yla geçirdiği geceleri düşündü. Ama hiçbir şey söylemedi. İstese bile o sırada onu düşünecek zamanı yoktu.
Papaz Tureson uzun boylu, yapılı, kır saçlı, orta yaşlı biriydi. El sıkışırken Wallander adamın ne denli güçlü olduğunu hissetti.
Kilisenin içi oldukça sıradandı. Wallander kiliselerde genellikle hissettiği o yoğun baskıyı bu kez hissetmedi. Mihrabın yanındaki ahşap sandalyelere oturdular.
“Birkaç saat önce Robert’le konuştum,” dedi Papaz Tureson. “Zavallı adam, perişan bir hâlde. Louise’i daha bulamadınız mı?”
“Hayır,” diye cevap verdi Wallander.
“Acaba ne oldu? Louise kendini tehlikeye atabilecek bir kadın değildi ki.”
“Bazen insan kadere karşı koyamıyor,” dedi Wallander.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“İki tür tehlike vardır. Bunlardan biri insanın kendisini içine attığı tehlike, diğeriyse sizi içine çeken tehlike. İkisi aynı şey değildir.”
Papaz Tureson ellerini iki yana açtı. Çok endişeli bir hâli vardı, çocuklara ve Robert’e üzüldüğü her hâlinden belli oluyordu.
“Bana ondan söz edin,” dedi Wallander. “Nasıl biriydi? Onu uzun zamandan beri mi tanıyordunuz? Åkerblom’lar nasıl bir aileydi?”
Papaz Tureson son derece ciddi bir ifadeyle Wallander’e baktı. “Sanki her şey sona ermiş gibi sorular soruyorsunuz,” dedi.
“Özür dilerim, bu benim kötü alışkanlıklarımdan biri,” dedi Wallander. “Elbette, nasıl biri, diye sormak istemiştim.”
“Bu kilisede beş yıldan beri çalışıyorum,” diye söze başladı. “Aslen Göteborglu olduğumu belki biliyorsunuz. Åkerblom’lar ben buraya geldiğimden beri kiliseye üyeler. Her ikisi de Metodist ailelerden geliyor ve birbirlerini de ilk kez kilisede görmüşler. Şimdi de kızlarını gerçek birer Metodist gibi yetiştiriyorlar. Robert ve Louise son derece iyi insanlardır. Çalışkan, cömert ve tutumlu kişiler. Onlardan başka türlü söz etmek mümkün değil. Aslında onları birbirinden ayrı düşünmek de mümkün değil. Kilisemizin üyeleri Louise’in kaybolmasına çok üzüldüler. Dünkü dua sırasında bunu yoğun bir şekilde hissettim.”
Kusursuz aile. Görünürde tek bir pürüz bile yok, diye geçirdi içinden Wallander. Bin farklı kişiyle de konuşsam hepsi aynı şeyi söyleyecek.
Louise Åkerblom’un tek bir kötü tarafı bile yok. Tek bir tane bile. Tek garip olay, onun ortadan kaybolması.
Ama yine de eksik ya da ters bir şeyler var.
“Bir şey mi düşünüyorsunuz, Komiser?” diye sordu Papaz Tureson.
“Kusurları düşünüyorum,” dedi Wallander. “Bütün dinlerin temelinde bu yok mu? Tanrı’nın kusurlarımızın üstesinden gelmede bize yardım edeceği inancı?”
“Elbette.”
“Ama görünen o ki Louise Åkerblom’un bir tane bile kusuru, zayıflığı yok. Onunla ilgili söylenen her şey kusursuz biri olduğu doğrultusunda. Bu da beni kuşkulandırıyor. Gerçekten böylesine tepeden tırnağa iyi insanlar var mı?”
“Louise işte böyle bir insan,” dedi Papaz Tureson.
“Onun neredeyse bir melek olduğunu mu söylüyorsunuz?”
“Pek değil,” dedi Papaz Tureson. “Kilisenin düzenlediği sosyal akşamların birinde bir keresinde kahve yapmıştı. Kahve yaparken elini yakmıştı. Yüksek sesle küfrettiğini duydum.”
Wallander geriye dönüp her şeye yeniden başlamayı düşündü. “Karı kocanın kavga etme olasılığı yok, değil mi?” diye sordu.
“Kesinlikle yok,” diye karşılık verdi Papaz Tureson.
“Başka bir adam?”
“Elbette yok. Umarım Robert’e bunları sormazsınız.”
“Dini açıdan bazı kuşkulara kapılmış olabilir mi?”
“Bunun asla söz konusu olmayacağından eminim. Olsaydı hissederdim.”
“İntihar etmesi için herhangi bir neden var mıydı?”
“Hayır.”
“Ya da çıldırması için?”
“Neden çıldırsın ki? Son derece dengeli bir kişiliği var onun.”
Wallander kısa bir sessizlikten sonra, “Birçok kişinin bir ya da birkaç sırrı vardır,” dedi. “Louise Åkerblom’un da ne kocasıyla ne de başkalarıyla paylaşabileceği bir sırrı olamaz mı?”
Papaz Tureson başını salladı. “Elbette herkesin bir sırrı vardır,” dedi. “Genellikle de bunlar karanlık, kasvetli sırlardır. Yine de Louise’in ailesini terk etmesi ve bunca üzüntüye neden olmasını gerektiren bir sırrı olduğunu kesinlikle düşünmüyorum.”
Wallander’in başka sorusu yoktu.
Eksik bir şeyler var, diye geçirdi içinden. Kusursuz gözüken bu resimde eksik olan bir şey var.
Ayağa kalkarak Papaz Tureson’a teşekkür etti.
“Kilisenize gelen diğer kişilerle de konuşacağım,” dedi. “Tabii, eğer ortaya çıkmazsa.”
“Ortaya çıkmak zorunda,” dedi Papaz Tureson. “Başka bir olasılık yok.”
Wallander, Metodist kilisesinden ayrıldığında saat dördü beş geçiyordu. Yağmur başlamıştı. Sert rüzgârda ürperdi. Kendini çok yorgun hissediyordu. Bir süre arabada oturdu, iki küçük kızın annelerini yitirdikleri düşüncesiyle başa çıkamıyor gibiydi.
* * *
Saat dört buçukta merkezde, Björk’ün bürosunda toplandılar. Martinson kanepede oturuyor, Svedberg de duvara yaslanmıştı. Her zamanki gibi elini sanki bir tel saç bulacakmışçasına kel kafasında dolaştırıp duruyordu. Wallander ahşap bir sandalyeye oturmuştu. Björk masasında, telefonda konuşuyordu. Sonunda telefonu kapattı, santrali arayarak Robert Åkerblom’un dışında hiç kimsenin telefonunu bağlamamasını söyledi.
“Ne kadar yol aldık?” diye sordu Björk. “Nereden başlayacağız?”
“Doğrusu ben bir arpa boyu bile yol alamadım,” diye karşılık verdi Wallander.
“Svedberg’le Martinson’a gerekli bilgiyi verdim,” dedi Björk. “Kadının arabasını arıyoruz. Bu olayın ciddi olduğunu düşünüyoruz.”
“Düşünüyor musunuz?” dedi Wallander. “Bu olay ciddi. Eğer bir kaza olsaydı şimdiye dek çoktan duyardık. Ama duymadık. Bu da bizim bir cinayetle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Ben kadının öldüğünü düşünüyorum.”
Martinson soru sormaya başlayınca Wallander onu yarıda keserek o gün öğleden sonra yaptıklarını anlattı. Meslektaşlarına neden Louise’in öldüğüne inandığını açıklamak zorundaydı. Louise Åkerblom gibi biri ailesini isteyerek terk etmezdi. Telesekretere saat beşte evde olacağı mesajını bırakmasına karşın mutlaka biri ya da bir şey onun eve gitmesini engellemişti.
“Oldukça tuhaf,” dedi Björk, Wallander sözünü tamamladığında.
“Emlakçı, kilise üyesi, anne, sadık bir eş,” dedi Martinson. “Belki de tüm bunlar ona birden çok fazla geldi. Pasta alıp eve gidecekken birden direksiyonu kırıp Kopenhag’a gitmeye karar vermiş olamaz mı?”
“Arabayı bulmak zorundayız,” dedi Svedberg. “Arabayı bulmadan hiçbir yere varamayız.”
“Önce o satılık evi bulmalıyız,” dedi Wallander. “Robert Åkerblom aramadı mı?”
Aramamıştı.
“Eğer Louise, Krageholm’deki evi görmeye gerçekten gitmişse, onu ya da cesedini buluncaya kadar izini sürebiliriz.”
“Peters’le Norén, Krageholm’ün ara sokaklarını arıyorlar,” dedi Björk.
“Toyota Corolla’yı bulamadılar. Ama onun yerine çalıntı bir kamyon bulmuşlar.”
Wallander telesekreterin bandını çıkardı cebinden. Teybe yerleştirdiler. Masanın yanına yaklaşarak Louise Åkerblom’un sesini dinlediler.
“Bandı incelemeliyiz,” dedi Wallander. “Teknik ekibin bir şey bulabileceğini sanmıyorum ama yine de incelemeliyiz.”
“Bir şey kesin,” dedi Martinson. “Bu mesajı bıraktığında ne tehdit ne de baskı altındaydı, korkmuyor ve endişeli değildi, mutsuz ya da çaresiz de değildi.”
“Bu da mutlaka olağan dışı bir şeyler olduğunu gösteriyor,” dedi Wallander. “Saat üçle beş arasında. Skurup, Krageholm ve Ystad arasında. Üç gün önce.”
“Ne giymişti?” diye sordu Björk.
Wallander bu en temel soruyu kadının kocasına sormayı unuttuğunu şaşkınlıkla fark etti. Sormayı unuttuğunu söyledi.
“Ben yine de bu kaybolma olayının bir açıklaması olduğunu düşünüyorum,” dedi Martinson düşünceli bir sesle. “Senin de söylediğin gibi Kurt, bu kadın öyle kendi özgür iradesiyle ortadan kaybolacak tipte biri değil. Ama her şeye karşın tecavüz ve cinayetle çok sık karşılaşmıyoruz. Bence her zamanki yolu izlemeliyiz. Paniğe kapılmayalım.”
“Paniğe kapıldığım yok,” dedi Wallander, öfkelendiğini hissederek.
“Bence elde edilen bulgular olayın içeriğini belli ediyor.”
Björk söze karışmak üzere ağzını açtığında telefon çaldı.
“Telefon bağlamamasını söylemiştim,” dedi Björk.
Wallander telaşla elini telefona uzattı.
“Robert Åkerblom arıyor olabilir,” dedi. “Onunla benim konuşmam galiba daha iyi olacak.”
Ahizeyi kaldırıp adını söyledi.
“Ben Robert Åkerblom. Louise’i buldunuz mu?”
“Hayır,” dedi Wallander. “Henüz bulamadık.”
“Az önce dul kadın aradı,” dedi Robert Åkerblom. “Evinin adresini verdi, krokisini çıkarttım. Ben oraya gidiyorum.”
Wallander bir süre düşündü.
“Ben de sizinle geleyim,” dedi. “Böylesi çok daha iyi. Birazdan oradayım. Krokinin birkaç kopyasını çıkartabilir misin? Beş tane yeter.”
“Tamam,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander dindar insanların yasalara ne kadar çabuk boyun eğdiklerini, otorite karşısında ne denli yumuşak başlı olabildiklerini düşündü.
Bununla birlikte hiç kimse Robert Åkerblom’un karısını aramaya tek başına gitmesine karşı çıkamazdı.
Wallander ahizeyi yerine koydu.
“Artık elimizde adres var,” dedi. “İki arabayla gidelim. Robert Åkerblom da gelmek istiyor. Onu benim arabaya alırım.”
“Birkaç tane polis ekibinin de gelmesi gerekmez mi?” dedi Martinson.
“Gerekseydi bunu söylerdim,” dedi Wallander. “Önce adrese bakalım ve bir plan yapalım. Sonra elimizdeki her olanağı kullanırız.”
“Bir şey olursa beni ara,” dedi Björk. “Ya evdeyim ya da burada.”
Wallander koşar adımlarla koridora çıktı. Acelesi vardı. Louise Åkerblom’un yaşayıp yaşamadığından emin olmak zorundaydı.
Robert Åkerblom’un kadının verdiği adrese göre çizdiği krokiyi alarak Wallander’in arabasına bindiler.
“E14 karayoluna çıkalım,” dedi Svedberg. “Katslösa ve Kade Gölü çıkışına dek gidelim, sonra Knickarp’tan sola dönelim, sonra da tozlu ve bozuk yolu buluncaya dek gidelim.”
“Bekle bir dakika,” dedi Wallander. “Sen olsaydın, Skurup’ta hangi yolu izlerdin?”
Birçok seçenek vardı. Kısa bir tartışmadan sonra Wallander, Robert Åkerblom’a döndü.
“Ne dersin?” diye sordu.
“Bence Louise arka sokaklardan gitmiştir,” diye cevap verdi hiç duraksamadan. “E14’teki trafikten hiç hoşlanmaz. Bana kalırsa Svaneholm ve Brodda yolundan gitmiştir.”
“Acelesi olsa bile mi? Saat beşte evde olmak istemesine karşın mı?”
“Evet,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander, Martinson’la Svedberg’e, “Siz o yoldan gidin,” dedi. “Biz de doğruca eve gideceğiz. Gerekirse araç telefonundan haberleşiriz.”
Ystad’ın dışına çıktılar. Wallander, Martinson’la Svedberg’in yolları daha uzun olduğundan geçmeleri için sağa çekilip yol verdi. Robert Åkerblom gözlerini yoldan ayırmadan oturuyordu. Ellerini ne yapacağını bilemez bir hâlde, endişeli bir tavırla ovuşturup duruyordu.
Wallander, Åkerblom’un gerginliğini hissedebiliyordu. Acaba ne bulacaklardı?
Kade Gölü çıkışına yaklaştıklarında frene basarak arabayı yavaşlattı, arkasındaki kamyonun geçmesi için sağa çekildi. İki yıl önce bir sabah bir çiftlikte çiftçiyle karısı dövülerek öldürüldüğünde de bu yoldan geçtiğini hatırladı birden. Bu anıyı kafasından uzaklaştırmak için başını hafifçe salladı ve geçen yıl ölen meslektaşı Rydberg’i düşünmeye başladı. Wallander sıra dışı bir olayla her karşılaştığında eski arkadaşı Rydberg’in öğütlerini ve deneyimlerini özler dururdu.
Şu bizim ülkemizde neler oluyor, diye sordu kendi kendine. Eski moda hırsızlarla sahtekârlar nereye gittiler? Bu anlamsız şiddet nereden kaynaklanıyor?
Åkerblom’un çizdiği kroki vites kolunun yanında duruyordu.
“Doğru yolda mıyız?” diye sordu arabanın içindeki derin sessizliği bozmak için.
“Evet,” diye yanıtladı Robert Åkerblom gözlerini yoldan ayırmayarak. “Bundan sonraki tepeyi geçtikten hemen sonra sola döneceğiz.”
Krageholm ormanından geçtiler. Göl, ağaçların arasında sol tarafta kalmıştı. Wallander arabayı yavaşlattı, sapağı aramaya başladılar.
Sapağı ilk gören Robert Åkerblom oldu. Wallander sapağı geçmişti, arabayı geri vitese taktı, sapağa yaklaşınca durdurdu.
“Siz arabada kalın,” dedi. “Ben çevreye bir bakmak istiyorum.”
Bozuk yolu kesen sapak az ilerideydi. Wallander yere çömelerek tekerlek izlerini bulmaya çalıştı, belli belirsiz izler gördü. Robert Åkerblom’un gözlerini ensesinde hissediyordu.
Arabaya geri dönerek Martinson’la Svedberg’i aradı. Skurup’taydılar.
“Bozuk yolun başındayız,” dedi Wallander. “Bu yola girdiğinizde dikkatli olun. Tekerlek izlerini bozmayın.”
“Tamam,” dedi Svedberg. “Geliyoruz.”
Wallander arabayı dikkatle yola çıkardı. İki araba, diye geçirdi içinden. Ya da aynı araba gelmiş ve geri dönmüş.
Çamurlu ve bozuk yolda sallanarak ilerlediler. Satılık evin bu yoldan bir kilometre uzakta olması gerekiyordu. Wallander krokide çiftliğin adının Issızlık olduğunu görünce şaşırdı.
Üç kilometre sonra tekerlek izleri azalmıştı. Robert Åkerblom önce haritaya, sonra Wallander’e şaşkınlıkla baktı.
“Yanlış yoldayız,” dedi Wallander. “Evi kaçırmış olamayız. Yolun hemen sağında olmalı. Hadi dönelim.”
Ana yola çıktıklarında, Wallander arabayı iyice yavaşlattı ve yaklaşık beş yüz metre kadar gittikten sonra karşılarına bir sapak çıktı. Wallander burada da incelemesini yineledi. Diğer yolun tersine burada birçok kamyon lastiği izi vardı, bu izler üst üsteydi. Yol ayrıca sık kullanılan ve bakımı daha sık yapılan bir yol izlenimi veriyordu. Ne var ki burada da aradıkları evi bulamadılar. Ağaçların arasından bir an için gözlerine bir çiftlik evi ilişti ama bu, ellerindeki tanıma hiç uymadığından durmadılar. Dört kilometre gittikten sonra Wallander arabayı durdurdu.
“Bayan Wallin’in telefonu var mı yanınızda?” diye sordu. “Bana kalırsa bu kadının yön kavramı ya gelişmemiş ya da hiç yok.”
Robert Åkerblom başını onaylarcasına sallayarak iç ceketinin cebinden küçük bir telefon defteri çıkardı. Defterin içindeki melek şeklindeki ayraç Wallander’in dikkatini çekti.
“Kadını arayın,” dedi Wallander. “Kaybolduğunuzu söyleyin. Adresini yeniden vermesini isteyin.”
Telefon bir süre çaldıktan sonra açıldı. Bayan Wallin’in sapağa kaç kilometre olduğunu bilmediği anlaşıldı.
“Başka somut bir işaret vermesini söyleyin,” dedi Wallander. “Nereden sapacağımızı gösteren bir şey olmalı. Eğer yoksa, onu buraya aldırtalım.”
Wallander, Robert Åkerblom’un Bayan Wallin’le konuşmasını bekledi.
“Meşe ağacı,” dedi Robert Åkerblom. “Ağaca gelmeden sapacağız.”
Bir ya da iki kilometre gittikten sonra meşe ağacını gördüler. Burada sağa doğru giden bir yol vardı. Wallander diğer arabayı arayarak onlara eve nasıl geleceklerini anlattı. Sonra da tekerlek izleri aramaya koyuldu ama bu yolun uzun bir süreden beri kullanılmadığı anlaşılıyordu. Tek bir iz bile yoktu. Ya da izler yağmurla birlikte yok olup gitmişti. Yine de düş kırıklığına kapılmaktan kendini alamadı.
Ev, daha önce de söylendiği gibi yoldan bir kilometre içerideydi. Arabayı durdurup dışarı çıktılar. Yağmur başlamıştı, rüzgâr da olanca hızıyla esiyordu.
Birden Robert Åkerblom karısının adını seslenerek eve doğru koşmaya başladı. Wallander arabanın yanında kaldı. Aslında her şey o denli çabuk olmuştu ki Wallander’in bir şey yapmasına olanak yoktu.
Robert Åkerblom evin arka tarafında gözden kaybolunca arkasından gitti.
Bir yandan, araba burada da yok, diye geçiriyordu içinden. Ne araba ne de Louise Åkerblom.
Wallander, Robert Åkerblom evin arkasındaki pencereye bir taş atmak üzereyken hemen yaklaşıp adamın kolunu tuttu.
“Bu iyi bir fikir değil,” dedi.
“Ama Louise içeride olabilir,” diye haykırdı Robert Åkerblom.
“Evin anahtarlarını almadığını söylemiştiniz ya,” dedi Wallander. “Şu taşı bırakın da gidip kapının zorlanıp zorlanmadığına bakalım. Ama karınızın burada olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.”
Robert Åkerblom birden yere yığıldı.
“Louise nerede?” diye hıçkırdı. “Neler oluyor?”
Wallander güçlükle yutkundu. Ne söyleyeceğini kestiremiyordu.
Sonra genç adamın ayağa kalkmasına yardım ederek, “Burada oturmanızın ve çaresizlikle kıvranmanızın size bir yararı olmayacak,” dedi. “Hadi çevreye bir göz atalım.”
Evin ne arka ne de ön kapısı zorlanmıştı. Perdesiz camlardan içeri baktıklarında boş odaların dışında görünen hiçbir şey yoktu. Martinson’la Svedberg geldiğinde artık araştıracak bir şey olmadığına karar vermişlerdi.
“Bir şey yok,” dedi Wallander. Aynı anda da Robert Åkerblom’un görmeyeceği şekilde işaret parmağını dudağına götürdü. Svedberg’le Martinson’un soru sormaya başlamalarını istemiyordu. Louise Åkerblom’un bu eve kadar bile gelemediğini düşünüyor, bunu da genç adamın yanında söylemek istemiyordu.
“Bizim elimizde de bir şey yok,” dedi Martinson. “Arabayı da bulamadık.”
Wallander saatine baktı. Altıyı on geçiyordu. Robert Åkerblom’a dönerek gülümsemeye çalıştı.
“Bence şu anda yapmanız gereken en iyi şey, eve, kızlarınızın yanına dönmek olacak,” dedi. “Svedberg sizi eve götürür. Biz de sistemli bir şekilde araştırmamızı sürdüreceğiz. Endişelenmemeye çalışın. Karınızı bulacağız.”
“Öldü o,” diye fısıldadı Robert Åkerblom. “Öldü ve bir daha geri gelmeyecek.”
Üç polis bu sözlere karşılık vermedi.
Bir süre sonra, “Hayır,” dedi Wallander. “Böylesine kötü bir şeyi düşünmemizi gerektirecek bir kanıt yok elimizde. Svedberg şimdi sizi evinize götürsün. Sizi daha sonra ararım, söz veriyorum.”
Svedberg’le Robert Åkerblom arabaya binip oradan uzaklaştılar.
“Artık gerçek araştırmaya başlayabiliriz,” dedi Wallander kararlı bir sesle, içindeki tedirginliğin giderek arttığını hissediyordu.
Wallander’in arabasına geçip oturdular. Wallander, Björk’e telefon ederek ellerindeki tüm personelin araçlarına binip bulundukları yere gelmelerini istedi. Bu arada da Martinson evin çevresindeki yolların en iyi ve en hızlı şekilde nasıl araştırılacağının planını yapmaya başlamıştı.
“Hava kararıncaya dek arayacağız,” dedi Wallander. “Eğer bu akşam bir şey bulamazsak yarın sabah şafakla birlikte yeniden aramaya başlarız. Orduyla da bağlantı kursan iyi olur. O zaman daha ciddi bir araştırma yapabiliriz.”
“Köpekler,” dedi Martinson. “Bu akşam köpeklere ihtiyacımız var.”
Björk olay yerine gelmeye ve sorumluluğu üstlenmeye söz verdi.
Martinson’la Wallander bakıştılar.
Wallander, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
“Bence kadın buraya hiç gelmedi,” diye cevap verdi Martinson. “Buraya yakın bir yere ya da oldukça uzak, başka bir yere gitmiş olabilir. Ne olduğunu bilemiyorum ama öncelikle kadının arabasını bulmamız gerekiyor. Araştırmaya buradan başlamakla doğru yapıyoruz. Arabayı ya da kadını birileri mutlaka görmüş olmalı. Buradaki evlere gidip sormalıyız. Björk yarın bir basın toplantısı yapmalı. Bu olayı çok ciddiye aldığımızın bilinmesinde yarar var.”
“Ne olmuş olabilir?” diye sordu Wallander.
“Aklımızdan bile geçirmememiz gereken bir şey,” diye karşılık verdi Martinson.
Tam o sırada yağmur başladı. Arabanın camları sırılsıklam olmuştu. Wallander, “Lanet olsun,” diye söylendi.
“Evet,” dedi Martinson. “Haklısın.”
Neredeyse gece yarısı olacaktı. Yorgun ve perişan polisler hâlâ Louise Åkerblom’un büyük bir olasılıkla hiç görmediği evin önündeki taşlı yolda toplanmışlardı. Ne lacivert arabanın ne de Louise Åkerblom’un izine rastlamışlardı. İki geyik cesedinden başka bir şey bulamamışlardı. Ve bir polis arabası meşe ağacının yanındaki diğer polislerin yanına giderken az kalsın bir Mercedes’e çarpıyordu.
Björk herkese teşekkür etti. Wallander’in polislerin eve gönderilmeleri ve ertesi sabah saat altıda araştırmanın yeniden başlamasına ilişkin önerisini kabul etmişti.
Oradan en son ayrılan Wallander oldu. Ystad’a doğru yola koyulmadan önce, Robert Åkerblom’u araç telefonundan arayarak yeni bir şey bulamadıklarının haberini verdi. Saat bir hayli geç olmasına karşın Åkerblom, Wallander’i evine davet etti.
Wallander arabayı çalıştırmadan önce Stockholm’deki kız kardeşini aradı. Kardeşinin geç saatlere kadar oturduğunu biliyordu. Ona babalarının eve gelen yardımcı kadınla evlenmeyi düşündüğünü söyledi. Kız kardeşi bu sözlere kahkahalarla gülünce Wallander çok şaşırdı. Ama kız kardeşi mayıs başlarında Skåne’ye geleceğine söz verince Wallander derin bir soluk aldı.
Telefonu yerine koyarak Ystad’a doğru yola koyuldu. Yağmur olanca hızıyla yağıyordu.
Robert Åkerblom’un evine doğru sürdü arabasını. Evin alt katında ışık yanıyordu. Bu evin, çevredeki diğer evlerden hiçbir farkı yoktu. Arabadan inmeden önce arkasına yaslanarak gözlerini kapadı. Louise Åkerblom o eve kadar gidemedi bile, diye geçirdi içinden. Peki, yolda başına ne gelmişti? Bu olayda anlaşılmayan birçok şey vardı. Anlayamıyorum, diye mırıldandı.

4
Kurt Wallander’in baş ucundaki saat beşe çeyrek kala çaldı. Homurdanarak yüzünü yastığıyla örttü. Hiç uyumadım, diye geçirdi içinden. Niye eve geldiklerinde iş yerinde olan biteni bir kenara atabilen polislerden olamıyorum?
Kalkmadı ve bir gece önce Robert Åkerblom’un evine yaptığı kısa ziyareti düşünmeye başladı. Genç adamın acı içindeki gözlerine bakıp da karısını henüz bulamadıklarını söylemek gerçek bir işkence olmuştu. Kurt Wallander bu ziyareti elinden geldiğince kısa kesmiş, evine dönerken yolda kendini çok kötü hissetmişti. Eve gelince de hemen yatmış ama son derece yorgun ve bitkin olmasına karşın üçe çeyrek kalaya kadar bir türlü uyuyamamıştı.
Onu bulmak zorundayız, diye geçirdi içinden. Hemen şimdi. Yakında. Canlı ya da ölü. Onu mutlaka bulmalıyız.
Ertesi sabah araştırma başlar başlamaz Robert Åkerblom’u arayacağına söz vermişti. Louise Åkerblom’un nasıl bir insan olduğunu iyice anlayabilmek için, genç kadının kişisel eşyalarını incelemek zorunda kalacağını düşünüyordu. Genç kadının ortadan kaybolmasının oldukça garip bir nedeni olduğunu hissediyordu. Aslında her kayıpta garip koşullar söz konusu olurdu ama bu olayda Wallander’in yaşadığı birçok deneyimden farklı bir şey vardı. Bunun ne olduğunu bir an önce öğrenmek zorundaydı.
