Bir Adım Geriden

Bir Adım Geriden
Henning Mankell
Kurt Wallander #7
"BİRİNCİ SINIF BİR POLİSİYE: KURT WALLANDER SERİSİ
Yaz Dönümü Bayramı’nda 18. yüzyılı anımsatan kostümler giyinmiş üç genç ormanda öldürülür. Aynı zamanda Kurt Wallander’in en güvendiği arkadaşlarından biri ölü bulununca Wallander bu cinayetlerin birbiriyle ilişkili olduğunu düşünür. Ama elindeki tek ipucu İsveç’te kimsenin tanımadığı bir kadının fotoğrafıdır. Babasının ölümünden sonra sağlığı gitgide kötüleşen Wallander adım adım katilin peşine düşer ama katil hep bir adım öndedir.

“Mankell size polisiyeyi sevdirecektir.”
Daily Telegraph

“Akıcı, özenle yazılmış ve son derece merak uyandırıcı.”
St. Petersburg Times"

Henning Mankell
Bir Adım Geriden

Her yerde düzenli sistemlerden çok düzensizlik vardır.
    TERMODİNAMİĞİN İKİNCİ YASASI’NDAN
Rigoletto Uvertürü
    GIUSEPPE VERDI


GİRİŞ
Yağmur durduğunda saat öğleden sonra beşi geçmişti. Büyük ve iri ağaç gövdesinin yanına çömelmiş olan adam dikkatle yağmurluğunu çıkardı. Yağmur yarım saatten fazla sürmemiş ve sağanak hâlinde yağmamış olmasına karşın adamın üstü başı ıslanmıştı. Birden öfkelendi. Üşütüp hasta olmak istemiyordu. Özellikle de şimdi, yazın ortasında hastalanmaya hiç niyeti yoktu.
Yağmurluğunu yere serip ayağa kalktı. Ayakları uyuşmuştu. Yavaşça ayaklarını öne arkaya sallayarak kan dolaşımının normale dönmesine çalıştı, bir yandan da çevrede bir hareket olup olmadığına bakıyordu. Beklediği kişilerin akşam sekizden önce gelmeyeceklerini biliyordu. Plan bu doğrultuda yapılmıştı. Yine de patikada yürüyüşe çıkmış biri olabilirdi. Onun denetiminin dışında olabilecek ve asla emin olamayacağı tek şey buydu. Buna karşın kaygılı değildi. Yaz Dönümü Bayramı’ydı. Ormanlık alanda kimse çadır kurmadığı gibi piknik yapan da yoktu. Zaten burayı özenle seçmişlerdi. Yalnız kalmak istiyorlardı.
Bu yerde buluşmaya iki hafta önce karar vermişlerdi. Onları birkaç ay boyunca yakın takibe almıştı. Hatta aldıkları kararı öğrendikten sonra gelip buluşacakları yere bile bakmıştı. Ormanlık alanda dolaşırken görünmemek için elinden geleni yapmıştı. Bir keresinde ara yollardan birinde ağır adımlarla yürüyen yaşlı bir çift görmüş, onlar geçip gidinceye kadar da bir ağacın arkasına saklanıp beklemişti.
Daha sonra Yaz Dönümü kutlamaları için saptadıkları yeri bulduğunda bu yerin ne denli ideal olduğunu hemen anlamıştı. Etraf çalılarla örtülü çukurlarla doluydu. Tepedeyse birkaç ağaç vardı. Burası tam onlara göreydi. Ayrıca tam ona göreydi de. Bundan daha iyi bir yer olamazdı.
Yağmur bulutları dağılıyordu. Güneş yüzünü göstermiş, hava birden ısınıvermişti. Serin bir haziran ayı geçiriyorlardı. Oysa Skåne’dekiler yazın erken gelmesinden şikâyetçiydi ve o da onlar gibi düşünüyordu. Her zaman herkesle hemfikir olmayı yeğlerdi. Yaşamın insanın karşısına çıkardığı engellerden kendini koruması için karşısındakilerle aynı fikirde olmasından başka çaresinin olmadığına inanırdı.
Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Artık yağmur yağmayacaktı. Bahar ve yazın ilk günleri oldukça serin geçmişti ama şimdi, akşam olurken, bu Yaz Dönümü Bayramı’nda güneş sonunda yüzünü göstermişti. Harika bir akşam olacak, diye geçirdi içinden. Hem de hiç unutulmayacak bir akşam.
Hava nemli çim ve toprak kokuyordu. Bir yerlerden kanat çırpma sesi duydu. Sol yandaki tepeden deniz görülüyordu. Ayaklarını iki yana açmış duruyordu. Ağzında artık çiğneye çiğneye kayış gibi olmuş tütünü yere tükürdü. Sonra ayağıyla tütün parçacıklarını toprağa karıştırdı. Arkasında asla iz bırakmazdı. Son günlerde tütünü bırakmayı çok düşünmüştü. Tütün asla ona uymayan kötü bir alışkanlıktı.
Hammar’da buluşmaya karar vermişlerdi. İkisi Simrishamn, diğerleri Ystad’dan geldiğinden buluşmak için en uygun yer Hammar’dı. Ormanlık alana arabalarıyla gidecekler, arabalarını uygun bir yere park ettikten sonra daha önceden saptadıkları yere yürüyeceklerdi. Bu kararı alabilmeleri öyle kolay olmamıştı. Birçok seçeneği tartışmışlar, birçok öneri ortaya atılmıştı ama içlerinden biri bu yeri önerdiğinde diğerleri daha fazla tartışmadan, belki de zamanlarının azaldığını fark ettiklerinden hemen kabul etmişlerdi. İçlerinden biri yiyeceklerle ilgilenmeyi üstlenirken diğeri Kopenhag’a gidip kostümlerle perukları kiralamıştı. Hiçbir şeyi şansa bırakmamışlardı. Hava koşullarının kötü olabileceğini bile hesaba katmışlardı. Yaz Dönümü günü öğlen saat ikide içlerinden biri kırmızı sırt çantasına büyük, boyalı bir muşamba koymuştu. Adam ayrıca bir rulo bantla eski günlerden kalma alüminyum tente kancalarıyla çivileri de çantasına yerleştirmişti. Yağmur yağacak olursa çadırları da hazırdı.
Her şey hazırdı. Hesaplamadıkları yalnızca tek bir şey vardı. İçlerinden biri aniden hastalanmıştı. Belki de Yaz Dönümü Bayramı’nı hepsinden daha fazla heyecanla bekleyen genç bir kadındı hastalanan. Diğerleriyle bir yıl önce tanışmıştı. O sabah uyandığında midesi bulanıyordu. Önce bunun aşırı heyecandan kaynaklandığını sanmıştı ama saatler geçmiş, öğlen olmuştu ve midesi hâlâ bulanıyordu. Bir süre sonra kusmaya başlamıştı. Ateşi de çıkmıştı. Hâlâ iyileşeceğini umuyordu ama kendisini almaya geldiklerinde bacakları titreyerek kapıyı güçlükle açmış ve hastalandığını, onlarla gelemeyeceğini söylemişti.
Bu yüzden Yaz Dönümü günü akşam yedi buçuğu biraz geçe Hammar’da yalnızca üç kişiydiler. Yine de arkadaşlarının hastalanmasının kendilerini olumsuz etkilemesine izin vermemişlerdi. Deneyimliydiler, bu tür şeylerin olabileceğini bilirlerdi. Ani hastalıklar karşısında yapacakları bir şey yoktu.
Arabayı ormanlık alanın dışına park ettiler, bagajdan sepetlerini alıp patikalardan birinde gözden kayboldular. İçlerinden biri uzaklardan bir yerden gelen bir akordeon sesi duyduğunu söyledi ama onun dışında çevrede yalnızca kuş sesleriyle uzaklardan gelen denizin sesi duyuluyordu.
Önceden saptadıkları yere geldiklerinde bir kez daha bunun çok akıllıca bir seçim olduğunda görüş birliğine vardılar. Burada onları kimse rahatsız etmeyecek ve şafağa dek bekleyebileceklerdi.
Gökyüzünde artık tek bir bulut bile kalmamıştı. Yaz dönümü gecesi hava açık ve güzel olacaktı. Yaz Dönümü Bayramı’na ilişkin planlarını şubat başında havaların geç kararmasına ilişkin hesaplarını dile getirdiklerinde yapmışlardı. O akşam şişelerce şarap içmişler, alaca karanlık sözcüğünün tam anlamına ilişkin yoğun bir tartışmaya dalmışlardı. Hangi noktada aydınlık karanlıkla tam olarak birleşiyordu? Kim alaca karanlığı tam olarak anlatabilirdi? Yerde uzamış gölgeler arasında alaca karanlık bastığında ışık ortalığı ne kadar aydınlatıyordu? Görüş birliğine varamamışlardı. Alaca karanlık sorunu çözülmeden kalmıştı. Ancak onlar yine de o akşam kutlamalarına ilişkin planlar yapmışlardı.
Çukurlu alana geldiklerinde sepetlerini yere koydular, sonra ağaçların arkasına gittiler ve yanlarında getirdikleri cep aynalarının yardımıyla kostümlerini giyip peruklarını taktılar.
Kendilerini uzaktan izleyen adamı hiçbiri fark etmemişti. Perukları takmak işin en kolay yanıydı. Korseleri, jiponları giymek daha zor olmuştu. Makyajlarını yapmaları da pek kolay olmamıştı. En küçük ayrıntının bile kusursuz olmasını istiyorlardı. Bir oyun oynuyorlardı ama bu oyunu alabildiğine dürüstçe oynamak istiyorlardı.
Saat sekizde ağaçların arkasından çıkarak birbirlerine baktılar. Soluk kesici bir andı. Bir kez daha çağlar öncesine dönmüşlerdi. 18. yüzyılın keyfine düşkün, içki âlemlerinin vazgeçilmez şairi Bellmann’ın çağına dönmüş gibiydiler.
Birbirlerine yaklaştılar, bir kahkaha patlattılar ama hemen sonra eski ciddiyetlerine döndüler. Büyük sofra örtüsünü yere serdiler, piknik sepetlerini boşalttılar ve kasetçalarda Bellmann’ın ünlü eseri Fredman’ın Nameleri’nden bestelenen şarkıları içeren kaseti çalmaya başladılar.
Kış geldiğinde, bu akşamı özlemle düşüneceğiz, dediler. Artık başka bir sırları daha vardı.

Gece yarısına kadar hâlâ kararını verememişti. Daha çok zamanı olduğunun farkındaydı. Şafak sökünceye dek orada kalacaklardı. Belki sabahı da orada uyuyarak geçirirlerdi. Planlarını en küçük ayrıntısına dek biliyordu. Bu da ona sınırsız bir güç hissi veriyordu. Yalnızca kendisi üstün çıkacak ve kaçacaktı.
Saat on biri biraz geçe, artık kafayı bulduklarını görünce, büyük bir özenle yerini değiştirdi. Harekete geçiş noktasını oraya ilk geldiğinde seçmişti. Tepede sık ağaçlıklı alanda gizlenmişti. Bulunduğu yerden açık mavi sofra örtüsünün üstünde ne olup bittiğini kabak gibi görebiliyordu. Onlara görünmeden yanlarına yaklaşabilecekti. Ara sıra doğal gereksinimlerini karşılamak için sofradan kalkıyorlardı. Yaptıkları her şeyi en ince ayrıntısına dek görebiliyordu.
Saat gece yarısını geçmişti. Hâlâ bekliyordu. Ara sıra kararsızlık yaşadığından bekliyordu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Aslında dört kişi olmaları gerekiyordu. İçlerinden biri gelmemişti. Bunun nedenlerini bulmaya çalıştı. Hiçbir neden yoktu. Anlaşılan beklenmeyen bir şey olmuştu. Kız acaba fikrini mi değiştirmişti? Yoksa hastalanmış mıydı?
Aşağıdan gelen müzik ve kahkaha seslerine kulak verdi. Zaman zaman kendini de o sofra örtüsünün başında elinde şarap kadehiyle hayal ediyordu. Daha sonra o peruklardan birini deneyecekti. Bunu çok istiyordu. Belki kostümlerden birini de denerdi. Yapacak o kadar çok şey vardı ki. Yapacaklarının sınırı yoktu. Görünmez olsa bile bundan daha fazlası olamazdı.
Beklemeyi sürdürdü. Kahkahalar bir yükseliyor bir alçalıyordu. Başının üstünden bir kuşun uçtuğunu hissetti.

Saat gece üçü on geçiyordu. Daha fazla bekleyemeyecekti. Her şey ona bağlıydı. En son ne zaman saat taktığını hatırlamıyordu. İçinde bir yerde saatler ve dakikalar sürekli ilerliyordu.
Aşağıda sofra örtüsünün üstünde her şey son derece sessiz ve sakindi. Birbirlerine sarılarak yatmışlar, müzik dinliyorlardı. Uyuyup uyumadıklarını bilmiyordu ama iyice kendilerinden geçmişlerdi ve hemen arkalarında durduğunun farkında bile değillerdi.
Yağmurluğunun üstündeki susturuculu tabancayı aldı. Hızla çevresine baktı, sonra grubun hemen arkasındaki ağaca doğru gitti, birkaç saniye kıpırdamadı. Son bir kez daha çevresine bakındı. Kimse yoktu. Yalnızdılar.
Bir adım attı ve üçünü de kafalarından vurdu. Beyaz peruklar kan içinde kalmıştı. Her şey o kadar çabuk olup bitmişti ki kendi bile tam olarak ne yaptığını anlayamamıştı ama artık şimdi üçü de birbirine sarılmış hâlde ayaklarının dibinde cansız yatıyordu.
Kasetçaları kapattı, çevreyi dinledi. Kuş seslerinden başka bir ses duyulmuyordu. Bir kez daha çevresine baktı. Elbette kendisinden başka kimse yoktu. Tabancasını peçetelerden biriyle sildi. Asla iz bırakmazdı.
Peçeteyi yere koydu ve az önce kahkahalar atan ölülere baktı. Şiir de işe yaramadı, diye geçirdi içinden. Tek farkımız şimdi dört kişiyiz, dedi kendi kendine. Her şey planladığı gibi olmuştu.
Kendine bir kadeh kırmızı şarap doldurdu. Aslında içkiyle arası pek yoktu ama dayanamamıştı. Sonra da peruklardan birini denedi. Sofradaki yiyeceklerin tadına baktı. Aç değildi.
Saat üç buçuk olduğunda yerinden doğruldu. Hâlâ yapacak birçok şey vardı. Orman erken kalkanların vazgeçemediği yürüyüş yeriydi. Yürüyüş yapanlardan birinin yolunu kaybedip buraya gelme olasılığını göz ardı edemezdi. Hiç kimse geceden kalan tek bir iz bile bulmamalıydı. En azından şimdilik.
Oradan ayrılmadan önce çantaları ve giysileri inceledi. Aradığını buldu. Üçünün de pasaportu çantalarındaydı. Pasaportları yağmurluğunun cebine yerleştirdi. Daha sonra bunları yakacaktı.
Son bir kez daha çevresine bakındı. Cebinden küçük bir fotoğraf makinesi çıkarıp fotoğraf çekti.
Yalnızca bir tane çekti. Her tarafa dağılmış kan dışında 18. yüzyıldan kalma bir piknik resmine benziyordu.
Yaz Dönümü Bayramı’nın sabahıydı. 22 Haziran Cumartesi. Hava çok güzel olacaktı. Sonunda Skåne’ye de yaz gelmişti.

BİRİNCİ KISIM

1
7 Ağustos 1996 Çarşamba günü Kurt Wallander az kalsın Ystad’ın doğusunda bir trafik kazasına kurban gidiyordu. Sabahın erken saatinde, altıyı biraz geçe kaza olmuştu. Österlen’den çıkmış Nybrostrand’a doğru gidiyordu. Birden Peugeot’sunun önünde beliren bir kamyon gördü. Wallander direksiyonu sağa kırarken kamyon da var gücüyle korna çalmıştı.
Wallander daha sonra arabasını yol kenarına çekti. Ancak o zaman neler olabileceğini algıladığında dehşete düştü. Midesi bulanıyor ve başı dönüyordu, bayılacağını sandı. Hâlâ direksiyonu sıkıca tutuyordu. Sakinleşmeye başladığında az önce başına gelenleri daha iyi algılamaya başlamıştı. Direksiyon başında uyuyakalmıştı. Bu yüzden de karşı şeride geçivermişti. Bir saniye daha uyumuş olsaydı şimdi ölmüş olacaktı. Kamyon onu paramparça edecekti.
Bu gerçeği algılamasıyla birden kendini bomboş gibi hissetti. O sırada aklına birkaç yıl önce Tingsryd’ın dışında arabayı iri boynuzlu bir geyiğe çarpmaktan son anda nasıl kurtardığı gelmişti. O sırada hava kararmıştı ve yoğun bir sis vardı. Oysa bu kez direksiyon başında uyuyakalmıştı.
Yorgunluk. Bunu anlayamamıştı. Bu yorgunluk haziran başında tatile çıkmadan kısa süre önce herhangi bir uyarı yapmadan kendini hissettirmeye başlamıştı. Bu yıl tatile her zamankinden daha erken bir tarihte çıkmıştı ama neredeyse tüm tatil boyunca yağmur yağmıştı. İşbaşı yaptıktan kısa süre sonra, Yaz Dönümü’nden hemen sonra, Skåne’de havalar ısınmaya ve güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Yorgunluğunu bir türlü üstünden atamıyordu. Oturur oturmaz hemen uyuklamaya başlıyordu. Kesintisiz ve yaklaşık on saatlik bir uykudan sonra bile yataktan kalkmakta zorlanıyordu. Araba kullanırken çoğu kez arabayı kenara çekip biraz kestirmek zorunda kalıyordu.
Birlikte Gotland’da dolaşırken kızı Linda da onun bu yorgun hâlini fark edince nedenini sormuştu. Tatillerinin son günlerinden birinde Burgsvik’te kaldıkları otelde Wallander yine son derece yorgun ve bitkin hissetmişti. Sabah erkenden Gotland’a gitmek için yola koyulmuşlar, Gotland’da saatlerce dolaşmışlar ve otele dönmeden önce de bir pizzacıda yemek yemişlerdi. Çok güzel bir gün geçirmişlerdi.
Linda, babasına bu yorgunluğunun nedenini sormuştu. Wallander kızını loş ışıkta bir süre izledikten sonra bu soruyu çok uzun zamandan beri sormaya hazırlandığını sezmişti, yine de omuz silkip üstünde durmamayı yeğledi. Sağlığında herhangi bir terslik yoktu. Her şey yolundaydı. İnsan tatilde elbette bütün gün yatakta yatacak değildi, dolaşmaktan biraz yorulmuş olabilirdi. Linda başka soru sormadı ama Wallander kızının kendisine inanmadığını anlamıştı.
Şimdi bu yorgunluğunu artık daha fazla göz ardı edemeyeceğini fark etti. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Bir hastalığın habercisi olabilecek diğer belirtilerin söz konusu olup olmadığını düşündü. Bazen geceleri bacağına giren kramp yüzünden uykudan uyanması dışında sağlığını tehdit eden herhangi bir şey yoktu. Ölüme ne denli yaklaştığının farkındaydı. Artık bu sinyalleri ciddiye alıp hiç zaman yitirmeden doktora gitmeliydi.
Arabayı çalıştırıp camları açtı. Ağustos olmasına karşın hava hâlâ çok sıcaktı. Wallander babasının Löderup’taki evine gidiyordu. Bu yoldan defalarca geçmesine rağmen hâlâ babasının evine gittiğinde onu yağlı boya kokulu stüdyosunda oturup resim yaparken bulacağını düşünüyordu. Keşke babası yine her zamanki gibi ön planda bir horoz olan ya da olmayan bir manzara ve ağaçların arasından bulutlara asılı gibi duran güneşin resmini yapıyor olsaydı.
Gertrud babasının stüdyoda bilincini yitirip yere düştüğünü Ys-tad emniyetine telefon edip haber verdiğinden bu yana iki yıl geçmişti. Wallander hâlâ nasıl telaşla arabasına atlayıp babasının Löderup’taki evine gittiğini çok net hatırlıyordu. Babasının öldüğüne bir süre inanamamıştı. Fakat bahçede Gertrud’u gördüğünde artık acı gerçeği kabul etmesi gerektiğini fark etmişti. Kendisini neyin beklediğini o anda anlamıştı.
İki yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Hâlâ babasının evinde oturan Gertrud’u elinden geldiğince görmeye gitmişti ama yeterince değil. Babası öldükten ancak bir yıl sonra stüdyoyu boşaltmaya başlamışlardı. Toplam 32 adet bitmiş resim vardı stüdyoda. 1995 yılının Aralık ayında bir akşam mutfak masasının başında Gertrud’la birlikte babasının son resimlerini kimlerin alacağını saptamak için bir liste hazırlamışlardı. Wallander biri horozlu, diğeri horozsuz iki resmi kendine saklamış, bir tane Linda’ya vermiş, bir tane de eski eşi Mona’ya vermek üzere ayırmıştı. Kız kardeşi Kristina nedense babasının resimlerinden hiçbirini istememişti. Wallander buna doğrusu çok şaşırmıştı. Gertrud’da zaten birçok tablo olduğundan geri kalan 28 adet tabloyu dağıtmaya karar verdiler. Wallander kısa bir duraksamadan sonra ara sıra görüştüğü Kristianstad’daki bir polis arkadaşına da tablolardan birini yollamaya karar verdi. Gertrud’un akrabalarının da her birine birer tablo olmak üzere 23 tabloyu verdikten sonra ellerinde hâlâ beş tablo kalıyordu.
Wallander bunları ne yapacağını kestirememişti. Tabloları yakmaya kıyamayacağını çok iyi biliyordu. Aslında tablolar teknik açıdan Gertrud’a aitti ama o geri kalan tabloların Wallander’le kız kardeşi Kristina arasında paylaştırılmasında ısrar ediyor, babalarının yaşamına çok geç girdiğini, bu tabloları hak etmediğini ileri sürüyordu.
Wallander, Kåseberga çıkışını geçti. Az sonra orada olacaktı. Kendisini bekleyen görevi düşündü. Mayıs ayında bir akşamüstü Gertrud’la birlikte traktör yolunda uzun bir yürüyüşe çıkmışlardı. Gertrud ona artık babasının evinde yaşamak istemediğini söylemişti. Kendini orada çok yalnız hissediyordu.
“Burada daha fazla kalmak istemiyorum. Nereye baksam babanı görüyorum,” demişti Gertrud.
Wallander onun ne demek istediğini anlamıştı. Onun yerinde olsaydı büyük olasılıkla o da aynı şekilde davranırdı. Tarlaların arasında bir süre yürümüşler ve daha sonra Gertrud evin satışında kendisine yardım etmesini istemişti. Acelesi yoktu, yaz sonuna dek bekleyebilirdi ama sonbahardan önce evden taşınmak istiyordu. Rynge’de oturan kız kardeşinin kocası yeni ölmüştü ve Gertrud da kardeşinin yanında olabilmek için oraya taşınmak istiyordu.
Artık vakit gelmişti. Wallander o gün işinden izin aldı. Sabah saat dokuzda Ystad’dan bir emlakçı gelecek ve birlikte oturup uygun bir fiyat saptayıp evi satışa çıkaracaklardı. Emlakçı gelmeden önce Gertrud’la birlikte babasının bazı kişisel eşyalarını kutulara koyacaklardı. Eşyaları toplama işini bir hafta önce tamamlamışlardı. Wallander’in iş arkadaşlarından Martinson bir römorkla gelmiş ve kutuları Hedeskoga’nın dışındaki çöplüğe birkaç seferde taşımışlardı. Wallander, içinde artan bir sıkıntıyla, insanın yaşamından geri kalanlar ister istemez kaçınılmaz bir şekilde en yakın çöplükte sona eriyor, demişti kendi kendine.
Anıların yanı sıra babasından artık geriye yalnızca birkaç fotoğraf, beş tabloyla birkaç kutunun içine sığmış eski mektuplar ve bazı evraklar kalmıştı. Hepsi bu kadardı. Babasının yaşamı sona ermiş, konu kapanmıştı.
Wallander eve giden yola saptı. Bahçede kendisini bekleyen Gertrud’u gördü. Gertrud’un babasıyla evlendiği günkü elbiseyi giymiş olduğunu fark edince şaşırdı. Birden bir elin boğazını sıktığını sandı. Soluk alamadı. Bu, Gertrud için bir tür tören niteliğindeydi. Evinden ayrılıyordu.
Kahvelerini mutfakta içtiler. Mutfak dolaplarının kapıları aralıktı, aradan boş raflar görünüyordu. Gertrud’un kız kardeşi bugün onu almaya gelecekti. Evin anahtarı Wallander’de kalacaktı. Bir tane de emlakçı için yaptırtmıştı. Birlikte son bir kez daha kutuları gözden geçirdiler. Eski mektupların arasında Wallander çocukluğundan kalma ayakkabıları gördü. Babası bunca yıl oğlunun ayakkabısını mı saklamıştı?
Wallander kutuları arabasına yerleştirdi. Arabanın kapısını kapatırken basamaklarda duran Gertrud’u gördü. Gülümsüyordu.
“Tabloları unutmadın, değil mi?”
Wallander hayır dercesine başını salladı. Babasının stüdyosuna doğru gitti. Stüdyoyu temizlemelerine karşın hâlâ içerisi yağlı boya ve terebentin kokuyordu. Babasının sürekli kullandığı kahve fincanı sobanın yanında duruyordu.
Belki bu, buraya son gelişim, diye geçirdi içinden Wallander, ama ben Gertrud gibi giyinmedim. Üstümdekiler son derece sıradan ve eski. Eğer şansım yaver gitmesiydi belki ben de şimdi babamın yanında olacaktım. Çöplüğe Linda gidecek, benden arta kalan eşyaları atacaktı ve eşyalarımın arasında biri horozlu, diğeri horozsuz tabloları bulacaktı.
Birden ürperdi. Babası sanki hâlâ bu yarı karanlık stüdyoda oturuyor gibi gelmişti. Tablolar duvara dayalıydı. Kucaklayıp arabaya götürdü. Sonra tabloları bagaja koydu, battaniyeyle örttü. Gertrud hâlâ basamakların başında duruyordu.
“Başka bir şey var mı?” diye sordu.
Wallander hayır dercesine başını salladı. “Yok,” diye karşılık verdi. “Hiçbir şey kalmadı.”

Saat tam dokuzda emlakçının arabası yolda göründü, direksiyon başındaki adam arabayı park edip indi. Wallander şaşkınlıkla onu tanıdığını fark etti. Emlakçının adı Robert Åkerblom’du. Birkaç yıl önce karısı acımasızca öldürülmüş, cesedi eski bir kuyuya atılmıştı. Bu, Wallander’in katıldığı en zor ve en dehşet verici cinayet soruşturmalarından biriydi. Kaşlarını çattı. İsveç’in dört bir yanında ofisleri olan en büyük emlak şirketiyle bağlantı kurmuştu. Åkerblom’un şirketinin onlarla bir ilgisi yoktu. Wallander, Robert Åkerblom’un iş yerini karısı Louise Åkerblom’un öldürülmesinden hemen sonra kapattığını duymuştu sanki.
Basamaklara yaklaştı. Robert Åkerblom hiç değişmemişti. Wallander’in ofisinde ilk karşılaştıklarında ağlamıştı. Adamın, karısının ölümüne duyduğu acı ve üzüntü içtendi. Wallander karı kocanın Metodist olduklarını biliyordu.
El sıkıştılar. “Yine karşılaştık,” dedi Robert Åkerblom.
Sesi Wallander’e yabancı gelmemişti. Bir an için Wallander’in kafası karıştı. Acaba o anda ne söylemesi gerekiyordu? Robert Åkerblom ondan önce davrandı.
“Hâlâ ilk günkü gibi yas tutuyorum,” dedi yavaşça. “Ama kızlarım çok daha zor durumda.”
Wallander iki kızı hatırladı. O günlerde ikisi de çok küçüktü. Annelerinin başına neler geldiğini tam olarak anlayamamışlardı bile.
“Zor olmalı,” dedi Wallander. Bir an için son buluşmalarında olduğu gibi Robert Åkerblom’un ağlamaya başlayacağından korktu ama böyle bir şey olmadı.
“İşime dört elle sarılmaya çalıştım,” dedi Åkerblom. “Ama yeterli enerjim yoktu. Rakip firmalardan biri iş teklifinde bulununca da hiç düşünmeden kabul ettim. Asla da pişman değilim. Artık gecelerimi muhasebe defterleri üstünde kafa patlatmakla geçirmiyorum. Kızlarıma daha fazla zaman ayırabiliyorum, bu da çok hoşuma gidiyor.”
Gertrud yanlarına gelince üçü birden eve doğru yürüdüler. Åkerblom bir yandan notlar alırken bir yandan da odaların fotoğraflarını çekiyordu. Tüm iş bittikten sonra mutfakta oturup kahve içtiler. Åkerblom’un önerdiği fiyat Wallander’e önce düşük gelmişti ama daha sonra önerilen rakamın babasının bu evi satın alırken ödediğinin üç katı olduğunu fark edince susmayı yeğledi.
Åkerblom saat on biri biraz geçe yanlarından ayrıldı. Wallander, Gertrud’un kız kardeşinin gelmesini beklemenin iyi olacağını düşünmüştü ama Gertrud onun aklından geçenleri okumuşçasına bunun hiç gereği olmadığını, yalnız kalabileceğini söyledi.
“Hava çok güzel,” dedi Gertrud. “Sonunda yaz geldi ama geldiği gibi de gidecek. Ağustos sonuna yaklaşıyoruz. Bahçede oturur, kız kardeşimi beklerim.”
“İstersen ben de kalırım. Bugün izinliyim.”
Gertrud başını iki yana salladı. “Rynge’ye beni görmeye geleceksin, değil mi?” dedi. “Ancak birkaç hafta sonra. Yerleşeyim öyle gelirsin.”
Wallander arabasına binip Ystad’a doğru sürdü. Doğruca evine gidecek, doktorundan randevu alacaktı. Daha sonra çamaşırhaneye inip çamaşırları makineye atar ve evi temizlerdi. Acelesi olmadığından uzun yola saptı. Araba kullanmayı pek severdi. Gözünün, gönlünün zaman zaman farklı şeyler görmesinde yarar vardı. Valleberga’yı geçtikten hemen sonra telefon çaldı. Arayan Martinson’du. Wallander arabayı yol kenarına çekti.
“Uzun zamandan beri sana ulaşmaya çalışıyorum,” dedi Martinson. “Tabii kimse bana bugün izinli olduğunu söylemedi. Ayrıca telesekreterinin de çalışmadığının farkında mısın?”
Wallander telesekreterinin zaman zaman takıldığının farkındaydı. Martinson’un sesini duyar duymaz önemli bir şeyler olduğunu anlamıştı. Uzun zamandan beri polis olmasına karşın her zaman aynı his söz konusu olurdu. Bedeni geriliverirdi. Soluğunu tuttu.
“Hansson’un ofisinden arıyorum,” dedi Martinson. “Astrid Hillström’ün annesi beni görmeye geldi.”
“Kimin annesi?”
“Astrid Hillström’ün. Kaybolan gençlerden birinin annesi.”
Wallander onun ne demek istediğini anlamıştı.
“Ne istiyormuş?”
“Çok üzgün. Kızı Viyana’dan kart göndermiş.”
Wallander kaşlarını çattı. “Kızından bir haber alması iyi değil mi?”
“Kartı kızının göndermediğini söylüyor. Bizi hiçbir şey yapmamakla suçluyor.”
“Ortada bir suç işlenmemişken ve tüm kanıtlar bu gençlerin kendi istekleriyle evlerinden ayrıldıklarını gösterirken biz ne yapabiliriz ki?”
Martinson yanıt vermeden bir an duraksadı. “Ne olduğunu bilmiyorum,” dedi. “Ama kadının söylediklerinde önemli bir şeyler olduğunu hissediyorum. Belki yani.”
Wallander tüm dikkatini yoğunlaştırdı. Uzun yıllardan beri Martinson’la birlikte çalıştığından onun sezgilerini ciddiye alması gerektiğini bilirdi. Sezgilerinde genellikle haklı çıkardı.
“Oraya gelmemi ister misin?”
“Hayır ama yarın sabah sen, ben ve Svedberg bir araya gelmemiz gerek.”
“Kaçta?”
“Sekiz iyi mi? Svedberg’e ben haber veririm.”
Wallander konuşma bittikten sonra tarlanın arkasındaki yolda ağır ağır ilerleyen traktöre bakıp düşüncelere daldı. Martinson’un az önce söylediklerini düşünüyordu. Kendisi de defalarca Astrid Hillström’ün annesiyle karşılaşmıştı. Olayları bir kez daha gözden geçirdi. Yaz Dönümü Bayramı’ndan birkaç gün sonra birkaç gencin kaybolduğu haber verilmişti. Yağmurlu geçen tatilinden döndükten hemen sonra haber emniyete ulaşmıştı. Birkaç iş arkadaşıyla oturup olayı incelemişlerdi. Aslında ortada bir cinayetin işlendiğine ilişkin herhangi bir ipucu yoktu ve üç gün sonra da Hamburg’dan, tren istasyonunun bulunduğu bir kartpostal gönderilmişti. Wallander kartpostalda yazılanları ezberlemişti. Avrupa turuna çıktık. Ağustos ortalarına kadar da dönmeyeceğiz.
7 Ağustos Çarşamba’ydı. Yakında dönmeleri gerekiyordu. Oysa şimdi Astrid Hillström’ün Viyana’dan yolladığı yeni bir kartpostal gelmişti. İlk kartpostalı üçü birden imzalamıştı. Ebeveynleri çocuklarının imzalarını tanımıştı. Yalnızca Astrid Hillström’ün annesi önceleri biraz çekimser davranmış, sonra da diğerlerinin kendisini ikna etmesine ses çıkarmamıştı.
Wallander dikiz aynasından yola baktı ve arabasını çalıştırıp ana yola çıktı. Belki de Martinson yine her zamanki gibi aşırı şüpheci davranmıştı.

