Güvenlik Duvarı

Güvenlik Duvarı
Henning Mankell
Kurt Wallander #8
"BİR KUZEY POLİSİYESİ: KURT WALLANDER SERİSİ

""Yaşamın da ölümün de zamanı var.""

İki genç kız, bir taksi şoförünü vahşice darp etmekten tutuklanır ve yaptıklarını hiç pişmanlık duymadan itiraf eder. Bu olaydan birkaç gün sonra, ATM'nin önünde bir adam elinde dekontla ölü bulunur. Bu sırada taksici ölür ve kızlardan biri kaçarak ortadan kaybolur. Aynı zamanda Skåne’nin büyük bir kısmını kapsayan şüpheli bir elektrik kesintisi yaşanır. Kurt Wallander ve ekibi yaşanan tüm bu olayların birbiriyle ilişkili olup olmadığını anlamaya çalışır.

“Henning Mankell’in Wallander’i, günümüzün en iyi dedektiflerinden biri olduğunu kanıtladı.”
The Times Literary Supplement

“Mankell’in romanlarını bu kadar dolu dolu yapan şeylerden biri de olayları farklı bakış açılarından görebiliyor oluşu. Yarattığı soğuk, izole, hayal kırıklıklarıyla dolu İsveç, Raymond Chandler’in uğursuz Los Angeles’ı ya da Charles Willeford’un sıcak Miami’si kadar ilgi çekici.”
The Wall Street Journal"

Henning Mankell
Güvenlik Duvarı

“Sağduyudan uzaklaşan
Kendini ölüler arasında bulur.”
    Özdeyişler 21:16


Birinci Kısım
KATALİZÖR

1
Akşama doğru rüzgâr yavaşladı, sonra tamamen durdu.
Adam balkonda duruyordu. Gündüzleri binaların arasından okyanusun küçük bir kısmını görebiliyordu. Şu an hava fazlasıyla karanlıktı. Bazen teleskobunu kurar, başka evlerdeki ışıkları yanan pencerelere bakardı. Ancak birisinin onu izlemeye başladığını hissettiği an bunu bırakırdı.
Yıldızlar çok net ve parlaktı.
Sonbahar geldi bile, diye düşündü. Hatta bu gece don bile olabilir, Skåne için biraz erken olmasına rağmen.
Yoldan bir araba geçti. Adam titreyip içeri girdi. Balkon kapısını kapatmak zordu, tamir edilmesi gerekiyordu. Mutfaktaki bir not defterine yazdığı “yapılacaklar” listesine bunu ekledi.
Oturma odasına yürüdü, kapının eşiğinde durup etrafa bakındı. Günlerden pazar olduğundan kusursuz derecede derli topluydu. Bu da ona hoş bir tatmin duygusu verdi.
Adam çalışma masasına oturdu, çekmecelerden birinde tuttuğu kalın günlüğünü çıkardı. Her zamanki gibi bir gece önce yazdıklarını okuyarak başladı.
4 Ekim 1997, Cumartesi. Şiddetli rüzgâr, meteorolojiye göre saniyede 8-10 metre. Yer yer bulutlu bir hava. Sıcaklık sabah altıda 7 derece. Saat ikide 8 dereceye çıkacak, akşam 5 dereceye inecek.
Bunun altına dört cümle eklemişti: Bugün C-âleminde bir hareket yok. Mesaj yok. C aramaları cevaplamıyor. Her şey sakin.
Mürekkep hokkasının kapağını açtı ve kalemin ucunu dikkatlice mürekkebe batırdı. Babasının dolma kalemiydi bu, Tomelilla’da bankada çalıştığı günlerden kalmaydı. Adam da günlük yazarken katiyen başka kalem kullanmazdı.
O yazarken rüzgâr hafif esiyordu. Mutfak camının dışındaki termometre 3 dereceyi gösteriyordu. Gökyüzü açıktı. Adam daireyi temizlemenin 3 saat 25 dakika sürdüğünü kaydetti, geçen pazardan on dakika daha çabuk bitmişti.
Aynı zamanda St. Maria Kilisesi’nde yarım saat meditasyon yaptıktan sonra marinada yürüyüş yapmıştı. Duraksadı, ardından şöyle yazdı: Akşam kısa bir yürüyüş. Kurutma kâğıdını yazdığı satırların üstüne bastırdı, dolma kalemi sildi ve mürekkep hokkasının kapağını kapattı. Günlüğü kapatmadan önce çalışma masasındaki eski gemici saatine baktı. On biri yirmi geçiyordu.
Antrede deri ceketini ve eski lastik botlarını giydi. Cüzdanı ve anahtarı yanında mı diye kontrol etti.
Sokağa çıkınca bir süre loş gölgelerin içinde kalıp etrafına baktı. Etrafta kimse yoktu, tam beklediği gibiydi. Genellikle yaptığı üzere sola doğru yürüdü, Malmö’ye giden ana yoldan karşıya geçip mağazaların ve vergi dairesinin yer aldığı kırmızı tuğlalı binaya doğru yol aldı. Her zamanki gece ritmini bulana kadar adımlarını hızlandırdı. Gündüzleri nabzını arttırmak için daha hızlı yürürdü ama gece geç saatte çıktığı yürüyüşlerin başka bir amacı vardı. Bu yürüyüşlerde zihnini boşaltmaya çalışır, uykuya ve ertesi güne hazırlanırdı.
Mağazalardan birinin önünden, Alman çoban köpekli kadının yanından geçti. Gece yürüyüşlerinde hemen hemen hep bu kadına rastlardı. Bir araba son süratle geçti, radyosundan bangır bangır ses geliyordu.
Onları neyin beklediğinden haberleri bile yok, diye düşündü adam. O iğrenç müzikleriyle dolaşan gençlerin yakında kulakları zarar görecek. Hiç haberleri yok. Dışarı çıkmış köpeğini gezdiren şu kadın gibi onlar da cahil.
Böyle düşününce neşelendi. Adam elindeki gücü düşündü, seçilmişlerden biri olduğunu hissetti. Bu toplumun içine işlemiş yoz yanlarını koparıp yeni bir düzen, tamamen beklenmedik bir düzen getirme gücü elindeydi.
Durdu, kafasını kaldırıp gece semasına baktı.
Hiçbir şey tam anlaşılamaz, diye düşündü. Benim kendi hayatım da şu yıldızlardan yüzyıllardır seyahat edip buraya ulaşan ışıklar kadar anlaşılmaz. Tek anlam kaynağı, yaptıklarım olabilir, mesela yirmi yıl önce bana teklif edilen ve hiç duraksamadan kabul ettiğim o anlaşma gibi.
Adam yoluna devam etti, hızlandı çünkü kafasındaki düşünceler onu heyecanlandırıyordu. İçinde artan bir sabırsızlık hissetti. Bunun için çok ama çok uzun zaman beklemişlerdi. Artık o görünmez barajların kapaklarını açıp sel sularının dünyayı sarıp geçişini izleme zamanıydı.
Ama henüz değil. O an tam gelmemişti. Sabırsızlık bir zayıflıktı ve buna izin veremezdi.
Arkasını dönüp dönüş yoluna koyuldu. Vergi dairesinin önünden geçerken meydandaki ATM’ye gitmeye karar verdi. Cüzdanının olduğu cebe elini attı. Para çekmeyecekti, sadece hesabını kontrol edecekti ve içindeki meblağ olması gerektiği kadar mı diye bakacaktı.
ATM’nin yanındaki trafik ışıklarında durdu, mavi kartını çıkardı. Çoban köpeğini gezdiren kadın çoktan gitmişti. Dopdolu yüklü bir kamyon Malmö yolundan geçti, muhtemelen Polonya’ya giden feribotlardan birine yetişmeye çalışıyordu. Egzozu patlamış gibiydi.
Adam şifresini girip “hesap bilgileri” seçeneğine tıkladı. Makine kartını geri verdi ve adam kartı cüzdanına koydu. Vızlamayı, tıklamayı dinledi ve gülümsedi. Ah, bir bilseler, diye düşündü. İnsanlar onları neyin beklediğini bir bilse.
Hesabında ne kadar para olduğunu gösteren dekont çıktı. Adam ceplerini yoklayıp gözlüğünü ararken diğer ceketinin cebinde bıraktığını fark etti. Unutkanlığana biraz sinirlendi.
Işıkların en parlak olduğu noktaya yürüdü, sokak lambasının altında durdu ve kâğıdı inceledi. Cuma da cumartesi de para çekmişti. Toplamda hesabında 9.765 kron vardı. Her şey yerli yerindeydi.
Ardından bir şey oldu, gafil avlanmıştı. Sanki göğsüne bir at çifte atmıştı. Ani ve feci bir acı duydu.
Kâğıt parçasını elinde sıkı sıkı tutarak öne düştü. Kafası kaldırıma çarparken bir aydınlanma yaşadı. En son aklından geçen, ne olduğunu anlamamasıydı. Dört bir yanını karanlık sardı.
Gece feribotuna yetişmeye çalışan ikinci bir kamyon geçip gitti.
Sonra sokaklar yeniden sakinleşti.
6 Ekim 1997, Pazartesi günü saat tam gece yarısından hemen sonraydı.

2
6 Ekim 1997 sabahı Kurt Wallander, Ystad’daki Maria Caddesi’n-de arabasına binerken son derece isteksizdi. Daha sabahın sekiziydi. Kurt Wallander şehir dışına doğru arabayı sürerken, hangi akla hizmet, giderim demişti, işte bunu merak ediyordu. Cenazelerden hiç ama hiç hoşlanmazdı. Gelgelelim şimdi işi buydu. Vakti bol olduğundan Malmö’ye doğrudan gitmemeye karar verdi. Onun yerine Svarte ve Trelleborg üzerinden sahil yolunu tercih etti. Sol tarafındaki denize şöyle bir baktı. Limana büyük bir feribot yanaşıyordu.
Bunun yedi yıl içinde katılacağı dördüncü cenaze olduğunu düşündü. Önce kanserden ölen meslektaşı Rydberg vardı. Fazla uzun, acılı bir son olmuştu. Wallander onu evinde ve sonunda tükendiği hastane odasında sık sık ziyaret etmişti. Rydberg’in vefatı büyük bir darbeydi. Doğru soruları sormayı öğretip onu gerçek bir polis yapan Rydberg’di. Wallander onun çalışma şeklini izleyerek bir suç mahallinde gizlenen bilgileri okumayı öğrenmişti. Wallander, Rydberg’le çalışmaya başlamadan evvel çok vasat bir polisti. Ancak Rydberg ölünce Wallander nasıl inatçı ve enerjik bir komiser ve iyi bir polis olduğunu fark etmişti. Hâlâ bir soruşturma dosyasında nasıl ilerleyeceğini bilemeyince zihninde Rydberg’le uzun uzun diyaloglara girerdi. Rydberg’in yokluğunu hemen hemen her gün derinden hisseder, buna üzülürdü. Bu sızı hep içinde kalacaktı.
Arkasından hiç beklenmedik şekilde vefat eden babası vardı. Atölyesinde kriz geçirip yığılmıştı. Üç yıl önceydi. Wallander hâlâ babasının artık dünyada olmadığını, etrafının yağlı boya ve terebentin kokmadığını kavramakta güçlük çekiyordu. Löderup’taki ev satılmıştı. Wallander o günden beri birkaç defa arabayla önünden geçmiş ve oraya yeni insanların taşındığını görmüştü. Hiçbir zaman durup yakından bakmamıştı. Ara sıra babasının mezarına giderdi, her seferinde de neden olduğunu bilmeden vicdan azabı duyardı. Bu ziyaretlerin sıklığı azalıyordu. Babasının yüzünü zihninde canlandırmak gittikçe zorlaşıyordu.
Bir insan öldüğünde sonunda sanki hiç var olmamış gibi oluyordu.
Bir de meslektaşı Svedberg vardı, daha bir yıl önce feci şekilde öldürülmüştü. Bu olay da Wallander’e birlikte çalıştığı insanlar hakkında ne kadar az şey bildiğini göstermişti. Soruşturma sürerken Svedberg’in hayatına dair, asla tahmin edemeyeceği, karman çorman bir ilişki ağı keşfetmişti.
Şimdiyse dört numaralı cenaze yolundaydı, gitmek zorunda olmadığı tek cenazeydi bu. Kadın çarşamba günü, Wallander tam işten çıkmak üzereyken aramıştı. Akşamüstü olmak üzereydi ve sigara kaçakçılığıyla ilgili iç sıkıcı bir dosyaya kafa patlatmaktan Wallander’in başı ağrıyordu. İzler Kuzey Yunanistan’a gidiyor, sonra puf diye kayboluyordu. Wallander hem Alman hem Yunan polisiyle bilgi paylaşımında bulunmuştu. Yine de kaçakçıları yakalamayı başaramamışlardı. Kaçak malları taşıyan kamyonun sürücüsünün, muhtemelen kasada neler olduğundan haberi bile olmadığına kanaat getirdi. Buna rağmen, en az iki ay hapis yatacaktı. Başka da bir şey çıkmazdı o dosyadan. Wallander, Ystad’a yanaşan her feribotla kaçak sigara geldiğinden adı gibi emindi. Bu akışı durdurabileceklerine hiç inanmıyordu.
Ayrıca günü, bir savcıyla, yani iki sene önce Sudan’a gönüllü giden ve dönmek için hiç acelesi olmayan Per Åkeson’un yerine gelen adamla yaşadığı tartışmayla rezil olmuştu. Åkeson’dan her mektup alışında Wallander onu kıskandığını hissediyordu. Çünkü Åkeson tam da Wallander’in hayalini kurduğu şeyi yapıp sil baştan başlamıştı.
Wallander ellisine merdiven dayamıştı ve nadiren itiraf etse de biliyordu ki hayatındaki dönüm noktası olaylar geride kalmıştı. Polis olmak dışında bir şey olamayacaktı. Emekliliğe kadar kalan yıllarında en iyi yapabileceği şey, işlenen suçların failini bulmak ve bilgisini daha genç nesillere aktarmaktı. Fakat onu bekleyen hayatını değiştirecek kararlar yoktu, yani bir Sudan yoktu.
Tam ceketini giymek üzereyken telefon çalmıştı. Önce arayan kadını tanımadı. Derken Stefan Fredman’ın annesi olduğunu fark etti. Üç yıl öncesinden kalma bölük pörçük anılar ve kopuk görüntüler birkaç saniye içinde canlandı. Kızılderili bir savaşçı gibi görünmek için her yerini boyayan bir çocuktu Fredman. Kız kardeşini delirten adamlardan intikam almış ve küçük erkek kardeşinin ödünü patlatmıştı. Kurbanlarından biri de kendi babasıydı. Wallander huzurunu kaçıran o son görüntüyü hatırlayınca ürperdi: Oğlan kız kardeşinin cesedinin yanında diz çökmüş ağlıyordu. Sonrasında ne olduğunu bilmiyordu Wallander; sadece çocuk, hapishane yerine güvenli bir akıl hastanesine kapatılmıştı.
Şimdiyse annesi Anette aramış, oğlanın öldüğünü haber veriyordu. Kendini camdan aşağı atmış. Wallander taziyelerini bildirdi, hem de bu konuda içtendi, gerçi Wallander üzüntüden çok, ümitsizlik ve çaresizlik hissetmişti. Kadın onu neden aramıştı, hâlâ anlamıyordu. Ahize kulağında durdu, kadının suratını anımsamaya çalıştı. Onunla sadece iki üç kez karşılaşmıştı, o da topu topu 14 yaşındaki bir çocuğun bu vahşi suçları işleyebildiğine inanmakta güçlük çekerek gittiği Malmö banliyösündeki evindeydi. Kadın utangaç ve gergindi. Kadında bir çekingenlik vardı, sanki her an her şey en kötü biçimde olacakmış gibi bekliyordu. Aslında onun durumunda, çoğunlukla öyleydi. Wallander bunları hatırlayınca acaba kadın alkol ya da ilaç bağımlısı mıydı, diye merak etti. Ama bilmiyordu. Yüzünü zihninde canlandıramıyordu. Sesini hatırlamıyordu.
Kadın, Wallander’in cenazeye katılmasını istiyordu. Çok az insan olacaktı. Stefan’ın küçük kardeşi Jens haricinde aileden geriye tek o kalmıştı. Wallander de sonuçta onlara iyi dileklerini sunmuştu. Wallander gelirim demişti. Söylediği anda fikrini değiştirmişti ama artık iş işten geçmişti.
Stefan’ın doktorlarından birini aradı, psikiyatri koğuşuna alındıktan sonra çocuğa neler olduğunu öğrenmeye çalıştı. Stefan son birkaç yıldır ağzını açıp tek kelime bile etmemiş, dış dünyadan kendini soyutlamıştı. Ancak hastanenin zeminindeki asfalta küt diye düşen çocuk tepeden tırnağa savaşçı gibi boyanmıştı. Boyadan yapılmış o rahatsız edici maske ve kan birbirine karışmıştı ve orada yatan gencin kim olduğuna dair hiçbir ipucu vermiyordu ancak şiddete meyilli ve genel anlamda ilgisiz bir toplum hakkında ciltlerce şey söylüyordu aslında.
Wallander arabayı yavaş sürdü. O sabah takım elbisesini giydiğinde pantolonunun üstüne olduğunu görünce şaşırmıştı. Kilo vermişti demek ki. Geçen sene diyabet teşhisi konduğundan beri yeme içme alışkanlıklarını düzenlemişti, egzersize başlamıştı ve kilo veriyordu. İlk başlarda günde birkaç kez tartıya çıkıyordu ama sonunda banyodaki tartıyı bir öfkeyle fırlatıp atmıştı.
Fakat doktoru insaflı davranmamış, Wallander’in sağlıksız beslenme alışkanlığı ve sıfıra yakın egzersiz yapma huyunu değiştirmesi için ısrar etmişti. Bunca lafın üstüne, sonunda Wallander harekete geçmişti. Kendine bir eşofman ve spor ayakkabı almıştı, düzenli yürüyüşe çıkıyordu. Martinson birlikte koşmayı teklif edince Wallander kendine bir hat çizmişti. Maria Caddesi’nden başlayıp Sandskogen parkının içinden geçip geri döndüğü, yaklaşık bir saat süren düzenli bir tur oturtmuştu. Haftada en az dört kez yürüyüşe çıkmak için kendini zorluyordu, aynı zamanda en sevdiği fast-food mekânlarından kaçınmaya çalışıyordu. Sonuç olarak, kan şekeri düşmüştü ve kilo vermişti. Bir sabah tıraş olurken aynada avurtlarının tekrar çökük durduğunu fark etmişti. Âdeta yapay bir yağ tabakası ve bozuk ciltten sonra gerçek suratını geri almak gibiydi. Kızı Linda da onu en son gördüğünde bu değişime bayılmıştı. Öte yandan emniyette dış görünüşü hakkında yorum yapan kimse olmamıştı. Sanki kimse kimseyi görmüyor, diye düşündü Wallander. Birlikte çalışıyoruz ama birbirimizi hiç görmüyoruz.
Wallander, Mossbystrand’dan arabayla geçti, bu sonbahar sabahında yol boştu. Altı yıl önce lastik bir botun burada kıyıya vuruşunu ve içindeki iki cesedi hatırladı.
Bir an aklına esmesiyle birlikte frene bastı ve geriye döndü. Çok vakti vardı. Arabayı park edip indi. Rüzgâr yoktu ve hava belki sıfırdan bir iki derece yüksekti. Wallander paltosunun düğmelerini ilikledi, kum tepeciklerinden denize inen dolambaçlı yolu izledi. Kimse yoktu ama kumda ayak izleri vardı, insanların ve köpeklerin ayak izleriydi bunlar. Bir de atların. Wallander denize doğru baktı. Bir kuş sürüsü tablolardaki gibi güneye doğru uçuyordu.
Onları bulduğu noktayı dün gibi hatırlıyordu. Zor bir soruşturmaydı ve bu soruşturma Wallander’i Letonya’ya kadar sürüklemişti. Riga’da Baiba’yla tanışmıştı. Wallander’in bir zamanlar tanıyıp sevdiği Letonyalı bir polisin dul eşiydi.
Görüşmeye başlamışlardı. Uzunca bir süre böyle yürütebileceklerini, kadının İsveç’e taşınacağını sanmıştı. Hatta ev bile bakmışlardı. Fakat kadın yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. Wallander kıskançlıkla, başka birisini bulduğunu düşünmüştü. Hatta bir kere uçakla Riga’ya kadar gitmiş, habersizce, sürpriz bir ziyaret yapmıştı. Ama başka bir erkek yoktu. Sadece Baiba’nın başka bir polisle evlenmeye ve az kazandığı ama ona yeterli gelen çevirmenlik işini bırakıp memleketinden ayrılmaya dair şüpheleri vardı. Böylece ilişkileri sona ermişti.
Wallander deniz kıyısında yürüdü ve onunla en son konuşmasının üstünden bir yıl geçtiğini fark etti. Hâlâ ara sıra rüyasına giriyordu ama Wallander onu hiçbir zaman avucunda tutmayı başaramıyordu. Ne zaman ona yaklaşsa ya da dokunmak için elini uzatsa kadın kayboluyordu. Wallander onu özleyip özlemediğini düşündü. Kıskançlığı kaybolmuştu, onun başka bir adamla birlikte olduğunu düşünmek artık onu korkutmuyordu.
Arkadaşlığını özledim, diye düşündü. Baiba sayesinde hiç farkında bile olmadığım yalnızlığımdan kaçmayı başarıyordum.
Arabaya döndü. Sonbaharda ıssız kalmış kumsallardan uzak dursam iyi olur, diye düşündü. Beni depresif yapıyor. Bir keresinde Wallander, Jutland’ın kuzeyinde, uzak bir bölgeye sığınıp orada yaşamıştı. Depresyonda olduğu için izin almıştı ve Ystad’daki işine bir daha asla dönemeyeceğini zannetmişti. Yıllar önceydi bu ama Wallander o zamanlardaki hislerini korkunç bir biçimde en ince ayrıntısına kadar anımsıyordu. O duyguyu bir daha asla yaşamak istemiyordu. O iç karartıcı ve fırtınalı manzara galiba en derin kaygılarını tetiklemişti.
Arabasına binip Malmö’ye sürdü. Önümüzdeki kış nasıl geçecek acaba diye düşündü, çok kar yağacak mı, yoksa sırf yağmurlu mu olacak? Aynı zamanda kasımdaki bir haftalık yıllık izninde ne yapacağını da merak ediyordu. Linda’yla ucuz bir uçuş bulup sıcak bir yerlere gitmeyi konuşmuşlardı. Bu seyahati Wallander karşılayacaktı. Ama Linda hâlâ Stockholm’deydi, yeni bir şey okuyordu. Wallander ne olduğunu bilmiyordu ve kızı şehirden çıkamayacağını söylemişti. Wallander birlikte gidebileceği başka birisini düşünmeye çalıştı ama resmen hiç arkadaşı yoktu. Sten Widén vardı, Ystad dışında at yetiştiriyordu ama Wallander ondan iyi bir seyahat arkadaşı olup olmayacağından emin değildi. Widén deli gibi içerdi ve Wallander bir zamanlar endişe verici alkol tüketimini minimumda tutmak için mücadele veriyordu. Gertrud’a, babasının dul eşine, teklif edebilirdi. Ama koca bir hafta ne konuşurlardı ki? Başka da kimse yoktu.
Wallander evde kalıp tatil parasını yeni bir arabaya harcayacaktı. Peugeot’su eskimişti. Tuhaf tuhaf sesler çıkarmaya başlamıştı.
* * *
Saat onu biraz geçe Rosengård denen banliyödeydi. Cenaze saat on birdeydi. Kilise modern bir binaydı. Yakınlarda bir grup oğlan futbol topuyla duvara pas atıyordu. Yedi kişiydiler, üç tanesi siyahiydi. Üç tanesi de sanki göçmen anne babadan doğmuşa benziyordu. Sonuncusu çilliydi ve darmadağınık sarı saçlıydı. Çocuklar büyük bir coşku ve neşeyle topa vuruyor, kahkahadan kırılıyorlardı. Wallander bir an onlara katılmaya can atar gibi oldu ama olduğu yerde kaldı. Bir adam kiliseden çıkıp bir sigara yaktı. Wallander arabadan inip adama doğru gitti.
“Stefan Fredman’ın cenazesi bu kilisede mi yapılacak?” dedi.
Adam başıyla onayladı. “Akrabası mısınız?”
“Hayır.”
“Fazla insan gelmez sanmıştım,” dedi adam. “Ne yaptığını biliyorsunuz diye tahmin ediyorum.”
“Evet, biliyorum.”
Adam sigarasına baktı. “Onun gibi birisinin ölmüş olması daha hayırlı.”
Wallander sinirlendiğini hissetti. “Stefan daha 18 yaşında bile değildi. Öyle gencecik birisinin ölmesi hiçbir zaman daha hayırlı olmaz.” Bağırdığını fark etti.
Sigara içen adam ona merakla baktı. Wallander öfkeyle kafasını sallayıp arkasını döndü. Tam o anda cenaze arabası yanaştı. Kahverengi tabut indirildi. Üstünde sadece bir adet çelenk duruyordu. Wallander gelirken çiçek almalıydı.
Wallander hâlâ futbol topuyla oynayan çocuklara doğru yürüdü. “Buralarda bir çiçekçi var mı, biliyor musunuz?” dedi.
Çocuklardan biri ileriyi işaret etti.
Wallander cüzdanını çıkardı ve yüz kron aldı. “Koş, bana oradan çiçek al gel,” dedi. “Gül olsun. Hemen dön. Zahmetin için sana on kron vereceğim.”
Çocuğun gözleri yuvalarından fırlar gibi oldu parayı alırken.
“Ben polisim,” dedi Wallander. “Tehlikeli bir polisim. Eğer parayı alıp tüyersen seni bulurum.”
Çocuk hayır anlamında başını salladı. “O zaman neden üstünde üniforma yok?” diye sordu kırık dökük bir İsveççeyle. “Hiç polise benzemiyorsun. Hele hele tehlikeli bir polise.”
Wallander polis kimliğini çıkarıp çocuğa gösterdi. Çocuk bir süre kimliği inceledi, sonra başını salladı ve gözden kayboldu. Diğerleri oyuna devam etti.
Dönmeme ihtimali çok yüksek, diye düşündü Wallander kasvetli bir şekilde. Uzun zamandan beri halk polise hiç saygı duymuyor.
Fakat çocuk tam söz verdiği gibi elinde güllerle döndü. Wallander ona 20 kron verdi, söz verdiği için 10 kron, geri döndüğü için 10 kron daha. Abartı bir cömertlik sergilediğinin farkındaydı ama artık çok geçti. Bir taksi kilisenin girişindeki merdivene yanaştı ve Stefan’ın annesi indi. Yaşlanmıştı ve o kadar zayıftı ki hastalıklı gibiydi. Yanında yedi yaşlarında bir oğlan duruyordu. Gözleri kocaman açılmıştı ve korku doluydu. Hâlâ o günün korkusuyla yaşıyordu. Wallander yanlarına gidip onlarla selamlaştı.
“Sadece biz ve papaz,” dedi kadın.
Birlikte kiliseye yürüdüler. Papaz genç bir adamdı, tabutun yanında taburede oturuyor, gazetesini karıştırıyordu. Wallander, birden Anette Fredman’ın, koluna tutunduğunu hissetti. Anladı.
Papaz ayağa kalkıp gazetesini kaldırdı. Tabutun sağ tarafına oturdular. Kadın hâlâ Wallander’in kolundaydı.
Önce kocasını kaybetti, diye düşündü Wallander. Björn Fredman hiç de hoş olmayan vahşi bir adamdı, onu döverdi ve çocuklarına terör estirirdi ama onun kocası, çocuklarının babasıydı. Öz oğlu tarafından öldürülmüştü. Arkasından en büyük çocuğu Louise ölmüştü. Şimdiyse kadın gene burada, oğlunu gömmeye hazırlanıyordu. Ona ne kalmıştı? Yarım bir hayat? O kadarcık mı?
Arkalarından birisi kiliseye girdi. Anette Fredman hiçbir şey duymuşa benzemiyordu ya da kontrolünü kaybetmemek için kendini o kadar sıkıyordu ki başka bir şeye odaklanamıyordu. Bir kadın kürsüye doğru yürüyordu. Wallander yaşlarındaydı. Anette Fredman nihayet kafasını kaldırıp baktı ve kadına baş selamı verdi. Kadın birkaç sıra yanlarında arkaya oturdu.
“Doktor,” dedi Anette Fredman. “Adı Agneta Malmström. Bir süre önce Jens pek iyi durumda değilken ona yardım etmişti.”
Wallander bu adı bir yerden tanıyordu ama hatırlaması bir dakika sürdü, Stefan Fredman dosyasında en can alıcı ipuçlarını Agneta Malmström ve kocası vermişti ona. Stockholm istasyonu aracılığıyla bir gece çok geç saatte konuşmuşlardı. Kadın Landsort’un ilerisinde denizin ortasında yattaydı.
Wallander kilise müzisyenini göremedi ama müzik başladı. Papaz bir kayıt cihazını başlatmıştı. Wallander neden kilise çanı işitmediğini de merak etti. Cenazeler hep çanların çalmasıyla başlamaz mıydı? Anette Fredman koluna daha sıkı yapışınca aklından geçen bu düşünce gerilere kaydı. Wallander kadının yanındaki oğlana şöyle bir baktı. Onun yaşında bir çocuk cenazeye katılmalı mı? Wallander çocuğun burada olmaması gerektiğini düşünüyordu. Fakat çocuk oldukça ağırbaşlı duruyordu.
Müzik yavaşça sustu ve papaz konuşmaya başladı. Onlara İsa’nın sözlerini hatırlattı, “Bırakın küçükler bana gelsin.” Wallander tabutun üstünde duran çelenge dikkatini verdi, boğazındaki düğümün büyümesine engel olmak için çiçeklerdeki yaprakları saymaya başladı.
Kısa bir törendi. Sonrasında tabuta yaklaştılar. Anette Fredman bir koşu yarışının son metrelerindeymiş gibi kesik kesik nefes alıyordu. Dr. Malmström tam arkalarında durdu. Wallander papaza doğru döndü, papaz sanki sabırsızlanıyordu.
“Çanlar,” dedi Wallander adama. “Neden çanlar çalmadı? Biz dışarı çıkarken çanlar çalmalı, ayrıca org yerine kaydedilmiş müzik de çalınmaz.”
Papaz tereddütle başını salladı. Wallander polis kimliğini çıkarsa ne olurdu diye merak etti. Dışarı yürümeye başladılar. Jens ve annesi öndeydi. Wallander, Agneta Malmström’e selam verdi.
“Sizi tanıdım,” dedi kadın. “Hiç tanışmadık ama yüzünüzü gazetelerden biliyorum.”
“Benden gelmemi istedi. Sizi de mi aradı?”
“Hayır, ben kendim geldim.”
“Şimdi ne olacak?”
Dr. Malmström yavaşça başını salladı. “Bilmiyorum. Çok içmeye başladı. Jens nasıl büyüyecek bilmiyorum.”
Tam bu noktada Anette Fredman ve Jens’in onları beklediği alana ulaştılar. Kilise çanları çaldı. Wallander kapıları açtı, tabuta son bir bakış attı. Bazı adamlar yan kapıdan tabutu taşıyorlardı.
Birdenbire bir flaş yüzünde patladı. Dışarıda gazeteci bekliyormuş. Anette Fredman elleriyle yüzünü kapattı. Fotoğrafçı ona arkasını dönüp oğlanın resmini çekmeye çalıştı. Wallander onu durdurmak için kolunu öne attı ama fotoğrafçı fazla hızlıydı. Alacağını almıştı.
“Neden bizi rahat bırakmıyorsun?” diye bağırdı Anette Fredman.
Oğlan ağlamaya başladı. Wallander fotoğrafçıyı kolundan tutup kenara çekti. “Ne yaptığını sanıyorsun ha?” diye dişlerini sıktı.
“Seni hiç ilgilendirmez,” dedi fotoğrafçı. Nefesi kokuyordu. “Ne satarsa onu çekerim ben. Bir seri katilin cenazesinden çekeceğim fotoğraflar iyi satar. Maalesef daha erken gelemedim.”
Wallander polis kimliğine elini attı, sonra fikrini değiştirip kameraya yapıştı. Fotoğrafçı makinesini elinden çekmeye çalıştı ama Wallander daha kuvvetliydi. Makineyi açıp içindeki filmi çıkardı.
“Her şeyin bir sınırı olmalı,” dedi Wallander, adama makinesini geri uzatırken.
Fotoğrafçı ona bakakaldı ve ceketinin cebinden cep telefonunu çıkardı. “Polisi arıyorum,” dedi. “Buna saldırı denir.”
“Hadi ara,” dedi Wallander. “Ben Ystad emniyetinde komiserim. Komiser Kurt Wallander. Malmö’deki meslektaşlarımı ara ve canın ne istiyorsa söyle.”
Wallander film rulosunu yere attı ve kılıfını ayakkabısının altında ezdi. Kilise çanları sustu. Wallander terliyordu ve hâlâ öfkeliydi. Anette Fredman’ın onları rahat bırakmalarını isteyen tiz çığlığı hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Fotoğrafçı ezilmiş filmine baktı. Oğlanlar hâlâ futbol topuyla oynuyordu.
“Gazetede resim falan çıkmayacak,” dedi Wallander.
“Neden bizi rahat bırakmıyorlar ki?”
Wallander’in verecek cevabı yoktu. Agneta Malmström’e doğru baktı ama onun da söyleyecek bir sözü yoktu.
Anette Fredman, Wallander’i aradığında cenaze töreninden sonra eve kahve içmeye de davet etmişti. Wallander hayır demeyi becerememişti.
Döküntü kiralık binadaki daire, tam da Wallander’in hatırladığı gibiydi. Dr. Malmström de onlarla geldi. Kahvenin demlenmesini beklerken sessiz sessiz oturdular. Wallander mutfaktan bir porselen çınlaması duyduğunu sandı.
Jens yerde sessizce arabasıyla oynuyordu. Wallander, Dr. Malmström’ün de ortamı onun kadar kasvetli bulduğunu anlıyordu ama söyleyecek bir şey yoktu.
Ellerinde kahve fincanlarıyla oturdular. Anette Fredman parlak gözlerle karşılarına oturdu. Dr. Malmström işsiz olduğu bugünlerde nasıl idare ediyor diye anlamaya çalıştı. Anette Fredman muğlak, yarım ağız cevaplarla geçiştirdi.
“İdare ediyoruz işte. Bir şekilde yoluna girecek. Her şey sırayla.”
Sözler tükendi. Wallander kol saatine baktı. Ayağa kalkıp Anette Fredman’la tokalaştı. Kadın gözyaşlarına boğuldu. Wallander çok şaşırdı. Ne yapacağını bilemedi.
“Siz gidin,” dedi Dr. Malmström. “Ben bir süre daha onunla kalırım.”
“Sonra arayıp hâlinizi hatırınızı soracağım,” dedi Wallander. Ardından, beceriksizce, oğlanın kafasını okşadı ve çıktı.
Motoru çalıştırmadan önce bir süre arabada oturdu. Bir seri katilin cenaze fotoğraflarının çok satacağından emin olan fotoğrafçıyı düşündü.
Artık dünyanın düzeni böyle, inkâr edemem, diye düşündü. Ama bu, olanları anlayışla karşılayacağım anlamına da gelmez.
Sonbahar manzarası içinde arabasını Ystad’a sürdü. Boğucu bir sabah olmuştu.
Saat ikiyi biraz geçe arabasını park etti.
Doğu rüzgârı artmıştı. Wallander emniyete doğru yürürken deniz kıyısından karaya doğru ilerleyen kara bulutlar gördü.