Wallander kendini zorlayarak yataktan kalktı, kahve makinesini çalıştırdı ve radyoyu açmak için salona gitti. Evine hırsız girdiğini hatırlayınca küfrederek vazgeçti. Henüz hiç kimsenin bu hırsızlık olayını araştırmaya başlamadığını hatırladı.
Duş aldı, giyindi, kahvesini içti. Dışarıdaki hava neşelenmesine neden olacak gibi değildi. Sağanak başlamış ve rüzgâr olanca şiddetiyle esiyordu. Bu havada cinayet araştırması yapmak çok zordu. Gün boyunca yağmurun altında Krageholm’de sokak sokak dolaşmak hiç hoş olmayacaktı. Ama bu da Björk’ün sorunuydu doğrusu. Wallander ’in göreviyse Louise Åkerblom’un özel eşyalarını araştırmak olacaktı.
Arabasına binerek meşe ağacının bulunduğu yere doğru yola koyuldu. Gittiğinde Björk’ün sabırsız adımlarla volta attığını gördü.
“Ne berbat bir hava,” dedi. “Neden ne zaman birini aramaya çıksak hep yağmur yağar?”
“Hımmm!” dedi Wallander. “Garip doğrusu.”
“Albay Hernberg’le konuştum,” diye devam etti Björk. “Saat yedide iki otobüs dolusu asker yollayacak buraya. Biz işimize başlayabiliriz. Martinson tüm hazırlıkları tamamladı.”
Wallander başını onaylarcasına salladı. Martinson araştırma işinde her zaman çok başarılıydı.
“Saat onda basın toplantısı var,” diye sürdürdü Björk. “Orada olabilirsen çok iyi olur. O zamana kadar da Louise’in bir fotoğrafı elimize geçmiş olur.”
Wallander yanındaki fotoğrafı uzattı. Björk, Louise Åkerblom’un fotoğrafını inceledi.
“Hoş kadınmış,” dedi. “Umarım onu canlı buluruz. Bu son çekilmiş fotoğrafı mı?”
“Kocası öyle olduğunu söyledi.”
Björk fotoğrafı yağmurluğunun cebindeki plastik cüzdanının içine koydu.
“Ben onların evine gidiyorum,” dedi Wallander. “Bana orada daha çok ihtiyaç var.”
Björk başını evet dercesine salladı. Wallander arabasına doğru yürürken, Björk uzanıp kolunu tuttu.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu. “Öldü mü? Bu olayın arkasında bir cinayet olabilir mi?”
“Başka bir şey olabileceğini sanmıyorum,” dedi Wallander. “Tabii bir yerlerde kaza geçirip yaralı bir hâlde acı içinde yatmıyorsa. Ama sanmıyorum.”
“Çok kötü,” dedi Björk. “Çok kötü.”
Wallander arabasına binerek Ystad’a geri döndü. Denizin rengi griye dönmüştü.
Åkarvägen’deki evden içeri girdiğinde iki küçük kız çocuğunun gözlerini iri iri açarak ona baktıklarını gördü.
“Senin polis olduğunu söyledim onlara,” dedi Robert Åkerblom. “Annelerinin kaybolduğunu ve senin onu aradığını biliyorlar.”
Wallander boğazına tıkanan yumruya karşın başını sallayarak gülümsemeye çalıştı.
“Benim adım, Kurt,” dedi. “Sizinki ne?”
“Maria,” ve “Magdalena,” diye cevap verdi kızlar sırayla.
“Ne güzel adlarınız var,” dedi Wallander. “Benim kızımın adı da Linda.”
“Çocukları bugün kız kardeşim yanına alacak,” dedi Robert Åkerblom. “Yakında burada olur. Çay içer misiniz?”
“Evet, lütfen,” dedi Wallander.
Yağmurluğunu asıp ayakkabılarını çıkararak mutfağa gitti. Kızlar kapının eşiğinde durmuş onu izliyorlardı.
Wallander nereden başlasam, diye düşündü. Her çekmeceyi açmam ve her evrakı incelemem gerektiğini anlayabilecek mi?
Kızların halası çocukları aldığında Wallander de çayını bitirmişti.
“Saat onda basın toplantısı var,” dedi. “Artık eşinizin kaybolduğunu açıklamak zorundayız. Onu görenlerin olup olmadığını araştırmamız gerekiyor. Bildiğiniz gibi, bu başka bir şeyi de beraberinde getiriyor. Artık bir cinayet işlendiği olasılığını göz ardı edemeyiz.”
Wallander, Robert Åkerblom’un bu sözleri duyunca hıçkırarak ağlayacağını sanmıştı. Ne var ki solgun yüzlü, gözleri balon gibi şişmiş, takım elbiseli bu adam o sabah oldukça sakin görünüyordu.
“Ama yine de her şeye karşın karınızın kaybolmasının mutlaka mantıklı bir açıklaması olduğuna olan inancımızı yitirmemeliyiz.”
“Anlıyorum,” dedi Åkerblom. “Ben de başından beri böyle düşünüyorum.”
Wallander çay fincanını kenara iterek teşekkür edip ayağa kalktı.
“Bilmemiz gereken başka bir şeyler var mı?”
“Hayır,” diye yanıtladı Robert Åkerblom. “Bu esrar perdesinin bir an önce kalkması gerek.”
“Şimdi birlikte evi gözden geçirelim,” dedi Wallander. “Sonra da bizlere bir ipucu verebilecek her şeyi, çekmecelerini, giysilerini, eşyalarını aramak zorundayım. Umarım bunu anlayışla karşılarsınız.”
“Louise çok düzenli bir kadındır,” dedi Åkerblom.
Birlikte üst kata çıktılar, sonra bodrum katıyla garaja da baktılar. Wallander, Louise Åkerblom’un pastel renklerden hoşlandığını fark etmişti. Hiçbir yerde ne koyu renk bir perde ne de örtü vardı. Ev, yaşama sevinci yayıyordu. Mobilyalar eski ve yeninin karışımıydı. Çayını içerken mutfağın aletlerle dolu olduğunu fark etmişti. Günlük yaşamlarında sofuluğun izleri yoktu.
Robert Åkerblom evi dolaşmayı tamamladıklarında, “Bir süre için büroya dönmeliyim,” dedi. “Sizi burada tek başınıza bırakabilir miyim?”
“Elbette,” diye cevap verdi Wallander. “Siz dönene dek ben de sorularımı not ederim. Ya da sizi ararım. Her neyse, ben de saat ondan önce basın toplantısı için merkeze gideceğim zaten.”
“O zamana kadar ben dönerim,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander yalnız kalınca evi sistemli bir şekilde yeniden incelemeye başladı. Mutfaktaki tüm dolap ve çekmeceleri açtı, buzdolabını ve dondurucuyu inceledi.
Bir şey onu çok şaşırtmıştı. Eviyenin altındaki dolap içki doluydu. Bu da dindar Åkerblom ailesiyle ilgili izlenimine hiç uymuyordu.
Mutfaktan oturma odasına geçti, ama burada da kayda değer bir şey bulamadı. Sonra üst kata çıktı. Kızların odasına girmedi. Önce banyoya giderek ilaç şişelerinin etiketlerini okudu, Louise Åkerblom’un ilaçlarını not defterine yazdı. Banyodaki teraziye çıktı, kilosunu öğrenince yüzünü buruşturdu. Sonra da yatak odasına girdi. Kadın giysilerini karıştırmaktan hiç hoşlanmaz, sanki haberi olmadan birinin kendisini izlediği duygusuna kapılırdı. Dolaplardaki tüm ayakkabı kutularıyla torbaların içine baktı. Daha sonra da genç kadının iç çamaşırlarının bulunduğu çekmeceyi açtı. Kendisini şaşırtacak ya da bildiklerinin dışında bir şeyler ifade edebilecek tek bir şey bile bulamamıştı. Yatak odasındaki işini bitirdikten sonra yatağın kenarına oturarak çevresine bakındı.
Hiçbir şey yok, diye geçirdi içinden. Hiçbir şey!
İç çekerek yatak odasının yanındaki odaya girdi. Burası çalışma odasıydı. Masanın başına geçip oturarak çekmeceleri teker teker açmaya başladı. Birkaç albümle bazı mektuplar buldu. Louise Åkerblom’un gülümsemediği ya da gülmediği tek bir fotoğraf bile yoktu. Çekmeceden çıkardıklarını özenle yerine koyup çekmeceyi kapattı ve bir sonrakini açtı. Burada da vergi iadeleri, sigorta poliçeleri, çocukların okullarıyla ilgili bazı kâğıtların dışında ilginç bir şey yoktu.
Masanın en alt çekmecesini açtığında oldukça şaşırdı. Önce çekmecede yalnızca beyaz mektup kâğıtlarının bulunduğunu sanmıştı. Kâğıtları kaldırdığındaysa eline metal bir şey değmişti. Çekip alarak kaşlarını çattı.
Bu, bir çift kelepçeydi. Oyuncak değil, gerçek kelepçelerdi. İngiliz yapımı. Kelepçeleri masanın üstüne koydu. Bunların gizemli bir anlamı olmaları gerekmiyor, diye geçirdi içinden. Ama özenle saklanmışlar. Ve Robert Åkerblom eğer onların orada olduğunu bilseydi mutlaka onları oradan alırdı. Çekmeceyi kapatarak kelepçeleri cebine attı.
Odadan çıkarak bodrumdaki odalara ve garaja bakmaya gitti. Garajdaki raflardan birinde tahta bir uçak maketi duruyordu. Robert Åkerblom’u gözünün önünde canlandırdı. Kim bilir belki de bir zamanlar pilot olmak istemişti?
O sırada telefon çalmaya başladı. Yanıt vermek için koşarak yukarı çıktı.
Bu arada saat dokuz olmuştu.
“Komiser Wallander’le görüşebilir miyim?” Arayan Martinson’du.
“Benim,” dedi Wallander.
“Buraya gelsen iyi olacak,” dedi Martinson. “Hemen.”
Wallander kalbinin hızlı hızlı atmaya başladığını hissetti.
“Onu buldunuz mu?” diye sordu.
“Hayır,” diye yanıtladı Martinson, “ne onu ne de arabasını bulduk. Ama bir ev yanıyor. Ya da şöyle diyeyim, bir evde bomba patladı. Bunun bizim olayla bir bağlantısı olduğunu sanıyorum.”
“Hemen geliyorum,” dedi Wallander.
Robert Åkerblom’a bir not yazarak mutfak masasının üstüne bıraktı.
Krageholm’e giderken yolda Martinson’un söylediklerinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Evde bomba patladı? Hangi evde?
Üç büyük kamyonu başarıyla solladı. Yağmur o kadar hızlanmıştı ki silecekler güçlükle yetişiyordu.
Meşe ağacının bulunduğu köşeye geldiğinde yağmur hızını kesmişti. Ağaçların arasından yükselen siyah dumanları gördü. Ağacın hemen yanı başında bir polis arabası kendisini bekliyordu. Arabanın içindeki polislerden biri ağacın yanından dönmesini işaret etti. Wallander bu yolun dün yanlışlıkla girdiği lastik izleriyle dolu yol olduğunu fark etti.
Yolda başka bir şey daha vardı ama bunun ne olduğunu tam olarak anlayamamıştı.
Olay yerine yaklaştığında evi tanıdı. Bu sol tarafta, yoldan görülmeyen evdi. İtfaiye memurları canla başla yangını söndürmeye çalışıyorlardı. Wallander arabasından iner inmez alevlerin sıcaklığını yüzünde hissetti. Martinson koşarak yanına geldi.
“İçerde biri var mı?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” dedi Martinson. “Bildiğimiz kadarıyla yok. Zaten içeriye girmek mümkün değil şu anda. Dumandan göz gözü görmüyor. Evin sahibi öldüğünden bu yana, bir yıldan uzun süredir ev boşmuş. Bu civarda yaşayan çiftçilerden biri anlattı. Evle ilgilenen kişi kiralasın mı yoksa satsın mı bir türlü karar veremiyormuş.”
“Peki, ne oldu?” dedi Wallander evden yükselen yoğun dumanlara bakarak.
“Ana yoldan uzaktaydım,” dedi Martinson. “Ordu arama birliklerinden biri buralardaymış. Sonra da bu ani patlama oldu. Sanki bomba patlamış gibiydi. Önce bir uçak düştü sandım. Sonra da dumanı gördüm. Buraya ulaşmam beş dakikamı aldı. Her yer alevler içindeydi. Yalnız ev değil ahır da yanıyordu.”
Wallander düşünmeye çalıştı.
“Bomba,” dedi. “Gaz kaçağı olabilir mi?”
Martinson başını olumsuz bir şekilde iki yana salladı. “Yirmi tüp bile böylesi bir patlamaya neden olmaz,” dedi. “Arkadaki meyve ağaçları havaya uçtu. Kasıtlı yapılmış bir şey bu.”
“Tüm çevre asker ve polisle sarılıyken mi?” dedi Wallander. “Kundaklama için oldukça garip bir zamanlama.”
“İşte bu yüzden aralarında doğrudan bir bağ olabileceğini düşünüyorum,” dedi Martinson.
“Bir fikrin var mı?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” diye yanıt verdi Martinson. “Yok.”
“Evin sahibi kimmiş, öğren,” dedi Wallander. “Bu evle araziden kim sorumlu, bunları öğrenmeni istiyorum. Sana katılıyorum, bu, basit bir rastlantıdan öte bir şey. Björk nerede?”
“Basın toplantısına hazırlanmak için merkeze gitti,” dedi Martinson. “Söylediklerini asla yazmayan gazetecilerle bir araya her gelişinde ne denli tedirgin olduğunu bilirsin. Ama olanlardan haberi var. Svedberg haber verdi. Senin burada olduğunu da biliyor.”
“Yangını söndürdüklerinde evi yakından inceleyeceğim,” dedi Wallander. “Ama bu arada çevreyi iyice araştırmaları için çocukları görevlendirebilirsin.”
“Louise Åkerblom’u aramaları için mi?” diye sordu Martinson.
“Öncelikle arabasını bulmaya çalışsınlar,” dedi Wallander.
Martinson çiftçiyle konuşmak üzere uzaklaştı. Wallander itfaiyecilerin yangını söndürmelerini izledi.
Eğer gerçekten bir bağlantı varsa, ne olabilirdi? Bir kadın kayboluyor ve bir ev havaya uçuyor. Üstelik araştırma yapan adamların burnunun dibinde!
Saatine baktı. Ona on vardı. İtfaiye erlerinden birine seslendi.
“Çevreyi aramaya ne zaman başlayabilirim?”
“Yangını henüz tam olarak söndüremedik,” diye cevapladı iftaiye eri. “Sanırım öğleden sonra araştırmaya başlayabilirsiniz.”
“İyi,” dedi Wallander. “Feci bir patlama olmuş.”
“Yüzlerce kilo dinamiti ateşlemek için çakılmadıysa, bir kibritle çıkacak yangın değil,” dedi itfaiyeci.
Wallander arabasına binerek Ystad’a geri döndü. Yoldan, santralde görevli Ebba’yı arayarak Björk’e merkeze gelmekte olduğunu haber vermesini istedi. Sonra birden bir şeyi unuttuğunu hatırladı. Geçen akşam polis devriye arabalarından biri bozuk yolların birinde az kalsın bir Mercedes’le çarpışmak üzere olduklarını rapor etmişti. Wallander bu olayın havaya uçan evin civarında olduğundan emindi.
Rastlantılar biraz fazla, diye geçirdi içinden. Yakında artık bilmecenin parçalarını bir araya koyabileceğiz.
Wallander içeri girdiğinde Björk merkezin girişindeki danışmanın önünde volta atıyordu.
Wallander’i görünce, “Şu basın toplantılarına bir türlü alışamıyorum,” dedi. “Svedberg’in telefonla haber verdiği yangından ne haber? Bu konuda bir hayli garip konuştu. Evle ahırın havaya uçtuğunu söyledi. Bu ne demek oluyor? Hangi evden söz ediyor?”
“Svedberg’in söyledikleri büyük bir olasılıkla doğru,” dedi Wallander. “Ancak bu mevzuyu Louise Åkerblom’un kayboluşu hakkında yapacağımız basın toplantısından sonra konuşuruz. O zamana kadar oradaki çocuklar belki biraz bilgi de toplamış olurlar.”
Björk başını evet dercesine salladı.
“Basın toplantısını olabildiğince basit tutalım,” dedi. “Kısa ve net bir şekilde kadının kaybolduğunu söyleyelim, resmini verelim ve basından bu kayıp haberinin yayınlanmasını isteyelim. Soruşturmayla ilgili sorulara sen yanıt verirsin.”
“Hangi soruşturmayla? Soruşturma diye bir şey yok,” dedi Wallander. “Kadının arabasını bulabilseydik, o zaman belki bir şeyler söyleyebilirdim. Ama bulamadık ve elimizde tek bir ipucu bile yok.”
“O zaman bir şeyler bul,” dedi Björk. “Gazetecilere söyleyecek bir şeyleri olmayan polislere kimse saygı göstermez. Bunu sakın unutma.”
Basın toplantısı yarım saat sürdü. Yerel gazete ve radyo istasyonlarının yanı sıra Expressen ve Idag gazetelerinin yerel temsilcileri de gelmişti. Buna karşın Stockholm gazetelerinden kimse yoktu. Kadını bulmadan gelmezler, diye düşündü Wallander. Onlar da kadının öldüğünü düşünüyorlar.
Björk basın toplantısını açarak bir kadının kaybolduğunu ve polisin bu olayı büyük bir ciddiyetle incelediğini açıkladı. Kadınla arabayı tarif ettikten sonra Louise’in resmini dağıttı. Sonra da gazetecilere sorularını beklediklerini söyleyerek Wallander’e doğru baktı, başını sallayıp yerine oturdu. Wallander kürsüye çıkarak bekledi.
“Sizce ne olmuş olabilir?” diye sordu yerel radyo istasyonundan bir muhabir. Wallander onu daha önce hiç görmemişti. Yerel radyo istasyonu sürekli eleman değiştiriyordu galiba.
“Şu anda hiçbir şey bilmiyoruz,” diye yanıtladı Wallander. “Ama olaylar Louise Åkerblom’un kaybolmasını büyük bir ciddiyetle ele almamızı gerektiriyor.”
“O zaman bize olaylardan söz edin,” dedi yerel muhabir.
Wallander anlatmaya başladı: “Bu ülkede kayıp haberi verilen insanların çoğunun er ya da geç geri geldiğini hepimiz biliyoruz. Kayıp olaylarının üçte ikisi mutlu sonla bitmiştir. En yaygın neden, unutkanlıktan ileri gelmektedir. Ara sıra da başka nedenler ortaya çıkar. İşte ancak o zaman bizler bu kayıp olayını büyük bir ciddiyetle ele alırız.”
Björk elini kaldırıp araya girdi: “Bu da elbette polisin diğer kayıp olaylarını ciddiye almadığı anlamına gelmez.”
Aman Tanrım, diye içinden geçirdi Wallander.
Expressen gazetesinin kızıl saçlı ve sakallı genç muhabiri, elini kaldırarak konuşmaya başladı. “Biraz daha açık ve net konuşamaz mısınız?” diye sordu. “Bir cinayet olasılığını düşünüyor musunuz? Düşünmüyorsanız neden? Bence genç kadının nerede kaybolduğu ve onu en son kimin gördüğü konusu da açık seçik değil.”
Wallander onaylarcasına başını salladı. Gazeteci haklıydı. Björk birçok konuyu üstü kapalı geçmişti.
“Geçen cuma günü öğleden sonra saat üçü biraz geçe Skurup’taki Sparbanken’den çıkmış,” diyerek açıklamaya başladı. “Banka çalışanlarından biri, genç kadının arabasına binip üçü çeyrek geçe park yerinden ayrıldığını görmüş. Saat konusunda eminiz. Bundan sonra da bir daha onu kimse görmemiş. İki olası yoldan birinden gittiğinden eminiz. Ya Ystad’a doğru E14 karayolundan ya da Slimminge ve Rögla’dan geçerek Krageholm’e doğru gitti. Sizin de az önce duyduğunuz gibi Louise Åkerblom emlakçı. Satışa çıkarılacak evlerden birini görmeye gitmiş olabilir. Ya da doğruca evine gitmiştir. Yolda neye karar verdiğinden emin değiliz.”
“Satılacak ev neresiymiş?” diye sordu yerel gazete muhabirlerinden biri.
“Araştırmamızın bir bölümünü oluşturduğu için bu soruya yanıt veremeyeceğim,” diye cevap verdi Wallander.
Basın toplantısı kısa bir süre sonra bitti. Yerel radyonun muhabiri Björk’le kısa bir söyleşi yaptı. Wallander dışarıda, koridorda yerel gazete muhabirlerinden birinin sorularını yanıtladı. Gazeteciler gittikten sonra, bir fincan kahve alarak odasına gidip yangın yerini aradı. Telefona yanıt veren Svedberg, Martinson’un polisleri gruplara ayırarak yanan evin çevresini araştırmaya gönderdiğini söyledi.
“Böyle bir yangını ilk kez görüyorum,” diyordu. “Yangın söndürüldüğünde geriye küllerden başka bir şey kalmayacak.”
“Öğleden sonra oraya geleceğim,” dedi Wallander. “Şimdi yine Robert Åkerblom’un yanına gidiyorum. Eğer bir gelişme olursa beni orada bulabilirsin.”
“Tamam,” dedi Svedberg. “Basın neler söyledi?”
“Önemli bir şey olmadı,” dedi Wallander telefonu kapatırken.
Tam o sırada da Björk kapıdan içeri girdi. “Toplantı çok iyi geçti,” dedi. “Kimse ukalalık etmedi, mantıklı sorularla yetindiler. Umarım söylediklerimizi yazarlar.”
Wallander basın toplantısına ilişkin herhangi bir değerlendirme yapma zahmetine girmeden, “Yarın santrale bir iki kişi daha koyalım,” dedi. “İki çocuklu dindar bir kadın ortadan kaybolunca birçok kişinin telefon edip hem ne olduğunu soracağından hem de polisi kutsayıp dua ettiklerini söyleyeceklerinden eminim. Bunların dışında belki bize yararlı bir şeyler söyleyebilecek birileri de arayabilir.”
“Tabii kadını bugün bulamazsak,” dedi Björk.
“Bulamayacağımızı ikimiz de biliyoruz,” dedi Wallander.
Sonra da yangını anlatmaya başladı. Patlamayı. Björk endişeli bir yüz ifadesiyle anlatılanları dinledi.
“Sence bunlar ne anlama geliyor?” diye sordu.
Wallander kollarını uzattı. “Bilmiyorum. Birazdan Robert Åkerblom’u görmeye gideceğim. Bakalım anlatacak yeni bir şeyi var mı?”
Björk kapıya doğru yürüdü.
“Saat beşte odamda toplantı var,” dedi.
Wallander tam odasından çıkarken Svedberg’ten bir şey istemeyi unuttuğunu hatırladı. Yangın yerine bir kez daha telefon etti.
“Dün gece polis arabalarından birinin bir Mercedes’le burun buruna gelişini hatırlıyor musun?”
“Hayal meyal,” diye yanıtladı Svedberg.
“Bununla ilgili her şeyi öğrenmeni istiyorum,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “O Mercedes’in yangınla bir şekilde ilişkisi olduğunu hissediyorum. Louise Åkerblom’la bir ilgisi olup olmadığından ise emin değilim.”
“Tamam,” dedi Svedberg. “Başka bir şey var mı?”
“Beşte toplantı var,” dedi Wallander telefonu kapatırken.
On beş dakika sonra Åkerblom’ların mutfağındaydı yine. Birkaç saat önce oturduğu aynı sandalyede çayını yudumluyordu.
“Bazen beklenmedik bir anda ortaya çıkan acil durumlarla karşılaşıyoruz,” dedi Wallander. “Büyük bir yangın çıkmıştı, oraya gitmek zorunda kaldım. Ama kontrol altına alındı neyse ki.”
“Anlıyorum,” dedi Robert Åkerblom kibarca. “Polis olmanın pek kolay olduğunu sanmıyorum.”
Wallander karşısında oturan adama dikkatle baktı. Aynı anda da pantolonunun cebindeki kelepçeleri hatırladı. Aklındaki soruları aslında hiç sormak istemiyordu.
“Birkaç sorum var,” dedi. “Sorabilir miyim?”
“Elbette,” dedi Åkerblom. “Sorabilirsiniz.”
Wallander, Robert Åkerblom’un ses tonundaki belli belirsiz tedirginliği fark etmişti.
“Karınız hasta mıydı?”
Adam ona şaşkınlıkla baktı. “Hayır,” diye cevap verdi. “Bunu da nereden çıkardınız?”
“Onun ciddi bir hastalığı olduğu kanısına kapıldım. Son zamanlarda doktora gitmiş miydi?”
“Hayır. Eğer hasta olsaydı bunu mutlaka bana söylerdi.”
“İnsanlar bazen böylesi ciddi hastalıklar söz konusu olduğunda konuşmakta zorlanabilirler,” dedi Wallander. “Ya da en azından düşüncelerini ve duygularını toplamak için birkaç gün beklemeyi yeğlerler. Genellikle duygularını paylaşmak, bir teselli aramak isteyen hasta bunu kendi kendine yapmak zorunda kalır.”
Robert Åkerblom yanıt vermeden bir an düşündü.
“Böyle bir durumla karşı karşıya olduğunu hiç sanmıyorum.”
Wallander başını sallayarak sorularını sormayı sürdürdü.
“İçki sorunu var mıydı?”
Robert Åkerblom yüzünü buruşturdu.
“Nasıl böyle bir soru sorabilirsiniz?” dedi bir anlık bir sessizlikten sonra. “İkimiz de alkolden uzak dururuz.”
“Ama eviyenin altındaki dolap ağzına kadar içki dolu,” dedi Wallander.
“Başkalarının içki içmelerine karışmayız,” diye karşılık verdi Åkerblom. “Elbette makul ölçülerde. Ara sıra arkadaşlarımız gelir. Bizim gibi küçük bir emlak şirketi bile, müşterilerini zaman zaman uygun bir şekilde ağırlamalıdır, öyle değil mi?”
Wallander başını onaylarcasına salladı. Bu yanıtı sorgulaması için bir neden yoktu. Bakışlarını Robert Åkerblom’un yüzünden ayırmadan kelepçeleri cebinden çıkararak masanın üstüne koydu.
Düşündüğü oldu. Adamın yüzünde şaşkınlık dolu bir ifade belirdi.
“Beni tutukluyor musunuz?” diye sordu.
“Hayır,” dedi Wallander. “Ama bu kelepçeleri yukardaki çalışma odanızda, masanın en alt çekmecesinde kâğıtların altında buldum.”
“Kelepçe mi,” diye mırıldandı Robert Åkerblom. “Bunları ilk kez görüyorum.”
“Kelepçeleri çekmeceye kızlarınızdan biri koymadığına göre bunlar herhâlde karınızın,” diye üsteledi Wallander.
Robert Åkerblom başını şaşkınlıkla iki yana sallayarak, “Anlayamıyorum,” dedi.
Wallander birden karşısında oturan adamın yalan söylediğini hissetti. Sesindeki belli belirsiz öfkeden, bakışlarında bir an için yanıp sönen güvensiz ifadeden hissetmişti bunu. Ve bu da ona yetmişti.