Wallander arabasını Maria Caddesi’nde park ettikten sonra bagajdaki karton kutularla babasının beş tablosunu alıp evine gitti. Sonra telefonun yanına geçip oturdu. Doktoruna telefon etti. Karşısına çıkan telesekreter doktorun 12 Ağustos’tan önce dönmeyeceğini, tatilde olduğunu söyledi. Wallander bir an için doktorunun dönmesini beklemeyi aklından geçirdi ama o sabah ölümden kıl payı nasıl kurtulduğunu anımsayınca hemen vazgeçti. Bir başka doktora telefon edip ertesi sabah saat on bir için randevu aldı. Çamaşırhaneden de randevu alıp evi temizlemeye koyuldu. Yatak odasını topladıktan sonra yorgunluktan kıpırdayacak hâli kalmamıştı. Elektrik süpürgesiyle oturma odasını süpürdükten sonra makineyi kaldırdı. Linda’nın geldiğinde kaldığı odaya karton kutularla tabloları taşıdı.
Sürekli susamasından ve yorgunluğundan kaygılanmıştı, mutfağa gidip üç bardak su içti. Nesi vardı?
Öğlen olmuştu. Birden çok acıktığını fark etti. Buzdolabını açtığında yiyecek bir şeyler olmadığını gördü. Ceketini giyip dışarı çıktı. Hava güzeldi. Kent merkezine doğru yürürken üç ayrı emlakçının camında satılık evler gözüne ilişince yaklaşıp fiyatlarına baktı. Robert Åkerblom’un önerdiği fiyatın makul olduğunu gördü. Löderup’taki evi üç yüz bin krondan yükseğe satamayacakları anlaşılıyordu.
Büfelerden birine girip hamburger yedi. Ardından da iki şişe maden suyu içti. Sonra sahibini tanıdığı bir ayakkabı mağazasına gidip tuvalete girdi. Sokağa çıktığında ne yapacağını bir an için kestiremedi. Bu tatil gününü alışveriş yaparak geçirebilirdi. Evde yiyecek bir şey yoktu ama arabaya binip süpermarkete gidecek enerjiyi kendinde bulamıyordu. Hamn Caddesi’ni geçtikten hemen sonra tren vagonlarının bulunduğu yerden karşıya geçip Spanienfarare Caddesi’ne saptı. Limana geldiğinde sahilde yürümeye başladı. Teknelere bakarak aylar boyu denizde kalmanın nasıl bir şey olduğunu düşünmeye koyuldu. Böylesi bir şeyi hiç yaşamamıştı. Tuvalete gitmesi gerektiğini fark edince limandaki kafelerden birine girdi. İşini bitirdikten sonra da bir şişe maden suyu içerek liman işletmelerinin hemen karşısındaki ahşap banklardan birine oturdu.
Buraya en son Baiba’nın gittiği gece gelmişti. Baiba’yı Sturup Havaalanı’na götürdüğünde hava çoktan kararmıştı ve rüzgârda savrulan kar tanecikleri arabanın farına yansıyordu. Arabada ikisi de konuşmamıştı. Baiba pasaport kontrolünden geçip gözden kaybolduğunda Wallander arabasına atlamış, Ystad’a dönüp limana girmiş ve şimdi oturduğu bu ahşap banka geçmişti. Hava buz gibiydi, çok üşümüştü. Yine de orada kalmış ve ilişkilerinin bittiği gerçeğini kabullenmeye çalışmıştı. Baiba’yı bir daha görmeyecekti. Artık ilişkilerine son noktayı koymuşlardı.
Baiba, Ystad’a 1994 yılının Aralık ayında gelmişti. Babası yeni ölmüştü, kendisi de mesleğinin en zorlu soruşturmalarından birini yeni tamamlamıştı. O sonbaharda yıllardan beri ilk kez geleceğe ilişkin planlar yapmıştı. Maria Caddesi’nden şehir dışına bir yere taşınmayı ve bir köpek almayı planlamıştı. Hatta köpek çiftliklerinden birine gidip Labrador yavrularına bile bakmıştı. Yaşamında yeni bir başlangıç yapacaktı. Ayrıca Baiba’nın da evine taşınmasını ve birlikte yaşamalarını istiyordu. Baiba, Noel’de gelmiş ve Linda’yla da iyi anlaşmıştı. Daha sonra Baiba’nın Riga’ya dönmesine birkaç gün kala 1995 yılının yılbaşı gecesi oturup ciddi olarak geleceklerine ilişkin planlar yapmışlardı. Baiba o yaz İsveç’e taşınabileceğini söylemişti. Ev bile bakmışlardı. Svenstorp’un dışındaki eski bir çiftlik evini defalarca görmüşlerdi ama sonra mart ayında bir akşam Baiba, Riga’dan telefon ederek Wallander’i uyandırmış ve birlikte yaşamak konusunda bazı kuşkuları olduğunu söylemişti. Evlenmek, İsveç’e yerleşmek istemiyordu ya da en azından şimdilik. Wallander, genç kadının fikrini değiştirebileceğini sanmıştı ama konuşmaları tatsız bir kavgayla sona ermişti ve ilk kez bir ay boyunca birbirleriyle hiç konuşmamışlardı. Sonunda Wallander ona telefon etmiş ve Wallander’in o yaz Riga’ya gitmesine birlikte karar vermişlerdi. İki haftayı Baiba’nın üniversitedeki arkadaşlarından birinin yazlık evinde, deniz kıyısında geçirmişlerdi.
Sahilde uzun yürüyüşler yapmışlardı. Wallander geleceklerine ilişkin neler planladığını anlatmasını beklemişti. Sonunda Baiba bu konuyu açmış ama net bir şey söylememişti. Yalnızca şimdi değil, daha çok erken gibilerinden bir şeyler söylemekle yetinmişti. Neden işler istediği gibi gitmemişti?
Wallander İsveç’e döndüğünde kendini terk edilmiş, hevesi kırılmış hissetmişti. Geleceğinden artık emin değildi. O sonbahar hiç görüşmemişlerdi. Telefonlaşmışlar, planlar yapmışlar ve birçok seçeneği değerlendirmişlerdi ama hiçbiri gerçekleşmemişti. Wallander kıskanç biri olup çıkmıştı. Riga’da Baiba’nın görüştüğü acaba başka biri mi vardı? Hakkında hiçbir şey bilmediği biri mi? Bazen geceleri geç saatte genç kadını arıyordu. Baiba yalnız olduğunu söylemekle birlikte Wallander onun yanında birinin olduğuna ilişkin bir duyguya kapılıyordu.
Baiba o yıl Noel için Ystad’a gelmişti. Linda arkadaşlarıyla İskoçya’ya gitmeden önce Noel akşamını onlarla birlikte geçirmişti. Yılbaşından birkaç gün sonra da Baiba İsveç’e hiçbir zaman taşınmayacağını açıklamıştı. Uzun zamandan beri bu konuyu enine boyuna düşündüğünü söylemişti ama artık kesin kararını vermişti. Üniversitedeki konumunu yitirmek istemiyordu. İsveç’te, özellikle de Ystad’da ne yapacaktı? Çevirmenlikten başka bir şey yapamayacaktı ve bu da hiç hoşuna gitmiyordu. Wallander genç kadının fikir değiştirmesi için elinden geleni yapmıştı. Ne var ki ikisi de bu ilişkinin artık sona erdiğini çok iyi biliyordu. Dört yıl süren bir ilişkide artık geleceğe uzanan tüm yollar kapanmıştı. Wallander o kış akşamının geri kalan bölümünü daha önce kendini hiç bu denli terk edilmiş ve yalnız hissetmediğini düşünerek geçirmişti ama daha sonra tüm benliğine başka bir duygu hâkim olmaya başlamıştı. Rahatlık duygusu. Şimdi artık en azından nerede durduğunu biliyordu.
Bir motor hızla limandan çıktı. Wallander ayağa kalktı. Yine tuvalete gitmesi gerekiyordu.
İlk günlerde zaman zaman birbirlerine telefon edip hatır soruyorlardı ama bu da bir süre sonra sona ermişti. Altı aydan beri konuşmamışlardı. Bir gün Linda’yla birlikte Visby’de yürürlerken genç kız Baiba’yla ilişkilerinin bitip bitmediğini sormuştu.
“Evet,” diye karşılık vermişti Wallander. “Bitti.”
Linda, babasının sözlerini sürdürmesini beklemişti.
“Bana sorarsan aslında ikimiz de bu ilişkinin bitmesini istemedik ama yine de bu kaçınılmazdı.”
Eve döndüğünde gazetesini okumak için kanepeye uzandı ama uzanır uzanmaz da derin bir uykuya daldı. Bir saat sonra bir düşün tam ortasında şaşkınlık ve heyecanla uyandı. Babasıyla birlikte Roma’daydılar. Rydberg de onlarla birlikteydi ve yanlarında bacaklarına sıkı sıkıya sarılmış, yürümelerini engelleyen cüce benzeri garip yaratıklar vardı.
Düşümde ölüleri gördüm, diye geçirdi içinden. Acaba bu ne demekti? Neredeyse her gece babamı düşümde görüyorum ama o öldü. Bildiğim her şeyi bana öğreten eski dostum ve meslektaşım Rydberg’i de görüyorum. O da öleli neredeyse beş yıl oluyor.
Balkona çıktı. Hava hâlâ sıcak ve sakindi. Ufukta bulutlar toplanmaya başlamıştı. Birden ne denli yalnız olduğu gerçeği bir tokat gibi yüzüne çarptı. Stockholm’de yaşayan ve ara sıra gördüğü kızı Linda dışında hemen hemen hiçbir dostu, arkadaşı yoktu. Zaman zaman birlikte olduğu kişilerse iş arkadaşlarıydı. Onlarla iş dışında görüşmüyordu.
Banyoya gidip yüzünü yıkadı. Aynaya bakınca güneş yanığı teninin açılmadığını ama yorgunluğun alabildiğine belirgin olduğunu gördü. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Saçları dökülmeye başlamıştı. Yaz başından bu yana birkaç kilo vermesine karşın yine de şişman sayılırdı.
Telefon çaldı. Arayan Gertrud’du.
“Rynge’ye geldiğimi haber vermek istedim. Her şey yolunda.”
“Ben de seni düşünüyordum,” dedi Wallander. “Yanında kalmalıydım.”
“Sanırım anılarımla bir süre yalnız kalmaya ihtiyacım vardı ama burada her şey yolunda. Kız kardeşimle çok iyi anlaşıyoruz. Zaten aramız her zaman çok iyi olmuştur.”
“Bir iki hafta sonra seni görmeye geleceğim.”
Telefonu kapatır kapatmaz telefon yeniden çaldı. Bu kez arayan iş arkadaşlarından Ann-Britt Höglund’du.
“Nasıl geçtiğini öğrenmek için aradım,” dedi.
“Ne nasıl geçti?”
“Babanın evini satışa çıkarmak için bugün emlakçıyla görüşmeyecek miydin?”
Wallander ona bu konudan geçen gün söz ettiğini hatırladı.
“İyi geçti,” dedi. “Eğer istersen üç yüz bin krona satın alabilirsin.”
“Görmeme bile gerek yok,” diye karşılık verdi genç kadın.
“Tuhaf bir his bu aslında,” diye konuşmasını sürdürdü Wallander. “Ev artık bomboş. Gertrud taşındı ve hiç tanımadığım birileri gelip eve yerleşecek. Büyük olasılıkla yazlık olarak kullanacaklar. Evi satın alanlar babamla ilgili hiçbir şey bilmeyecekler.”
“Tüm evlerin hayaletleri vardır. Tabii yenilerin dışında.”
“Terebentin ve yağlı boya kokusu bir süre daha orada kalacak,” dedi Wallander. “Ama bu koku da geçtikten sonra o evde bir zamanlar yaşayanlara ilişkin hiçbir şey kalmayacak geride.”
“Evet, işin en üzücü yanı da bu değil mi?”
“Evet, yaşam bu belki de. Yarın görüşürüz. Aradığın için teşekkürler.”
Wallander mutfağa gidip su içti. Ann-Britt çok düşünceli biriydi. Kendisine söylenenleri asla unutmuyor, karşısındakilere ilgi gösteriyordu. Eğer kendisi onun yerinde olsaydı asla onun gibi davranmaz, her şeyi unutur giderdi.
Daha sonra da Löderup’tan getirdiği kutuları açtı. Karton kutulardan birinin dibinde kahverengi bir zarf vardı. Zarfı açınca karşısına eski ve renkleri solmuş birkaç fotoğraf çıktı. Bunları daha önce gördüğünü hiç hatırlamıyordu doğrusu. Fotoğraflardan birinde kendisi de vardı. Dört ya da beş yaşlarında olmalıydı. Büyük bir Amerikan arabasının motor kapağının üstünde oturuyordu. Düşmemesi için babası da hemen yanı başında duruyordu.
Wallander fotoğrafı alıp mutfağa gitti, mutfak çekmecelerinden birini açıp büyüteci çıkardı.
İkimiz de gülümsüyoruz, diye geçirdi içinden. Gözlerimi kameraya dikmiş gururla bakıyorum. Babamın tablolarını akıl almaz fiyatlarla satın alanlardan birinin galerisinde bu arabanın üstüne oturmama izin vermişlerdi. Babam da gülümsüyor ama gözlerini benden ayırmadan.
Wallander elinde fotoğrafla uzunca bir süre oturdu. Bu fotoğraf ona asla bir daha ulaşılamayacak geçmişini anımsatmıştı. Bir zamanlar babasıyla çok yakındılar ama ona polis olacağını söylediğinde bu bağ kopuvermişti. Babasının son yıllarında, yitirdikleri yakınlığı yavaş yavaş geri kazanmaya çalışmışlardı.
Asla eskisi gibi olamadık, dedi kendi kendine Wallander. Bu fotoğrafta olduğu gibi o gülümsemelerimize bir daha asla geri dönemedik. Bunu Roma’da yakalar gibiydik ama yine de hiçbir şey eskisi gibi olmadı bir daha.
Wallander fotoğrafı mutfak kapısına yapıştırdı. Sonra yeniden balkona çıktı. Bulutlar alçalmıştı. Televizyon karşısına geçerek eski bir filmin sonunu izledi.
Gece yarısına doğru yattı. Ertesi gün Svedberg ve Martinson’la toplantı yapacak, sonra da doktora gidecekti. Uzun süre gözlerini karanlıkta tavana dikip durdu. İki yıl önce Maria Caddesi’ndeki bu evden taşınmayı düşünmüştü. Köpek almayı ve Baiba’yla birlikte yaşamayı. Ancak hiçbiri gerçekleşmemişti. Ne Baiba ne yeni bir ev ne de bir köpek. Her şey olduğu gibi aynı kalmayı sürdürmüştü.
Bir şeyler olsun artık, diye geçirdi içinden. Yeniden geleceğimi düşünmemi sağlayacak bir şeyler olsun.
Uykuya daldığında saat gecenin üçü olmuştu.