3
Wallander odasına girdiğinde başı ağrıyordu. Çalışma masasının çekmecelerinde ağrı kesici tablet aradı. Hansson’un ıslık çalarak koridordan geçtiğini duydu. Sonunda en alt çekmecenin dibinde buruşuk bir paket buldu, Distril. Kantinden kendine bir bardak su ve kahve almaya gitti. İki sene önce işe alınan bir grup genç polis bir masaya oturmuş, yüksek sesle konuşuyordu. Wallander onlara selam verdi. Polis Akademisi’nde geçirdikleri günlerden bahsettiklerini işitti. Tekrar odasına yürüdü ve iki tabletin suyun içinde eriyişini seyretti.
Anette Fredman’ı düşündü, oturma odasında yerde oturmuş sessiz sakin oyuncağıyla oynayan, Rosengård’ın yoksul bir mahallesinde yaşayan o küçük çocuğu nasıl bir gelecek beklediğini hayal etmeye çalıştı. Sanki dünyadan saklanmaya çalışıyor gibiydi, ölmüş babasına ve iki kardeşine dair anıları içinde taşıyordu.
Wallander bardağı kafasına dikti ve ânında baş ağrısının geçtiğini hissetti. Martinson’un masasına koyduğu dosyaya baktı, üstüne Çok, çok acil! yazan kırmızı bir post-it yapıştırılmıştı. Wallander dosyadakileri zaten biliyordu. Geçen hafta Wallander, gittikçe büyüyen motosikletli çetelerle bağlantılı şiddet eylemlerinde polisin tutumuyla ilgili düzenlenen ulusal polis konferansındayken telefonda uzun uzadıya konuşmuşlardı. Wallander bu vakada olmamak için mazeret bildirmek istemişti ama Emniyet Müdürü Holgersson ısrar etmişti. Onu özellikle bu dosyada mutlaka istiyordu. Çetelerden biri Ystad’ın dışında bir çiftlik satın almıştı ve ileride onlarla baş etmeye hazırlıklı olmak zorundaydılar.
Wallander derin bir iç geçirerek dosyayı aldı. Martinson olayları titizce sıraladığı bir rapor hazırlamıştı. Wallander sandalyesinde arkaya yaslandı ve az önce okuduklarını kafasında evirip çevirmeye başladı.
Biri 19, diğeri en fazla 14 yaşında olan iki kız, salı akşamı saat on sularında bir restorandan taksi çağırmışlardı. Taksiciden kendilerini Rydsgård’a götürmesini istemişler. Kızlardan biri şoförün yanına oturmuş. Ystad’ın dış mahallelerine ulaştıklarında kız, taksiciye arka koltuğa geçmek istediğini söylemiş. Taksi yol kenarına çekince arkada oturan kız, taksicinin kafasına çekiçle vurmuş. Ön koltuktaki kız da adamı göğsünden bıçaklamış. Adamın cüzdanını ve cep telefonunu alıp kaçmışlar. Taksici, o hâline rağmen taksinin telsizinden acile ulaşmayı başarmış.
Adamın adı Johan Lundberg’di ve aşağı yukarı 60 yaşındaydı. Ömrü boyunca taksicilik yapmıştı. İki kızın da eşkâlini oldukça ayrıntılı tarif etmişti. Martinson bu detaylı tarifleri kullanıp kızların isimlerini bulmayı başarmış, aynı zamanda restorandaki diğer insanların da ifadesini almıştı.
Kızlar evlerinde yakalanmıştı. İkisi de yaşlarına rağmen gözaltında tutuluyordu çünkü işledikleri suç ve şiddet unsuru göz önüne alınmıştı. Lundberg hastaneye yatırıldığında bilinci yerindeydi ancak durumu kötüleşmişti. Artık şuuru kapanmıştı ve doktorlar tedaviden pek emin değildi. Martinson’a göre kızlar saldırının nedeni olarak sadece “paraya ihtiyaçları olduğunu” belirtmişti.
Wallander yüzünü ekşitti. Hayatında hiç böyle bir şey duymamıştı. Ortada vahşice suç işleyen iki kız vardı. Martinson’un notlarına göre, daha genç olan kızın okul notları çok iyiydi. Büyük olansa bir otelin resepsiyonunda çalışıyordu ve daha önce Londra’da dadılık yapmıştı. Üniversitenin yabancı dil bölümüne başvurmuştu. İkisinin de sicili temizdi.
Hiç anlamıyorum, diye düşündü Wallander. İnsan hayatı bu kadar ucuz mu? O taksici ölebilirdi, belki de ölecek zaten. İki kız. Erkek olsalar bir nebze anlayabilirim, o da sırf artık duymaya alıştığım için.
Kapının çalmasıyla düşünceleri kesildi. Meslektaşı Ann-Britt Höglund kapıdaydı. Her zamanki gibi beti benzi atmış ve yorgun görünüyordu. Wallander, kadının Ystad’a ilk gelişinden bu yana hayatındaki değişiklikleri düşündü. Polis Akademisi’nde sınıf birincisiydi ve büyük bir hırs ve enerjiyle şehre gelmişti. Bugünse hâlâ iradesi güçlüydü ama değişmişti. Yüzündeki solgunluk içinden yansıyordu.
“Sonra uğramamı ister misin?” dedi.
“Hayır, sorun değil.”
Wallander’in karşısındaki bozuk sandalyeye dikkatlice oturdu.
Wallander önündeki belgeleri gösterdi. “Bununla ilgili söyleyecek bir sözün var mı?” diye sordu.
“Taksici dosyası mı?”
“Evet.”
“Yaşı büyük olan kızla konuştum, Hökberg. Bana net ve sert cevaplar verdi, her şeye cevap verdi. Pişmanlıktan en ufak bir eser yoktu. Diğer kız, yaşından dolayı sosyal hizmetlerde gözaltında tutuluyor.”
“Anlayabiliyor musun?”
Höglund cevap vermeden önce durdu. “Hem evet hem hayır. Suç işleme yaşının çok düştüğünü biliyoruz.”
“Kusuruma bakma ama ben daha önce bir çekiç ve bıçakla birisine saldıran iki ergen kızla ilgili bir dosyaya rastlamadım. Sarhoş muymuşlar?”
“Hayır. Ama bu bizi şaşırtmalı mı, bilmiyorum. Belki de böyle bir olayın daha önce yaşanmamış olması şaşırtıcıdır.”
Wallander masasına doğru eğildi. “Şu en son kısmı bir tekrar etmen lazım.”
“Açıklayabilir miyim, emin değilim.”
“Bir dene bakalım.”
“Kadınlara artık iş alanında ihtiyaç yok. O çağ sona erdi.”
“Ama bu genç bir kızın neden bir taksiciye saldırdığını açıklamıyor.”
“Bizim bildiğimizden fazlası olmalı. Ne sen ne ben insanların doğuştan kötü kalpli olduğunu düşünüyoruz.” Wallander başını iki yana salladı. “Benim fikrim değişmedi,” dedi, “gerçi ara sıra biraz şaşmıyor değilim.”
“Genç kızların okuduğu dergilere bir göz at. Artık her şey güzellik hakkında, başka hiçbir şey yok. Nasıl erkek arkadaş bulunur, onun ilgi alanları ve hayalleri aracılığıyla hayata nasıl anlam katılır, bunun gibi şeyler.”
“Eskiden de hep bunlarla ilgili değil miydi o dergiler?”
“Hayır. Kendi kızını düşün. Hayatını nasıl şekillendireceği hakkında kendi fikirleri yok muydu?”
Wallander kadının haklı olduğunu biliyordu. “Evet ama yine de neden Lundberg’e saldırdıklarını anlayamıyorum,” dedi.
“Ama anlamalısın. Genç kızlar, toplumun onlara gönderdiği mesajın alt metnini yavaş yavaş görmeye başladılar. Kendilerine ihtiyaç olmadığını, hatta bir süs unsuru olduklarını anladıkları zaman, erkekler kadar haince tepki veriyorlar. Suç işlemeye ve başka şeyler yapmaya başlıyorlar.”
Wallander suskun kaldı. Höglund’un ifade etmeye çalıştığı şeyin özünü anlıyordu.
“Daha iyi açıklayabileceğimi sanmıyorum,” dedi kadın. “Onlarla kendin konuşsan daha iyi olmaz mı?”
“Martinson da böyle istemişti.”
“Aslında ben başka bir sebeple uğradım. Bir konuda yardımına ihtiyacım var.”
Wallander devam etmesini bekledi.
“Ystad’da bir kadın kulübüne konuşma yaparım demiştim. Toplantı perşembe akşamı ama artık canım istemiyor. Hayatımda bir sürü şey oluyor ve buna odaklanamıyorum.”
Wallander kadının, sancılı bir boşanma sürecinin ortasında olduğunu biliyordu. Kocası işi sebebiyle hep uzaktaydı. Dünyanın dört bir yanına gönderiliyordu ve bu yüzden süreç daha da uzuyordu. Evliliğinin bittiğini Wallander’e ilk söylemesinin üstünden bir yıl geçmişti.
“Martinson yapabilir mi diye sorsana?” dedi Wallander. “Benim konuşma yapma konusunda ne kadar beceriksiz olduğum ortada.”
“Onlara sadece polisliğin nasıl bir iş olduğunu anlatacaksın, o kadar,” dedi kadın. “Altı üstü otuz kadar kadından oluşan bir dinleyici kitlesine konuşacaksın. Muhtemelen soru da soracaklar. Seni severler.”
Wallander kararlı bir şekilde olumsuz anlamda başını salladı. “Martinson bayıla bayıla yapar,” dedi. “Siyaset deneyimi de var, o yüzden böyle şeylere alışkın.”
“Ona sordum zaten. Yapamazmış.”
“Holgersson?”
“O da. Geriye tek sen kalıyorsun.”
“Hansson’a ne olmuş?”
“Birkaç dakika sonra at yarışı konusuna girer. İflah olmaz.”
Wallander pes etmek zorunda olduğunu anladı. Kadını ortada bırakamazdı. “Nasıl bir kadın kulübü?”
“Bir kitap kulübü olarak başladı galiba, entelektüel ve edebî bir gruba dönüştü. Yaklaşık on yıldır faaller.”
“Eh, yapmak istemiyorum ama başka kimse yoksa yaparım.”
Kadın resmen rahatlamıştı, Wallander’e bir kâğıt parçası uzattı.
“Arayacağın kişinin adı ve telefon numarası burada yazıyor.” Adres şehir merkezindeydi, Wallander’in evine uzak değildi. Höglund ayağa kalktı.
“Bir ödeme yapmıyorlar,” dedi. “Ama bol bol kahve içer, kek yersin.”
“Ben kek sevmem.”
“Eğer bir yardımı olacaksa diye söylüyorum, bu tür gönüllü kamu hizmetleri tam da emniyet müdürlüğünün bizden yapmamızı istediği şey. Biliyorsun, hani bize hep halkla iç içe olun diye mesajlar geliyor ya onlardan işte.”
Wallander ona özel hayatının nasıl gittiğini sormayı düşündü ama vazgeçti. Eğer onunla paylaşmak istediği bir sorunu olsaydı konuyu ilk açan zaten kendisi olurdu.
“Stefan Fredman’ın cenazesine gitmeyecek miydin sen?”
“Oradaydım, tahmin edemeyeceğin kadar boğucuydu.”
“Anne nasıl karşılamış bu haberi? Adını unuttum.”
“Anette. Kadının hayatta şansı hiç yaver gitmemiş. Ama bence elinde kalan tek çocuğuna iyi bakıyor. Ya da en azından bakmaya çalışıyor.”
“Göreceğiz.”
“Nasıl yani?”
“Çocuğun adı ne?”
“Jens.”
“On yıl sonra Jens Fredman ismi polis kayıtlarımıza girecek mi girmeyecek mi, bekleyip göreceğiz işte.”
Wallander başını salladı. Bu ihtimal dâhilindeydi.
Höglund çıktı, Wallander de yeni bir kahve almaya gitti. Genç polisler kantinden ayrılmıştı. Wallander, Martinson’un odasına yürüdü. Kapı ardına kadar açıktı ama oda boştu. Wallander kendi odasına döndü. Baş ağrısı geçmişti. Camdan dışarıya baktı. Su kulesinin orada bir grup karatavuk ciyak ciyak bağırıyordu. Wallander kuşları saymaya çalıştı ama sayıları çok fazlaydı.
Telefon çaldı, Wallander masasına oturmadan açtı. Arayan kitapçıydı, sipariş ettiği kitabın geldiğini haber veriyordu. Wallander kitap siparişi verdiğini hatırlamıyordu ama ertesi gün almaya geleceğine söz verdi.
Ahizeyi yerine koyar koymaz hangi kitap olduğunu anımsadı. Linda’ya bir hediyeydi. Antika mobilyaları yenilemek üzerine yazılmış Fransızca bir kitaptı. Wallander doktorun muayenehanesindeki dergide bu kitabın tanıtımını okumuştu. Linda’nın para kazanmak için mobilya yenileme fikrine dönmesini umuyordu hâlâ, oysaki kızı başka kariyerler denemekle meşguldü. Wallander kitabı sipariş etmiş, ânında da sipariş ettiğini unutmuştu. Kahve fincanını kenara itip akşamın ilerleyen saatlerinde kızını aramaya karar verdi. En son konuşmalarının üstünden haftalar geçmişti.
Martinson içeri girdi. Hep bir acelesi vardı ve nadiren kapıyı çalardı. Yıllar içinde Wallander’in Martinson’un polisliğine olan inancı artmıştı. En büyük zayıflığı muhtemelen başka bir iş yapmayı tercih edecek olmasıydı. İşi bırakmayı ciddi ciddi kafasına koyduğu zamanlar olmuştu, en kötüsü de kızının okulda saldırıya uğradığı dönemdi. Ona saldıranlar, sırf polis kızı olduğu için yaptıklarını ısrarla ifade etmişti. Bu da Martinson’u zıvanadan çıkarmaya yetmişti. Ancak Wallander sonunda bir şekilde onu ikna etmeyi başarmıştı. Martinson’un en güçlü yönleri hem inatçı hem de zeki oluşuydu. İnatçılığı bazen sabırsızlığına yeniliyordu ve o zaman zekâsından yeterince faydalanamıyordu. Ara sıra özensiz işler teslim edebiliyordu.
Martinson kapının eşiğine yaslandı. “Seni aramaya çalıştım,” dedi, “ama cep telefonun kapalıydı.”
“Kilisedeydim,” dedi Wallander. “Tekrar açmayı unutmuşum.”
“Stefan’ın cenazesinde mi?”
Wallander, Martinson’a Höglund’a anlattıklarını anlattı, tahmin edeceği üzere son derece kasvetli olduğunu söyledi. Martinson masadaki dosyayı işaret etti.
“Okudum,” dedi Wallander. “Hâlâ o kızlar hangi şeytana uyup da bir çekiç ve bıçak alıp birisine öylece saldırıvermişler, aklım alamadı.”
“Orada yazıyor ya,” dedi Martinson. “Paraya ihtiyaçları varmış.”
“İyi de neden böyle bir şiddete başvurmuşlar? Adam nasıl bu arada?”
“Lundberg mi?”
“Başka hangi adam olacak?”
“Hâlâ şuuru kapalı ve durumu kritik. Herhangi bir değişiklik olursa arayacaklarına söz verdiler. Ama durum pek umut verici görünmüyor.”
“Bunlardan herhangi bir şey anlıyor musun?”
Martinson oturdu. “Hayır,” dedi. “Kesinlikle anlamıyorum. Anlamak istediğimden de emin değilim.”
“Ama anlamak zorundayız. Bu işi yapıyorsak.”
Martinson, Wallander’e baktı. “Biliyorsun, sık sık işi bırakmayı düşünürüm. En son düşündüğümde benimle konuşup beni ikna ettin. Bir sonraki sefere bu kadar kolay olmayacak ama.”
Wallander endişeliydi. Martinson’u kaybetmek istemiyordu, aynı şekilde Höglund da istifa dilekçesiyle kapısını çalsa hiç memnun olmazdı. “Belki gidip şu Hökberg denen kızla konuşuruz,” dedi.
“Bir şey daha var.”
Wallander sandalyede arkasına yaslandı. Martinson’un elinde birkaç belge vardı.
“Buna bakmanı istiyorum. Dün gece olmuş. Ben nöbetçiydim ve seni yataktan çıkarmanın çok gerekli olduğunu düşünmedim.”
“Anlatsana.”
Martinson alnını kaşıdı. “Gece devriyelerinden biri, saat bir civarı aradı ve şehirdeki mağazaların orada bir ATM’nin önünde ölü bir adam olduğunu söyledi.”
“Hangisinde?”
“Vergi dairesinin yanındaki.”
Wallander başıyla onayladı.
“Arabayla bakmaya gittik. Doktora göre, adam öleli çok olmamış, en fazla iki saat dedi. Elbette otopsi raporunu birkaç gün sonra alırız.”
“Ne olmuş?”
“Mesele de bu. Başında çok kötü bir yara vardı ama birisi ona vurdu mu, adam yere düşüp mü yaralandı, anlayamadık.”
“Soyulmuş mu?”
“Cüzdanı yanındaydı ve paralar da duruyordu.”
Wallander bir saniye düşündü. “Kimse bir şey görmemiş yani?”
“Hayır.”
“Adam kimmiş?”
Martinson belgeye baktı. “Adı Tynnes Falk. 47 yaşında, o civarda oturuyormuş. Apelbergs Caddesi 10 numarada en üst katta kiracıymış.”
Wallander elini havaya kaldırdı.
“Apelbergs Caddesi 10 numara mı?”
“Evet.”
Wallander yavaş yavaş başını salladı. Yıllar önce, Mona’dan boşanmasının hemen ardından, Saltsjöbaden Oteli’ndeki bir dans gecesinde bir kadınla tanışmıştı. Wallander çok sarhoştu. Kadınla birlikte evine gitmişti ve ertesi sabah tanımadığı bir kadının yanında, hiç bilmediği bir yatakta uyanmıştı, kadının adını hatırlamıyordu. Hemen giysilerini giymiş ve oradan ayrılmış, kadını da bir daha görmemişti. Her nedense Wallander o kadının Apelbergs Caddesi 10 numarada oturduğundan emindi.
“Adresi tanıdın mı?” dedi Martinson.
“Sadece seni duymadım.”
Martinson ona şaşırarak baktı. “Sessiz mi söyledim?”
“Lütfen devam et.”
“Adam bekârmış, boşanmış. Eski karısı hâlâ burada yaşıyor ama çocukları taşınmışlar. 19 yaşındaki oğlu Stockholm’de okuyor. Kızı 17 yaşında ve Paris’teki bir büyükelçilikte dadılık yapıyor. Eski karısına haber verildi.”
“Adam nerede çalışıyormuş?”
“Kendi işini yapıyormuş galiba. Bir çeşit bilgisayar danışmanı.”
“Ve soyulmamış?”
“Hayır ama ölmeden hemen önce ATM’de banka hesabını incelemiş. Onu bulduğumuzda dekont hâlâ elindeydi.”
“Ve hiç para çekmemiş?”
“Kayıtlara göre hayır.”
“Tuhaf. En mantıklı senaryo, birisinin o para çekerken arkasında bekleyip nakit elindeyken arkadan ona vurmuş olması.”
“Benim de aklımdan bu geçti tabii ki ama en son cumartesi günü para çekilmiş ve o zaman bile büyük bir miktar çekilmemiş.”
Martinson, Wallander’e içinde kan lekeli bir banka dekontu olan bir poşet uzattı. Hesap özeti gece yarısını iki geçe alınmıştı. Wallander poşeti Martinson’a geri verdi.
“Nyberg ne diyor?”
“Başındaki yara haricinde hiçbir şeyin bir suça işaret etmediğini söyledi. Adam muhtemelen kalp krizi geçirmiş.”
“Belki de adam hesabında görünenden daha büyük bir meblağ görmeyi bekliyordu,” dedi Wallander düşünceli bir hâlde.
“Neden öyle düşündün?”
Wallander de merak ediyordu bunu. Ayağa kalktı. “İyisi mi otopsi raporunu bekleyelim. O zamana dek bir suç işlenmemiş gibi hareket edeceğiz, şimdilik rafa koyalım bu mevzuyu.”
Martinson belgelerini topladı. “Hökberg’e atanan avukatla konuşacağım. Ne zaman buraya gelebilir, bir öğreneyim, o zaman konuşursun kızla.”
“Çok da istemiyorum aslında,” dedi Wallander. “Ama konuşmalıyım galiba.”
Martinson odadan çıktı, Wallander de tuvalete gitti. Kan şekerinin yüksek olmasından dolayı durmadan tuvalete çıktığı günlerin sona ermesine şükretmeliydi.
Bir saat boyunca kaçak sigara dosyası üstünde çalıştı, bir yandan da Höglund için yapmayı kabul ettiği şey zihninin bir köşesini kemiriyordu.
Saat dördü iki geçe Martinson arayıp Hökberg ve avukatının hazır olduğunu söyledi.
“Avukat kimmiş?” dedi Wallander.
“Herman Lötberg.”
Wallander onu tanıyordu. Yaşı geçkinlerden biriydi ve çalışması kolay bir insandı. “Beş dakika sonra oradayım,” dedi Wallander ve telefonu kapattı.
Tekrar pencere kenarına yürüdü. Rüzgâr hızlanmıştı, karatavuklar uçmuştu. Wallander, Anette Fredman ve sessiz sessiz yerde oturmuş oyuncağıyla oynayan oğlanı düşündü. Çocuğun korku dolu gözlerini. Başını iki yana salladı ve bunun yerine Hökberg denen kıza soracağı soruları düşünmeye koyuldu. Martinson’un notlarında kızın arka koltukta oturan ve adamın kafasına çekiçle vuran şahıs olduğu yazıyordu. Bir kez de değil, birçok defa vurmuştu. Sanki cinnet geçirmiş gibi.
Wallander bir defter ve kalem alıp odadan çıktı. Yolun yarısında gözlüğünü unuttuğunu fark etti. Geri döndü. Aslında sorulacak tek soru var gerçekten, diye düşündü ifade odasına giderken. Neden yapmışlardı? Paraya ihtiyaçları olduklarını söylemeleri yeterli değildi. Bir yerlerde başka bir cevap daha var, bulmak zorunda olduğum daha derin bir cevap, diye düşündü.