“Kelepçeleri çekmeceye başka biri koymuş olabilir mi?” diye sordu sakin bir sesle.
“Bilmiyorum,” dedi Robert Åkerblom. “Bize yalnızca kilisedeki dostlarımız gelir. Müşteriler dışında demek istiyorum ve onlar da hiçbir şekilde yukarı çıkmazlar.”
“Hiç kimse! Öyle mi?”
“Ebeveynlerimiz. Birkaç akrabamız ve çocukların arkadaşları.”
“Yani epeyce kişi…” dedi Wallander.
“Anlayamıyorum,” dedi bir kez daha Robert Åkerblom.
Belki de kelepçeyi orada nasıl unutmuş olabileceğini anlamıyorsundur, diye geçirdi içinden Wallander. Bu kelepçelerin ne anlama geldiğini mutlaka bulmam gerek…
Wallander ilk kez Robert Åkerblom’un karısını öldürüp öldürmediğini sordu kendi kendine. Ama sonra da bu soruyu kafasının bir kenarına attı. Kelepçeler ve adamın yalan söylemesi Wallander’in düşündüklerini tersine çevirecek denli güçlü kanıtlar değildi.
“Bu kelepçelerin çekmeceye nasıl girdiğini açıklayamayacağınızdan emin misiniz?” diye sordu Wallander bir kez daha. “Evde kelepçe bulundurmanın yasalara aykırı olmadığını belirtmeliyim. Bunun için ruhsata ihtiyacınız yok. Öte yandan da her canınız istediğinde insanları kelepçeleyemezsiniz, tabii ki.”
“Size yalan söylediğimi mi düşünüyorsunuz?” diye sordu Robert Åkerblom.
“Hiçbir şey düşünmüyorum,” dedi Wallander. “Ben yalnızca bu kelepçelerin neden çalışma odanızdaki masanın çekmecesinde olduğunu öğrenmek istiyorum.”
“Onların bu eve nasıl girdiğinden haberim olmadığını az önce de söyledim size.”
Wallander evet dercesine başını salladı. Daha fazla baskı yapmanın bir anlamı yoktu. En azından şimdilik. Ama yine de adamın yalan söylediğinden emindi. Evliliklerinin hiç de iyi gitmediği ve çok kötü bir cinsel yaşamları söz konusu olabilir miydi acaba? Bu, Louise Åkerblom’un neden ortadan kaybolduğunu açıklayabilir miydi?
Wallander görüşmenin bittiğini belirtircesine çay fincanını hafifçe kenara itti. Kelepçeleri mendiline sararak cebine koydu. Teknik bir inceleme bunların ne amaçla kullanıldığını açıklayabilirdi.
“Şimdilik bu kadar,” dedi Wallander ayağa kalkarak. “Bir şey olursa hemen sizi arayacağım. Akşam gazetelerinde ve yerel radyo yayınında bu olaya yer verileceğinden bu akşam hazırlıklı olmanızda yarar var. Birçok kişi telefon edip ne olduğunu soracaktır. Tüm bunların araştırmamıza yardımcı olacağını umuyoruz.”
Robert Åkerblom karşılık vermeden başını evet dercesine sallamakla yetindi.
Wallander adamın elini sıkarak arabasına gitti. Hava değişiyordu. Yağmurun hızı kesilmişti. Rüzgâr da eskisi gibi sert esmiyordu.
Wallander birkaç sandviç atıştırıp bir fincan kahve içmek için tren istasyonunun yanındaki Fridolf’un Kafesi’ne doğru sürdü arabasını. Yeniden arabasına binip yangın yerine doğru yola koyulduğunda saat 12.30 olmuştu. Arabasını park etti, barikatın üstünden atlayarak bir kül yığını hâline gelmiş olan ahırla eve şaşkınlıkla baktı. Polis henüz araştırmayı başlatmamıştı. Wallander küllerin yanına yaklaşarak çok iyi tanıdığı görevli itfaiye şefi Peter Edler’le konuşmaya başladı.
“Yangını söndürdük sayılır,” dedi. “Yapacak bir şey yok. Ne dersin, kundaklama mı?”
“Bilmiyorum,” diye cevap verdi Wallander. “Svedberg’i ya da Martinson’u gördün mü?”
“Galiba bir şeyler atıştırmaya gittiler,” diye yanıtladı Edler. “Rydsgård’a gittiler. Albay Hernberg sorumluluğu devraldı. Yakında dönerler sanırım.”
Wallander başını sallayarak itfaiye şefinin yanından ayrıldı.
Birkaç metre ileride köpekli bir polis duruyordu. Sandviç yiyordu, köpek de bir patisiyle ıslak zemini eşeliyordu. Birden köpek havlamaya başladı. Polis sabırsızlıkla köpeğin tasmasını çekiştirdi, derken köpeğin toprağı kazmaya çalıştığını fark etti. Wallander polisin sandviçini bir kenara fırlatıp köpeğin kazmaya çalıştığı yere dikkatle baktığını gördü. Wallander çok meraklanmıştı, hemen yanlarına gitti.
“Köpek ne buldu?” diye sordu.
Polis başını çevirip Wallander’e baktı. Yüzü kireç gibi olmuştu. Titriyordu. Wallander yere çömeldi. Çamurların arasında bir parmak duruyordu. Kara derili bir parmak. Bu bir insan parmağıydı. Wallander’in midesi bulandı. Köpeği tutan polise hemen gidip Svedberg’le Martinson’u bulmasını söyledi.
“Hemen buraya gelsinler,” dedi. “Yemekleri bitmemiş de olsa, hemen gelsinler. Arabamın arka koltuğunda boş bir plastik torba var. Onu getir buraya.”
Polis söylenileni yaptı.
Neler oluyor, diye geçirdi içinden Wallander. Bir siyahi parmağı. Bir parmak! Kesilmiş bir parmak! Skåne’nin orta yerinde…
Polis plastik torbayla döndüğünde Wallander parmağı yağmurdan korumak için torbaya koydu. Haber hemen duyulmuştu, itfaiyeciler parmağı görmek için Wallander’in başına üşüştüler.
“Küllerin arasında bir ceset aramalıyız,” dedi Wallander itfaiye şefine. “Bu parmağın sahibinin cesedini… Burada ne olup bittiğini ancak Tanrı bilir.”
“Bir parmak,” diye mırıldandı Peter Edler şaşkınlıkla.
Yirmi dakika sonra Svedberg’le Martinson koşarak yanlarına yaklaştı. Parmağa şaşkınlıkla baktılar. İkisi de bir şey söylemedi. Sonunda sessizliği bozan Wallander oldu. “Hiç olmazsa bir şeyden eminiz,” dedi. “Bu, Louise Åkerblom’un parmağı değil.”

5
Saat beşte merkezdeki toplantı odalarından birinde toplandılar. Wallander bundan daha sessiz geçen bir toplantı hatırlamıyordu. Kesik parmak masanın ortasında, plastik torbanın içinde duruyordu. Björk’ün parmağı görmemek için sandalyesini hafifçe çevirdiğini fark etti. Onun dışında herkes masanın ortasındaki parmağa sessizce bakıyordu.
Bir süre sonra hastaneden bir ambulans gelerek parmağı alıp götürdü. Ardından Svedberg kahve getirmeye gitti ve Björk de toplantıyı başlattı.
“Bir kez daha nutkum tutuldu,” diye başladı söze. “Aranızda bu parmağa ilişkin bir açıklaması olan var mı?”
Kimseden ses çıkmadı. Bu, aslında öylesine sorulmuş bir soruydu.
“Wallander,” dedi Björk. “Soruşturmada ne kadar yol aldığımızın kısa bir özetini yapar mısın?”
“Pek kolay olmayacak,” dedi Wallander. “Ama yine de çalışacağım.”
Not defterini açarak sayfaları çevirdi. “Louise Åkerblom tam dört günden beri kayıp,” diye başladı söze. “Kesin konuşmak gerekirse doksan sekiz saattir kayıp. Bildiğimiz kadarıyla onu gören yok. Onu ve arabasını ararken bir evde büyük bir patlama oldu. Louise’in o evde olabileceğini düşünmüştük. Evin sahibinin bir süre önce öldüğünü ve binanın vârisler tarafından satılığa çıkarıldığını biliyoruz. Onları Varnämo’da yaşayan bir avukat temsil ediyor. Ev bir yıldan beri boş. Vârisler evin satılması ya da kiralanması konusunda henüz kesin bir karar alamamışlar. Vârislerin bir kısmının evi satın almaları da söz konusu. Avukatın adı Holmgren. Varnämo’daki meslektaşlarımıza avukatla konuşmalarını rica ettik. Vârislerin adlarını ve adreslerini öğrenmek istiyoruz.”
Devam etmeden önce kahvesinden bir yudum aldı.
“Yangın saat dokuzda başladı,” dedi. “Kanıtlar, zaman ayarlı, çok güçlü bir patlayıcının kullanıldığını gösteriyor. Yangının her zamanki basit nedenlerden ötürü çıktığını düşünmemizi gerektirecek bir neden yok ortada. Holmgren evde gaz kaçağı olmadığından emin. Ev geçen yıl baştan sona onarılmış. Yangın söndürme işlemleri sürerken polis köpeklerinden biri yangından yaklaşık yirmi beş metre ötede bir insan parmağının kokusunu aldı. Bu sol elin ya işaret ya da orta parmağı. Bir siyahiye ait. Olay yeri her şeyi didik didik aradı ama başka bir şey bulunamadı. O bölgede yoğun bir arama yaptık ama biz de hiçbir şey bulamadık. Ne Louise Åkerblom’u ne de arabasını bulabildik. Ev havaya uçtu ve biz bir siyahinin parmağını bulduk. Hepsi bu kadar.”
Björk yüzünü buruşturdu. “Doktorlar ne diyor?” diye sordu.
“Hastaneden Maria Lestadius buradaydı,” dedi Svedberg. “Adli tıpla hemen bağlantı kurmamız gerektiğini söyledi. Parmak okuma konusunda uzman olmadığını belirtti.”
Björk tedirginlikle kıpırdadı. “Tekrar et bakayım,” dedi. “Parmak okumak mı dedi?”
“Evet, aynen böyle söyledi,” diye karşılık verdi Svedberg. Björk yine her zamanki gibi gereksiz bir şeyin üstünde durmuştu.
Björk’ün meşhur bir alışkanlığı vardı, bazen önemsiz şeylere takılır kalırdı. Bir elini sertçe masaya vurdu. “Bu çok kötü,” dedi. “Şöyle söyleyeyim, hiçbir şey bilmiyoruz. Robert Åkerblom kayda değer bir şey söylemedi mi?”
Wallander şimdilik kelepçelerden söz etmemeye karar vermişti. Aksi hâlde konunun başka bir yöne çekilmesinden korkuyordu. Ayrıca kelepçelerin genç kadının kaybolmasıyla bir ilgisi olduğundan emin de değildi.
“Hayır,” diye yanıtladı. “Bana kalırsa Åkerblom’lar İsveç’in en mutlu ailesi.”
“Kadın dini açıdan psikolojik bir bunalım geçiriyor olabilir mi?” diye sordu Björk. “Mezheplerle ilgili oldukça garip şeyler duyuyoruz.”
“Metodistler garip değil ki. Kilisemizin en eski mezheplerinden biri. Ama doğrusunu istersen ne işe yaradıklarından haberim yok.”
“Bunu da incelemeliyiz,” dedi Björk. “Şimdi ne yapmamız gerekiyor?”
“Umarım basın toplantısından bir şey çıkar,” dedi Martinson. “Belki birkaç kişi arayıp yararlı bilgiler verir.”
“Telefon trafiğini düzenleyecek bir iki eleman daha gönderdim santrale,” dedi Björk. “Yapmamız gereken başka bir şey var mı?”
“Elimizdekilere bir bakalım,” dedi Wallander. “Pek fazla bir şey yok, değil mi? Yalnızca kesik bir parmak var. Bu, bir yerlerde sol elinin parmaklarından biri kesik, bir siyahinin olduğunu gösterir. Bu da, adamın bir doktora ya da bir hastaneye ihtiyacı olduğu anlamına geliyor. Eğer henüz hastaneye ya da doktora gitmemişse mutlaka yakında gidecektir. Adamın polisle bağlantı kurma olasılığını da göz ardı edemeyiz. Hiç kimse durup dururken kendi parmağını kesmez. Yani buna sıklıkla rastlanılmaz demek istiyorum. Bir başka deyişle biri ona işkence yapmış olmalı. Adamın ülke dışına kaçmış olabileceğini de göz önünde bulundurmalıyız.”
“Parmak izi,” dedi Svedberg. “Yasal ya da yasa dışı olarak bu ülkede kaç Afrikalının olduğunu bilmiyorum ama dosyalarımızda parmak izini bulma olasılığını da yabana atmayalım. Ayrıca Interpol’e de haber verebiliriz. Son yıllarda Afrika ülkelerinin çoğunda suç dosyalarının kabardığını biliyorum. Bir ya da iki ay önce SvenskPolis dergisinde bu konuyla ilgili bir yazı çıkmıştı. Kurt’e katılıyorum. Louise Åkerblom ve bu parmak arasında bir bağlantı görmesek bile olduğunu varsaymalıyız.”
“Bu haberi gazetelere bildirelim mi?” diye sordu Björk. “Polis, parmağın sahibini arıyor. Haberi manşetten verebilirler.”
“İyi fikir,” dedi Wallander. “Bu haberi vermekle bir şey yitirmeyiz.”
“Bunu düşüneceğim,” dedi Björk. “Biraz daha bekleyelim. Ülkedeki her hastanenin uyarılması konusuna katılıyorum. Doktorlar bir şeyden kuşkulandıklarında polise haber vermekle yükümlüdürler değil mi?”
“Ama aynı zamanda sır saklamakla da yükümlüdürler,” diye hatırlattı Svedberg. “Yine de hastanelerle bağlantı kurmamızda yarar var. Sağlık merkezleriyle de. Ülkemizde kaç tane doktor olduğunu bilen var mı?”
Kimse bilmiyordu.
“Ebba’ya öğrenmesini söyle,” dedi Wallander.
Ebba’nın İsveç Tıp Merkezi’nin sekreterine ulaşması on dakika sürmüştü.
“İsveç’te yirmi beş binden fazla doktor varmış,” dedi Wallander, Ebba’yla konuştuktan sonra.
Şaşkınlıkla bakıştılar.
Yirmi beş bin doktor.
Martinson öfkeyle, “Onlara ihtiyacımız olduğunda neredeler?” diye homurdandı.
Björk sabırsızlanmaya başlamıştı. “Bu, bizi bir yere götürür mü?” diye sordu. “Götürmezse hepimizin yapacak bir yığın işi var. Yarın sabah saat sekizde toplanalım.”
“Ben hastane işiyle ilgileneceğim,” dedi Martinson.
Telefon çaldığında not defterlerini toplamış, salondan çıkmak üzereydiler. Martinson’la Wallander koridora çıkmıştı bile. Björk arkalarından seslendi.
“Bingo!” Yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Arabayı bulmuşlar galiba. Arayan Norén’di. Yangını izlemeye gelen bir çiftçi birkaç kilometre ötedeki gölde bir araba olduğunu söylemiş polislere. Sjöbo dışında bir yerlerde dedi galiba. Norén olay yerine gitmiş ve çamurlu suyun arasından çıkan bir radyo anteni görmüş. Adı Antonson olan çiftçi arabanın bir hafta önce orada olmadığından eminmiş.”
“Tamam, hemen gidelim,” dedi Wallander. “O arabayı bu akşam sudan çıkarmalıyız. Bu iş yarına kalamaz. Işıldakla vinç ayarlamalıyız.”
“Umarım arabada kimse yoktur,” dedi Svedberg.
“Biz de bunu öğrenmeye gidiyoruz zaten,” diye karşılık verdi Wallander. “Hadi!”
Göl, Sjöbo yolunda Krageholm’ün kuzeyinde çalılık alana yakın, ulaşılması zor bir yerdeydi. Polisin olay yerine ışıldakla vinç getirmesi üç saat sürmüştü ve arabayı bağladıklarında saat gecenin dokuz buçuğu olmuştu. Daha sonra da Wallander göle girdi. Norén’in arabasındaki yedek tulumlardan birini üstüne geçirmişti. Islandığının ve üşümeye başladığının farkında değildi. Tüm dikkatini arabanın üstünde yoğunlaştırmıştı. Hem gergin hem de tedirgindi. Bunun aradıkları araba olmasını diliyordu içinden. Ama öte yandan da Louise Åkerblom’u arabanın içinde bulmaktan çok korkuyordu.
“Her ne olursa olsun, bir şeyden kesinlikle eminiz,” dedi Svedberg. “Bu, bir kaza değil. Araba görülmemesi için çamurların içine özellikle itilmiş. Büyük bir olasılıkla da bu işlem gece yarısı yapılmış çünkü arabayı iten kişi radyo anteninin görüldüğünü karanlıkta fark edememiş.”
Wallander başını onaylarcasına salladı. Svedberg haklıydı.
Kablo yavaşça gerildi. Vinç çekmeye hazırlandı. Arabanın arka tarafı yavaşça ortaya çıktı. Wallander araba konusunda uzman olan Svedberg’e baktı.
“Aradığımız araba mı?” diye sordu.
“Bekle biraz,” diye karşılık verdi Svedberg. “Tam olarak göremedim.”
Daha konuşmalarını yeni bitirmişlerdi ki kablo koptu ve araba yeniden çamurlu suya gömüldü. Her şeye baştan başlamak zorunda kalmışlardı. Yarım saat sonra vinç arabayı çekmeye hazırdı.
Wallander bir arabaya bir Svedberg’e bakıp duruyordu.
Svedberg birden başını salladı. “Evet, o! Toyota Corolla bu! Bundan hiç kuşkum yok.”
Wallander ışıldaklardan birini arabaya doğru çevirdi. Artık herkes arabanın renginin lacivert olduğunu rahatça görüyordu.
Araba yavaşça gölden çıkarıldı. Vinç durdu. Svedberg, Wallander’e baktı. Arabanın yanına gidip içine baktılar. Boştu. Wallander bagajı açtı. O da boştu.
“Araba boş,” dedi Björk’e.
“Kadın gölün dibinde yatıyor olabilir,” dedi Svedberg.
Wallander evet dercesine başını salladı. Gölün çevresi yaklaşık yüz metre kadardı ama anten göründüğüne göre, suyun fazla derin olmadığı anlaşılıyordu.
“Dalgıç lazım,” dedi Björk’e. “Hem de hemen şimdi.”
“Hava çok karanlık, dalgıç bir şey göremez ki,” diye itiraz etti Björk. “Sabaha kadar beklesek çok daha iyi olacak.”
“Suyun dibine bakacaklar yalnızca,” dedi Wallander. “Yarına kadar beklemek istemiyorum.”
Björk daha fazla tartışmayarak polis araçlarından birine gidip telefon etti. Svedberg de bu arada aracın sürücü kapısını açmış fenerle arabanın içini araştırıyordu. Sırılsıklam olan araç telefonunu dikkatle inceledi.
“Son aranan numara hafızadadır,” dedi. “Büroyu arayıp telesekretere not bıraktıktan sonra belki başka bir yere de telefon etmiştir.”
“Güzel,” dedi Wallander. “Çok zekice, Svedberg.”
Dalgıçların gelmesini beklerken arabayı incelemeye koyuldular. Wallander arka koltukta sırılsıklam olmuş pastaları gördü.
Her şey şimdilik yerine oturuyor, diye geçirdi içinden. Peki ama sonra ne oldu? Yolda ne oldu? Louise Åkerblom kimle karşılaştın? Görmek istediğin biri miydi? Yoksa başka biri mi? Senin haberin olmadan seni görmek isteyen biri mi?
“Cüzdan yok,’’ dedi Svedberg. “Evrak çantası da. Torpido gözünde de arabanın sigorta evrakı dışında bir şey yok. Ve bir de İncil var.”
“Elle çizilmiş bir yol haritası var mı, bak bakalım,” dedi Wallander.
Ama Svedberg haritayı bulamadı.
Wallander yavaşça aracın çevresinde dolaştı. Araba bir yere çarpmamıştı. Louise Åkerblom kaza geçirmemişti.
Polis araçlarından birinde oturarak termostan kahve içtiler. Yağmur durmuştu. Gökte tek bir bulut bile yoktu.
“Acaba kadın gölün dibinde mi?” diye sordu Svedberg.
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Olabilir.”
İki genç dalgıç, itfaiyenin acil durum araçlarından biriyle olay yerine geldi. Wallander ve Svedberg’in ellerini sıktılar. Daha önceden tanışıyorlardı.
“Gölde ne arayacağız?” diye sordu dalgıçlardan biri.
“Ceset olabilir,” dedi Wallander. “Evrak çantası ve bir cüzdan da olabilir. Belki de bizim aklımıza gelmeyen başka bir şey.”
Dalgıçlar hazırlıklarını tamamladıktan sonra kirli ve bulanık suya girdiler.
Polisler seslerini çıkarmadan onları izliyordu.
Martinson dalgıçlar ilk dalışlarını tamamladıktan hemen sonra geldi. “Demek sonunda arabayı bulduk,” dedi.
“Kadın gölde olabilir,” diye açıkladı Wallander.
Dalgıçlar çalışkan ve çok dikkatliydiler. Biri arada sırada duruyor, kancayı düzeltiyordu. Gölün dibinden ağaç dalları, plastik bir çizmeyle kırık bir kızak çıkarmış, bir kenara koymuşlardı.
Saat gece yarısını geçmişti. Ama hâlâ Louise Åkerblom’dan bir iz bulunamamıştı.
“Aşağıda başka bir şey yok,” dedi dalgıçlardan biri. “Eğer isterseniz yarın yine dalarız.”
“Gerek yok,” dedi Wallander. “Kadının orada olmadığı kesin.”
Birbirlerine iyi geceler diledikten sonra herkes arabasına binip evine gitti.
Wallander evine gidince bir bira içerek bir şeyler atıştırdı. O denli yorgundu ki doğru dürüst düşünemiyordu. Soyunmadan yatağına uzandı, battaniyeyi üstüne çekti.
29 Nisan Çarşamba günü sabah saat yedi buçukta Wallander polis merkezindeydi.
Arabadayken aklına bir şey gelmişti. Papaz Tureson’u telefonla aradı. Telefona Tureson yanıt verdi. Wallander bu kadar erken bir saatte aradığı için önce özür diledi, sonra da kendisiyle gün içinde mutlaka konuşmak istediğini söyledi.
“Önemli bir şey mi var?” diye sordu Tureson.
“Hayır,” dedi Wallander. “Yanıtlanmasını istediğim birkaç sorum var yalnızca. İnsan bugünlerde neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu kestiremiyor.”
“Radyodaki haberleri dinledim,” dedi Tureson. “Gazeteleri de okudum. Yeni bir şey bulundu mu?”
“Louise’i hâlâ bulamadık,” dedi Wallander. “Teknik nedenlerden ötürü araştırmayla ilgili fazla bir şey söyleyemem.”
“Anlıyorum,” diye karşılık verdi Tureson. “Sorduğum için özür dilerim. Ama Louise’in hâlâ bulunamaması beni çok endişelendiriyor.”
Metodist kilisesinde saat on birde buluşmaya karar verdiler.
Wallander telefonu kapatarak Björk’ün bürosuna gitti. Svedberg esniyordu. Martinson, Björk’ün telefonuyla konuşuyordu. Björk ise sabırsızlıkla parmaklarıyla masaya vuruyordu. Martinson telefonu kapatarak yüzünü buruşturdu.
“Telefonlar gelmeye başladı,” dedi. “Ama ne yazık ki henüz kayda değer bir bilgi yok. Bir adam telefon ederek geçen perşembe günü Louise Åkerblom’u Las Palmas Havaalanı’nda gördüğünden adı gibi emin olduğunu söyledi. Yani kaybolmasından bir gün önce.”
“Hadi başlayalım,” dedi Björk arkadaşının sözünü keserek.
Polis amirinin geceyi iyi geçirmediği anlaşılıyordu. Yorgun ve sinirli bir hâli vardı.
“Dün bıraktığımız yerden devam edelim,” dedi Wallander. “Araba didik didik aranacak ve Louise Åkerblom’la ilgili gelen tüm telefonlar dikkatle dinlenip ciddiye alınacak. Teknisyenlerin neler bulduklarını görmek için yangın yerine bir kez daha gitmek istiyorum. Kesik parmak adli tıbba gönderildi. Şimdi, bu konuyla ilgili basına haber verecek miyiz, vermeyecek miyiz?”
“Verelim,” dedi Björk duraksamadan, sonra Martinson’a döndü. “Martinson, basın bültenini hazırlarken bana yardım et.”
“Bunu Svedberg yapsın,” dedi Martinson. “Ben yirmi beş bin İsveçli doktorla görüşeceğim için çok yoğunum. Ayrıca sağlık merkezleri ve kliniklerin acil servisleriyle de görüşmem gerek. Bu da bir hayli zamanımı alacak.”
“Tamam,” dedi Björk. “Varnämo’daki avukatla görüşeceğim. Arada çok önemli bir şey olmazsa, öğleden sonra toplanalım.”
Wallander arabasına doğru yürüdü. Skåne’de güzel bir gün başlamak üzereydi. Durup ciğerlerini temiz havayla doldurdu. Uzun bir kıştan sonra ilk kez baharın gelmek üzere olduğunu hissetti.
Yangın yerine gittiğinde kendisini iki sürpriz bekliyordu.
Polis teknisyenleri o sabah erkenden çok iyi bir çalışma yapmışlardı. Birkaç ay önce Ystad polis merkezinde çalışmaya başlayan Sven Nyberg karşıladı Wallander’i. Ystad’a Malmö polis teşkilatından gelmişti. Wallander onu pek fazla tanımıyordu ama çok başarılı ve yetenekli bir polis olduğunu duymuştu. Wallander onunla kolay iletişim kurulamadığına, zaman zaman kaba ve sert biri olduğuna birkaç kez tanık olmuştu.
“Bir iki şeye bakman gerek,” dedi Nyberg plastik bir torbanın içindeki metal parçalarını göstererek.
“Bomba mı?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” diye yanıtladı Nyberg. “Bomba izine henüz rastlamadık. Ama bu da en az bomba kadar ilginç. Şu anda büyük bir telsiz cihazının parçalarını görüyorsun.”
Wallander şaşkınlıkla meslektaşına baktı.
“Alıcı ve verici,” dedi Nyberg. “Bunun türünü tam olarak söyleyemem ama telsiz meraklıları için çok iyi bir cihaz olduğu kesin. Bomboş bir evde böylesi bir şey bulmak garip, özellikle havaya uçurulan bir evde.”
Wallander başını evet dercesine salladı. “Haklısın,” dedi. “Bu konuda her şeyi öğrenmek istiyorum.”
Nyberg plastik torbanın içindeki metal parçalarından birini aldı.
“Bu da çok ilginç,” dedi. “Bunun ne olduğunu tahmin edebilir misin?”
“Tabanca!”
Nyberg evet dercesine başını salladı.
“Evet, tabanca,” dedi. “Ev havaya uçtuğunda içerde cephanelik dolusu patlayıcı ve silah varmış. Cephane deposu havaya uçunca tabancalar ya yangından ya da basınçlı sudan paramparça olmuş. Bunun alışılmışın dışında bir model olduğunu sanıyorum. Kabzası senin de gördüğün gibi uzun. Bu kesinlikle ne Luger ne de Beretta.”
“O zaman, ne?” diye sordu Wallander.