2
Bulutlar sabahın erken saatlerinde dağılmıştı. Wallander sabahın altısında uyandı. Düşünde yine babasını görmüştü. Birbiriyle bağlantısı olmayan bölük pörçük görüntüler bilinçaltından bilinçüstüne çıkıyordu. Düşünde kendini hem çocuk hem de yetişkin olarak görmüştü. Düşünün elle tutulur bir hikâyesi yoktu. Gördüklerini hatırlamaya çalışması bir gemiyi sisler arasından çekip çıkarmaya benziyordu.
Yataktan kalktı, duş yaptı ve kahve içti. Sokağa çıktığında yazın sıcak havasının hâlâ İsveç’ten ayrılmadığını fark etti. Hava alabildiğine sakindi. Arabasına binip emniyete gitti. Saat daha yedi bile değildi ve emniyette hemen hemen kimse yoktu. Koridorlar bomboştu. Bir fincan kahve alıp odasına gitti. Masasının üstünde birikmiş iş ya da dosyalar yoktu. En son ne zaman böylesine temiz bir masayla baş başa kaldığını anımsamaya çalıştı. Son yıllarda Wallander’in işleri her geçen gün daha da yoğunlaşmıştı. Bir anda birkaç soruşturmayı birlikte götürmek zorunda kalmıştı. Yeterli eleman olmadığından bazı dosyalar açılmadan kapanıyordu. Wallander ellerinde yeterli eleman ve zaman olsaydı böylesi sorunlarla karşılaşmayacaklarını biliyordu.
İşlenen suçun bedeli ödeniyor muydu? Neredeyse İlk Çağlardan beri sorulan bu soruya hâlâ somut bir yanıt bulunamamıştı. Suçun mutlaka cezalandırılmasını savunanlar bile koşullar farklı olduğunda ya da roller değiştiğinde yan çizebiliyorlardı. Wallander suç oranının İsveç’te eskiye nazaran arttığını düşünüyordu. Suçlular artık para ve güç sahipleriyle birlikte olduklarından ya da para ve güç sahipleri suçlu olduklarından yargı sistemi de ipleri onların eline bırakmak zorunda kalmıştı.
Wallander bu sorunları meslektaşlarıyla sıklıkla tartışırdı. Halkın korkularının arttığını o da fark etmişti. Gertrud da bu sorunlardan söz eder olmuştu. Çamaşırhanede karşılaştığı komşuları da bu konulardan konuşuyorlardı. Wallander hemen hemen herkesin korktuğunu ve korkmakta da haklı olduklarını düşünüyordu. Ne var ki bu konularda caydırıcı önlemler de bir türlü alınamıyordu. Tersine polis teşkilatındaki polislerle yargı sisteminde çalışanların sayıları azalmaya devam ediyordu. Ceketini çıkardı, camı açtı ve karşıdaki eski su kulesine baktı.
Son yıllarda İsveç’te Sivil Muhafızlar gibi yasa dışı gruplar yükselişteydi. Bu yeni gelişme Wallander’i korkutuyordu. Adalet sistemi çökmeye başladığında insanların linç güdüleri harekete geçerdi. Adaleti kendi eline alıp önüne geleni kendi kafasına göre yargılamak bir süre sonra insanlara olağan gelmeye başlardı.
Pencerenin önünde ayakta dururken İsveç’te acaba kaç tane yasa dışı silah vardır, diye geçirdi içinden. Birkaç yıl sonra bu rakamın hangi noktaya ulaşacağını da merak ediyordu.
Masasının başına geçip oturdu. Odasının kapısını aralık bıraktığından koridordan gelen sesleri ve bir kadın kahkahası duydu. Wallander gülümsedi. Gülen, polis müdürü Lisa Holgersson’du. Birkaç yıl önce Björk’ün yerine atanmıştı. Wallander’in iş arkadaşlarından çoğu başlarına bir kadının getirilmesine önceleri karşı çıkmışlardı ama Wallander fikirlerini değiştirmelerini sağlamıştı.
Telefon çaldı. Arayan danışma görevlisi Ebba’ydı.
“Nasıl geçti?” diye sordu Ebba.
Wallander onun bir gün önceki olayları sorduğunu anlamıştı. “Evi henüz satamadık,” dedi. “Ama yakında satacağımızı sanıyorum.”
“Bu sabah saat on buçukta acaba birkaç ziyaretçiyle görüşebilir misin diye sormak için aramıştım.”
“Yılın bu zamanında ziyaretçi mi gelirmiş?”
“Bunlar her ağustos ayında Skåne’de buluşan bir grup emekli denizci. Burada bir dernekleri varmış. Kendilerine ‘Deniz Ayıları’ diyorlarmış.”
Wallander doktor randevusunu hatırladı. “Bu kez başka birinden rica etsen iyi olacak,” diye karşılık verdi. “On buçukla on iki arası burada olmayacağım.”
“O zaman ben de Ann-Britt’i arayayım bari. Bu eski kaptanların bir kadın polisle konuşmaktan daha çok hoşlanacaklarına eminim.”
“Haklısın,” dedi Wallander.
Saat sekizde Wallander sandalyesinde oturmuş hâlâ camdan dışarı bakıyordu. Kendini alabildiğine yorgun hissediyor ve doktorun neler söyleyebileceğini düşünürken endişeleri daha da artıyordu. Yorgunluk belirtileri ve kramplar acaba ciddi ve önemli bir hastalığın işaretleri olabilir miydi?
Yerinden kalkıp toplantı salonlarından birine gitti. Martinson gelmişti. Güneş yanığı teniyle oldukça sağlıklı görünüyordu. Wallander’in aklına birden iki yıl önce istifa etmenin eşiğine gelen Martinson’un hâli geldi. Kızı okulun bahçesinde babası polis olduğu için saldırıya uğramıştı. Neyse ki Martinson istifa etmemişti. Aklından çok duygularıyla hareket eden biri olduğundan Wallander onu her zaman teşkilata yeni katılan acemi biri olarak görürdü. Oysa Martinson teşkilattaki polislerin çoğundan daha uzun zamandan beri Ys-tad’da çalışıyordu.
Masa başına geçip oturarak havadan sudan konuşmaya başladılar.
“Svedberg de hangi cehennemde kaldı?” dedi Martinson, beş dakika sonra.
Her zaman randevusuna sadık biri olan Svedberg’in gecikmesi aslında ikisini de şaşırtmıştı.
“Ona haber vermiş miydin?”
“Onu aradığımda çıkmıştı ama telesekreterine not bıraktım.”
Wallander masanın üstündeki telefona bakarak başını salladı.
“Bir kez daha arasan iyi olacak.”
Martinson numarayı çevirdi.
“Neredesin?” diye sordu. “Seni bekliyoruz.”
Ahizeyi yerine koydu. “Yine telesekretere mesaj bıraktım.”
“Gelir birazdan,” dedi Wallander. “Hadi biz başlayalım.”
Martinson önündeki kâğıt yığınını karıştırdı. Sonra kartpostalı bulup Wallander’e uzattı. Viyana’nın merkezinin kuş bakışı çekilmiş bir fotoğrafıydı.
“6 Ağustos Salı günü Hillström ailesinin posta kutularında bulduğu kart bu işte. Senin de gördüğün gibi Astrid Hillström planladıklarından biraz daha fazla kalacaklarını söylüyor ama her şey yolundaymış ve hepsi de sevgilerini göndermiş. Astrid annesinden arkadaşlarını arayıp herkese iyi olduklarını söylemesini de istemiş.”
Wallander kartı okudu. El yazısı ona Linda’nın el yazısını hatırlatmıştı. Bu da kızınınki gibi kuyruklu ve yuvarlaktı. Kartı masanın üstüne koydu.
“Eva Hillström’ün buraya geldiğini söylemiştin.”
“Evet, odamdan içeriye fırtına gibi girdi. Onun aslında sinirli biri olduğunu biliyoruz ama bu kez çok farklıydı. Çok korkmuştu ve haklı olduğundan emindi.”
“Neyden bu kadar emin?”
“Yani çocukların başına bir şeyin geldiğinden. Bu kartı da kesinlikle kızının yazmadığından.”
Wallander bir an için duraksadı. “Kızının el yazısı değil mi? Ya imza?”
“Astrid Hillström’ün el yazısına benziyor ama annesi kızının el yazısını ve imzasını taklit etmenin çok kolay olduğunu söyledi. Bu konuda haklı olduğunu kabul etmeliyiz.”
Wallander not defteri ve kalem aldı. Bir dakikadan daha kısa sürede Astrid Hillström’ün el yazısıyla imzasını taklit etmişti.
“Eva Hillström kızının sağlığından endişelendiğinden polise haber vermiş ama onu endişelendiren el yazısı ya da imza değilse nedir?”
“Bilemiyor.”
“Sen ona bunu sordun, değil mi?”
“Ona her şeyi sordum. Kızının kartta kullandığı sözcükler mi onu tedirgin eden? Yoksa cümle yapıları mı? Bilmiyor ama bu kartı kızının yazmadığından adı gibi emin olduğunu söyledi.”
Wallander yüzünü buruşturarak başını iki yana salladı. “Başka bir şey olmalı.”
Bakıştılar.
“Bana dün ne söylediğini hatırlıyor musun?” diye sordu Wallander. “Bana endişelendiğini söylemiştin.”
Martinson evet dercesine başını salladı. “Yerine oturmayan, eksik bir şeyler var,” dedi. “Tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama bir şeyler dönüyor.”
“Soruyu bir de şöyle soralım,” dedi Wallander. “Eğer aniden karar verdikleri bu tatile çıkmadılarsa ne oldu? Neredeler? Bu kartları kim yazıp yolluyor? Arabalarının ve pasaportlarının da ortada olmadığını biliyoruz.”
“Yanılmış olmalıyım,” diye karşılık verdi Martinson. “Büyük olasılıkla Eva Hillström’ün endişeli hâli beni etkilemiş olmalı.”
“Ebeveynler her zaman çocuklarını merak eder dururlar,” dedi Wallander. “Linda’yı kim bilir kaç kez nasıl deli gibi merak ettiğimi bir bilsen. Özellikle dünyanın dört bir yanındaki ülkelerden gelen kartpostallar söz konusu olduğunda.”
“Peki, şimdi ne yapacağız?” diye sordu Martinson.
“Araştırmamızı sürdüreceğiz,” dedi Wallander. “Ama şimdi hiçbir ayrıntıyı atlamamak için işin en başına dönelim.”
Martinson kusursuz belleğinin yardımıyla olayları özetledi. Ann-Britt Höglund bir keresinde Wallander’e Martinson’un kendisini nasıl örnek aldığını, toplantılarda aynen Wallander gibi sunumlar yaptığını fark edip etmediğini sormuştu. Wallander genç kadının sözlerini ciddiye almamıştı ama Höglund son derece ciddiydi. Wallander bunun hâlâ doğru olup olmadığından emin değildi.
Olaylar zinciri aslında çok basitti. 20 ila 23 yaş üç genç Yaz Dönümü Bayramı’nı birlikte kutlamak istemişlerdi. İçlerinden Martin Boge, Simrishamn’da otururken diğer ikisi, Lena Norman ve Astrid Hillström Ystad’ın batısında oturuyordu. Üçü de çok eski arkadaştı ve zamanlarının çoğunu birlikte geçiriyorlardı. Üçünün de ailesi oldukça varlıklıydı. Lena Norman, Lund Üniversitesi’nde öğrenciydi, diğerleri de zaman zaman geçici işlerde çalışıyorlardı. Hiçbirinin başı polisle derde girmemişti, uyuşturucu da kullanmıyorlardı. Astrid Hillström ile Martin Boge aileleriyle birlikte otururken Lena Norman, Lund Üniversitesi’nin kampüsünde kalıyordu. Hiç kimseye Yaz Dönümü partisinden söz etmemişlerdi. Aileleri birbirleriyle bağlantı kurmuştu ama bu partiden haberleri yoktu. Genellikle ne yapacakları konusunda kimseye bilgi vermediklerinden bunda da alışılmışın dışında bir şey yoktu. Kaybolduklarında iki araba kullanıyorlardı: Biri Volvo, diğeriyse Toyota’ydı. Bu arabalar da sahipleri gibi 21 Haziran günü akşama doğru ortadan kaybolmuştu. Daha sonra kimse arabaları görmemişti. İlk kartpostalı 26 Haziran’da Hamburg’dan yollamışlar, Avrupa turuna çıkmaya karar verdiklerini yazmışlardı. Birkaç hafta sonra da Astrid Hillström Paris’ten bir kart yollayarak güneye doğru gideceklerini yazmıştı. Şimdi üçüncü bir kart daha gelmişti.
Martinson sustu.
Wallander arkadaşının söylediklerini bir an düşündü. “Nerede ve nasıl bir terslik çıkmış olabilir?” diye sordu.
“Hiçbir fikrim yok.”
“Ortadan kaybolmalarıyla ilgili olarak alışılmışın dışında herhangi bir şey söz konusu mu?”
“Hayır değil.”
Wallander arkasına yaslandı. “Elimizdeki somut tek şey Eva Hillström’ün yoğun kaygısı,” dedi. “Endişeli bir anne var elimizde.”
“Ve bu endişeli anne de kartları kesinlikle kızının yazmadığını söylüyor.”
Wallander evet dercesine başını salladı. “Kayıp raporu tutmamızı istiyor mu?”
“Hayır. Başka bir şey yapmamızı istedi. ‘Bir şeyler yapmalısınız,’ dedi.”
“Rapor tutmak dışında ne yapabiliriz? Gümrüklere de yazı gönderdik.”
Sustular. Saat dokuza çeyrek vardı. Wallander soru sorarcasına Martinson’a baktı.
Martinson ahizeyi kaldırıp Svedberg’in numarasını çevirdi, sonra telefonu kapattı.
“Yine telesekreter çıktı.”
Wallander kartpostalı Martinson’a uzattı. “Yeni bir şeyler bulacağımızı sanmıyorum,” dedi. “Yine de Eva Hillström’le bir konuşsam iyi olacak diye düşünüyorum. Ondan sonra da bu konuda ne yapacağımıza karar veririz ama onlar için kayıp ilanı çıkarmamızı gerektiren herhangi bir kanıt da yok elimizde, en azından şimdilik.”
Martinson, Eva Hillström’ün telefon numarasını bir kâğıda yazdı. “Muhasebeci.”
“Ya babası?”
“Boşanmışlar. Galiba o da bir kez aradı. Yaz Dönümü Bayramı’ndan hemen sonraydı sanıyorum.”
Martinson notlarını toplarken Wallander ayağa kalktı. Birlikte toplantı odasından çıktılar.
“Belki Svedberg de benim gibi yapıp kimseye haber vermeden bugünü kendine tatil ilan etti.”
“Tatilden daha yeni dönmüştü,” dedi Martinson. “Hiç izni kalmadı ki.”
Wallander ona hayretle baktı. “Sen bunları nereden biliyorsun?”
“Yıllık izninden bir haftayı benimle değiştirmesini istemiştim ama kesintisiz bir tatil yapmak istediğinden bunu kabul etmedi.”
“Daha önce böyle uzun bir tatile çıktığını hiç sanmıyorum,” dedi Wallander.
Martinson’un odasının önünde ayrıldılar. Wallander kendi odasına gitti. Masasının başına geçip Martinson’un verdiği numarayı çevirdi. Telefonu Eva Hillström açtı. O gün öğleden sonra emniyete gelmeyi kabul etti.
“Bir şey mi var?” diye sordu Eva Hillström.
“Hayır,” diye karşılık verdi Wallander. “Sizinle konuşmamda yarar olduğunu sanıyorum yalnızca.”
Telefonu kapatıp tam kahve almak için ayağa kalkarken Höglund başını kapıdan içeri uzattı. Tatilden yeni dönmesine karşın yüzü kireç gibi bembeyazdı. Wallander onun bu solgun hâlinin iç dünyasından kaynaklandığını düşündü. İki yıl önce vurulmasının etkisinden hâlâ kendini tam olarak kurtaramamıştı. Fiziksel olarak iyileşmişti ama Wallander onun duygusal açıdan iyileşip iyileşmediğinden emin değildi. Bazen genç kadının hâlâ çok korktuğunu düşünüyordu. Buna da şaşmamak gerekirdi. Hemen hemen her gün kendisi de bıçaklandığı ânı düşünmüyor muydu? Üstelik bu olay yirmi yıl önce olmuştu.
“Girebilir miyim?”
Wallander masasının hemen yanındaki sandalyeyi eliyle gösterdi. Genç kadın geçip oturdu.
“Svedberg’i gördün mü?” diye sordu Wallander.
Höglund başını hayır dercesine salladı.
“Bu sabah Martinson ve benimle birlikte toplantıya katılacaktı ama gelmedi.”
“Svedberg toplantıları asla kaçırmaz.”
“Haklısın ama bugün kaçırdı işte.”
“Evden aradın mı? Kim bilir, belki de hastadır.”
“Martinson telesekreterine birkaç mesaj bıraktı. Ayrıca Svedberg hiç hastalanmaz.”
Bir süre Svedberg’in yokluğu üstüne tahminde bulunmaya çalıştılar.
“Benimle konuşmak istediğin konu neydi?” diye sordu Wallander.
“Şu Baltık araba kaçakçılarını hatırlıyor musun?”
“Nasıl unutabilirim? Onları yakalamak için tam iki yıl uğraşmıştım.”
“Galiba yeniden işe başladılar.”
“Liderleri hapisteyken mi?”
“Galiba birileri boşluğu doldurmaya karar vermiş ama bu kez Göteborg merkezli değiller. Sürülen izler diğer yerlerin yanı sıra Lycksele’yi gösteriyor.”
Wallander şaşırmıştı. “Laponya mı?”
“Günümüz teknolojisiyle dünyanın dört bir yanından iş yapabilirsin artık.”
Wallander başını iki yana salladı ama Höglund’un haklı olduğunu biliyordu. Organize suçlular her zaman en son teknolojiyi kullanırlardı.
“Her şeye yeniden başlayacak enerjim yok artık benim,” dedi. “Araba kaçakçılarının peşine düşmek benim işim değil artık.”
“Lisa görevi benim üstlenmemi istedi. Çalıntı arabalardan ne denli sıkıldığını sanırım sonunda o da fark etti ama bana konuyla ilgili bilgi vermeni istiyorum.”
Wallander evet dercesine başını salladı. Ertesi gün bu konuyu görüşmek üzere anlaştılar, sonra kantine gidip açık pencerenin önündeki masalardan birine oturarak kahve içtiler.
“Tatilin nasıl geçti?” diye sordu Wallander.
Genç kadının gözleri birden yaşlarla doldu. Wallander onu rahatlatmak için bir şeyler söylemeye hazırlanırken Höglund onu eliyle durdurdu.
“Pek harika sayılmazdı,” dedi kendini toparlamaya çalışırken. “Ama bu konuda konuşmak istemiyorum.”
Kahve fincanını alıp ayağa kalktı. Wallander genç kadının arkasından baktı. Höglund’un verdiği az önceki tepkiyi düşünerek bir süre daha oturdu.
Birbirimiz hakkında fazla bir şey bilmiyoruz, diye geçirdi içinden. Onlar benimle ilgili hemen hemen hiçbir şey bilmiyorlar, ben de onlarla ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Birlikte çalışıyoruz, yaşantımızın büyük bölümü burada geçiyor ama birbirimiz hakkında ne biliyoruz? Hiçbir şey.
Saatine baktı. Daha çok zamanı vardı, yine de doktorunun muayenehanesinin bulunduğu Kapell Caddesi’ne doğru yürümeye karar verdi. Endişeliydi.
Doktoru gençti. Adı Göransson’du ve Kuzeyliydi. Wallander ona şikâyetlerini anlattı. Sürekli yorgun hissetmesinden, susamasından ve sık sık tuvalete gitmesinden söz etti. Ayrıca geceleri bacaklarına giren krampları da anlattı.
Doktor hiç zaman yitirmeden tanısını açıkladı.
“Sanırım şekerin yükselmiş,” dedi.
“Şeker mi?” diye sordu Wallander şaşkınlıkla.
“Diyabet. Şeker hastalığı.”
Wallander bir an için tüm kanının donduğunu hissetti. Şeker hastası olabileceği hiç aklına gelmemişti.
“Kilonuza da dikkat etmelisiniz,” dedi doktor. “Şeker hastası olup olmadığınızı bazı testler yaptıktan sonra anlayacağız ama önce kalbinizi dinlemek istiyorum. Tansiyonunuz yüksek mi?”
Wallander hayır dercesine başını salladı. Sonra da gömleğini çıkarıp muayene masasına uzandı.
Nabzı normaldi ama tansiyonu oldukça yüksekti. Basküle çıktı. Tam 92 kiloydu. Doktor onu idrar ve kan tahlillerinin yapılması için laboratuvara gönderdi. Hemşire gülümsedi. Wallander onu kız kardeşi Kristina’ya benzetti. Hemşire kan aldıktan sonra Wallander yeniden doktorun yanına gitti.
“Kan şekeri düzeyinin normal değeri 90 ila 120 arasıdır,” dedi Göransson. “Oysa sizinki 200. Oldukça yüksek yani.”
Wallander midesinin bulandığını hissetti.
“Bu da neden yorgun hissettiğinizi açıklıyor,” diye sürdürdü konuşmasını Göransson. “Ayrıca susamanızı ve bacaklarınıza kramp girmesini de buna bağlıyoruz. Sıklıkla tuvalete gitmenizin nedeni de yüksek şeker.”
“İlaçla tedavi edilebilir bir hastalık mı bu?” diye sordu Wallander.
“Öncelikle beslenme alışkanlıklarınızı değiştirerek şekeri denetim altına almaya çalışacağız,” dedi Göransson. “Tansiyonunuzu da düşürmemiz gerekiyor. Düzenli olarak spor yapar mısınız?”
“Hayır.”
“O zaman hemen spora başlamanız gerekiyor. Diyet ve spor. Bunların bir yararı olmazsa o zaman başka yöntemlere başvuracağız. Bu kan şekeri düzeyinizle tüm sisteminizi yoruyorsunuz.”
Şeker hastasıyım, diye geçirdi içinden Wallander. O anda bunun son derece utanç verici bir şey olduğunu düşünüyordu.
Göransson onun içinde bulunduğu ruh hâlini sezmişti. “Bizim kontrol edebileceğimiz bir durum,” dedi. “Bu yüzden ölmeyeceksiniz. En azından şimdilik.”
Biraz daha kan aldılar, Wallander’e beslenme konusunda uzunca bir liste verildi ve doktor pazartesi günü kendisini yeniden görmek istediğini söyledi.
Wallander saat on bir buçukta klinikten ayrıldı. Mezarlığa gidip ahşap banklardan birine oturdu. Doktorun kendisine az önce söylediklerini düşündü. Aslında söylenilenleri tam olarak algılamamıştı. Cebinden gözlüğünü çıkarıp doktorun verdiği beslenme listesini okumaya başladı.
Saat on iki buçukta emniyete döndü. Kendisini birkaç kişi aramıştı ama hiçbiri de acil değildi. Koridorda Hansson’la karşılaştı.
“Svedberg geldi mi?” diye sordu Wallander.
“Neden sordun, burada değil mi yoksa?”
Wallander karşılık vermedi. Saat bir civarında Eva Hillström gelecekti. Martinson’un odasının aralık kapısını hafifçe vurdu ama içeride kimse yoktu. O sabahki toplantıda görüştükleri konuları içeren ince dosya masasının üstünde duruyordu. Wallander dosyayı alıp kendi odasına gitti. Dosyaya bir göz attı, üç kartpostala yeniden baktı ama kendini işine bir türlü veremiyordu. Doktorun söyledikleri aklından çıkmıyordu.
Danışma görevlisi Ebba arayıp Eva Hillström’ün geldiğini haber verdi. Wallander odasından çıkıp konuğunu karşılamaya gitti.
Bir grup şen şakrak adam emniyetten çıkıyordu. Wallander onların emniyeti görmeye gelen emekli denizciler olduklarını anladı.
Eva Hillström uzun boylu ve zayıf bir kadındı. Yüzünden ne düşündüğü belli olmuyordu. Wallander görür görmez onun her zaman olayların en kötüsünü düşünen biri olduğu izlenimine kapılmıştı. Konuğunun elini sıkıp odasına götürdü. Koridorda, kahve içmek isteyip istemediğini sordu.
“Kahve içemem,” dedi Eva Hillström. “Mideme dokunuyor.”
Gözlerini Wallander’den ayırmadan masanın hemen karşısındaki ziyaretçi koltuklarından birine geçip oturdu.
Ona yeni bir şeyler söyleyeceğimi sanıyor, diye geçirdi içinden Wallander. Söyleyeceklerimin kötü şeyler olduğunu düşünüyor.
Wallander yerine geçip oturdu. “Meslektaşımla dün görüşmüşsünüz,” dedi. “Kızınızın imzasıyla Viyana’dan postalanan ve birkaç gün önce size ulaşan kartpostalı da beraberinizde getirmişsiniz ama bu kartın kızınız tarafından yazılmadığını ileri sürüyorsunuz. Doğru mu?”
“Evet,” dedi kadın güçlükle.
“Martinson neden bu şekilde düşündüğünüzü bir türlü açıklayamadığınızı söyledi.”
“Evet, doğru, açıklayamıyorum.”
Wallander dosyadan kartı çıkarıp masanın üstüne koydu.
“Kızınızın el yazısıyla imzasının kolaylıkla taklit edilebileceğini söylemişsiniz.”
“İsterseniz siz de deneyin, göreceksiniz.”
“Denedim bile. Size katılıyorum, kızınızın el yazısını taklit etmek hiç de zor değil.”
“O zaman neden aynı şeyleri sorup duruyorsunuz?”
Wallander karşısındaki kadına bir an için baktı. Martinson’un da söylediği gibi çok gergindi.
“Verdiğiniz bilgileri onaylamak için bu soruları soruyorum,” dedi. “Bazen buna gerek oluyor.”
Eva Hillström sabırsızlıkla başını salladı.
“Bu kartları Astrid dışında birinin yazdığına inanmamız için elimizde somut bir nedenimiz yok,” dedi Wallander. “Kuşkularınızı haklı çıkartabilecek geçerli bir nedeniniz var mı?”
“Hayır yok ama haklı olduğumu biliyorum.”
“Hangi konuda haklı?”
“Kızımın ne bunu ne de diğer kartları yazdığı konusunda.”
Birden ayağa kalkıp Wallander’e bağırmaya başladı. Wallander böyle saldırgan bir tepkiye doğrusu hiç de hazırlıklı değildi. Kadın masadan Wallander’e uzanmış, kolundan yakalayarak bir yandan haykırıyor, bir yandan da onu sarsıyordu.
“Neden eliniz kolunuz bağlı oturuyorsunuz? Neden hiçbir şey yapmıyorsunuz? Bir şeyler yapmanız gerekiyor. Kızımın ve arkadaşlarının başına korkunç şeyler gelmiş olabilir.”
Wallander kolunu onun elinden güçlükle kurtarıp ayağa kalktı.
“Sakinleşseniz iyi olacak,” dedi.
Ne var ki Eva Hillström bağırmayı sürdürüyordu. Wallander kapısının önünden geçenlerin neler düşünebileceklerini merak etti. Kadının yanına yaklaşarak onu omuzlarından sıkıca tutup koltuğa oturttu, kıpırdamamasını söyledi. Kadının öfkesi başladığı gibi birden sönüvermişti. Wallander masasına döndü. Eva Hillström bakışlarını yere indirdi. Wallander şaşkınlık içinde onun konuşmasını beklemeye koyuldu. Kadının tepkisinde, bu inançlı duruşunda karşısındakine de bulaşan bir şey vardı.
“Sizce neler olmuş olabilir?” diye sordu sonunda daha fazla beklememeye karar vererek.
Eva Hillström başını iki yana salladı. “Bilmiyorum.”
“Bir kaza ya da başka bir şey olduğuna ilişkin herhangi bir ipucu yok.”
Kadın, Wallander’e baktı.
“Astrid’le arkadaşları daha önce de yolculuklara çıkmışlar,” dedi Wallander. “Belki bu seferki kadar uzun değil ama yine de çıkmışlar. Arabaları, paraları ve pasaportları da yanlarında. Meslektaşlarım bu konuyu daha önce de araştırmışlardı. Ayrıca hepsi de on sekiz yaşın üstünde. Benim de Astrid’den birkaç yaş büyük bir kızım var. Gençlerin nasıl davrandığını gayet iyi biliyorum.”
“Burada ters bir şeylerin olduğunu biliyorum,” dedi Eva Hillström. “Kötümser yapıda biri olduğumu da biliyorum ama bu kez hislerimde haklıyım. Bunu yüreğimde hissediyorum.”
“Diğer çocukların aileleri sizin kadar endişeli değil ama. Martin Boge’yle Lena Norman’ın ailesi neden sizin gibi tepki vermiyor?”
“Onları anlayamıyorum.”
“Kaygılarınızı ciddiye alıyoruz,” dedi Wallander. “Bu zaten bizim işimiz. Durumu bir kez daha inceleyeceğime söz veriyorum.”
Wallander’in bu sözleri kadını biraz rahatlatmıştı ama bu rahatlık uzun sürmedi. Yüzünden ne denli endişeli olduğu kolayca görülüyordu. Wallander ona acıdı.
Konuşmaları bitmişti. Eva Hillström ayağa kalktı, Wallander onunla birlikte danışmaya kadar gitti.
“Bir an kendimi yitirdiğim için özür dilerim,” dedi.
“Bir annenin kızı için endişelenmesi kadar doğal bir şey yoktur,” diye karşılık verdi Wallander.
Wallander’in elini sıkıp telaşla cam kapıdan çıkıp gitti.
Wallander odasına dönerken Martinson odasından başını uzatıp ona merak dolu bakışlarla baktı.
“Az önce neler oldu?”
“Çok korkmuş,” dedi Wallander. “Gerçekten kaygılı. Bu konuda bir şey yapmamız gerekiyor ama ne yapalım bilmiyorum doğrusu.” Wallander düşünceli bir tavırla Martinson’a baktı. “Yarın herkesin daha rahat olduğu bir zaman bu olaya bir kez daha bakmak istiyorum. Bu kişilerin kayıp olduklarını kabul edip etmemeye karar vermeliyiz. Bu konu bir şekilde beni de tedirgin ediyor.”
Martinson onaylarcasına başını salladı. “Svedberg’i gördün mü?” diye sordu.
“Hâlâ aramadı mı?”
“Hayır. Sürekli karşıma telesekreter çıkıp duruyor.”
Wallander yüzünü buruşturdu. “Svedberg böyle yapmazdı.”
“Bir daha deneyeyim.”
Wallander odasına gitti. Kapıyı kapatıp Ebba’yı aradı. “Bana yarım saat telefon bağlama,” dedi. “Ha, bu arada Svedberg’den bir haber var mı?”
“Olması mı gerek?”
“Onu çok merak ediyorum.”
Wallander ayaklarını masanın üstüne koydu. Yorulmuştu, ağzı da çok kurumuştu. Birden yerinden fırlayıp ceketini kaptığı gibi dışarı çıktı.
“Ben çıkıyorum,” dedi Ebba’ya. “Bir ya da iki saat sonra dönerim.”
Hava hâlâ sıcaktı ve rüzgâr esmiyordu. Wallander, Surbrunnsvägen’deki kent kütüphanesine gitti. Biraz uğraştıktan sonra kütüphanenin sağlık bölümüne bakarak sonunda aradığını, şeker hastalıklarıyla ilgili kitabı buldu. Masanın başına geçip oturdu, gözlüklerini taktı ve kitabı okumaya başladı. Bir buçuk saat sonra şeker hastalığına ilişkin az da olsa bir bilgi edinmişti. Bu hastalığa yakalanmasının tek nedeninin kendisi olduğunu fark etti. Yediği yiyecekler, spordan uzak durması ve ara sıra canı istediğinde yaptığı perhiz hastalanmasına neden olmuştu. Kitabı yerine kaldırdı. Kendini başarısız biri gibi hissediyordu. Şeker hastalığından artık kurtuluşu olmadığını anlamıştı. Yaşam tarzına ilişkin somut bir şeyler yapması gerekiyordu.
Emniyete döndüğünde saat dört buçuk olmuştu. Masanın üstünde, Svedberg’den hâlâ bir haber yok, yazılı Martinson’un bıraktığı notu gördü.
Wallander üç gencin kaybolmasıyla ilgili vakanın özetini bir kez daha okudu. Üç kartı yeniden inceledi. Tam olarak göremediği bir şeyler olduğuna ilişkin o his yine gelmişti işte. Hâlâ bunun ne olduğunu tam olarak anlayamıyordu. Göremediği şey neydi?
Kaygılarının arttığını hissetti. Eva Hillström’ü yeniden görüyor gibiydi. Birden olayların önemini kavradı. Aslında her şey son derece basitti. Kadın, kızının o kartı yazmadığını biliyordu. Bunu nasıl bildiğiyse hiç önemli değildi. Emindi ve bu da yeterliydi. Wallander yerinden kalkıp pencerenin önüne gitti. Gençlerin başına bir şey gelmişti. Sorulacak soru bunun ne olduğuydu.