4
Sonja Hökberg, Wallander’in beklediği gibi görünmüyordu. Aslında Wallander tam olarak ne beklediğini anımsayamadı ama o odada tanıştığı kişi değildi beklediği. Wallander içeri girdiğinde Sonja Hökberg oturuyordu. Kız ufak tefek ve zayıftı, üflesen neredeyse uçacaktı. Sarı saçları omuzlarındaydı ve mavi gözlüydü. Masumiyet ve saflık konulu bir dergi reklamında model olabilirdi. Ona gözü dönmüş, çekiçli katil demeye bin şahit isterdi.
Wallander’i odanın dışında kızın avukatı ve Martinson karşılamıştı.
“Kız gayet kendine hâkim,” dedi Lötberg, Wallander’e. “Yapılan suçlama ve cezanın bilincinde olduğundan emin değilim.”
“Mesele suçlama ve itham değil. Kız suçlu zaten,” dedi Martinson altını çizerek.
“Peki ya çekiç?” dedi Wallander. “Bulduk mu?”
“Yatağının altına koymuş. Üstündeki kanı temizleme zahmetine bile girmemiş. Diğer kız bıçağı elden çıkarmış. Hâlâ arıyoruz,” dedi Martinson ve çıktı.
Wallander avukatla birlikte içeri girdi. Kız onlara umutla baktı. Pek gergin görünmüyordu. Wallander başıyla selam verip oturdu. Masada bir kayıt cihazı duruyordu. Wallander kıza uzun uzun baktı. Kız da ona baktı.
“Sakızınız var mı?” diye sordu sonunda kız.
Wallander hayır anlamında başını sallayıp Lötberg’e baktı, Lötberg de hayır anlamında başını salladı.
“Bakalım, daha sonra alırız belki,” dedi Wallander, kayıt cihazını çalıştırdı. “Önce biraz sohbet edeceğiz.”
“Tüm olan biteni zaten anlattım. Neden sakız vermiyorsunuz? Parasını öderim,” dedi kız ve meşe yaprağı şeklinde tokası olan siyah el çantasını kaldırdı. Wallander çantaya el konmamasına şaşırmıştı. “Sakızımı alana kadar ağzımı açmam.”
Wallander telefona uzanıp danışmayı aradı. Ebba halleder, diye düşündü. Ancak hatta tanımadığı bir ses çıkınca Ebba’nın artık emekli olduğunu hatırladı. Altı aydır yoktu ama Wallander yeni danışma görevlisine hâlâ alışamamıştı. Otuzlu yaşlarında, Irene adında bir kadındı. Önceden bir doktorun muayenehanesinde yönetici asistanıymış. Kısa sürede emniyette sevilen biri oldu. Ama Wallander, Ebba’yı özlüyordu.
“Bana sakız lazım,” dedi. “Kimde vardır biliyor musun?”
“Evet,” dedi Irene. “Bende var.”
Wallander telefonu kapatıp danışmaya yürüdü.
“Kız için mi?” diye sordu Irene.
“Çok zekisin.”
Wallander sorgu odasına döndü, Sonja Hökberg’e sakızı verdi ve tüm bunlar olurken kayıt cihazını kapatmayı unuttuğunu fark etti.
“Artık başlayalım,” dedi. “6 Ekim 1997, saat 16.15. Kurt Wallander Sonja Hökberg’i sorguluyor.”
“Yani her şeyi size en baştan mı anlatmak zorundayım?” dedi kız.
“Evet, net konuşmaya ve mikrofona doğru söylemeye çalış.”
“Hepsini çoktan anlattım zaten, neden tekrar olmak zorunda?”
“Benim başka sorularım olabilir.”
“En baştan hepsinin üstünden geçmek içimden gelmiyor.”
Wallander bir an için kızda kaygıdan eser olmayışına hayret etti.
“Maalesef iş birliği yapmak zorundasın,” dedi. “Çok ciddi bir suçla itham ediliyorsun ve suçunu da kabul ettin. Şu an nitelikli saldırı söz konusu, eğer taksicinin hâli daha kötüye giderse, senin durumun daha da fena olabilir.”
Lötberg, Wallander’e onaylamayan bir bakış attıysa da ağzını açmadı.
Wallander en baştan başladı. “Adın Sonja Hökberg ve 2 Şubat 1978 günü doğmuşsun.”
“Yani balık burcuyum. Senin burcun ne?”
“Şu anda bunun yeri değil. Buraya sorularımı cevaplamaya geldin, hepsi bu. Anladın mı?”
“Aptala benzer bir hâlim mi var?”
“Burada Ystad’da, Trastvägen 12 numarada anne babanla birlikte yaşıyorsun.”
“Evet.”
“Emil adında, 1982 doğumlu bir erkek kardeşin var.”
“Bu sandalyede oturması gereken o, ben değilim.”
Wallander kaşlarını kaldırdı.
“Neden öyle dedin?”
“Eşyalarımı karıştırmadan duramaz. Hep eli benim eşyalarımda. Çok kavga ederiz.”
“Eminim küçük kardeşinin olması zor bir durumdur ama şimdilik bu konuyu bir kenara koyalım.”
Kız hâlâ istifini bozmuyor, diye düşündü Wallander. Bu umursamazlığı sinirine dokunmaya başlıyordu.
“Geçen salı yaşanan olayları anlatmaya başlar mısın?”
“Aynı şeyin üstünden iki kere geçmek ne eziyet, çok sıkıcı.”
“Yapacak bir şey yok. Sen ve Eva Persson o akşam dışarı çıktınız?”
“Burada yapacak hiçbir şey yok. Keşke Moskova’da yaşasaydım.”
Wallander’in nutku tutulmuştu. Lötberg bile şaşırdı.
“Neden Moskova?”
“Bir yerlerde gördüm, orada hep heyecanlı şeyler oluyormuş. Hiç Moskova’ya gittiniz mi?”
“Hayır. Sadece sorularıma cevap ver. Evet, o gece dışarı çıktınız.”
“Biliyorsunuz zaten.”
“Eva ve sen yakın arkadaş mısınız?”
“Değilsek neden gece çıkalım? Sizce ben hoşlanmadığım insanlarla çıkıp gezecek bir tipe mi benziyorum?”
Wallander ilk kez kızın ses tonunda bir duygu yakalar gibi oldu. Sabırsız görünüyordu.
“Birbirinizi ne zamandır tanıyorsunuz?”
“Çok uzun değil.”
“Ne kadardır?”
“Birkaç yıl.”
“Senden beş yaş küçük.”
“Beni örnek alıyor.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Bana kendi söyledi. Beni örnek alıyormuş.”
“Neden peki?”
“Onu kendisine soracaksınız.”
Soracağım, diye düşündü Wallander. Ona soracak çok şeyim var. “Bana o gece olanları anlatır mısın?”
“Of Tanrım!”
“Anlatmalısın, istesen de istemesen de. Mecbur kalırsak burada böyle sabaha kadar otururuz.”
“Birer bira içtik.”
“Eva Persson daha 14 yaşında olmasına rağmen mi?”
“Daha büyük gösteriyor.”
“Sonra ne oldu?”
“Birer bira daha söyledik.”
“Ondan sonra?”
“Taksi çağırdık. Ama bunların hepsini zaten biliyorsunuz. Neden sorup duruyorsunuz?”
“Bu taksiciye saldırmaya mı karar verdiniz?”
“Para lazımdı.”
“Ne için?”
“Hiç, öylesine.”
“Dur bir bakalım, doğru anlamış mıyım: Paraya ihtiyacınız vardı ama herhangi bir şey için değil, öylesine.”
“Evet.”
Hayır, hiç de değil, diye düşündü Wallander. Kızın cevabında bir parça öz güvensizlik sezinlemişti. Dikkatini arttırdı. “Normalde insanlar paraya bir şeyler için ihtiyaç duyar.”
“Bizde öyle olmadı.”
Ah, evet, öyleydi, diye içinden geçirdi Wallander. Fakat şimdilik bu konunun üstüne gitmemeye karar verdi.
“Bir taksiciyi soyma fikri nasıl geldi aklınıza?”
“Konuştuk işte.”
“Restoranda mı?”
“Evet.”
“Yani daha önceden konuşmamıştınız?”
“Niye konuşalım ki?”
Lötberg ellerine bakıyordu.
“Yani restorana gitmeden önce taksiciye saldırma niyetinizin olmadığını söylesek doğru olur mu? Kimin fikriydi?”
“Benim.”
“Eva itiraz etmedi?”
“Hayır.”
Bir şeyler tutmuyor, diye düşündü Wallander. Kız yalan söylüyor ama son derece sakin.
“Restorandan taksiyi çağırttınız, sonra gelmesini beklediniz. Doğru mu?”
“Evet.”
“Peki ama çekiç ve bıçak nereden çıktı? Saldırıyı önceden planlamadıysanız yani.”
Kız, Wallander’in gözlerinin içine baktı. “Ben hep yanımda çekiç taşırım,” dedi. “Eva’da da bıçak vardır.”
“Neden?”
“Başınıza ne geleceği belli olmaz.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Sokaklar manyak dolu. İnsan kendini koruyabilmeli.”
“Yani hep çantanda bu çekiçle sokağa çıkarsın?”
“Evet.”
“Daha önce hiç kullandın mı?”
Lötberg kafasını kaldırıp baktı. “Bu sorunun davayla bir ilişiği yok,” dedi.
“O ne demek?” dedi Sonja Hökberg.
“İlişiği mi? Yani bu soruyu sorması uygun değil.”
“Yine de cevap verebilirim. Çekici daha önce hiç kullanmadım ama Eva bir kere birisini kesti. Ona dokunup yoklamaya çalışan sapığın tekiydi.”
Wallander’in aklına bir fikir geldi ve daha önceki soru silsilesinden saptı. “Restoranda biriyle buluştunuz mu? Birisiyle randevunuz var mıydı?”
“Hayır.”
“Erkek arkadaşın yok mu?”
“Hayır.”
Fazla çabuk cevapladı, diye düşündü Wallander. Bunu aklının bir köşesine not etti.
“Taksi geldi ve çıktınız?”
“Evet.”
“Ondan sonra ne yaptınız?”
“Sence? Adama gitmek istediğimiz yeri söyledik.”
“Rydsgård’a gitmek istediğinizi söylediniz. Neden?”
“Bilmem. Bir şey dememiz lazımdı ve ilk aklımıza gelen yer orasıydı.”
“Eva sürücünün yanında öne oturdu, sen de arkada oturdun. Buna da önceden mi karar verdiniz?”
“Plan buydu.”
“Ne planı?”
“Sürücüyü yolda durduracaktık, Eva arka koltukta yanıma oturmak isteyecekti. İşte o zaman onu haklayacaktık.”
“Yani silahlarınızı kullanmaya kesin karar vermiştiniz zaten.”
“Daha genç olsaydı yapmayacaktık.”
“O zaman ne yapacaktınız?”
“O zaman eteklerimizi yukarı sıyırıp davetkâr davranarak durmasını sağlayacaktık.”
Wallander terlemeye başladığını hissetti. Kızın gamsızlığı ve lakaytlığı sinirini bozmaya başlamıştı. “Neye davet?”
“Sence?”
“Onu kandırıp sizinle seks yapabileceğini düşünmesini sağlayacaktınız?”
“Seni iğrenç moruk.”
Lötberg öne eğildi. “Sözlerine dikkat etmen gerekiyor.”
Hökberg adamın suratına baktı. “Nasıl istersem öyle konuşurum.”
Lötberg tekrar arkasına yaslandı. Wallander devam etmeye karar verdi.
“Gelgelelim, taksici yaşı büyük bir adamdı. Arabayı durdurdunuz. Sonra?”
“Kafasına vurdum. Eva da onu bıçakladı.”
“Kaç kere vurdun?”
“Bilmiyorum. İki kere. Saymadım.”
“Onu öldürmekten korkmadın mı?”
“Para lazımdı.”
“Ben onu sormadım. Bilmek istediğim şu, vurduğun darbelerin ölümcül olabileceğinin bilincinde miydin?”
Sonja Hökberg omuz silkti. Wallander bekledi ama kız cevap vermedi. Wallander’in son soruyu tekrar etmeye mecali yoktu.
“Paraya ihtiyacın olduğunu söylüyorsun. Ne için?”
“Özel bir şey için değil. Söyledim ya.”
“Sonra ne oldu?”
“Cüzdanını ve cep telefonunu alıp eve yürüdük.”
“Cüzdana ne oldu?”
“İçindeki parayı bölüştük, Eva cüzdanı bir yere attı.”
Wallander, hızlıca Martinson’un notlarına göz attı.
Lundberg’in üstünde 600 kron vardı. Persson’dan talimatları aldıktan sonra cüzdanı bir kâğıt çöpünde bulmuşlardı. Hökberg cep telefonunu almıştı. Polis telefonu kızın odasında buldu. Wallander saati söyledi, sorguyu sonuçlandırdığını söyleyip kayıt cihazını kapattı. Hökberg gözleriyle hareketlerini takip etti.
“Artık eve gidebilir miyim?”
“Hayır, esasında gidemezsin,” dedi Wallander. “19 yaşındasın ve mahkemelerimizin gözünde bir yetişkinsin. Ağır bir suç işledin, mahkemeye çıkacaksın.”
“Bu da demektir ki?”
“Burada emniyette kalacaksın?”
“Neden?”
Wallander, Lötberg’e bakıp ayağa kalktı. “Orasını avukatın açıklar bence.”
Wallander odadan çıktı. Midesi bulanıyordu. Hökberg rol yapmıyordu. Birazcık bile yanlış bir şey yaptığını düşünmüyordu. Wallander, Martinson’un odasına girip oturdu. Martinson telefondaydı ama birazdan kapatacağını işaret etti. Wallander beklerken içinden feci hâlde sigara içmek geldi. Bu aslında hiç olmazdı. Ancak Sonja Hökberg’le görüşmesi son derece rahatsız ediciydi.
Martinson telefonu kapattı. “Nasıl geçti?”
“Kız her şeyi itiraf etti. Buzdolabı kadar soğukkanlı bir şekilde.”
“Persson da aynı durumda ve daha 14 yaşında.”
Wallander, Martinson’a sorgularcasına bir bakış attı. “Dünya nereye gidiyor böyle?”
“Hiç bilmiyorum.”
Wallander cidden sarsılmıştı.
“Henüz küçücükler.”
“Biliyorum, biliyorum. En ufak bir pişmanlık duymuyorlar.”
Bir süre sessiz kaldılar, Wallander hiçbir şey hissetmediğini düşündü. Nihayet konuşan Martinson oldu.
“Neden durmadan işten ayrılsam mı diye düşünüyorum, şimdi anlıyor musun?”
Wallander ayaklandı. “Aynı şekilde, ayrılmaman neden bu kadar önemli, anlıyor musun?” Pencereye doğru yürüdü. “Lundberg nasıl?”
“Durumu hâlâ kritik.”
“İşin özüne inmeliyiz, adam ölse de ölmese de. Sırf biraz para koparmak için adama öylece saldırmadılar. Ya özel bir şey için paraya ihtiyaçları vardı ya da saldırı bambaşka bir sebeple yapılmıştı.”
“Mesela?”
“Bilmiyorum. Tüm bu olayda daha derin bir şey olduğunu düşünüyorum.”
“En muhtemel senaryo şey değil mi, sarhoştular ve biraz para bulmak için bu manyak planı yaptılar? Sonuçlarını hiç düşünmeden?”
“Neden öyle düşünüyorsun?”
“Dediğin gibi bu kadar sıradan bir şey olduğunu sanmıyorum.”
Wallander başını salladı. “Eh, orada hemfikiriz. Ama sebepleri neydi, ben bunu bilmek istiyorum. Yarın Persson’la konuşacağım, anne babasıyla da. Kızların erkek arkadaşı var mıymış?”
“Persson birisinden bahsetti.”
“Hökberg’in yok mu?”
“Hayır.”
“O zaman yalan söylüyor. Onun da takıldığı biri var, eninde sonunda onu da bulacağız.”
Martinson not aldı. “Kim üstleniyor? Sen mi ben mi?”
Wallander’in cevabı hazırdı. “Ben yaparım. Bu ülkede ne olup bittiğini öğrenmek istiyorum.”
“Bana uyar.”
“Sen de hemen kurtuldum diye sevinme ama. Ne sen ne Hansson ne de Höglund kurtuldu bu işten. Bu saldırının altını kazımalıyız. Kasıtlı adam öldürmeye teşebbüs olduğundan eminim ve eğer Lundberg ölürse işte o zaman al sana cinayet.”
Wallander odasına gitti. Saat beş buçuktu ve hava kararmıştı bile. Kurt Wallander, Sonja Hökberg’i ve neden kızların paraya bu kadar çok ihtiyaç duyduğunu düşündü. Yoksa bambaşka bir sebep mi vardı? Arkasından Anette Fredman’ı düşündü.
Hâlâ yapacak işleri vardı fakat odasında oturmaya daha fazla dayanamadı. Paltosunu aldığı gibi dışarı çıktı. Sert sonbahar rüzgârı yüzünü yaktı. Arabayı çalıştırınca motordan gelen garip sesi duydu. Otoparktan çıkarken alışverişe gitmeye karar verdi. Buzdolabı tam takırdı, Hansson’la girdiği iddiadan kazandığı bir şişe şampanya vardı sadece. Wallander iddianın ne olduğunu artık hatırlayamıyordu. Anlık bir dürtüyle, bir gece önce adamın öldüğü ATM’nin önünden geçmeye karar verdi. Alışverişini de o civarlardaki bir marketten yapabilirdi.
Arabayı park ettikten sonra ATM’ye doğru yürüdü. Tekerlekli sandalyeli bir kadının para çekmesini bekledi. Kaldırımın asfaltı pürüzlü ve engebeliydi. Wallander etrafına bakındı. Yakınlarda hiç apartman ve ev yok gibi görünüyordu. Gecenin bir vakti, bu meydan oldukça ıssız olmalıydı. Güçlü sokak lambalarına rağmen, bir adam çığlık atıp yere yığıldığında onu ne duyan ne gören olurdu.
Wallander en yakındaki markete girip gıda reyonunu buldu. Her zamanki can sıkıntısı ve kararsızlıkla rafları gözleriyle taradı. Sepetini hemen çeşitli ürünlerle doldurdu, parasını ödedi ve marketten çıktı. Tekrar arabaya bindiğinde motordan gelen o gizemli ses artmış gibiydi. Evine girer girmez siyah takım elbisesini çıkardı. Duş alırken sabunun bitmek üzere olduğunu fark etti. Akşam yemeğinde biraz sebze çorbası yaptı, lezzetli olduğunu tadınca çok şaşırdı. Kahve yapıp fincanıyla oturma odasına gitti. Yorgundu. Televizyonda ilginç bir şey bulamadan kanalları gezdi, sonra telefonuna uzanıp Stockholm’deki Linda’yı aradı. Sadece ismen tanıdığı iki kadınla Kungsholmen’de aynı evi paylaşıyordu. İki yakasını bir araya getirebilmek için bazen yakınlardaki bir restoranda garsonluk yapıyordu. Wallander en son gittiğinde orada yemek yemiş ve oranın yemeklerini beğenmişti. Ancak kızının bangır bangır çalan müziğe tahammül edebilmesine şaşırmıştı.
Linda artık 26 yaşındaydı. İlişkileri iyiydi fakat Wallander onu düzenli aralıklarla görebilmeyi özlüyordu.
Telesekreter çıktı. Ne Linda ne ev arkadaşları evdeydi. Mesaj İngilizce tekrar edildi. Wallander kim olduğunu ve önemli bir şey olmadığını söyledi. Ahizeyi yerine koyup gözlerini kahvesine dikti. Soğumuştu. Bu şekilde yaşamaya devam edemem, diye düşündü sinirlenerek. Daha 50 yaşındayım ama kendimi ihtiyar ve zayıf hissediyorum.
Akşam yürüyüşüne çıkması gerektiğini biliyordu ama çıkmamak için bir bahane bulmaya çalıştı. Sonunda spor ayakkabılarını giyip sokağa çıktı.
Döndüğünde saat sekiz buçuktu. Yürüyüş sayesinde zihni açılmış, morali yükselmişti.
Telefon çaldı. Wallander, Linda arıyor olmalı, diye düşündü. Fakat arayan Martinson’du.
“Lundberg öldü. Az önce hastaneden aradılar.”
Wallander hiçbir şey demedi.
“Yani Hökberg ve Persson cinayet işlemiş oldu.”
“Biliyorum,” dedi Wallander. “Biz de temizlenecek iyi bir pisliğe bulaşmış olduk.”
Ertesi sabah sekizde toplantı yapmaya karar verdiler. Söyleyecek başka bir şey yoktu.
Wallander televizyonun karşısında oturup haberleri izledi, aklı bambaşka bir yerdeydi. İsveç kronu dolar karşısında değer kaybetmişti. İlgisini çeken tek haber, Trustor adlı sigorta şirketi hakkındaydı. Bugünlerde koskoca bir şirketin tüm parasını hortumlamak ve kimsenin iş işten geçene kadar fark etmemesi ne tuhaftır ki tereyağından kıl çekmek kadar kolaydı.
Linda aramadı. Wallander on birde yattı. Uyumasıysa çok uzun sürdü.