“Bir şey söylemek için henüz erken,” dedi Nyberg. “Ama kesin bir şey öğrenir öğrenmez seni arayacağım.”
Nyberg piposunu doldurup yaktıktan sonra, “Bu konuda ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Wallander başını salladı. “Daha önce kafam hiç bu denli karışmamıştı,” diye karşılık verdi dürüstçe. “Bir ipucu bulamıyorum. Kayıp bir kadını aradığımı biliyorum ve bu süreç içersinde de karşıma sürekli olarak garip şeyler çıkıp duruyor. Kesik bir parmak, telsiz vericisi, alışılmışın dışında silahlar. Kim bilir, belki de bu alışılmışın dışındaki nesneleri başlangıç noktası olarak kullanmalıyım! Bunca yıllık polislik yaşantımda hiç karşılaşmadığım bir şeyler var bu olayda.”
“Sabırlı ol,” dedi Nyberg. “Er ya da geç ipuçlarına ulaşacağımıza eminim.”
Nyberg işinin başına döndü. Wallander olanları yeniden gözden geçirerek bir süre orada oyalandı, sonunda vazgeçti. Arabasına binip merkezi aradı.
“Çok telefon geliyor mu?” diye sordu Ebba’ya.
“Başımızı kaşıyamıyoruz,” diye karşılık verdi. “Birkaç dakika önce Svedberg uğradı ve bazı telefonların ilginç ve mantıklı bilgiler verdiğini söyledi. Hepsi bu kadar.”
Wallander, Metodist kilisesinin telefon numarasını Ebba’ya verdikten sonra papazla görüşüp Louise Åkerblom’un şirketteki çalışma masasını bir kez daha incelemeye karar verdi. İlk araştırmasını gelişigüzel yaptığı için suçluluk duyuyordu.
Ystad’a geri döndü. Tureson’la buluşuncaya kadar bir hayli zamanı olduğundan arabayı meydandaki parka bırakıp elektronik eşya satan mağazalardan birine girdi. Fazla düşünmeden yeni bir müzik seti alıp parasını kredi kartıyla ödedi. Sonra da evine, Maria Caddesi’ne giderek cihazını kurdu. Cihazla birlikte aldığı Puccini’nin Turandot operasının CD’sini taktı, kanepeye uzanarak Baiba Liepa’yı düşünmeye çalıştı. Ne var ki Louise Åkerblom’un yüzü gözlerinin önünden gitmiyordu.
İrkilerek uyandı ve saatine baktı. On dakika önce kilisede olması gerektiğini fark edince de küfretti.
Papaz Tureson depo ve büro karışımı bir odada onu bekliyordu. Duvarları İncil alıntılarının işlendiği halılar süslüyordu. Pencerenin kenarındaysa bir kahve makinesi duruyordu.
“Geç kaldığım için özür dilerim,” dedi Wallander.
“Siz polislerin çok yoğun olduğunuzu biliyorum,” diye cevap verdi Tureson.
Wallander bir sandalyeye oturarak not defterini çıkardı. Tureson’un kahve teklifini geri çevirdi.
“Louise Åkerblom’un gerçekte nasıl bir insan olduğuna ilişkin bir resim oluşturmak istiyorum kafamda,” diye söze başladı. “Şimdiye kadar bulduklarım yalnızca tek bir şeyi gösteriyor, o da Louise Åkerblom’un kendisiyle barışık olduğu ve kocasıyla çocuklarını asla terk etmeyi düşünmeyeceği.”
“Bu hepimizin tanıdığı Louise Åkerblom,” dedi Tureson.
“Ama aynı zamanda bu, benim kuşkulanmama da neden oluyor.”
“Neden kuşkulanmanıza?” Tureson şaşırmıştı.
“Böylesine kusursuz bir insanın var olduğuna inanamıyorum,” diye açıkladı Wallander. “Herkesin kendine sakladığı bir sırrı vardır. Louise Åkerblom’un sırrı neydi peki? Güzel ve mutlu yaşamıyla başa çıkabilecek düzeyde olmadığından isteyerek ortadan kaybolduğuna inanmıyorum.”
“Kilisemizin her üyesinden aynı yanıtları alırsınız, Komiser,” dedi Tureson.
Daha sonra, Wallander o sırada ne olduğunu tam olarak anlayamadı ama Tureson’un yanıtında dikkat çeken bir şey hissetti. Sanki papaz, Louise Åkerblom’un asla sorgulanmayan imajını savunuyor gibiydi. Yoksa papazın savunduğu başka bir şey mi vardı?
Wallander yerinde doğrularak az öncekinden daha önemsiz bir soru sordu.
“Bana cemaatinizden söz edin,” dedi. “İnsan neden Metodist kilisesinin bir üyesi olmak ister?”
“İnancımız ve İncil’i yorumlayış tarzımızdan,” diye karşılık verdi Tureson.
“Bundan emin misiniz?”
“Evet,” dedi Tureson. “Doğal olarak diğer mezhepler buna karşı çıkacaktır tabii.”
“Sizin cemaatinizde Louise Åkerblom’dan hoşlanmayan biri var mı?” diye sordu Wallander ve karşısında oturan adamın yanıt vermeden önce bir an için duraksadığı izlenimine kapıldı.
“Sanmıyorum,” dedi Papaz Tureson.
İşte yine, diye geçirdi içinden Wallander. Yanıtında yine tam olarak kesin olmayan bir şey var. Yine kaçamak bir yanıt verdi.
“Neden size inanmıyorum, dersiniz?” diye üsteledi.
“Ama inanmalısınız, Komiser,” dedi Tureson. “Cemaatimi çok iyi tanırım.”
Wallander birden kendini çok yorgun hissetti. Papazı şaşırtmak için sorularını daha değişik sorması gerektiğini fark etti. Konuya dolambaçlı yollardan değil doğrudan girmesi gerektiğine karar verdi.
“Cemaatinizde Louise Åkerblom’un düşmanları olduğunu biliyorum,” dedi. “Bunu nereden öğrendiğimi boş verin. Ama ben bu konuya ilişkin görüşlerinizi almak istiyorum.”
Tureson karşılık vermeden bir süre ona baktı.
“Düşmanları yok,” dedi. “Ama üyelerimizden biriyle talihsiz bir ilişkisi olduğu doğru.” Ayağa kalkarak pencereye yaklaştı. “Düşünüp duruyordum. Aslında az kalsın dün gece sizi arayacaktım. Ama aramadım. Demek istediğim, herkes Louise’in geri gelmesini ümit ediyor. Yani tüm bu olanların mantıklı bir açıklaması olması için dua ediyorlar. Ama öte yandan endişem her geçen gün daha da artıyor. Bunu yadsıyamam.” Yerine geçip oturdu. “Kilisemin diğer üyelerine karşı da sorumluluklarım var,” dedi. “İleride tümüyle yanlış değerlendirilecek şeyler söylemek istemiyorum.”
“Bu konuşma yasal bir sorgulama değil ki,” dedi Wallander. “Söyledikleriniz burada kalacak. Not tutmuyorum.”
“Nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum,” dedi Papaz Tureson.
“İçinizden geldiği gibi konuşun,” dedi Wallander. “En basit cümlelerle.”
“İki yıl önce kilisemize biri katılmıştı,” diye başladı Tureson. “Polonya feribotlarından birinde mühendisti, ayinlere gelmeye başladı. Otuz beş yaşında, boşanmış, kolay iletişim kurulabilen biriydi. Cemaat onu kısa zamanda benimseyerek arasına aldı. Yaklaşık bir yıl önce Louise Åkerblom benimle konuşmak istediğini söyledi. Kocası Robert’in bu konuşmadan haberi olmaması için çok ısrar etti. Burada, bu odada oturduk ve cemaatimizin yeni üyesinin kendisine ilanıaşk ettiğini söyledi bana. Aşk mektupları yolluyor ve ona telefon ediyormuş. Louise elinden geldiğince kibar bir şekilde onun duygularına karşılık veremeyeceğini söylemeye çalışmış ama adam ısrar edince Louise ne yapacağını kestiremeyerek benim onunla konuşmam için bana gelmiş. Ben de konuştum ve adam birdenbire değişti, bambaşka biri olup çıktı. Çok öfkelendi, Louise’in kendisini yarı yolda bıraktığını söyledi ve onu kötü etkilemekle suçladı beni. Louise’in kendisini sevdiğini ve kocasını terk etmek istediğini söyledi. Bunlar elbette son derece saçmaydı. Kilise toplantılarına gelmemeye başladı, feribottaki işinden de ayrıldı. Bizler de sonunda onun buradan temelli uzaklaştığını düşünmeye başladık. Cemaate başka bir kente taşındığını ve çok utangaç biri olduğu için de kimseyle vedalaşmadığını söyledim. Bu, Louise’i çok rahatlatmıştı. Ama yaklaşık üç ay önce her şey yeniden başladı. Louise bir akşamüstü onu evlerinin hemen dışında görmüş. Tabii çok şaşırmış ve paniğe kapılmış. Adam yeniden aşkından söz etmeye başlamış. Aslında polise haber vermeyi düşündüğümüzü söylemeliyim. Şimdi, haber vermediğimiz için çok pişmanım doğrusu. Bu, bir rastlantı da olabilir ama her geçen gün endişem ve korkularım artıyor.”
Wallander, sonunda baklayı ağzından çıkardı, diye düşündü. Artık elimde dişimi geçirebileceğim somut bir şey var. Kesik parmağı, telsiz vericisini ve silahları anlamasam bile şimdi elimde bir şey var. Artık kolları sıvamanın zamanı geldi.
“Adamın adı ne?” diye sordu.
“Stig Gustafson.”
“Adresini biliyor musunuz?”
“Hayır, ama sosyal sigorta numasını biliyorum. Kilisenin kaloriferini tamir etmişti, ona bir miktar ödeme yaptığımız için sosyal sigorta numarası var.” Tureson masaya yaklaşarak dosyaları karıştırdı. “570503-0470,” dedi.
Wallander not defterini kapattı. “Bunu bana anlatmakla çok iyi ettiniz,” dedi. “Bunu nasılsa bir şekilde öğrenecektim ama şimdi zaman kazanmış olduk.”
“Louise ölmedi, değil mi?” dedi korku dolu bir sesle Tureson.
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Dürüst olmam gerekirse bu sorunun yanıtını bilmiyorum.”
Wallander papazın elini sıkıp kiliseden ayrıldı. Saat on ikiyi çeyrek geçiyordu.
Hiç olmazsa şimdi izleyebilecek bir yolumuz var, dedi kendi kendine.
Koşar adımlarla arabasına binerek merkeze doğru yola çıktı. İş arkadaşlarını bir an önce toplantıya çağırmak için sabırsızlıkla odasına gitti. Masasına otururken telefon çaldı. Arayan yangın yerinde araştırma yapan Nyberg’di.
“Yeni bir şey buldun mu?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” diye karşılık verdi Nyberg. “Ama tabancanın modelini öğrendik. Şu uzun kabzalı olanın. ”
“Yazıyorum,” dedi Wallander not defterini telaşla açarak.
“Bunun alışılmışın dışında bir tabanca olduğunu söylerken haklıymışım,” diye sürdürdü konuşmasını Nyberg. “Ülkede bu silahlardan olduğunu bilmiyordum.”
“Daha iyi,” dedi Wallander. “İzini sürmek daha kolay olur.”
“9mm’lik Astra Constable,” dedi Nyberg. “Bir süre önce Frankfurt’taki silah fuarında görmüştüm. Silahlara çok meraklı olduğum için unutmam.”
“Nere malı?” diye sordu Wallander.
“Bunun yanıtı da bir hayli garip,” dedi Nyberg. “Bildiğim kadarıyla bu silahlar yalnızca bir ülkede imal ediliyor!”
“Nerede?”
“Güney Afrika’da.”
Wallander kalemini bıraktı. “Güney Afrika mı?”
“Evet.”
“Neden yalnızca orada?”
“Bir silahın neden bir ülkede gözde olup başka bir ülkede olmadığını bilemem ki! Ama böyle işte.”
“Lanet olsun, Güney Afrika, ha!”
“Bulduğumuz kesik parmakla bir bağlantısı olduğunu artık yadsıyamayız.”
“Güney Afrika malı bir silahın bu ülkede işi ne?”
“Bunu bulmak da senin görevin.”
“Tamam,” dedi Wallander. “Beni hemen araman iyi oldu. Bu konuyu daha sonra yine konuşuruz.”
“Bilmek isteyeceğini düşünmüştüm,” dedikten sonra Nyberg telefonu kapattı.
Wallander yerinden kalkarak pencere kenarına gitti. Birkaç dakika sonra kararını vermişti. Louise Åkerblom’u ve Stig Gustafson’u araştırmaya öncelik verilecekti. Bunun dışındakiler şimdilik bekleyebilirdi.
Elimizde bunlar var, diye geçirdi içinden. Louise Åkerblom’un kaybolmasından yüz on yedi saat sonra bunlar var elimizde.
Ahizeyi kaldırdı. Artık kendini hiç de yorgun hissetmiyordu.

6
Peter Hansson bir hırsızdı. Aslında pek başarılı bir suçlu değildi ama Malmö’de yaşayan Morell adındaki dolandırıcı patronunun verdiği görevleri genellikle başarıyla tamamlardı.
30 Nisan Walpurgis Gecesi’nin[1 - Ç.N. Walpurgis Gecesi: Bir Mayıs’tan önceki gece. Alman folklorunda büyücü kadınların toplandıkları gece.] sabahında, Hansson’un başı Morell’le dertteydi. O da herkes gibi o gün tatil yapmak istemiş, günübirliğine Kopenhag’a gitmeyi planlamıştı. Ne var ki bir gece önce geç bir saatte Morell kendisini arayarak çok acil bir iş çıktığını söylemişti.
“Dört adet su tulumbası bulmalısın,” demişti Morell telefonda. “Şu eski moda olanlardan. Sayfiye yerlerindeki her evin dışında olanlardan.”
“Bunu tatilden sonra da yapabilirim,” dedi Peter Hansson ters bir sesle. Morell aradığında uyuyordu ve uyandırılmaktan da hiç hoşlanmazdı.
“Hayır,” diye ısrar etti Morell. “İspanyol yarın öğleden sonra burada olacak. Bu tulumbaları istiyor. İspanya’da yaşayan İsveçlilere satacak. Adamlar sıla hasreti çekiyorlarmış ve eski, modası geçmiş İsveç su tulumbalarına bir servet ödemeye razıymışlar.”
“Dört su tulumbasını ben nereden bulacağım ki?” diye sordu Peter Hansson. “Tatilde, her yerin kapalı olduğunu unuttun mu? Yarın tüm yazlık evler de dolacak, çalamam.”
“Bu senin sorunun,” diye karşılık verdi Morell. “Eğer işe erkenden başlarsan başarırsın.” Sonra da gözdağı vermeye başladı. “Eğer yapmazsan, evraklarımı karıştırır ve kardeşinin bana ne kadar borcu olduğunu görürüz.”
Peter Hansson ahizeyi hızla yerine koydu. Morell’in bunu olumlu bir yanıt olarak değerlendireceğini biliyordu. Uykusu iyice açıldığından ve bir daha asla uyuyamayacağını bildiğinden kalkıp giyindi ve Rosengård kasabasına gitti. Kasabada önüne ilk çıkan bara girerek bir bira istedi.
Peter Hansson’un kardeşinin adı Jan-Olof’tu. Jan-Olof, Peter Hansson’un hayattaki en büyük şansızlığıydı. Jan-Olof, Jägersro’da sürekli ganyan oynardı, ara sıra da ülkenin diğer kentlerinde düzenlenen yarışları yakından izlerdi. Kumarda şansı hiç yoktu. Kişisel olanaklarının dışına çıkınca da kendini birden Morell’in kucağında bulmuştu. Morell’e borcunu ödeyeceğine ilişkin herhangi bir garanti veremediği için de Peter Hansson, kardeşine kefil olmak zorunda kalmıştı.
Morell tam bir kaçakçıydı. Bununla birlikte son yıllarda pek çok iş adamı gibi o da faaliyetlerini nasıl geliştireceğine artık karar vermeliydi. Ya küçük bir alanda yoğunlaşıp burada uzmanlaşacak ya da geniş bir alana yayılacaktı. Sonuncusunu yeğledi.
Sipariş ettikleri mallara ilişkin açık seçik bilgi veren geniş bir müşteri portföyüne sahip olmakla birlikte tefecilik işine de girmeye karar verdi. Bu şekilde gelirini gözle görülür bir şekilde artıracağını biliyordu.
Morell elli yaşına yakınlarda basmıştı. Sahtekârlıkla geçen yirmi yıldan sonra yönünü değiştirmiş ve 1970’li yılların sonundan itibaren de Güney İsveç’te başarılı bir tefecilik imparatorluğu kurmuştu. Emrinde çalışan ve maaşlarını el altından alan yaklaşık otuz hırsızla şoför vardı. Ve her hafta kamyonlar dolusu çalıntı mal yabancı ithalatçılara ulaştırılmak üzere Malmö’deki serbest limanda bulunan depoya gönderilirdi. Småland’dan cep telefonları, televizyonlar ve stereolar getirtirdi. Çalıntı arabalar Polonyalı ve Doğu Alman alıcılarına gönderilirdi. Morell, Baltık devletlerinde yeni ve çok önemli bir pazarın oluştuğunu fark etmiş ve birkaç adet de son derece lüks arabayı Çekoslavakya’ya göndermişti. Peter Hansson, bu organizasyonun fazla önemli olmayan adamlarından biriydi. Morell onun ne derece iyi olduğundan hâlâ emin değildi ve onu genellikle önemsiz işlerde kullanmayı yeğlerdi. Dört su tulumbası işi de onun için çok uygundu.
İşte bu yüzden Peter Hansson, Walpurgis Gecesi’nin sabahında arabasında oturmuş küfrediyordu. Üstlendiği bu görev onu endişelendirmişti. Bu tatil gününde rahatsız edilmeden çalışabilmesi olanaksızdı.
Peter Hansson, Hörby’de doğmuştu ve Skåne’yi çok iyi bilirdi. Ülkenin bu bölümündeki tüm sokakları avucunun içi gibi tanırdı ve belleği de çok iyiydi. On dokuz yaşından beri, dört yıldır Morell’in yanında çalışıyordu. Bazen eski püskü kamyonuna doldurduğu eşyaları düşünürdü. Bir keresinde iki genç boğayı bile kamyonuyla taşımıştı. Noel zamanı domuz siparişleri çok yaygındı. Birkaç kez de mezar taşı çalmak zorunda kalmış ve bu tür siparişleri veren kişilerin gerçekten de hasta olduklarını düşünmüştü. Bir keresinde ev sahibi üst katta uyurken bir evin sokak kapısını çalmış, bir başka seferde ise vinç operatörünün yardımıyla kilisenin çan kulesini yerinden sökmüştü. Yani su tulumbası çalmak alışılmışın dışında bir şey değildi. Ne var ki işin yapılacağı günün seçimi yanlış olmuştu.
Sturup Havaalanı’nın doğu kesimindeki bölgeden işe başlamaya karar verdi. Österlen’e gitme düşüncesini kafasından attı. O gün her iki evden birinde mutlaka birileri olacaktı. Eğer bu işi yapacaksa Sturup, Hörby ve Ystad bölgelerinde gerçekleştirmesi gerekiyordu. Bu çevrede birkaç tane boş ev vardı ve şansı da yaver giderse işini buralarda halledebilirdi.
Krageholm’ün hemen arkasında, ormana doğru uzanıp sonra da Sövde ana yoluna çıkan bozuk yolda ilk tulumbayı buldu. Bakımsızlıktan neredeyse yıkılacakmış gibi duran ev, yoldan uzaktaydı. Tulumba paslanmıştı ama sağlamdı. Bir levyeyle tahta temelinden sökmeye girişti. Levyeyi bir kenara bırakıp kuvvetle çekmeye başladı, tulumbanın kuyunun içindeki diğer ucu gevşedi. Morell’in istediği dört tulumbayı bulmanın sandığından daha da kolay olacağını düşündü. Üç boş ev daha bulursa Malmö’ye tahmin ettiğinden çok erken, öğleden sonranın ilk saatlerinde dönmüş olurdu. Saat daha sekizi on geçiyordu. Hatta şansı yaver giderse akşamüstü Kopenhag’da bir şeyler atıştırıyor da olabilirdi.
Tulumbanın kuyunun içindeki ucu yerinden çıktı. Uzanıp kuyunun içine baktı.
Karanlığın içinde bir şey vardı. Açık sarı bir şeydi bu. Peter Hansson dehşetle bunun sarı saçlı bir insan kafası olduğunu gördü. Kuyunun dibinde bir kadın cesedi yatıyordu. Ceset ikiye katlanmış, bükülmüş ve deforme olmuştu.
Tulumbayı fırlatıp arabasına koştu. Terk edilmiş evden bir an önce uzaklaşmak için deliler gibi gaza basarak sürdü arabasını. Birkaç kilometre sonra, Sövde’ye gelmeden, frene bastı, arabanın kapısını açtı ve kusmaya başladı.
Sonra da sakin kafayla düşünmeye çalıştı. Hayal görmediğini biliyordu. Kuyunun dibinde bir kadın cesedi vardı. Kadın öldürülmüş olmalı, diye geçirdi içinden.
Sonra da birden kuyudan çekip çıkartmaya çalıştığı tulumbanın üstünde parmak izlerinin kaldığını düşündü. Parmak izleri zaten polis kayıtlarında vardı. Morell, diye geçirdi içinden, kafası iyice karışmış bir hâlde. Bu tür karışıklıkları ancak Morell çözebilirdi.
Arabasını çalıştırdı, Sövde’yi geçtikten sonra güneye, Ystad’a doğru kırdı direksiyonu. Aslında Malmö’ye gidebilir ve Morell’in her şeyi halletmesini bekleyebilirdi. İspanya’ya gidecek adamın bu kez tulumbasız yola çıkması gerekecekti.
Ystad çöplüğünün hemen yanındaki sapağa gelmeden yolculuğu sona erdi. Titreyen elleriyle sigarasını yakarken direksiyon hâkimiyetini yitirince araba kaydı ve bir dizi posta kutusuna çarptıktan sonra durdu. Peter Hansson’un emniyet kemeri bağlı olduğundan başını ön cama çarpmadı. Ama yine de geçirdiği bu kazanın şokuyla yerinden kalkamadı.
Çimlerini biçen adam olanları görmüştü. Önce yaralı olup olmadığını anlamak için telaşla sokağa koşmuş, sonra da eve dönerek polisi aramıştı. Polisle konuştuktan sonra direksiyondaki adamın kaçmasını engellemek amacıyla aracın yanına geri dönmüştü. Şoför sarhoş olmalı, diye geçirdi içinden. Aksi hâlde insan dümdüz ve boş bir yolda nasıl olup da direksiyon hâkimiyetini yitirir ki?
On beş dakika sonra Ystad polis merkezinin bir aracı olay yerine geldi. Bölgenin en deneyimli iki polisi Peters ve Norén aracın içindeydi. Kazada yaralanan olmadığını saptadıktan sonra Peters kaza yerinden geçen trafiği düzene sokmayı üstlendi. Norén ise polis arabasının arka koltuğunda Peter Hansson’dan olanları öğrenmeye çalışıyordu. Norén alkol kontrolü için adama balonu üflettirdi ama sonuç negatif çıktı. Yine de normal gözükmüyordu. Adamın kafası iyice karışmıştı, aslında kazanın nasıl olduğu onu pek ilgilendirmiyordu. Su tulumbalarından, Malmö’deki sahtekârdan ve kuyusu olan bir evden kesik kesik söz edip duruyordu. Norén adamın zihinsel sorunları olduğunu düşünmeye başlamıştı.
“Kuyunun içinde bir kadın var,” dedi bir ara.
“Ah, evet,” diye karşılık verdi Norén. “Kuyudaki kadın, ha?”
“Kadın ölmüştü,” diye mırıldandı Hansson.
Norén birden kendini tedirgin hissetmeye başladı. Bu adam ne söylemeye çalışıyordu? Boş bir evin kuyusunun dibinde bir kadın cesedi mi bulmuştu? Norén adama arabada beklemesini söyledikten sonra koşarak Peters’in trafiği yönettiği noktaya gitti.
“Kuyunun içinde bir kadın cesedi gördüğünü söylüyor,” dedi Norén. “Kadın sarışınmış.”
Peters’in kolları yanına düştü. “Louise Åkerblom mu?”
“Bilmiyorum. Adamın doğru söyleyip söylemediğini bile bilmiyorum.”
“Wallander’i ara,” dedi Peters. “Hemen şimdi.”
Ystad emniyetindeki polisler Walpurgis Gecesi’nin sabahında saat sekizde toplantı odasında günlük toplantılarına başlamışlardı. Björk hiç zaman yitirmeden yapılacakları özetlemişti. Böylesi bir günde kayıp bir kadını düşünmenin yanı sıra düşünecek başka önemli işleri de vardı. Bu, yılın en özgür günlerinden biriydi ve akşam oynanacak oyunların hazırlığıyla da ilgilenmeleri gerekiyordu.
Tüm toplantı Stig Gustafson’a ayrılmıştı. Wallander ekibini, perşembe öğle sonrasında ve bütün bir akşam, eski vapur makinistini bulmaya sevk etmişti. Papaz Tureson’la yaptığı konuşmayı anlattığında odadakiler artık gerçeğin eşiğinde durduklarını düşünmüştü. Hepsi de kesik parmakla havaya uçurulan evin bir süre daha beklemesi gerektiğinde görüş birliğine varmışlardı. Martinson da bu olayların Louise Åkerblom’la bir ilgisi bulunmadığını, yalnızca zamanlama açısından bir rastlantı olduğunu ileri sürdü.
“Bu tür şeyler hep olur,” dedi. “Yolu sormak için girdiğimiz evde yasa dışı bir şeyler bulduğumuz çok olmuştur.”
Cuma sabahı Stig Gustafson’un nerede oturduğunu henüz bulamamışlardı.
“Bunu bugün bir sonuca ulaştırmalıyız,” dedi Wallander. “Belki onu bulamayacağız. Ama adresini bulabilirsek hiç olmazsa onun telaşla oradan ayrılıp ayrılmadığını öğrenmiş oluruz.”
Tam o sırada telefon çaldı. Björk telefonu açtı, dinledikten sonra ahizeyi Wallander’e uzattı.
“Norén,” dedi. “Kentin dışında bir yerde trafik kazası olmuş, oradan arıyor.”
“Başka biri ilgilensin,” dedi Wallander sinirli bir sesle.
Ama yine de uzatılan ahizeyi aldı, Norén’in söylediklerini dinledi. Wallander’in tepkilerine alışık olan Martinson’la Svedberg, komiserin konuşmasından çok önemli bir şey olduğunu anlamışlardı.
Wallander ahizeyi yavaşça yerine koydu ve meslektaşlarına baktı. “Norén, çöplüğe giden yolun köşesinde,” dedi. “Önemsiz bir kaza olmuş ancak kazayı yapan adam bir kuyunun dibinde kadın cesedi gördüğünü söylemiş.”
Toplantı odasındakiler soluklarını tutmuş Wallander’in bundan sonra söyleyeceklerini bekliyorlardı.
“Eğer doğru anlamışsam,” dedi Wallander. “Bu kuyu Louise Åkerblom’un görmeye gideceği evden beş kilometre ötede. Ve onun arabasını bulduğumuz göle çok yakın.”
Odada kısa bir sessizlik oldu. Sonra da sanki sözleşmişçesine hepsi birden ayağa fırladı.