3
Wallander kendisine önerilen perhizi o akşam denemeye karar verdi. Akşam yemeğinde yalnızca et suyuna çorbayla salata yedi. Kendini perhize o denli kaptırmıştı ki çamaşırhaneden sıra aldığını tamamıyla unutmuştu. Hatırladığındaysa çok geç olmuştu.
Olanları olumlu açıdan değerlendirmesi gerektiğini söyleyip duruyordu kendine. Kan şekerinin yüksek düzeyde olması ölüm ilanı anlamına gelmezdi, uyarılmıştı o kadar. Eğer sağlıklı bir yaşam sürdürmek istiyorsa bazı basit önlemler alması gerekiyordu. Öyle ağır ve zor önlemler değildi bunlar ama bu önlemler sayesinde yaşamında çok önemli değişiklikler yapabilecekti.
Yemeğini bitirdikten sonra doymadığını fark edince bir domates yedi. Sonra da mutfak masasından kalkmadan daha sonraki günler için yeni bir beslenme planı yapmaya çalıştı. Ayrıca bundan böyle işe yürüyerek gitmeye karar verdi. Hafta sonları da kumsala gidecek, orada uzun yürüyüşler yapacaktı. Bir zamanlar Hansson’la badminton oynamayı düşündüklerini hatırladı. Belki bu konuyu yeniden ele alabilirlerdi.
Saat dokuzda masadan kalkıp balkona çıktı. Rüzgâr güneyden esiyordu ama hava hâlâ ılıktı. Bunaltıcı sıcaklar başlamıştı.
Wallander sokakta yürüyen gençlere baktı. Beslenme planı ve doktorun önerdiği kilo tablosu üzerinde yoğunlaşması kolay olmayacaktı. Kendini Eva Hillström’ün tepkisinden bir türlü kurtaramıyordu. Kadının öfkesi onu sarsmıştı. Kızının ortadan kaybolmasına ilişkin duyduğu korkuyu görmemek olası değildi ve kadın duygularında içtendi. Rol yapmıyordu.
Bazen aileler çocuklarını tanımıyor, diye geçirdi içinden, ama bazen de çocukları ebeveynlerden daha iyi kimse tanımıyor ve içimden bir ses de bana Eva Hillström’ün kızını gerçekten çok iyi tanıdığını söylüyor.
İçeri girdi. Balkon kapısını kapatmadı. Bu olayda nasıl ilerlemeleri gerektiğini gösterecek bir şeyi gözden kaçırdığı hissine kapıldı. Eva Hillström’ün kaygılarında haklı olup olmadığını ortaya çıkaracak bir şey vardı ama neydi bu?
Kahve yapmak için mutfağa gitti. Suyun ısınmasını beklerken mutfak masasını sildi. Telefon çaldı. Arayan Linda’ydı. Çalıştığı restorandan arıyordu. Oysa Wallander restoranın yalnızca gündüzleri açık olduğunu sanıyordu. Kızının sesini duyunca şaşırmıştı.
“Restoran sahibi çalışma saatlerini değiştirdi,” dedi Linda. “Akşamları daha çok para kazanıyorum. Bir şekilde benim de yaşamam gerek.”
Wallander telefondan gelen konuşma sesleriyle tabak bıçak seslerini duydu. Linda’nın gelecek için ne tür planları olduğunu bilmiyordu. Linda bir gün iç dekorasyonla ilgileneceğini söylerken başka bir gün de tiyatro dünyasında vazgeçilmez bir yıldız olmayı düşlüyordu. Bir süre önce bu tiyatro sevdası sona ermişti.
Linda sanki babasının aklından geçenleri okumuştu. “Yaşamımın sonuna kadar garsonluk yapacak değilim elbette,” dedi. “Şu an önümüzdeki kış yolculuğa çıkabilmek için para biriktiriyorum.”
“Nereye gideceksin?”
“Daha karar vermedim.”
Bu konuyu ayrıntılarıyla tartışmanın zamanı olmadığından Wallander, Gertrud’un taşındığını ve büyükbabasının evinin satılığa çıkarıldığını haber verdi.
“Keşke satmak zorunda kalmasaydık,” dedi Linda. “Keşke satın alacak param olsaydı.”
Wallander, kızının ne demek istediğini anlıyordu. Linda büyükbabasıyla çok yakındı. Onları zaman zaman çok kıskanmıştı.
“Kapatmak zorundayım,” dedi Linda. “Nasıl olduğunu merak etmiştim.”
“Her şey yolunda,” diye karşılık verdi Wallander. “Bugün doktora gittim. Beni çok iyi buldu.”
“Zayıflamanı söylemedi mi?”
“Onun dışında her şeyin çok iyi olduğunu söyledi.”
“Anlaşılan senin bu doktorun çok kibar. Tatildeki gibi yine yorgun hissediyor musun?”
Aklımdan geçenleri okuyor, diye geçirdi içinden Wallander çaresizlikle. Neden ona doğruyu, diyabet hastası olmak üzere olduğumu ya da düpedüz şekerim olduğunu söyleyemiyorum ki? Neden bunda utanılacak bir şey varmış gibi davranıyorum?
“Yorgun değilim,” dedi. “Gotland’da geçirdiğimiz o hafta başkaydı.”
“Sen öyle diyorsan öyledir,” diye karşılık verdi Linda. “Kapatmam gerek. Eğer akşamları beni aramak istersen numaramız değişti.”
Wallander, kızının verdiği telefon numarasını bir çırpıda ezberledi. Sonra da telefonu kapattı.
Kahvesini aldı, oturma odasına gidip televizyonu açtı. Televizyonun sesini kısıp kızının verdiği numarayı telefon defterine yazdı. Yazdığını kendinden başkasının okuması olanaksızdı. İşte tam o sırada kendisini neyin tedirgin ettiğini anladı. Kahve fincanını bir kenara itip saatine baktı. Dokuzu çeyrek geçiyordu. Bir an Martinson’u aramayı düşünerek duraksadı ama arayacak olursa harekete geçmek için ertesi sabahı beklemek zorunda kalacaktı. Mutfağa gidip telefon rehberini aldı, mutfak masasına geçip oturdu.
Ystad’da Norman soyadı olan dört aile vardı ama Wallander, Martinson’un kâğıtları arasında gördüğü adresi hatırlıyordu. Lena Norman ve annesi hastanenin kuzeyinde, Käring Caddesi’nde oturuyorlardı. Babasının adı Bertil Norman’dı ve adının hemen yanı başında da CEO yazılıydı. Wallander, Bertil Norman’ın prefabrik evlere ısınma tesisatı kuran bir şirketin sahibi olduğunu biliyordu.
Numarayı çevirdi, telefonu bir kadın açtı. Wallander elinden geldiğince dostça bir sesle konuşmaya çalışarak kendisini tanıttı. Kadını endişelendirmek istemiyordu. Özellikle mesai saatinden sonra polisin telefon etmesinin ne denli kaygı verici bir şey olduğunu bilirdi.
“Lena Norman’ın annesiyle mi görüşüyorum?”
“Ben Lillemor Norman.”
Wallander bu adı hatırlamıştı.
“Aslında sizi yarın sabah da arayabilirdim,” dedi. “Ama öğrenmem gereken bir şey var ve polisler ne yazık ki yirmi dört saat çalışıyor.”
Kadın endişelenmemişti. “Size nasıl yardım edebilirim? Ya da kocamla konuşmak ister misiniz? Hemen çağırırım. Oğlumuzun matematik ödevine yardım ediyor.”
Kadının yanıtı Wallander’i şaşırtmıştı. Okullarda hâlâ ev ödevi verildiğini bilmiyordu.
“Buna gerek yok,” dedi. “Ben yalnızca Lena’nın el yazısını merak ediyorum. Ondan gelen herhangi bir mektup var mı yanınızda?”
“Kartpostallar dışında mektup falan gelmedi. Polisin bunu zaten bildiğini sanıyordum.”
“Ben eskiden yazmış olduğu bir mektup demek istemiştim.”
“Bunu neden istiyorsunuz?”
“Rutin çalışmalarımızdan biri yalnızca. Bazı el yazısı örnekleriyle kıyaslamamız gerekiyor. O kadar önemli bir şey değil.”
“Polisler böylesine önemsiz konular için de mi insanları gece yarıları arayıp rahatsız eder?”
Eva Hillström korkuyor, diye geçirdi içinden Wallander. Öte yandan Lillemor Norman her şeyden kuşkulanıyor.
“Acaba bana yardım edecek misiniz?”
“Lena’dan gelen birçok mektup var.”
“Bir tane yeter de artar bile. Yarım sayfa bile olsa yeter.”
“Bulurum. Acaba birini gönderip aldırabilir misiniz?”
“Ben kendim geleceğim. Yirmi dakika sonra oradayım.”
Wallander telefon rehberini yeniden aldı. Simrishamn’da oturan “Boge” adında yalnızca tek bir kişi vardı. Bir muhasebeci. Wallander numarayı çevirip telefonun açılmasını sabırsızlıkla bekledi. Tam kapatmak üzereyken telefon açıldı.
“Klas Boge.”
Telefona yanıt veren ses oldukça gençti. Wallander bunun Martin Boge’nin kardeşi olabileceğini düşündü. Ona kendisini tanıttı.
“Annen baban evde mi?”
“Hayır ben yalnızım. Golf kulübünün yemeğine gittiler.”
Wallander konuşmayı sürdürüp sürdürmemesi gerektiğini kestirememişti ama delikanlı ona yeterince olgun biri gibi gelmişti.
“Ağabeyin Martin sana hiç mektup yazdı mı? Onun yazdığı herhangi bir şeyi saklamış olabilir misin?”
“Bu yaz bir şey yazmadı.”
“Daha önce?”
Delikanlı bir an düşündü. “Geçen yıl Amerika’dan bana yolladığı mektup var.”
“El yazısıyla mı yazılmıştı?”
“Evet.”
Wallander, Simrishamn’a arabayla ne kadar sürede gidebileceğini hesapladı. Belki de ertesi sabahı beklese daha iyi olacaktı.
“Neden ağabeyimin mektuplarını istiyorsunuz?”
“Onun el yazısını görmemiz gerekiyor.”
“İstiyorsanız hemen fakslayabilirim size.”
Delikanlı oldukça pratikti. Wallander emniyetteki fakslardan birinin numarasını verdi.
“Bu konudan ailene söz etsen iyi olur,” dedi.
“Şimdi yatmayı düşünüyordum. Onlar geç gelecek.”
“Peki onlara yarın söyler misin?”
“Martin mektubu bana yollamıştı.”
“Yine de söylersen sevinirim,” dedi Wallander sabırla.
“Martin ve diğerleri yakında dönecekler,” dedi delikanlı. “Bayan Hillström’ün neden bu denli kaygılandığını anlayamıyorum doğrusu. Bizi her gün arıyor.”
“Sizinkiler endişeli değil mi?”
“Bana sorarsanız Martin’in gitmesinden memnunlar. En azından babam çok memnun.”
Wallander delikanlının sözünü sürdürüp sürdürmeyeceğini şaşkınlıkla bekledi ama sürdürmedi.
“Yardımların için teşekkürler,” dedi Wallander sonunda.
“Her şey oyun gibiydi,” dedi delikanlı.
“Ne demek istiyorsun?”
“Farklı bir zaman boyutuna geçtiklerini varsayıyorlardı. Erişkin insanlar olmalarına karşın maskeli baloya gider gibi giyiniyorlardı.”
“Ne demek istediğini anlayamadım,” dedi Wallander.
“Tiyatro oynuyorlarmış gibi rol yapıyorlardı ama onlarınki gerçekti. Aslında var olmayan bir şeyi bulmak için Avrupa’ya gitmiş olabilirler.”
“Yani bu onlar için oldukça doğal bir şey, öyle mi? Bana kalırsa Yaz Dönümü Bayramı kutlaması oyun gibi bir şey değil. Diğer partilerde olduğu gibi yemek yenir, dans edilir.”
“Ve de içki içilir,” dedi delikanlı. “Ama kostüm giyildiğinde başka bir şeylerin de söz konusu olması gerekmez mi?”
“Onlar böyle mi yapmışlardı?”
“Evet ama daha fazlasını bilmiyorum. Bu onların kimseye söylemek istemediği bir sırdı. Martin bu konuda hiç ağzını açmadı.”
Wallander delikanlının anlattıklarını tam olarak anlayamamıştı. Saatine baktı. Lillemor Norman kendisini bekliyordu.
“Yardımların için teşekkürler,” dedi konuşmaya son noktayı koyarak. “Ailene aradığımı ve sana söylediklerimi aktarmayı unutma.”
“Tabii,” diye karşılık verdi delikanlı.
Üç farklı tepki söz konusu, diye geçirdi içinden Wallander. Eva Hillström korkuyor. Lillemor Norman alabildiğine kuşkulu. Martin Boge’nin ailesiyse oğulları gittiği için huzura kavuşmuşlar ve kardeşi de ana babasının evde olmalarını istemiyor. Ceketini giyip dışarı çıktı. Binadan çıkarken çamaşırhaneye uğrayıp cuma günü için kendisine bir makine ayırttı.
Käring Caddesi çok uzak olmamakla birlikte arabasına bindi. Doktorun verdiği spor biraz daha bekleyebilirdi. Bellevuevägen’den Käring Caddesi’ne saptı, iki katlı beyaz bir binanın önünde durdu. Bahçe kapısını açarken Lillemor Norman kapıyı açtı. Eva Hillström’ün tersine Lillemor Norman oldukça sağlıklı görünüyordu. Martinson’un dosyasındaki fotoğrafları gözünün önüne getirince Lena Norman’ın annesine çok benzediğini fark etti.
Kadının elinde beyaz bir zarf vardı.
“Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim,” dedi Wallander.
“Lena döndüğünde kocam onunla bir güzel konuşacak. Bu şekilde, kimseye tek bir kelime bile söylemeden çekip gitmeleri olacak şey değil. Tam bir sorumsuzluk.”
“Onlar erişkin insanlar, canları ne isterse yapabilirler,” dedi Wallander. “Ama bu davranışları yüzünden insan elbette hem tedirgin oluyor hem de merak içinde kalıyor.”
Zarfı alıp geri vereceğine söz verdi. Sonra emniyete gitti ve nöbetçi memurun telefonlara baktığı odaya girdi. Wallander içeri girdiğinde polis telefonda konuşuyordu ama Wallander’i görünce ona faks makinelerinden birini işaret etti. Klas Boge söz verdiği gibi kardeşinin mektuplarından birini fakslamıştı. Wallander odasına gidip masanın üstündeki lambayı yaktı. İki mektupla kartpostalları yan yana masanın üstüne dizdi, sonra lambayı bunların üstüne gelecek şekilde ayarlayıp gözlüklerini taktı.
Arkasına yaslandı. İçgüdülerinde yine haklı çıkmıştı. Martin Boge’yle Lena Norman’ın el yazıları kargacık burgacıktı. Üçünden birinin el yazısı taklit edilmek istense Astrid Hillström’ün el yazısı tercih edilirdi. Bu, Wallander’i tedirgin etmişti ama beyni yine de iyi çalışıyordu. Bu ne anlama geliyordu? Aslında bir anlama falan geldiği yoktu. Birinin bu çocuklar adına neden kartpostal yolladığını kesinlikle açıklamıyordu. Ayrıca neden söz konusu bu kişi içlerinden birinin el yazısını taklit etmişti? Buna neden gerek duymuştu? Tüm bu mantıksızlıklara karşın Wallander yine de içindeki yoğun endişeyi bir kenara atamıyordu.
Bu konuyu yeniden ama enine boyuna bir kez daha ele almalıyız, dedi kendi kendine. Eğer çocukların başına bir şey gelmişse aradan iki ay geçti.
Gidip kendisine bir fincan kahve aldı. Onu çeyrek geçiyordu. Martinson’un hazırladığı dosyayı bir kez daha okudu ama yeni bir şey bulamadı. Bir grup yakın arkadaş kendi arasında Yaz Dönümü Bayramı’nı kutlamış, sonra da yolculuğa çıkmışlardı. Gittikleri yerlerden de kart göndermişlerdi. Hepsi buydu işte.
Wallander mektuplarla kartpostalları dosyanın içine yerleştirdi. O gece yapılacak daha fazla bir şey yoktu. Ertesi sabah Martinson ve diğerleriyle konuşacak, son bir kez daha bu Yaz Dönümü Bayramı dosyasını inceleyecek ve kayıp soruşturmasına başlayıp başlamayacaklarına karar vereceklerdi.
Wallander ışığı söndürüp dışarı çıktı. Koridorda Ann-Britt Höglund’un odasından ışık geldiğini gördü. Odanın kapısı aralıktı, Wallander kapıyı yavaşça açtı. Höglund masada gözlerini boşluğa dikmiş duruyordu. Önünde hiç evrak yoktu. Wallander bir an duraksadı. Höglund’un gece geç saatlere kadar emniyette kalma alışkanlığı yoktu. Çocukları küçüktü, kocası da işi gereği sürekli yolculuklara çıkardı, dolayısıyla mesai saatinin bitiminde Höglund doğruca evine giderdi. Genç kadının kantindeki davranışını hatırladı. Şimdi de boş masaya gözlerini dikmiş kıpırdamadan oturuyordu. Belki yalnız kalmak istemişti. Belki de biriyle konuşmaya ihtiyacı vardı.
Yalnız kalmak istediğini bana rahatça söyleyebilir, diye geçirdi içinden Wallander.
Kapıyı yavaşça vurdu, yanıt gelmesini bekledi, sonra da içeri girdi.
“Işığının yandığını gördüm,” dedi. “Genelde bu saatte burada olmadığın için bir şey mi oldu diye merak ettim.”
Höglund karşılık vermeden baktı.
“Yalnız kalmak istiyorsan söyle, hemen giderim.”
“Hayır,” diye karşılık verdi. “Hiç yalnız kalmak istemiyorum. Sen neden hâlâ buradasın? Bir şey mi var?”
Wallander koltuklardan birine geçip oturdu. Kendini gereksiz bir eşya gibi hissediyordu.
“Yaz Dönümü’nde kaybolan gençlerle ilgili.”
“Yeni bir şey mi var?”
“Hayır yok. Yalnızca bir şeyi bir kez daha kontrol etmek istedim ama buna yeniden bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Eva Hillström çok kaygılı.”
“Peki ama başlarına ne gelmiş olabilir?”
“İşte yanıtlanması gereken tek soru da bu.”
“Kayıp ilanı çıkaracak mıyız?”
Wallander ellerini çaresizlikle iki yana açtı. “Bilmiyorum. Buna yarın karar vereceğiz.”
Masa lambasının aydınlattığı oda alabildiğine loştu.
“Ne zamandan beri bu meslektesin?” diye sordu Höglund birden.
“Uzun zamandan beri. Hem de çok uzun zamandan beri. Damarlarımda polis kanı var benim. Bu kan en azından emekli oluncaya kadar da akmayı sürdürecek.”
Bir sonraki sorusunu sormadan önce Wallander’e uzun uzun baktı. “Nasıl idare edebiliyorsun?”
“Bilmiyorum.”
“Hiç bunaldığın, sıkıldığın olmadı mı?”
“Olmaz olur mu, oldu, hem de çok oldu. Neden soruyorsun?”
“Bu sabah sana kantinde söylediklerimi düşünüyorum. Sana kötü bir yaz geçirdiğimi söylemiştim ve söylediklerim doğru. Kocamla bazı sorunlarımız var. Eve neredeyse hiç gelmiyor. Yolculuklarından sonra normal yaşantımıza dönmemiz bir haftamızı alıyor ama hemen sonra yine yolculuğa çıkmaya hazırlanıyor. Bu yaz ayrılıktan bahsetmeye başladık. İnsanın çocukları olunca bu hiç de kolay bir şey değil.”
“Biliyorum,” dedi Wallander.
“Bir yandan da işimi sorgulamaya başladım. Gazetede Malmö’deki meslektaşlarımızın haraç toplamaktan tutuklandığını okudum. Televizyonu açıyor, polis teşkilatındaki komiserlerin organize suç dünyasıyla ilişkileri olduğunu öğreniyorum. Bunları hem görüyorum hem de sayılarının her geçen gün arttığını duyuyorum. Ben de ister istemez, burada ne yapıyorum, diyorum. Ya da şöyle diyeyim, bundan sonraki otuz yılı nasıl geçireceğimi kestiremiyorum.”
“Bazen insan kendini bıçak sırtında hissediyor,” dedi Wallander genç kadına hak vererek. “Bu uzun bir süreç. Adalet sistemindeki yozlaşma yeni bir şey değil ve her zaman o sınırı geçmeye gönüllü polisler vardır. İşler şimdilerde daha da kötüleşip yozlaştığından senin gibi duyarlı insanlar için bu elbette çok önemli ve tedirgin edici oluyor.”
“Peki ya sen? Sen bu konuda ne düşünüyorsun?”
“Bunlar benim için de geçerli.”
“Peki ama nasıl başa çıkıyorsun?”
Sorusu öfke doluydu. Wallander onu kendine benzetti. Kim bilir kaç kez kendisi de Höglund gibi masasının başına çökmüş, bu görevi nasıl sürdürebileceğini düşünmüştü.
“Sürekli, görevi bırakacak olursam işlerin bensiz daha da kötüleşeceğini söyleyip duruyorum kendime,” dedi Wallander. “Bazen işe yarıyor. Çok iyi bir neden değil ama aklıma başka bir şey gelmiyorsa böyle düşünüyorum.”
Höglund başını iki yana salladı. “İsveç’e neler oluyor?”
Wallander, genç kadının konuşmasını sürdürmesini bekledi ama sürdürmedi. Caddeden geçen bir kamyonun sesi duyuldu.
“Geçen bahardaki o çirkin saldırıyı hatırlıyor musun?” diye sordu Wallander.
“Svarte’dekini mi?”
“On dört yaşındaki iki çocuk on iki yaşındaki bir başka çocuğa saldırmıştı. Ortada hiçbir neden olmadığı gibi herhangi bir kışkırtma da yoktu. Zavallı çocuk yerde baygın yatarken diğerleri göğsüne vurmayı sürdürmüştü. Çocuk kısa süre sonra ölmüştü. Hiç bu kadar çok sarsılmamıştım. İnsanlar her zaman kavga ederdi ama kavga ettikleri kişi yere serildiğinde genellikle kavgayı bırakırlardı. Buna ne isim verirsen ver. Adil dövüş de, ne dersen de ama böyleydi. Ancak artık değil çünkü bu çocuklar ne yaptıklarını bilmiyorlar. Sanki tüm çocuklar terk edilmiş gibi. Ya da artık kimse çocuklarıyla ilgilenmiyor. Şartlar değiştiğinden polis olmanın ne anlama geldiğini bir kez daha düşünmelisin. Yıllar boyunca edindiğin deneyimlerin artık bir anlamı kalmadı.”
Sustu. Koridordan gelen sesler duydular. Gece nöbetçilerinden biri sarhoş bir sürücüyle konuşuyordu. Kısa süre sonra da ortalık eskisi gibi derin bir sessizliğe büründü.
“Son yıllarda nasıl hissediyorsun?”
“Vurulduğumdan beri mi?”
Evet dercesine başını salladı.
“Sürekli aynı şeyleri düşümde görüyorum,” diye karşılık verdi Höglund. “Kendimi ölmüş olarak ya da kurşun beynime saplanmış gibi görüyorum. Bu daha da korkunç olurdu.”
“İnsanın sinirlerini bozması için böylesi düşler yeter de artar bile,” dedi Wallander.
Höglund ayağa kalktı. “Bir gün ciddi ciddi istifa edeceğimden korkuyorum,” dedi. “Ama henüz o noktaya gelmedim. Uğradığın için teşekkür ederim. Genelde sorunlarımla kendim başa çıkarım ama bu gece biriyle konuşmaya ihtiyacım vardı.”
“Bunu kabul etmek bile güç ister.”
Ann-Britt Höglund ceketini giyip Wallander’e gülümsedi. Wallander uykularının nasıl olduğunu merak ediyordu ama sormadı.
“Şu oto kaçakçıları konusunda yarın biraz konuşabilir miyiz?” diye sordu.
“Öğleden sonraya ne dersin? Sabah şu gençler konusunu görüşeceğimizi unutma.”
Höglund, Wallander’e dikkatle baktı.
“Endişeleniyor musun?”
“Eva Hillström endişeleniyor ve ben de bunu görmezden gelemiyorum.”
Dışarıya birlikte çıktılar. Genç kadın Wallander’in eve bırakma önerisini geri çevirdi.
“Yürümek istiyorum,” dedi. “Hava da çok güzel. Ağustos harika geçiyor.”
“Bunaltıcı sıcaklar var,” diye karşılık verdi Wallander.
Vedalaştılar. Wallander arabasına binip evine gitti. Bir fincan çay içip Ystad Allehanda gazetesine göz gezdirdikten sonra yattı. Hava oldukça sıcak olduğundan yatak odası camını aralık bırakmıştı. Başını yastığa koyar koymaz derin bir uykuya daldı.

Şiddetli bir sancıyla uyandı. Baldır adalesine kramp girmişti. Ayağını yere indirip bükmeye çalıştı. Sancı geçti. Yavaşça yeniden yatağa uzandı. Bacağına yeniden kramp girmesinden korkuyordu. Komodinin üstündeki çalar saat gecenin bir buçuğunu gösteriyordu. Yine düşünde babasını görmüştü. Wallander’in neresi olduğunu çıkaramadığı bir kentin sokaklarında birlikte yürüyorlardı. Birini arıyorlardı. Ancak kimi aradıklarını bilmiyordu.
Pencerenin önündeki perde hafifçe kıpırdadı. Wallander, Linda’nın annesi Mona’yı düşünüyordu. Uzun süre evli kalmışlardı. Oysa Mona şimdi golf oynayan ve büyük bir olasılıkla kan şekeri düzeyi yüksek olmayan başka bir erkekle birlikteydi.
Kafasının içinden binlerce düşünce geçiyordu. Birden Baiba’yla birlikte Skagen’in uçsuz bucaksız kumsallarında el ele yürüdükleri günler geldi aklına. Sonra o da çekip gitmişti.
Uykudan eser kalmamıştı. Yatağında oturdu. Nereden aklına geldiğini bilmiyordu ama bir konu diğer düşüncelerinin arasından sıyrılıp öne çıkıvermişti: Svedberg.
Hastayım diye telefon etmemesi de garipti. Hiç hastalanmadığı gerçeği bir yana bırakılırsa başına bir şey gelmiş olsaydı mutlaka emniyeti arayıp haber verirdi. Bunu daha önce düşünmeliydi. Svedberg onları aramamışsa bunun yalnızca tek bir anlamı vardı: İletişim kurmasını engelleyen bir şey olmuştu.
Wallander endişelenmeye başlıyordu. Elbette bu yalnızca onun hayal ürünüydü. Ayrıca Svedberg’in başına ne gelebilirdi ki? Ancak içini sıkan tedirginlik hissi de alabildiğine güçlüydü. Wallander bir kez daha saate baktıktan sonra mutfağa gitti, Svedberg’in numarasını bulup çevirdi. Birkaç çalıştan sonra devreye telesekreter girdi. Wallander telefonu kapattı. Artık bir şeylerin yolunda gitmediğinden adı gibi emindi. Giyindi, aşağıya inip arabasına bindi. Rüzgâr çıkmıştı ama hava hâlâ sıcaktı. Ana meydana çıkması yalnızca birkaç dakika sürmüştü. Arabasını park ettikten sonra Svedberg’in oturduğu Lilla Norre Caddesi’ne doğru yürüdü. Svedberg’in dairesinde ışık yanıyordu. Wallander bir an için rahatlayıp derin bir soluk aldı ama bu rahatlığı fazla uzun sürmeyerek yerini daha yoğun bir endişeye bıraktı. Svedberg evdeyse neden telefonu açmamıştı? Wallander binanın kapısını itti. Kilitliydi. Kilidin üstündeki güvenlik kodunu bilmiyordu ama ön kapıdaki aralık ona yeterliydi. Cebinden çakısını çıkarıp etrafına bakındı. Sonra da çakıyı kapının aralığından içeri sokup çevirdi ve itti. Kapı açıldı.
Svedberg dördüncü katta oturuyordu. Wallander dördüncü kata ulaştığında soluk soluğa kalmıştı. Kulağını kapıya dayadı ama hiç ses duymadı. Sonra da mektup deliğini eliyle itti. Hiçbir şey göremedi. Zili çaldı, zil boş evde yankılandı. Zili üç kez çaldıktan sonra kapıyı yumruklamaya başladı. Yine hiç ses duyulmadı.
Wallander düşüncelerini toplamaya çalıştı. Yalnız olmaması gerektiğini hissediyordu. Elini cep telefonuna attı ama telefonu evde, mutfak masasında bıraktığını hatırladı. Koşar adımlarla basamakları indi, dış kapının arasına küçük taş koydu. Sonra da köşedeki telefon kulübesine giderek Martinson’u aradı.
“Uyandırdığım için çok özür dilerim,” dedi Wallander, Martinson telefonu açtığında. “Ama yardımına ihtiyacım var.”
“Ne oldu?”
“Bugün Svedberg’le konuştun mu?”
“Hayır.”
“O zaman bir şeyler olmuş olmalı.”
Martinson karşılık vermedi ama Wallander onun iyice açıldığını hissediyordu.
“Lilla Norre Caddesi’ndeki evinin önünde seni bekliyorum,” dedi Wallander.
“On dakika sonra oradayım,” diye karşılık verdi Martinson. “Daha da erken olabilir.”
Wallander arabasının yanına gidip bagajı açtı. Kirli bir plastik torbanın içinde bazı aletler vardı. Torbanın içinden levyeyi alıp Svedberg’in oturduğu binaya doğru yürüdü.
On dakikadan daha kısa bir sürede Martinson’un arabası göründü. Wallander onun pijamasının üstüne ceketini geçirdiğini gördü.
“Sence ne olmuş olabilir?”
“Bilmiyorum.”
Birlikte yukarıya çıktılar. Wallander zili çalması için Martinson’a başıyla işaret etti. Kapı yine açılmadı. Bakıştılar.
“Belki de emniyetteki odasında yedek anahtarı vardır.”
Wallander hayır dercesine başını salladı.
“Bu çok uzun sürer,” dedi.
Martinson bir adım geriledi. Bundan sonra neler olacağını çok iyi biliyordu. Wallander levyeyi sokup sıkıştırdı ve kapıyı itti.