5
Wallander 7 Ekim Salı sabahı altıyı biraz geçe boğaz ağrısıyla uyandı. Ter içindeydi, grip olduğunun farkındaydı. Bir süre yatakta uzanıp evde mi kalsam diye kafasında tarttı ama Johan Lundberg’in öldüğü gerçeği onu ayaklandırmıştı. Duşunu aldı, kahve hazırlayıp ateş düşürücü haplardan yuttu. Hap kutusunu da cebine soktu. Evden çıkmadan önce kendini zorlayıp bir kâse yoğurt yedi. Mutfak penceresinin dışındaki sokak lambası serin rüzgârda sallanıyordu. Hava kapalıydı ve sıcaklık iki dereceydi. Wallander çekmecesinde kalın bir kazak aradı. Linda’yı arasam mı diye düşündü ama saat çok erkendi. Sokağa çıktığında yapmak zorunda olduğu işleri düşündü, listeyi mutfak masasında bırakmıştı. Bugün bir şey satın alacaktı ama eve dönüp listeyi almaya mecali yoktu.
Her zamanki güzergâhından emniyete gitti. Bu yoldan her arabayla geçişinde vicdan azabı çekiyordu. İşe yürüyerek gitmeliydi, kan şekerini sağlıklı bir değerde tutmalıydı. Bugün bile yürüyemeyecek kadar hasta değildi.
Arabasını park etti, saat yedide odasına girdi. Wallander masasına oturur oturmaz ne alması gerektiğini hatırladı. Sabun. Bir köşeye not etti. Sonra bütün dikkatini cinayet dosyasına verdi.
Bir önceki günden kalan tatsız duyguların bir kısmı geri geldi. Hökberg’in duygusuzluğunu hatırladı. Kızın insani bir duygu zerresi gösterdiğine, bunu kendisinin algılayamadığına dair kendini ikna etmeye çalıştı. Ama yersizdi. Bu durumlarla ilgili tecrübeleri ona yanılmadığını söylüyordu. Kantine kahve almaya gitti. Martinson’un odasının önünde durdu çünkü o da erkenciydi. Kapı açıktı. Wallander, Martinson’un kapı açıkken nasıl çalışabildiğini hayal edemiyordu. Eğer bir şeye tam odaklanacaksa Wallander için kapalı kapı olmazsa olmazdı.
“Burada olacağını tahmin etmiştim,” dedi Martinson, Wallander’i eşikte görünce.
“Bugün kendimi pek iyi hissetmiyorum,” dedi Wallander.
“Üşüttün mü?”
“Ekim ayında muhakkak boğazım ağrır.”
Oldum olası hasta olmaktan endişelenen Martinson sandalyesini birkaç santim geri itti.
“Evde kalsaydın,” dedi. “Bu gariban Lundberg davası çözüldü bile.”
“Kısmen,” dedi Wallander. “Henüz cinayet sebebi yok. Yok yere paraya ihtiyaçları olduğu lafını ben yutmadım. Bıçağı buldunuz mu?”
“Nyberg ilgileniyor. Henüz konuşmadım.”
“Arasana.”
Martinson yüzünü ekşitti. “Sabahları onunla konuşmak pek kolay olmuyor.”
“O zaman ben ararım.”
Wallander, Martinson’un telefonuna uzanıp Nyberg’in evini aradı. Birkaç saniye sonra arama cep telefonuna aktarıldı. Nyberg açtı ama bağlantı kötüydü.
“Benim, Kurt. Bıçağı buldun mu diye soracaktım.”
“Hava hâlâ karanlıkken herhangi bir şey bulmamız mümkün mü acaba?” diye terslendi Nyberg.
“Persson’un bıçağı nereye koyduğunu söylediğini sanıyordum?”
“Taramamız gereken yüz metrelerce arazi var. ‘Eski mezarlıkta bir yerlere’ fırlatıp atmış.”
“Yanınıza getirilse ya?”
“Oradaysa buluruz,” dedi Nyberg.
Konuşmayı bitirdiler.
“Ben de dün gece pek rahat uyuyamadım,” dedi Martinson. “Kızım Terese, Eva Persson’u tanıyor. Hemen hemen aynı yaştalar. Persson’un da bir anne babası var. Acaba şu anda neler yaşıyorlardır? Bildiğim kadarıyla kız tek çocukları.”
Bu söylediklerini ikisi de uzun uzun düşündü. Sonra Wallander hapşırmaya başladı. Hemen odadan çıktı. Konuşma yarıda kalmıştı.
Sabah 8’de toplantı odalarından birinde toplandılar. Wallander her zamanki gibi masa başında oturuyordu. Hansson ve Höglund da oradaydı. Martinson pencere kenarında dikilmiş, telefonda konuşuyordu, muhtemelen karısıyla. Wallander hep, bir saat önce birlikte kahvaltı ettikten sonra hâlâ birbirilerine söyleyecek ne buluyorlar böyle, diye merak ederdi. Aslında odaya umutsuzluk ve bunalım hâkimdi. Lisa Holgersson içeri girdi, Martinson konuşmasını sona erdirdi.
Hansson ayağa kalkıp kapıyı kapattı. “Nyberg’in burada olması gerekmiyor mu?” dedi.
“Eski Mezarlık’ta, bıçağı arıyor,” dedi Wallander. “Bulacağını varsayabiliriz bence.”
Holgersson’a baktı. Kadın toplantıyı açması için ona başıyla işaret verdi. Wallander kendi kendine, kaç defa bu durumda kaldığını sorguladı. Sabahın köründe uyanmış, iş arkadaşlarıyla bir masanın başına oturmuş, bir suçu aydınlığa kavuşturmaya çalışıyordu.
Başlaması için onu bekliyorlardı.
“Johan Lundberg dün gece öldü,” dedi. “Duymayan varsa diye söylüyorum.”
Masadaki Ystad Allehanda gazetesini gösterdi. Taksicinin ölümü ön sayfada, manşetten verilmişti.
“Dolayısıyla Hökberg ve Persson isimli iki kız cinayet işlemiş oldu. Buna başka bir isim veremeyiz, ne de olsa Hökberg detaylarıyla itiraf etti. Bunu planlamışlar ve yanlarında da cinayet aletini taşıyorlarmış. Karşılarına çıkan taksiciye saldıracaklarmış. Çekici ele geçirdik, Lundberg’in boş cüzdanını ve cep telefonunu da. Bıçağı da bulmamız lazım. İki kız da suçlamaları reddetmedi, hiçbiri diğerini suçlamadı. Sanıyorum ki meseleyi en geç yarın savcıya gönderebiliriz. Persson’un yaşı küçük olduğu için davası çocuk mahkemesine sevk edilecek. Otopsi sonucu henüz gelmedi ama bence bu talihsiz dosyadaki rolümüzün nihayete erdiğine kanaat getirebiliriz.”
Wallander herhangi birisi bir şey söyleyecek mi diye bekledi.
“Neden yapmışlar?” diye sordu sonunda Holgersson. “Çok anlamsız geliyor.”
Wallander birisinin bu soruyu sormasını umuyordu, böylece kendisi ortaya sürmek zorunda kalmayacaktı. “Hökberg bu noktada Nuh diyor, peygamber demiyor,” dedi. “Her iki sorgusunda da önce Martinson’a, sonra bana aynısını söyledi. Paraya ihtiyaçları varmış. Hepsi bu.”
“Ne için?” diye sordu Hansson.
“Ne için olduğunu bilmiyoruz. Anlatmıyorlar. Hökberg’e inanmamız gerekirse, kendileri bile bilmiyorlardı. Sadece para istiyorlardı.” Wallander devam etmeden önce masadakilere tek tek baktı. “Bence gerçeği söylemiyorlar. Hökberg’in yalan söylediğinden eminim. Persson’la henüz konuşmadım. Paraya belli bir nedenle ihtiyaçları vardı. Bundan eminim. Aynı zamanda Persson, Hökberg ne derse onu yapıyor diye düşünüyorum. Bu onu daha az suçlu kılmaz ama birbirileriyle ilişkilerine dair daha uygun bir resim çizer.”
“Bir önemi var mı ki?” dedi Höglund. “Paraya ister giysi için ister başka bir şey için ihtiyaçları olsun, ne fark eder?”
“Sanırım bu noktada fark etmez. Savcı kesinlikle Hökberg’i mahkûm ettirmeye yetecek kadar delile sahip.”
“Daha önce bizimle hiç başları belaya girmemiş,” dedi Martinson. “Veri tabanımızı hızlıca taradım. İkisi de okulda gayet başarılıymış.”
Wallander bir kez daha davaya yanlış açıdan yaklaştıklarını hissetti. Ya da en azından cinayete dair başka açıklamaların üstünü çizmekte fazla hızlı hareket ediyorlardı. Ancak Wallander içine doğan bu sezgileri kelimelere dökemediği için hiçbir şey demedi. Cinayet sebebi, parayla ilgili olabilirdi. Sadece diğer olasılıklara karşı da temkinli olmalıydılar.
Telefon çaldığında Hansson açtı. Bir süre sonra ahizeyi yerine koydu. “Nyberg’di,” dedi. “Bıçağı bulmuşlar.”
Wallander başıyla onaylayıp önündeki dosyayı kapattı. “Doğal olarak, gene de anne babalarıyla konuşmalı ve soruşturmaya dair detaylı bir analiz yapmalıyız ama bence elimizdeki ön bilgileri savcıya gönül rahatlığıyla aktarabiliriz.”
Holgersson konuşmak için el kaldırdı. “Basın toplantısı düzenlememiz lazım. Telefonlar susmuyor. İki kızın böyle şiddet içerikli bir suç işlemesi hâlâ çok sıra dışı bir olay.”
Wallander, Höglund’a baktı ama Höglund olumsuz anlamda başını çevirdi. Son birkaç yıldır, medyayla uğraşan genelde oydu, Wallander’in nefret ettiği bir işti bu. Fakat bu kez değildi. Wallander anlıyordu.
“Ben yaparım,” dedi. “Saati belli mi?”
“Öğlen biri öneriyorum.”
Wallander not aldı.
Görevleri bölüştüler, Wallander toplantıyı sona erdirdi. Herkes bu olaydan bir an evvel kurtulmak istiyordu. Oldukça tatsız bir davaydı ve hiç kimse buna gereğinden bir dakika bile fazla vakit ayırmak istemiyordu. Wallander, Hökberg ailesini ziyaret edecekti. Martinson ve Höglund da Eva Persson ve anne babasıyla konuşacaktı.
Çok geçmeden oda bomboş kaldı. Wallander grip semptomlarının kötüye gittiğini hissetti. En azından belki bir gazeteciye bulaştırırım, diye düşündü, cebinde kâğıt mendil aradı.
Koridorda Nyberg’e rastladı. Nyberg bot ve kalın kaban giyiyordu, saçları oraya buraya dağılmıştı. Aksiliği üstündeydi, çok belliydi.
“Bıçağı bulduğunu duydum,” dedi Wallander.
“Anlaşılan ülkede temel bakıma yetecek kadar para bile kalmamış,” dedi Nyberg. “Bileğimize kadar yaprağa battık ama sonunda bulduk.”
“Nasıl bir bıçakmış?”
“Mutfak bıçağı. Bayağı büyük bir şey. Ucu kırılmış, muhtemelen kaburgaya falan denk gelmiş, o yüzden kız sağlam bir güç uygulamış olmalı. Ama bir yandan da ucuz bir bıçak.”
Wallander başını iki yana salladı.
“İnanması güç,” dedi Nyberg. “İnsan hayatına saygı denen temel erdeme ne olmuş, bilmiyorum. Ne kadar para almışlar?”
“Henüz bilmiyoruz ama aşağı yukarı 600 kron kadar. Daha fazla olamaz. Lundberg işinin başındaymış ve asla fazla nakitle çıkmazmış işe.”
Nyberg ağzının içinden bir şeyler mırıldanıp yürüyüp gitti. Wallander tekrar odasına döndü. Bir süre ne yapacağını bilemeden masasında oturdu. Boğazı acıyordu. Nihayet derin bir iç çekerek dosyayı açtı. Hökberg’ler, Ystad’ın batısında oturuyordu. Wallander adresi yazdı, ayağa kalktı, paltosunu giydi. Tam çıkarken telefon çaldı. Telefonu açtı. Linda arıyordu. Arka fondan gelen gürültü ve takırtıya bakılırsa kızı restorandaydı.
“Mesajını bu sabah aldım,” dedi.
“Bu sabah mı?
“Dün gece evde yoktum.”
Wallander kızına geceyi nerede geçirdiğini sormaması gerektiğinin farkındaydı. Bu sadece Linda’nın tepkisine sebep olur, Linda telefonu suratına kapatırdı.
“Eh, öyle özel bir şey için aramadım,” dedi. “Nasılsın diye merak ettim.”
“İyiyim. Sen nasılsın?”
“Biraz üşütmüşüm. Yoksa her şey bildiğin gibi. Acaba bu yakınlarda şehre gelip beni görme planın var mı?”
“Hiç vaktim yok.”
“Yol paranı öderim.”
“Dedim ya, vaktim yok. Paradan dolayı değil.”
Wallander, Linda’nın fikrinin değişmeyeceğini anladı. Kızı da aynı onun gibi inatçıydı.
“Sen nasılsın bu arada?” dedi Linda tekrar. “Baiba ile bu aralar görüştün mü, konuştun mu hiç?”
“O defter çok uzun zaman önce kapandı. Biliyorsun.”
“Bu gidişin hiç iyi değil.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Biliyorsun ne demek istediğimi. Mızmızlık yapıyorsun. Daha önce öyle konuşmazdın.”
“Sence mızmızlık mı yapıyorum?”
“Şu anda yapıyorsun işte. Ama bir teklifim var. Bence bir çöpçatanlık ajansını aramalısın.”
“Çöpçatanlık ajansını mı?”
“Randevulaşabileceğin birisini bulmak için. Yoksa benim hangi geceyi nerede geçirdiğimi kara kara düşünen, mızmızın önde gideni, yaşlı bir adama döneceksin.”
İçimi okudu, diye düşündü Wallander. Neysem oyum.
“Yani gazeteye ilan mı vermeliyim sence?”
“Evet, ya da eş bulan o şirketlerden birini kullanabilirsin.”
“Hayatta yapmam.”
“Nedenmiş?”
“Ben öyle şeylere inanmıyorum.”
“Neden inanmıyorsun?”
“Bilmiyorum.”
“Eh, benden sana bir öneriydi işte. Sen bunu bir düşün. İşe dönmem lazım.”
“Neredesin?”
“Restorandayım.”
Vedalaşıp telefonu kapattılar. Wallander, Linda’nın geceyi nerede geçirdiğini merak etti. Birkaç yıl önce Linda, Lund’da tıp okuyan Kenyalı bir gençle takılıyordu. Ancak ilişkileri bitmişti ve Wallander o zamandan beri, Linda’nın kimle çıktığını bilmiyordu, sadece ara sıra yeni birileriyle tanıştığından haberi vardı. Biraz sinirlendi, biraz kıskandı. İlan vermek ya da çöpçatanlık ajanslarına başvurmak onun aklından geçtiyse de hep son dakika caymıştı. Sanki bir kere bu kararı verdi mi kabul edilemez bir çaresizliğin dibine batmış olacaktı.
Dışarı adımını atar atmaz sert rüzgârdan dolayı üşüdü. Wallander arabasına binip motoru çalıştırdı, kötüye giden o garip seslere kulak verdi. Sonra Hökberg’lerin oturduğu eve doğru sürdü. Martinson’un raporundan, sadece Hökberg’in babasının “kendi işini” yaptığı bilgisine ulaşmıştı. Ne işi olduğunu hiç bilmiyordu. Küçük ön bahçeleri temiz ve derli topluydu. Wallander zili çaldı. Bir süre sonra bir adam kapıyı açtı. Wallander daha önce tanıştıklarını hemen anladı. Bir kere gördüğü yüzü kolay kolay unutmazdı. Ancak adamla nerede ve ne zaman tanıştığını bilmiyordu. Adam da Wallander’i hemen tanımıştı.
“Sensin demek,” dedi. “Polisin kapıyı çalacağını tahmin etmiştim ama senin gelmeni beklemiyordum.”
Wallander’in içeri girmesi için kenara çekildi. Bir yerlerden televizyon sesi duydu. Bu adamla daha önce nerede tanıştıklarını hatırlayamadı.
“Beni tanıdığını sanıyorum?” dedi Hökberg.
“Evet, tanıdım,” dedi Wallander. “Ama tam çıkaramadım.”
“Erik Hökberg desem, bir şey çağrıştırır mı?”
Wallander hafızasını taradı.
“Ve Sten Widén?”
Birden hatırladı. Stjärnsund’da at çiftliği olan Sten Widén. Ve Erik. Üçü operaya çok düşkündü. Sten aralarında en çok operayla ilgili olandı, Erik de onun çocukluk arkadaşıydı ve birlikte plakçaların yanına oturup Verdi’nin operalarını dinlerlerdi.
“Evet, şimdi hatırladım,” dedi Wallander. “Ama o zaman adın Hökberg değildi, değil mi?”
“Karımın soyadını aldım. Çocukken adım Erik Eriksson’du.”
Hökberg iri yarı bir adamdı. Wallander’e uzattığı palto askısı elinde küçücük kalmıştı. Wallander onu zayıf hatırlıyordu ama şimdi dalyan gibiydi. Bu yüzden de bağlantıyı kurmakta zorlanmış olmalıydı.
Wallander paltosunu astı, Hökberg’in arkasından oturma odasına girdi. Odanın ortasında bir televizyon vardı ama kapalıydı. Ses başka bir odadan geliyordu. Oturdular. Wallander söze nasıl başlayacağını düşündü.
“Olanlar çok kötü,” dedi Hökberg. “Yani, ne oldu da böyle bir şey yaptı, anlayamıyorum.”
“Daha önce şiddete meyilli miydi?”
“Hiç.”
“Peki ya karın? Evde mi?”
Hökberg koltuğuna çuval gibi yığılmıştı. Yüzündeki yağ tabakalarının altından Wallander şimdi ona fersah fersah uzakta görünen bir geçmişte kalmış başka bir çehrenin ana hatlarını seçebiliyordu.
“Emil’i alıp Höör’deki kız kardeşine gitti. Burada kalmaya dayanamadı. Gazeteciler telefon edip duruyordu. Hiç merhametleri yok. Bazıları gecenin olmadık bir vakti arıyordu.”
“Onunla konuşmak zorundayım maalesef.”
“Biliyorum. Polise ona orada ulaşabileceklerini söyledim.”
Wallander nasıl devam edeceğini kestiremedi. “Sen ve karın olanlar hakkında konuşmuşsunuzdur.”
“O da benim kadar şaşkın, anlayamıyor. İkimiz de şoktayız.”
“Sonja’yla aranız iyi midir?”
“Hiç problem yaşamadık.”
“Peki annesiyle arası nasıldı?”
“Aynı. Ara sıra atışırlardı ama sıradan şeyler. Onu tanıdığımdan beri bir problem çıkmadı.”
Wallander kaşlarını çattı.
“Nasıl yani?”
“Benim üvey kızım olduğunu biliyordun, değil mi?”
Raporda yazmış olsa Wallander mutlaka hatırlardı.
“Sadece Emil ortak çocuğumuz,” dedi Hökberg. “Ben onunla tanıştığımda Sonja iki yaş civarındaydı. 17 yıl önceydi. Ruth ve ben bir Noel partisinde tanıştık.”
“Sonja’nın babası kim?”
“Adı Rolf. Kızla hiç ilgilenmemiş. Ruth’la evlenmemişler bile.”
“Nerede olduğunu biliyor musun?”
“Birkaç sene önce vefat etti. İçe içe öldü gitti.” Wallander paltosunun cebinde tükenmez kalem aradı. Hem gözlüğünü hem defterini unuttuğunu zaten fark etmişti. Cam sehpada bir tomar gazete duruyordu.
“Sakıncası yoksa bir parça koparabilir miyim?”
“Polisin kırtasiye malzemesine yetecek parası yok mu artık?”
“İyi bir soru. Not defterimi unutmuşum da.”
Wallander kâğıdı bir derginin üstüne koyup yazdı. İngilizce yazılmış bir finans dergisi olduğu dikkatini çekti.
“Sakıncası yoksa, ne iş yaptığını sorabilir miyim?”
Cevap çok şaşırtıcıydı.
“Borsada oynuyorum.”
“Anladım. Bu ne anlama geliyor yani?”
“Hisse alıp satıyorum, yabancı döviz alıp satıyorum. Aynı zamanda bahislere giriyorum, daha çok İngiliz kriket maçlarına. Bazen Amerikan beyzbol iddialarına da yatırım yapıyorum.”
“Yani kumar oynuyorsun?”
“Bildiğimiz kumar değil. At yarışlarına asla girmem. Ama hisse senedi alıp satmaya da bir tür kumar denebilir herhâlde.”
“Tüm bunları evden yapıyorsun yani?”
Hökberg ayağa kalkıp Wallander’e onu takip etmesini işaret etti. Bitişikteki odaya girince Wallander eşikte kaldı. Bu odada sadece bir değil, üç televizyon vardı. Ekranların en altından çeşitli rakamlar akıyordu. Duvarda dünyanın çeşitli yerlerindeki zamanı gösteren bir saat asılıydı. Âdeta hava trafiği kontrol kulesine girmek gibiydi.
“İnsanlar hep teknoloji sayesinde dünya küçüldü der,” dedi Hökberg. “Bence orası tartışılır. Ancak şu bir gerçek ki benim dünyamı tartışılmaz biçimde büyüttü. Ystad’ın ucundaki bu alelade evden dünyanın bütün piyasalarına ulaşabiliyorum. Londra ya da Roma’daki bahis merkezleriyle temas kurabiliyorum. Hong Kong piyasasında vadeli işlem yapıp Jakarta’da Amerikan dolarıyla satabiliyorum.”
“Gerçekten o kadar basit mi?”
“Hiç değil. İzinler gerekiyor, iyi kontakların ve bilgin olması lazım. Ama ben bu odaya adım attığımda dünyanın tam merkezindeyim. İstediğim yerdeyim. Güç ve hassasiyet yan yana yürüyor burada.”
Oturma odasına döndüler.
“Sonja’nın odasını da görmek isterim,” dedi Wallander. Hökberg merdivenlerden çıkarken ona eşlik etti. Wallander’in, oğulları Emil’e ait olduğunu düşündüğü odanın önünden geçtiler.
“Ben aşağıda beklerim,” dedi Hökberg. “Bana ihtiyacın yoksa yani.”
“Hayır, gerek yok.”
Wallander, Hökberg’in ağır adımlarla alt kata indiğini duydu. Odanın kapısını açtı. Tavan aşağı eğimliydi ve pencerelerden biri aralıktı. İncecik perde rüzgârda dalgalanıyordu. Wallander uzun tecrübelerinden öğrenmişti ki ilk izlenim her zaman çok önemliydi. Yakından inceleme yapıldığında ilk bakışta göze çarpmayan önemli detaylara ulaşılabilirdi ancak Wallander, her zaman o ilk izlenimine bir dönerdi.
Bu odada bir insan yaşıyordu. Wallander’in aradığı kişi oydu. Yatak toplanmıştı; pembe, çiçekli yastıklar vardı. Duvarlardan birinde bir raf dolusu oyuncak ayıcık duruyordu. Gardırop kapağı aynalıydı ve yerde kalın bir halı vardı. Pencere kenarında bir çalışma masası vardı ama üstünde hiçbir şey yoktu. Wallander çok uzun bir süre kapının eşiğinde durup odaya baktı. Sonja Hökberg burada yaşıyordu. Wallander odaya girdi, yatağın yanına diz çöküp altına baktı. Her taraf ince bir toz tabakasıyla kaplıydı, sadece bir noktada, oradan alınmış bir şeyin izi kalmıştı. Wallander ürperdi. Çekicin bulunduğu yer burası olmalı, diye düşündü. Ayağa kalktı, çalışma masasının çekmecelerini açtı. Hiçbir çekmece kilitli değildi. Hatta kilit bile yoktu. Ne aradığını bilmiyordu aslında. Belki bir günlük ya da birkaç fotoğraf. Ancak çalışma masasında dikkatini çeken hiçbir şey yoktu. Wallander yatağa oturup kızla karşılaşmasını düşündü.
Odayı kapının ardından görür görmez dikkatini çeken bir şey fark etmişti.
Bir uyumsuzluk. Hökberg ve odası birbiriyle uyuşmuyordu. Onu burada, bu pembe yastıkların ve ayıcıkların arasında hayal edemiyordu. Yine de burası onun odasıydı işte. Wallander bunun ne anlama geliyor olabileceğini çözmeye çabaladı. Hangisi gerçeğe daha yakındı: Emniyette tanıştığı o pervasız kız mı, yoksa yaşadığı, yatağının altında çekiç sakladığı bu oda mı?
Yıllar önce Rydberg ona dinlemenin inceliklerini öğretmişti: Her odanın kendi yaşamı ve nefesi vardır. Kulak verip dinlemek zorundasın. Bir oda, içinde yaşayan insan hakkında birçok sır anlatır.
Wallander ilk başta Rydberg’in bu tavsiyesine şüpheyle yaklaşmıştı ancak zaman içinde, Rydberg’in ona hayati öneme sahip bir bilgi verdiğine kanaat getirmişti.
Wallander’in başı ağrımaya başlıyordu, özellikle şakakları zonkluyordu. Kalkıp gardırobun kapısını açtı. Giysiler askıdaydı, yerde ayakkabılar diziliydi. Kapının iç kısmında Şeytanın Avukatı filminin posteri asılıydı. Başrol oyuncusu Al Pacino’ydu. Wallander bu aktörü Baba filminden hatırlıyordu. Gardırobun kapağını kapatıp çalışma masasının yanındaki sandalyeye oturdu. Odaya yeni bir açıdan bakmış oldu.
Bir şey eksik, diye düşündü. Linda’nın odasının ergenlik yıllarındaki hâlini anımsadı. Tabii ki bazı pelüş oyuncaklar vardı. Ama ondan öte, her yer hayranlık duyduğu idollerin resimleriyle doluydu, zaman zaman bu idoller değişirdi ama muhakkak birileri asılıydı.
Hökberg’in odasında bu tarz bir şey yoktu. Kız 19 yaşındaydı ve sadece gardırobun içinde bir film afişi asılıydı. Wallander orada birkaç dakika daha oturdu, sonra odadan çıkıp merdivenlerden indi.
Hökberg ona dikkatlice baktı.
“Bir şey buldun mu?”
“Sadece şöyle bir bakmak istemiştim.”
“Ona ne olacak?”
Wallander başını iki yana salladı. “Bir yetişkin gibi mahkemeye çıkarılacak. Suçu işlediğini itiraf etti. Ona pek insaflı davranmazlar.”
Hökberg bir şey demedi. Wallander adamın ıstırap içinde olduğunu anladı.
Wallander, Hökberg’in Höör’deki baldızının numarasını bir kâğıda not etti. Evden çıkıp emniyete dönerken sağlığı gitgide kötüleşiyordu. Basın toplantısından sonra doğruca eve gidip kendini yatağa atacaktı.
Danışmaya adım atmasıyla Irene el sallayarak onu yanına çağırdı. Kadının beti benzi atmıştı.
“Bir şey mi oldu?” dedi.
“Bilmiyorum,” dedi Irene. “Seni arıyorlar ve her zamanki gibi cep telefonun yanında değil.”
“Kim beni arıyor?”
“Herkes.”
Wallander’in sabrı taştı. “Ne demek herkes? Hangi herkes?”
“Martinson. Ve Lisa.”
Wallander, doğrudan Martinson’un odasına gitti. Hansson da oradaydı.
“Ne oldu?”
Martinson dedi ki: “Hökberg kaçtı.”
Wallander kulaklarına inanamayarak bakakaldı. “Kaçtı mı?”
“Gitmiş. Bir saat önce. Elimizdeki bütün personeli onu aramakla görevlendirdik ama kız puf, kayboldu gitti.”
Wallander arkadaşlarına baktı. Arkasından paltosunu çıkarıp oturdu.

6
Wallander’in neler olduğunu anlaması uzun sürmedi. Birisi, temel güvenlik önlemlerini önemsemeyen birisi dikkatsiz davranmıştı. Ancak hepsinden öte o birisi, Sonja Hökberg’in göründüğü gibi masum bir genç kız olmadığını, daha birkaç gün önce feci bir cinayet işlediğini unutmuştu.
Yaşananları en başa sarıp sıralamak kolaydı. Hökberg bir hücreden diğerine alınacaktı. Avukatıyla buluşmuştu ve nezarete geri götürülecekti. Götürülmeyi beklerken tuvalete gitmek için izin istemişti. Tuvaletten çıktığında nöbetçi memurun sırtı dönük, odalardaki birisiyle sohbet ettiğini görmüştü. Böylece doğrudan ters yöne yürümüştü. Kimse onu durdurmaya çalışmamıştı. Ön kapıdan elini kolunu sallaya sallaya çıkıp gitmişti. Kimse onu görmemişti. Ne Irene ne de başka biri. Yaklaşık beş dakika sonra, nöbetçi polis tuvalete girmiş ve kızın orada olmadığını görmüştü. Kızın avukatıyla konuştuğu odaya bakmıştı, orada da olmadığını fark edince hemen güvenliğe haber vermişti. Bu esnada Hökberg’in sırra kadem basmak için tam on dakikası vardı.
Wallander inledi, baş ağrısının daha da beter bir hâl aldığını hissetti.
“Elimizdeki bütün personeli ayağa kaldırdım,” dedi Martinson. “Kızın babasını da aradım. Sen de oradan yeni çıkmıştın. Bize nereye gidiyor olabileceğini gösteren herhangi bir şey gördün mü?”
“Annesi, Höör’de kız kardeşiyle kalıyor.” Martinson’a numarayı verdi.
“Oraya yayan gitmeyi planlıyor olamaz,” dedi Hansson.
“Ehliyeti var,” dedi Martinson, ahizeyi kulağına bastırıp. “Otostop çekebilir, araba çalabilir.”
“Persson’la konuşmamız lazım,” dedi Wallander. “Derhâl. Çocuk olması hiç önemli değil, bildiği her şeyi bize anlatacak.”
Hansson çıkmak için ayaklandı, ortadan kaybolan kızı yeni öğrenen Holgersson’la neredeyse burun buruna geldi. Martinson, telefonda Hökberg’in annesiyle konuşurken Wallander de Holgersson’a kızın nasıl kaçtığını anlattı.
“Bu kesinlikle kabul edilemez,” dedi Holgersson. Burnundan soluyordu.
Wallander kadının bu yönünü seviyordu. Eski müdürleri Björk böyle zamanlarda hep kendi namına leke sürülmesinden endişelenirdi.
“Böyle olayların yaşanmaması lazım,” dedi Wallander. “Ama oluyor. Esas önemli olan kızın izini sürmemiz. Sonra güvenlik önlemlerimizin üstünden geçip bu olaydaki hata kime ait göreceğiz.”
“Sence daha fazla suç işleme tehlikesi var mı?”
Wallander bir an düşündü. Hökberg’in odası gözünde canlandı, rafta yan yana sıralanmış ayıcıklar vardı.
“Bu noktada onun hakkında fazla bir şey bilmiyoruz,” dedi Wallander. “Ancak bu ihtimali elememeliyiz.”
Martinson telefonu kapattı.
“Annesiyle konuştum,” dedi. “Höör’deki polis arkadaşlarla da görüştüm. Ne yapmaları gerektiğini biliyorlar.”
“Gerçekten biliyor muyuz, emin değilim,” dedi Wallander. “Ama o kızın bir an önce yakalanmasını istiyorum.”
“Kaçış planlı mıymış?” dedi Holgersson.
“Görevli memura göre hayır,” dedi Martinson. “Bence kız durumdan istifade etti.”
“Ah, planlıydı,” dedi Wallander. “Sadece en doğru ânı kolluyordu. Buradan kaçıp kurtulmak istiyordu. Avukatıyla konuşan var mı? Ondan yardım umabilir miyiz?”
“Kimsenin aklına geldiğini sanmam,” dedi Martinson. “Kızla konuşması biter bitmez emniyetten ayrılmış.”
Wallander ayağa kalktı. “Ben onunla konuşurum.”
“Basın toplantısı ne olacak?” diye sordu Holgersson. “O işi ne yapsak?”
Wallander kol saatine baktı. Saat on bir yirmiydi.
“Planladığımız üzere toplantıyı yapacağız, olan biteni anlatacağız, istesek de istemesek de.”
“Sanırım ben de orada olmalıyım,” dedi Holgersson.
Wallander cevap vermedi. Odasına döndü, başı zonkluyordu. Her yutkunduğunda boğazı acıyordu.
Şu anda yatakta olmalıyım, diye geçirdi içinden. Oysa ben bir taksiciyi öldüren ergen kızların peşindeyim.
Masasının çekmecelerinden birinde kâğıt mendil buldu, elinden geldiğince yüzünü gözünü sildi. Ateşi çıkmıştı, deli gibi terliyordu. Hökberg’in avukatına telefon etti.
“Beklenmedik bir olay,” dedi Lötberg, Wallander anlatmayı bitirince.
“Buna olsa olsa problem denir,” dedi Wallander. “İşimize yarayacak bir bilgi verebilir misin?”
“Sanmıyorum. Kızla iletişim kurmak zordu. Dışarıdan bakıldığında çok sakin görünüyordu ama aslında neler olup bittiği hakkında hiçbir fikrim yok.”
“Erkek arkadaşından bahsetti mi? Görmek istediği birisi?”
“Hayır.”
“Hiç kimse mi?”
“Persson ne yapıyor diye sordu.”
Wallander durdu. “Anne babasını sormadı mı?”
“Aslına bakarsan, hayır.”
Wallander bunu çok garip buldu, odasının verdiği izlenim gibi tıpkı. Şu Sonja Hökberg hakkında hissettiği uyumsuzluk gittikçe derinleşiyordu.
“Elbette benimle temasa geçerse haber veririm,” dedi Lötberg.
Wallander zihninde kızın odasının görüntüsüyle kalakaldı. Bir çocuk odasıydı, diye düşündü. 19 yaşındaki bir kızın odası değildi. Hâlâ 10 yaşındaki bir kızın odasıydı, sanki kız büyürken odası yaş almayı bırakmıştı.
Wallander düşüncelerini daha fazla geliştiremedi ancak önemli bir yolda olduğundan emindi.
Martinson daha yarım saat olmadan Eva Persson’la görüşmeyi ayarlamıştı. Wallander kızı görünce şoka girdi. Kız kısa boyluydu ve taş çatlasın 12 yaşında görünüyordu. Wallander kızın ellerini inceledi, bu ellerin bıçak tuttuğunu, kurbanın göğsüne sapladığını hayal etmeye çalıştı ama başaramadı. Çok geçmeden, bu kızda da Hökberg’i çağrıştıran bir şey dikkatini çekti. Gözlerindeki bakış, o aynı ilgisizlik ve kayıtsızlık.
Martinson onları yalnız bıraktı. Wallander, Höglund da olsun isterdi ancak o, şu anda Hökberg’i arama çalışmalarını organize ediyordu.
Persson’un annesi sanki bir süredir ağlıyor gibiydi. Wallander kadının hâline üzüldü. Kim bilir neler çekiyordu, düşününce içi ürperdi.
Derhâl sadede geldi. “Sonja kaçtı. Nereye gitmiş olabileceğini bana söylemeni istiyorum. Herhangi bir şey söylemeden önce dikkatlice düşün ve bildiğin her şeyi atlamadan anlat. Anladın mı?”
Persson evet anlamında başını salladı.
“Sence nereye gitmiş olabilir?”
“Eve gitmiştir herhâlde. Başka nereye gidebilir?”
Baş ağrısı yüzünden Wallander sabırsızdı. “Eve gitmiş olsaydı onu bulurduk,” dedi biraz sesini yükselterek. Annesi kendi içine kapanır gibi oldu.
“Nerede olduğunu bilmiyorum.”
Wallander not defterini açtı. “Arkadaşları kimler? Normalde kimlerle takılır? Arabası olan bir tanıdığı var mı?”
“Normalde hep o ve ben birlikte takılırız.”
“Ya diğer arkadaşları?”
“Bir de Kalle var sanırım.”
“Soyadı ne?”
“Ryss.”
“Adı Kalle Ryss mi?”
“Evet.”
“Senden bir tane bile yalan istemiyorum, anlıyor musun?”
“Ne bokuna bağırıyorsun lan, yaşlı moruk?”
Wallander neredeyse patlayacaktı, en çok da “yaşlı” diye hitap edilmesine sinirlenmişti.
“Neyin nesiymiş peki?”
“Sörfçü. Sık sık Avustralya’ya gidiyor ama şu anda evde, babasının yanında çalışıyor.”
“Babası ne iş yapıyor?”
“Nalbur dükkânı var.”
“Sonja’yla arkadaşlar yani?”
“Eskiden çıkıyorlardı.”
Persson, Hökberg’in temasa geçmiş olabileceği başka birisini düşünemiyordu. Nereye gitmiş olabileceğini de bilmiyordu. Wallander biraz daha bilgi koparmak için son bir çabayla kızın annesine döndü ama kadın, Sonja hakkında pek bir şey bilmediğini söyledi.
“Kızının en yakın arkadaşı, onun hakkında bir şeyler biliyor olmalısın.”
“Ondan hiç hoşlanmıyordum.”
Persson yana dönüp annesine bir tokat attı. O kadar hızlı olmuştu ki Wallander tepki verip de kızın kolunu tutamadı. Annesi çığlık atmaya başladı, kız annesine vurmaya, küfürler savurmaya devam etti. Wallander’in elini ısırdı ama Wallander onları ayırmayı başardı.
“Defol git yaşlı cadı!” diye bağırdı Persson. “Onu artık görmek istemiyorum!”
Wallander kontrolünü kaybetti. Persson’a bir tokat attı. Hem de çok sert. Kız yere yapıştı. Wallander hemen odadan çıktı, avucu sızlıyordu. Holgersson koridordan koşarak geldi, suratına baktı.
“Ne oldu içeride?”
Wallander cevap vermedi. Eline baktı. Kırmızıya dönmüştü ve acıyordu. İkisi de basın toplantısına erken gelen gazeteciyi görmedi. Son birkaç saniyenin karambolü arasında çaktırmadan kapıya ulaşmıştı. İki, üç, dört fotoğraf çekmişti. Zihninde çoktan manşeti atıyordu.
Basın toplantısı yarım saat geç başladı. Holgersson, devriye polislerinden birinin Hökberg’i göreceği umuduna tutunmuştu. Wallander vaktinde başlamak istemişti çünkü kendini kandırmıyor, böyle bir ihtimalin olmadığını biliyordu, bir yandan da soğuk algınlığı iyice azıyordu.
En sonunda toplantıyı açması için onu ikna etmişti. Muhabirler sinirlenip hayatlarını zorlaştıracaktı yoksa.
“Onlara ne dememi istersin?” dedi Holgersson.
“Hiçbir şey,” dedi Wallander. “Ben halledeceğim. Senin sadece orada olmanı istiyorum, o kadar.”
Wallander müsaade isteyip tuvalete gitti. Suratına soğuk su çarptı, sonra büyük toplantı odasına döndü. Kaç tane muhabirin geldiğini görünce suratını buruşturdu. Holgersson’la birlikte kürsüye çıktı. Gazeteciler oturdu. Wallander önündeki kalabalığa baktı. Bazılarını tanıyordu. Bazılarını da ismen biliyordu, çoğuysa tamamen yabancıydı.
Onlara ne desem, diye geçirdi içinden. İnsan ne söyleyeceğini bildiğini sansa bile asla hayalindeki gibi çıkmıyordu ağızdan.
Holgersson muhabirlere hoş geldiniz deyip Wallander’i tanıttı.
Bundan nefret ediyorum, diye düşündü Wallander içinden. Sadece hoşlanmamak değil. Medyayla yaptığımız bu toplantılar yok mu? Hayatın bir gerçeği, biliyorum ama bundan nefret ediyorum.
İçinden sessizce üçe kadar sayıp başladı.
“Geçen salı akşamı Ystad’da, bir taksi şoförü vahşi bir saldırıya uğradı ve soyuldu. Bildiğiniz üzere adam aldığı yaralar sonucu öldü. O günden beri iki kişi suçu işlemekle itham edildi ve ikisi de suçlarını itiraf etti. Saldırganlardan biri reşit değil, sonuç olarak, bu basın toplantısında isim açıklamayacağız.”
Gazetecilerden biri el kaldırdı.
“İki saldırganın da kadın olduğu doğru mu?”
“O kısma geleceğim, merak etme,” dedi Wallander.
Gazeteci, genç ve ısrarcıydı. “Bu basın toplantısı saat birde başlayacaktı. Saat bir buçuğu geçti. Bizim de yetiştirmemiz gereken işler olduğunu es geçiyorsunuz herhâlde.”
Wallander bu soruyu duymazdan geldi.
“Dolayısıyla bu dava dosyası bir cinayet,” dedi. “Bunun olağan dışı, vahşice işlenmiş bir cinayet olduğunu saklamaya hiç gerek yok. Bu yüzden de soruşturmayı bu kadar hızlı çözüme kavuşturabilmek içimizi rahatlatıyor.”
Arkasından derin bir nefes aldı. Ne kadar derin olduğunu bilmediği bir havuza dalıyor gibi hissetti kendini.
“Üzülerek söylüyorum ki bir sıkıntı oldu. Saldırganlardan biri elimizden kaçtı. Kısa sürede onu yakalamayı umuyoruz tabii.”
Önce odada çıt çıkmadı. Sonra her kafadan bir soru çıktı.
“Adı ne?”
Wallander, Holgersson’a baktı, Holgersson başıyla onay verdi. “Sonja Hökberg.”
“Nerede tutuluyordu?”
“Burada emniyette.”
“Nasıl olabilir bu?”
“Bu meseleyi de derinlemesine araştırıyoruz.”
“Bu ne demek?”
“Tam ne demek olduğunu düşünüyorsan o demek. Hökberg’in gözaltındayken nasıl kaçabildiğini anlamaya çalışıyoruz demek.”
“Onu tehlikeli diye tanımlamak doğru mu olur?”
Wallander duraksadı. “Henüz kamu için bir tehdit mi değil mi bilmiyoruz.”
“Ya tehdittir ya değildir zaten? Hangisi?”
Wallander sinirlerine çok zor hâkim oluyordu, bugün ikinci kez gözü dönebilirdi. Bu süreci nihayete erdirip, eve gidip yatmaktan daha çok istediği bir şey yoktu. “Sıradaki soru.”
Muhabirin pes etmeye niyeti yoktu. “Ben kesin bir cevap istiyorum. Kız tehlikeli mi değil mi?”
“Sana cevabımı verdim. Sıradaki soru.”
“Silahlı mı?”
“Bilmiyoruz.”
“Lundberg yani taksici, nasıl saldırıya uğradı?”
“Bir bıçak ve çekiçle saldırmışlar.”
“Cinayet silahları elinizde mi?”
“Evet.”
“Görebilir miyiz?”
“Hayır.”
“Neden?”
“Soruşturmayla ilintili nedenlerden. Sıradaki soru.”
“Ulusal çapta polis alarma geçirildi mi?”
“Şu anda sadece bölge ekibi alarmda. Şimdilik size söyleyeceklerimiz bu kadar.” Wallander’in kapanış cümlesi bir itiraz fırtınasıyla karşılandı. Birtakım önemli soruların havada kaldığının farkındaydı fakat Wallander ayağa kalktı, Emniyet Müdürü Holgersson’u da yanında götürdü.
“Şimdilik bununla idare etsinler,” dedi.
“Daha uzun kalsa mıydık?”
“O zaman sen devralmak zorundasın. Gerekli bilgiyi edindiler. Geri kalanı bizden daha iyi doldururlar.”
Televizyon ve radyo kanallarından gelen gazeteciler röportaj istiyordu. Wallander bir mikrofon ve kamera silsilesini geride bırakmak zorunda kaldı.
“Kendi başına halletmek zorundasın,” dedi Holgersson’a. “Ya da Martinson halletsin. Benim eve gitmem lazım.”
Koridora ulaşmışlardı. Holgersson ona şaşkınlık içinde baktı.
“Eve mi gidiyorsun?”
“Elinle alnıma bakabilirsin. Hastayım. Ateşim yüksek. Orada Hökberg’i bulup basının o kahrolası sorularını cevaplayabilecek bir sürü polis var.”
Bir cevap beklemeden oradan ayrıldı. Yanlış yaptım, diye düşündü Wallander. Burada kalıp bu kaotik durumu düzeltmeye çalışmalıyım. Ama hiç hâlim yok işte.
Odasına girdi, paltosunu giydi. Çalışma masasına bırakılmış bir not dikkatini çekti. Martinson’un el yazısıydı. Patolog raporuna göre, Tynnes Falk doğal sebeplerden ölmüş. Suç yok. Şimdilik rafa kaldır.
Wallander’in bunun ATM’nin yanında ölü bulunan adamla ilgili olduğunu hatırlaması birkaç saniyesini aldı. Endişe edecek şeylerden biri azaldı, diye düşündü.
Gazetecilerden kaçmak için garajdan geçerek çıktı. Rüzgâr artık çok sert esiyordu. Wallander fark edilmemek için başını öne eğerek arabasına kadar koşmak zorunda kaldı. Anahtarı çevirince hiçbir şey olmadı. Tekrar denedi, defalarca denedi ama motor tamamen sessizdi.
Wallander kemerini çözüp arabadan çıktı, kilitleme zahmetine bile girmedi. Maria Caddesi’ne dönerken alması gereken kitabı hatırladı. Ama beklemek zorundaydı. Her şey beklemek zorundaydı. Şu anda Wallander’in tek istediği uyumaktı.
Uyandığında sanki bir rüyadan son sürat koşarak çıkmıştı. Bir basın toplantısının ortasındaydı fakat bu toplantı Hökberg’in evinde yapılıyordu. Wallander tek bir soruya bile cevap veremiyordu.
Derken odanın en arkalarında birden babası gözüne çarptı. Televizyon kameraları onu hiç rahatsız etmemiş gibiydi ve sakin sakin en sevdiği sonbahar manzarasının resmini yapıyordu.
Tam o noktada Wallander uyanmıştı. Yatakta uzandı, seslere kulak verdi. Rüzgâr pencereye vuruyordu. Wallander başını yana çevirdi. Baş ucundaki saat dokuz buçuğu gösteriyordu. Neredeyse yedi saattir uyuyordu. Yutkunmaya çalıştı. Boğazı hâlâ şişti ve acıyordu. Ama ateşi düşmüştü. Hökberg’in hâlâ firarda olduğundan emindi. Yoksa onu haberdar ederlerdi. Wallander ayağa kalkıp mutfağa girdi. Sabun alma notu oradaydı. Alması gereken kitabı da yapılacaklar listesine ekledi. Sonra kendine çay yaptı. Boş yere limon aradı. Sebzelikte buruşmuş domatesler ve yarısı çürümüş bir salatalık vardı, attı. Çay demlenince fincanını oturma odasına götürdü.
Telefona uzanıp emniyeti aradı. Tek ulaşabildiği kişi Hansson’du.
“Nasıl gidiyor?”
Hansson’un sesi yorgun geliyordu.
“Sırra kadem bastı.”
“Tek bir iz bile yok ha?”
“Hayır, hiç kimse görmemiş. Emniyet Genel Müdürü arayıp memnuniyetsizliğini dile getirdi.”
“Hiç şüphem yok. Ama şu anda onu duymazdan gelelim.”
“Hastaymışsın.”
“Yarına toparlanırım.”
Hansson ona soruşturmanın gidişatını aktardı. Wallander’in işleyişe bir itirazı yoktu. Hökberg’i bölge çapında arıyorlardı ve ulusal teşkilatı da alarma geçirmişler, her an desteklerini isteyebileceklerini bildirmişlerdi. Hansson kayda değer bir gelişme olursa ona haber vereceğini söyledi.
Wallander, Verdi’nin La Traviata operasının CD’sini koydu. Koltuğa uzanıp gözlerini kapattı. Persson’u ve annesini düşündü, kızın birden patlamasını ve akılları durduracak kayıtsızlıktaki bakışlarını hatırladı. Derken telefon çaldı. Wallander oturup müziği kıstı.
“Kurt?”
Sesi anında tanımıştı. Wallander’in yakın ve muhtemelen de en eski dostlarından biri olan Sten Widén’di.
“Uzun zaman oldu.”
“Biz hep uzun aralıklarla konuşuruz zaten. Nasıl gidiyor, nasılsın? Emniyetten sana ulaşmaya çalıştığımda hasta olduğunu söylediler.”
“Boğazım ağrıyor. Önemli bir şeyim yok.”
“Seni görmek isterim.”
“Şimdi çok uygun bir zaman değil. Haberleri okudun mu?”
“Ben hiç haber izlemem ve gazete okumam. Yarış sayfası hariç.”
“Birisi nezaretten kaçmayı başardı. Onu bulmak zorundayım. Ondan sonra buluşabiliriz.”
“Sana hoşça kal demek istemiştim.”
Wallander midesine bir yumru oturduğunu hissetti. Sten hasta mıydı? Aşırı alkol kullanımı sonunda karaciğerini bitirmiş miydi?
“Neden? Neden veda ediyorsun?”
“Evimi satıp buradan ayrılıyorum.”
Widén son birkaç yıldır şehirden ayrılmaktan bahsediyordu. Babasından miras kalan çiftlik, yıllardır ona kâr getirmiyordu. Wallander sayısız konuşmalarını, yeni bir yaşam kurma hayallerini dinlemiş ancak Widén’in fikirlerini hiçbir zaman ciddiye almamıştı, tıpkı kendi hayallerini ciddiye almadığı gibi. Görünüşe bakılırsa, bu bir hata olmuştu. Sten sarhoşken, ki çoğunlukla sarhoştu, abartırdı. Gelgelelim şimdi ayıktı ve enerji doluydu. Konuşmasındaki olağan yavaşlık ve pelteklik yoktu.
“Ciddi misin?”
“Evet. Gidiyorum.”
“Nereye?”
“Daha karar vermedim.”
Wallander midesindeki yumrunun gittiğini fark etti ama şimdi içinde kıskançlık belirmişti. Sten Widén’in hayali onunkinden daha canlıydı.
“En kısa zamanda gelirim. Birkaç gün içinde.”
“Burada olacağım.”
Wallander uzun süre oturup kara kara düşündü. İçindeki kıskançlıktan kaçamıyordu. Polisliği bırakma hayalleri son derece uzak görünüyordu ona. Widén’in şu anda yaptığı şeyi Wallander asla ama asla yapamazdı.
Çayını içti, fincanını mutfağa geri götürdü. Pencerenin dışındaki termometre bir dereceyi gösteriyordu. Ekim ayının ilk günlerine göre soğuktu.
Wallander tekrar koltuğa yürüdü. Müzik hâlâ usul usul çalıyordu. Wallander televizyon kumandasına uzandı. Elektrikler kesildi.
Önce sigorta attı zannetti fakat el yordamıyla cam kenarına ulaşınca sokak lambalarının bile kapkara olduğunu gördü. Tekrar koltuğa oturup bekledi.
Skåne’nin büyük bir bölümü karanlıkta kalmıştı.