“Hemen bir arama ekibi oluşturmamı ister misin?” diye sordu Björk.
“Hayır,” dedi Wallander. “Öncelikle emin olmamız gerek. Norén aşırı heyecan yaratmamızı istemiyor. Kazayı yapan adamın kafasının iyice karışık olduğunu söyledi.”
“Onun yerinde olsaydım benim de kafam karışırdı,” dedi Svedberg. “Eğer kuyuda bir ceset bulduktan sonra araba kullanmak zorunda kalsaydım ben de bu kazayı yapardım.”
“Ben de aynı şeyi düşünüyorum,” dedi Wallander.
Polis araçlarına binerek Ystad’dan ayrıldılar. Svedberg’le Wallander aynı arabada, Martinson da başka bir arabada gidiyorlardı. Otoyolun kuzey çıkışına geldiklerinde Wallander sireni açtı.
Svedberg şaşkınlıkla baktı.
“Trafik yok ki,” dedi.
“Olsun,” diye karşılık verdi Wallander.
Çöplüğe giden köşede durdular, yüzü kireç gibi olmuş Peter Hansson’u arabaya alarak kuyunun bulunduğu eve doğru gittiler.
“Ben yapmadım,” dedi Peter Hansson defalarca.
“Neyi sen yapmadın?” diye sordu Wallander.
“Onu ben öldürmedim,” dedi.
“Peki, orada ne arıyordun?” diye sordu Wallander.
“Ben yalnızca su tulumbasını çalacaktım.”
Wallander ile Svedberg bakıştılar.
“Dün gece Morell telefon edip dört tulumba istedi,” diye mırıldandı Hansson. “Ama onu ben öldürmedim.”
Wallander adamın söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordu. Birden Svedberg’in jetonu düştü ve durumu açıklamaya koyuldu. “Ben galiba ne demek istediğini anladım,” dedi. “Malmö de herkesin tanıdığı Morell adında bir sahtekâr var. Bizim çocuklar onu bir türlü iş üstünde yakalayamadılar.”
“Peki ama neden tulumba?” diye sordu Wallander.
“Antika değerleri var da onun için,” diye cevap verdi Svedberg.
Arabayı terk edilmiş evin bahçesinde durdurdu Wallander. Havanın tatilde iyi olacağı görülüyordu. Gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu. Rüzgâr da durmuştu. Saat henüz dokuz olmasına karşın sıcaklık yirmi dereceyi bulmuş olmalıydı.
Kuyuya ve yanı başında duran kırık tulumbaya baktı. Sonra da derin bir soluk alarak kuyuya yaklaşıp içine baktı.
Martinson’la Svedberg, Peter Hansson’la birlikte bir kenarda durmuş bekliyorlardı.
Wallander cesedin Louise Åkerblom’a ait olduğunu hemen anladı. Cesedin yüzünde donup kalmış bir gülümseme vardı. Birden kendini çok kötü hissetti. Midesi bulanmaya başlamıştı. Kuyudan hızla uzaklaştı ve yere çömeldi.
Martinson ve Svedberg kuyuya yaklaştılar. Aşağı bakar bakmaz da dehşetle geri çekildiler.
“Lanet olsun,” dedi Martinson.
Wallander yutkundu ve derin soluklar almaya çalıştı. Louise Åkerblom’un kızlarını düşündü. Ve Robert Åkerblom’u. Genç kadının öldürülüp bir kuyuya atıldığını öğrendiklerinde mutlak güce sahip Tanrı’ya yine eskisi gibi inanıp inanmayacaklarını merak etti.
Yerinde doğrularak yeniden kuyuya yaklaştı.
“Bu o,” dedi. “Hiç kuşkum yok.”
Martinson arabasına koşup Björk’ü arayarak tam teçhizatlı acil yardım ekibinin derhâl gönderilmesini istedi. Louise Åkerblom’un cesedinin kuyunun dibinden çıkarılması için itfaiye gerekiyordu. Wallander kırık dökük verandada Peter Hansson’la oturdu, anlattıklarını dinledi. Ara sıra soru sordu ve Peter Hansson bu soruları yanıtladığında da başını onaylarcasına salladı. Hansson’un yalan söylemediğinden emindi. Aslında polisin, Peter Hansson’a eski tulumbaları çalmak için o sabah işe koyulmasına teşekkür etmesi gerekiyordu. Eğer işe koyulmasaydı Louise Åkerblom’un cesedini bulmaları çok daha uzun sürebilirdi.
Wallander, Peter Hansson’la konuşması bittiğinde Svedberg’e, “Adresini al,” dedi. “Sonra da gitmesine izin ver. Ama Morell de aynı şeyleri söylerse tabii.”
Svedberg başını evet dercesine salladı.
“Nöbetçi savcı kim?” diye sordu Wallander.
“Björk galiba Per Åkeson’un olduğunu söylemişti,” diye yanıtladı Svedberg.
“Onu ara,” dedi Wallander. “Kadınının cesedini bulduğumuzu söyle. Bugün öğleden sonra raporumu yazıp ona göndereceğim.”
“Stig Gustafson konusunda ne yapacağız?” diye sordu Svedberg.
“Şimdilik onu sen tek başına aramak zorundasın,” dedi Wallander. “Cesedi kuyudan çıkardığımızda ve ilk inceleme yapıldığında Martinson’un burada olmasını istiyorum.”
“İyi ki bu işlem sırasında burada olmayacağım,” dedi Svedberg.
Sonra da polis araçlarından birine binerek oradan uzaklaştı.
Wallander kuyuya yeniden yaklaşmadan önce birkaç kez derin derin soluk aldı. Robert Åkerblom’a karısını nerede bulduklarını söylediğinde yalnız olmak istemiyordu.
Louise Åkerblom’un cesedinin kuyudan çıkarılması iki saat sürdü. Bu işlemi de iki gün önce gölde arabayı çıkaran iki genç itfaiyeci gerçekleştiriyordu. Cesedi kuyudan çıkardıktan sonra kuyunun hemen yanında kurdukları çadıra götürdüler. Ceset kuyudan çıkarılırken Wallander genç kadının nasıl öldürüldüğünü fark etti. Alnından vurulmuştu. Bir kez daha bu araştırmada hiçbir şeyin açık seçik olmadığını düşündü. Eğer genç kadının katili gerçekten de Stig Gustafson’sa, onu hâlâ bulamamışlardı. Ama neden kadını alnından vurmuştu? Bu işte eksik olan bir şeyler vardı.
Martinson’a ne düşündüğünü sordu.
“Alnına sıkılmış bir kurşun,” dedi Martinson. “Kontrolsüz öfke ve mutsuz bir aşkın eseriymiş gibi gelmedi bana. Bana kalırsa bu, soğukkanlılıkla işlenmiş bir cinayet.”
“Ben de aynı şeyi düşünüyorum,” dedi Wallander.
İtfaiyeciler kuyunun suyunu boşalttılar. Sonra da yeniden aşağıya inip Louise Åkerblom’un cüzdanını, evrak çantasını ve ayakkabılarından birini aldılar. Diğer teki hâlâ ayağındaydı. Su plastik havuza boşaltılıp incelendi ama Martinson suda ilginç bir şey bulamadı.
İtfaiye erleri bir kez daha kuyuya indiler. Projektörler içeriyi aydınlatıyordu ama kuyuda bir kedi iskeletinden başka bir şey bulamadılar.
Çadırdan çıkan doktorun yüzü kireç gibiydi.
“Korkunç,” dedi Wallander’e.
“Evet,” diye onayladı Wallander. “En önemli şeyi, yani kadının tabancayla öldürüldüğünü öğrendik. Malmö’deki patalogların derhâl iki şeyi öğrenmelerini istiyorum: birincisi kurşun, ikincisi de kadının öldürülmeden önce dövülüp dövülmediğinin ya da bir odada kapalı kalıp kalmadığının anlaşılmasını sağlayacak yaraların olup olmadığı. Bulabilecekleri her şeyi öğrenmek istiyorum. Ayrıca cinsel tacize uğrayıp uğramadığı da çok önemli.”
“Kurşun hâlâ kafasında,” dedi doktor. “Çıkış deliğini bulamadım.”
“Bir şey daha var,” dedi Wallander. “El ve ayak bileklerinin incelenmesini istiyorum. Kelepçe takılıp takılmadığını bilmek istiyorum.”
“Kelepçe mi?”
“Evet,” dedi Wallander. “Kelepçe.”
Ceset kuyudan çıkarılırken Björk bir kenarda durmuş onları izliyordu. Ceset sedyeyle ambulansa konarak adli tıbba gönderildikten sonra Wallander’in yanına yaklaştı.
“Kocasına haber vermek zorundayız,” dedi.
Zorundayız, diye geçirdi içinden Wallander. Yani, zorundasın demek istiyorsun.
“Papaz Tureson’la birlikte giderim,” dedi.
“Bütün akrabalarını haberdar etmesinin ne kadar zaman alacağını öğrenmeye çalış,” dedi Björk. “Bunu uzun bir süre gizli tutabileceğimizi sanmıyorum. Ayrıca, o hırsızı nasıl olup da serbest bıraktığınızı anlayamadım doğrusu. Akşam gazetelerinden birine gidip bu durumu anlatabilir.”
Wallander, Björk’ün azarlayıcı ses tonuna sinirlenmişti. Ama öte yandan da, böylesi bir tehlikenin söz konusu olduğunu kabul ediyordu.
“Evet,” dedi. “Aptallık ettim. Hatalıyım.”
“Adamın gitmesine Svedberg’in izin verdiğini sanıyordum,” dedi Björk.
“Svedberg izin verdi,” dedi Wallander. “Ama sorumlu ben olduğuma göre, benim hatam sayılır.”
“Bu şekilde konuştuğum için lütfen bana kızma,” dedi Björk.
Wallander omuz silkti.
“Bunu Louise Åkerblom’a, kızlarına ve kocasına kim yaptıysa, tüm kızgınlığım ona,” dedi.
Evi kordon altına aldılar, araştırma sürdü. Wallander arabasına giderek Papaz Tureson’u aradı. Tureson telefona hemen yanıt verdi. Wallander ona olanları anlattı. Papaz Tureson karşılık vermeden önce bir süre sustu. Sonra da Wallander’i kilisenin önünde bekleyeceğine söz verdi.
“Kendini kaybeder mi?” diye sordu Wallander.
“Tanrı’ya inanır,” diye karşılık verdi Papaz Tureson.
Göreceğiz bakalım, diye geçirdi içinden Wallander. Tanrı’ya inanmanın yeterli olup olmadığını göreceğiz.
Ama Papaz Tureson’a düşündüklerini söylemedi.
* * *
Papaz Tureson başı eğik, kilisenin önünde bekliyordu.
Wallander kasabaya giderken yolda düşüncelerini toplamakta zorlandı. Bildiği en ağır şey, aniden ölen birinin yakınlarını haberdar etmekti. Söz konusu kişinin kazada ölmesinin, intihar etmesinin ya da korkunç bir cinayete kurban gitmesinin bir önemi yoktu. Sözcükler ne denli özenle ve düşünceli bir tavırla seçilirse seçilsin yine de acımasız olurdu. Bu korkunç trajedinin habercisi olduğunu fark etti. Hem arkadaşı hem de meslektaşı olan Rydberg’in, ölümünden birkaç ay önce söyledikleri aklına geldi. “Bir polis için birinin ölümünü haber vermenin uygun bir yolu asla yoktur. Bu yüzden de bu işi bizzat kendimiz yapmalıyız, başkasına vermemeliyiz. Bizler başkalarına oranla görülmemesi gereken hemen her şeyi gördüğümüzden büyük olasılıkla bu görevi başkalarından daha iyi yerine getirebiliriz.”
Kasabaya yaklaşırken bir şeylerin doğru olmadığı, anlaşılmaz bir boyuta yöneldiği duygusuna kapıldı; içinden bir ses tüm araştırmanın yanlış yolda olduğunu ve er ya da geç bunun bir açıklamasının ortaya çıkacağını söylüyordu. Martinson’la Svedberg’e de bu şekilde hissedip hissetmediklerini soracaktı. Kesik parmakla Louise Åkerblom’un kayboluşu ve sonra da öldürülüşü arasında bir bağlantı var mıydı? Yoksa bunlar rastlantı mıydı sadece?
Birden bir başka olasılık yani birinin bu karışıklığı kasıtlı olarak yaratabileceği aklına geldi.
Ama neden bu cinayet işlendi, diye sordu kendi kendine. Şu âna dek elimizdeki somut tek sebep karşılıksız aşk. Tamam ama, bu, cinayet nedeni olabilir miydi? Katilin soğukkanlılıkla arabayı gölün altına ve kadının cesedini de kuyunun dibine atmasına neden olabilir miydi aşk?
Kim bilir, belki de; daha tek bir delil bile bulamadık, diye düşündü. Ya Stig Gustafson izlenmeye değer biri değilse, o zaman ne yapacağız?
Birden aklına kelepçeler geldi. Louise Åkerblom’un sürekli gülümsemesini hatırladı. Bu mutlu aile artık paramparça olmuştu. Paramparça olan sadece imajları mıydı? Yoksa gerçekten mi paramparça olmuştu bu mutlu aile? Papaz Tureson arabaya bindi. Gözleri yaşlıydı. Wallander birden boğazına bir yumru tıkandığını hissetti.
“Louise Åkerblom öldü,” dedi Wallander. “Cesedini Ystad’ın dışındaki boş bir evde bulduk. Bu konuda şimdilik daha fazla bir şey söyleyemem.”
“Nasıl ölmüş?”
Wallander yanıt vermeden bir süre düşündü.
“Vurulmuş,” dedi.
“Bu cinayeti kimin işlediğini öğrenmek istemem dışında bir sorum daha var,” dedi Papaz Tureson. “Ölmeden önce çok acı çekmiş mi?”
“Bunu henüz bilmiyorum,” diye cevap verdi Wallander. “Ama acı çektiğini bilsem bile kocasına hiçbir şey hissetmeden, hemen öldüğünü söyleyeceğim.”
Evin önünde durdular. Metodist kilisesinin önünde papazla buluşmaya giderken Wallander merkeze uğrayıp kendi arabasını almıştı. Åkerblom’ların evine polis aracıyla gitmek istememişti.
Robert Åkerblom kapıyı hemen açtı. Bizi görmüş olmalı, diye geçirdi içinden Wallander. Gerçekten de sokakta duran her arabayı görmek için hemen en yakındaki pencereye koşuyordu son zamanlarda Robert Åkerblom.
Konuklarını oturma odasına aldı. Wallander çocukların evde olup olmadıklarını anlamak istercesine kulak kabarttı. Ama evde olmadıkları anlaşılıyordu.
“Karınızın öldüğünü söylemek zorundayım,” diye söze başladı Wallander. “Kasabanın dışında terk edilmiş bir evde bulduk onu. Öldürülmüş.”
Robert Åkerblom ifadesiz bir yüzle ona baktı. Başka şeyler söylemesini bekler gibiydi.
“Çok üzgünüm,” diye devam etti Wallander. “Ama bunu size söylemek zorundaydım. Cesedi teşhis etmeniz gerekecek. Bugün yapılması şart değil. Papaz Tureson da bunu yapabilir.”
Åkerblom ifadesizce bakmaya devam etti.
Wallander dikkatli bir sesle, “Kızlarınız evde mi?” diye sordu. “Bu durum onlar için çok zor olacak.”
Yardım etmesini beklercesine Papaz Tureson’a döndü.
“Elimizden geleni yapacağız,” dedi Tureson.
Robert Åkerblom birden, “Haber verdiğiniz için teşekkür ederim,” dedi. “Tüm bu belirsizliklere dayanmak çok güçtü.”
“Olayların bu şekilde gelişmesine çok üzüldüm,” dedi Wallander. “Hepimiz karınızın kaybolmasının basit bir açıklaması olmasını ümit ediyorduk.”
“Kim öldürdü?” diye sordu Åkerblom.
“Bilmiyoruz,” diye yanıtladı Wallander. “Ama inanın, öğrenmeden asla peşini bırakmayacağız.”
“Öğrenemeyeceksiniz,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander şaşkınlıkla baktı.
“Neden böyle düşünüyorsunuz?”
“Kimse Louise’i öldürmek istememiştir de ondan,” dedi Åkerblom. “Onun için de suçluyu bulmanız olanaksız!”
Wallander ne diyeceğini kestiremedi. Robert Åkerblom en büyük soruna parmak basmıştı.
Birkaç dakika sonra ayağa kalktı. Papaz Tureson da onunla birlikte hole gitti.
“Birkaç saat içinde tüm yakın akrabalarıyla bağlantı kurmanızı istiyorum,” dedi Wallander. “Onları bulamazsanız bana haber verin. Bu sırrı sonsuza dek saklayamayız.”
“Anlıyorum,” diyerek başını salladı Tureson.
Sonra da sesini alçalttı. “Stig Gustafson’u buldunuz mu?”
“Hayır, arıyoruz,” dedi Wallander. “Yine de katilin o olduğundan emin değiliz.”
“Başkası olabilir mi?”
“Olabilir,” diye cevap verdi Wallander. “Ama ne yazık ki bu sorunuzu yanıtlayamam.”
“Teknik nedenlerden ötürü mü?”
“Evet.”
Wallander, Tureson’un bir soru daha sormak istediğini görüyordu. “Evet,” dedi. “Sorun.”
Papaz Tureson, Wallander’in bile güçlükle duyabileceği kadar alçalttı sesini. “Tecavüze uğramış mı?”
“Henüz bunu da bilmiyoruz,” dedi Wallander. “Ama elbette bu da olanak dışı bir şey değil.”
Wallander, Åkerblom’ların evinden ayrıldığında içinde açlık ve tedirginlik karışımı garip bir eziklik hissetti. Österleden karayolunun üstündeki hamburgercide durarak bir şeyler yemek için kendini zorladı. En son ne zaman yemek yediğini hatırlamıyordu bile. Sonra da hiç zaman kaybetmeden merkeze geri döndü. Kapıda kendisini karşılayan Svedberg, Björk’ün basın toplantısı yapmak zorunda kaldığını haber verdi. Wallander ’in Louise Åkerblom’un kocasına acı haberi verdiğini bildiğinden ve onu rahatsız etmek istemediğinden Martinson’dan kendisine yardım etmesini istemişti.
“Haberi kimin sızdırdığını tahmin edebilir misin?” diye sordu.
“Evet,” diye yanıtladı Wallander. “Peter Hansson?”
“Hayır! Bir kez daha dene.”
“Bizden biri mi?”
“Bu kez değil. Morell’miş. Eğer sızdırırsa akşam gazetelerinden para alabileceğini fark edince haber vermiş. Gerçek bir baş belası o adam. Malmö’deki çocukların hiç olmazsa artık onu izleyebilecek bir nedenleri var şimdi. Tulumba çalması için birini görevlendirmek bir suçtur.”
“Bir süreliğine gözaltına alınır, o kadar,” dedi Wallander.
Kantine giderek birer fincan kahve aldılar.
“Haberi Robert Åkerblom nasıl karşıladı?” diye sordu Svedberg.
“Bilmem ki,” diye cevap verdi Wallander. “İnsana yaşamının yarısı elinden alınmış gibi gelir, herhâlde. Kimse böylesi bir şeyi yaşamadıkça nasıl bir duygu olduğunu bilemez. Ben tahmin bile edemiyorum. Basın toplantısı biter bitmez toplantı yapmamız gerektiğini düşünüyorum. O vakte kadar da odamda olup çalışacağım.”
“Cuma günü Louise Åkerblom’u Stig Gustafson’la birlikte gören birileri vardır belki,” dedi Svedberg. “Elimizdeki ipuçlarını yeniden gözden geçirmek istiyorum.”
“Tamam,” dedi Wallander. “Adam hakkında bildiklerini toplantıda en ince ayrıntısına dek dinlemek istiyorum.”
Basın toplantısı bir buçuk saat sonra bitti. O vakte kadar Wallander düşüncelerini farklı başlıklar altında toplamış ve araştırmanın bundan sonra nasıl yürütülmesi gerektiğine ilişkin bir plan çizmişti.
Björk ile Martinson, Björk’ün odasındaki toplantıya geldiklerinde çok yorgundular.
“Şimdi senin nasıl hissettiğini çok daha iyi anlıyorum,” dedi Martinson, bir sandalyeye çökercesine otururken. “Gazetecilerin sormadığı kadının iç çamaşırının rengi kaldı.”
Wallander hemen tepkisini gösterdi. “Zaten bu toplantıya hiç gerek yoktu,” dedi.
Martinson özür dilercesine kollarını iki yana açtı.
“Sana olanları kısaca anlatacağım,” dedi Wallander. “Olayın nasıl başladığını hepimiz biliyoruz, onun için biraz kısa geçeceğim. Her neyse, Louise Åkerblom’u buldum. Öldürülmüş, alnından vurulmuş. Benim tahminim, kadına yakından ateş edildiği doğrultusunda. Bu, daha sonra kesinlik kazanacak. Cinsel saldırıya uğrayıp uğramadığını bilmiyoruz. İşkence yapılıp yapılmadığını, bir odaya hapsedilip edilmediğini de. Nerede, ne zaman öldürüldüğünü de bilmiyoruz. Ama kuyuya öldükten sonra atıldığını biliyoruz. Arabasını da bulduk. Hastanenin bir an önce otopsi raporunu göndermesi çok önemli. Hiç olmazsa tecavüze uğrayıp uğramadığını öğrenmiş oluruz. Böylece bu konudaki sabıkalıları araştırmaya başlarız.”
Wallander sözlerine devam etmeden önce uzanıp kahvesinden bir yudum aldı.
“Katile gelince, şimdilik elimizde yalnızca bir aday var,” diye sürdürdü konuşmasını. “Uzunca bir zamandan beri genç kadının peşine düşen, ona umutsuzca âşık olan mühendis Stig Gustafson. Henüz onu bulamadık. Svedberg, sen bu konuda bazı şeyler öğrendin. Bize ayrıca elimizdeki ipuçlarına ilişkin bilgi de verebilirsin. Bu araştırmadaki diğer bilgiler kesik parmakla bir evin havaya uçurulması. Nyberg küllerin arasında gelişmiş bir telsiz cihazının bazı parçalarıyla, daha çok Güney Afrika’da kullanılan bir tabancanın kabzasını buldu. Bir bağlamda kesik parmakla tabanca arasında bir bağlantı olduğunu düşünüyorum ama bunun da araştırmamıza bir yararı olacağını sanmıyorum. İki olayın birbiriyle ilişkisi olup olmadığını da hâlâ bilmiyoruz.”
Wallander sözlerini tamamlamıştı, önündeki kâğıt yığınını karıştıran Svedberg’e baktı. “İpuçlarıyla başlayacağım,” dedi. “PoliseYardımEtmekİsteyenİnsanlar başlıklı bir kitap yazmayı düşünüyorum bugünlerde. Bu kitap sayesinde çok zengin olabilirim. Her zamanki gibi elimizde karmaşık duygular, hayaller, itiraflar, teşekkürler ve küfürler var. Şimdilik ilginç olan tek bir şeye rastladık. O da Rydsgård arazisinin bekçisi cuma günü öğleden sonra Louise Åkerblom’u gördüğünden emin. Verdiği zaman da elimizdekilere uyuyor. Böylelikle kadının hangi yoldan gittiğini artık biliyoruz. Bunun dışında elimizde fazla bir şey yok. En iyi ipuçlarının bir ya da iki gün sonra geldiğini artık hepimiz biliyoruz. Bu ipuçları polisi arama konusunda önce kararsız olan duyarlı kişilerden gelir. Stig Gustafson’un ise nereye taşındığını hâlâ bulamadık. Ama Malmö’de bekâr bir kadın akrabası olduğunu öğrendik. Ne yazık ki kadının ilk adını bilmiyoruz. Malmö telefon rehberi Gustafson’larla dolu. Yüzlerce Gustafson var. Kadını bulmak için listeyi paylaşmak zorundayız. Söyleyeceklerim bu kadar.”
Wallander bir süre konuşmadı. Björk devam etmesini beklercesine ona baktı. “Neler yapabileceğimizin üstünde yoğunlaşalım,” dedi Wallander sonunda. “Öncelikle Stig Gustafson’u bulmak zorundayız. Eğer onunla aramızdaki tek bağ Malmö’deki akrabasıysa o zaman biz de o akrabayı bulmak zorundayız. Bu merkezde telefon edebilecek herkesin bize yardım etmesi gerekiyor. Hastaneyle görüşür görüşmez ben de telefon etmeye başlayacağım.” Başını çevirip Björk’e baktı. “Bu akşam çalışmak zorundayız,” dedi. “Bu gerekli.”
Björk onaylarcasına başını salladı. “Peki,” dedi. “Önemli bir şey bulursanız bana da haber verin, buralarda olacağım.”
Svedberg, Stig Gustafson’un Malmö’deki akrabasını arama hazırlıklarına başlarken Wallander de kendi odasına gitti. Hastaneyi aramadan önce babasına telefon etti. Telefon uzun zaman sonra açıldı. Babasının stüdyosunda resim yaptığını düşündü. Yaşlı adamın sesini duyar duymaz canının bir şeye sıkıldığını anladı.
“Selam! Benim,” dedi.
“Benim de kim?” diye sordu babası.
“Kim olduğumu gayet iyi biliyorsun,” diye karşılık verdi Wallander.
“Sesini unutmuşum,” dedi babası.
Wallander dişlerini gıcırdattı ve telefonu kapatmamak için kendini güç tuttu. “Bugünlerde işler çok yoğun,” dedi. “Az önce bir kuyunun dibinde cinayete kurban gitmiş bir kadın cesedi buldum. O yüzden seni görmeye gelemeyeceğim. Umarım beni anlayışla karşılarsın.”
“Anlıyorum,” dedi. “Tatsız bir işe benziyor.” Babasının samimi bir sesle konuşmasını şaşkınlıkla dinledi.
“Öyle,” diye yanıtladı Wallander. “Sana iyi bir akşam geçirmeni dilerim. Yarın gelmeye çalışacağım.”
“Tabii zamanın olursa,” dedi babası. “Kapatıyorum. Daha fazla konuşamayacağım.”
“Neden?”
“Birini bekliyorum.”
Babası telefonu kapadı. Wallander elindeki ahizeye şaşkın gözlerle baktı.
Biri gelecek ha, diye geçirdi içinden. Çalışmadığı akşamlarda Gertrud Anderson babamı görmeye mi gidiyor acaba? Başını şaşkınlıkla iki yana salladı. Bir an önce zaman yaratıp onu görmeye gitmeliyim, diye geçirdi içinden. O kadınla evlenecek olursa hayatı kayacak.
Yerinden kalkarak Svedberg’in yanına gitti. Bir dizi isim ve telefon numarasını alarak odasına geri döndü, listedeki ilk numarayı çevirdi. Birden nöbetçi savcıyı araması gerektiğini hatırladı.
Saat dört olduğunda hâlâ Stig Gustafson’un akrabasına ulaşamamışlardı. Saat dört buçukta Wallander, savcı Per Åkeson’u evinden aradı. O âna dek olanları anlattı ve artık Stig Gustafson’un peşinde olduklarını söyledi. Savcı karşı çıkmadı. Wallander’e herhangi bir şey bulduklarında kendisine haber vermesini söyledi.
Beşe çeyrek kala, Wallander, Svedberg’ten üçüncü isim listesini aldı. Şansı yaver gitmiyordu. Walpurgis Gecesi’nde bu tür şeylerle uğraştığı için içinden küfretti. Oysa herkes dışarıda eğleniyordu. Birçok kişi de tatile gitmişti.