4
8 Ağustos 1996 gecesi Kurt Wallander’in yaşamının en uzun gecesi olmuştu. Lilla Norre Caddesi’ndeki binadan şaşkınlıkla ayrıldığında içinden çıkılması olanaksız bir karabasan görüyormuş hissinden kendini bir türlü kurtaramıyordu.
Ne var ki o gece gördüğü her şey gerçekti ve bu gerçek de son derece ürkütücüydü. Mesleğinde dehşet verici nice cinayetle karşılaşmış olmasına karşın hiçbir olay onu bu denli derinden etkilememişti.
Svedberg’in kapısını kırıp içeri girdiğinde neyle karşılaşacağını bilmiyordu ama yine de levyeyi kapıya soktuğu an kendini en kötüye hazırlamış ve korkularında da haksız çıkmamıştı.
İki polis düşman topraklarına adım atıyorlarmış gibi eve sessizce girmişlerdi. Martinson, Wallander’in hemen arkasındaydı. Oturma odasının ışığı yanıyordu. Kısa bir an kıpırdamadan holde durdular. Oturma odasının kapısında, Wallander o kadar ani geri çekildi ki sert bir şekilde Martinson’a çarptı. Martinson da Wallander’in gördüklerine bakmak için öne eğildi.
Wallander, Martinson’dan çıkan sesi yaşamı boyunca unutamayacağını hissetti. Martinson yerde yatan şeyin gerçek olduğuna inanmakta zorlanan küçük bir çocuk gibi inlemişti.
Yerde yatan Svedberg’di. Bacaklarından biri, kolu kırık koltuktan aşağı sarkıyordu. Bedeni omurgası yokmuşçasına garip bir şekilde bükülmüştü.
Wallander dehşet içinde oturma odasının kapısında kalakaldı. Gördüklerinin gerçek olduğunu yeni yeni algılıyor gibiydi. Uzun yıllardan beri birlikte çalıştığı iş arkadaşı ölmüştü. Artık Svedberg yaşamıyordu. Bir daha asla toplantı odasında her zamanki yerinde oturup kaleminin ucuyla kelini kaşıyamayacaktı.
Svedberg’in artık keli de yoktu. Kafasının yarısı gitmişti.
Cesedin yanında çifte namlulu bir av tüfeği vardı. Devrilmiş sandalyenin arkasındaki beyaz duvarın birkaç metre yukarısına kan sıçramıştı. Wallander birden Svedberg’in artık arı fobisi yaşamayacağını düşündü.
“Burada neler olmuş?” diye sordu Martinson son derece tedirgin bir sesle. Wallander, Martinson’un ağlamak üzere olduğunu gördü. Oysa kendisinin böylesi bir tepki göstermesi mümkün değildi. Daha tam olarak ne olduğunu anlamadığı bir şey karşısında ağlayamazdı. Önündeki bu acı manzaranın neden kaynaklandığını da henüz anlayamamıştı. Svedberg ölmüş olamazdı. Kırk beş yaşında bir polisti ve yarın sabah her zamanki sabah toplantısında yine her zamanki sandalyesinde oturacaktı. Başındaki keli, arılardan çok korkması ve her cuma akşamı emniyetin saunasına girmesiyle tanınan Svedberg’di bu. Yerde yatan kesinlikle Svedberg olamazdı. Bu, ona çok benzeyen başka biri olmalıydı.
Wallander içgüdüsel olarak saatine baktı. İkiyi dokuz geçiyordu. Eşikte birkaç saniye daha durduktan sonra hole döndüler. Wallander holün ışığını yaktı. Martinson’un tüm bedeninin titrediğini fark etti. Kendisinin nasıl göründüğünü merak etti.
“Tüm birimlere kırmızı alarm verilmesini söyle.”
Holde bir telefon vardı ama yanında telesekreteri yoktu. Martinson tamam dercesine başını sallayarak elini ahizeye uzattı. Wallander onu durdurdu.
“Dur,” dedi. “Düşünmeliyiz.”
Düşünecek ne vardı? Belki de bir mucizenin gerçekleşmesini bekliyordu. Belki de Svedberg içeriden gelecek ve tüm gördükleri korkunç bir karabasan olarak kalacaktı.
“Lisa Holgersson’un numarasını biliyor musun?” diye sordu. Deneyimlerinden Martinson’un adresler ve telefon numaraları konusunda çok başarılı olduğunu biliyordu. Bu Tanrı vergisi yeteneğe sahip iki kişi vardı emniyette, biri Martinson diğeriyse Svedberg’di. Şimdi tek kişi kalmıştı.
Martinson numarayı söyledi. Wallander telefonu çevirdi, ikinci çalışta Lisa Holgersson telefonu açtı. Telefon yatağının hemen yanında olmalı, diye geçirdi içinden Wallander.
“Ben Wallander. Uyandırdığım için özür dilerim.”
Holgersson hemen uyanmış gibiydi.
“Bir an önce buraya gelsen iyi olacak,” dedi Wallander. “Lilla Norre Caddesi’nde Svedberg’in evindeyim. Martinson da yanımda. Svedberg ölmüş.”
Wallander, Holgersson’un iç çektiğini duydu. “Ne oldu?”
“Bilmiyorum. Vurulmuş.”
“Bu çok korkunç. Cinayet mi?”
Wallander bir an için oturma odasında yerde duran av tüfeğini düşündü.
“Bilmiyorum,” dedi. “Cinayet ya da intihar, hangisi olduğunu bilmiyorum.”
“Nyberg’i aradın mı?”
“Hayır, önce seni aramak istedim.”
“Giyinip hemen geliyorum.”
“Biz de bu arada Nyberg’i ararız.”
Wallander telefonu Martinson’a uzattı. “Önce Nyberg’i ara,” dedi.
Oturma odasının iki girişi vardı. Martinson telefonda konuşurken Wallander mutfağa gitti. Mutfak dolaplarından birinin çekmecesi yerdeydi. Dolaplardan birinin kapağı da aralıktı. Evrak ve bazı fişler yere saçılmıştı.
Wallander gördüğü her şeyi birer birer kafasına kazıdı. Ystad’ın adli tıp müdürü Nyberg’e olanları anlatan Martinson’u dinledi bir an için. Sonra odalarda dolaşmaya başladı. Adımlarını dikkatle atıyor, bastığı yere dikkat ediyordu. Svedberg’in yatak odasına gelmişti. Komodinin üç çekmecesi de açıktı. Yatak yapılmamıştı ve battaniye yerdeydi. Wallander acı içinde Svedberg’in çiçekli çarşaflarda yattığını fark etti. Yatağı kır çiçeklerinden oluşan bir demet gibiydi. Wallander dolaşmayı sürdürerek yatak odasıyla oturma odası arasındaki çalışma odasına geçti. Burada birkaç raf ve bir de çalışma masası vardı. Svedberg oldukça titiz ve düzenli biriydi. Emniyetteki odası da her zaman düzenliydi ama çalışma odası öyle değildi. Raflardaki kitaplar düzensiz, masada olması gereken şeyler zeminde ve kâğıtlar da yere saçılmıştı.
Wallander bir kez daha oturma odasına gitti ama bu kez diğer girişi kullanmıştı. Şimdi av tüfeğine daha yakındı. Svedberg’in bükülmüş cansız bedenine bakmamaya çalıştı. Kıpırdamadan durdu, gördüğü her şeyi, her ayrıntıyı belleğine kazıdı. Sorular birbirini izliyordu. Silah sesini ya da seslerini duyan olmuş muydu? Olay bir hırsızlık vakasını andırıyordu. Peki ama ne zaman olmuştu? Burada daha başka neler olmuştu?
Martinson oturma odasının diğer girişinde belirdi.
“Geliyorlar,” dedi.
Wallander evde dolaşmayı sürdürdü. Mutfağa döndüğünde bir Alman çoban köpeğinin havlamasını ve Martinson’un heyecanlı sesini duydu. Hızlı adımlarla hole çıktığında bir polis köpeğiyle burun buruna geldi. Diğer dairelerde oturanlar da sırtlarında sabahlıklarıyla kapılarının önüne çıkmışlardı. Köpekli polisin adı Edmundsson’du ve Ystad’a yeni taşınmıştı.
“Biri bir hırsızlık olduğuna ilişkin ihbarda bulunmuş,” dedi Wallander’i görünce şaşkın bir sesle. “Svedberg adında birinin dairesiymiş.”
Wallander, Edmundsson’un Svedberg’in kim olduğunu bilmediğini anladı.
“Güzel. Burada bir şeyler olmuş. Bu arada burası polis memuru Svedberg’in evi.”
Edmundsson’un yüzü birden kireç gibi oldu. “Bilmiyordum.”
“Nereden bilecektin ki? Ama istersen emniyete dönebilirsin. Destek yolda.”
Edmundsson soru sorarcasına baktı. “Neler oldu?”
“Svedberg ölmüş,” diye karşılık verdi Wallander. “Bildiğimiz tek şey bu.”
Bunları söyler söylemez de gereğinden fazla bilgi verdiği hissine kapıldı. Komşular onları dinliyordu. Birileri basına haber verebilirdi. Gazetecilerin evi istila etmesi Wallander’in isteyebileceği en son şeydi. Esrarengiz bir şekilde ölen bir polis memuru gazetecilerin en gözde haberlerinden olurdu.
Edmundsson aşağı inerken Wallander köpeğin adını bilmediğini fark etti.
“Sen komşularla ilgilenebilir misin?” dedi Martinson’a. “Hiçbir şey duymamış olsalar bile silah seslerini mutlaka duymuşlardır. Böylelikle belki ölüm saatini saptayabiliriz.”
“Birden fazla mı ateş edilmiş?”
“Bilmiyorum ama birileri mutlaka bir şeyler duymuş olmalı.”
Apartmanın kapısı hızla kapandı ve üst kata çıkan ayak seslerini duydular. Martinson uykulu ve endişeli gözlerle kendilerini izleyen komşuları yan daireye topladı. Basamakları hızla çıkan Lisa Holgersson soluk soluğa yanlarına geldi.
“Kendini en kötüye hazırlamanı istiyorum,” dedi Wallander.
“O kadar mı kötü?”
“Svedberg’in başına çok yakından av tüfeğiyle ateş edilmiş.”
Holgersson yüzünü buruşturdu, sonra da kendini toparladı. Wallander onun arkasından giderek oturma odasını gösterdi. Holgersson oturma odasının kapısında şaşkınlık içinde durarak hızla geri döndü. Bayılacakmış gibi sendeledi. Wallander koluna girip onu mutfağa götürdü. Holgersson mavi mutfak sandalyesine çökercesine oturdu ve gözlerini iri iri açarak Wallander’e baktı.
“Bunu kim yaptı?” diye sordu.
“Bilmiyorum.”
Wallander bir bardak aldı, suyla doldurup Holgersson’a uzattı.
“Svedberg dün işe gelmedi,” dedi. “Kimseye de haber vermemişti.”
“Bu garip,” diye karşılık verdi Holgersson.
“Hem de çok garip. İçimde kötü bir hisle gece yarısı birden uyandım, doğruca buraya geldim.”
“Sence bu olanlar dün olmadı mı?”
“Olmadı. Martinson alışılmışın dışında bir şeyler görüp görmediklerini anlamak için komşularıyla konuşuyor. Mutlaka birileri bir şeyler görmüş ya da duymuş olmalı. Av tüfeğinin sesi güçlüdür ama biz yine de otopsi raporunun sonucunu beklemeliyiz.”
Kendi sözleri beyninde yankılandı. Midesinin bulandığını hissetti.
“Evli olmadığını biliyorum,” dedi Holgersson. “Annesi babası hayatta mı?”
Wallander düşündü. Svedberg’in annesinin birkaç yıl önce öldüğünü biliyordu. Babasıyla ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Birkaç yıl önce bir cinayet soruşturması sırasında tanıştığı bir akrabasını hatırladı.
“Ylva Brink adında bir kuzeni olduğunu biliyorum. Doğumhane hemşiresi. Başka bir akrabası olup olmadığını bilmiyorum.”
Holden gelen Nyberg’in sesini duydular.
“Ben birkaç dakika daha burada kalacağım,” dedi Holgersson.
Wallander ayakkabılarını çıkaran Nyberg’in yanına gitti.
“Burada neler oldu, Tanrı aşkına?”
Nyberg mesleğinde çok başarılı olmasına karşın sürekli değişken bir ruh hâli olurdu, bu yüzden de onunla birlikte çalışmak kolay değildi. Bu acil durumun bir meslektaşıyla ilgili olduğunu anlamışa pek benzemiyordu. Bir meslektaşı ölmüştü. Belki de Martinson ona bu gerçeği açıklamayı unutmuştu.
“Burası kimin evi, biliyor musun?” diye sordu Wallander dikkatle.
Nyberg ona öfke dolu bir bakış fırlattı.
“Lilla Norre Caddesi’nde bir ev işte,” diye karşılık verdi. “Ama Martinson telefonda pek şaşkındı. Neler oluyor?”
Wallander ona dikkatle baktı. Nyberg onun ciddiyetini fark edince hemen toparlandı.
“Burası Svedberg’in evi,” dedi Wallander. “Svedberg öldü. Galiba öldürüldü.”
“Kalle’nin evi mi demek istiyorsun?” diye sordu Nyberg duyduklarına inanamayarak.
Wallander başını evet dercesine salladı, güçlükle yutkundu. Nyberg, Svedberg’e ilk adıyla hitap eden ender kişilerden biriydi. Adı aslında Karl Evert’di. Nyberg, takma adı olan Kalle’yi kullanmaktan hoşlanırdı.
“İçeride,” dedi Wallander. “Av tüfeğiyle başına ateş edilmiş.”
Nyberg yüzünü acıyla buruşturdu.
“Nasıl göründüğünü sana söylememe gerek yok,” dedi Wallander.
“Evet,” diye karşılık verdi Nyberg. “Söylemene gerek yok.”
Nyberg içeri girdi. Kapının eşiğine geldiğinde o da diğerleri gibi başını çevirdi. Wallander, gördüklerini algılaması için Nyberg’e birkaç dakika süre tanıdı. Sonra yanına yaklaştı.
“Bir sorum var,” dedi. “Hem de çok önemli bir soru. Senin de gördüğün gibi silah cesetten en az iki metre uzakta. Sorum şu, Svedberg eğer intihar etmişse silah bu kadar uzağa gidebilir mi?”
Nyberg bir an düşündü ama hemen sonra da hayır dercesine başını salladı. “Hayır, gidemez,” dedi. “Mümkün değil. Av tüfeğiyle intihar eden birinin bedeni silahtan bu kadar uzakta olamaz.”
Bir an için Wallander üstünden büyük bir yük kalkmış gibi hissetti. Svedberg demek intihar etmemiş, dedi kendi kendine.
İnsanlar holde toplanmaya başlamıştı. Doktorla birlikte Hansson da gelmişti. Teknisyenlerden biri çantasını açıyordu.
“Lütfen herkes beni dinlesin,” dedi Wallander. “Burada yerde yatan kişi meslektaşımız, polis memuru Svedberg. Öldü, büyük olasılıkla da öldürüldü. Az sonra göreceklerinizin oldukça tatsız ve acı verici olduğunu bilmenizi ve kendinizi buna hazırlamanızı istiyorum. Hepimiz onu tanıyorduk ve onun için yas tutacağız. İş arkadaşımız olduğu kadar da dostumuzdu, bu da işimizi daha da zorlaştırıyor.”
Wallander sustu. Daha fazla bir şeyler söylemesi gerektiğini hissediyordu ama aklına da bir şeyler gelmiyordu. Uygun sözcükleri bulamıyordu. Nyberg’le yardımcıları çalışmaya başlarken Wallander de mutfağa döndü. Holgersson hâlâ mutfak masasının başında oturuyordu.
“Svedberg’in kuzenini aramalıyım,” dedi Holgersson. “Eğer yaşayan en yakın akraba oysa tabii.”
“Ben ararım,” dedi Wallander. “Onu tanıyorum.”
“Bana durumun bir özetini çıkar. Burada neler oldu?”
“Bu konuda Martinson daha çok yardımcı olur. Onu çağırayım.”
Wallander dışarı çıktı. Yan dairenin kapısı aralıktı. Kapıyı hafifçe vurup içeri girdi.
Martinson oturma odasında dört kişiyle birlikteydi. İçlerinden biri giyinmişti ama diğerlerinin üstünde hâlâ sabahlıkları vardı. İki kadın, iki erkektiler. Eliyle işaret ederek Martinson’u yanına çağırdı.
“Lütfen buradan ayrılmayın,” dedi diğerlerine.
Svedberg’in mutfağına geçtiler. Martinson’un yüzü kireç gibiydi.
“En başından başlayalım,” dedi Wallander. “Svedberg’i en son kim gördü?”
“En son ben görmüş olamam sanırım,” dedi Martinson. “Ama çarşamba sabahı saat on bir civarında onu kantinde görmüştüm.”
“Nasıl görünüyordu?”
“Üstünde durmadığıma göre her zamanki gibi olmalı.”
“Beni o gün öğleden sonra aradın ve perşembe sabahı toplantı yapmaya karar verdik.”
“Seninle konuştuktan hemen sonra Svedberg’in odasına gittim ama yoktu. Danışmadaki görevli eve gittiğini söylemişti.”
“Saat kaçta gitmiş?”
“Doğrusu sormadım.”
“Peki sonra sen ne yaptın?”
“Evine telefon ettim, telesekreterine toplantıyla ilgili not bıraktım. Daha sonra da birkaç kez aradım ama yanıt alamadım.”
Wallander yüksek sesle düşünüyordu. “Çarşamba günü öğleden sonra Svedberg emniyetten ayrılır. Her şey olağan gibi görünüyordur. Perşembe günü işe gelmez. Telesekretere bırakılan mesajlara karşın gelmemesi garip bir durum. Svedberg asla haber vermeden bir yere gitmezdi.”
“Bu da olayların çarşamba günü gerçekleştiği anlamına geliyor,” dedi Lisa Holgersson.
Wallander onaylarcasına başını salladı. Acaba hangi noktada normal anormal olmaya başlıyor, diye geçirdi içinden. İşte araştırmamız gereken nokta bu.
Birden aklına Martinson’un kendi telesekreterinin çalışmadığına ilişkin söyledikleri geldi.
“Bir dakika bekleyin,” diyerek mutfaktan çıktı.
Svedberg’in çalışma odasına gitti. Telesekreteri masanın üstünde duruyordu. Wallander oturma odasına döndü. Nyberg’i av tüfeğini incelerken buldu. Onu çalışma odasına götürdü.
“Telesekreterdeki mesajları dinlemek istiyorum ama herhangi bir ipucu olabilecek bir şeyi de berbat etmek istemiyorum.”
“Bunu halledebiliriz,” dedi Nyberg. Elinde lastik eldiven vardı. Wallander başını salladı, Nyberg düğmeye bastı. Telesekreterde Martinson’dan gelen üç mesaj vardı. Her defasında da aradığı saati bırakmıştı. Başka mesaj yoktu.
“Svedberg’in kendi mesajını da dinlemek istiyorum,” dedi Wallander.
Nyberg bir başka düğmeye bastı.
Wallander, Svedberg’in sesini duyunca hafifçe sendeledi. Nyberg de duygulanmıştı.
“Şu anda evde değilim. Lütfen mesajınızı bırakın.” Hepsi bu kadardı.
Wallander mutfağa döndü. “Mesajların hâlâ duruyor,” dedi. “Ama bu mesajları birinin ya da birilerinin dinleyip dinlemediğinden emin değiliz.”
Mutfakta çıt çıkmıyordu. Herkes Wallander’in az önce söylediklerini düşünüyordu.
“Komşular ne diyor?” diye sordu.
“Kimse bir şey duymamış,” diye karşılık verdi Martinson. “Oldukça garip. Kimse silah sesi duymamış ama öte yandan hemen hemen herkes evdeymiş.”
Wallander kaşlarını çattı. “Kimsenin bir şey duymaması olanaksız.”
“Onlarla görüşmeyi sürdüreceğim.”
Martinson yerinden kalktı. Bir polis mutfağa geldi.
“Dışarıda bir gazeteci var,” dedi.
Lanet olsun, diye geçirdi içinden Wallander. Demek birileri hiç zaman yitirmeden basına haber vermişti. Holgersson’a baktı.
“Öncelikle akrabalarını aramalıyız,” dedi Holgersson.
“Bu işi öğleye kadar bitirmeliyiz,” diye karşılık verdi Wallander.
Mutfak kapısında bekleyen polise döndü. “Şu anda hiçbir açıklama yapılmayacak,” dedi. “Ama daha sonra yapacağız.”
“Sabah saat on birde,” diye ekledi Holgersson.
Polis arkasını dönüp uzaklaştı. Nyberg’in, oturma odasında birine bağırdığını duydular. Sonra her şey yeniden eski sessizliğine büründü. Nyberg’in öfkesi saman alevi gibiydi. Wallander çalışma odasına gitti, yere düşmüş telefon defterini alıp mutfağa döndü. Ylva Brink’in numarasını bulup soru sorarcasına Holgersson’a baktı.
“Sen ara,” dedi Holgersson.
Hiçbir şey birine yakın bir akrabasının ölüm haberini vermek kadar zor değildir. Böylesi durumlarda Wallander koşullar elverdiğince bu acı haberi yalnız vermez, yanına bir de polis alırdı. Böylesi durumları sayısız kez yaşamasına karşın yine de hâlâ alışamadığını hissediyordu. Ylva Brink, Svedberg’in tek yakın akrabası olmasa bile işi yine de çok zordu. Telefon çalmaya başlayınca tüm bedeninin gerildiğini hissetti.
Ylva Brink’in telesekreteri devreye girerek gece vardiyasında hastanede çalıştığı mesajını iletti. Wallander ahizeyi yerine koydu. İki yıl önce Svedberg’le birlikte Ylva Brink’i görmeye hastaneye gittikleri birden aklına geldi. Ama ne yazık ki Svedberg artık yaşamıyordu. Wallander gerçeği henüz tam olarak algılayabilmiş değildi.
“Hastanede,” dedi. “Gidip onu görmeliyim.”
“Evet, bunu bir an önce yapmakta yarar var,” dedi Lisa Holgersson. “Svedberg’in bilmediğimiz başka akrabaları da olabilir.”
Wallander evet dercesine başını salladı. Holgersson haklıydı.
“Benim de gelmemi ister misin?” diye sordu Holgersson.
“Gerek yok,” diye karşılık verdi.
Wallander yanında Ann-Britt Höglund’un olmasını yeğlerdi. Genç kadını düşününce ona haber vermedikleri aklına geldi.
Oysa o da burada diğerleriyle birlikte çalışıyor olmalıydı, diye geçirdi içinden.
Holgersson yerinden kalkıp mutfaktan çıktı. Wallander onun boşalttığı sandalyeye oturup Höglund’un numarasını çevirdi. Uykulu bir erkek sesi telefonu açtı.
“Ann-Britt’le konuşmak istiyorum. Ben Wallander.”
“Kim?”
“Kurt. Emniyetten.”
Adamın sesi hâlâ uykuluydu ama öfkelenmişti de.
“Neler oluyor?”
“Orası Ann-Britt’in evi değil mi?”
“Burada bu isimde bir kaltak oturmuyor,” diye homurdanarak telefonu kapattı adam. Wallander yanlış numara çevirdiğini fark etti. Yeniden ama bu kez ağır ağır numaraları çevirdi. Höglund, Holgersson gibi ikinci çalışta telefona yanıt verdi.
“Ben Kurt.”
Genç kadının sesi uykulu çıkmıyordu. Belki de uyanmıştı. Sorunları onu uyutmamış olabilirdi. Şimdi sorunlarına bir tane daha eklendi, diye geçirdi içinden Wallander.
“Ne oldu?”
“Svedberg öldü, öldürüldü.”
“Olamaz.”
“Ne yazık ki oldu. Lilla Norre Caddesi’ndeki evinde öldürülmüş.”
“Nerede oturduğunu biliyorum.”
“Buraya gelebilir misin?”
“Hemen geliyorum.”
Wallander telefonu kapattı, yerinden kalkmadı. Teknisyenlerden biri başını mutfak kapısından içeri uzattı ama Wallander eliyle ona gitmesini işaret etti. Birkaç dakika bile olsa düşünmek istiyordu. Tüm bu olaylarda garip bir şeyler olduğunu seziyordu. Birbirine uymayan, garip şeyler. Teknisyen yeniden içeri girdi.
“Nyberg sizinle konuşmak istiyor.”
Wallander yerinden kalkıp oturma odasına gitti. Görevliler burada tedirgin bir şekilde acı içinde çalışıyorlardı. Svedberg renkli biri değildi ama herkes onu severdi. Artık ölmüştü.
Doktor cesedin yanına çömelmişti. Odanın içinde zaman zaman flaşlar patlıyordu. Nyberg not tutuyordu. Kapının eşiğinde duran Wallander’in yanına geldi.
“Svedberg’in silahı var mıydı?”
“Av tüfeği mi demek istiyorsun?”
“Evet.”
“Bilmiyorum ama olduğunu sanmıyorum.”
“Katilin silahı burada bırakması garip.”
Wallander evet dercesine başını salladı. Bu onun da aklına ilk gelen şey olmuştu.
“Burada daha başka garip bir şeylere rastladın mı?”
Nyberg gözlerini kıstı. “Bir meslektaşımızın kafasının havaya uçurulması yeterince garip değil mi?”
“Ne demek istediğimi biliyorsun.”
Wallander, Nyberg’in yanıtını beklemedi. Arkasını dönüp uzaklaştı. Holde Martinson’la karşılaştı.
“Nasıl geçti? Zamanı öğrenebildin mi?”
“Kimse bir şey duymamış ama öğrendiğime göre pazartesiden beri binada sürekli birileri var. Ya bu katta ya da aşağı katta.”
“Ve kimse bir şey duymamış, öyle mi? Bu olanaksız.”
“Ağır işiten emekli bir öğretmen dışında hepsi de sağlıklı ve genç.”
Wallander anlayamıyordu. Biri mutlaka silah sesini ya da seslerini duymuş olmalıydı.
“Araştırmaya devam,” dedi. “Ben hastaneye gidiyorum. Svedberg’in kuzeni Ylva Brink’i hatırlıyorsun, değil mi?”
Martinson evet dercesine başını salladı.
“Ylva Brink büyük olasılıkla Svedberg’in tek akrabası.”
“Västergötland’da oturan bir teyzesi yok muydu?”
“Ylva’ya sorarım.”
Wallander aşağı indi. Temiz havaya gereksinimi vardı. Kapının önünde bir gazeteci bekliyordu. Wallander, onun Ystad’ın günlük gazetelerinden birinde çalıştığını hatırladı.
“Neler oluyor? Tüm birimler gece yarısı Karl Evert Svedberg adındaki bir polis memurunun evine çağrıldı, neden?”
“Şu anda hiçbir şey söyleyemem,” dedi Wallander. “Sabah saat on birde basına bir açıklama yapacağız.”
“Söyleyemez misiniz yoksa söylemeyecek misiniz?”
“Söyleyemem.”
Adı Wickberg olan gazeteci başını tamam dercesine salladı.
“Bu, birinin öldürüldüğü ve yakın akrabasına haber verilinceye dek sizlerin herhangi bir şey söyleyemeyeceği anlamına mı geliyor?”
“Eğer dediğin gibi olsaydı söz konusu yakın akrabaya hemen telefon ederdim, değil mi?”
Wickberg düşmanca bir tavırla gülümsedi.
“Sizde işlerin böyle yürümediğini biliyoruz. Öncelikle polis müdürünü ararsınız. Demek Svedberg öldü, ha?”
Wallander öfkelenemeyecek kadar kendini yorgun hissediyordu.
“Canın ne isterse ona inanmakta özgürsün,” dedi. “Sabah on birde açıklama yapacağız. Ondan önce de ağzımı açıp tek bir şey bile söylemeyeceğim.”
“Nereye gidiyorsunuz?”
“Hava almaya.”
Wallander, Lilla Norre Caddesi’nden çıkıp birkaç blok yürüdü, sonra arkasına baktı. Wickberg onu izlemiyordu. Wallander hemen Sladder Caddesi’ne doğru sağa saptı, sonra sola dönüp Stora Norre Caddesi’ne gitti. Susamıştı ve tuvalete gitmesi gerekiyordu. Etrafta tek bir araba bile yoktu. Bir binanın yanına yaklaşıp çişini yaptı. Sonra da yürümeyi sürdürdü.
Ters bir şeyler var, diye geçirdi içinden. Bu olayda garip bir şey var. Ne olduğunu bilmiyordu ama içini kemiren bu his gittikçe güçleniyordu. Karnında yoğun bir sancı vardı. Svedberg neden vurulmuştu? Başından vurulmuş birinin görüntüsü kadar korkunç bir görüntü olamazdı.
Wallander hastaneye gelmişti, acil servise yaklaşıp zili çaldı. Sonra doğumhaneye gitmek için asansöre bindi. İki yıl öncesini hatırlamıştı. Svedberg’le birlikte Ylva Brink’i görmeye gittikleri dün gibiydi sanki. Ne var ki artık Svedberg yaşamıyordu. Sanki hiç yaşamamış gibiydi.
Camdan çift kapının arasında birden Ylva Brink’i gördü. Bir an için göz göze geldiler. Ylva Brink onun kim olduğunu anımsamaya çalıştı. Sonra yerinden kalkıp kapıya yaklaştı. Wallander tam o sırada Ylva Brink’in bir tatsızlık olduğunu hissettiğini anladı.

5
Hemşirelerin dinlenme odasına geçip oturdular. Saat gecenin üçüydü. Wallander her şeyi anlattı. Svedberg ölmüştü. Bir av tüfeğiyle öldürülmüştü. Katilin kim olduğunu, bu cinayeti neden ve ne zaman işlediğini henüz bilmiyorlardı. Daha ayrıntılı bilgi vermekten kaçınmıştı Wallander.
Sözlerini tamamladığında gece nöbetçisi hemşirelerden biri odadan içeri girip Ylva Brink’e bir şey sormak istediğini söyledi.
“Daha sonra soramaz mısınız?” dedi Wallander. “Ben az önce ona yakın bir akrabasının ölüm haberini verdim.”
Hemşire odadan çıkarken Wallander ondan bir bardak su getirmesini rica etti. Ağzı o denli kurumuştu ki güçlükle konuşuyordu.
“Hepimiz şoktayız,” dedi Wallander hemşire çıktıktan sonra. “Olanları kimsenin aklı almıyor.”
Ylva Brink karşılık vermedi. Yüzü kireç gibi olmuştu ama kendini kaybetmemişti. Hemşire elinde bir bardak suyla geri geldi.
“Başka bir şey ister misiniz?” dedi.
“Hayır, teşekkür ederim,” diye karşılık verdi Wallander.
Suyu bir dikişte bitirdi ama susuzluğu hâlâ geçmemişti.
“Anlamakta zorlanıyorum,” dedi Ylva Brink. “Neden Svedberg?”
“Ben de aynı soruyu kendime sorup duruyorum,” diye karşılık verdi Wallander.
Ceketinin cebindeki kalemi aldı ama her zaman olduğu gibi bu kez elinde not defteri yoktu. Sandalyenin hemen yanında bir çöp kutusu duruyordu. Birinin üstüne bir dizi rakam karaladığı buruşuk kâğıt parçasını aldı, düzeltti, sonra masadaki dergilerden birinin üstüne koydu.
“Sana bazı sorular sormam gerekiyor,” dedi. “Svedberg’in en yakın akrabası kim? Doğrusunu söylemem gerekirse ben onun tek akrabası sen olduğunu düşünüyorum.”
“Annesiyle babası öldü, kardeşi de yok. Tek çocuktu. Benim dışımda bir kuzeni daha var. Ben onun baba tarafından kuzeni oluyorum, diğeri de anne tarafından. Adı Sture Björklund.”
Wallander ismi kâğıda yazdı.
“Ystad’da mı oturuyor?”
“Hedeskoga’nın dışında bir çiftliği var.”
“Demek çiftçi?”
“Kopenhag Üniversitesi’nde profesör.”
Wallander şaşırmıştı. “Svedberg’in ondan söz ettiğini hiç hatırlamıyorum.”
“Pek görüşmezlerdi. Eğer Svedberg’in hangi akrabasıyla görüştüğünü soracak olursan yalnızca benimle görüşürdü.”
“Yine de bu profesöre haber vermemiz gerek,” dedi Wallander. “Senin de tahmin edebileceğin gibi bu olay basında geniş yankı uyandıracak. Bir polisin vahşi bir cinayete kurban gitmesi oldukça ilginç bir haber.”
Ylva Brink ona dikkatle baktı. “Vahşi bir cinayet mi? Ne demek istiyorsun?”
“Yani öldürüldü demek istemiştim.”
“Evet, zaten başka ne olabilir ki?”
“Bu da benim ikinci sorum olacaktı,” dedi Wallander. “Sence intihar etmiş olabilir mi?”
“İntihar her zaman bir olasılık değil mi? Tabii geçerli koşullar altında demek istiyorum.”
“Evet.”
“Cesede bakarak bunun bir intihar mı yoksa cinayet mi olduğunu anlayamaz mısınız?”
“Evet genellikle anlarız ama bazı soruların da rutin gereği mutlaka sorulması gerekiyor.”
Ylva Brink karşılık vermeden bir süre düşündü.
“Zor zamanlar geçirdiğimde bunu ben de düşündüm. Neler yaşadığımı sadece Tanrı bilir. Ancak Karl’ın böylesi bir şey yapacağını asla düşünmezdim. İntihar etmiş olabileceğini sanmıyorum.”
“İntihar etmesi için hiçbir nedeni olmadığını mı söylemek istiyorsun?”
“Svedberg bence hiç de mutsuz biri değildi.”
“Ondan en son ne zaman haber almıştın?”
“Geçen pazar telefon etmişti bana.”
“Nasıldı?”
“Son derece olağandı.”
“Neden aramıştı?”
“Haftada bir mutlaka konuşurduk. O aramazsa ben arardım, ben aramazsam o arardı. Bazen de bana yemeğe gelirdi. Zaman zaman ben de ona giderdim. Belki hatırlarsın, kocam bir petrol gemisinde çalıştığı için genellikle evde olmaz. Çocuklar da büyüdü.”
“Svedberg yemek pişirir miydi?”
“Neden pişirmesin ki?”
“Onu mutfakta yemek pişirirken gözümün önüne getiremiyorum.”
“Hem de çok iyi bir aşçıydı, özellikle balık konusunda uzmandı.”
Wallander biraz gerilere döndü. “Demek pazar günü seni aradı. O gün 4 Ağustos’tu ve her şey yolundaydı, değil mi?”
“Evet.”
“Nelerden söz ettiniz?”
“Havadan sudan. Bana ne denli yorgun olduğunu söylediğini hatırlıyorum. İşlerin çok yoğun olduğunu söylemişti.”
Wallander ona dikkatle baktı. “İşlerin çok yoğun olduğunu mu söylemişti?”
“Evet.”
“Ama izinden daha yeni dönmüştü.”
“Doğru, haklısın.”
Wallander bir sonraki sorusunu sormadan önce kısa bir an duraksadı. “Tatilde ne yaptığını biliyor musun?”
“Ystad’dan uzaklaşmaktan hiç hoşlanmadığını bilmem biliyor musun. Genellikle evde otururdu. Ya da birkaç günlüğüne Polonya’ya giderdi.”
“Peki ama evde ne yapardı? Hiç dışarı çıkmaz mıydı?”
“Kendince bazı hobileri vardı.”
“Ne gibi?”
Ylva Brink başını iki yana salladı. “Herhâlde sen de benim gibi Svedberg’in iki büyük tutkusu olduğunu biliyorsun. Amatör astronomi ve Kızılderili tarihçesi.”
“Kızılderili konusunu ve ara sıra Falsterbo’ya kuşları izlemeye gittiğini biliyorum ama astronomiyi doğrusu bilmiyordum.”
“Bir de çok pahalı bir teleskobu vardı.”
Wallander evde teleskop gördüğünü hatırlamıyordu.
“Teleskobu evde nerede?”
“Çalışma odasında.”
“Demek tatillerinde bu hobileriyle zaman geçiriyordu? Yıldızlara bakarak ve Kızılderililerle ilgili kitaplar okuyarak.”
“Öyle sanıyorum ama bu yaz biraz daha farklı geçmişti.”
“Ne gibi?”
“Yazları genellikle kışlara oranla daha sık görüşürdük ama bu yaz onun pek zamanı olmadı. Defalarca yemeğe çağırmama karşın işi olduğu için gelemedi.”
“Nedenini söylemiş miydi?”
Ylva Brink yanıt vermeden önce kısa bir an duraksadı. “Galiba zamanı yoktu.”
Wallander çok önemli bir noktaya yaklaştığını hissediyordu.
“Nedenini açıklamadı?”
“Evet.”
“Bu da seni şaşırtmış olmalı.”
“Pek şaşırtmamıştı doğrusu.”
“Davranışlarında bir değişiklik fark etmiş miydin? Kendisini tedirgin eden bir şeyler var mıydı?”
“Hayır, her zamanki gibiydi. Tek şey zamanın yetmediğinden şikâyetçi olmasıydı.”
“Bunu ne zaman fark ettin?”
Bir an düşündü. “Yaz Dönümü’nden kısa süre sonra, tatile çıkmak üzereyken.”
Az önceki hemşire başını içeri uzattı. Ylva Brink ayağa kalktı.
“Hemen geleceğim,” dedi.
Wallander tuvalete gitti. İki bardak su daha içti, artık daha iyi hissediyordu. Odaya geri geldiğinde Ylva onu bekliyordu.
“Gitsem iyi olacak,” dedi. “Diğer soruların acelesi yok.”
“İstersen Sture’yi ben arayıp haber veririm. Cenaze hazırlıklarına başlamamız gerek.”
“Bu birkaç saat içinde ararsan iyi edersin,” dedi Wallander. “Basın açıklamasını saat on birde yapacağız.”
“Hâlâ inanamıyorum,” dedi Ylva.
Gözleri dolu dolu olmuştu. Wallander de ağlamamak için kendini güç tutuyordu. Bir süre ağlamamaya çalışarak oturdular. Wallander duvardaki saatin tik taklarına odaklanmaya çalışarak saniyeleri saymaya başladı.
“Son bir soru daha,” dedi Wallander kısa süre sonra. “Svedberg bekârdı. Yaşamında bir kadın olduğundan söz ettiğini hiç anımsamıyorum.”
“Öyle biri olduğunu sanmıyorum,” diye karşılık verdi Ylva.
“Bu yaz bir aşk yaşamış olabilir mi?”
“Bir kadınla tanıştığını mı söylüyorsun?”
“Evet.”
“Bu yüzden mi yoğun çalışıp duruyordu?”
Wallander sorusunun ne denli saçma olduğunu yeni fark etmişti. “Bunlar rutin gereği sormak zorunda olduğum sorular,” dedi bir kez daha. “Aksi hâlde bir arpa boyu yol alamayız.”
Ylva Brink cam kapıya kadar onunla geldi.
“Svedberg’i öldüren kişiyi mutlaka bulmalısınız,” diyerek Wallander’in kolunu hafifçe sıktı.
“Bulacağımıza söz veriyorum,” diye karşılık verdi Wallander. “Svedberg bizdendi. Onu öldüren kişiyi buluncaya dek aramayı sürdüreceğiz.”
El sıkıştılar.
“Evinde büyük miktarda para bulundurup bulundurmadığını biliyor musun?”
Ylva Brink ona hayretle baktı. “Büyük miktarda parası yoktu ki. Her zaman maaşının düşük olmasından şikâyet ederdi.”
“Bu konuda yerden göğe kadar haklı.”
“Bir hemşirenin ayda ne kadar kazandığından haberiniz var mı?”
“Yok.”
“Söylemesem daha iyi.”
Wallander hastaneden çıkınca derin bir soluk aldı. Dışarıda kuşlar cıvıldaşıyordu. Saat gecenin dördü olmuştu. Hafif bir rüzgâr dışında hava sıcak sayılırdı. Lilla Norre Caddesi’ne doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Sorulardan biri diğerlerinden çok daha önemli gibiydi. Tatilden yeni dönen Svedberg neden çok fazla çalıştığını söylemişti? Bu sözlerin cinayetle bir ilgisi olabilir miydi?
Wallander dar sokakta birden durdu. Kafasında Svedberg’in evine ilk girdiği, bu felakete ilk tanık olduğu ânı yeniden canlandırdı. Martinson hemen arkasında duruyordu. Yerde bir cesetle bir av tüfeği görmüştü ama öncelikle bir şeylerin yolunda gitmediği duygusunu yoğun hissetmişti. Acaba bu duygunun kaynağı neydi? Bir kez daha gördüklerini yeniden gözünün önüne getirmeye çalıştı ama başarılı olamadı.
Sabırlı olmalıyım, dedi kendi kendine. Uzun bir gece olmuştu ve henüz bitmemişti.
Tekrar yürümeye koyuldu. Bir yandan da ne zaman uyuyabileceğini ve doktorun verdiği perhize ne zaman başlayabileceğini düşünüyordu. Bir kez daha durdu. Birden aklına bir şey gelmişti.
Ya kendisi de Svedberg gibi aniden ölürse? Beni kim arar, kim sorar? İnsanlar acaba arkamdan neler der? İyi bir polis olduğumu söylerler mi? Beni ben olarak özleyecek biri çıkar mı? Ann-Britt? Belki Martinson?
Bir güvercin başının hemen üstünden uçup gitti. Birbirimizle ilgili hiçbir şey bilmiyoruz, dedi kendi kendine. Svedberg hakkında ne düşünüyorum? Onu gerçekten de özleyecek miyim? İnsan tanımadığı birini özler mi?
Yeniden yürümeye başladı ama bu soruların yakasını bırakmayacağını da biliyordu.