7
Telefon çaldığında Olle Andersson uyuyordu.
Baş ucu lambasını açmaya çalıştı ama yanmadı. Böylece arayan kişinin hangi konuda onu aradığını anlamış oldu. Her zaman yatağının baş ucunda duran güçlü feneri yaktı ve ahizeyi kaldırdı. Tam tahmin ettiği gibi, Sydkraft’ın yirmi dört saat çalışan operasyon merkezinden arıyorlardı. Arayan Rune Ågren’di. Andersson, o gece, 8 Ekim gecesi, Ågren’in nöbetçi olduğunu zaten biliyordu. Malmö’lüydü ve 30 yılı aşkın süredir kamu hizmeti veren çeşitli kurumlarda çalışmıştı. Önümüzdeki yıl emekli olacaktı. Doğruca sadede geldi.
“Skåne’nin yüzde yirmi beşinde elektrik yok.” Andersson şaşırmıştı. Son birkaç gündür çok sert rüzgârlar esiyordu ama fırtınaya yakın bir durum yoktu.
“Ne olduğunu Tanrı bilir,” dedi Ågren. “Ancak Ystad trafosu bu durumdan etkilenmiş. Giyinip oraya bir bakmaya gitsen iyi olur.”
Andersson durumun acil olduğunun farkındaydı. Şehirlere ve kırsal kesimdeki evlere elektrik aktaran karmakarışık ağ içinde Ystad ana trafosu, başlıca bağlantı noktalarından biriydi. Eğer buraya bir şey olursa, Skåne’nin çoğu öyle ya da böyle etkilenirdi. Bunun olmaması için birileri hep görev başındaydı. Bu hafta Ystad bölgesi için nöbetteki isim Andersson’du.
Trafoya varması on dokuz dakika sürdü. Alan tamamen karanlıktı. Ne zaman elektrik kesilse ve Andersson sorunun kaynağını anlamaya gitse aynı soru aklına takılırdı: Daha yüzyıl öncesine değin bu zifiri karanlık normaldi. Elektriğin icadı her şeyi değiştirmişti. Şu anda hayatta olan hiç kimse artık elektriksiz hayatın nasıl olduğunu hatırlamıyordu. Ama aynı zamanda toplumun ne kadar hassas olduğunu da düşünürdü. En kötü durum senaryosunda güç kaynağındaki bir tek kopukluk sonucu ülkenin üçte biri karanlığa gömülebilirdi.
“Geldim,” dedi telsizden Ågren’e.
“Acele et o zaman.”
Trafo bir tarlanın ortasındaydı. Düzenli aralıklarla “İzinsiz Girmek Yasaktır” ve “Tehlike! Yüksek Akım!” tabelaları konmuştu. Andersson rüzgâra karşı kendini siper etti, elinde bir anahtar takımı ve gözünde kendi tasarladığı, çerçevesine iki küçük pilli fener takılmış koruyucu gözlük vardı. Doğru anahtarı bulup demir kapıların dışında durdu. Kapılar açıktı. Andersson etrafına bakındı. Herhangi bir araba görünmüyordu, insandan eser yoktu. Tekrar telsizini alıp Ågren’e seslendi.
“Demir kapılar kırılıp açılmış,” dedi.
Ågren rüzgâr sesinden onu duymakta zorlanıyordu. Andersson söylediklerini tekrar etmek zorunda kaldı.
“Burada birisi olduğunu sanmıyorum. İçeri giriyorum.”
Demir kapılar daha önce de zorlanmış ve açılmıştı, her seferinde de durum polise bildirilirdi. Bazen polis suçluları yakalardı, genelde sağa sola sataşan bir avuç sarhoş yeni yetme çıkardı altından. Ancak sabotaj ihtimalini de göz önüne alırlardı. Hatta Andersson’un daha bu eylülde katıldığı bir toplantıda Sydkraft güvenlik teknisyenlerinden biri yepyeni bir güvenlik sistemi kurmalarını önermişti.
Andersson başını yana çevirdi. Elinde fener de olduğundan trafonun metal çerçevesinin üstüne üç ışık hüzmesi düştü. Çelik kulelerin ortasında kurulmuş, küçücük gri bir yapı trafonun merkeziydi. Trafo buradaydı. İki farklı anahtarla açılan ya da açılması için çok güçlü patlayıcılar kullanılması gereken çelik bir kapısı vardı. Andersson anahtarlığındaki çeşitli anahtarları renkli bantlarla işaretlemişti. Kırmızı bantlı olan demir kapıları açıyordu, sarı ve mavi olanlarsa çelik kapıyı açmak içindi. Andersson etrafına baktı. Kimse yoktu. Tek duyduğu ses rüzgârdı. Yürümeye başladı ama birkaç adım sonra durdu. Bir şey dikkatini çekmişti. Tekrar sağa sola bakındı. Arkasında birisi mi vardı? Ceketinden sarkan telsizden Ågren’in çatlak sesini duydu. Cevap verme zahmetine girmedi. Durmasına sebep olan neydi? Karanlıkta hiçbir şey yoktu, en azından onun seçebileceği hiçbir şey. Ne var ki ortada kötü bir koku vardı ama muhtemelen tarlalardan geliyordur, diye düşündü Andersson. Çiftçi kısa süre önce toprağı gübrelemiş olmalıydı. Andersson trafo binasına doğru yürümeye devam etti. Kötü kokuyu alabiliyordu hâlâ. Derken Andersson ânında durdu. Çelik kapı aralıktı. Birkaç adım geri gidip telsize sarıldı.
“Kapı açık,” dedi. “Duyuyor musun?”
“Duydum. Ne demek kapı açık?”
“Ne dediysem o işte.”
“Kimse var mı?”
“Bilmiyorum. Kapı zorlanmışa benzemiyor.”
“Peki ama nasıl açık olabilir o zaman?”
“Bilmiyorum.”
Telsiz sessiz kaldı. Andersson kendini çok yalnız hissetti.
Ågren söze girdi. “Yani kapı kilitlenmemiş mi diyorsun?”
“Öyle görünüyor. Ayrıca garip bir koku var.”
“İçeri girip ne olduğuna bakmak zorundasın. Şu anda yukarıdan çok büyük bir baskı var, durumun hemen çözülmesi isteniyor. Patronlar arayıp duruyor, ne halt oldu diye hesap soruyorlar.”
Andersson derin bir nefes alıp kapıya doğru yürüdü, kapıyı biraz daha açtı ve fenerini içeri tuttu. Önce neye baktığını anlayamadı. Kötü kokudan burnunun direği kırıldı. Ne olduğu yavaş yavaş kafasına dank etti. Bu ekim akşamı Skåne’de elektrik kesintisi yaşanıyordu çünkü elektrik hatlarının arasında yanmış bir ceset uzanıyordu. Bu kesintiye bir insan sebep olmuştu.
Sendeleyerek dışarı çıktı ve Ågren’le konuşarak oraya çağırdı.
“Trafo binasının içinde bir ceset var.”
Birkaç saniye geçtikten sonra Ågren cevap verdi. “Tekrar edebilir misin?”
“Orada yanmış bir ceset var. Birisi kısa devre yaptırtıp bütün bölgenin elektriğini kesmiş.”
“Ciddi misin?”
“Duydun işte. Güvenlik önlemlerinde bir aksaklık yaşanmış olmalı.”
“Polisi arıyoruz. Sen olduğun yerde kal. Biz buradan elektriği yeniden vermeye çalışacağız.”
Telsizin sesi kesildi. Andersson tir tir titriyordu. Ne olduğuna inanamıyordu. Bir insan hangi akla hizmet bir trafonun içine girip yüksek voltaj elektrik akımıyla kendini öldürmeye kalkardı? Elektrikli sandalyeye oturtulup idam edilmeyi seçmek gibi bir şeydi bu. Andersson’un midesi bulandı ama arabasına yürüyerek kusmasına engel olmaya çalıştı.
Rüzgâr hâlâ esiyordu ve yağmur başlamıştı.
Ystad emniyetine gece yarısı haber verildi. Sydkraft’ın telefonuna cevap veren polis bilgileri not etti ve hızlı bir değerlendirme yaptı. İşin içinde ölü biri olduğu için nöbetçi komiser Hansson’u aradı. Hansson hemen oraya gideceğini söyledi. Telefonun yanında mum vardı. Ezbere bildiği Martinson’un numarasını çevirdi. Martinson’un telefonu açması biraz uzun sürdü. O da Hansson’u dinleyince durumun ciddi olduğuna kanaat getirdi. Konuşma bitince de Wallander’i aradı.
Wallander elektriğin gelmesini beklerken koltukta uyuyakalmıştı. Telefon çalıp onu uyandırdığında hava hâlâ karanlıktı. Wallander ahizeye uzanırken telefonu yere düşürdü.
“Benim, Martinson. Az önce Hansson aradı.”
Wallander ciddi bir durum olduğunu hissetti.
“Ystad’ın dışında, Sydkraft trafolarından birinde bir ceset bulunmuş.”
“O yüzden mi elektrikler kesik?”
“Bilmiyorum. Ama hasta bile olsan, sana da haber verilmesi gerek diye düşündüm.”
Wallander yutkundu. Boğazı hâlâ acıyordu ama ateşi normale dönmüştü.
“Arabam bozuldu,” dedi. “Beni alman lazım.”
“On dakika sonra oradayım.”
“Beş olsun,” dedi Wallander. “Haber doğruysa, bütün bu bölge elektriksiz kalmıştır.”
Karanlıkta giyindi ve beklemek için sokağa indi. Yağmur yağıyordu. Martinson yedi dakikada geldi. Karanlık şehrin sokaklarından geçtiler. Hansson şehrin çıkışındaki bir kavşakta onları bekliyordu.
“Atık merkezinin kuzeyindeki trafolardan birindeymiş,” dedi Martinson.
Wallander neresi olduğunu biliyordu. Bir keresinde o yakınlardaki bir ormanda yürüyüşe çıkmıştı, Baiba’nın onu ziyarete geldiği günlerden biriydi.
“Tam olarak ne olmuş?”
“Ayrıntıları bilmiyorum. Sydkraft’tan gelen telefonda arızayı düzeltmeye gittiklerinde orada bir ceset bulunduğu söylendi.”
“Geniş bir alana mı etki etmiş?”
“Hansson’a göre, Skåne’nin dörtte biri karanlıkta.”
Wallander inanamıyordu. Elektrik kesintisi nadiren bu kadar geniş alanı kapsardı. Çok büyük bir kış fırtınasından sonra kırk yılda bir yaşanırdı. 1996 sonbaharındaki kasırgadan sonra olmuştu mesela. Ama hava böyleyken değil.
Ana yoldan saptılar. Artık yağmur daha hızlı yağıyordu. Martinson sileceklerini en hızlıda çalıştırıyordu. Wallander yağmurluk almadığına pişman oldu, emniyette park ettiği arabasının bagajında tuttuğu çizmelerine de ulaşamayacaktı.
Hansson arabasını durdurdu. Karanlıkta farlar açıktı. Wallander iş tulumu giymiş bir adamın, onu takip etmelerini işaret ettiğini gördü.
“Burası yüksek voltaj merkezi,” dedi Martinson. “Göreceğimiz manzara hiç de hoş olmayacak.”
Yağmura adım attılar. Buradaki açık arazide rüzgâr daha da sertti. Onlara doğru gelen adam resmen sarsılmıştı. Wallander’in olayın ciddiyeti konusunda şüphesi kalmamıştı artık.
“İçeride,” dedi adam arkasını işaret ederek.
Wallander önden gitti. Yağmur yüzüne kamçı gibi vuruyor, görüşünü etkiliyordu. Martinson ve Hansson arkasında bir yerlerdeydi. Sarsılmış rehberleri de yandan yürüyordu.
“İçeride,” diye tekrar etti, hepsi trafonun önünde durunca.
“İçeride sağlam bir şey var mı?” diye sordu Wallander. “Bağlantı kablolarını kastediyorum.”
“Hayır. Artık hiçbiri çalışmıyor.”
Wallander, Martinson’un fenerini alıp içeri girdi. Yanmış insan etinin iğrenç kokusu burnuna çarptı. Hiçbir zaman alışamayacağı bir kokuydu bu, oysaki evler yandığında ve insanlar içeride mahsur kaldığında defalarca bu kokuya maruz kalmıştı. Hansson büyük ihtimalle kusar, diye düşündü Wallander. Yanık ceset kokusuna dayanamazdı.
Ceset tam anlamıyla kararıp kavrulmuştu. Suratı yoktu. Kablolar, düğmeler ve şalterlerin ortasında kalmıştı.
Wallander, Martinson’un da bakabilmesi için yana çekildi.
“Of Tanrım,” diye inledi Martinson.
Wallander, Hansson’a seslenip Nyberg’i aramasını ve destek kuvvetlerin buraya gelmesinin organize edilmesini istedi.
“Bir de jeneratör getirmelerini söyle,” dedi. “Buraya biraz ışık lazım.”
Tekrar Martinson’a döndü.
“Adamın adı ne, cesedi ilk bulan adam yani?”
“Olle Andersson.”
“Burada ne yapıyormuş?”
“Sydkraft sorunu çözmesi için göndermiş. Acil durumlara karşı hep eğitimli adamları oluyor.”
“Onunla bir konuş. Olayların sıralamasına dair bakalım detay alabilecek misin? Burada çok fazla gezinme, yoksa Nyberg alnını karışlar.”
Martinson, Andersson’u arabalardan birine götürdü. Wallander yalnız kalmıştı. Yere eğilip fenerini cesedin üstüne tuttu. Giysilerden geriye bir şey kalmamıştı. Âdeta bir mumyaya ya da bin yıl sonra bir turba bataklığında bulunmuş bir cesede bakıyor gibiydi. Fakat burası modern bir trafoydu. Elektriğin kesildiği ânı düşünmeye çalıştı. Saat on bir civarlarıydı. Şimdiyse saat bire geliyordu. Eğer elektrik kesintisine bu ceset sebep olmuşsa, demek ki olay yaklaşık iki saat önce yaşanmıştı.
Wallander ayağa kalkıp fenerini yere koydu. Burada ne olmuştu? Biri uzaklardaki bir trafoya girmiş ve intihar ederek muazzam bir elektrik kesintisine sebep olmuştu. Wallander suratını buruşturdu. Hiç mantıklı değildi. Sorular yığılmaya başladı. Feneri almak için yere çömeldi. Yapılacak tek şey Nyberg’i beklemekti.
Aynı zamanda bir şey içini kemiriyordu. Fenerden çıkan ışık hüzmesinin, kararmış kalıntıların üstüne düşmesini izledi. Bu duyguya neyin sebep olduğunu bilmiyordu fakat sanki bir şeylerin artık orada olmadığını ama daha önce orada olduğunu hissediyordu.
Wallander binadan çıktı ve güçlendirilmiş çelik kapıyı inceledi. Zorla girildiğine dair bir iz bulamadı. İki tane çok esaslı kilit vardı. Wallander geldiği yerden dönmek üzere yürümeye başladı. Adımlarını izlemeye çalıştı ki orada olabilecek başka ayak izlerini bozmasın. Demir kapıların önünde kilidi inceledi. Bu kilit zorlanarak açılmıştı. Bu ne anlama geliyordu? Demir kapılar zorlanarak açılmıştı ama nasıl oluyor da güçlendirilmiş çelik kapı hiç sorun teşkil etmemişti?
Martinson, Andersson’un arabasındaydı. Hansson kendi arabasından telefonları hallediyordu. Wallander paltosuna düşen yağmuru silkelemeye çalıştı, Martinson’un arabasına bindi. Motor çalışıyordu, silecekler hâlâ en son ayardaydı. Wallander kaloriferi sonuna kadar açtı. Boğazı acıyordu. En son haberleri almak için radyoyu açtı. Ancak radyoyu dinlediğinde olayın muazzamlığı kafasına dank etmeye başladı.
Skåne’nin dörtte birinde elektrik yoktu. Trelleborg’dan Kristianstad’a kadar her yer karanlıktaydı. Hastaneler acil durum jeneratörlerini kullanıyordu ama onun haricinde elektrik kesintisi vardı. Sydkraft yöneticilerinden birine ulaşılmıştı ve adam sorunun tespit edildiğini açıklamıştı. Yarım saat içinde bütün bölgelerdeki kesintinin düzelmesini ümit ediyorlardı.
Yarım saate kadar buradan herhangi bir elektrik gelmeyecek, orası kesin, diye düşündü Wallander. Yönetici, gerçekten ne olduğunu biliyor mu acaba diye merak etti.
Lisa Holgersson’a bunu haber vermeliyim, diye düşündü. Martinson’un cep telefonuna uzanıp kadının numarasını çevirdi. Telefonun açılması biraz uzun sürdü.
“Ben Wallander. Elektrik kesintisini fark ettin mi?”
“Elektrik kesintisini mi? Uyuyordum.”
Wallander durumu açıkladı. Holgersson alarma geçmişti.
“Oraya gelmemi ister misin?”
“Bence Sydkraft’la temasa geçip bu elektrik kesintisinin artık bir polis soruşturmasına karıştığını haber vermelisin.”
“Sence ne olmuş? İntihar mı?”
“Söyleyemem. Bilmiyorum.”
“Sabotaj olabilir mi? Bir terör eylemi?”
“Bence henüz bu soruya da cevap veremeyiz. İşin aslı, bu ihtimallerin hiçbirini eleyemeyiz.”
“Ben Sydkraft’ı ararım. Gelişmeleri bana bildirirsin.”
Wallander telefonu kapattı. Hansson yağmurun altında koşup arabaya geldi. Wallander kapıyı açtı.
“Nyberg yolda. İçeride durum nasıldı?”
“Bayağı kötü. Geriye hiçbir şey kalmamış, bir surat bile.”
Hansson cevap vermedi. Yağmurun altında tekrar arabasına koştu.
Yirmi dakika sonra, Wallander, Nyberg’in arabasının ışıklarını dikiz aynasında gördü. Wallander arabadan inip onu selamladı. Nyberg çok yorgun görünüyordu.
“Tam olarak ne olmuş? Hansson’dan doğru düzgün bir cümle duyamadım.”
“İçeride bir ceset var. Yanıp kavrulmuş. Geriye bir şey kalmamış.”
Nyberg etrafına bakındı. “Yüksek voltajlı transformatörler varsa genelde böyle olur. Bu yüzden mi elektrikler kesik?”
“Öyle görünüyor.”
“Yani bu durumda Skåne’nin yarısı benim işimi bitirmemi mi bekleyecek?”
“Bu konuyu düşünmeyeceğiz şimdi. Bence zaten elektriği tekrar vermenin bir yolunu arıyorlar, bu trafo çevresinde bir şeyler yapmaya çalışıyorlar.”
“Çok hassas bir toplumda yaşıyoruz,” dedi Nyberg ve ânında teknisyen ekibine talimatlar yağdırmaya başladı.
Erik Hökberg de aynısını söyledi, diye düşündü Wallander. Hassas bir toplumda yaşıyoruz. Bu sebeple bilgisayarları kapanmıştır, geceleri karşısında oturup para kazanmaya çalışıyorsa tabii.
Nyberg çok hızlı ve etkin çalıştı. Kısa süre sonra bütün spot ışıkları yanmış, gürültülü bir jeneratöre bağlanmıştı. Martinson ve Wallander tekrar arabaya gitti. Martinson notlarını karıştırdı.
“Andersson, merkezden Ågren adında bir çalışandan telefon alıyor. Elektrik kesintisinin bu trafodan kaynaklandığını tespit ediyorlar. Andersson, Svarte’de yaşıyor. Buraya gelmesi yirmi dakika sürüyor. İlk geldiğinde dış kapıların kurcalandığını ve içerideki çelik kapının kilitli olmadığını görüyor. İçeriye bakınca da ne olduğunu anlıyor.”
“Başka bir şey görmüş mü?”
“O geldiğinde ortada başka kimse yokmuş ve etrafta yürüyen birilerini de görmemiş.”
Wallander bir an düşündü. “Şu anahtar meselesinin içyüzünü öğrenmeliyiz,” dedi.
Wallander arabasına bindiğinde Andersson telsizden Ågren’le konuşuyordu. Adam hemen konuşmayı bitirdi.
“Olay anladığım kadarıyla seni çok sarsmış,” dedi Wallander.
“Hayatımda hiç bu kadar berbat bir şey görmedim. Tam olarak ne olmuş?”
“Henüz bilmiyoruz. Şimdi, sen geldiğinde demir kapılar zorlanarak açılmış ancak çelik kapıda hiç zorlanma izi yok. Bunu nasıl açıklıyorsun?”
“Açıklayamıyorum.”
“Bu anahtarların bir kopyası başka kimde var?”
“Sadece Moberg adında bir başka tamircide. Ystad’da oturuyor. Bir de merkez ofiste tabii. Orada da güvenlik çok sıkıdır.”
“Ama birisi çelik kapının kilidini açmış?”
“Öyle gözüküyor.”
“Bu anahtarların kopyalanamayacağını tahmin ediyorum.”
“Kilitler Amerika’da üretildi. Zorla açılması imkânsız diyorlar.”
“Moberg’in ön adı ne?”
“Lars.”
“Birisinin bu kapıyı kilitlemeyi unutmuş olması mümkün mü?”
Andersson hayır anlamında başını salladı. “Böyle bir durumda ânında işten atılır. Güvenlik çok sıkı ve titizdir. Hatta son birkaç yıldır daha da titiz hareket ediyorlar.”
Wallander’in o an için başka sorusu yoktu. “Şimdilik burada kalmanı istiyorum,” dedi, “başka durumlar çıkarsa diye. Aynı zamanda Moberg’i aramanı ve çelik kapının anahtarlarının onda olup olmadığını da öğrenmeni istiyorum.”
Wallander arabadan indi. Yağmur diniyordu. Andersson’la yaptığı konuşma endişelerini arttırmıştı. İntihar etmek isteyen birisinin bu trafoya gelmiş olması mümkündü ancak ellerindeki bilgiler, bu varsayımı desteklemiyordu. Bir kere çelik kapı anahtarla açılmıştı. Wallander bu düşüncenin nereye gittiğini biliyordu. Cinayet. Kurban hiçbir delil kalmaması için kabloların arasında ortada bırakılmıştı.
Wallander tekrar projektörlere doğru yürüdü. Fotoğrafçı fotoğraf ve video çekmeyi yeni bitiriyordu. Nyberg cesedin yanına çömelmişti. Wallander ışığın önünden geçerken gölge yapınca sinirli bir şekilde mırıldandı.
“Ne diyorsun?”
“Patoloğun buradan çıkması uzun sürecek. Arkasında ne olduğunu görmek için cesedi hareket ettirmek istiyorum.”
“Neler olmuş olabileceğini kastediyorum.”
Nyberg bir süre düşündü. “İntihar etmek için çok ürkütücü bir yol. Eğer cinayetse son derece vahşice. Kurbanı elektrikli sandalyeye oturtmakla aynı şey.”
Doğru, diye düşündü Wallander. Bu da bizi intikam ihtimaline götürür. Çok özel bir elektrikli sandalyeyle öldürerek intikam almak.
Nyberg işine devam etti. Teknisyenlerinden biri binayla demir kapıların arasında kalan alanda iz sürmeye başlamıştı. Doktor geldi, Wallander’in daha önce tanışmadığı bir kadındı. Adı Susann Bexell’di ve az konuşan biriydi. Derhâl işe koyuldu. Nyberg çantasından termos bardağını çıkarıp bir fincan kahve içti. Wallander’e de ikram etti. Wallander kabul etti. O gece onlara uyku yoktu zaten. Martinson da yanlarında bitti, sırılsıklam ve gergindi. Wallander kahvesini ona uzattı.
“Elektriği onarmaya başladılar,” dedi Martinson. “Ystad’ın bazı bölgelerine elektrik geldi. Nasıl becerdiler, hiç fikrim yok.”
“Andersson, Moberg adlı arkadaşıyla anahtar konusunu konuşabilmiş mi?”
Martinson öğrenmek için yanlarından ayrıldı. Wallander, Hansson’un direksiyon başında kaskatı oturduğunu gördü. Oraya doğru yürüyüp Hansson’a emniyete dönmesini söyledi. Ystad’ın büyük kısmı hâlâ karanlıktı sonuçta ve orada daha çok işe yarayacaktı. Hansson şükredercesine başını salladı ve gitti. Wallander patoloğun yanına gitti.
“Adam hakkında bir şey öğrenebildin mi?”
Susann Bexell kafasını kaldırıp baktı.
“Kadın olduğunu anlayacak kadarını.”
“Emin misin?”
“Evet ama şimdi başka soru cevaplamayacağım.”
“Sadece bir soru daha. Buraya vardığında ölü müymüş, yoksa elektrik çarpınca mı ölmüş?”
“Onu henüz bilmiyorum.”
Wallander düşüncelere daldı ve arkasını döndü. Kurbanın erkek olduğunu düşünmüştü.
Tam o anda demir kapıların arasını araştıran teknisyen elinde bir nesneyle Nyberg’e doğru geldi. Wallander yanlarına gitti. Bu bir kadın çantasıydı. Wallander çantaya uzun uzun baktı. Önce yanıldığını sandı. Ardından daha önce bir yerde gördüğünü hatırladı. Tam net olmak gerekirse, dün görmüştü.
“Çitin kuzey tarafında gördüm,” dedi adı Ek olan teknisyen.
“İçerideki ceset kadın mıymış?” diye sordu Nyberg şaşkınlıkla.
“Sırf o da değil,” dedi Wallander. “Artık kim olduğunu biliyoruz.”
Bu çantayı sorgu odasında bir masanın üstünde görmüştü. Meşe yaprağına benzeyen bir tokası vardı. Karıştırmak mümkün değildi.
“Bu çanta Sonja Hökberg’e ait,” dedi. “İçerideki kişi o.”
Saat gece ikiyi on geçiyordu, yağmur hızını arttırmıştı.