Aradığı ilk iki numara cevap vermedi. Üçüncü telefonu açan yaşlıca bir kadınsa ailesinde Stig adında kimsenin olmadığından emindi.
Wallander pencereyi açtı, baş ağrısının başlamak üzere olduğunu hissediyordu. Masasına geri dönerek listedeki dördüncü numarayı çevirdi. Bir süre çaldı, Wallander tam telefonu kapatmak üzereyken açıldı. Sesin genç bir kadına ait olduğunu fark etti. Kendisini tanıtarak arama nedenini söyledi.
Adının Monica olduğunu söyleyeyen genç kadın, “Üvey kardeşimin adı Stig ve deniz mühendisi. Başına bir şey mi geldi?”
Wallander tüm yorgunluğunun ve bıkkınlığının birden yok olduğunu hissetti. “Hayır,” dedi. “Ama en kısa zamanda onunla görüşmek istediğim bir konu var. Nerede oturduğunu biliyor musunuz?”
“Elbette biliyorum,” dedi. “Lomma’da. Ama şu anda evde değil.”
“Nerede peki?”
“Las Palmas’ta. Yarın dönecek. Sabah saat onda Kopenhag’da olacak. Galiba Spies turlarından biriyle gitmişti.”
“Harika,” dedi Wallander. “Kardeşinizin adresini ve telefon numarasını verirseniz çok minnettar olurum.”
Monica ona kardeşinin adresiyle telefon numarasını verdi, Wallander rahatsız ettiği için özür diledikten sonra telefonu kapattı. Sonra da koşar adım odasından çıkarak Martinson’u alıp Svedberg’in odasına gitti. Kimse Björk’ün nerede olduğunu bilmiyordu.
“Malmö’ye biz gidelim,” dedi Wallander. “Oradaki meslektaşlarımız bize yardımcı olur. Feribotla ülkeye giren herkesin pasaportunun denetlenmesini istiyorum. Bunu Björk ayarlar.”
“Kardeşinin ne zamandan beri ülke dışında olduğunu söyledi mi?” diye sordu Martinson. “Eğer bir haftalık bir tatile çıkmışsa bu da geçen cumartesiden beri burada olmadığı anlamına gelir.”
Bakıştılar. Martinson’un belirttiği görüşün ne denli önemli olduğu açıkça ortadaydı.
“Eve gitsen iyi olacak,” dedi Wallander. “Hiç olmazsa yarına kadar bazılarımız bir güzel uyku çeksin. Sabah saat sekizde burada buluşalım. Sonra da Malmö’ye doğru yola çıkarız.”
Martinson’la Svedberg evlerine gittiler. Wallander de Malmö’deki meslektaşını arayacağının ve her şeyin isteği doğrultusunda olmasını sağlayacağının sözünü veren Björk’le konuştu.
Altıyı çeyrek geçe Wallander hastaneyi aradı. Doktorun yanıtları pek kesin değildi. “Cesette belirgin yara izleri yok,” dedi doktor. “Çürük ya da kırık yok. Cinsel saldırıya uğradığına ilişkin bir belirti de yok. Bunu biraz daha araştıracağım. El ve ayak bileklerinde de morluk yok.”
“Teşekkür ederim,” dedi Wallander. “Yarın görüşürüz.”
Kåseberga’ya gitti, tepenin üstünde bir süre oturarak aşağıda uzanan denizi seyretti. Dokuzu biraz geçe de yerinden kalkarak evine gitmek üzere arabasına bindi.

7
Gün ağarırken Kurt Wallander bir rüya gördü. Ellerinden biri siyah olmuştu. Eline siyah bir eldiven giymemişti. Afrikalı bir siyahinin eli gibi derisi simsiyahtı.
Wallander rüyasında dehşet ve mutluluk arasında bocalıyordu. İki yıl önce ölen eski meslektaşı Rydberg bu kapkara ele şaşkınlıkla bakıyordu. Wallander’e neden yalnızca bir elinin siyah olduğunu soruyordu.
“Yarın bir şeyler olacak,” diye karşılık verdi Wallander rüyasında.
Uyandığında gördüğü rüyayı hatırlayıp Rydberg’e neden böylesi bir yanıt verdiğini düşündü. Ne demek istemişti acaba?
Sonra da yataktan kalkarak pencereden dışarı baktı. Saat sabahın altısıydı. Bu yıl Skåne’de mayısın ilk günü bulutsuz ve güneşliydi ama rüzgâr olanca hızıyla esiyordu.
Yalnızca iki saat uyumasına karşın kendisini hiç de yorgun hissetmiyordu. Louise Åkerblom’un büyük bir olasılıkla öldürüldüğü cuma günü öğleden sonra Stig Gustafson’un cinayetin işlendiği yerde mi yoksa üvey kız kardeşinin söylediği gibi Las Palmas’ta mı olduğunu bu sabah öğreneceklerdi.
Ancak cinayeti bu sabah çözersek bu çok basit bir cinayet olur, diye geçirdi içinden. İlk birkaç gün yapacak bir şeyimiz yoktu. Sonra her şey birdenbire hızlandı. Cinayet araştırmaları günlük, sıradan işlere hiç benzemez. Onun kendi dünyası, kendi enerjisi vardır. Cinayet araştırmalarının saati ya durur ya da son derece hızlı işler. Bunu önceden kimse kestiremez.
Saat tam sekizde toplantı odasında buluştular ve Wallander hemen konuya girdi. “Danimarka polisinin işine karışmamıza gerek yok,” diye söze başladı. “Stig Gustafson’un üvey kız kardeşinin söylediği eğer doğruysa Stig saat onda Kopenhag’a gelecek. Svedberg, bunu kontrol et. Kopenhag’a geldikten sonra Malmö’ye gitmesi için üç seçeneği var. Limhamn’a feribotla, deniz otobüsüyle ya da SAS’ın hızlı teknelerinden biriyle gidecektir. Her üçünü de denetleyeceğiz.”
“Bu mühendis bence feribotla gidecektir,” dedi Martinson.
“Teknelerden sıkılmış olabilir,” diye görüşünü belirtti Wallander. “Her noktada iki adamımız olacak. Kendisine kibar davranılacak. Biraz dikkatli davranmanın bir zararı olmaz. Sonra onu buraya getireceğiz. Ve oturup onunla konuşmaya başlayacağım.”
“İki adam az değil mi?” dedi Björk. “Bir de polis arabasının hazırda beklemesi gerekmez mi?”
Wallander karşı çıkmadan kabul etti.
“Malmö’deki meslektaşlarımızla konuştum,” diye sürdürdü konuşmasını Björk. “İhtiyacımız olan tüm yardımı alacağız. Ortaya çıktığında pasaport polisinin size nasıl işaret vereceğini aranızda kararlaştırın.”
Wallander saatine baktı. “Eğer hepsi bu kadarsa yola koyulsak iyi olacak,” dedi Wallander. “Gecikmeden Malmö’de olmalıyız.”
“Uçak yirmi dört saate kadar rötar yapabilir,” dedi Svedberg. “Ben bunu kontrol edinceye kadar bekleyin.”
Svedberg on beş dakika sonra Las Palmas’tan gelecek olan uçağın Kastrup Havaalanı’na dokuzu yirmi geçe inmesinin beklendiğini öğrendi. “Uçak kalkmış, yolda,” dedi Svedberg. “Ve rüzgâr da arkadan esiyormuş.”
Hemen Malmö’ye gitmek üzere arabalarına bindiler, oradaki meslektaşlarıyla görüşerek iş bölümü yaptılar. Wallander kulağı delik bir polis olarak tanınan Engman’la birlikte hava yastıklı tekne terminaline gidecekti. Engman, Wallander’in uzun yıllar birlikte çalıştığı Näslund adlı polis memurunun yerine gelmişti. Näslund Gotland adasındandı ve adadaki polis teşkilatında işe başlamak için kadronun açılmasını beklerken Visby’de bir kadro boşalmış ve hemen orada işe başlamıştı. Wallander onu, özellikle de esprilerini özlemişti. Martinson’la başka bir polis Limhamn’da nöbet tutuyordu ve Svedberg de deniz otobüsleri terminalinde bekliyordu. Birbirleriyle telsizle bağlantı kuruyorlardı. Saat dokuz buçukta tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Wallander hem kendisi hem de terminaldeki meslektaşları için kahve aldırdı.
“Bu yakalayacağım ilk katil olacak,” dedi Engman.
“Onun katil olup olmadığını bilmiyoruz,” dedi Wallander. “Bu ülkede suçlu olduğun kanıtlanıncaya değin suçsuzsun, biliyorsun. Bunu asla unutma.”
Sesindeki eleştiri dolu ton hoşuna gitmemişti. Engman’ın gönlünü almak için olumlu bir şeyler söylemenin iyi olacağını düşündü ama aklına hiçbir şey gelmedi.
Saat on buçukta Svedberg’le meslektaşı deniz otobüsleri terminalinde sıradan bir gözaltı gerçekleştirdiler. Stig Gustafson kısa boylu, zayıf, saçları dökülmeye başlamış bir adamdı. Svedberg cinayetten söz etmiş, kelepçeleri takmış ve Ystad’a götürüleceğini söylemişti.
“Neden söz ettiğinizi anlamıyorum,” dedi Stig Gustafson. “Beni neden kelepçelediniz? Beni neden Ystad’a götürüyorsunuz? Ben kimi öldürmüşüm?”
Svedberg adamın gerçekten de şaşırdığını fark etti. Birden deniz mühendisi Gustafson’un masum olabileceği geldi aklına.
On ikiye on kala Wallander, Ystad polis merkezinde Gustafson’un karşısında oturuyordu. Savcı Per Åkeson’a da gözaltı haberi verilmişti. Sorgulamaya Stig Gustafson’a kahve içmek isteyip istemediğini sorarak başladı.
“Hayır,” dedi. “Evime gitmek istiyorum. Ve buraya neden getirildiğimi öğrenmek istiyorum.”
“Sizinle konuşmak istiyorum,” dedi Wallander. “Ve verdiğiniz yanıtlara göre eve gidip gitmemenize karar vereceğiz.”
En başından başladı. Gustafson’un kişisel bilgilerini yazdı, ikinci adının Emil olduğunu ve Landskrona’da doğduğunu öğrendi. Adam bir hayli tedirgin olmuştu, Wallander adamın saç diplerinin ter içinde kaldığını gördü. Fakat bunun bir anlama gelmediğini biliyordu. Polis fobisi, yılan fobisi kadar gerçekti.
Sonra da gerçek sorgulama başladı. Wallander adamın nasıl bir tepki göstereceğini görmek için hemen konuya girdi.
“Çok korkunç bir cinayet hakkında bilgi vermek için buraya getirildin,” dedi. “Louise Åkerblom cinayeti.”
Wallander adamın kaskatı kesildiğini gördü. Cesedin acaba bu kadar çabuk bulunmasına mı şaştı, diye geçirdi içinden Wallander. Yoksa gerçekten bir şok mu yaşıyordu?
“Louise Åkerblom geçen cuma günü kayboldu,” diye sürdürdü konuşmasını. “Cesedi birkaç gün önce bulundu. Büyük bir olasılıkla cuma günü akşama doğru öldürüldü. Bu konuda ne söyleyeceksin?”
“Benim tanıdığım Louise Åkerblom’dan mı söz ediyorsunuz?” diye sordu Gustafson.
Wallander adamın korktuğunu fark etti. “Evet,” dedi. “Metodist kilisesinden tanıdığın Louise Åkerblom’dan söz ediyoruz.”
“Öldürüldü mü?”
“Evet.”
“Bu çok korkunç!”
Wallander birden midesinde bir sancı hissetti, ortada yanlış bir şeyler vardı. Stif Gustafson’un şaşkınlığı tamamen gerçek görünüyordu. Wallander deneyimlerinden en korkunç cinayetleri işleyen katillerin oldukça inandırıcı bir şekilde masum rolünü oynadıklarını çok iyi bilirdi. Ama yine de midesindeki o garip sancıyı hissediyordu. Yoksa en başından beri izledikleri yol yanlış mıydı?
“Geçen cuma günü ne yaptığını öğrenmek istiyorum,” dedi Wallander. “Anlatmaya öğleden sonradan başla.”
Aldığı cevap Wallander’i çok şaşırttı.
“Emniyet müdürlüğündeydim,” dedi Gustafson.
“Emniyette mi?”
“Evet. Malmö Emniyet Müdürlüğü’nde. Ertesi gün Las Palmas’a uçacaktım ve birden pasaportumun süresinin dolmuş olduğunu fark ettim. Malmö’deki pasaport dairesinde yeni pasaportumu alıyordum. Oraya gittiğimde çalışma saati sona ermişti ama memurların hepsi çok kibar insanlardı. Bana yardımcı oldular. Yeni pasaportumu saat dörtte aldım.”
Wallander o anda yüreğinin derinliklerinden Stig Gustafson’un masum olduğunu hissetti. Buna karşın yine de onu serbest bırakmak istemiyordu. Bu cinayeti mümkün olabilecek en kısa zamanda çözme niyetindeydi. Hem zaten sorgulamayı duygularıyla yapması görevini yerine getirmemek anlamına gelirdi.
“Arabamı tren istasyonuna park etmiştim,” diye ekledi Gustafson. “Sonra da bir bira içmek için bara gittim.”
“Geçen cuma günü öğleden sonra saat dört civarında barda olduğunu kanıtlayacak biri var mı?” diye sordu Wallander.
Stig Gustafson bir an düşündü. “Bilmiyorum,” dedi sonunda. “Barda tek başıma oturdum. Belki de barmenlerden biri beni hatırlar. Öyle çok sık bara gitmem ben. Yani düzenli bir müşteri değilim.”
“Barda ne kadar kaldın?” diye sordu Wallander.
“Bir saat galiba. Fazla değil.”
“Beş buçuğa kadar? Öyle mi?”
“Sanırım. Kapandıktan sonra tekele gitmeyi düşünmüştüm.”
“Hangisine?”
“NK mağazasının arkasındakine. Caddenin adını bilmiyorum.”
“Oraya gittin öyle mi?”
“Birkaç şişe bira almak için gittim, evet.”
“Orada olduğunu kanıtlayacak biri var mı?”
Stig Gustafson başını iki yana salladı. “Bana biraları satan adam kızıl sakallı biriydi,” dedi. “Belki dükkânın fişi hâlâ yanımdadır. Fişlerde tarih de vardır, değil mi?”
Wallander başını evet dercesine sallayarak, “Devam et,” dedi.
“Sonra da gidip arabama bindim,” diye anlatmayı sürdürdü Stig Gustafson. “Jägersro’nun dışındaki indirimli satış yapan B&W mağazasına valiz almaya gittim.”
“Oraya gittiğini kanıtlayacak biri var mı?”
“Valiz almadım,” dedi Stig Gustafson. “Çok pahalıydı. Eskisiyle idare etmeye karar verdim. Buna üzülmüştüm.”
“Sonra ne yaptın?”
“McDonald’s’a girip bir hamburger yedim. Çalışanlar çok gençti. Onların bir şey hatırlayacaklarını sanmıyorum.”
“Gençlerin bellekleri bizden çok daha iyidir,” dedi Wallander birkaç yıl önce bir araştırmada kendisine çok yardımcı olan genç banka memurunu hatırlayarak.
Stig Gustafson birden heyecanla, “Bir şey hatırladım,” dedi. “Bardayken bir şey olmuştu.”
“Anlat.”
“Tuvalete gitmiştim. Orada birkaç dakika kadar bir adamla konuştum. Ellerini kurulamak için kâğıt havlu olmadığından şikâyet ediyordu. Biraz çakırkeyifti. Fazla değil. Adının Forsgård olduğunu, Höör’de çiçekçi dükkânı işlettiğini söylemişti.”
Wallander gerekli notu aldı. “Onu bulup konuşuruz,” dedi. “Jägersro’daki McDonald’s’tayken saat altı buçuk olmuş muydu?”
“Olabilir,” dedi Stig Gustafson.
“Sonra ne yaptın?”
“İskambil oynamak için Nisse’nin evine gittim.”
“Nisse de kim?”
“Yıllarca denizlerde yelken açtığım eski bir marangoz. Adı Nisse Strömgren. Förening Caddesi’nde oturuyor. Ara sıra bir araya gelip iskambil oynarız. Orta Doğu’da öğrendiğimiz bir oyunu oynarız. Oldukça karışık bir oyun ama öğrendikten sonra eğlenceli oluyor. Oyunu kazanman için valeleri toplaman gerekiyor.”
“Orada ne kadar kaldın?”
“Eve geldiğimde saat gece yarısını geçiyordu sanırım. Ertesi sabah erkenden kalkacağım için aslında eve dönmekte biraz geç kalmıştım. Otobüsüm gardan saat altıda kalkacaktı. Kastrup’a giden otobüs, demek istiyorum.”
Wallander başını evet dercesine salladı. Stig Gustafson cinayet saatinde başka yerlerde olduğunu kanıtladı, diye geçirdi içinden. Tabii eğer söyledikleri doğruysa. Ve Louise Åkerblom gerçekten de geçen cuma günü öldürülmüşse. O anda Stig Gustafson’u tutuklayabilecek yeterince neden ve delil yoktu. Savcı bu tutuklamaya karşı çıkardı.
Katil o değil, diye geçirdi içinden Wallander. Louise Åkerblom’u öldürdüğü konusunda ısrar edecek olursam bir yere varamayız.
Ayağa kalktı.
“Burada bekle,” dedikten sonra odadan çıktı.
Toplantı odasında bir araya gelip Wallander’in anlattıklarını dinlediler.
“Anlattıklarını kontrol edelim,” dedi Wallander. “Ama dürüst olmam gerekirse, onun aradığımız adam olmadığını düşünüyorum. Şu anda tam olarak çıkmazdayız.”
“Bence çabuk karar veriyorsun,” dedi Björk. “Kadının cuma günü öldüğünden bile henüz emin değiliz. Stig Gustafson iskambil oynadığı arkadaşının yanından ayrıldıktan sonra Lomma’dan Krageholm’a gitmiş olabilir.”
“Sanmıyorum,” diye karşılık verdi Wallander. “Peki, Louise Åkerblom o saate kadar ne yaptı dersin? Telesekretere saat beşte evde olacağının notunu bırakmıştı, hatırlarsan. Buna inanmak zorundayız. Ne olduysa beşten önce olmuş olmalı.”
Kimse konuşmadı. Wallander çevresine bakındı.
“Savcıyla konuşmalıyım,” dedi. “Eğer kimsenin söyleyecek bir şeyi yoksa Stig Gustafson’u serbest bırakacağım.”
Kimse karşı çıkmadı. Wallander savcı odalarının bulunduğu, emniyetin diğer tarafına doğru gitti. Per Åkeson’un odasına girerek sorgulama raporunu sundu. Wallander bu odaya her girişinde odanın nasıl bu kadar dağınık olduğuna şaşardı. Kâğıtlar masanın ve sandalyelerin üstüne atılmış, çöp kutusu tepesine kadar dolu olurdu. Ama işin ilginç yanı, Per Åkeson bu dağınıklık ve karmaşa içerisinde hiçbir evrakı kaybetmezdi.
“Onu tutuklayamayız,” dedi savcı, Wallander sözünü bitirdiğinde. “Bana kalırsa sen ondan biraz çabuk kuşkulanmışsın.”
“Evet,” dedi Wallander. “Doğruyu söylemek gerekirse bu cinayeti onun işlediğini sanmıyorum.”
“Başka bir şey mi var?”
“Bilmiyorum,” dedi Wallander. “Kadını öldürmesi için bir kiralık katil tutup tutmadığını merak ediyoruz. Daha ileriye gitmeden önce bugün öğleden sonra geniş kapsamlı bir araştırma yapacağız. Ama peşine düşeceğimiz başka kimse yok. Şimdilik geniş kapsamlı araştırmayı sürdürmekle yetineceğiz. Gelişmelerden haberdar ederim.”
Per Åkeson başını evet dercesine sallayıp kaşlarını çatarak Wallander’e baktı.
“İyi uyuyamıyor musun?” diye sordu. “Ya da hiç mi uyumuyorsun? Bugünlerde aynada kendine baktın mı? Korkunç görünüyorsun!”
“Duygularımla kıyaslandığında görüntümün hiç önemi yok, inan bana,” dedi Wallander ayağa kalkarken.
Koridora çıktı, sorgu odasının kapısını açarak içeri girdi.
“Seni Lomma’ya geri götürecek bir araba ayarlayacağız,” dedi. “Ama yakında yine görüşeceğiz.”
“Özgür müyüm?” diye sordu Gustafson.
“Zaten özgürdün,” diye karşılık verdi Wallander. “Sorguya çekilmekle suçlanmak bir değildir.”
“Onu ben öldürmedim,” dedi Gustafson. “İnsan nasıl böyle bir şey yapar, doğrusu aklım almıyor.”
“Ciddi misin?” dedi Wallander. “Onu sürekli rahatsız eden bir kişi olarak böyle mi düşünüyorsun?”
Wallander, Gustafson’un yüzünde oluşan belli belirsiz tedirginlik ifadesini gördü. Bildiğimizi anladı, diye geçirdi içinden Wallander. Birlikte danışmaya gittiler, Wallander, Gustafson’u evine götürecek arabaya bindirdi. Onu bir daha görmeyeceğim, diye geçirdi içinden. Onu artık defterden silebiliriz.
Bir saatlik öğle yemeği arasından sonra yeniden toplantı odasında buluştular. Wallander yemeğe eve gitmişti.
“O sıradan hırsızlar nerede artık?” diye sordu Martinson iç çekerek. “Bu dava sanki bir öykü kitabından fırlamış gibi… Elimizde yalnızca kuyuya atılmış dindar bir kadının cesediyle bir de kesik parmak var…”
“Haklısın,” dedi Wallander. “Ne kadar istesek de o parmağı görmezden gelemiyoruz.”
“Kontrolden çıkmış, yarım kalan birçok konu var,” dedi Svedberg tedirginlikle kel kafasını kaşıyarak. “Elimizdekileri bir araya getirmek zorundayız. Ve bunu hemen şimdi yapmalıyız. Aksi hâlde yolumuz iyice tıkanacak.”
Wallander, Svedberg’in sözlerinde soruşturmayı yürütme tarzına yönelik örtük bir eleştiri sezdi. Bunun, şu aşamada bile, bütünüyle haksız olduğunu söyleyemezdi. Bir ize çok çabuk saplanıp kalmak riski her zaman vardı. Svedberg’in çizdiği tablo hissettiği şaşkınlığı çok iyi yansıtıyordu.
“Haklısın,” dedi Wallander. “Elimizdekilere bir bakalım. Louise Åkerblom öldürüldü. Tam olarak nerede olduğunu ve kimin yaptığını bilmiyoruz. Ama ne zaman öldürüldüğünü tahmin edebiliyoruz. Cesedi bulduğumuz yerden pek de uzak olmayan bir yerde bir ev havaya uçtu. Nyberg küllerin arasında bir telsiz alıcısının parçalarıyla kömür hâline gelmiş tabanca kabzası buldu. Tabanca Güney Afrika malı. Buna ek olarak evin dışındaki avluda kesik bir parmak bulduk. Daha sonra da Louise Åkerblom’un göle atılmış arabasını ortaya çıkardık. Bunları bu denli çabuk bulmamız bir rastlantıydı. Aynı rastlantı ceset için de geçerli. Kadının alnından vurulduğunu biliyoruz, tüm bunlar bir infazın söz konusu olduğu izlenimini veriyor. Bu toplantıya başlamadan önce hastaneyi aradım. Tecavüz yok. Yalnızca vurulmuş, o kadar.”
“Bu bilmeceyi çözmeliyiz,” dedi Martinson. “Daha fazla kanıta gerek var. Parmak, telsiz ve tabancayla ilgili bir şeyler bulmalıyız. Evle ilgilenen Varnämo’daki avukatla hemen bağlantı kurmalıyız. Evde birinin olduğu açıkça ortada.”
“Toplantıyı bitirmeden önce kimin ne yaptığını çözmeliyiz,” dedi Wallander. “Üzerinden geçmek istediğim iki mesele var.”
“Dinliyoruz,” dedi Björk.
“Louise Åkerblom’u kim vurmak istemiş olabilir?” dedi Wallander. “Kadının ırzına geçmek isteyen biri olabilir. Ne var ki adli tıbbın raporlarına göre tecavüz edilmemiş. Dövüldüğüne ilişkin bir kanıt da yok elimizde. Kadının tek bir düşmanı bile yok. Tüm bu verilerden yola çıktığımda bu cinayetin yanlışlıkla işlendiğini düşünüyorum. Louise Åkerblom başka birinin yerine öldürüldü. Bir diğer olasılık ise görmemesi ya da duymaması gereken bir şeylere tanık olduğu için bu cinayete kurban gitti.”
“Bu senaryoya şu ev uyuyor,” dedi Martinson. “Louise Åkerblom’un görmeye gittiği evin çok uzağında değildi. O evde kesinlikle bir şeyler oluyordu. Dediğin gibi görmemesi gereken bir şeyi gördü ve öldürüldü. Peters ile Norén, onun görmeye gittiği yani gidemediği eve gittiler. Wallin adındaki dul bir kadına ait olan eve. Her ikisi de evin hemen bulunacak bir yerde olmadığını, insanın giderken yolunu kolayca şaşırabileceğini söyledi.”
Wallander onaylarcasına başını salladı. “Devam et,” dedi.
“Daha fazla söyleyecek bir şeyim yok,” dedi Martinson. “Bilmediğimiz bir nedenden ötürü de birinin parmağı kökünden kesildi. Tabii bu, ev havaya uçtuğunda gerçekleşmemişse. Ama bu bir kazaya benzemiyor. Böylesi bir patlama insanı paramparça ederdi. Parmak bence kesilmiş.”
“Yoğun şiddet olaylarının yaşandığı ırkçı bir ülke olması dışında Güney Afrika hakkında fazla bir şey bilmiyorum,” dedi Svedberg. “İsveç’in Güney Afrika’yla diplomatik ilişkileri yok. Onlarla ne ticaret yapıyoruz ne de tenis oynuyoruz. En azından resmi olarak. Güney Afrika’daki ipuçlarının İsveç’e uzanacağına hayatta inanmazdım. İnsan İsveç’in bu tür olaylara adı karışacak en son ülke olduğunu sanır.”
“Belki de bu nedenden ötürü,” diye mırıldandı Martinson.
Bu yorum Wallander’in dikkatini çekti. “Ne demek istiyorsun?”
“Hiçbir şey,” diye yanıtladı Martinson onu. “Eğer bu davada bir yere ulaşmak istiyorsak çok daha farklı şekilde düşünmeye başlamamız gerek.”
“Yürekten katılıyorum,” dedi Björk araya girerek. “Yarına kadar hepinizin bu olayla ilgili ayrıntılı bir rapor yazmanızı istiyorum. Bakalım bu bizi bir yere götürecek mi?”
Kendi aralarında iş bölümü yaptılar. Wallander, Varnämo’daki avukatı bulma işini üstlendi, Björk ise kesik parmağa ilişkin raporu incelemeye karar verdi.
Wallander avukatın bürosuna telefon ederek acil bir konuda Bay Holmgren’le görüşmek istediğini söyledi. Holmgren’in telefona gelmesi çok uzun sürdü.