Svedberg’in evine yeniden gitmek bir karabasana dönmekle eş değerdi. Yazın, güneşin ve kuş cıvıltılarının verdiği o hafiflik ve mutluluk duyguları çoktan uçup gitmişti. Evde flaş ve spotların aydınlattığı oturma odasında yalnızca ölüm vardı.
Lisa Holgersson emniyete dönmüştü. Wallander, Höglund ile Martinson’a mutfağa gelmelerini söyledi. Az kalsın Svedberg’i görüp görmediklerini soracaktı. Tümü de bembeyaz bir yüzle mutfak masasının çevresine geçip oturdular. Wallander nasıl göründüğünü merak ediyordu.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Hırsızlıktan başka bir şey olabilir mi?” diye sordu Höglund.
“Birçok şey olabilir,” diye karşılık verdi Wallander. “İntikam olabilir, bir akıl hastası, iki akıl hastası, üç akıl hastası bir araya gelip kendilerince bir nedenden ötürü intikam almak istemiş olabilirler. Bilmiyoruz ve bilmediğimiz sürece de görebildiğimiz, algılayabildiğimiz her şeyi sonuna dek incelemek zorundayız.”
“Bir şey daha var,” dedi Martinson yavaşça.
Wallander, Martinson’un ne söyleyeceğini sezerek başını onaylarcasına salladı.
“Svedberg’in polis olduğu gerçeği,” dedi Martinson.
“Herhangi bir ipucu buldunuz mu?” diye sordu Wallander. “Nyberg’in çalışmaları nasıl gidiyor? Tıbbi rapor ne diyor?”
İkisi de tuttuğu notları karıştırdı. İlk olarak Höglund söze başladı.
“İki saçma da kullanılmış,” diye okudu notlarından Höglund. “Patologla Nyberg peş peşe ateş edildiği konusunda görüş birliği içinde. Svedberg’in başına çok yakından ateş edilmiş.”
Höglund’un sesi titriyordu. Derin bir soluk alıp konuşmasını sürdürdü. “Ateş edildiğinde Svedberg’in koltukta oturup oturmadığına ve silaha olan uzaklığına karar vermek mümkün değil. Mobilyaların yerinden ve oturma odasının boyutundan olaya baktığımızda dört metreden fazla olmaması gerekiyor ama çok daha yakından da ateş edilmiş olabilir.”
Martinson ayağa kalktı, bir şeyler mırıldanıp banyoya gitti. Dönmesini beklediler. Beş dakika sonra da döndü.
“İşten iki yıl önce ayrılmalıydım,” dedi.
“Bize eskisinden çok daha fazla gerek duyuluyor,” dedi Wallander sert bir sesle ama Martinson’un ne demek istediğini de çok iyi anlamıştı.
“Svedberg giyinikti,” diye sürdürdü konuşmasını Höglund. “Bu da yataktan zorla kaldırılmadığı anlamına geliyor ama saat kaçta ateş edildiğini hâlâ bilmiyoruz.”
Wallander, Martinson’a baktı.
“Bu noktayı defalarca vurgulamama karşın komşulardan hiçbiri hiçbir şey duymadığını söyleyip duruyor,” dedi Martinson.
“Peki ya sokaktan gelen sesler silah sesini bastırmışsa?” diye sordu Wallander.
“Sokaktan gelen seslerin silah sesini bastırabileceğini sanmıyorum. Hem de iki kez.”
“Demek ki cinayet saatini saptayamıyoruz. Svedberg’in giyinik olduğunu biliyoruz, bu da bize cinayetin çok geç saatlerde işlenmediğini gösteriyor. Ben nedense Svedberg’in her zaman erkenden yatan biri olduğunu düşünmüşümdür.”
Martinson da bu görüşe karşı çıkmadı.
“Katil eve nasıl girdi? Bunu biliyor muyuz?”
“Kapıda zorlandığına ilişkin herhangi bir şey yok.”
“Hatırlarsan biz de çok kolay içeri girdik,” dedi Wallander.
“Peki ama katil neden silahı evde bıraktı? Paniğe kapılıp kaçtı mı?”
İkisinin de Martinson’un bu sorularına verecek yanıtları yoktu. Wallander alabildiğine yorgun ve sinirli görünen arkadaşlarına baktı.
“Ne düşündüğümü söyleyeyim size,” dedi. “Evin önüne geldiğimde garip bir şeyler olduğuna ilişkin bir hisse kapılmıştım. Bunun ne olduğunu bilmiyorum. Hırsızlıktan ötürü işlenmiş olabilecek bir cinayet söz konusu ama ya hırsızlık değilse, o zaman ne? İntikam mı? Biri buraya bir şeyler çalmak için değil de bir şeyler bulmak için gelmiş olabilir mi?”
Ayağa kalktı, mutfak tezgâhının üstündeki bardaklardan birini alıp su doldurdu.
“Ylva Brink’le konuşmak için hastaneye gittim,” dedi. “Svedberg’in pek bir yakını yokmuş. İki kuzeni varmış, bunlardan biri de Ylva. Birbirlerine yakın oldukları anlaşılıyor. Ylva benim oldukça garibime giden bir şey söyledi. Geçen pazar Svedberg’le telefonda konuştuğunda Svedberg’in çok çalıştığından ötürü yakındığını söyledi ama daha yeni tatilden dönmüştü. Bu bana bir hayli garip ve saçma geldi.”
Höglund ve Martinson konuşmasını tamamlamasını beklediler.
“Bunun bir anlama gelip gelmediğini bilmiyorum ama neden bu şekilde konuştuğunu mutlaka öğrenmemiz gerek,” dedi Wallander.
“Bunun Svedberg’in üstünde çalıştığı soruşturmayla bir ilgisi olabilir mi?” diye sordu Höglund.
“Şu kaybolan gençler konusu mu?” dedi Martinson.
“Başka bir şey olmalı,” dedi Wallander. “Çünkü o gençlerin olayı henüz yasal bir şekle bürünmedi. Svedberg tatile çıktıktan birkaç gün sonra gençlerin ailesi bizlerle bağlantı kurmuştu.”
Kimse bir şey söylemedi. Söyleyecek bir şeyleri yoktu.
“İkinizden biri Svedberg’in ne üstünde çalıştığını öğrensin,” dedi Wallander.
“Sence bir sırrı falan olabilir mi?” diye sordu Martinson.
“Herkesin bir sırrı yok mudur?”
“Bunu mu araştıracağız? Svedberg’in sırrını mı?”
“Onu öldüren kişiyi arayacağız. Hepsi bu.”
Sabah sekizde emniyette buluşmaya karar verdiler. Martinson hiç zaman yitirmeden komşularla görüşmesini sürdürmek için yandaki daireye geri gitti. Höglund mutfakta kalmıştı. Wallander, genç kadının yorgun ve bitkin yüzüne baktı.
“Telefon ettiğimde uyanık mıydın?”
Bu soruyu sorar sormaz da pişman oldu. Uyanık olup olmaması onu hiçbir şekilde ilgilendirmezdi ama Höglund bu soru karşısında kızmamıştı.
“Evet,” diye karşılık verdi. “Uyanıktım.”
“Buraya o kadar çabuk geldin ki kocanın evde çocuklarla kaldığını düşündüm.”
“Sen aradığında tartışıyorduk. Öylesine aptalca bir konuydu ki anlatmaya bile değmez.”
Bir süre konuşmadan oturdular. Ara sıra Nyberg’in sesi içeriden geliyordu.
“Anlayamıyorum,” dedi Höglund. “Kim Svedberg’i öldürmek ister?”
“Ona en yakın kişi kimdi?” diye sordu Wallander.
Höglund şaşırmışa benziyordu. “Ben sen olduğunu sanıyordum.”
“Hayır. Ben onu o kadar iyi tanımazdım.”
“Ama sana çok güvenir ve saygı duyardı.”
“Buna inanamıyorum.”
“Sen inanmayabilirsin ama ben bunu biliyorum. Belki diğerleri de bunu fark etmişti. Haksız olduğunda bile hep senin tarafını tutardı.”
“Bu yine de bizim sorumuzu yanıtlamıyor,” dedi Wallander ve sorusunu bir kez daha yineledi. “Ona en yakın kimdi?”
“Kimse ona yakın değildi.”
“Öyleyse şimdi ona yakınlaşmamız gerekiyor. Ölmüş olsa bile.”
Nyberg elinde bir fincan kahveyle mutfağa geldi. Wallander onun, gece yarısı çağrılabileceği düşüncesiyle elinin altında her zaman bir termos dolusu kahve hazır bulundurduğunu çok iyi bilirdi.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Hırsızlık gibi geliyor,” dedi Nyberg. “Yalnızca katilin, silahını neden burada bıraktığını çözemedik.”
“Ölüm saatini biliyor musun?” diye sordu Wallander.
“Bu patoloğun işi.”
“Ben yine de senin görüşünü almak istiyorum.”
“Tahminde bulunmaktan hoşlanmam.”
“Biliyorum ama bu tür konularda çok deneyimlisin. Söyleyeceklerine bel bağlamayacağıma söz veriyorum.”
Nyberg tıraşsız yüzünü sıvazladı. Gözleri kan çanağına dönmüştü.
“Belki yirmi dört saat olmuştur,” dedi. “Daha kısa bir zaman olacağını sanmıyorum.”
Sözlerini sindirmeye çalıştılar. Demek çarşamba akşamı ya da perşembe sabahı oldu, diye geçirdi içinden Wallander. Nyberg esneyerek mutfaktan çıktı.
“Evine gitsen iyi olacak,” dedi Wallander, Höglund’a. “Saat sekizde soruşturmayı toparlamak için hepimizin emniyette olması gerekiyor.”
Duvardaki saat beşi çeyrek geçiyordu. Höglund ceketini giyip çıktı. Wallander mutfakta kaldı. Pencere kenarında bir dizi fatura duruyordu. Faturaları karıştırdı. İşe bir yerden başlamak zorundayız, diye geçirdi içinden. Daha sonra da Nyberg’in yanına gidip lastik eldiven istedi. Mutfağa dönüp çevresini incelemeye başladı. Mutfak çekmeceleriyle dolapları düzenli bir şekilde incelemeye koyulduğunda Svedberg’in evinin de iş yeri gibi düzenli olduğunu gördü. Mutfaktan çıkıp çalışma odasına gitti. Teleskop neredeydi? Masanın arkasındaki koltuğa oturup çevresine bakındı. Nyberg içeri girip Svedberg’in cesedini götürmek üzere olduklarını haber verdi. Cesede bir kez daha bakmak ister miydi? Wallander hayır dercesine başını salladı. Kafasının yarısı uçmuş Svedberg’in bu korkunç görüntüsü kafasına zaten iyice kazınmıştı. Bu görüntüyü yaşamının sonuna dek unutmayacağını biliyordu. Çevresine bakındı. Telesekreter, kalem kutusu, birkaç tane eskimiş oyuncak asker ve bir cep takvimi vardı masanın üstünde. Takvimi alıp sayfalarını teker teker çevirmeye başladı. 11 Ocak günü saat 09.30’da Svedberg’in dişçi randevusu vardı. 7 Mart Ylva Brink’in doğum günüydü. Svedberg 18 Nisan’a “Adamsson” adını yazmıştı. Aynı isme 5 ve 12 Mayıs’ta da rastlanılıyordu. Haziran ve temmuz aylarınaysa hiçbir şey yazılmamıştı. Svedberg yıllık iznini kullanmıştı. İzinden döner dönmez de çok çalıştığından şikâyet etmişti. Wallander artık takvimin sayfalarını daha yavaş çevirmeye başlamıştı ama sayfalar boştu. Svedberg’in yaşamının son günlerine hiçbir şey yazılmamıştı. 18 Ekim Sture Björklund’un doğum günüydü ve Adamsson adı 14 Aralık’ta bir kez daha ortaya çıkmıştı. Hepsi bu kadardı. Wallander cep takvimini aldığı yere bıraktı, sonra da son derece rahat olan koltukta arkasına yaslandı. Yorgun hissediyordu, susamıştı. Gözlerini kapatıp Adamsson’un kim olduğunu düşündü. Daha sonra masanın ucuna doğru uzanıp kahverengi not defterinin arasındaki kartları aldı. Göteborg’daki Boman’ın Sahafı’nın, Malmö’deki bir Audi galerisinin kartı vardı. Svedberg sadık bir müşteriydi, her zaman Audi kullanmıştı. Wallander de Peugeot’su eskidiğinde bunu mutlaka yenisiyle değiştirir, başka bir markayı denemezdi bile. Wallander not defterini bir kenara koyup mektuplarla kartpostalları incelemeye koyuldu. Mektupların çoğu on yıllıktı ve hemen hemen hepsi de Svedberg’in annesinden gelmişti. Mektupları bir kenara koyup kartpostallara baktı. Kartlardan birini Skagen’den kendisinin yolladığını şaşkınlıkla fark etti. Buradaki kumsallar olağanüstü, diye yazıyordu kartta. Wallander bir süre karta bakakaldı.
Üç yıl önceydi. Wallander o sırada bir daha polisliğe dönemeyeceğini düşünerek doktor raporu almıştı. Uzun bir süreyi Skagen’in sonbahar manzarasında ve terk edilmiş kumsallarında geçirmişti ama kart attığını hiç hatırlamıyordu. Yaşamının o dönemine ilişkin pek bir anısı yoktu. Bir süre sonra Ystad’a dönmüş, işinin başına geçmişti. Tatilden işe ilk döndüğü günü anımsıyordu. Björk, Wallander’e hoş geldin demiş ve toplantı odasında derin bir sessizlik olmuştu. Kimse onu beklemiyordu. Odadaki sessizliği ilk bozan Svedberg olmuştu. Wallander onun neler söylediğini hâlâ çok iyi anımsıyordu. “Sensiz bir lanet gün daha idare edemezdik.”
Wallander bu sözleri hiç unutmamış ve Svedberg’i daha yakından tanımaya çalışmıştı. Svedberg oldukça içine kapanık biriydi ama gergin ortamlarda havayı ilk yumuşatan da yine o olurdu. İyi bir polisti, olağanüstü yetenekleri yoktu, yine de oldukça iyiydi. İnatçı ve vicdanlı biriydi. Müthiş bir hayal gücü yoktu, başarılı bir yazar da değildi. Raporlarını genellikle çok kötü yazardı, savcılar da buna çok sinirlenirdi ama ekibin çok önemli bir parçasıydı.
Wallander yerinden kalkıp Svedberg’in yatak odasına gitti. Teleskop orada da yoktu. Yatağa oturup komodinin üstündeki kitabı eline aldı. SiyuKızılderililerininTarihçesi adında İngilizce bir kitaptı bu. Svedberg İngilizce konuşmakta iyi sayılmazdı ama okumasının daha iyi olduğu anlaşılıyordu.
Wallander boş bakışlarla kitabı karıştırdı. Bir süre sonra yerinden kalkıp banyoya gitti. Aynalı dolabı açtı ama şaşırmasına neden olabilecek herhangi bir şey bulamadı. Kendi banyo dolabı da bunun bir benzeriydi.
Şimdi geriye yalnızca oturma odası kalmıştı. Oraya bakmamayı yeğlerdi ama bunu yapamazdı. Mutfağa gidip bir bardak su içti. Saat sabahın altısına geliyordu ve çok yorgundu.
Sonunda oturma odasına gitti. Nyberg ve adamları duvara dayalı siyah deri kanepenin arkasına çömelmiş çalışıyorlardı. Sandalyeyi düzeltmemişlerdi, av tüfeği de olduğu yerde duruyordu. Oturma odasında artık olmayan tek şey Svedberg’in cansız bedeniydi.
Wallander çevresine bakınarak olayları yeniden gözünün önünde canlandırmaya çalıştı. Tetik çekilmeden önce, o çok önemli anda neler olmuştu? Hiçbir şey göremiyordu. Birden çok önemli bir şeyi göz ardı ettiği hissine kapıldı. Kıpırdamadan durup düşüncelerini bu önemli şeyin üstünde yoğunlaştırmaya çalıştı ama somut bir şey yakalayamadı.
Nyberg yanına yaklaşıp ona baktı.
“Olanları anlayabiliyor musun?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” diye karşılık verdi Nyberg. “Garip bir tablo gibi.”
Wallander, ona dikkatle baktı. “Tablo gibi derken ne demek istedin?”
Nyberg burnunu sildikten sonra mendilini özenle katlayıp cebine koydu.
“Her şey karmakarışık,” dedi. “Sandalyeler yere devrilmiş, perdeler çekilmiş, kâğıtlar ve porselenler etrafa dağılmış. Sanki bu karışıklık biraz abartılmış gibi.”
Wallander onun ne demek istediğini anlamıştı, yine de ne tür bir sonuca ulaşacağını kestiremiyordu.
“Sence tüm bunlar bilerek mi yapıldı?”
“Bu elbette yalnızca bir varsayım. Bu varsayımımı destekleyecek somut bir şey yok elimde.”
“Bu hisse neden kapıldın?”
Nyberg yerde duran küçük bir porselen horozu gösterdi.
“Bence bu horoz şu rafta duruyordu,” diyerek eliyle rafı gösterdi. “Başka nerede olabilir ki? Yere düştü çünkü biri perdeleri hızla çekmiş ve horozu da yere düşürmüş. Başka bir nedenden ötürü onun yerde olması olanaksız gibi geliyor bana.”
Wallander onaylarcasına başını salladı.
“Belki de bunun çok daha mantıklı bir açıklaması vardır,” dedi Nyberg. “Eğer varsa bunu açıklayacak kişi de sensin, ben değil.” Wallander bir şey söylemedi. Birkaç dakika daha oturma odasında kaldıktan sonra evden çıktı. Sokağa çıktığında hava aydınlanmıştı. Binanın hemen dışında bir polis aracı duruyordu ama kimse etrafına toplanmamıştı. Wallander polislere basına herhangi bir açıklama yapmamaları emri verildiğini düşündü.
Kıpırdamadan durarak derin derin soluk aldı. Hava güzel olacaktı. Hava dışında her şey çok kötü ve acımasızdı. Svedberg’in ölümü nedense ona kendi ölümünü düşündürtmüştü. Ölüm bu kez çok yakına gelmişti. Babası öldüğünde böyle hissetmemişti. Bu da onu çok ürkütüyordu.
9 Ağustos Cuma günü saat altı buçuktu. Wallander ağır adımlarla arabasına doğru yürürken uzaklardan gelen beton karıştırıcının sesini duydu.
On dakika sonra emniyetin kapısından içeri giriyordu.

6
Saat sekizde toplantı odasında toplandılar. Toplantıya başlamadan önce Svedberg için saygı duruşunda bulundular. Lisa Holgersson, Svedberg’in her zaman oturduğu yere bir mum yakmıştı. Emniyet çalışanlarının tümü de toplantı odasına gelmişti. Hepsi şaşkın ve üzgün görünüyordu. Holgersson ağlamamak için çaba harcayarak birkaç şey söyledi. Odadaki herkes Holgersson’un ağlamaması için dua ediyordu. Aksi hâlde onunla birlikte ağlayacaklardı. Lisa Holgersson konuşmasını bitirdikten sonra da bir dakikalık saygı duruşunda bulundular. Wallander’in gözünün önünden o tedirgin edici görüntüler gitmiyordu. Svedberg’in yüzünü gözlerinin önüne getirmekte zorlanıyordu. Aynı şey hem babası hem de Rydberg öldüğünde de olmuştu. İnsanlar ölümü unutmamalarına karşın yine de sanki ölüm hiç yokmuş gibi davranıyorlar, diye geçirdi içinden.
Tören bittikten sonra emniyet çalışanları birer ikişer odadan ayrılmaya başladılar. Odada soruşturma ekibi dışında Holgersson kalmıştı. Masaya geçip oturdular. Martinson pencerelerden birini kapatırken mumun alevi titredi. Wallander soru sorarcasına Holgersson’a baktı ama o yalnızca başını hayır dercesine sallamakla yetindi. Konuşma sırası kendisindeydi.
“Hepimiz çok yorgunuz,” diye söze başladı. “Üzgün, şaşkın ve acı doluyuz. Hepimizin en çok korktuğu şey sonunda başımıza geldi. Genelde cinayetleri, hatta en vahşice işlenmiş olanları bile çözmeye çalışırız. Bu bizim işimiz ve kurbanlar da kendi dünyamız dışındaki insanlar olur. Ne var ki bu kez içimizden biri öldürüldü ama bu cinayete de sıradan bir olay gibi yaklaşmalıyız. Duygularımızı asla karıştırmamalıyız. Olayı aklımızla çözmeliyiz.”
Durup çevresine bakındı. Kimse bir şey söylemedi.
“Şimdi elimizdekilere bir bakalım,” dedi Wallander. “Sonra da stratejimizi saptarız. Bu olayda fazla bir şey bilmiyoruz. Svedberg çarşamba akşamıyla perşembe akşamı arasında bir saat diliminde öldürüldü. Cinayet evinde işlendi ama evde içeriye zorla girildiğine, kapının zorlandığına ilişkin herhangi bir işaret yok. Oturma odasında yerde duran av tüfeğinin cinayette kullanılan silah olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Eve hırsızlık süsü verilmiş. Belki de Svedberg silahlı birinin saldırısına uğradı. Bunu tam olarak bilemiyoruz ama bu da olasılıklardan biri. Diğer senaryoları da göz ardı edemeyiz. Soruşturmamızı olabildiğince geniş bir yelpazede sürdürmeliyiz. Svedberg’in polis olduğunu da asla göz ardı etmemeliyiz. Bu önemli olabilir de olmayabilir de. Ölüm saatini henüz öğrenemedik, öte yandan komşuların herhangi bir silah sesi duymadıkları gerçeğini de bir kenara atmamalıyız. Şimdilik otopsi raporunu beklemekten başka çaremiz yok.”
Önündeki bardağı suyla doldurup bir dikişte bitirdi.
“Bildiklerimiz şimdilik bu kadar. Bunlara Svedberg’in perşembe günü işe gelmediğini de eklemeliyiz. Hepimiz bunun ne denli alışılmışın dışında bir şey olduğunu biliyoruz. Gelemeyeceğini bildirmek için arayıp haber de vermemişti. Demek ki işe gelmesini engelleyecek bir şey söz konusuydu. Bunun ne anlama geldiğini de ne yazık ki artık hepimiz biliyoruz.”
Nyberg elini kaldırıp Wallander’in sözlerini kesti.
“Ben patolog değilim,” dedi. “Ama Svedberg’in çarşamba günü öldüğünü sanmıyorum.”
“O zaman Svedberg dün neden işe gelmedi? Bu sorunun cevabını bulmalıyız,” dedi Wallander. “Neden telefon etmedi? Ne zaman öldürüldü?”
Wallander odadakilere Ylva Brink’le yaptığı görüşmeyi anlattı. “Svedberg’in görüştüğü tek akrabası olduğunu belirtmesinin yanında bana oldukça garip gelen bir şey daha söyledi. Son birkaç haftadan beri Svedberg’in, işlerinin yoğun olmasından ötürü şikâyet ettiğini söyledi ama Svedberg tatilden daha yeni dönmüştü. Özellikle onun tatillerde alabildiğine tembellik yaptığını bilen biri olarak bu sözlere bir anlam veremedim.”
“Tatillerde bir yerlere gitmez miydi?” diye sordu Martinson.
“Pek gitmezdi. Günübirliğine Bornholm’e ya da birkaç günlüğüne feribotla Polonya’ya giderdi. Ylva Brink de bunları onayladı. Zamanının büyük bir bölümünü hobileriyle geçirirdi. İki hobisi vardı: bunlardan biri Kızılderililerin tarihçesini incelemek, diğeri de amatör olarak astronomi ile ilgilenmek. Ylva Brink onun çok pahalı bir teleskobu olduğunu söyledi ama teleskobu henüz bulamadık.”
“Kuşları izlemeye gittiğini sanıyordum,” dedi Hansson uzun zamandan beri ilk kez konuşarak.
“Bazen giderdi ama sık değil,” diye karşılık verdi Wallander. “Ylva Brink’in onu çok iyi tanıdığını kabul etmeliyiz ve ona göre de yıldızlarla Kızılderililer çok önemliydi.”
Çevresine bakındı. “Neden çok çalıştığını söyledi? Bu ne anlama geliyor? Belki de sandığımız gibi önemli bir nedeni yoktu ama bunu düşünmekten de kendimi alamıyorum.”
“Toplanmadan önce onun en son ne üstünde çalıştığına baktım,” dedi Höglund. “Tatile çıkmadan önce kaybolan gençlerin aileleriyle konuşmuş.”
“Hangi gençlerin?” diye sordu Holgersson şaşkınlıkla. Wallander konuyu açıkladıktan sonra Höglund sözlerini sürdürdü.
“Tatile çıkmadan önceki son iki günü Norman, Boge ve Hillström aileleriyle görüşerek geçirmiş. Masasını baştan sona aramama karşın söz konusu bu görüşmelere ilişkin herhangi bir not bulamadım.”
Wallander ve Martinson bakıştılar.
“Bu doğru olamaz,” dedi Wallander. “Üçümüz de bu ailelerle görüştük. Ortada bir cinayet ya da bir suç olmadığından ailelerle daha fazla görüşmenin bir anlamı olmayacağına karar vermiştik.”
“Öyle ama o yine de gidip görüşmüş,” dedi Höglund. “Takvimine de görüşmelerinin saatini yazmış.”
Wallander bir an düşündü. “Bu da Svedberg’in bizlere haber vermeden konuyla tek başına ilgilendiğini gösteriyor.”
“Hiç de onun tarzı değil,” dedi Martinson.
“Doğru,” diye karşılık verdi Wallander. “Bu da işe gelmeyeceğini haber vermemesi kadar garip.”
“Bu bilgiyi kolayca doğrulayabiliriz,” dedi Höglund.
“Bunu lütfen sen üstlen,” dedi Wallander. “Ayrıca Svedberg’in ne tür sorular sorduğunu da öğren.”
“Her şey çok garip,” dedi Martinson. “Çarşamba gününden beri bu gençlerle ilgili Svedberg’i arayıp durduk ama şimdi artık o yaşamıyor ve biz hâlâ onlar hakkında konuşuyoruz.”
“Yeni bir gelişme mi var?” diye sordu Holgersson.
“Gençlerden birinin annesinin aşırı derecede kaygılanması dışında yeni bir şey yok. Kızı bir kart daha yollamış.”
“Peki ama bu iyi bir şey değil mi?”
“Kadına göre biri kızının el yazısını taklit etmiş.”
“Bunu kim, neden yapar ki?” diye sordu Hansson. “İnsan neden birinin yazısını taklit edip kart göndermeye kalkar ki? Çek olsaydı anlardım ama kartpostalları anlamak kolay değil.”
“Bence şimdilik bu iki olayı birbirinden ayrı değerlendirmeliyiz,” dedi Wallander. “Öncelikle Svedberg’in katilinin ya da katillerinin izini nasıl süreceğimiz üzerinde yoğunlaşalım.”
“Birden fazla katilin olduğunu gösteren bir delil yok,” dedi Nyberg.
“Olmadığından emin olabilir misin?”
“Hayır.”
Wallander ellerini iki yana açtı. “Şu an hiçbir şeyden emin değiliz,” dedi. “Onun için de olayı çok geniş bir yelpazede değerlendirmeliyiz. Birkaç saat içinde Svedberg’in ölümünü duyuracağız, ondan sonra somut adımlar atmak zorundayız.”
“Bunun en önemli önceliğimiz olduğunu belirtmeme gerek olmadığını sanıyorum,” dedi Holgersson. “Diğerleri bekleyebilir.”
“Basın toplantısı,” dedi Wallander. “Şimdi onu ele alalım.”
“Bir polis öldürüldü,” dedi Holgersson. “Basına, olanları olduğu gibi anlatalım. Elimizde somut bir şey var mı?”
“Yok,” dedi Wallander.
“O zaman biz de basına bunu söyleyeceğiz.”
“Ne kadar ayrıntı verelim?”
“Çok yakından ateş edilmiş. Cinayet aletini bulduk. Bu bilgiyi saklamanın bir gereği var mı?”
“Yok,” dedi Wallander ve arkadaşlarına baktı. Kimse buna karşı çıkmamıştı.
Holgersson ayağa kalktı. “Senin de orada olmanı istiyorum,” dedi. “Aslında hepiniz olsanız iyi olur. Hem meslektaşımız hem de bir dostumuz öldürüldü.”
Basın toplantısından on beş dakika önce buluşmaya karar verdiler.
Holgersson toplantı odasından ayrıldı. Kapı kapanınca mum söndü. Höglund mumu yeniden yaktı. Bildikleri şeylerin üstünden bir kez daha geçtiler ve iş bölümü yaptılar. Tekrar çalışma havasına girmişlerdi. İşleri bitmek üzereydi, Martinson bir konuya daha parmak bastı.
“Gençlerin şimdilik bir kenara bırakılıp bırakılmaması konusunda bir karar vermemiz gerekiyor.”
Wallander bu konuda kararsızdı ama son kararı kendisinin vermesi gerektiğini de biliyordu.
“Şimdilik o konuyu bir kenara bırakalım,” dedi. “En azından birkaç gün. Svedberg olağanüstü sorular sormamışsa gençlerin aileleriyle yeniden görüşürüz.”
Saat dokuzu çeyrek geçiyordu. Wallander bir fincan kahve alıp odasına gitti. Masanın üstünden bir not defteri alıp ilk sayfaya Svedberg diye yazdı. Hemen altına da bir çarpı işareti koydu. Daha ileriye gidemedi. O gece aklına gelen tüm düşünceleri kâğıda dökmek istiyordu ama başaramamıştı. Kalemi bırakıp pencereye doğru gitti. Ağustos sabahı güneşli ve sıcaktı. Bu olayda bazı taşların yerine oturmadığına ilişkin o duyguyu yeniden hissetti. Nyberg eve hırsızlık süsü verildiğini düşünüyordu. Öyleyse bu süsü kim, neden vermişti?
Telefon rehberinden Sture Björklund’un numarasını bulup çevirdi. Telefon çalıyordu.
“Başınız sağ olsun,” dedi Wallander.
Sture Björklund’un sesi mesafeli ve soğuktu.
“Sizin de. Büyük olasılıkla kuzenimi benden daha iyi tanıyordunuz. Ylva bu sabah saat altıda telefon edip olanları anlattı.”
“Ne yazık ki bu olay basında geniş yer alacak,” dedi Wallander.
“Biliyorum. Ailemizde ikinci cinayet bu.”
“Öyle mi?”
“Evet, ilki 1847’de, daha doğru söylemem gerekirse 12 Nisan 1847’de Karl Evert’in büyük-büyük-büyük amcası, Eslöv dışında bir yerlerde baltayla öldürülmüş. Katil Brun adında ordudan atılan eski bir askermiş. Cinayeti para için işlemiş. O zamanlar ailemiz çok varlıklıymış.”
“Sonra neler olmuş?” diye sordu Wallander sabırsızlığını gizlemeye çalışarak.
“Polis, belki o dönemler için polis yerine şerif demem gerek, her neyse yardımcısıyla birlikte cinayetten birkaç gün sonra yoğun bir çalışma sonucu Danimarka’ya kaçmakta olan Brun’u yakalamış. Ölüme mahkûm edilmiş. Birinci Oskar kral olunca selefi On Beşinci Charles’ın kaldırdığı idam cezasını tekrar yürürlüğe koymuş ve tahta çıkar çıkmaz on dört tutukluyu idam ettirmiş. Brun’un da Malmö dışında bir yerde boynu kesilmiş.”
“Ne garip bir durum.”
“Birkaç yıl önce atalarımızla ilgili bazı araştırmalar yapmıştım. Brun olayıyla Elsöv’deki cinayeti zaten biliyordum.”
“Eğer sizin için bir sakıncası yoksa en kısa zamanda gelip sizinle görüşmek istiyorum.”
Sture Björklund hemen savunmaya geçmişti.
“Ne hakkında?”
“Karl Evert hakkında.” Svedberg’in ilk adını kullanmak Wallander’e çok tuhaf gelmişti.
“Onu doğru dürüst tanımıyordum ki. Ayrıca bugün öğleden sonra Kopenhag’a gideceğim.”
“Bu çok acil ve inanın bana, fazla zamanınızı almayacak.”
Telefonun diğer ucundaki adamdan ses çıkmadı. Wallander bekledi.
“Kaçta?”
“Öğleden sonra iki iyi mi?”
“Kopenhag’a telefon edip bugün gelemeyeceğimi bildireyim.”
Sture Björklund, Wallander’e adresi verdi. Evi kolay bulacağını tahmin etti.
Telefon konuşmasından sonra Wallander olayın bir özetini çıkarmak için yarım saat uğraştı. Svedberg’i yerde yatarken ilk gördüğünde hissettiği o duygunun nereden kaynaklandığını anlamaya çalışıyordu. Nyberg’i de tedirgin eden aynı duyguydu. Bu işte bir terslik vardı. Wallander meslektaşlarından birinin cesediyle karşılaşınca insanın bu tür anlaşılması güç tepkiler vermesinin doğal olabileceğini düşündü. Yine de kendisini alabildiğine tedirgin eden duygunun kaynağını araştırmayı sürdürüyordu.
Saat on gibi kahve almak için dışarı çıktı. Kantin doluydu. Herkes şaşkındı. Wallander bir iki trafik polisiyle sohbet edip bir süre kantinde oyalandı. Sonra odasına dönüp Nyberg’i cep telefonundan aradı.
“Neredesin?” diye sordu Wallander.
“Nerede olabilirim?” diye karşılık verdi ters bir sesle Nyberg. “Hâlâ Svedberg’in evindeyim.”
“Oralarda bir teleskop gözüne ilişti mi?”
“Hayır.”
“Başka bir şey var mı?”
“Av tüfeğinin üstünde birçok parmak izi bulduk. İnceliyoruz.”
“Bunların veri tabanında olmasını umalım, o hâlde.”
“Evet.”
“Hedeskoga’nın dışında oturan Svedberg’in diğer kuzeniyle görüşmeye gidiyorum. Sonra daha fazla inceleme yapmak için Svedberg’in evine geleceğim.”
“Sen geldiğinde bizim işimiz bitmiş olur herhâlde. Basın toplantısına ben de katılmak istiyorum.”
Wallander, Nyberg’in daha önce herhangi bir basın toplantısına katıldığını hatırlamıyordu. Belki Nyberg bu şekilde ne denli üzgün olduğunu ifade ediyor, diye geçirdi içinden. Wallander duygulanmıştı.
“Anahtarları buldunuz mu?” diye sordu kısa bir süre sonra.
“Araba anahtarlarıyla bodrumdaki deponun anahtarı var.”
“Tavan arasında bir şey yok mu?”
“Depo olarak tavan arasını değil bodrumu kullanmış. Basın toplantısına geldiğimde anahtarları veririm.”
Wallander telefonu kapatıp Martinson’un odasına gitti. “Svedberg’in arabası nerede?” diye sordu. “Şu Audi var ya?”
Martinson bilmiyordu. Hansson’a sordular, onun da haberi yoktu. Höglund odasında değildi.
Martinson saatine baktı.
“Evine yakın garajlardan birinde olmalı,” dedi. “Saat on birden önce gidip gelirim.”
Wallander odasına döndü. İnsanlar çiçek göndermeye başlamıştı bile. Ebba’nın gözleri kan çanağına dönmüştü ama Wallander ona bir şey söylemedi. Hızlı adımlarla Ebba’dan uzaklaştı.