8
Gece üç sularında Ystad’daki elektrik kesintisi sorunu çözüldü. Bu sırada Wallander hâlâ teknisyen ekibiyle birlikte trafoda çalışıyordu. Hansson emniyetten onları arayıp müjdeli haberi verdi. Wallander uzaktan, bir ahırın dış ışıklarının yandığını görebiliyordu.
Patoloji uzmanı işini bitirmiş, ceset oradan kaldırılmıştı. Nyberg sonunda adli incelemesini yapabildi. Andersson’dan, trafo binasının içindeki karmaşık ağ ve düğme ağını açıklamasını istemişti. Dışarıdaysa teknisyenler geride iz kalmış mı diye araştırmayı sürdürüyordu. Yağmur, çalışma koşullarını zorlaştırıyordu. Martinson çamurda kayıp dirseğini burktu. Wallander hâlâ soğuktan titriyordu, lastik çizmelerine ihtiyacı vardı.
Ystad’a elektrik verilebildikten kısa süre sonra Wallander, Martinson’u polis arabalarından birine götürdü. Arabada o âna değin topladıkları bilgilerin özetini çıkardılar. Hökberg yaklaşık on üç saat önce emniyetten kaçmıştı. Yürüyüp trafoya ulaşmış olabilirdi ama ne Wallander ne de Martinson bunun mantıklı olduğunu düşünüyordu. Sonuçta burası Ystad’a sekiz kilometre mesafedeydi.
“Onu gören olurdu,” dedi Martinson. “Devriye arabaları onu arıyordu.”
“Bu taraflara doğru gelen devriye arabası var mıymış, gene de sor, öğren bakalım.”
“Diğer seçenek ne?”
“Birisi onu buraya bırakıp gitmiş olabilir.”
İkisi de bunun ne demek olduğunu anlamıştı. Hökberg’in nasıl öldüğü sorusu hâlâ en acil soruydu. İntihar mı etmişti, öldürülmüş müydü?
“Anahtarlar,” dedi Wallander. “Demir kapı zorlanmış ama çelik kapı zorlanmamış. Neden?”
Mantıklı bir açıklama aradılar.
“Anahtarlara erişimi olabilecek herkesin listesi lazım,” dedi Wallander. “Buranın anahtarına sahip herkesin şüpheli sayılmasını ve dün gece ne yaptıklarının öğrenilmesini istiyorum.”
“Parçaları birleştirmekte güçlük çekiyorum,” dedi Martinson. “Hökberg cinayet işliyor. Sonra kendisi cinayete kurban gidiyor? İntihar seçeneği daha mantıklı sanki.”
Wallander cevap vermedi. Birçok şey düşünüyordu ama düşüncelerini birbirlerine bağlayamıyordu. Hökberg’le yaptığı ilk ve tek konuşmayı kafasında evirip çevirip başa sardı.
“Onunla ilk sen konuştun,” dedi Wallander. “Nasıl bir izlenim edinmiştin?”
“Seninkiyle aynı. Hiç pişmanlık duymuyordu, ha bir taksiciyi öldürmüş ha bir böcek öldürmüş, aynı duygular içindeydi.”
“Bu bana intihar gibi gelmiyor. Hiç pişmanlık duymadıysa neden intihar etsin ki?”
Martinson silecekleri kapattı. Andersson’un arabasında beklediğini ve daha ileride Nyberg’in bir projektörün taşınmasına yardım ettiğini görebiliyorlardı. Hareketleri hızlıydı. Wallander onun hem sinirli hem de sabırsız olduğunu anlayabiliyordu.
“Eh, cinayet olduğuna işaret eden herhangi başka ipucu var mı?”
“Yok,” dedi Wallander. “İki ihtimali de gösteren hiçbir işaret yok, dolayısıyla ikisini de değerlendirmeliyiz. Ama bence kazara ölüm seçeneğini eleyebiliriz.”
Bir süre sonra Wallander, Martinson’dan soruşturma ekibinin sabah sekizde emniyette hazır olmasını istedi. Sonra arabadan indi. Yağmur durmuştu. Ne kadar yorgun ve üşümüş olduğunu hissetti. Boğazı ağrıyordu. Trafo binasında ortalığı toparlayan Nyberg’e doğru yürüdü.
“Bir şey buldun mu?”
“Hayır.”
“Andersson’un söyleyecek bir sözü var mı?”
“Hangi konuda? Adli tıp incelemesinde mi?”
Wallander devam etmeden önce içinden sessizce ona kadar saydı.
Nyberg’in aksiliği üstündeydi. Yanlış bir şeyler söylerse, adamla bir daha konuşması imkânsız olurdu.
“Ne olduğunu tespit edemiyor,” dedi Nyberg bir süre sonra. “Güç kesintisine sebep olan bir ceset mi, yoksa canlı bir insan mıydı, bunu ancak patoloji doktoru söyleyebilir. Belki o bile anlayamayabilir.”
Wallander başıyla onayladı. Kol saatine baktı. Saat gece üç buçuktu. Daha fazla kalmanın bir manası yoktu.
“Ben çıkıyorum artık. Ama sabah sekizde toplantımız var.”
Nyberg anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Wallander orada olacağım demek istediğini algıladı. Sonra Martinson’un notlar aldığı arabaya döndü.
“Gidiyoruz,” dedi. “Beni eve götürmen gerek.”
Sessizce Ystad’a döndüler. Wallander evine girer girmez küveti doldurmaya başladı. Küvet suyla dolarken son ağrı kesicilerini içti ve mutfak masasındaki listeye ekledi. Çaresizce bir daha ne zaman eczaneye uğrayabileceğini merak etti.
Ilık suya girince vücudunun âdeta buzları çözüldü. Bir süre uyukladı, zihni bomboştu ama sonra görüntüler geri geldi. Sonja Hökberg ve Eva Persson. Olayları kafasında yavaş yavaş tekrar canlandırdı. Hiçbir şeyi unutmamak için sakin ve adım adım ilerledi. Mantığa uymuyordu hiçbiri. Lundberg neden öldürülmüştü? Hökberg ve Persson’u bunu yapmaya iten güdü neydi? Rastgele bir dürtü olmadığından emindi. Paraya gerçekten ihtiyaç duymuşlardı ya da olay tamamen başka bir şeydi.
Trafoda buldukları çantanın içinde sadece 30 kron vardı. Soygundan ele geçirdikleri paraya polis el koymuştu.
Hökberg kaçtı, diye düşündü Wallander. Birdenbire bir firar fırsatı görmüştü. Saat sabah ondu. Önceden planlanmış bir şey olamazdı. Emniyetten çıktıktan sonra on üç saat boyunca kayıptı, ta ki sonunda Ystad’ın sekiz kilometre ötesinde cesedi bulununcaya dek.
Oraya nasıl gelmiş, diye düşündü Wallander. Otostop çekmiş olabilir. Aynı zamanda birisini arayıp onu almasını istemiş de olabilir. Peki ya sonra? Beni şuraya götür demiş de orada intihar mı etmiş? Yoksa orada öldürülmüş mü? Peki ya kimin çelik kapıyı açacak anahtara erişimi var da demir kapıların anahtarına erişimi yok?
Wallander banyodan çıktı. Çok önemli iki soru var, diye düşündü. Hökberg intihar etmeye karar verdiyse neden trafoyu seçti ve buranın anahtarlarına nereden ulaştı? Cinayete kurban gittiyse, o zaman neden? Peki onu kim öldürdü?
Wallander yatağa girip yorganı çenesine kadar çekti. Saat dört buçuktu. Başı dönüyordu ve düşünemeyecek kadar yorgundu. Uyumak zorundaydı. Işığı söndürmeden önce alarmını kurdu. Saati yatağından mümkün olduğunca uzağa itti, böylece alarmı kapatmak için yataktan kalkmak zorunda kalacaktı.
Uyandığında sanki sadece birkaç dakika uyumuş gibi hissetti. Yutkunmaya çalıştı. Boğazı hâlâ ağrıyordu ama bir önceki güne göre daha iyiydi. Alnına dokundu. Ateşi düşmüştü ama burnu tıkalıydı. Wallander banyoya gitti, burnunu temizledi, aynadaki yansımasına bakmadı. Yorgunluktan bütün vücudu ağrıyordu. Kahve suyunun ısınmasını beklerken camdan dışarıya baktı. Hava hâlâ rüzgârlıydı ama yağmur bulutları kaybolmuştu. Hava 5 dereceydi. Araba işini halletmeye ne zaman fırsat bulabileceğini düşündü.
* * *
Sabah sekizi biraz geçerken emniyetteki toplantı odalarından birinde toplandılar. Wallander; Martinson ve Hansson’un yorgun yüzlerine baktı ve kendi yüzünün kim bilir nasıl gözüktüğünü merak etti. Saatlerdir uyumadığını bildiği Lisa Holgersson hiç solgun görünmüyordu. Toplantıyı başlatan da oydu.
“Dün geceki, Skåne’yi vuran elektrik kesintisinin, gelmiş geçmiş en ciddi elektrik kesintisi olduğu gerçeğini açık ve net bir şekilde ortaya koymamız gerekir. Bu, güvenlik açığımızın boyutunu gösteriyor. Yaşanan şeyler imkânsız gibiydi ama yine de yaşandı. Şimdi yetkililer, enerji şirketleri ve kolluk kuvvetleri güvenlik önlemlerinin nasıl artırılabileceğini tartışmak zorunda kalacak. Şimdilik bu kadarını söyleyeyim.”
Devam etmesi için Wallander’e başıyla işaret verdi. Wallander olayların kısa bir özetini geçti.
“Bir başka deyişle, ne olduğunu bilmiyoruz,” dedi sonunda. “Kaza mı, intihar mı, cinayet mi bilmiyoruz, ancak kaza ihtimalini eleyebiliriz. Kız ya yalnızdı ya da dış kapıları kırarken biriyle birlikteydi. Görünüşe göre anahtarlara da erişimleri vardı. Her şey en uygun tabirle tuhaf.”
Masanın etrafına toplanan diğer arkadaşlarına şöyle bir baktı. Martinson birçok polis arabasının, Hökberg’i ararken trafoya giden yoldan farklı saatlerde geçtiklerini rapor etmişti.
“O zaman şuraya geliyoruz,” dedi Wallander. “Birisi onu oraya arabayla götürdü. Oralarda hiç araba izi bulundu mu?”
Soruyu, masanın karşı ucunda kan çanağına dönmüş gözler ve karmakarışık saçlarla oturan Nyberg’e yöneltmişti. Wallander adamın emekliliği nasıl iple çektiğini iyi biliyordu.
“Bizim arabalar ve Andersson’un arabası dışında, iki araca daha ait iz bulduk. Ancak dün gece müthiş bir yağmur vardı, izler pek net değildi.”
“Yani oraya iki araba daha mı gelmiş?”
“Andersson içlerinden birinin, meslektaşı Moberg’e ait olabileceğini düşünüyor. Hâlâ kontrol ediyoruz.”
“O hâlde bir lastik izinin sahibi meçhul?”
“Evet.”
Şu noktaya değin tek kelime etmeyen Ann-Britt Höglund burada elini kaldırdı.
“Bu olayın cinayetten başka bir şey olma ihtimali var mı?” dedi. “Hepiniz gibi ben de Hökberg’in intihar edeceğine inanmıyorum. Ayrıca hayatını sonlandırmaya karar vermiş dahi olsa kendini yakarak öldürmeyi seçeceğini hayal edemiyorum.”
Wallander’in aklına birkaç yıl önce yaşanan bir olay geldi. Orta Amerika’dan genç bir kadın kolza tarlasının ortasında üstüne benzin döküp kendini yakmıştı. Wallander’in en korkunç anılarından biriydi bu. Kendisi de oradaydı, kızın alev alışını görmüştü ve hiçbir şey yapamamıştı.
“Kadınlar hap içer,” dedi Höglund. “Kadınlar nadiren kendilerini silahla vurur. Ama kendilerini yüksek gerilim hattına atacaklarını sanmıyorum.”
“Sanırım haklısın,” dedi Wallander. “Yine de patoloğun raporunu beklemek zorundayız. Dün gece oraya giden hiçbirimiz ne olduğunu saptayamadık.”
Başka soru soran olmadı.
“Anahtarlar,” dedi Wallander. “Hiçbir anahtarın çalınmamış olduğundan emin olmalıyız. Odaklanmamız gereken şey bu.”
Martinson anahtarları kontrol etme işini üstlenmeye gönüllü oldu. Toplantıyı bitirdiler, Wallander odasına gitti, giderken kendine bir fincan kahve aldı. Telefon çalıyordu. Arayan danışmadan Irene’di.
“Birisi seni görmek istiyor,” dedi.
“Kimmiş?”
“Adı Enander, kendisi doktor.”
Wallander zihnini taradı ancak bir sima canlandıramadı. “Onu başka birisine yolla.”
“Denedim ama ille de seninle konuşmak için ısrar ediyor. Acil olduğunu da söylüyor.”
Wallander iç geçirdi. “Birazdan oradayım,” dedi ve telefonu kapattı.
Danışmada bekleyen adam orta yaşlı ve kısa saçlıydı, eşofman giymişti. Sıkı sıkı tokalaşması Wallander’in dikkatini çekti. Adam isminin David Enander olduğunu söyledi.
“Çok meşgulüm,” dedi Wallander. “Dün geceki elektrik kesintisi büyük keşmekeşe yol açtı. Sadece iki dakikam var. Benimle hangi konuda görüşmek istemiştiniz?”
“Bir yanlış anlaşılmayı düzeltmek istiyorum.”
Wallander adamın devam etmesini beklediyse de adam devam etmedi. Birlikte odasına yürüdüler. Enander’in oturduğu koltuktaki kolçak yerinden çıktı.
“Ziyanı yok,” dedi Wallander. “Zaten kırıktı.”
Enander hemen sadede geldi. “Buraya Tynnes Falk’la alakalı geldim.”
“Bildiğimiz kadarıyla o dosya kapandı. Adam doğal sebeplerden öldü.”
“Benim de konuşmak istediğim yanlış anlaşılma buydu,” dedi Enander, bir eliyle kısacık saçlarını kaşıyarak.
Wallander adamın endişeli olduğunu fark etti. “Dinliyorum.”
Enander acele etmedi. Kelimelerini düşünerek seçti. “Uzun yıllardır Falk’ın hekimiyim. İlk kez 1981 yılında hasta olarak geldi, yani 15 yıldan uzun zaman geçmiş. Bana ilk defa ellerindeki alerjik bir kızarıklık için gelmişti. O yıllarda hastanede dermatoloji bölümünde çalışıyordum ama sonra 1986 yılında kendi muayenehanemi açtım, Falk oraya da geldi. Nadiren hastalanırdı. Alerjik sorunları ortadan kalkmıştı ama düzenli kontrollerini yaptırdım. Falk sağlık durumunu düzenli olarak kontrol eden biriydi. Kendine çok iyi bakardı. Sağlıklı beslenirdi, egzersiz yapardı ve çok düzenli alışkanlıkları vardı.”
Wallander, Enander’in lafı nereye getirmeye çalıştığını merak ettiği için sabırsızlanmaya başladı.
“O öldüğünde ben şehir dışındaydım,” dedi Enander. “Olayı dün gece öğrendim.”
“Nereden duydunuz?”
“Eski karısı beni aradı.”
Wallander devam etmesi için adama doğru başını salladı.
“Ölüm sebebinin büyük bir koroner kalp yetmezliği olduğunu söyledi.”
“Bize öyle dediler.”
“Durum şu ki bu imkânsız.”
Wallander kaşlarını kaldırdı. “Nedenmiş?”
“Daha on gün gibi kısa bir süre önce, Falk’a kapsamlı bir sağlık muayenesi yaptım. Kalbi çok iyi durumdaydı. 20 yaşındaki bir insan kadar sağlamdı.”
Wallander bunu enine boyuna düşündü. “Yani ne söylemek istiyorsunuz? Patologlar bir hata mı yaptı?”
“Son derece sağlıklı bir insanın kalp krizi geçirip ölebildiğinin oldukça nadir de olsa farkındayım. Fakat Falk’ın durumunda, bunun olmasını kabul edemiyorum.”
“Başka hangi sebeple ölmüş olabilir?”
“Orasını bilmiyorum. Ama onu öldüren her neyse, kalbi olmadığını netleştirmek istedim.”
“Bana söylediklerinizi gerekli yerlere ileteceğim,” dedi Wallander. “Başka bir şey var mıydı?”
“Bir şey oldu, kesin,” dedi Enander. “Haklı mıyım bilmiyorum ama anladığım kadarıyla, başında bir yara varmış. Bence saldırıya uğradı. Öldürüldü.”
“Bu sonuca giden hiçbir işaret yok. Cüzdanını almamışlar.”
“Ben patolog ya da adli tıp doktoru değilim, onu neyin öldürdüğünü söyleyemem,” dedi Enander. “Ama kalpten değildi. Eminim.”
Wallander, Enander’in telefon numarası ve adresini not etti. Sonra ayağa kalktı. Konuşma tamamlanmıştı. Daha fazla vakti yoktu.
Wallander, Enander’i danışmaya kadar geçirip odasına döndü. Falk hakkındaki notları bir çekmeceye koydu, devamındaki bir saati de dün geceki olayları yazıya dökmekle geçirdi.
Bilgisayarda yazarken bir zamanlar bilgisayardan ne kadar iğrendiğini hatırladı. Ancak bir gün bilgisayarın aslında çalışmayı kolaylaştırdığını fark etmişti. Çalışma masası artık eline geçen kâğıtlara not edilmiş gelişigüzel notlara boğulmuş vaziyette değildi. Wallander hâlâ iki parmakla yazıyor ve sık sık hata yapıyordu ama artık raporlarını yazdığı zaman hatalarını düzeltmek için Tipp-Ex kullanmıyordu.
Martinson trafo anahtarlarına sahip insanların listesiyle içeri girdi. Toplam 5 kişiydiler. Wallander isimlere göz gezdirdi.
“Hiçbirisinin anahtarı kayıp değil,” dedi Martinson. “Başka birine de vermemişler. Moberg haricinde, son birkaç gündür hiç kimse trafo binasına gitmemiş. Hökberg’in kayıplara karıştığı saatlerde ne yaptıklarını araştırayım mı?”
“Bunu askıya alalım,” dedi Wallander. “Adli tıp raporları gelene kadar beklemekten başka çaremiz yok.”
“Eva Persson’u ne yapalım?”
“Tekrar sorguya çekilmeli, hem de daha ayrıntılı.”
“Sen mi yapacaksın?”
“Hayır, teşekkürler. Bunu Höglund’a bırakırız diye düşündüm. Ben bahsederim ona.”
Öğlen olduğunda Wallander, kadına Lundberg davasındaki son gelişmeleri aktarmıştı. Boğazı daha iyiydi ama hâlâ çok yorgundu. Arabasını çalıştırmayı denemişti ama çaresizlik içinde bir oto servisini arayıp arabayı almalarını istemek zorunda kalmıştı. Anahtarlarını Irene’e bırakıp öğle yemeği yemek üzere şehir merkezine doğru yürüdü. Yemekten sonra eczaneye gidip sabun ve ağrı kesici aldı. Emniyete döndüğünde arabası yerinde yoktu. Wallander tamirciyi aradı ama henüz sorunu tespit etmeye fırsat bulamamışlardı. Tamiratın ne kadar tutacağını sorduğundaysa muğlak bir cevap aldı. Wallander telefonu kapattı, canına tak etmişti. Kendine yeni bir araba almaya karar verdi.
Sonra düşüncelere daldı. Üstünde kafa yordukça Hökberg’in, kazara trafoya gitmiş olamayacağına kanaat getirdi. Ayrıca buranın Skåne’nin elektrik dağıtım sisteminde en hassas nokta olması da tesadüf değildi.
Wallander, Martinson’un listesine uzandı. Beş insan, beş çift anahtar:
Olle Andersson, elektrik hattı tamircisi.
Lars Moberg, elektrik hattı tamircisi.
Hilding Olofsson, trafo müdürü.
Artur Wahlund, güvenlik müdürü.
Stefan Molin, teknik müdür.
İsimler ona ilk baktığı anki kadar az bilgi veriyordu hâlâ. Wallander telefona uzandı, Martinson hemen cevap verdi.
“Anahtarı olan bu insanlar var ya,” dedi. “Polis kayıtlarında isimlerini arama şansın olmadı, değil mi?”
“Aramalı mıyım?”
“Şart değil ama sen çok titizsindir, bilirim.”
“İstersen şimdi yapabilirim.”
“İlk önceliğimiz olmayabilir. Patologlardan bir ses çıkmadı mı?”
“Bence en erken yarından önce bize bir bilgi veremezler.”
“O zaman isimleri kurcala bakalım. Vaktin varsa.”
Wallander’in aksine Martinson bilgisayarını severdi. Emniyette bu konuda sorun yaşayan birisi olduğunda hep ondan yardım isterdi.
Wallander, Lundberg cinayet dosyasına döndü. Saat üçte kahve içmeye gitti. Kendini daha iyi hissediyordu, boğazı da normale dönmüş sayılırdı. Hansson ona, Höglund’un o sırada Persson’la konuştuğunu söyledi. Her şey su gibi akıyor, diye düşündü. İlk kez yapmamız gereken her şeye ayıracak zamanımız var.
Tam evrakları önüne çekip oturmuştu ki Holgersson kapıda göründü. Elinde akşam gazetelerinden birini tutuyordu. Wallander kötü bir şey olduğunu kadının suratından anladı.
“Şunu gördün mü?” diye sorarak ona gazeteyi uzattı.
Wallander fotoğrafa uzun uzun baktı. Eva Persson’un sorgu odasında yerde yatan bir resmiydi bu. Düşmüşe benziyordu.
Wallander boğazı düğümlenerek manşeti okudu: Ünlü polis genç kıza saldırdı. İşte resmi.
“Kim çekti bu fotoğrafı?” dedi Wallander gözlerine inanamayarak. “Orada gazeteci yoktu, değil mi?”
“Varmış demek ki.”
Wallander koridora çıkan kapının hafif açık olduğunu ve sanki birisinin gölgesinin geçtiğini hayal meyal hatırladı.
“Basın toplantısından önceydi,” dedi Holgersson. “Belki muhabirlerden biri erken gelmiş, koridorda takılıyordu.”
Wallander kalakalmıştı. Otuz yıllık kariyeri boyunca itip kakıştığı ya da yumruklaştığı olmuştu ama hep zorlu gözaltılar esnasında olurdu bu. Ne kadar sinirlenirse sinirlensin daha önce sorgu ortasında karşısındakine saldırdığı olmamıştı.
Hayatında ilk kez böyle bir şey yaşamıştı ve onda da fotoğrafçı oradaydı.
“Bu mevzu sorun olacak,” dedi Holgersson. “Neden kimseye bir şey demedin?”
“Kız annesine saldırıyordu. Annesine daha fazla vurmasın diye ona bir tokat attım.”
“Ama bu resim böyle demiyor.”
“Olay bu ama.”
“Neden bana söylemedin?”
Wallander’in verecek cevabı yoktu.
“Umarım bununla ilgili bir soruşturma yapmak zorunda olduğumu anlayışla karşılarsın.”
Wallander kadının sesindeki hayal kırıklığını duydu. Buna öfkelenmişti. Bana inanmıyor, diye düşündü.
“Görevden alındım mı?”
“Hayır ama tam olarak ne olduğunu duymak istiyorum.”
“Anlattım işte.”
“Persson, Ann-Britt’e farklı bir versiyonunu anlatmış. Senin durup dururken ona saldırdığını söylemiş.”
“O zaman yalan söylüyor. Annesine sorun.”
Holgersson cevap vermeden önce duraksadı. “Sorduk,” dedi. “Kızının ona hiç vurmadığını söylüyor.”
Wallander sessiz kaldı. İstifa edeceğim, diye düşündü. İstifamı verip teşkilattan ayrılacağım. Bir daha da dönmem. Holgersson bir cevap bekliyordu ama Wallander hiçbir şey demedi. Sonunda kadın odadan çıktı.