“Sizinle Skåne’deki evle ilgili konuşmak istiyorum,” diye söze başladı Wallander. “Hani şu yanan evle…”
“Hiçbir açıklaması yok,” dedi Holmgren. “Ama sigorta poliçesine baktım, poliçe yangını da kapsıyor. Peki polis yangının nasıl çıktığını öğrenebildi mi?”
“Hayır,” dedi Wallander. “Ama çalışıyoruz. Size telefonda sormak istediğim bir iki sorum var.”
“Umarım uzun sürmez,” dedi avukat. “Çok yoğunum.”
“Sorulara telefonda yanıt vermek istemezseniz, Varnämo emniyetine gitmek zorunda kalırsınız,” dedi Wallander kaba bir tavır sergilediğine aldırmayarak.
Kısa bir sessizlikten sonra avukatın cevabı duyuldu. “Peki, sizi dinliyorum.”
“Evin vârislerinin adlarını ve adreslerini içeren faksı bekliyoruz.”
“Hemen göndereceğim.”
“Evden kimin sorumlu olduğunu da öğrenmek istiyorum.”
“Ben sorumluyum. Bununla ne demek istediğinizi anlamadım.”
“Her evin zaman zaman bakıma ihtiyacı olur. Çatının bakımı, farelerin öldürülmesi gibi. Bunları da siz mi yapıyordunuz?”
“Mirasçılardan biri Vollsjö’de oturuyor. Genellikle evle o ilgilenir. Adı Alfred Hansson.”
Wallander adamın adresini ve telefon numarasını yazdı.
“Demek ev bir yıldan beri boştu, öyle mi?”
“Bir yıldan daha uzun zamandan beri. Mirasçılar satıp satmama konusunda görüş birliğine varamamışlardı.”
“Bir başka deyişle, evde kimse kalmıyordu, öyle mi?”
“Elbette, ev boştu.”
“Bundan emin misiniz?”
“Nereye varmak istediğinizi anlamıyorum. Evet, ev boştu. Alfred Hansson belli aralıklarla beni arar ve her şeyin yolunda olduğunu söylerdi.”
“En son ne zaman aradı?”
“Bunu hatırlamamı benden nasıl isteyebilirsiniz?”
“Bilmiyorum. Ama soruma bir yanıt almak istiyorum.”
“Yılbaşı sırasındaydı, galiba. Ama öyle olduğuna yemin edemem. Bu neden önemli?”
“Şu anda her şey önemli. Ama yine de verdiğiniz bilgi için teşekkür ederim.”
Wallander telefonu kapattı, ardından telefon rehberini açtı ve Alfred Hansson’un adresini kontrol etti. Sonra da yerinden kalkarak, ceketini alıp odadan dışarı çıktı.
Martinson’un odasının önünden geçerken, “Vollsjö’ye gidiyorum,” diye seslendi. “Şu havaya uçan evle ilgili garip bir şeyler va r. ”
“Bana sorarsan her şey garip,” dedi Martinson. “Ha, bu arada, az önce Nyberg’le konuştum. Telsizin Rus malı olabileceğini söyledi.”
“Rus mu?”
“Öyle, dedi. Bana sorma, ona sor.”
“Bir ülke daha,” dedi Wallander. “İsveç, Güney Afrika, şimdi de Rusya. Bu iş nerede bitecek?”
Yarım saat sonra Wallander arabasını Alfred Hansson’un evinin önünde durdurdu. Oldukça modern görünümlü bir evdi burası. Wallander arabasından inerken bir Alman çoban köpeği havlamaya başladı. Saat dört buçuk olmuştu ve karnı açlıktan zil çalıyordu.
Kırk yaşlarında bir adam kapıyı açtı. Üstü başı, saçları darmadağınıktı. Wallander ona doğru bir adım atınca adamın içki koktuğunu fark etti.
“Alfred Hansson?”
Adam başını evet dercesine salladı.
“Ben Ystad emniyetinden geliyorum,” dedi Wallander.
“Lanet olsun!” diye haykırdı adam, Wallander adını söylemeden.
“Anlayamadım?”
“Beni kim gammazladı? Bengtson hıyarı mı?”
Wallander hızla düşündü. “Bu konuda bir şey söyleyemem,” dedi. “Polis tüm muhbirleri korur.”
“Bengtson olmalı,” dedi adam. “Beni tutuklayacak mısınız?”
“Bunu içeride konuşalım,” dedi Wallander.
Adam, Wallander’i mutfağa götürdü. Burada içki yapımında kullanılan alkolün kokusunu duydu Wallander. Birden kafasında bir şimşek çaktı. Alfred Hansson yasa dışı işler yapıyordu ve Wallander’in kendisini bu yüzden tutuklamaya geldiğini sanmıştı.
Adam kendini mutfaktaki sandalyelerden birine atarak başını kaşımaya başladı. “Amma da şanssızım,” diye iç çekti.
“Kaçak içki konusunu daha sonra konuşuruz,” dedi Wallander. “Seninle konuşmak istediğim başka bir şey var.”
“Ne?”
“Şu yanan ev.”
“O konuda hiçbir şey bilmiyorum,” dedi adam. Ancak yüzünde beliren endişeli ifade Wallander’in gözünden kaçmamıştı.
“Hangi konuda hiçbir şey bilmiyorsun?”
Adam titreyen elleriyle bir sigara yaktı. “Ben aslında duvar yazıları yazarım,” dedi adam. “Ama her sabah saat yedide işbaşı yapamam. Onun için de o küçük kulübeyi kiralamayı düşündüm. Aslında satmak istiyordum ama aile istemiyordu.”
“Kime kiralayacaktın?”
“Stockholm’lü birine. Uygun bir yer arıyordu. Evi görmüş, bulunduğu yeri beğenmişti. Ama hâlâ bana nasıl ulaştığını anlayamadım, doğrusu.”
“Adı neydi?”
“Adının Nordström olduğunu söylemişti. Ama ben buna pek inanmamıştım, doğrusu.”
“Neden?”
“İsveççesi çok iyiydi ama yabancı aksanla konuşuyordu. Nordström adında bir yabancı olabilir mi?”
“Yine de evi kiralamak istemişti öyle mi?”
“Evet, hem de çok iyi bir para verecekti. Aylık on bin kron alacaktım. İnsan böylesi bir paraya burun kıvıramaz, değil mi? Bunun kimseye bir zararı olacağı da aklıma gelmemişti doğrusu. Eve iyi baktığım için aslında bunu bir ödül olarak değerlendirmiştim. Avukat Holmgren’in ya da vârislerin bunu duymasına hiç gerek yoktu.”
“Evi kaç aylık kiralamıştı?”
“Nisan başında geldi. Mayıs sonuna dek eve ihtiyacı olduğunu söyledi.”
“Evi ne için kullanacağını söyledi mi?”
“Huzur içinde resim yapmak için demişti.”
“Resim mi?” Wallander’in aklına babası geldi.
“Sanatçıydı yani. Önden avans vermek istemişti. Tabii ki kabul ettim.”
“Onu bir daha ne zaman gördün?”
“Görmedim.”
“Görmedin mi?”
“Bu bir tür konuşulmayan kuraldı. Burnumu bu işe sokmayacaktım. Ben de sokmadım. Anahtarları verdim ve oradan uzaklaştım, hepsi bu.”
“Anahtarları geri aldın mı?”
“Hayır. Postayla gönderecekti.”
“Ve tabii adamın adresi sende yok, değil mi?”
“Yok.”
“Adamı tarif edebilir misin?”
“Akıl almayacak denli şişmandı.”
“Başka?”
“Şişman bir adamı başka nasıl tarif edebilirsin ki? Kel kafalı, kırmızı suratlı ve şişkoydu. Şişko dediğim zaman öyle sıradan şişman birini düşünme. Fıçı gibiydi.”
Wallander başını evet dercesine salladı.
“Paranın tümünü harcadın mı?” diye sordu parmak izi olasılığını düşünerek.
“Evet. Zaten bu yüzden yeniden içki imal etmeye başladım.”
“Eğer bu işe bugün bir nokta koyarsan seni Ystad’a, emniyete götürmem,” dedi Wallander.
Alfred Hansson kulaklarına inanamadı.
“Söylediğimde ciddiyim,” dedi Wallander. “Ama işi gerçekten bırakıp bırakmadığını da denetleyeceğim. Ve yaptığın bu içkileri de dökmelisin.”
Wallander evden çıkıp gittiğinde adamın ağzı hâlâ bir karış açıktı. Görevimi yapmadım, diye geçirdi içinden, ama şu anda kaçak içki imalatçılarıyla da uğraşamam.
Ystad’a geri döndü. Nedenini bilmeden Krageholm Gölü’nün kıyısındaki otoparka doğru sürdü arabasını. Arabadan inerek gölün kıyısına doğru gitti.
Bu araştırmada, Louise Åkerblom’un ölümünde kendisini korkutan bir şey vardı. Sanki her şey daha yeni yeni başlıyor gibiydi. Korkuyorum, diye geçirdi içinden. Sanki o kesik parmak beni işaret ediyor. Anlayamadığım bir işin içindeyim.
Bir kayanın üstüne oturdu. Bezgin ve yorgun hissetti. Bu davaya boğazına kadar battığını düşünerek bakışlarını göle çevirdi. Olayın çözümlenmesinde sanki kontrolü kaybetmiş gibi hissediyordu. İç çekti, Louise Åkerblom’un katilini aramada ve kendi özel yaşamında hiç de hoş bir yerde olmadığını düşündü.
Ne yapmalıyım, dedi kendi kendine yüksek sesle. Yaşama saygısı olmayan acımasız katillerle uğraşmak istemiyorum. Yaşadığım sürece hiçbir şekilde anlayamayacağım türden şiddet ve vahşetle ilgilenmek istemiyorum. Belki de bu ülkede bizden sonraki polis kuşağının çok daha farklı deneyimleri ve görüş açıları olacaktır. Ama artık benim için çok geç. Daha farklı biri olamam artık.
Ayağa kalktı, bir ağacın tepesinden havalanan saksağana baktı.
Soruların tümü de hâlâ yanıtsız, diye geçirdi içinden. Tüm yaşantımı suçluları yakalamaya adadım. Bazen başarılı oldum, çoğu kez de başarısız. Ama bu dünyadan çekip gittiğimde en önemli sorgulamada başarılı olamayacağım. Yaşam çözülemeyen bir bilmeceden öte bir şey değil.
Kızımı görmek istiyorum, diye geçirdi içinden. Bazen onu o kadar çok özlüyorum ki bu, bana acı veriyor. Özellikle Louise Åkerblom’un katili olan bir parmağı kesik bir siyahiyi bulmalıyım. Ona bir soru soracağım: Neden Louise Åkerblom’u öldürdün?
Stig Gustafson’un peşini bırakmamalıyım, onun suçsuz olduğuna inandım ama yine de sahneden bu kadar çabuk çekilmesine izin vermemeliyim.
Arabasına geri döndü.
Korku ve nefretten arınamayacaktı. Kesik parmak hâlâ anlam veremediği bir şeyleri işaret ediyordu.

TRANSKEI’DEN GELEN ADAM

8
Enkaza dönmüş arabanın gölgesinde gizlenmiş adamı görmek neredeyse olanaksızdı. Kıpırdamıyordu ve esmer yüzü karanlıkta seçilmiyordu.
Gizlenecek yeri çok iyi seçmişti. Öğleden sonranın ilk saatlerinden beri bekliyordu ve güneş artık Soweto köyünün tozlu tepelerinde batmaya başlamıştı. Kuru ve kırmızı toprak batan güneşin altında parlıyordu. 8 Nisan 1992’ydi.
Buluşma yerine tam zamanında varabilmek için oldukça uzun bir yol katetmişti. Kendisini arayıp bulan beyaz adam yola erken çıkmasını söylemişti. Güvenlik sebebiyle, onu tam olarak kaçta alacaklarını söylememişlerdi. Güneş battıktan kısa süre sonra demişlerdi yalnızca.
Ntibane’deki evinin önünde adının Stewart olduğunu söyleyen adamı gördüğü andan bu yana yalnızca yirmi altı saat geçmişti. Evinin kapısı vurulduğunda Umtata polisinin geldiğini sanmıştı. Polisi görmeden geçirdiği tek ay yoktu. Bir banka soygunu ya da cinayet söz konusu olduğunda Umtata polisinden bir ekip kapısına dayanırdı. Bazen onu sorgulamak için kasabaya götürürlerdi ama genellikle söylediklerine inanırlardı.
Oluklu demir levhayla kaplı kulübeden dışarı çıktığında kızgın güneşin altında duran ve adının Stewart olduğunu söyleyen adamı önce fark edememişti.
Victor Mabasha adamın yalan söylediğini hemen anlamıştı. Adı Stewart dışında herhangi bir ad olabilirdi. İngilizce konuşmasına karşın Victor aksanından onun aslen Güney Afrikalı olduğunu düşünüyordu. Ve bir Boer’in[2 - E.N. Güney Afrika’ya yerleşmiş Hollanda asıllı beyazlar için kullanılır, Afrikaner de denilir.] adı kesinlikle Stewart olamazdı.
Adam ortaya çıktığında öğleden sonraydı. Kapı vurulduğunda Victor Mabasha uyuyordu. Telaşlanmadan yataktan kalkmış, pantolonunu giymiş ve gidip kapıyı açmıştı. Artık hiç kimsenin önemli bir şey için kapısına gelmeyeceğini biliyordu. Genellikle alacaklılar dayanırdı kapısına. Ya da ondan borç alabileceğine inanacak kadar aptal biri. Tabii polislerin dışında. Ne var ki polisler kapıyı vurmazdı. Ya tekmeler ya da kırarlardı.
Adının Stewart olduğunu söyleyen adam elli yaşlarındaydı. Takım elbise giydiği için ter içinde kalmıştı. Arabasını yolun diğer tarafındaki baobab ağacının altına park etmişti. Victor aracın Transvaal plakalı olduğunu fark etti. Kendisiyle buluşmak için onca yolu neden katettiğini bir an için merak etti.
Adam içeri girmek istemedi. Yalnızca bir zarf uzatarak ertesi gün Soweto’nun varoşlarında kendisini önemli bir konu görüşmek için birinin bekleyeceğini söylemekle yetindi.
“Bilmen gereken her şey bu zarfın içinde yazılı,” dedi.
Yarı çıplak birkaç çocuk kulübenin dışında, çamurların içinde oyun oynuyordu. Victor çocuklara bağırarak başka bir yerde oynamalarını söyledi. Çocuklar anında yok oldular.
“Kim?” diye sordu Victor.
Beyaz adamlara hiç güvenmezdi. Ama en çok da kötü yalan söyleyen beyaz adamlara güvenmezdi. Üstelik karşısındaki adam, eline tutuşturduğu zarfla yetinsin istiyordu.
“Bunu söyleyemem,” dedi Stewart.
“Her zaman beni birileri görmek ister,” dedi Victor. “Burada önemli olan acaba ben onları görmek istiyor muyum?”
“Her şey zarfın içinde yazılı,” diye yineledi Stewart.
Victor elini uzatarak kalın ve kahverengi zarfı aldı. Zarfın içinde bir tomar para olduğunu anlamıştı. Bu hem iyi hem de kötüydü. Paraya ihtiyacı vardı. Ama bu paranın neden verildiğini bilmiyordu ve bu da onu tedirgin ediyordu. Hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmediği bir işe karışmaya hiç niyeti yoktu.
Stewart ıslak bir mendille yüzünü ve kel kafasını sildi. “Zarfın içinde bir harita var,” dedi. “Buluşma yeri haritada işaretli. Soweto’ya yakın. Biliyorsun, değil mi?”
“Her şey değişiyor,” dedi Victor. “Sekiz yıl önce Soweto’nun neye benzediğini biliyordum ama bugün ne hâlde olduğuna dair hiçbir fikrim yok.”
“Soweto’nun içinde değil,” dedi Stewart. “Buluşma noktası Johannesburg otoyoluna bağlı çevre yolunda. Orada değişen bir şey yok. Eğer oraya zamanında varmak istiyorsan yarın sabah erkenden yola koyulmalısın.”
“Beni kim görmek istiyor?” diye üsteledi Victor bir kez daha.
“Adını vermek istemiyor,” dedi Stewart. “Yarın onunla tanışacaksın.”
Victor yavaşça başını sallayıp zarfı geri uzattı.
“Adını öğrenmek istiyorum,” diye yineledi. “Eğer adını öğrenmezsem buluşma noktasında zamanında olmayacağım. Hatta oraya hiç gitmeyeceğim.”
Adam duraksadı. Victor sessizce bakışlarını adamın gözlerine dikti. Uzun bir duraksamadan sonra Stewart, Victor’un az önce söylediklerini yeni algılamışçasına başını salladı. Etrafına bakındı. Çocuklar gitmişlerdi. Victor’un en yakın komşusu yaklaşık elli metre ötedeki bir başka barakadaydı. Barakanın kapısı önünde bir kadın çamaşır asıyordu. Bir iki tane keçi, kırmızı kuru toprağın üstünde yiyecek bir şeyler aranıyordu.
“Jan Kleyn,” dedi alçak sesle. “Jan Kleyn seni görmek istiyor. Bunu sana ben söylemedim, tamam mı? Zamanında buluşma yerinde ol.”
Sonra da dönerek arabasına yürüdü. Victor toz bulutunun arasında uzaklaşan arabanın arkasından baktı. Stewart arabayı çok hızlı kullanıyordu. Siyahilerin bulunduğu yere giren beyaz adamların kendilerini güvensiz hissetmelerinin tipik tepkisi bu, diye geçirdi içinden Victor. Stewart için bu, düşman saflarına girmekle eşdeğerdeydi. Ve aslında haksız da sayılmazdı… Victor kendi düşüncesine gülümsedi. Beyaz adamlar korkak adamlardı. Sonra da Stewart gibi bir ulak kullanan Jan Kleyn’in nasıl biri olduğunu merak etti. Belki de bu Stewart’ın yalanlarından biriydi. Onu buraya gönderen Jan Kleyn değildi. Başka biriydi.
Oyun oynayan çocuklar geri dönmüşlerdi. Victor kulübesine gitti, gaz lambasını yakarak, yatağına oturdu ve yavaşça zarfı açtı. Zarfı alışkanlıktan altından açmıştı. Bombalı zarf gönderenler patlayıcı maddeyi her zaman zarfın üst tarafına yerleştirirlerdi. Postadan bombalı mektup alacaklarını düşünen çok az insan mektupları normal şekilde açardı.
Zarfın içinde siyah mürekkeple çizilmiş bir harita vardı. Buluşma yeri kırmızı kalemle işaretlenmişti. Gözünün önünde canlandırabiliyordu. Hata yapmak olanaksızdı. Haritanın yanı sıra zarfın içinde beş bin rand[3 - Ç.N. Güney Afrika para birimi.] vardı. Victor parayı saymadan beş bin olduğunu biliyordu.
Hepsi bu kadardı. Jan Kleyn’in neden kendisini görmek istediğine ilişkin bir mesaj yoktu zarfın içinde.
Victor zarfı kirli zemine fırlatarak yatağına uzandı. Battaniye küf kokuyordu. Gözünün çevresinde bir sivrisinek vızıldayarak uçtu. Başını çevirerek gaz lambasına baktı.
Jan Kleyn, diye geçirdi içinden. Jan Kleyn beni görmek istiyor. Aradan iki yıl geçti. Ve bir daha bana işinin düşmeyeceğini söylemişti. Oysa şimdi beni görmek istiyor. Neden?
Yatağında doğrularak kolundaki saate baktı. Eğer ertesi gün Soweto’ya gidecekse bu akşamüstü Umtata’dan otobüse binmeliydi. Stewart yanılmıştı. Ertesi sabaha kadar bekleyemezdi. Buradan Johannesburg yaklaşık dokuz yüz kilometre ötedeydi.
Karar vermesini gerektiren bir şey yoktu. Parayı kabul ederek zaten kararını vermişti. Artık gitmek zorundaydı. Jan Klyen’e beş bin papel borçlanmaya niyeti yoktu. Bu, kendi ölüm fermanını imzalamak anlamına gelirdi. Hiç kimsenin Jan Kleyn’i üçkâğıda getiremeyeceğini bilir ve onu çok iyi tanırdı.
Yatağın altından bir çanta aldı. Evinden ne kadar uzak kalacağını ya da Jan Kleyn’in kendisinden ne istediğini bilmediğinden birkaç gömlek, iç çamaşırı ve bir çift ayakkabıyı çantanın içine attı. Eğer iş düşündüğünden daha uzun sürecek olursa o zaman ihtiyacı olan eşyaları satın almak zorunda kalacaktı. Sonra da dikkatle yatağın kasasını araladı. Plastik torbanın içindeki iki bıçağı aldı. Bıçakları gömleğinin ucuyla sildikten sonra gömleğini çıkardı. Tavana asılı özel kemerini alıp beline bağladı, aynı deliği kullandığını fark edince kilo almadığına sevindi. Parası tükeninceye değin akşamları bol bol bira içmesine karşın kilo almamıştı. Yakında otuz bir yaşına basacaktı ama yine de formdaydı.
Bıçakların uçlarını kontrol ettikten sonra kınlarına koydu. Karşısındakinin kanını akıtmak için bıçağı hafifçe saplaması yetecekti. Sonra da yatak kasasının bir başka bölümünü çıkararak tabancasını aldı, bunu da hindistancevizi yağıyla yağlamış ve plastik bir torbanın içine koymuştu. Yatağın kenarına oturarak tabancayı temizlemeye koyuldu. Bu 9mm’lik Parabellum’du. Silahı Ravenmore’daki ruhsatsız tabanca satan birinden aldığı özel mermiyle doldurdu. Bir gömleğe ekstra iki şarjör sarıp çantasına koydu. Koltuk altı kılıfının kayışını ayarladı, silahını kılıfa soktu. Jan Kleyn’le buluşmaya hazırdı artık.
Kısa süre sonra da kulübeden çıktı. Paslı kilidi kilitledi ve birkaç kilometre ötedeki Umtata yolundaki otobüs durağına doğru yürümeye başladı.
Soweto’nun tepelerinde batan kıpkırmızı güneşe bakarken sekiz yıl öncesini hatırladı. Yerel bir iş adamı rakibini öldürmesi için Victor’a beş yüz rand vermişti. Her zamanki gibi tüm önlemleri almış ve ayrıntılı bir plan yapmıştı. Ne var ki her şey ters gitmişti. Tam o sırada bir polis arabası geçmişti. Victor da elinden geldiğince olay yerinden hızla uzaklaşmış ve Soweto’ya bir daha asla geri dönmemişti.
Afrika alaca karanlığı kısa sürerdi. Birden gece olmuş, her yer kararmıştı. Cape Town ile Elizabeth Limanı yönlerinden gelen trafiğin uğultusu duyuluyordu. Uzaklardan bir polis arabasının sireni duyuldu. Birden Jan Kleyn’in kendisiyle yeniden bağlantı kurmasının çok özel bir nedeni olması gerektiği geldi aklına. Bin randa adam öldürecek birçok kiralık katil vardı. Ama Jan Kleyn ona önceden beş bin rand vermişti, bu da yalnızca onun Güney Afrika’nın en iyi ve soğukkanlı katili olmasından kaynaklanıyordu.
Otoyoldan hızla çıkan arabanın sesiyle irkildi. Kısa süre sonra kendisine yaklaşan farları görecekti. Gölgelerin arasında yavaşça ilerledi ve tabancasını sıkıca kavradı.
Araba yolun kenarında durdu. Farlar çalılarla araba enkazını aydınlatıyordu. Victor Mabasha gölgelerin arasında bir süre bekledi. Sabırsız ve endişeliydi.
Arabadan bir adam indi. Victor onun Jan Kleyn olmadığını fark etti. Aslında onu görmeyi beklemiyordu zaten. Jan Kleyn konuşmak istediği kişileri yanına aldırtmak için daima başkalarını kullanırdı. Victor arabanın yanından yavaşça ortaya çıkarak adamın arkasına doğru yaklaştı. Araba tahmin ettiği yerde durmuştu.
Adamın hemen arkasında durdu ve tabancanın namlusunu adamın şakağına dayadı. Adam şaşkınlıkla irkildi.
“Jan Kleyn nerede?” diye sordu Victor Mabasha.
Adam başını yavaşça çevirdi. “Seni ona ben götüreceğim,” diye karşılık verdi. Victor Mabasha adamın korktuğunu fark etmişti.
“Nerede?” diye yineledi sorusunu bir kez daha.
“Pretoria yakınlarındaki bir çiftlikte. Hammanskraal’da.”
Victor bunun bir tuzak olmadığını hemen anlamıştı. Daha önce de Hammanskraal’da Jan Kleyn’le iş yapmıştı. Tabancasını yerine koydu.
“O zaman oraya gidelim,” dedi. “Hammanskraal buradan yüz kilometre ötede.”
Victor arabada arka koltuğa oturdu. Direksiyondaki adam sessizdi. Kentin kuzeyindeki otoyolda ilerlerken Johannesburg’un ışıkları göründü. Johannesburg’a ne zaman gelse içindeki nefret duygusunun arttığını hissederdi. Johannesburg onu yakalamak için peşinden koşan vahşi bir hayvan gibiydi. Bu kentle ilgili anılarını unutmaya çalışıyor ama bir türlü başaramıyordu.
Victor Mabasha, Johannesburg’da doğmuştu. Babası madenciydi ve eve çok ender gelirdi. Uzunca bir süre Kimberley’deki elmas madeninde çalışmış, daha sonra da Johannesburg’un kuzeydoğusundaki Verwoerdburg’daki madenlerde çalışmıştı. Kırk iki yaşında ciğerleri iflas etmişti. Victor Mabasha babasının son yıllarında nefes almaya çalışırken çıkardığı o korkunç sesleri ve bakışlarındaki korku dolu ifadeyi hâlâ hatırlıyordu. O yıllar boyunca annesi dokuz çocuğun sorumluluğunu üstlenip evi geçindirmeye çalışmıştı. Gecekonduda yaşıyorlardı ve Victor’un çocukluğu sürekli olarak aşağılanıp hor görülmeyle geçmişti. Küçük yaşlarda içinde bulundukları yoksulluğa başkaldırmış ama onun bu isyanı hedefini bulamamıştı. Bir çeteye katılmış, tutuklanmış ve beyaz polisler kendisini yakalayarak içeri atmışlardı. Burada yediği dayaklar ve aşağılanmalar, içindeki yoğun acıyı daha da artırmıştı. Hapisten çıkınca sokaklara ve suç dünyasına geri dönmüştü. Yaşıtlarının tersine hor görülmekten kurtulabilmek için kendi yöntemlerine başvurmuştu. Yeni yeni oluşan siyahilerin hareketine katılacağına tam tersini yapmıştı. Beyazların baskısı yüzünden yaşamının mahvolmasına karşın bundan kendini kurtarmanın tek yolunun beyazlarla iyi geçinmek olduğuna karar vermişti. Beyazların kendisini korumaları karşılığında onlar adına hırsızlıklar yaparak işe başlamıştı. Sonra bir gün, yirmisine bastıktan kısa bir süre sonra beyaz bir dükkân sahibine hakaret eden siyahi bir politikacıyı öldürmesi için kendisine bin iki yüz rand teklif edildi. Victor bir an için bile duraksamamıştı. Bu, onun beyazların tarafına geçtiğinin son kanıtıydı. Onlara belli etmeden onları sürekli olarak hor gördüğünü düşünerek beyazlardan intikam aldığını varsayıyordu. Beyazlar onun hakkında, Güney Afrika’da zencilerin nasıl davranması gerektiğini bilen biri diye düşünüyorlardı. Ama Victor yüreğinin derinliklerinde beyazlardan nefret ediyordu.