Basın toplantısı tam zamanında başladı. Toplantıdan sonra Wallander, Lisa Holgersson’un toplantıyı büyük bir sakinlikle yönettiğini düşündü. Holgersson’a kimsenin böylesi bir toplantıyı bu denli başarıyla yönetemeyeceğini söyledi. Üniformasını giymişti ve önündeki masanın üstünde de iki demet gül vardı. Konuşması açık ve netti. Konuyu dağıtmamıştı. Basın mensuplarına herkesin bildiği gerçekleri açıklamıştı ve bu kez sesi titrememişti. Herkesin sevdiği ve saydığı meslektaşı Karl Evert Svedberg evinde ölü bulunmuştu. Ölüm saatiyle neden öldürüldüğüne ilişkin henüz somut bir bilgi yoktu ama elde edilen bulgular Svedberg’e silahlı birinin saldırdığı yönündeydi. Polisin elinde henüz bir kanıt yoktu. Konuşmasını Svedberg’in kariyer ve karakterinden bahsederek bitirdi. Wallander, Holgersson’un Svedberg’i abartmadan anlattığını düşünüyordu. Müdür konuşmasını tamamladıktan sonra gazeteciler Wallander’e bir iki soru yönelttiler. Nyberg cinayet aletinin Lambert Baron av tüfeği olduğunu açıkladı.
Toplantı yarım saatte bitmişti. Daha sonra Sydntt gazetesinden gelen bir gazeteci Holgersson’la söyleşi yaparken Wallander de akşam gazetelerinden gelen gazetecilerin sorularını yanıtladı. Gazeteciler Lilla Norre Caddesi’ndeki binanın önünde poz vermesini istediklerinde Wallander’in de sabrı tükenmeye başlamıştı.
Öğlene doğru Holgersson soruşturma ekibini evine yemeğe davet etti. Wallander ve Holgersson, Svedberg’le ilgili anılarından söz ettiler. Svedberg’in neden polis olmaya karar verdiğini bilen tek kişi Wallander’di.
“Karanlıktan korkarmış,” dedi Wallander. “Öyle söylemişti. Bu çocukluğundan beri peşini bırakmayan bir korkuymuş ve ne kaynağını ne de bu korkudan nasıl kurtulacağını biliyormuş. Bu korkusuyla baş edebileceğini düşündüğünden polis olmuş ama korkudan yine kurtulamamıştı.”
Saat bir buçukta emniyete döndüler. Martinson, Wallander’le birlikteydi.
“Çok iyi idare etti,” dedi Martinson.
“Lisa işinde çok başarılı,” diye karşılık verdi Wallander. “Ama sen bunu zaten biliyorsun, değil mi?”
Martinson karşılık vermedi.
Birden Wallander’in aklına bir şey geldi. “Audi’yi buldun mu?”
“Binanın hemen arkasında özel bir garaj var. Orada. Gidip gördüm.”
“Bagajında teleskop var mıydı?”
“Bagajda yalnızca yedek bir lastikle bir çift çizme vardı. Torpido gözünde de böcek kovucu bir sprey.”
“Ağustosta arı çok olur,” dedi Wallander.
Emniyete geldiklerinde herkes kendi odasına gitti. Nyberg öğle yemeğinde anahtarları Wallander’e vermişti ama Wallander, Svedberg’in evine gitmeden önce Hedeskoga’ya gitti. Sture Björklund adresi çok güzel vermiş, diye geçirdi içinden, kasabanın hemen dışındaki küçük çiftlik evine saparken. Evin önünde küçük bir havuzla oldukça geniş bir çim alan vardı. Çimin üstünde alçı heykeller göze çarpıyordu. Wallander şaşkınlıkla bu heykellerin tümünün de şeytana benzediğini gördü. Sosyoloji profesörünün bahçesinde başka ne bekliyordum, dedi kendi kendine. Düşünceleri bot giyen, yıpranmış deri ceketli ve kenarları yırtık hasır şapkalı bir adamla karşılaşınca dağıldı. Adam oldukça uzun boylu ve zayıftı. Wallander yırtık şapkanın arasından Svedberg’le kuzeninin birbirine ne kadar benzediğini gördü. İkisi de keldi.
Wallander bir an için şaşırmıştı. Profesör Björklund’u çok daha farklı hayal etmişti. Güneş yanığı yüzü ve birkaç günlük sakalıyla profesör karşısında duruyordu. Wallander, Kopenhag’daki profesörlerin derslerine tıraş olmadan girip girmediklerini merak etti ama sonra henüz ağustos başı olduğunu, güz döneminin henüz başlamadığını ve dolayısıyla Björklund’un büyük olasılıkla başka bir iş için Kopenhag’a gideceğini düşündü.
“Umarım sizi rahatsız etmedim,” dedi Wallander.
Sture Björklund başını arkaya atarak bir kahkaha patlattı. Wallander bu kahkahadaki gizli alayı fark etmişti.
“Her cuma Kopenhag’da bir hanımla buluşurum,” dedi Sture Björklund. “Siz isterseniz buna metres diyebilirsiniz. İsveçli polislerin metresleri var mıdır?”
“Olduğunu sanmıyorum,” diye yanıtladı Wallander.
“İnsanın metresinin olması birçok sorunun çözümünü de beraberinde getirir,” dedi Björklund. “Böylelikle insanlar evliler gibi gece geç saatlere kadar tartışıp birbirlerine bir şeyler fırlatmaz, iş çığrından çıkmaz. Kimse kimseyi ciddiye almaz.”
Yırtık şapkalı adamın insanın tüylerini ürperten kahkahası Wallander’in sinirine dokunmaya başlamıştı.
“Evet ama cinayet ciddiye alınacak bir şey,” dedi.
Sture Björklund onaylarcasına başını sallayıp şapkasını çıkardı. Bu davranışında sanki yas tutmaya hazırlanır gibi bir tavır hissediliyordu.
“İçeri girelim,” dedi.
Wallander daha önce hiç böyle bir ev görmemişti. Dıştan bakıldığında tipik bir İskandinav çiftlik evine benziyordu ama Wallander’in içine girdiği dünya bambaşkaydı. Evde tek bir duvar bile yoktu, ev aslında çatı kirişleriyle tutturulmuş büyük bir oda görünümündeydi. Sağda ve solda kule benzeri demir ve tahtadan yapılmış basamaklar vardı. Evin arka tarafındaki duvarın tamamı bir akvaryumla kaplanmıştı. Sture Björklund, Wallander’i iki yanında bir kilise sırası ve tahta bir tabureyle çevrili büyük bir tahta masaya doğru götürdü.
“Oturacağın yerin her zaman sert olması gerektiğini düşünürüm,” dedi Björklund. “Yemek yerken, düşünürken ya da bir polis memuruyla konuşurken rahat olmayan sıralar işinizi bir an önce bitirmeniz için sizi zorlar.”
Wallander sıraya oturdu. Gerçekten de çok rahatsızdı.
“Eğer duyduklarım doğruysa Kopenhag Üniversitesi’nde profesörsünüz.”
“Sosyoloji dersi veriyorum ama ders yoğunluğumu elimden geldiğince en aza indirmeye çalışıyorum. Araştırmalarımla daha çok ilgileniyorum ve bu araştırmaları evden de yapabilirim.”
“Pek alakası yok ama yine de sormak istiyorum. Şu anda ne üzerinde çalışıyorsunuz?”
“İnsanlığın canavarlarla olan ilişkisi.”
Wallander, Sture Björklund’un şaka yapıp yapmadığını anlayamamıştı. Konuşmasını sürdürmesi için bekledi.
“Orta Çağ’daki canavarlar 18. yüzyıldakilerle aynı değildi. Tıpkı gelecek kuşakların bizlere benzemeyeceği gibi onlar da çok farklıydı. İçinde yaşadığımız bu dünya karmaşık ve büyüleyici. Terör de sürekli boyut değiştiriyor. Ayrıca bu tür çalışmalar fazladan para kazanmamı da sağlıyor ama tek amacım bu değil.”
“Peki amacınız ne?”
“Korku filmleri çeken bir Amerikan film şirketine danışmanlık yapıyorum. İş ticari teröre geldiğinde dünyada en çok aranan danışmanlardan biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Hawaii’de bir Japon var ama ondan hemen sonra da ben geliyorum.”
Wallander karşısında oturan bu adamın deli olup olmadığını düşünürken adam ona masadaki bir resmi uzattı.
“Ystad’da yedi yaşındaki çocuklarla canavarlar hakkında konuştum. Onların canavarlara ilişkin düşüncelerini kendiminkilerle birleştirince ortaya bu şekil çıktı. Amerikalılar buna bayılıyor. Yedi ve sekiz yaşındaki çocukları korkutmayı amaçlayan bir dizi çizgi filmde başrolü oynayacak.”
Wallander kendisine uzatılan resme baktı. Son derece tedirgin ediciydi. Masaya bıraktı.
“Ee, ne düşünüyorsunuz, Komiserim?”
“Bana Kurt diyebilirsiniz.”
“Ne düşünüyorsunuz?”
“Tatsız. Tedirgin edici.”
“Bizler de tatsız ve tedirgin edici bir dünyada yaşıyoruz.”
Şapkasını çıkarıp masaya bıraktı. Wallander birden odaya yayılan ter kokusuyla irkildi.
“Geçenlerde telefonumu kapattırmaya karar verdim,” dedi Björklund. “Beş yıl önce de televizyonumdan kurtulmuştum. Şimdi de telefondan kurtulacağım.”
“Bu size sorun yaratmayacak mı?”
Björklund ona ciddi bir tavırla baktı. “Dış dünyayla nasıl ve ne zaman ilişki kuracağıma karar verme hakkımı kullanacağım. Bilgisayarımı atmıyorum ama telefonu atıyorum.”
Wallander başını onaylarcasına sallayarak konuyu değiştirdi.
“Kuzeniniz Karl Evert Svedberg öldürüldü. Ylva Brink dışında onun tek akrabası sizsiniz. Onu en son ne zaman görmüştünüz?”
“Yaklaşık üç hafta önce.”
“Kesin bir tarih verebilir misiniz?”
“19 Temmuz Cuma günü saat 16.30’da.”
Yanıtın bu denli çabuk gelmesine Wallander çok şaşırmıştı. “Günü ve saati nasıl oldu da bu kadar çabuk hatırladınız?”
“Çünkü o zaman buluşmayı kararlaştırmıştık. Ben bazı arkadaşlarımı görmek için İskoçya’ya gidiyordum, Kalle de her zamanki gibi ben yokken burada kalacaktı. Ben yolculuğa çıkarken ve bu yolculuklardan döndüğümde birbirimizi görebiliyorduk.”
“Neden bu evde kaldı?”
“Burada oturuyordu.”
Yanıt Wallander’i çok şaşırtmıştı ama Björklund’dan kuşkulanmasını gerektiren bir şey de yoktu ortada.
“Bu hep böyle miydi? Yani siz yolculuğa çıktığınızda o gelip sizin evinizde mi kalıyordu?”
“En aşağı on yıldan beri böyleydi. Harika bir düzen kurmuştuk.”
Wallander kısa bir an düşündü. “Ne zaman döndünüz?”
“27 Temmuz’da. Kalle beni havaalanında karşıladı. Arabasıyla buraya geldik. Bir süre sohbet ettik, sonra o Ystad’a döndü.”
“İşlerinin çok yoğun olduğu hissine kapıldınız mı?”
Björklund başını arkaya atıp insanın tüylerini ürperten kahkahasını patlattı.
“Sanırım dalga geçiyorsunuz, ama ölünün arkasından dalga geçmek saygısızlık değil midir?”
“Dalga geçmiyordum. Son derece ciddiyim.”
Björklund gülümsedi. “Kadınlarla yoğun ve tutkulu bir ilişkiye girdiğimizde galiba hepimiz biraz aşırı yoğun çalışıyor gibi görünürüz?”
Wallander şaşkınlıkla Björklund’a baktı.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Ben İskoçya’dayken Kalle sevgilisiyle burada buluşuyordu. Aslında bu da planın bir parçasıydı. Ben İskoçya’ya ya da başka bir yere gittiğimde onlar burada kalırdı.”
Wallander iç çekti.
“Şaşırmış gibisiniz,” dedi Björklund.
“Her zaman aynı kadınla mı birlikte oluyordu? Kadının adı ne?”
“Louise.”
“Soyadı?”
“Bilmiyorum. Onunla hiç karşılaşmadım. Kalle onun hakkında konuşmazdı.”
Wallander şaşkınlık içindeydi. Svedberg’in bir kadınla ilişkisi olduğunu bilmiyordu, hele uzun süreli bir ilişkisi olduğu doğrusu hiç aklına gelmezdi.
“Bu kadınla ilgili başka neler biliyorsunuz?”
“Hiçbir şey.”
“Ama Kalle mutlaka bir şeyler söylemiş olmalı.”
“Söylemedi. Ben de sormadım. Bizler galiba alışılmışın dışında meraksız bir aileyiz.”
Wallander’in başka sorusu yoktu. Şu anda tek gereksinimi az önce duyduklarını hazmedebilmek için gerekli zamandı. Ayağa kalkınca Björklund kaşlarını çattı.
“Hepsi bu kadar mı?”
“Şimdilik, ama yine görüşeceğiz.”
Björklund onu kapıya kadar götürdü. Hava sıcaktı. Rüzgâr yoktu.
“Onu kimin öldürmüş olabileceğini düşünüyorsunuz?” diye sordu Wallander arabasına yaklaştığında.
“Hırsızlık olayı değil mi? Köşe başında kimin kimleri beklediğini nereden bileceksiniz?”
El sıkıştılar, Wallander arabasına bindi. Arabasını çalıştırırken Björklund cama doğru eğildi.
“Bir şey daha var,” dedi. “Louise saçlarının rengini sıklıkla değiştirir.”
“Bunu nereden biliyorsunuz?”
“Lavabonun içi saçla dolu olurdu da ondan. Bir yıl kızıl, ertesi yıl siyah, sonra da sarı. Her zaman farklıydı.”
“Ancak siz onun aynı kişi olduğunu düşünüyorsunuz, değil mi?”
“Ben Kalle’nin ona sırılsıklam âşık olduğunu düşünüyorum.”
Wallander onaylarcasına başını salladı. Sonra da arabayı sürdü. Saat üç olmuştu. Bir tek şey kesin, diye geçirdi içinden Wallander, birkaç gün önce öldürülen arkadaşımız ve meslektaşımız Svedberg’i meğerse hiçbirimiz tanımıyormuş.
Saat üçü on geçe Wallander arabasını kent meydanına park ettikten sonra Lilla Norre Caddesi’ne doğru yürüdü. Nedenini bilmeden adımlarını hızlandırdı. Birden çok önemli bir şey oluyormuş gibi bir hisse kapılmıştı.