9
Wallander hemen emniyetten ayrıldı. Kaçıyor muydu yoksa hava almaya mı çıkmıştı, emin değildi. Olanları doğru hatırladığını biliyordu ama Holgersson ona inanmıyordu ve bu canını sıkmıştı. Ancak dışarı çıkınca arabası olmadığını anımsadı. Küfretti. Kafası atmışken sakinleşene kadar araba kullanıp boş boş dolaşmayı severdi.
İçki dükkânına gidip bir şişe viski aldı. Doğruca eve gitti, telefonun fişini çekti ve mutfaktaki masaya oturdu. Şişeyi açıp iki fırt içti. Tadı berbattı. Ama Wallander buna ihtiyacı olduğunu hissetti. Onu şu dünyada çaresiz hissettiren bir şey varsa o da yapmadığı bir şeyden dolayı suçlanmaktı. Holgersson kelimelere dökmemişti ama Wallander şüphelerinde yanılmıyordu. Belki de Hansson başından beri haklıydı, diye düşündü sinirli sinirli. Asla kadından müdür olmaz. Bir fırt daha içti. Kendini daha iyi hissetmeye başladı ve hatta, doğruca eve gelmiş olduğundan pişmanlık duymaya bile başladı. Bu da suçlu olduğu şeklinde yorumlanabilirdi. Telefonu fişe taktı. Hiç kimsenin onu aramaması karşısında çocuksu bir sabırsızlığa kapıldı. Emniyeti aradığında telefonu Irene açtı.
“Bugünlük eve geldiğimi söylemek istedim,” dedi. “Soğuk algınlığım devam ediyor.”
“Hansson seni soruyordu, Nyberg de. Ayrıca bir sürü gazeteden insanlar.”
“Ne istiyorlar?”
“Gazeteler mi?”
“Hayır, Hansson ve Nyberg.”
“Söylemediler.”
Herhâlde gazete şu anda önündedir, diye düşündü Wallander. O ve diğer herkes. Muhtemelen başka konu da kalmamıştır. Hatta kimileri o lanet Wallander sonunda hak ettiğini buldu diye seviniyordur.
Irene’den onu Hansson’un odasına bağlamasını istedi. Hansson’un cevap vermesi uzun sürdü. Wallander, Hansson’un büyük ödül kazanacağım diye karmaşık at yarışı programlarını önüne serdiğini ancak küçük bir ikramiyenin ötesine geçmeyecek kuponlar yaptığını düşündü.
“Atlar ne yapıyormuş?” diye sordu Wallander, Hansson telefonu açınca.
Akşam gazetesindeki haberin onu etkilemediğini göstermek için söylemişti bunu.
“Ne atı?”
“Bu aralar at yarışı oynamıyor musun?”
“Hayır, şu sıralar değil. Neden sordun?”
“Sadece bir şakaydı. Sen bana ne sormak istemiştin?”
“Odanda mısın?”
“Evdeyim, üşütmüşüm.”
“Arabalarımızın hangi saatlerde o yoldan geçip döndüğünü bulduğumu söylemek için aramıştım. Sürücülerle konuştum, kimse Hökberg’i görmemiş. Yolun o kısmında toplamda dört kez geçilmiş.”
“Demek ki yürümedi. Birisi bırakmış olmalı. Emniyetten çıkar çıkmaz, ilk yaptığı birisini aramak olmuş. Ya da ilk iş birisinin evine yürüdü. Umarım Ann-Britt, Persson’a bunu sormayı akıl etmiştir yani Hökberg’i kimin arabayla bırakmış olabileceğini. Ann-Britt ile konuştun mu?”
“Vaktim olmadı.”
Bir sessizlik oldu. Wallander konuyu ilk açan olmaya karar verdi.
“Gazetedeki o fotoğraf pek hoş değildi, sanırım.”
“Değildi.”
“Asıl soru, bir gazeteci nasıl oluyor da emniyetin koridorlarında geziniyor. Basın toplantılarında her zaman grup olarak içeri alınırlar.”
“Sen de fotoğraf çeken birileri olduğunu fark etmemişsin, ne garip.”
“Bugünkü makineleri fark etmek kolay değil.”
“Tam olarak ne oldu?”
Wallander ona olanı anlattı. Holgersson’a anlatırken kullandığı kelimelerin aynısını kullandı.
“Hiç tanık yok muydu?” dedi Hansson.
“Fotoğrafçı haricinde hiç kimse yoktu, o da yalan söyler zaten. Yoksa fotoğrafı beş para etmez.”
“Kamuya açıklama yapıp kendi açından olanları anlatmak zorundasın.”
“Sence ne faydası olur? Bir anne ve kızının sözüne karşılık yaşlı bir polisin sözü? Asla işe yaramaz.”
“Sözü geçen bu kızın bir katil olduğunu unutuyorsun.”
Wallander bunun sahiden işine yarayıp yaramayacağını düşündü. Aşırı güç kullanan bir polis, her zaman ciddi bir meseleydi. Bu, Wallander’in şahsi fikriydi. Olayın ayrıntılarının da sıra dışı oluşu işini kolaylaştırmıyordu.
“Bir düşüneceğim,” dedi ve Hansson’dan onu Nyberg’e bağlamasını istedi.
Nyberg hatta bağlanınca Wallander viski şişesinden birkaç yudum daha almıştı, artık çakırkeyifti ve göğsündeki daralma hissi de yok olmuştu.
“Gazeteyi gördün mü?” dedi Wallander.
“Hangi gazeteyi?”
“Resim olan? Persson denen kızın resmi?”
“Akşam gazetelerini okumam ama duydum. Annesini dövüyormuş galiba.”
“Resmin altındaki yazıda öyle demiyor.”
“Ne fark eder o zaman?”
“Fark şu, başım büyük belada. Lisa resmî bir kovuşturma başlatacak.”
“O zaman gerçek ortaya çıkar. İstediğin bu değil mi?”
“Medya bunu yer mi diye merak ediyorum. Tazecik, güzel yüzlü bir katil kız dururken ihtiyar bir polisi kim takar?”
Nyberg şaşırmıştı. “Gazetelerde ne yazdığını ne zamandan beri umursar oldun?”
“Belki hâlâ umursamıyorum. Ama genç bir kıza yumruk attığımı söyleyen bir fotoğraf yayınlamaları başka bir olay.”
“İyi de kız cinayet işledi.”
“Yine de kendimi rahat hissetmiyorum.”
“Unutulur gider. Bak, sadece şunu söylemek istedim, araba izlerinden biri Moberg’in arabasına ait. Yani biri hariç bütün lastik izlerinin sahibi bulundu ama o bilinmeyen araç sahibi sıradan lastik kullanıyor.”
“Yani birisi onu oraya arabayla götürmüş, bunu biliyoruz ve onu orada bırakmış.”
“Bir şey daha var,” dedi Nyberg. “Kızın çantası.”
“Ne olmuş?”
“Çanta neden o kadar uzaktaydı merak ettim, ta çitlerin oradaydı.”
“Sence birisi alıp oraya fırlatmamış mı?”
“Tamam da neden? Bizim bulamayacağımızı düşünmüyordu herhâlde.”
Nyberg haklıydı. Önemli bir noktaydı bu.
“Yani, çantayı neden yanında götürmemiş? Özellikle de cesedin teşhis edilmemesini umuyorsa.”
“Aynen.”
“Cevap ne olabilir?”
“Onu bulmak senin işin. Ben sana elimizdekileri aktarıyorum. El çantası trafo binasından 15 metre uzaktaydı.”
“Başka bir şey var mı?”
“Yok.”
Konuşma sona ermişti. Wallander viski şişesini kavradı ama hemen yerine koydu. Yeterince içmişti. Eğer biraz daha içerse fazla ileri gitmiş olacaktı ve o noktayı düşünmek bile istemiyordu. Oturma odasına yürüdü. Gün ortasında evde olmak çok tuhaftı. Emeklilik böyle bir duygu muydu acaba? Bunu düşününce içi titredi. Pencere kenarına yürüyüp sokağa baktı. Hava kararmaya başlıyordu. Wallander, ATM’nin yanında ölü bulunan adamla ilgili onu ziyarete gelen doktoru düşündü. Wallander ertesi gün patoloğu aramaya ve ona Enander’in söylediklerini aktarmaya karar verdi. Bu yeni bilgi bir şeyi değiştirmeyecekti ama en azından edindiği bu bilgiyi yerine iletmiş olurdu.
Nyberg’in, Hökberg’in çantası hakkında söylediklerini düşünmeye koyuldu. Geriye sahiden bir sonuç kalıyordu ve bu da Wallander’in en aç soruşturmacı içgüdülerini kabartıyordu. Çanta oraya bırakılmıştı çünkü birisi çantanın bulunmasını istemişti.
Wallander koltuğa oturup bunu kafasında evirip çevirdi. Bir ceset tanınmayacak hâle gelecek şekilde yanabilir, diye düşündü. Özellikle de kontrol edilemez yüksek voltajlı bir elektrik akımıyla yanmışsa. Elektrikli sandalyeye mahkûm edilen birisi içten yanarak kaynar. Hökberg’in katili cesedin kimliğinin teşhis edilmesinin zor olacağını biliyordu. Bu yüzden çanta orada bırakılmıştı.
Yine de bu, çantanın çitlerin orada ne aradığını açıklamıyordu. Wallander yine enine boyuna düşündü fakat mantıklı bir çıkarıma varamadı. Çanta sorusunu bir kenara koydu. Her neyse, zaten fazla hızlı ilerliyordu. Önce Hökberg’in sahiden cinayete kurban gidip gitmediğini netleştirmeliydiler.
Mutfağa dönüp kahve yaptı. Hâlâ telefonu çalmamıştı ve saat dört olmuştu. Kahvesiyle mutfak masasına oturdu, tekrar emniyeti aradı. Irene ona gazetelerden gelen aramaların susmadığını söyledi. Onlara Wallander’in telefonunu vermemişti, iki yıldır telefonu gizliydi. Wallander ortadan kaybolmasının, suçlu olduğu ya da en azından bu olaydan dolayı utanç duyduğu yönünde yorumlanacağını düşündü bir kez daha. Sakinliğimi korumalı ve istifimi bozmadan durmalıydım, diye geçirdi içinden. Arayan her bir kahrolası gazeteciyle konuşmalı ve onlara gerçeği anlatmalıydım. Persson’un da annesinin de yalan söylediğini belirtmeliydim.
O zayıflık ânı geçmişti. Wallander sinirlenmeye başladı. Irene’den onu Höglund’a bağlamasını istedi. Önce Holgersson’dan başlayıp, tavrının kabul edilemez olduğunu söyleyip geçmeliydi aslında. Fakat karşı taraf açamadan telefonu kapattı. İkisiyle de konuşmak istemiyordu. Onun yerine Sten Widén’in numarasını çevirdi. Widén telefonu açana kadar Wallander aradığına pişman olmuştu. Fakat Widén’in gazetedeki resmi görmediğinden emin sayılırdı.
“Sana gelmeyi düşünüyordum,” dedi Wallander. “Tek sorun, arabam tamircide.”
“İstersen seni alabilirim.”
Akşam saat yedi diye sözleştiler. Wallander viski şişesine doğru baktı ama şişeye dokunmadı.
Zil çaldı. Wallander yerinden sıçradı. Hayatında hiç kimse çat kapı evine gelmemişti. Herhâlde bir şekilde adresini bulan bir gazeteci olmalıydı. Wallander viskiyi dolaba koyup kapıyı açtı. Fakat gelen bir gazeteci değil Höglund’du.
“Müsait misin?”
Wallander içeri girebilmesi için kenara çekildi, kadın nefesinden alkol kokusu almasın diye yüzünü yana çevirdi. Oturma odasında oturdular.
“Hastayım,” dedi Wallander. “Daha fazla çalışmaya enerjim kalmadı.”
Höglund başıyla onayladı fakat Wallander ona zerre kadar inanmadığının farkındaydı. İnanması için bir sebep yoktu. Herkes bilirdi ki Wallander ne kadar üşütürse üşütsün, hasta olursa olsun, ateşi çıkarsa çıksın çalışmaya devam ederdi.
“Nasılsın, nasıl gidiyor?” dedi.
Zayıflık ânı geçti, diye düşündü Wallander. Şimdilik geri çekilmiş olsa da orada olduğunu biliyorum. Ama sana belli etmeyeceğim.
“Gazetedeki resimden söz ediyorsan, kötü göründüğünün farkındayım. Öte yandan, bir gazeteci nasıl olur da kimseye çaktırmadan sorgu odalarımızın önüne kadar girebilir?”
“Lisa çok endişeli.”
“Beni dinlemek zorunda,” dedi Wallander. “Bana arka çıkmak zorunda, gazetede okuduklarına hemen inanmanın aksine yani.”
“Resimde gördüğü şeyi göz ardı edemez.”
“Etsin demiyorum zaten. Kıza vurdum ama sırf annesinin üstüne abandığı için yaptım.”
“Onların hikâyesi daha farklı, biliyorsun.”
“Yalan söylüyorlar. Belki sen de onlara inanıyorsundur?”
Höglund hayır anlamında başını salladı. “Asıl mesele onların yalan söylediğini nasıl ispatlayacağımız.”
“Arkasında kim var?”
Höglund hızlı ve kararlı bir şekilde cevap verdi. “Annesi. Bence kadın çok zeki. Kamuoyunun dikkatini kızının yaptıklarından uzaklaştırmak için dikkat dağıtıcı bir fırsat yakaladı. Hökberg de artık ölü olduğuna göre artık her şeyi ona yıkmaya çalışacaklar.”
“Kahrolası bıçağı yıkamazlar.”
“Ah, yıkarlar, yıkarlar. Her ne kadar Persson’un yardımıyla bulunsa da bıçağı Lundberg’e saplayan Hökberg’di diyebilirler.”
Höglund haklıydı. Ölüler konuşamazdı. Bir de kızı bir tokatla yere sermiş polisin renkli bir fotoğrafı vardı. Resim biraz silikti ama yine de her şey ortadaydı.
“Savcılık acil bir soruşturma açılmasını talep etti.”
“Hangi savcı?”
“Viktorsson.”
Wallander onu sevmezdi. Ağustostan beri Ystad’daydı ama Wallander çoktan adamla bir iki kez sürtüşmüştü.
“Benim sözlerime karşılık onların ifadesi.”
“Ve iki kişiler tabii.”
“Garip olan şu ki Persson annesini sevmiyor bile,” dedi Wallander. “Onunla konuştuğum zaman bu oldukça barizdi.”
“Reşit olmamasına ve hapse girmeyecek olmasına rağmen, başının büyük belada olduğunu fark etmiş olmalı. Dolayısıyla annesiyle geçici bir ateşkes imzaladı.”
Wallander bu konu hakkında konuşmaya daha fazla devam edemeyeceğini birdenbire fark etti. Şu anda yapamayacaktı.
“Sen neden geldin?”
“Hasta olduğunu duydum.”
“Ölüm döşeğinde değilim. Yarın işe döneceğim. Onun yerine bana Persson ile konuşmandan ne öğrendiğini anlat.”
“Hikâyesini değiştirdi.”
“Ancak Hökberg’in öldüğünü biliyor olamaz?”
“Garip olan da bu işte.”
Wallander’in, Höglund’un söylediklerini idrak etmesi zaman aldı. Derken kafasına dank etti. Höglund’un suratına baktı.
“Aklında bir fikir var?”
“Bir insan neden ifadesini değiştirir? Persson, onu sorguya çekmeye başladığımda Hökberg’in öldüğünü biliyor olamazdı. Ancak o zaman ifadesini tamamen değiştirdi. Birden, artık ‘her şeyi Hökberg yaptı’ oldu. Persson masummuş. Taksiciyi soyma niyetleri hiç yokmuş. Rydsgård’a gitmiyorlarmış. Hökberg esas, Bjäresjö’de yaşayan amcasını ziyaret etmeyi önermiş.”
“Öyle biri var mı?”
“Aradım. Adam yeğenini beş altı yıldır görmediğini söyledi.”
Wallander uzun uzun düşündü. “O hâlde tek bir açıklaması var,” dedi. “Persson, Hökberg’in itiraz edemeyeceğinden emin olmasa asla ifadesini tamamen değiştirip yepyeni bir hikâye uydurmazdı.”
“Ben de başka bir açıklama bulamıyorum. Doğal olarak ona neden bunları daha baştan söylemediğini sordum.”
“Ne cevap verdi?”
“Bütün suçun Sonja’nın üstüne kalmasını istemediğini.”
“Arkadaş oldukları için?”
“Evet.”
İkisi de bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Bunun tek bir açıklaması olabilirdi: Persson, Hökberg’in öldüğünü biliyordu.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Wallander.
“İki ihtimal var diyorum. Birincisi Hökberg, emniyetten çıktıktan sonra Persson’u aramış olabilir. İntihar etmeyi planladığını söylemiş olabilir.”
“Düşük bir ihtimal.”
“Bence de çok düşük. Bence Persson’u aramadı. Bence başka birisini aradı.”
“O da sonra Persson’u aradı ve ona Hökberg’in öldüğünü söyledi?”
“Mümkün.”
“Demek ki Persson, Hökberg’i kimin öldürdüğünü biliyor olabilir. Cinayet olduğunu varsayarsak.”
“Başka bir şey olabilir mi ki?”
“Emin değilim ama otopsi sonucunu beklemek zorundayız.”
“İlk genel raporu almaya çalıştım ama sanırım yanmış ceset üstünde çalışmak zaman alıyor.”
“Umarım bu acil durumun farkındadırlar.”
“İşlerimiz hep acil değil mi zaten?”
Kol saatine baktı ve ayağa kalktı.
“Eve dönmem lazım, çocuklar bekliyor.”
Wallander ona bir şey söylemesi gerektiğini düşündü. Boşanmanın ne kadar eziyetli bir olay olduğunu biliyordu.
“Boşanma süreci nasıl gidiyor?”
“Sen yaşadın. Nasıl olduğunu bilirsin.”
Wallander onu kapıya kadar geçirdi.
“Bir viski içsen iyi olur,” dedi Höglund. “İhtiyacın var.”
“İçtim bile,” dedi Wallander.
* * *
Akşam saat yedide Wallander araba kornası duydu. Mutfak camından Widén’in eski püskü arabasını gördü. Wallander viski şişesini bir poşete koyup aşağı indi.
Çiftliğe doğru sürdüler. Wallander her zamanki gibi önce ahırları gezmek istedi. Ahırların çoğu boştu. İçeri girdiklerinde aşağı yukarı on yedi yaşındaki kız bir eyeri asıyordu. İşini bitirip çıkınca orada ikisi kaldı. Wallander bir saman balyasının üstüne oturdu. Widén duvara yaslandı.
“Buralardan gidiyorum,” dedi. “Çiftlik satışa çıkarıldı.”
“Sence kim alır?”
“Buradan para kazanabileceğine inanacak kadar çılgın biri.”
“İyi bir fiyata satabilir misin?”
“Hayır, ama muhtemelen yeterli olacaktır. Ucuz yaşarsam aylık faiziyle geçinebilirim gibi.”
Wallander ne kadar paradan söz ettiğini bilmek istedi ama en uygun nasıl sorulur, bilemedi.
“Nereye gideceğine karar verdin mi?” dedi onun yerine.
“Önce her şeyi satmam lazım. Ondan sonra nereye gideceğime karar veririm.”
Wallander viskiyi çıkardı.
“Sen atların olmadan asla yaşayamazsın,” dedi. “Ne yapacaksın?”
“Bilmiyorum.”
“İçe içe ölürsün.”
“Ya da tam tersi olur. Belki de o zaman bu alışkanlıktan tümden kurtulurum.”
Ahırdan çıktılar ve avludan eve doğru yürüdüler. Soğuk bir akşamdı. Wallander her zamanki gibi aynı kıskançlığın sızısını duydu.
Widén bir bilinmeyene doğru yelken açıyordu ve kesinlikle çok değişik bir gelecek olacaktı. Öte yandan kendisi 14 yaşındaki bir kızı darp etmekten gazetelerin manşetlerindeydi.
İsveç insanların kaçıp kurtulmak istediği bir ülkeye dönüştü, diye düşündü. Parası olan kaçıyor. Parası olmayan da yetecek parayı dişiyle tırnağıyla kazımaya çalışan güruhlara katılıyor. Nasıl olmuştu bu? Ne değişmişti?
Aynı zamanda çalışma odası görevi gören, dağınık oturma odasına kuruldular. Widén kendine bir kadeh konyak koydu.
“Sahne teknisyeni olmayı düşünüyordum.”
“Nasıl yani?”
“Aynen dediğim gibi. Milan’da La Scala’ya gidebilir, perdeleri açıp kapatabilirim.”
“Bunun artık elle yapıldığını düşünmüyorsun ya?”
“Eh, ara sıra bir dekorun elle düzeltildiğini düşünüyorum. Düşünsene, her gece kulistesin ve bir kuruş bile ödemeden her gece şarkıları dinliyorsun. Hatta bedavaya bile çalışırım.”
“Bu işi mi yapacaksın?”
“Hayır. Aklımda bir sürü fikir var. Bazen Kuzey İsveç’e çıkayım da kendimi soğuk ve tatsız bir kar fırtınasına gömeyim diyorum. Bilmiyorum işte. Tek bildiğim bu çiftlik satılacak ve ben başka bir yere gideceğim. Ya sen?”
Wallander cevap vermeden omuz silkti. Çok içmişti. Başı bir ton olmaya başlamıştı.
“Hâlâ içki kaçakçılarını mı kovalıyorsun?”
Widén alaycı bir sesle sormuştu.
“Katilleri,” dedi Wallander, “başkalarını, kafasına çekiçle vura vura öldüren insanları. Taksiciyi duymuşsundur?”
“Yo.”
“Geçen gün iki kız bir taksiciyi önce darp etti, sonra da bıçaklayarak öldürdü. Benim kovaladığım tipler bunlar. Kaçakçılar değil.”
“Nasıl dayanıyorsun, anlamıyorum.”
“Ben de. Ama birisinin de bunu yapması gerek ve ben de yapılabileceği kadar iyi yapıyorum sanırım.”
Widén ona gülümseyerek baktı. “Hemen savunmaya geçmene gerek yok. Tabii ki senin müthiş bir polis olduğunu düşünüyorum. Hep bu fikirdeyim. Sadece hayatında başka bir şeye de vakit ayıracak mısın diye sormuştum.”
“Ben pes etmem.”
“Benim gibi yani?”
Wallander cevap vermedi. Birdenbire aralarındaki mesafeyi fark etti ve ne kadar zamandır böyle diye düşündü. Bir zamanlar aralarından su sızmazdı. Sonra büyümüşlerdi ve herkes kendi yoluna gitmişti. Yıllar sonra buluştuklarında eski günlerdeki dostluğu tekrar sürdürebileceklerini zannetmişlerdi. Arkadaşlıklarının artık tam anlamıyla farklılaştığını hiçbir zaman idrak etmemişlerdi. Ancak şu anda Wallander su gibi berrak görebiliyordu bunu. Widén de muhtemelen aynı sonuca varmıştı.
“Bu taksiciyi öldüren kızlardan birinin üvey babası,” dedi Wallander. “Erik Hökberg. Ya da bizim tanıdığımız adıyla Eriksson.”
Widén ona hayretler içinde baktı. “Ciddi misin?”
“Ciddiyim. Görünüşe bakılırsa şimdi kızın kendisi de cinayete kurban gitti. Yani ben istesem de buralardan ayrılmaya vaktim yok.”
Viskiyi tekrar poşete koydu.
“Bana bir taksi çağırabilir misin?”
“Hemen gidiyor musun?”
“Sanırım, evet.”
Widén’in yüzüne hayal kırıklığı gölgesi düştü. Wallander de aynı hisler içindeydi. Dostlukları sona ermişti. Ya da daha doğrusu, uzun zaman önce sona erdiğini nihayet keşfetmişlerdi.
“Seni eve götürürüm.”
“Olmaz,” dedi Wallander. “Sen de içtin.”
Widén karşı çıkmadı. Telefona gitti, taksi durağını aradı.
“On dakika sonra gelecekmiş.”
Birlikte dışarı çıktılar. Durgun bir sonbahar akşamıydı, hiç rüzgâr esmiyordu.
“Ne bekliyorduk?” dedi Widén birdenbire. “Gençliğimizde yani.”
“Unuttum gitti. Ama ben çok sık geçmişe bakan biri değilimdir. Bugüne ve geleceğe dair kaygılarla başım yeterince kalabalık zaten.”
Taksi zamanında geldi.
“Bana yazıp neler yaşadığını anlatmayı unutma,” dedi Wallander.
“Tamam.”
Wallander arka koltuğa oturdu. Araba Ystad’a doğru karanlığa karıştı.
Wallander tam eve adım atmıştı ki telefon çaldı. Arayan Höglund’du.
“Evde misin şimdi? Seni bir milyon defa aradım. Neden cep telefonun açık değil?”
“Ne oldu?”
“Lund’daki doktorun muayenehanesini aradım tekrar. Patoloji uzmanıyla konuştum. Bir şey bulduğunu söyledi. Sonja Hökberg’in başının arkasında, kafatasında bir çatlak varmış.”
“Trafoya düştüğünde ölü müymüş?”
“Belki değilmiş ama muhtemelen bilinci kapalıymış.”
“Bir şekilde kendine zarar vermiş olamaz mı?”
“Doktor bunu bir insanın kendi kendine yapamayacağından emin.”
“Tamam o hâlde,” dedi Wallander. “Hökberg öldürüldü.”
“Başından beri bilmiyor muyduk ki?”
“Hayır,” dedi Wallander. “Bundan şüphe ediyorduk ama şu âna dek tam bilmiyorduk.”
Arka planda bir yerde bir çocuk ağlaması duyuldu. Höglund telefonu kapatmak için acele etti. Ertesi gün sabah sekizde buluşmak üzere sözleştiler.
Wallander mutfak masasında oturdu. Widén ve Hökberg’i düşündü ama hepsinden çok Eva Persson’u.
Biliyor olmalı, diye aklından geçirdi. Sonja Hökberg’i kimin öldürdüğünü kesinlikle biliyor.