Zaman zaman gazetelerde arkadaşlarından birinin idam haberini ya da ömür boyu hapse mahkûm olduğunu okuyordu. Arkadaşlarının başlarına gelenlere üzülüyordu ama hayatta kalabilmek için doğru yolu seçtiğine ilişkin bir an için bile kuşkuya kapılmıyor ve belki de bu yolun sonunda gecekondu mahallelerinin dışında bir yaşam kurabileceğini düşlüyordu.
Yirmi iki yaşındayken Jan Kleyn’le tanıştı. Aynı yaşta olmalarına karşın Jan Kleyn ona hep tepeden baktı ve onu sürekli hor gördü.
Jan Kleyn bir fanatikti. Victor Mabasha onun siyahilerden nefret ettiğini, siyahilerin beyazlar tarafından kontrol altında tutulan hayvanlar olduğunu düşündüğünü biliyordu. Kleyn küçük yaşlarda faşist Afrika Direniş Hareketi’ne katılmış ve birkaç yıl içersinde de liderlik konumuna yükselmişti. Ama siyaset adamı değildi ve Güney Afrika Milli İstihbarat Teşkilatı’nda çalışıyordu. En önemli özelliği acımasızlığıydı. Ona göre bir siyahiyi öldürmekle bir fareyi öldürmenin arasında hiçbir fark yoktu.
Victor Mabasha, Jan Kleyn’den hem nefret eder hem de ona tapardı. Kleyn’in Güney Afrikalı beyazların seçilmiş kişiler olduklarına ilişkin ödün vermez inancı ve acımasız davranışları Victor ’u çok etkiliyordu. Jan Kleyn düşünceleri ve duygularını her zaman kontrol altına alabilen ender insanlardan biriydi. Victor Mabasha, Jan Kleyn’in zayıf bir yanını bulup çıkarmaya çok çalışmıştı ama öyle bir şey söz konusu bile değildi.
Jan Kleyn için iki kez cinayet işlemişti. Bu iki görevi de başarıyla yerine getirmişti. Jan Kleyn ondan çok memnundu. O günden beri sürekli olarak karşılaşmalarına karşın Jan Kleyn, Victor Mabasha’nın elini hiç sıkmamıştı.
Johannesburg’un ışıkları artık arkada kalmıştı. Pretoria otoyolunda trafik yoğun değildi. Victor Mabasha arkasına yaslanarak gözlerini kapadı. Bir daha görüşmeme kararı alan Jan Kleyn’in neden fikir değiştirdiğini az sonra öğrenecekti. İstememesine karşın yine de heyecanlandığını hissetti. Çok önemli bir şey olmadıkça Jan Kleyn onu yanına çağırtmazdı.
Tepedeki ev, Hammanskraal’ın yaklaşık on kilometre dışındaydı. Tel örgülerle çevriliydi. Alman çoban köpekleri eve yabancıların yaklaşmasına izin vermiyordu.
O akşamüstü iki adam avcılıkla ilgili kupalarla dolu bir odada oturmuş Victor Mabasha’nın gelmesini bekliyordu. Perdeleri çekilmiş ve hizmetkârlar evlerine gönderilmişti. Yeşil örtülü masanın iki başında oturuyorlardı. Viski içiyor ve alınmış tüm önlemlere karşın sanki birilerinin kendilerini duymasından korkarcasına alçak sesle konuşuyorlardı.
Adamlardan biri Jan Kleyn’di. Çok ciddi bir hastalıktan yeni kalkmışçasına zayıftı. Yüzü sivri ve köşeliydi. Gri gözleri, ince sarı saçları vardı. Koyu renk bir takım elbise, beyaz gömlek giymiş ve bir kravat takmıştı. Sesi boğuk çıkıyordu.
Diğer adamsa onun tam tersiydi. Franz Malan uzun boylu ve şişmandı. Göbeği kemerinden fırlamıştı, yüzü kırmızı, lekeliydi ve sürekli olarak terliyordu. Görünüşe göre, 1992 Nisan gecesi, Victor Mabasha’nın gelmesini uyumsuz bir çift bekliyordu.
Jan Kleyn saatine baktı.
“Yarım saat sonra burada olur,” dedi.
“Umarım haklısındır,” diye karşılık verdi Franz Malan.
Jan Kleyn biri sanki tabancasını ona doğrultmuş gibi aniden döndü. “Hiç yanıldım mı?” diye sordu. Hâlâ alçak sesle konuşuyordu ama sesindeki tehdit edici ton son derece belirgindi.
Franz Malan düşünceli bir ifadeyle baktı.
“Hayır,” dedi. “Henüz değil.”
“Yanlış şeyler düşünüyorsun,” diye âdeta tısladı Jan Kleyn. “Gereksiz yere endişelenerek zamanını boşa harcıyorsun. Her şey planlandığı gibi gerçekleşecek.”
“Umarım,” diye karşılık verdi Franz Malan. “Eğer ters bir şey olursa patronlarım başıma bir fiyat biçerler.”
Jan Kleyn gülümsedi. “Ben intihar ederdim,” dedi. “Ama ölmeye hiç niyetim yok. Zamanı gelince çekileceğim ama şimdi değil.”
Jan Kleyn mesleğinden hoşnuttu. Güney Afrika’daki ırkçı politikalara bir son vermek isteyen herkesten nefret ettiğini bilmeyen yoktu. Birçok kişi onu Güney Afrika Direniş Hareketi’nin en çılgın üyesi olarak görüyordu. Ama onu iyi tanıyanlar nasıl iyi bir hesap adamı, asla aceleyle karar vermeyen soğukkanlı biri olduğunu çok iyi bilirlerdi. Kendisini “siyasi bir cerrah” olarak görür ve görevinin Güney Afrika’nın sağlıklı bedenini tehdit eden tümörleri ameliyatla almak olduğunu ileri sürerdi. Çok az kişi onun istihbaratın en etkili elemanlarından biri olduğunu bilirdi.
Franz Malan ise on yıldan fazla Güney Afrika ordusunun istihbarat bölümünde çalışmıştı. Daha önce bu alanda görev yapan bir subay olarak Güney Rodezya ve Mozambik’te gizli operasyonlar gerçekleştirmişti. Kırk dört yaşında geçirdiği bir kalp krizinden sonra ordudaki görevinden ayrılmıştı. Ama görüşleri ve yetenekleri sayesinde güvenlik hizmetinde hemen işe başlamıştı. Yaptığı işler, arabalara bomba koymak ya da Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) toplantılarına terör saldırıları düzenlemek gibi farklı farklıydı. O da Güney Afrika Direniş Hareketi’nin bir üyesiydi. Ama Jan Kleyn’in tersine onun üstlendiği rol sahne arkasındaydı. Victor Mabasha’nın gelmesiyle birlikte o akşam gerçekleştirilecek planın üzerinde Jan Kleyn’le birlikte çalışmıştı. Günler ve geceler boyunca ne yapmaları gerektiği konusunda tartışmışlar, sonunda da bir karara varmışlardı. Planlarını, Komite olarak bilinen ve hakkında bundan başka hiçbir şey bilinmeyen gizli örgüte sunmuşlardı.
Onlara bu son görevlerini veren de Komite’ydi.
Her şey Robben Adası’nda otuz yıldan beri tutuklu bulunan Nelson Mandela’nın serbest bırakılmasıyla başlamıştı. Jan Kleyn, Franz Malan ve diğer tüm sağcı Güney Afrikalıların düşündüğü gibi bu bir savaş ilanıydı. Başkan de Klerk kendi halkına, Güney Afrikalı beyazlara ihanet etmişti. Çok ciddi önlemler alınmazsa ırkçı sistem iflas edecekti. Aralarında Jan Kleyn ve Franz Malan’ın da bulunduğu birçok kişi serbest seçimlerin siyahi çoğunluğu iktidara taşımasının kaçınılmaz olduğunu görüyordu. Bu da Güney Afrika’yı yöneten seçilmiş insanların hakkına bir tecavüzdü. Ne yapılması gerektiğine karar verinceye kadar birçok olasılığı gözden geçirmişlerdi.
Karar dört ay önce verilmişti. Güney Afrika ordusuna ait olan, gizlilik gerektiren toplantı ve konferanslar için kullanılan bu evde toplanmışlardı yine. Yasal olarak ne istihbarat teşkilatının ne de ordunun gizli örgütlerle bir ilişkisi vardı. Görünüşte mevcut hükümete ve Güney Afrika anayasasına yürekten bağlıydılar. Ama gerçek bundan tamamıyla farklıydı. Broederbond[4 - E.N. Güney Afrika’da kendini Afrika çıkarlarına adamış, gizli, Kalvinist bir erkek organizasyonu.] en iyi günlerini yaşarken, Jan Kleyn ve Franz Malan’ın Güney Afrika toplumu içersinde yoğun ilişkileri söz konusuydu. Operasyonu Komite adına planlamışlardı ve Güney Afrika ordusu, ANC’nin muhalifi Inkatha hareketi ve iş adamlarıyla bankacıların da aralarında bulunduğu bir hareketi başlatmaya hazırlanıyorlardı.
Şimdi de olduğu gibi yeşil örtülü masanın başında oturmuşlardı. Jan Kleyn birdenbire, “Günümüzde Güney Afrika’daki tek önemli insan kim?” diye sordu.
Franz Malan’ın, Jan Kleyn’in kimden söz ettiğini anlaması uzun sürmedi.
“Kafanı zorla biraz,” diye sürdürdü konuşmasını Jan Kleyn. “Öldüğünü varsay onun. Eceliyle değil ama. Bu onun halkın gözünde kahraman olması anlamına gelir. Öldürüldüğünü düşün.”
“Düşünebileceğimizden de çok daha büyük bir isyan çıkar siyahi köylerinde. Grevler olur. Gerçek bir kaosla karşı karşıya kalırız. Dünya bizi daha da dışlar.”
“Şimdi bir de şöyle düşün. Diyelim ki bir siyahi tarafından öldürüldüğü ortaya çıktı.”
“Bu, karmaşayı daha da artırır. Inkatha ve ANC birbirine girer. Baltalar, palalar ve mızraklarla birbirlerini öldürürken bizler de oturup olanları izleriz.”
“Tamam ama bir aşama sonrasını da düşünmelisin. Yani katilin ANC üyesi olduğunu.”
“Bu hareket o zaman bir kaosun içinde yok olur. Birbirlerini boğazlamaya başlarlar.”
Jan Kleyn neşeyle başını salladı. “Doğru. Sonra ne olacak dersin?”
Franz Malan yanıt vermeden önce bir an düşündü. “Sonunda siyahilerin beyaz düşmanı olması kaçınılmaz. Ve siyahilerin politik hareketi bu noktada anarşi ve karmaşayı da beraberinde getireceğinden ordu ile polisi harekete geçirmek zorunda kalacağız. Sonuçta da bir iç savaş çıkacak. Biraz dikkat eder ve planımızı bu doğrultuda yaparsak, önemli her siyahiyi ortadan kaldırabiliriz. Dünya ister beğensin ister beğenmesin ama sonunda savaşı başlatanın siyahiler olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır.”
Jan Kleyn başını onaylarcasına salladı.
Franz Malan karşısında oturan adama ümitle baktı. “Ciddi misin?” diye sordu yavaşça.
Jan Kleyn ona şaşkınlıkla baktı.
“Ciddi mi?”
“Onu gerçekten öldürme konusunda?”
“Elbette ciddiyim. Adamın gelecek yazdan önce ortadan kaldırılması gerek. Bunu Springbok yani Keseli Ceylan Operasyonu olarak adlandırmayı düşünüyorum.”
“Neden?”
“Her şeyin bir adı var. Hiç ceylan vurdun mu? Eğer doğru yerden vurursan hayvan ölmeden önce havaya sıçrar. Ben de en büyük düşmanımızın havaya sıçramasını istiyorum.”
Şafak sökünceye değin oturmuşlardı. Franz Malan, Jan Kleyn’in bu çok titiz ve dikkatli planına hayran olmuştu. Bu plan sayesinde gereksiz tehlikelerle karşı karşıya kalmayacaklardı. Uyuşan ayaklarını açmak için verandada volta atarlarken Franz Malan son endişesinden söz etti.
“Planın harika,” dedi. “Ancak beni endişelendiren bir mesele var. Victor Mabasha’nın bizi yarı yolda bırakmayacağına güvenmen. Ama onun Zulu kabilesinden geldiğini unutuyorsun. Onlar bana bazı konularda Boer’leri hatırlatır. Kendilerine ve taptıkları atalarına sadıktırlar. Bu da bir siyahiye gerektiğinden fazla güveniyorsun anlamını taşır. Sadakat duygularının bizlerinki gibi olmadığını sen benden daha iyi bilirsin. Ama yine de senin haklı olduğunu varsayalım. Bir süre sonra çok zengin biri olacak. Hem de düşündüğünden çok daha zengin. Ama yine de bu plan, bizim siyahi bir adama bel bağladığımız anlamını taşıyor.”
“Bu konuda ne düşündüğümü hemen söyleyeyim,” dedi Jan Kleyn. “Ben hiç kimseye güvenmem. Ya da en azından tam olarak güvenmem. Sana güveniyorum. Ama herkesin şöyle ya da böyle zayıf bir noktası olduğunu biliyorum. Bu güven sorununu aşırı dikkatli hareket ederek kapatıyorum. Bu doğal olarak Victor Mabasha için de geçerli.”
“Sen yalnızca kendine güveniyorsun,” dedi Franz Malan.
“Evet,” diye onayladı Jan Kleyn. “Zayıf noktamı kesinlikle bulamazsın. Victor Mabasha elbette sürekli olarak gözlem altında tutulacak. Bunu ona da söyleyeceğim. Cinayet konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından biri tarafından özel olarak eğitilecek. Eğer bizi yarı yolda bırakırsa, dünyaya geldiğine pişman olacak denli yavaş ve acı dolu bir ölümün kendisini beklediğini öğrenecek. Victor Mabasha işkencenin ne anlama geldiğini çok iyi bilir. Doğduğuna bin pişman olur.”
Birkaç saat sonra her biri kendi arabasına binerek oradan ayrılmıştı.
Dört ay sonra sessiz kalma yemini eden bir grup suikastçı planlarına son noktayı koymuşlardı. Planları artık gerçekleşmek üzereydi.
Araba tepedeki evin önünde durduğunda Franz Malan köpekleri saldı. Alman çoban köpeklerinden çok korkan Victor Mabasha, köpeklerin kendisine saldırmayacağından emin oluncaya değin arabadan inmedi. Jan Kleyn konuğunu verandada bekliyordu. Victor Mabasha onun elini sıkmak için can atıyordu ama Jan Kleyn kendisine uzatılan eli görmezden gelerek yolculuğunun nasıl geçtiğini sordu.
“Tüm gece boyunca insan otobüste oturunca aklına birçok soru takılıyor,” diye karşılık verdi Victor Mabasha.
“Harika,” dedi Jan Kleyn. “Gerekli tüm yanıtları alacaksın.”
“Buna kim karar veriyor?” diye sordu Mabasha. “Benim neye ihtiyacım olduğuna ya da neleri bilmemem gerektiğine kim karar veriyor?”
Jan Kleyn yanıt vermeden Franz Malan yanlarına yaklaştı. O da elini uzatmadı.
“İçeri girelim,” dedi Jan Kleyn. “Konuşacak çok şeyimiz var ama fazla zamanımız yok.”
“Benim adım Franz,” dedi Franz Malan. “Ellerini başının üstüne koy.”
Victor karşı çıkmadı. Konuşmalar başlamadan önce silahların bırakılması yazılı olmayan kurallardan biriydi. Franz Malan tabancasını aldı, sonra da bıçakları inceledi.
“Afrikalı silah imalatçıları tarafından yapıldı,” dedi Victor Mabasha. “Yakın dövüş ve atışlarda harika iş çıkarır.”
İçeri girdiler ve yeşil örtülü masanın başına geçip oturdular. Şoför kahve yapmak için mutfağa gitmişti.
Victor Mabasha sessizce bekledi. Karşısındaki bu iki adamın ne denli gergin olduğunu anlamamaları için dua etti içinden.
“Bir milyon rand,” dedi Jan Kleyn. “Konuya bu noktadan başlayalım. Bizim için gerçekleştirmeni istediğimiz bu görev için, görev süresince sana ne kadar para vereceğimizi aklından hiç çıkarmamanı istiyorum.”
“Bir milyon hem çok hem de az bir miktar olabilir,” dedi Victor Mabasha. “Bu, koşullara bağlı bir şey. Ve ‘biz’ler de kim?”
“Sorularını sonra sorarsın,” dedi Jan Kleyn. “Beni tanıyorsun, bana güvenebileceğini biliyorsun. Karşında oturan Franz’ı da benim üçüncü kolum olarak değerlendirebilirsin. Bana güvendiğin gibi ona da güvenmelisin.”
Victor Mabasha başını evet dercesine salladı. Anlıyordu. Oyun başlamıştı. Herkes birbirine ne denli güvenilir olduğunu söylüyordu. Aslında kimsenin kimseye güvendiği yoktu.
“Bizim için bir şey yapmanı istiyoruz,” dedi bir kez daha Jan Kleyn, sanki bir bardak su getirmesini söylercesine sıradan bir tavırla. “Bu işte ‘biz’lerin kim olduğu seni hiç ilgilendirmez.”
“Bir milyon rand,” dedi Victor Mabasha. “Bunun çok büyük bir para olduğunu varsayalım. Birini öldürmemi istediğinizi düşünüyorum. Böylesi bir iş için bir milyon çok fazla. Şimdi bunun çok az olduğunu varsayalım, kim öldürülecek?”
“Bir milyon nasıl az olabilir?” diye sordu Franz Malan şaşkınlıkla.
Jan Kleyn küçümser bir tavırla baktı. “Yoğun ama kısa sürecek bir görev için çok iyi bir para olduğunu söyleyebilirim,” dedi.
“Birini öldürmemi istiyorsunuz,” dedi Victor Mabasha bir kez daha.
Jan Kleyn yanıt vermeden önce ona uzun uzun baktı. Victor Mabasha birden odada soğuk bir rüzgâr esmişcesine ürperdiğini hissetti.
“Evet,” dedi Jan Kleyn yavaşça. “Birini öldürmeni istiyoruz.”
“Kimi?”
“Zamanı geldiğinde öğreneceksin,” dedi Jan Kleyn.
Victor Mabasha birden tedirgin oldu. Bilginin bu en önemli bölümünün kendisine verilmesi gerekiyordu. Tabancasını kime doğrultacaktı?
“Bu çok özel ve önemli bir görev,” diye sürdürdü konuşmasını Jan Kleyn. “Bu görev gereği yolculuk etmen gerekecek, hazırlıklar ve planlamalar belki bir ay sürecek, son derece dikkatli davranman gerek. Ortadan kaldırmak istediğimiz bir adam var. Çok önemli biri.”
“Güney Afrikalı mı?” diye sordu Victor Mabasha.
Jan Kleyn karşılık vermeden bir an duraksadı. “Evet,” dedi. “Güney Afrikalı.”
Victor Mabasha söz konusu adamın kim olabileceğini düşündü bir an. Ama bu konuda bilmediği o kadar çok şey vardı ki. Ve masanın diğer ucunda sesini çıkarmadan oturan bu şişman ve sürekli terleyen adam da kimin nesiydi? Victor Mabasha onu bir yerlerden tanıyor gibiydi. Acaba daha önce karşılaşmışlar mıydı? Eğer öyleyse nerede ve nasıl? Adamın resmini gazetede mi görmüştü? Belleğini zorladı ama hatırlayamadı.
Şoför yeşil örtülü masanın üstüne fincanlarla kahve demliğini koydu. Odadan çıkıp kapıyı arkasından kapatıncaya değin kimse konuşmadı.
“On gün içersinde Güney Afrika’dan ayrılmanı istiyoruz,” dedi Jan Kleyn. “Doğruca Ntibane’ye gideceksin. Herkese Gaborone’de hırdavat dükkânı olan amcanın yanında çalışmak üzere Botsvana’ya gideceğini söyle. Üzerinde Botsvana pulu olan ve sana iş teklifinde bulunan bir mektup alacaksın. Bu mektubu mümkün olduğunca çok kişiye göster. Bir hafta içinde, yani 15 Nisan’da Johannesburg otobüsüne bineceksin. Otobüs garajında karşılanacaksın ve o geceyi son talimatları almak üzere benimle buluşacağın bir evde geçireceksin. Ertesi gün Avrupa’ya uçacak ve sonra da St. Petersburg’a gideceksin. Pasaportunda yeni bir adın olacak ve kayıtlarda Zimbabveli olduğun belirtilecek. Adını kendin seçebilirsin. St. Petersburg’a gittiğinde havaalanında seni karşılayacaklar. Trenle Finlandiya’ya, oradan da gemiyle İsveç’e gideceksin. İsveç’te birkaç hafta kalacaksın. Sana önemli talimatlar verecek kişiyle orada buluşacaksın. Daha sonra da henüz belirlenmeyen bir günde Güney Afrika’ya geri döneceksin. Buraya döndüğünde de işin son bölümünü ben üstleneceğim. Her şey en geç haziran sonunda bitmiş olacak. Paranı istediğin ülkeden, istediğin kentten alabileceksin. Sana verdiğimiz bu küçük görevi kabul eder etmez avans olarak 100.000 rand alacaksın.”
Jan Kleyn dikkatle ona baktı. Victor Mabasha doğru duyup duymadığından emin değildi. St. Petersburg? Finlandiya? İsveç? Avrupa haritasını gözünün önünde canlandırmaya çalıştı ama başaramadı.
“Bir şey sormak istiyorum,” dedi kısa bir süre sonra. “Tüm bunlar ne anlama geliyor?”
“Bunlar bizlerin çok dikkatli ve titiz olduğunu gösteriyor,” dedi Jan Kleyn. “Bu, senin kendi güvenliğinin bir garantisi niteliğinde olduğundan bu önlemlerden hoşnut olmalısın.”
“Ben kendi başımın çaresine bakarım,” dedi Victor Mabasha. “Şimdi en başından başlayalım. St. Petersburg’da beni kim karşılayacak?”
“Senin de bildiğin gibi son birkaç yıldan bu yana Sovyetler Birliği’nde çok önemli değişiklikler oldu,” dedi Jan Kleyn. “Bizleri mutlu kılan değişiklikler. Ama öte yandan, bu, birçok etkili kişinin işsiz olduğu anlamına da geliyor. KGB’deki subaylar da bu işsiz kişilerin arasında. Becerileri ve deneyimleriyle ilgilenmemiz için bu kişiler hakkında bizlere sürekli bilgi gelir. Birçoğunun ülkemizde oturma izni alabilmek için yapabileceklerinin inan bana sınırı yok.”
“Ben KGB’yle çalışmam,” dedi Victor Mabasha. “Ben aslında kimseye bağlı çalışmam. Yapmam gerekeni yaparım ve bunu da tek başıma gerçekleştiririm.”
“Evet, haklısın,” dedi Jan Kleyn. “Tek başına çalışacaksın. Ama seni St. Petersburg’da karşılayacak olan dostlarımızdan çok yararlı bilgiler alacaksın. Onlar iyi insanlardır.”
“Neden İsveç peki?”
Jan Kleyn kahvesinden bir yudum aldı. “Sorulması gereken iyi bir soru,” diye başladı söze. “Öncelikle bu bir şaşırtma hareketi. Bu ülkede olanlardan kimsenin haberi olmamasına karşın yine de bir iki şaşırtma hareketi yapmanın yararı var. İsveç tarafsız, önemsiz, küçük bir ülke ve her zaman da bizim sosyal sistemimize saldırdı durdu. Kuzuya kurdun destek çıkacağı nedense kimsenin aklına gelmez. Ayrıca St. Petersburg’daki dostlarımızın İsveç’te çok iyi ve sağlam bağlantıları var. Sınırdaki denetimler çok gevşek olduğundan ülkeye girmek son derece kolay. Birçok Rus dostumuz sahte isim ve evrakla İsveç’e yerleşti bile. İsveç’te bize ev sağlayacak güvenilir dostlarımız da var. Ama belki de hepsinden önemlisi Güney Afrika’dan daha iyi saklanılabilecek bir yer olması. Benim gibi bir adamın ne yaptığını merak eden çok olur.”
Victor Mabasha başını salladı. “Kimi öldüreceğimi bilmek zorundayım,” dedi.
“Zamanı geldiğinde,” diye karşılık verdi Jan Kleyn. “Daha önce olmaz. Yaklaşık sekiz yıl önce aramızda geçen bir konuşmayı sana hatırlatmak istiyorum şimdi. O zaman bana, insanın elinde iyi bir plan varsa herkesi öldürebilir demiştin. Kimsenin kaçamayacağını söylemiştin. Şimdi yanıtını bekliyorum.”
İşte tam o sırada Victor Mabasha kimi öldüreceğini anladı. Bu düşünce ürpermesine neden oldu. Ama parçalar birbirine uyuyordu. Jan Kleyn’in siyahilere karşı akıl almaz nefreti, Güney Afrika’da gittikçe artan liberalleşme. Söz konusu kişi çok önemli biri. Başkan de Klerk’i öldürmek istiyorlardı!
İlk tepkisi hayır demek doğrultusundaydı. Bu, gereğinden fazla büyük bir riskti. Başkanın çevresinden bir an için bile ayrılmayan korumaları nasıl delip geçebilecekti? Hadi geçti diyelim, işi bitirdikten sonra nasıl kaçacaktı? Başkan de Klerk, işi bitirdikten sonra intihar etmeye gönüllü olan bir katilin tabancasından çıkacak kurşunun hedefi olabilirdi ancak.
Aynı zamanda sekiz yıl önce Jan Kleyn’e söylediklerine hâlâ inandığını da inkâr edilemezdi. Becerikli bir katilden hiç kimse kurtulamazdı. Ve bir milyon rand. İnsanı delirtecek kadar çok para. Bu teklifi geri çeviremezdi.
“Avans olarak üç yüz bin,” dedi. “Paranın en geç iki gün içinde bir Londra bankasına yatırılmasını istiyorum. Eğer çok tehlikeli bulursam planın son bölümüne katılmayı geri çevirme hakkını istiyorum. Bu durumda benden bir alternatif isteme hakkına sahipsiniz. Bu koşullar altında kabul ediyorum.”
Jan Kleyn gülümsedi. “Harika,” dedi. “Kabul edeceğini biliyordum.”
“Pasaportumun Ben Travis adına çıkarılmasını istiyorum.”
“Peki. Güzel bir ad. Hatırlanması kolay.”
Jan Kleyn’in sandalyesinin yanı başında yerde bir plastik dosya duruyordu. Uzanıp dosyayı aldı, içindeki Botsvana pullu mektubu alarak Victor Mabasha’ya uzattı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/henning-mankell/beyaz-aslan-69401662/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Ç.N. Walpurgis Gecesi: Bir Mayıs’tan önceki gece. Alman folklorunda büyücü kadınların toplandıkları gece.

2
E.N. Güney Afrika’ya yerleşmiş Hollanda asıllı beyazlar için kullanılır, Afrikaner de denilir.

3
Ç.N. Güney Afrika para birimi.

4
E.N. Güney Afrika’da kendini Afrika çıkarlarına adamış, gizli, Kalvinist bir erkek organizasyonu.
Beyaz Aslan Хеннинг Манкелль

Хеннинг Манкелль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "BİRİNCİ SINIF BİR POLİSİYE: KURT WALLANDER SERİSİ

  • Добавить отзыв