10
Wallander perşembe sabahı saat beş civarı birden zıpkın gibi uyandı. Karanlıkta gözlerini açar açmaz neyin onu uyandırdığını anlamıştı. Tamamen unuttuğu bir şeydi: Höglund’a verdiği söz. Bugün, Ystad’lı kadınların edebiyat kulübünde polislerin hayatı hakkında konuşma yapacağı gündü.
Karanlıkta kıpırdayamadan yattı. Bu nasıl da tamamen aklından çıkmıştı? Hiçbir şey hazırlamamıştı, iki not bile karalamamıştı. Kaygısının midesine oturduğunu hissetti. Konuşma yapacağı kadınlar büyük ihtimalle Eva Persson’un resimlerini görmüştü. Höglund ise çoktan onları arayıp kendisi yerine Wallander’in konuşma yapacağını haber vermiş olmalıydı.
Yapamam, diye düşündü Wallander. Karşılarında tek görecekleri, genç bir kıza dayak atmış, acımasız bir adam. Gerçekte olduğum kişi değil. O da her kimse artık.
Yatakta uzanırken bu ikilemden kurtulmanın bir yolunu bulmak için kafa patlattı ancak bu kez kaçış yolu olmadığını fark etti. Saat beş buçukta kalktı ve önüne bir not defteri koyup mutfak masasına oturdu. Sayfanın başına Konuşma yazdı. Rydberg olsa, bir grup kadına mesleği hakkında neler anlatırdı, bunu sordu kendine. Ancak zihninin bir köşesinde, Rydberg’in asla böyle bir duruma düşmeyeceğini de biliyordu.
Sabah saat altıda hâlâ o tek kelime yazılıydı sayfada. Tam pes edecekti ki aklına bir fikir geldi. Şu an itibariyle neyle uğraştıklarını yani öldürülen taksiciyle ilgili soruşturmasını anlatabilirdi. Hatta Stefan Fredman’ın cenazesinden başlayabilirdi. Bir polisin yaşamından birkaç günlük bir kesit verebilirdi; gerçekte olduğu hâliyle, hiçbir montaj yapmadan. Birkaç not aldı. Fotoğrafçı olayından kaçamayacaktı ve konuşması, bir nevi savunması olacaktı. Ancak zaten bir bakıma öyleydi. Olayın asıl oluş şeklini anlatma fırsatı olacaktı.
Altı on beşte Wallander kalemi elinden bıraktı. Akşamı düşündükçe hâlâ endişeleniyordu ama artık kendini çaresiz hissetmiyordu. Tamirciyi arayıp arabasının durumunu sordu. Konuşma içini karartmıştı. Anlaşılan motoru tümden sökmeyi planlıyorlardı. Konuştuğu görevli gün içinde onu arayıp bir fiyat vereceklerine söz verdi.
Dışarıdaki termometre 7 dereceyi gösteriyordu. Yumuşak bir rüzgâr esiyordu, hava parçalı bulutluydu ama yağmur yağmıyordu. Wallander sokakta ağır ağır yürüyen ihtiyar adamı seyretti. Adam bir çöpün yanında durup içindekileri eliyle şöyle bir karıştırdı ama herhâlde hiçbir şey bulamadı. Wallander, Widén’i ziyaretini düşündü. Kıskançlıktan eser kalmamıştı. Yerine muğlak bir melankoli gelmişti. Widén hayatından sonsuza dek çıkıp gidecekti. Gençlik yıllarından onunla bağı olan kim kalmıştı? Yakında hiç kimse kalmayacaktı.
Wallander bu düşüncelerden kurtulmak için kendisini zorladı ve evden çıktı. Emniyete giderken yapacağı konuşmasını düşündü. Bir devriye arabası yanaştı, emniyete bırakabileceklerini söylediler. Wallander teşekkür edip bu teklifi geri çevirdi. Yürümek istiyordu.
Danışmada bir adam onu bekliyordu. Wallander yürüyüp geçerken adam dönüp suratına baktı. Wallander bu simayı tanımıştı ama tam çıkaramamıştı.
“Kurt Wallander,” dedi adam, “bir dakikan var mı?”
“Duruma göre değişir. Kimsin?”
“Harald Törngren.” Wallander başını iki yana salladı. “Fotoğrafı çeken bendim.”
Wallander adamın suratını basın toplantısından anımsamıştı.
“Yani koridorda sinsice gezinen sendin.”
Törngren tebessüm etti. Otuzlu yaşlardaydı, uzun bir suratı ve kısa saçları vardı.
“Tuvaleti arıyordum, önüme kimse çıkmadı.”
“Ne istiyorsun?”
“Fotoğraf hakkında konuşmak istersin diye düşündüm. Seninle röportaj yapmak istiyorum.”
“Benim söylediklerimi olduğu gibi yazmazsın.”
“Nereden biliyorsun?”
Wallander, Törngren’den çıkmasını istemeyi düşündü. Fakat bir fırsat görüp bunu değerlendirmeye karar verdi. “Üçüncü bir şahsın da yanımızda olmasını istiyorum,” dedi.
Törngren gülümsemeyi sürdürdü. “Röportaja bir şahit mi istiyorsun?”
“Gazetecilerle kötü deneyimlerim var.”
“On tane de çağırsan, bence sorun yok.”
Wallander kol saatine baktı. Saat yedi yirmi beşti.
“Sana yarım saat veriyorum.”
“Ne zaman?”
“Şimdi.”
Irene, Martinson’un içeride olduğunu söyledi. Wallander, Törngren’e beklemesini söyledi. Martinson bilgisayarda bir şey yapıyordu. Wallander durumu açıkladı.
Martinson tereddüt eder gibi oldu. “Tepen atmayacaksa?”
“Ben genellikle istemediğim şeyler mi söylüyorum?” dedi Wallander.
“Ara sıra oluyor.” Martinson haklıydı.
“Aklımdan çıkarmam. Hadi gel.”
Küçük toplantı odalarından birine oturdular. Törngren kayıt cihazını masaya koydu. Martinson arka planda durdu.
“Dün gece Eva Persson’un annesiyle konuştum,” dedi Törngren. “Size dava açmaya karar vermişler.”
“Ne için?”
“Saldırı ve darp. Buna bir diyeceğiniz var mı?”
“Darp söz konusu değildi.”
“Onlar öyle demiyor ve olayın fotoğrafı benim elimde.”
“Ne olduğunu duymak ister misin?”
“Senin versiyonunu seve seve dinlerim.”
“Benimki bir versiyon değil. Asıl gerçek.”
“Biliyorsun ki onların sözüne karşı senin sözün.”
Wallander yapmaya çalıştığı şeyin imkânsızlığının ayırdına varmaya başlamıştı ve röportaj vermeyi kabul ettiğine pişman oldu ama artık iş işten geçmişti. Ona olanları anlattı: Persson annesine saldırmıştı ve Wallander de onları ayırmaya çalışmıştı. Kız saldırganlaşmıştı. Wallander ona tokat atmıştı.
“Kız da annesi de bunu yalanlıyor.”
“Yine de olan bu.”
“Gerçekten annesine vurmaya başladığına inanmamı mı bekliyorsun?”
“Kız cinayet işlediğini daha yeni itiraf etmişti. Gergin bir andı. Böyle zamanlarda beklenmedik olaylar yaşanabiliyor.”
“Eva Persson dün gece bana itiraf etmeye zorlandığını söyledi.”
Wallander ve Martinson birbirlerine baktılar. “Zorlanmak mı?”
“Aynen öyle.”
“Kim zorlamış peki onu?”
“Onu sorguya çeken polisler.”
Martinson sinirlendi. “Hayatımda duyduğum en saçma şey,” dedi. “Biz sorgularımız esnasında kimsenin iradesine karışmayız.”
“Ben sadece kızın söylediğini tekrar ediyorum. Artık her şeyi inkâr ediyor. Masum olduğunu söylüyor.”
Wallander, Martinson’a baktı, Martinson başka bir şey demedi. Wallander son derece sakin hissediyordu.
“Ön soruşturma henüz tamamlanmadı,” dedi. “Persson’un işlenen suçta parmağı var, eğer itirafını değiştirmeye karar verdiyse de bu, özünde hiçbir şeyi değiştirmez.”
“Yalan söylüyor diyorsun yani.”
“Buna cevap vermeyeceğim.”
“Neden?”
“Çünkü buna cevap vermem, cevap verirsem devam eden bir soruşturma hakkında sana bilgi vermem anlamına gelir bu. Gizli bilgi.”
“Ama kızın yalan söylediğini söylüyorsun?”
“Bunlar senin kelimelerin. Ben sana sadece ne olduğunu anlatabilirim.”
Wallander manşetleri tahmin edebiliyordu ama yaptığı hareketin doğru olduğunu biliyordu. Eva Persson ve annesi kurnazdı ama uzun vadede bu, onların işine yaramayacaktı, abartılı ve duygusal gazete manşetleri de.
“Kız çok küçük,” dedi Törngren. “Yaşça büyük arkadaşının onu bu trajik olaylara sürüklediğini iddia ediyor. Sence bu mantıklı değil mi? Eva gerçeği söylüyor olamaz mı?”
Wallander ona Hökberg hakkındaki gerçeği anlatmayı düşündü. En son gelişmeler henüz halka duyurulmamıştı ama yine de Wallander bu kararından vazgeçti. Neyse, yine de bu ona bir avantaj verirdi.
“Bu soruşturmadan ne sen ne de senin gazeten sorumlu. Biz sorumluyuz. Kendi çıkarımlarınıza varmak ya da kendi yargılarınızı oluşturmak istiyorsanız, size engel olamayız. Fakat hakikat çok farklı ortaya çıkacak. Hoş, editörün buna pek yer vermez.”
Wallander avuçlarını masaya koyarak röportajın sona erdiğini belli etti.
“Zaman ayırdığın için teşekkür ederim,” dedi Törngren ve kayıt cihazını toplamaya başladı.
“Komiser Martinson sizi geçirecek,” dedi Wallander.
Adamla tokalaşmadan odadan çıktı. O günkü postalarını alırken röportajın nasıl geçtiğini değerlendirmeye çalıştı. Bir şeyler eklemeli miydi? Bir şeyleri daha farklı ifade edebilir miydi? Mektuplarını koltuk altına koyup bir fincan kahveyi odasına taşıdı. Törngren’le konuşmasının iyi gittiğine karar verdi, yine de günün sonunda gazetede çıkan yazı üstünde bir etkisi olamazdı. Oturup mektuplarını karıştırmaya koyuldu. Acil bir şey yoktu. Aklına Enander’in ziyareti geldi, en üst çekmecedeki notlarını karıştırdı ve Lund’daki patoloğu aradı. Şanslıydı, ânında aradığı kişeye bağlandı. Wallander ona Enander’in anlattıklarını aktardı. Doktor da bu yeni bilginin otopsi sonucunun yeniden gözden geçirilmesi için yeterli olup olmadığını Wallander’e haber verecekti.
Saat sekizde Wallander kalkıp büyük toplantı odasına geçti. Holgersson çoktan oradaydı, Lennart Viktorsson adlı savcı da. Wallander onu görünce içinde fırtınalar koptu. Çoğu insan, bir gazetenin ana sayfasında bu koşullarda çıkınca dikkat çekmemeye çalışır. Wallander bir gün evvel emniyetten erken ayrılarak zayıflık ânını yaşamış, geçmişi geride bırakmıştı. Artık savaşa hazırdı. Sandalyesine oturup anlatmaya başladı.
“Hepinizin bildiği gibi, dün akşam gazetelerinde Eva Persson’un bir fotoğrafı çıktı, altında da ona tokat attığım için yere düştüğü yazıyordu. Kız ve annesi inkâr ediyor olabilir ancak asıl olay şu ki kız, annesine tokat atıyordu, ben de araya girmeye çalıştım. Kızın gözü dönmüştü. Onu bu cinnet ânından uyandırmak için yüzüne tokat attım. Çok hızlı vurmadım ama dengesi bozulup düşmesine yetti. Aynı zamanda, emniyete sinsice girip etrafa bakan gazeteciye de aynısını anlattım. Bu sabah onunla konuştum, Martinson da bunu doğrulayabilir.”
Devam etmeden önce durdu ve masanın başına toplanmış herkese baktı. Emniyet Müdürü Holgersson biraz bozulmuşa benziyordu. Muhtemelen konuyu kendisi açmak istemişti.
“Meseleyle ilgili bir soruşturma açılacağını öğrendim, bana uyar. Ancak şimdilik sanırım dikkatimizi elimizdeki en önemli meseleye yani Lundberg cinayetine ve Hökberg’e gerçekten ne olduğuna çevirmeliyiz.”
Wallander lafını bitirir bitirmez Holgersson konuşmaya başladı. Wallander, kadının surat ifadesinden hiç hoşlanmamıştı. Hâlâ onu yarı yolda bıraktığını hissediyordu.
“Sanırım Eva Persson’u sorguya çekmene izin verilmeyeceğini söylememe gerek yok,” dedi.
Wallander başıyla onayladı. “Ben bile anladım bunu.”
Daha fazlasını söylemeliydim, diye düşündü. Bir polisin ilk görevi, meslektaşına destek olmaktır; elbette bu eleştirmeksizin ya da her ne pahasına olursa olsun değil. Ancak eğer ortada iki kişinin söylediğine bakılacaksa, ortada bir kanıt yoksa destek olunmalı. Persson’un yalanını yutması, rahatsız edici gerçeği savunmaktan daha kolay.
Viktorsson elini kaldırarak Wallander’in aklından geçen düşünceleri böldü. “Bu soruşturmayı yakından takip ediyor olacağım ve Eva Persson’un, olan bitene dair anlattığı şu yeni versiyonu ciddiye alalım diyorum. Saldırının planlanması ve uygulanmasında Sonja Hökberg’in tek başına sorumlu olması ihtimali gayet güçlü.”
Wallander kulaklarına inanamıyordu. Odada sağa sola bakınıp en yakın iş arkadaşlarından destek bekledi. Dama desenli gömleğiyle Hansson düşüncelere dalmış gitmişti. Martinson çenesini sıvazlıyordu ve Höglund sandalyede kamburunu çıkarmıştı. Kimse onunla göz teması kurmadı ama Wallander gördüklerinden, onların hâlâ yanında olduğu yorumunu çıkardı.
“Persson yalan söylüyor,” dedi. “İlk anlattıkları doğruydu. Eğer kollarımızı sıvayıp işimizi yaparsak, kanıtlayabileceğimiz tek versiyon da ilk söyledikleri olacak.”
Viktorsson devam etmek istedi ama Wallander izin vermedi. Çoğunun, dün gece Höglund’un onu arayıp söylediği şeyden haberdar olmadıkları kanısındaydı.
“Hökberg cinayete kurban gitti,” dedi. “Patolog başının arkasına sert bir cisimle vurulduğunu gösteren bir iz buldu. Ölüm sebebi bu olabilir, en azından bundan dolayı şuuru kapanmış. Arkasından da yüksek gerilim hattına atılmış. Her koşulda artık cinayete kurban gidip gitmediği konusunda bir şüphemiz olamaz.”
Haklıydı. Odadaki herkes şaşkınlık yaşadı.
“Bunun patoloğun ilk raporu olduğunu da özellikle belirtmek zorundayım,” dedi. “Yeni bilgiler gelebilir.”
Hiç kimse ağzını açmadı, Wallander artık gidişatın kontrolünü ele geçirdiğini hissetti. Gazetedeki fotoğraf içini kemiriyordu ve ona yeni bir enerji veriyordu ancak Holgersson’un açık güvensizliğini bir türlü hazmedemiyordu.
Soruşturmanın en güncel hâline dair detaylı bir aktarım yapmaya devam etti.
“Johan Lundberg alelacele planlanmış ve hızlıca gerçekleştirilmiş bir infazla cinayete kurban gitti. Kızlar paraya ihtiyaçları olduğunu söylüyor ama özellikle ne için olduğunu söylememekte ısrarcılar. Saldırıyı polisten saklama zahmetine girmiyorlar. Onları tutukladığımızda ikisi de suçunu hemen itiraf ediyor. Anlatılanlar tutarlı ve ikisi de bir pişmanlık sergilemiyor. Ayrıca cinayet silahlarını buluyoruz. Derken Hökberg emniyetten kaçıyor. 12 saat sonra Sydkraft trafolarından birinde öldürülmüş hâlde bulunuyor. Oraya nasıl gelebildiğini saptamak bizim için hayati derecede önemli. Ayrıca niçin öldürüldüğünü de bilmiyoruz. Bu gelişmelere paralel, yine bir başka can alıcı gelişme yaşanıyor: Persson ilk itirafından vazgeçiyor. Olanlara dair tüm suçu Hökberg’in üstüne atıyor. Hökberg ölü olduğu için emin olamadığımız yeni bilgiler sunuyor bize. Esas soru şu: Persson bunu nereden biliyordu? Bunu bir şekilde biliyor olmalı. Cinayet haberi duyurulmadı. Bunu bilen insan sayısı çok az, dün o sayı daha da azdı. Yine de Persson birdenbire hikâyesini değiştirdi.”
Wallander sandalyesinde arkaya yaslandı. Odadaki dikkat seviyesi son derece yükselmişti. Wallander en can alıcı noktaları ayıklamıştı.
“Hökberg emniyetten çıkınca ne yaptı?” dedi Hansson. “Öğrenmemiz gereken şey bu.”
“Trafoya yürümedi,” dedi Wallander. “Yüzde yüz bunu kanıtlamak zor olsa da. Birisinin arabayla onu götürdüğünü varsaymak zorundayız.”
“Biraz fazla hızlı gitmiyor muyuz?” dedi Viktorsson. “Oraya vardığında belki ölüydü.”
“Henüz lafım bitmedi,” dedi Wallander. “Tabii ki bu bir ihtimal.”
“Bu varsayımı çürüten herhangi bir şey var mı peki?”
“Yok.”
“Aslında bu sizce de en mantıklı sonuç değil mi? Oraya kendi iradesiyle gittiğini varsaymamız için ne gibi sebeplerimiz var?”
“Sadece onu oraya arabayla götüren kişiyi tanıyor olması.”
Viktorsson başını hayır anlamında salladı. “Bir insan neden bir trafoya gitmeye kalksın, hele hele bir tarlanın ortasındaki bir trafoya? Hem bunca zaman hava yağmurlu değil miydi? Bunlar bize onun aslında başka bir yerde öldürüldüğünü anlatmıyor mu?”
“Bir dakika,” dedi Wallander. “Şu anda bütün seçenekleri masaya yatırmaya çalışıyoruz. Tek bir tanesinin üstüne odaklanmamamız lazım şu noktada.”
“Onu kim arabayla götürdü?” dedi Martinson. “Eğer bunu bilirsek, onu kimin öldürdüğünü de biliriz, nedenini bilmesek de.”
“Oraya daha sonra geleceğiz,” dedi Wallander. “Benim fikrim şu: Persson, Hökberg’in ölmüş olmasını, onu öldüren kişi haricinde kimseden duymuş olamaz. Ya da en azından bir tanık haricinde.” Holgersson’a baktı. “Demek ki olan biteni çözmek için anahtarımız Persson. 18 yaşından küçük ve yalan söylüyor. Şimdi ortalığı biraz alevlendirsek iyi olur. Hökberg’in ölümünü nereden öğrendiğini bilmek istiyorum.” Wallander ayağa kalktı. “Sorgusunda ben yer almayacağım için diğer işlerle ilgilenmeye gidiyorum.”
Odadan çıktı, bu çıkışından memnundu. Çocukça bir gösteriye girmişti, farkındaydı ancak hedefi vurduğuna inanıyordu. Persson’la konuşma sorumluluğunun Höglund’a verileceğini tahmin etti. Höglund ne soracağını biliyordu, Wallander’in onu hazırlamasına gerek yoktu.
Wallander paltosunu alıp çıktı. Vaktini, bir şeyi kontrol etmekle geçirecekti. Emniyetten çıkmadan önce vaka dosyasından iki fotoğrafı alıp cebine koydu. Şehir merkezine doğru yürüdü. Olayda bir nokta hâlâ canını sıkıyordu. Hökberg neden öldürülmüştü ve cinayet neden Skåne’nin büyük kısmı elektriksiz kalacak şekilde işlenmişti? Maksatlı mıydı bu, yoksa şans eseri mi olmuştu?
Wallander meydandan karşıya geçti, Hamn Caddesi’ne vardı. Hökberg ve Persson’un bira içtikleri restoran henüz açılmamıştı. Wallander pencereden içeriye şöyle bir baktı. İçeride birisi vardı ve tanıdığı bir adamdı. Wallander cama tıklattı. Adam tezgâhın arkasındaki işini yapmaya devam etti. Wallander cama daha sert vurdu, adam kafasını kaldırıp baktı. Wallander’i tanıyınca gülümsedi, gidip kapıyı açtı.
“Saat daha dokuz bile değil,” dedi. “Pizza mı istiyorsun?”
“Sayılır,” dedi Wallander. “Bir fincan kahve iyi olurdu. Seninle konuşmam lazım.”
István Kecskeméti, 1956 yılında Macaristan’dan İsveç’e gelmişti. Ystad’da birkaç tane restoran işletmişti ve Wallander yemek pişirmeye hâli yoksa burada yemeyi alışkanlık edinmişti. Adam çok konuşurdu ama Wallander onu seviyordu. Aynı zamanda Wallander’in diyabetinden haberi olan az sayıda insandan biriydi.
“Çok sık uğramıyorsun,” dedi István. “Sen geldiğinde de kapalı oluyoruz. Demek ki yemek dışında bir şey istiyorsun.” Kollarını kaldırıp iç geçirdi. “Herkes István’dan yardım istiyor. Spor kulüpleri, hayır dernekleri, hayvan mezarlığı açmak isteyen birisi… hepsi para istiyor. Karşılığında reklamını yaparız diye vaatlerde bulunuyorlar. Peki ama bir hayvan mezarlığına reklam vermek bir pizzacının ne işine yarayacak? Belki sen de başka bir şey istiyorsundur? İsveç emniyet teşkilatına bağış mı?”
“Birkaç soruya cevap vermen kâfi,” dedi Wallander. “Geçen salı burada mıydın?”
“Ben hep buradayım. Ama geçen salının üstünden çok zaman geçti.”
Wallander iki fotoğrafı masaya koydu. Işık loştu.
“Bu yüzlerden birini tanıyor musun, bak bakalım.”
István fotoğrafları bara götürdü. Uzun bir süre baktıktan sonra, “Galiba,” dedi.
“Taksici cinayetini duydun mu?”
“Berbat ya, nasıl olmuş? Hem de gencecik insanlar.” Derken István bağlantıyı kurdu. “Bu ikisi mi?”
“Evet. O akşam buradalarmış. Hatırladığın her şeyi anlatabilirsen çok iyi olur. Nerede oturuyorlardı, yanlarında kim vardı, öyle şeyler.”
István o akşamı anımsamaya çalışırken Wallander bekledi. Fotoğrafları aldı, restoranda dolaşmaya başladı. Yavaş yavaş yürüdü, bir şey arıyor gibiydi. Müşterilerini arıyor, diye düşündü Wallander. Ben olsam ben de böyle yapardım. Bakalım, onları bulacak mı?
István cam kenarındaki masada durdu. Wallander o masaya doğru yürüdü.
“Bence burası,” dedi István.
“Kim hangi sandalyede oturuyordu?”
István sıkıntılı durdu. Wallander gene bekledi, István iki tur attı, yürüdü, geldi. Sonra sanki menüyü verir gibi Hökberg ve Persson’un fotoğraflarını sandalyelerine koydu.
“Emin misin?”
“Evet.”
Ancak Wallander adamın alnını çattığını gördü. István hâlâ bir şey hatırlamaya çalışıyordu.
“O akşam bir şey olmuştu,” dedi. “Kızları hatırlıyorum çünkü biri bana on sekiz yaşında değilmiş gibi geldi.”
“Değildi,” dedi Wallander. “Ama boş ver şimdi.”
Wallander bekledi. István’ın nasıl hatırlama gayretinde olduğunu gördü.
“O akşam bir şey oldu,” dedi adam tekrar. Sonra ne olduğunu hatırladı. “Yer değiştirdiler,” dedi. “Bir ara kalkıp yer değiştirdiler.”
Wallander, Hökberg’in akşamın ilk yarısını geçirdiği sandalyeye oturdu. Oradan bir duvar ve sokağın üstündeki bir pencere görünüyordu. Restoranın büyük kısmı arkasındaydı. Yer değiştirdiği zaman ön kapıyı görebildi. Bir sütun ve sedirli bir masa dükkânın geri kalan kısmının çoğunu sakladığı için ancak bir masayı net seçebiliyordu, iki kişilik bir masayı.
“Şurada oturan var mıydı?” dedi, masaya işaret ederek. “Kızlar yer değiştirdiğinde orada oturan biri var mıydı?”
“Aslında evet,” dedi István. “Birisi içeri girip orada oturmuştu ama onlar yer değiştirince miydi, değil miydi, emin değilim.”
Wallander nefesini tuttuğunu fark etti. “Adamı tarif edebilir misin? Onu tanıyor muydun?”
“Onu daha önce hiç görmemiştim ama tarif etmesi kolay.”
“Nasıl yani?”
“Şey, adam Çinliydi. Ya da en azından Asyalı görünüyordu.”
Wallander önemli bir şeye yaklaşıyordu.
“Kızlar taksiye binip gittikten sonra burada kaldı mı?”
“Evet, en azından bir saat daha oturdu.”
“İletişim kurdular mı?”
István olumsuz anlamda başını salladı. “Bilmiyorum. Görmedim ama olabilir.”
“Adam hesabını nasıl ödedi, hatırlıyor musun?”
“Galiba kredi kartıyla ödedi ama emin değilim.”
“Güzel,” dedi Wallander. “Slipini bulmanı istiyorum.”
“Gönderirim sana. American Express, yanlış hatırlamıyorsam.”
“O zaman senin nüshanı buluruz,” dedi Wallander.
İçinde bir telaş duydu. Sonja Hökberg sokaktan gelen birinin dükkâna girdiğini gördü, diye düşündü. Onu görebilmek için arkadaşıyla yer değiştirdi. Adam Asya kökenliydi.
“Senin aradığın şey nedir?” diye sordu István.
“Ben sadece ne olduğunu anlamaya çalışıyorum,” dedi Wallander. “Bundan daha öteye geçemedim.”
István’a veda edip restorandan çıktı. Asya kökenli bir adam, diye düşündü. Güçlü bir endişe dalgası Wallander’i ele geçirdi, daha hızlı yürümeye başladı.

11
Wallander emniyete vardığında nefes nefeseydi. Hızlı yürümüştü çünkü Höglund’un, Eva Persson’u sorguya çektiğini biliyordu. István’ın restoranında öğrendiklerini ona söylemek zorundaydı, böylece Höglund kıza istediği soruları sorabilirdi. Irene ona küçük bir yığın mesaj uzattı, Wallander bakmadan cebine tıktı. Höglund’u sorgu yaptığı odadan aradı.
“İşim bitmek üzere,” dedi Höglund.
“Bekle,” dedi Wallander. “Sana birkaç soru getirdim. Bir mola ver. Dışarıdayım.”
Wallander koridorda sabırsızca bekliyordu, kadın odadan çıktı. Wallander ona hemen restorandaki yer değişimini ve Hökberg’in net gördüğü masada oturan adamı anlattı. Höglund’un ikna olmadığını görebiliyordu.
“Asyalı bir adam?”
“Evet.”
“Gerçekten bunun önemli olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Hökberg birisiyle göz teması kurmak istediği için yer değiştirmek istemiştir. Bunun bir anlamı olmalı.”
Höglund omuz silkti. “Persson’a sorarım. Ama senin tam olarak cevabını istediğin soru ne?”
“Neden yer değiştirdiler ve saat kaçta yer değiştirdiler? Yalan söyleyecek mi bak bakalım. Bir de, arkasında oturan adamı fark etmiş mi?”
“Kızın aklından geçenleri anlamak çok zor.”
“Yeni hikâyesine mi sadık kalıyor?”
“Hökberg, Lundberg’e hem vurmuş hem de onu bıçaklamış. Persson öncesinde hiçbir şey bilmiyormuş.”
“Ona Hökberg’in öldüğünü söylediğin zaman nasıl tepki verdi?”
“Üzülmüş gibi yaptı ama bunda pek başarılı olamadı. Bence kız aslında şoke olmuştu.”
“Yani sence önceden bilmiyordu?”
“Hayır. Annesi bir avukat tutmuş, Klas Harrysson. Adam sana dava açmış.”
Wallander’in tanımadığı bir isimdi bu.
“Malmö’lü genç, hırslı bir avukat. Kendinden pek emin.”
Wallander’e yorgunluk çöktü. Sonra öfkesi geri geldi, ayrıca haksızlığa da uğradığını düşünüyordu.
“Yeni bir bilgi kopardın mı?”
“Doğrusunu istersen, bence Persson biraz aptal ama hikâyesinde ısrar ediyor yani ikinci versiyonda. Hiç takılmadan konuşuyor.”
“Lundberg cinayetinde göründüğünden daha fazlası var,” dedi Wallander. “Adım gibi eminim.”
Höglund, Persson’u sorguya çekme işine döndü. Wallander de odasına gitti. Martinson’u bulmaya çalıştı ama bulamadı. Hansson da yoktu. Ardından Irene’in ona verdiği mesajları şöyle bir karıştırdı. Arayanların çoğu gazeteciydi ama Tynnes Falk’ın eski karısından bir mesaj gelmişti. Wallander bu mesajı kenara ayırdı, Irene’i aradı ve bir süre telefon bağlamamasını söyledi. Bilinmeyen numaraları aradı, American Express ofisinin telefon numarasını öğrendi. Ne istediğini anlattığında Anita adında birisine aktarıldı. Kadın güvenlik kontrolü için onu kendisinin araması gerektiğini söyledi. Wallander telefonu kapatıp bekledi. Birkaç dakika sonra Irene’den hiçbir telefon bağlamamasını istediğini hatırladı. Küfretti ve American Express’in numarasını bir daha aradı. Bu kez gelen aramayı açtı, Wallander ihtiyaç duyduğu bilgileri sorabildi.
“Biraz zamanımızı alır,” dedi kadın.
“Ne kadar önemli olduğunu anlamalısınız.”
“Elimizden geleni yaparız.”
Wallander oto tamircisini aradı. Sonunda, daha önceden konuştuğu adam telefona çıktı ve ona dudak uçuklatan bir rakam verdi. Araba ertesi güne hazırdı. İşçilik değil, değişen parçalar pahalıydı. Wallander öğlen saati arabayı almaya geleceğini söyledi.
Ahizeyi yerine koydu, düşünceleri gene sağa sola dağıldı. Höglund’la birlikte sorgu odasında olmayı diledi. Orada olamayışı sinirlerini bozuyordu. Höglund biraz yumuşak başlıydı, karşısındakine gerçekten baskı uygulamada başarılı değildi. Öte yandan Holgersson ona insaflı yaklaşmamıştı ve Wallander bu yüzden onu asla affetmeyecekti.
Zamanı doldurmak için Falk’ın eski karısının bıraktığı numarayı çevirdi. Kadın neredeyse ânında telefonu açtı.
“İyi günler, ben Komiser Wallander. Marianne Falk’la mı görüşüyorum?”
“Çok memnun oldum. Ben de aramanızı bekliyordum.”
Kadının yüksek oktav, hoş tınılı bir sesi vardı. Mona gibiydi. Wallander inceden bir sızı duydu. Hüzün müydü bu?
“Dr. Enander sizinle iletişime geçti mi?” diye sordu kadın.
“Konuştum onunla.”
“O hâlde Tynnes’in kalp krizinden ölmediğini biliyorsunuz.”
“Bu ihtimali eleyebileceğimizden emin değilim.”
“Neden? Saldırıya uğradı ya.”
Wallander’in merakı kabardı. “Hiç şaşırmışa benzemiyorsunuz.”
“Şaşırmadım zaten. Tynnes’in çok düşmanı vardı.”
Wallander bir tükenmez kalem ve birkaç kâğıt çekti önüne. Gözlüğü zaten gözündeydi.
“Ne tür düşmanlar?”
“Bilmiyorum. Ama hep bir savunma hâlindeydi.”
Wallander, Martinson’un raporunda yazan bilgileri hafızasından şöyle bir taradı.
“Bir nevi bilgisayar danışmanıydı, doğru mu?”
“Evet.”
“Pek tehlikeli bir mesleğe benzemiyor.”
“Bence ne yaptığınıza bağlı olarak değişir bu.”
“Peki ya o tam olarak ne yapardı?”
“Bilmiyorum.”
“Ama saldırıya uğradığını düşünüyorsunuz?”
“Birlikte yaşamasak da onu çok iyi tanırdım. Özellikle son bir yıldır çok kaygılıydı.”
“Size sebebini hiç anlatmadı mı?”
Kadın cevap vermeden önce biraz duraksadı. “Daha net konuşamayışım dışarıdan bakınca garip görünüyor, biliyorum,” dedi. “Uzun zamandır birlikteydik, iki çocuğumuz var ama yine de.”
“‘Düşman’ çok ciddi bir kelime.”
“Tynnes sıklıkla seyahat ederdi. Her zaman. Ne tür insanlarla tanışıyordu hiçbir fikrim yok ama bazen eve döndüğünde çok heyecanlı olurdu. Bazen Sturup Havaalanı’nda buluştuğumuz zaman oldukça endişeli bir hâli olurdu.”
“Ama muhakkak bir şey demiştir, neden düşmanı var, ya da kimler?”
“Sessiz bir adamdı ama endişesini yüzünden okuyabiliyordum.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/henning-mankell/guvenlik-duvari-69401677/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Güvenlik Duvarı Хеннинг Манкелль
Güvenlik Duvarı

Хеннинг Манкелль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "BİR KUZEY POLİSİYESİ: KURT WALLANDER SERİSİ

  • Добавить отзыв