7
Wallander bodruma indi. Yüksek basamaklar onda sıradan bir bodrum katından çok daha derin bir yere iniyormuş gibi bir duygu yaratmıştı, sanki yeraltı dünyasına giriyormuş gibi hissetti. Mavi çelik kapının önüne gelince Nyberg’in verdiği anahtarlar arasından bodrum katının anahtarını bulup kapıyı açtı. İçerisi karanlıktı ve rutubet kokuyordu. Arabadan aldığı el fenerini yakıp duvarlara doğru tuttu. Sonunda elektrik düğmesini buldu. Odanın tavanı sanki kısa boylular için yapılmışçasına alçaktı. Dar koridorda ilerleyip her iki yanında da ızgaralar olan depo alanına geldi. İsveç’teki bodrum katlarında bulunan depoların, içinde tutuklu yerine eski kanepelerin, kayakların ve bir dizi valizlerin bulunduğu hücrelere benzediğini unutmuştu. Svedberg’in deposu koridorun ucundaydı. Deponun kapısında çelik kol demiri vardı. Kol demirinin iki ucuna da asma kilit takılmıştı. Bu kilitleri Svedberg koymuş olmalı, diye geçirdi içinden. İçeride yitirmekten korktuğu bir şey mi var acaba?
Wallander plastik eldivenleri eline geçirip kilidi dikkatle açtı, sonra da depo bölümünün ışığını yakıp çevresine bakındı. Bir depoda olabilecek her türlü eşya Svedberg’in deposunda da vardı. Depoyu baştan sona incelemesi bir saatini almıştı. Olağan dışı bir şey bulamadı. Sonunda yerinde doğrulup bir kez daha baktı. Pahalı bir teleskop gibi orada mutlaka olması gerektiğine inandığı bir şeyi arıyordu gözleri ama ne yazık ki yoktu. Bodrum katından dışarı çıkıp kapıyı kilitledi.
Gün ışığına geri dönmüştü. Çok susadığından ana meydanın güneyindeki kafeye gidip maden suyuyla kahve içti. Çörek almamak için elinden geleni yaptı ama iradesine yenilip bir de çörek yedi.
Yarım saatten daha kısa bir süre içinde Svedberg’in evinin kapısına geri gelmişti. İçeride ölümcül bir sessizlik vardı. Wallander içeri girmeden önce soluğunu tuttu. Her zamanki gibi kapı polis kordonu altına alınmıştı. Kordonu hafifçe kaldırdı, cebinden evin anahtarını çıkarıp kapıyı açtı ve içeri girdi. Girer girmez de caddeden gelen beton karıştırıcının sesini duydu. Oturma odasına gitti, istemeyerek Svedberg’in cesedinin yattığı noktaya baktı, sonra da penceyere yaklaştı. Beton karıştırıcı binaların arasındaydı. İnşaat malzemeleri büyük bir kamyondan yere indiriliyordu. Birden aklına bir şey geldi. Evden dışarı çıkıp sokağa çıktı. Gömleğini çıkarmış orta yaşlı bir adam karıştırıcının içine su katıyordu. Başıyla Wallander’i selamladı. Wallander onun ânında kendisinin polis olduğunu anladığını fark etti.
“Orada olanlar korkunç,” diye bağırdı adam karıştırıcının sesini bastırmak istercesine.
“Konuşmalıyız,” diye bağırdı Wallander.
Adam gölgede sigara içen daha genç bir işçiye seslendi. Genç yanlarına gelip adamın elinden hortumu aldı. Sonra Wallander’le birlikte daha sessiz olan yan köşeye gittiler.
“Neler olduğunu biliyor musun?” diye sordu Wallander işçiye.
“Svedberg adında bir polis öldürülmüş.”
“Evet doğru. Burada ne zamandan beri çalışıyorsun? İnşaat yeni başlamış gibi?”
“Pazartesi başladık. Binanın girişini yeniliyoruz.”
“Karıştırıcıyı kullanmaya ne zaman başladınız?”
İşçi düşündü. “Salı olmalı,” dedi. “Sabah on bir sularında.”
“O günden beri de çalışıyor mu?”
“Çalışıyor sayılır. Sabah yediden beşe dek çalıştırıyoruz. Bazen biraz daha fazla da çalışabiliyor.”
“İnşaat başladığından beri karıştırıcı hep burada mı?”
“Evet.”
“O hâlde binaya giren ve çıkanları net olarak gördün demek.”
İşçi birden Wallander’in sorusunun ciddiyetini kavrayınca yüzünde çok ciddi bir ifade oluştu.
“Burada oturanları herhâlde tanımıyorsun,” dedi Wallander. “Ama bazılarını bir kereden fazla görmüş olmalısın.”
“Polis memurunun nasıl biri olduğunu bilmiyorum, eğer bunu sormak istiyorsanız.”
Bu Wallander’in aklına gelmemişti.
“Şimdi bir arkadaşımı arayıp onun fotoğrafını getirmesini söyleyeceğim,” dedi. “Adın ne senin?”
“Nils Linnman, televizyonda şu belgesel programları yapan adamın adı gibi.”
Wallander elbette Nils Linnman’ı çok iyi tanıyordu. Aslında onu herkes tanırdı.
“Burada çalıştığın süre içinde olağan dışı bir şey gözüne ilişti mi?” diye sordu Wallander, bir an önce bir ipucu bulma umuduyla.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Oldukça tedirgin görünen biri ya da çok acelesi varmış gibi koşar adımlarla yürüyen biri gibi. Bazen insan gördüğü bir şey karşısında tedirgin olur ya, onun gibi bir şey işte.”
Linnman düşünceye daldı. Wallander bekledi. Yine tuvalete gitmesi gerekiyordu.
“Hayır,” dedi sonunda Linnman. “Hatırlamıyorum ama Robban bir şeyler görmüş olabilir.”
“Robban mı?”
“Benim yerime karıştırıcının başına geçen genç, ama pek sanmıyorum. Onun için varsa yoksa motosiklet, başka bir şeyle ilgilendiği yok.”
“Bir de ona soralım,” dedi Wallander. “Bu arada aklına bir şey gelirse lütfen hemen beni ara.”
Wallander cebinden kartını çıkarıp uzattı, Linnman kartı iş tulumunun cebine attı.
“Robban’ı göndereyim.”
Robban’la görüşmesi kısa sürmüştü. Gerçek adı Robert Tarn-berg’di ve o binada birinin öldürüldüğünü laf arasında duymuştu. Garip bir şey dikkatini çekmemişti. Wallander karşıdan karşıya bir fil geçse onun da farkında olmayacak, diye içinden geçirdiği için ona kartını vermeye gerek duymadı. En azından kimsenin silah sesini neden duymadığına ilişkin tatmin edici bir yanıt vardı artık elinde.
Mutfağa gidip emniyeti aradı. Emniyette yalnızca Höglund vardı. Wallander inşaat işçilerine göstermek için Svedberg’in bir fotoğrafını alıp gelmesini istedi ondan.
“Orada elinde Svedberg’in fotoğrafı kapı kapı dolaşan polislerimiz var,” dedi Höglund.
“Ama işçilerle görüşmedikleri anlaşılıyor.”
Wallander hole çıktı, sonra durup, konuyla ilgisi olmayan düşüncelerden kendini arındırmaya çalıştı. Yıllar önce Wallander, Malmö’den Ystad’a taşındığında Rydberg ona şu öğüdü vermişti: Tüm dış etkenlerden kendini yavaş yavaş soyutla. Katil her zaman arkasında ipucu bırakır, bir şekilde görmeye çalış.
Wallander ön kapıyı açar açmaz en azından bir ayrıntının doğru olmadığını gördü. Holdeki aynanın hemen altındaki sepette bir yığın gazete vardı, Svedberg’in abone olduğu yerel gazetelerden Ystad Allehanda’ydı bunlar. Ancak en azından birinin orada olması gerektiği hâlde, posta deliğinin altında tek bir gazete bile yoktu. Aradan iki ya da üç gün geçmişti. Belki de biri yerdeki gazeteleri toplamıştı. Mutfağa gidince çarşamba ve perşembe günlerinin gazetelerinin tezgâhın üstünde olduğunu gördü. Cumanın gazetesiyse masanın üstünde duruyordu.
Wallander cep telefonundan Nyberg’i aradı. Nyberg hemen telefona yanıt verdi, Wallander konuşmasına beton karıştırıcıdan başladı. Nyberg’in sesi kuşku doluydu.
“Ses içeri doğru geliyor,” dedi. “Beton karıştırıcı çalıştığında sokaktaki insanların içeriden gelen silah seslerini duymaları pek olası değil ama binanın içi dersen o ayrı bir konu. Ses binalarda farklı şekillerde yansır. Bunu bir yerde okumuştum.”
“O zaman belki de ses deneyleri yapsak iyi olacak,” dedi Wallander. “Beton karıştırıcıyla ve onsuz. Tabii bu deneyleri yaparken de komşulara kesinlikle bir şey söylemeyeceğiz.”
Nyberg karşı çıkmadı.
“Ama ben seni aslında gazete için aramıştım,” dedi Wallander. “Ystad Allehanda.”
“Mutfak masasının üstüne ben koydum,” dedi Nyberg. “Ama tezgâhın üstündekilerden başkası sorumlu.”
“Parmak izlerini almalıyız,” dedi Wallander. “Gazeteleri oraya kimin koyduğunu bilmiyoruz.”
Nyberg bir an için konuşmadı. “Haklısın,” dedi sonra da. “Nasıl oldu da ben bunu atladım?”
“Onlara dokunmam,” dedi Wallander.
“Orada ne kadar kalacaksın?”
“En azından iki ya da üç saat.”
“Beni bekle.”
Wallander mutfaktaki çekmecelerden birini açtı, çekmedeki kalemlerle not defterlerini görünce bunları daha önce de gördüğünü anımsadı. Nils Linnman’la Robert Tarnberg’in adlarını yazdıktan sonra birinin gazeteleri getiren kişiyle konuşması gerektiğini not etti. Sonra da hole döndü. İpuçları, izler ve gölgeler demişti Rydberg ona. Gözleri holü tararken soluğunu tuttu. Svedberg’in yaz kış üstünden çıkarmadığı deri ceketi kapının yanında asılı duruyordu. Wallander ceketin ceplerini karıştırınca Svedberg’in cüzdanını buldu.
Nyberg amma da dikkatsizmiş, diye geçirdi içinden.
Mutfağa geri gidip cüzdanı masanın üstüne boşalttı. Cüzdandan 847 kron, bir banka kartı, benzincinin kartı ve bazı kartvizitler çıkmıştı. Komiser Svedberg, yazıyordu tüm kimliklerin üstünde. Polis kimliğiyle ehliyeti karşılaştırdı. Ehliyetteki fotoğraf daha eskiydi. Svedberg kameraya sıkıntılı bir ifadeyle bakmıştı. Fotoğraf yazın çekilmişe benziyordu çünkü Svedberg’in keli güneşten yanmıştı.
Louise sana şapka takmanı söylemeliydi, diye geçirdi içinden Wallander. Louise. Onun varlığından yalnızca iki kişi söz etmişti. Svedberg ve canavarcı profesör kuzeni. Ama onu görmemişti, yalnızca lavaboya dökülen saçlarını biliyordu. Wallander yüzünü buruşturdu. Mantıklı değildi.
Telefona uzanıp hastaneden Ylva Brink’i aradı. Telefonu açan görevli Ylva’nın hastaneye akşam geleceğini söyledi. Wallander bir kez de evden denedi ama telesekreter çıktı.
Yeniden cüzdandakilere döndü. Polis kimliğindeki fotoğraf daha yeni çekilmişe benziyordu. Svedberg’in yüzünde yine bir öncekine benzeyen sıkıntılı bir ifade vardı. Wallander cüzdanın içinde birkaç tane de pul buldu. Hepsi bu kadardı. Bir poşet alıp hepsini içine attı. Sonra üçüncü kez hole çıktı. İzleri bul, tüm gizemi çöz, demişti Rydberg ona.
Wallander banyoya gitti. Rahatlamıştı. Sture Björklund’un farklı saç renklerine ilişkin söylediklerini hatırladı. Svedberg’in yaşamındaki kadınla ilgili olarak yalnızca saçlarını boyadığını biliyordu. Oturma odasına gidip yere düşmüş sandalyenin yanında durdu. Sonra fikrini değiştirdi. Rydberg olsaydı, Acele ediyorsun, derdi. Cinayet izlerinin özenle aranması gerekir, aceleyle değil.
Mutfağa gidip bir kez daha Ylva Brink’i aradı. Bu kez ona ulaşabilmişti.
“Seni rahatsız etmiyorum umarım,” dedi. “Gece nöbette olduğunu biliyorum.”
“Geç saatlere dek uyuyamıyorum ki,” diye karşılık verdi.
“Aklıma birçok soru takıldı ve bazılarını sana hemen şimdi sormak istiyorum.”
Wallander ona Sture Björklund’la yaptığı konuşmayı ve Björklund’un Svedberg’in Louise adında bir kadınla ilişkisi olduğunu söylediğini anlattı.
“Bana bunlardan hiç söz etmemişti,” diye karşılık verdi Ylva Brink, Wallander sözlerini tamamladığında.
Wallander bu bilginin onu biraz tedirgin ettiğini hissetmişti.
“Hangisi sana bunlardan söz etmemişti? Kalle mi yoksa Sture mi?”
“İkisi de.”
“İşe Sture’yle başlayalım. Aranız nasıl? Sana bu ilişkiden söz etmemesine şaşırdın mı?”
“Pek inandığımı söyleyemem.”
“Peki ama neden yalan söylesin?”
“Bilmiyorum.”
Wallander bu konuşmanın yüz yüze yapılması gerektiğini hissediyordu. Saatine baktı. Altıya yirmi vardı. Evde daha bir saatlik işi vardı.
“Galiba en iyisi yüz yüze konuşmamız,” dedi. “Saat yediden sonra serbestim.”
“Emniyette buluşalım mı? Hastaneye de yakın. İşe giderken emniyete uğrarım.”
Wallander telefonu kapatıp oturma odasına gitti. Yere yuvarlanmış kırık sandalyeye yaklaştı, olanları gözünün önünde canlandırmaya çalışıp çevresine bakındı. Svedberg hemen burada vurulmuştu. Nyberg katil silahı kalça ya da göğüs seviyesinde tuttuğundan kurşunun başın biraz altından girebileceğinden söz etmişti. Duvardaki kan izleri bu mermi yolunun yukarıya doğru olduğunu onaylıyordu. Svedberg sol tarafa düşmüş olmalıydı, düşerken de sandalyeyi beraberinde sürüklemişti. Zaten bu yüzden de sandalyenin ayaklarından biri kırılmıştı. Peki ama o anda Svedberg oturuyor muydu yoksa ayakta mıydı?
Wallander bunun ne denli önemli olduğunun farkındaydı. Svedberg sandalyede oturuyorduysa katilini mutlaka tanıyordu. Yok eğer içeri giren kişi hırsızsa ne oturabilir ne de oturduğu yerde sakin kalabilirdi.
Wallander av tüfeğinin bulunduğu noktaya gitti. Arkasını dönüp bulunduğu açıdan odaya baktı. Bu noktadan ateş edilmiş olmayabilirdi ama kurbana yeterince yakındı. Kıpırdamadan Rydberg’in dediği gibi gölgeleri gizlendikleri yerden özenle çıkarmaya çalıştı. Bu olayla ilgili içini kemiren o garip his yeniden yoğunlaşmıştı. Svedberg hole gelip hırsızı gafil mi avlamıştı? Öyle olsaydı cesedi de holde olmalıydı. Hırsızın elinde silah hazır bir şekilde kurbanını beklemesi mantık dışıydı. Svedberg hiç zaman yitirmeden ona saldırırdı. Karanlıktan korkuyor olabilirdi ama gerektiğinde harekete geçmekten hiç korkmazdı.
Beton karıştırıcı birden durdu. Wallander çevreyi dinledi. Trafiğin sesi yoğun değildi.
Bu da bir diğer seçenek, diye geçirdi içinden. Eve gelen kişiyi Svedberg tanıyordu. O denli iyi tanıyordu ki elindeki silah bile onu tedirgin etmemişti. Sonra bir şey oldu, Svedberg öldürüldü ve kimliği bilinmeyen saldırgan evde kavga dövüş olmuşçasına eşyaları kırıp yere attı.
Belki de olaya hırsızlık süsü vermek istedi. Wallander’in aklına yine teleskop gelmişti. Evde yoktu ama başka şeylerin de olmadığını kim bilebilirdi? Belki Ylva Brink bu konuda yardımcı olabilirdi.
Wallander pencereye yaklaşıp sokağa baktı. Nils Linnman aletleri topluyordu. Robert Tarnberg gitmiş olmalıydı. Birkaç dakika önce bir motosiklet sesi duymuştu.
Kapı çaldı. Wallander boş bulunup yerinden sıçradı. Kapıyı açınca karşısında Ann-Britt Höglund’u gördü.
“İşçiler paydos etti,” dedi Wallander. “Geciktin.”
“Onlara Svedberg’in fotoğrafını gösterdim,” diye karşılık verdi. “Kimse onu görmemiş ya da en azından hatırlamıyor.”
Mutfağa geçip oturdular ve Wallander ona Sture Björklund’la yaptığı görüşmeyi anlattı. Höglund dikkatle onu dinliyordu.
“Eğer söyledikleri doğruysa Svedberg’le ilgili tüm düşüncelerimiz feci şekilde değişecek,” dedi Höglund, Wallander sözlerini tamamladıktan sonra.
“O kadını neden bunca zaman saklamış dersin?”
“Belki kadın evliydi.”
“Kaçamak bir ilişki mi? Yalnızca Björklund’un evinde buluştuklarını mı düşünüyorsun? Bu bana pek olası gelmiyor. Björklund bir yerlere gittiğinde onun evinde yılda yalnızca birkaç kez kalıyorlardı. Kimseye görünmeden buraya gelmesi olanaksız.”
“Ne olursa olsun onu mutlaka bulmalıyız,” diye karşılık verdi Höglund.
“Ben başka bir şey daha düşünüyorum,” dedi Wallander yavaşça. “Bu kadını bir sır gibi sakladığına göre acaba bizden daha başka neleri gizliyordu?”
Wallander, genç kadının, düşüncelerini algıladığını görüyordu.
“Sence bu bir hırsızlık olayı değil, öyle mi?”
“Değil gibi. Teleskop kayıp. Ylva Brink belki bize daha başka nelerin kaybolduğunu söyleyebilir. Ortada garip şeyler dönüyor.”
“Banka hesaplarına baktık,” dedi Höglund. “En azından bulabildiklerimize. Önemli bir şey yok. Ne borcu var ne de alacağı. Arabası için 25.000 kron borç almış bankadan ama banka müdürü Svedberg’in taksitleri her zaman gününde ödediğini söyledi.”
“Ölünün arkasından kötü konuşulmaması gerektiğini biliyorum ama doğruyu söylemem gerekirse ben onun çok cimri biri olduğunu sanıyordum.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Dışarı çıktığımızda hesabı her zaman paylaşırdık ama bahşiş bırakan hep ben olurdum.”
Höglund yavaşça başını salladı. “İnsanları olduklarından farklı değerlendirmemiz çok ilginç. Svedberg’in böyle biri olduğunu bilmiyordum.”
Wallander ona beton karıştırıcıdan söz etti. Sözlerini bitirdiğindeyse kapının anahtarla açıldığını duydular. Nyberg boğazını temizleyinceye dek ikisi de taş kesilmiş, heyecan içinde bekleşiyordu.
“Şu lanet olasıca gazeteler,” dedi. “Nasıl görmediğime hâlâ inanamıyorum.”
Gazeteleri poşete koyup ağzını kapattı.
“Parmak izlerine ilişkin bilgiyi ne zaman alabiliriz?” diye sordu Wallander.
“En erken pazartesi.”
“Ya otopsi raporunu?”
“Onunla Hansson ilgileniyor,” dedi Höglund. “Ama kısa zamanda elimizde olacağını sanıyorum.”
Wallander, Nyberg’e oturmasını söyledikten sonra ona da Louise’i anlattı.
“İnanamıyorum,” dedi Nyberg. “Ben Svedberg’in her zaman yalnız biri olduğunu sanırdım. Peki ya cuma akşamları hiç sektirmeden gittiği sauna? Onunla ilgili bir bilgi var mı?”
“Kopenhag Üniversitesi profesörlerinden birinin bize yalan söylemesi çok da iyi olmaz,” dedi Wallander. “Onun için doğruyu söylediğine inanmalıyız.”
“Ya Svedberg bu Louise olayını uydurmuşsa? Seni doğru anladıysam kimse Louise’i görmemiş.”
Wallander bir an düşündü. Louise, Svedberg’in yarattığı bir hayal ürünü olabilir miydi?
“Peki ama Björklund’un lavabosuyla banyo küvetindeki saçlara ne demeli? Bunların uydurma olmadığı ortada.”
“İnsan neden böyle bir şey uydurur ki?” diye sordu Nyberg.
“Yalnızlıktan,” diye karşılık verdi Höglund. “İnsanlar yalnızlıktan ötürü birçok şeyin özlemini duyduklarından gerçekmiş gibi hayal kurmaktan kendilerini alamaz.”
“Banyoda hiç saç teli gözüne ilişti mi?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” diye yanıtladı Nyberg. “Ama istersen bir kez daha bakarım.”
Wallander yerinden kalktı. “Benimle gelin,” dedi.
Oturma odasına gittiler ve Wallander aklına gelen düşünceleri onlara anlattı.
“Bu olayda bir şekilde kesin olmasa da bir başlangıç noktası yakalamaya çalışıyorum,” dedi. “Eğer burada gerçekleşen bir hırsızlık olayıysa o zaman birçok konunun açıklığa kavuşması gerekiyor. Katil içeri nasıl girdi? Elinde neden silah vardı? Svedberg hangi noktada ortaya çıktı? Teleskobun yanı sıra daha başka neler çalındı? Peki Svedberg neden vuruldu? Kavga olduğuna ilişkin herhangi bir delil yok. Hemen hemen her oda darmadağınık ama katilin Svedberg’i evde kovaladığını hiç sanmıyorum. Bulmacanın birçok parçası eksik olduğundan hırsız tezini bir kenara bıraktığımızda acaba neler oldu diye sorup duruyorum kendime. O zaman karşımıza çıkan manzara ne? Bu bir intikam meselesi mi? Bir anlık bir kendini kaybetme sonucu mu? Artık elimizde bir de kadın olduğuna göre kıskançlık konusunu da göz ardı etmemeliyiz ama bir kadın Svedberg’i yüzünden vurabilir mi? Sanmıyorum. Başka ne olasılıklar söz konusu dersiniz?”
Kimse konuşmadı. Onların sessizliği Wallander’in bu olayda somut bir mantık olmadığına ilişkin izlenimini güçlendirmişti. Bu cinayeti adi bir hırsızlık, tutku veya aşk cinayeti ya da başka bir şey olarak sınıflandırmak kolay değildi. Svedberg’in öldürülmesi için somut bir neden yoktu.
“Artık gidebilir miyim?” diye sordu Nyberg sonunda. “Bu akşam bitirmem gereken bazı raporlar var.”
“Yarın sabah toplantımız var.”
“Kaçta?”
“Dokuzda başlamayı düşünüyoruz.”
Nyberg onları oturma odasında bırakıp gitti.
“Her bir yanı sıkıca örtülmüş bir dramı ortaya çıkarmaya çalıştım az önce,” dedi Wallander. “Ne görüyorsun?”
Höglund’un keskin görüşlü olduğunu ve analitik düşünebilme becerisini biliyordu.
“Evin durumuyla başlayalım.”
“Peki.”
“Evdeki karmaşanın olası üç açıklaması var. Telaşlı ya da son derece tedirgin bir hırsız. Ne aradığını bilmemesine karşın bir şeyler arayan biri. Ya da etrafı dağıtmaktan hoşlanan vahşi ve yıkıcı biri. Vandalizm.”
Wallander, genç kadını dikkatle dinlemişti.
“Dördüncü bir olasılık daha var,” dedi. “Öfkesine hâkim olamayan biri.”
Bakıştılar, ikisi de birbirinin ne düşündüğünü biliyordu. Svedberg zaman zaman kontrolünü yitirebilecek kadar öfkelenirdi. Neden öfkelendiğini de anlamak olanaksızdı. Bir keresinde öfkeden odasını darmadağın etmişti.
“Bunu Svedberg de yapmış olabilir,” dedi Wallander. “Bunu da olasılıklarımıza katmalıyız. Daha önce benzeri bir olay yaşadığımızı unutmayalım. Bu da bizi çok önemli bir soruyla karşı karşıya bırakıyor?”
“Neden?”
“Evet. Neden?”
“Svedberg odasını darmadağın ettiğinde yanındaydım ama neden o şekilde davrandığını bir türlü anlamamıştım.”
“O zaman Björk emniyet müdürüydü. Svedberg’i bazı çok önemli eşyalara el koymakla suçlamıştı.”
“Ne tür eşyalara?”
“Çok değerli ikona ve başka şeylere,” diye yanıtladı Wallander. “Büyük bir kaçakçılık olayından ele geçirilen şeylerdi bunlar.”
“Demek Svedberg bunları çalmakla suçlandı?”
“Hayır, görevini tam olarak yerine getirmemekten aslında ama ona güvenilmediği belliydi.”
“Sonra ne olmuştu?”
“Svedberg buna çok içerlemiş ve odasındaki her şeyi paramparça etmişti.”
“İkonalar bulundu mu?” diye sordu Höglund.
“Hayır ama kimse Svedberg’in çaldığını da kanıtlayamadı. Soyguncular da içeri atıldılar.”
“Ama Svedberg buna çok içerledi, öyle mi?”
“Evet.”
“Ne yazık ki bu bir işimize yaramaz. Svedberg kendi evini darmadağın ediyor ama sonra ne oluyor?”
“Bilmiyoruz,” dedi Wallander.
Oturma odasından çıktılar.
“Svedberg’in tehdit aldığını duydun mu hiç?” diye sordu hole geldiklerinde Wallander.
“Hayır.”
“Tehdit edilen var mı?”
“Bunun nasıl olduğunu bilirsin, garip ve imzasız mektuplar ve kimliği belirlenemeyen telefonlar işimizin bir parçası oldu artık,” diye karşılık verdi. “Ama bunlar doğal olarak kayıtlarda var zaten.”
“Son zamanlardaki kayıtlara bir baksana,” diye önerdi Wallander. “Ayrıca Svedberg’e gazete getiren kişiyle de konuşmanı istiyorum.”
Höglund, Wallander’in söylediklerini not defterine yazdı.
“Şu lanet teleskop nerede?” dedi Wallander.
“Louise adındaki kadını nasıl bulacağız?” diye sordu Höglund merakla.
Wallander sokak kapısını açtı.
“Silahın Svedberg’e ait olmadığından emin olabiliriz,” dedi Höglund. “Kayıtlı silahı yoktu.”
“Bunu bilmek iyi oldu.”
Höglund basamakları inmeye başladı. Wallander mutfağa döndü. Bir bardak su içtikten sonra bir şeyler yemesi gerektiğini düşündü. Yorulmuştu. Başını duvara dayadı, gözlerini kapatıp uykuya daldı.
Düşünde kendini karla kaplı dağlarla çevrili bir yerde gördü. Güneş pırıl pırıldı. Kayak takımı, Svedberg’in bodrum katında gördüklerine benziyordu. Gittikçe daha hızlı gidiyordu ve dümdüz kalın bir sis tabakasına doğru ilerliyordu. Aniden önünde bir uçurum açıldı.
Wallander şaşkınlıkla uyandı. Mutfak saatine bakınca topu topu on bir dakika uyuduğunu fark etti.
Kıpırdamadan durarak sessizliği dinledi. Birden telefon sesiyle irkildi. Martinson arıyordu.
“Orada olacağını tahmin etmiştim.”
“Bir şey mi oldu?”
“Eva Hillström beni yine görmeye geldi.”
“Ne istiyormuş?”
“Bir şey yapmazsak olayı basına taşıyacağını söyledi.”
Wallander bu sözleri yanıtlamadan önce bir an durdu. “Ben galiba bu sabah olayı yanlış yönlendirdim,” dedi. “Bunu yarın sabah toplantıda gündeme getirmeyi düşünüyordum.”
“Neyi?”
“Doğal olarak Svedberg önceliğimiz, ama kayboldukları söylenen o gençleri de göz ardı edemeyiz. Bir şekilde her iki mesele için de zaman ayırmalıyız.”
“Bunu nasıl yapacağız?”
“Bilmiyorum, ama işlerimizin bu denli yoğun olması ilk kez başımıza gelmiyor.”
“Bayan Hillström’e seninle konuştuktan sonra onu arayacağıma söz vermiştim.”
“Güzel. Onu sakinleştirmeye çalış. Meseleyle ilgileneceğiz.”
“Buraya gelecek misin?”
“Biraz sonra. Önce Ylva Brink’i görmeliyim.”
“Svedberg cinayetini çözebilecek miyiz dersin?”
Wallander, Martinson’un kaygılarını anlayabiliyordu.
“Evet,” dedi. “Elbette çözeceğiz, ama çok karmaşık şeyler çıkabilir karşımıza.”
Telefonu kapattı. Pencerenin önünden birkaç güvercin uçarak geçti. Birden Wallander’in aklına bir şey geldi.
Höglund cinayette kullanılan silahın Svedberg adına kayıtlı olmadığını söylemişti. Bu da Svedberg’in silahı olmadığı anlamına geliyordu ama gerçek böylesine mantıklı olmayabilirdi. İsveç’te ruhsatsız birçok silah vardı. Bu da polisin çaresini bulamadığı sorunlardan biriydi. Bir polisin de sıradan bir vatandaş gibi ruhsatsız bir silaha sahip olması olası değil miydi? Bunun anlamı neydi? Silah ya gerçekten Svedberg’e aitse? Wallander içindeki yoğun tedirginlik duygusunu yeniden hissetti. Telaşla yerinden kalkıp dışarı çıktı.

8
István Kecskeméti başarısız bir devrimden sonra ülkelerinden ayrılmaya zorlanan Macar göçmenlerle birlikte 40 yıl önce İsveç’e gelmişti. Üç küçük kardeşi ve ebeveyniyle Trelleborg’a geldiğinde on dört yaşındaydı. Mühendis olan babası 1920’li yılların sonuna doğru Stockholm’ün hemen dışındaki Separatör fabrikalarını ziyaret etmişti. Orada kendine uygun bir iş bulmayı ümit etmişti. Ne var ki Trelleborg’dan öteye gidememişlerdi. Feribot terminalinin dik merdivenlerini tırmanırken kalp krizi geçirmişti. İsveç topraklarıyla ikinci karşılaşmasıysa bedeninin ıslak asfalta düşmesiyle gerçekleşmişti. Trelleborg mezarlığında toprağa verilmişti. Ailesi Skåne’de kalmıştı ve István şimdi 54 yaşındaydı. Ystad’da, Hamn Caddesi’ndeki pizzacılardan birinin hem sahibi hem de müdürüydü.
Wallander, István’ın öyküsünü uzun zaman önce duymuştu. Wallander zaman zaman yemeğini orada yerdi ve içerisi çok kalabalık olmadığında da István yanına gelip otururdu.
İçeri girdiğinde saat altı buçuktu, Ylva Brink’le görüşmesine daha yarım saat vardı. Tahmin ettiği gibi içeride kimse yoktu. Mutfaktan gelen radyonun sesi duyuluyordu. István barın yanındaki telefonda konuşuyordu, köşedeki masaya oturan Wallander’e el salladı. Sonra ciddi bir ifadeyle Wallander’in yanına geldi.
“Duyduklarım doğru mu? Bir polis mi öldürülmüş?”
“Ne yazık ki doğru,” diye karşılık verdi Wallander. “Karl Evert Svedberg. Onu tanır mıydın?”
“Buraya geldiğini sanmıyorum,” dedi István. “Bira ister misin? Benden.” Wallander hayır dercesine başını salladı.
“Acelem var, hazırda ne varsa onu getiriver,” dedi. “Kan şekeri yüksek birine uygun bir şeyler olsun.”
István kaygıyla ona baktı.
“Şeker hastası mı oldun?”
“Hayır, ama şeker düzeyim çok yüksek.”
“O zaman şeker hastasısın.”
“Belki ama kalıcı bir hastalık değil. Çok acelem var.”
“Az yağda bonfile soteyle salataya ne dersin?”
“Güzel.”
István gidince Wallander neden şeker hastalığı utanılacak bir şeymiş gibi davrandığını anlamaya çalıştı. Bunda garip bir şey yoktu ki. Şişmanlığından hiç hoşnut değildi, hatta bundan nefret ediyordu. Böylesi bir sorun yokmuş gibi davranmak istiyordu.
Her zamanki gibi yine bir çırpıda yemeğini bitirdi. István bir grup Polonyalı turistin masalarına oturmasını beklerken Wallander kahvesini içiyordu. István’ın Svedberg’in ölümüne ilişkin sorularına yanıt vermek zorunda kalmadığına seviniyordu. Hesabını ödedikten sonra restorandan çıktı.
Saat yedide emniyete gitti. Ylva Brink henüz gelmemişti. Wallander doğruca Martinson’un odasına gitti. Hansson da oradaydı.
“Nasıl gitti?” diye sordu.
“Yeni bir şey yok.”
“Lund’dan bir haber var mı?”
“Yok,” diye karşılık verdi Hansson. “Pazartesiye kadar beklemek zorundayız.”
“Ölüm saatini öğrenmemiz gerekli,” dedi Wallander. “Bunu öğrenir öğrenmez de bir başlangıç noktamız olacacak.”
“Dosyaları inceledim,” dedi Martinson. “Ne cinayet ne de soyguna benziyor.”
“Soygun amaçlı olup olmadığından emin değiliz,” dedi Wallander.
“Başka ne olabilir ki?”
“Bilmiyorum. Şimdi gidip Ylva Brink’le görüşmeliyim. Yarın sabah dokuzda görüşürüz.”
Odasına gidince kendisiyle hemen görüşmek istediğini belirten Lisa Holgersson’un notunu gördü. Wallander onu aradı ama bulamadı, danışmaya gitti. Ebba gitmişti.
“Lisa eve gitti,” dedi danışmadaki polis.
Wallander akşam daha geç bir saatte onu evden aramaya karar verdi. Danışmanın önünde bekledi, birkaç dakika sonra Ylva Brink geldi. Wallander odasına giderlerken kahve isteyip istemediğini sordu ama kadın istemedi.
Bu görüşmede teyp kaydı almaya karar vermişti. Genelde Wallander konuşmaların banda alınmasından yana değildi, bu ona iki kişi arasındaki konuşmaların üçüncü bir kişi tarafından çaktırılmadan dinlenmesi gibi gelirdi ama bu kez Ylva Brink’le yapacağı görüşmenin her sözcüğünü kaydetmek istiyordu. Ylva Brink’e bir sakıncası olup olmadığını sorunca yok yanıtını aldı.
“Bunu bir sorgulama gibi düşünme,” dedi. “Konuştuklarımızı kelimesi kelimesine hatırlamak istiyorum. Bu cihaz benim belleğimden çok daha iyi.”
Kayıt düğmesine basınca bant dönmeye başladı. Saat yediyi on dokuz geçiyordu.
“9 Ağustos 1996, Cuma,” dedi Wallander. “Komiser Karl Evert Svedberg’in kasten ya da kaza sonucu öldürülmesine ilişkin Ylva Brink’le yapılan görüşme.”
“Başka ne tür olasılıklar söz konusu?” diye sordu Ylva Brink.
“Polis terminolojisinde bu tür ağdalı ifadeler çoktur,” dedi Wallander. Kulağa yapmacık geldiğinin bilincindeydi.
“Birkaç saat geçti, bu arada biraz düşünmüş olabilirsin. Büyük olasılıkla sen de bizler gibi neden diye sorup duruyorsundur kendine. Cinayet, cinayeti işleyen kişinin dışında herkese genellikle anlamsız gelir.”
“Hâlâ onun öldürüldüğüne inanamıyorum. Birkaç saat önce eşimle konuştum, gemilerde uydu telefonları var biliyorsun. Kafayı yediğimi düşündü ama olayı kocama anlatırken kendi sesimi duyunca tüm bunların gerçek olduğunu anladım.”
“Seninle aradan biraz zaman geçtikten sonra konuşmayı yeğlerdim ama ne yazık ki soruşturmaya bir an önce başlamamız için şimdi konuşmak zorundayım. Katili en kısa zamanda yakalamak zorundayız. İçimizde bir yara açıldı ve bu yara her geçen dakika daha da büyüyor.”
Ylva Brink onu dikkatle dinliyordu.
“Şu Louise denen kadın,” dedi Wallander. “Karl Evert’in onunla yıllardan beri görüştüğü anlaşılıyor. Onu hiç gördün mü?”
“Hayır.”
“Svedberg sana ondan söz eder miydi?”
“Hayır.”
“Sana ilk kez ondan söz ettiğimde ilk tepkin ne olmuştu?”
“Doğru olduğuna inanmakta zorlanmıştım.”
“Peki, şimdi ne düşünüyorsun?”
“Doğru olduğu ortada ama anlamakta zorlanıyorum.”
“Mutlaka bir ara sen ve Karl Evert neden hiç evlenmediği konusunda bir şeyler konuşmuş olmalısınız. Neden evlenmedi?”
“Bekâr olmaktan çok mutlu olduğunu her fırsatta söylerdi.”
“Bu sözleri söylerken tavrı nasıldı? Garip miydi?”
“Ne demek istiyorsun?”
“Tedirgin miydi? Buruk muydu? Ya da yalan söylüyor gibi miydi?”
“Son derece inandırıcıydı.”
Wallander, Ylva Brink’in sesinde belli belirsiz bir duraksama olduğunu fark etmişti.
“Şu anda aklına bir şey geldiğini sanıyorum.”
Brink bunu hemen yanıtlamadı. Teyp belli belirsiz bir hışırtıyla çalışıyordu.
“Ara sıra onun bir şekilde farklı olduğunu…”
“Yani eşcinsel olduğunu mu demek istiyorsun?”
“Evet.”
“Neden böyle düşünürdün?”
“İnsan her türlü olasılığı düşünmeli.”
Wallander de zaman zaman Svedberg hakkında böyle düşündüğünü hatırladı.
“Doğru, haklısın.”
“Bir keresinde bu konu açılır gibi olmuştu. Birkaç yıl önce bir Noel yemeğine çağrılmıştı. Onu davet eden kişiyi ikimiz de tanıyorduk ve onun eşcinsel olup olmadığını tartışmıştık. Svedberg’in bu konuya nasıl bir tepki verdiğini dün gibi hatırlıyorum.”
“Arkadaşınızın eşcinsel olmasına mı tepki göstermişti?”
“Genel bağlamda eşcinsellikle ilgili tepki göstermişti. Çok tatsız bir konuşmaydı. Oysa ben onun her zaman anlayışlı ve hoşgörülü biri olduğunu sanırdım.”
“Sonra ne oldu?”
“Hiçbir şey. Bu konuyu bir daha açmadık.”
Wallander bir an düşündü. “Şu Louise’i nasıl bulabiliriz dersin?”
“Hiçbir fikrim yok.”
“Svedberg hiçbir zaman Ystad’dan ayrılmadığına göre Louise de burada ya da buraya çok yakın bir yerde oturuyor olmalı.”
“Öyle anlaşılıyor.”
Ylva Brink saatine baktı.
“Kaçta işbaşı yapman gerekiyor?” diye sordu Wallander.
“Yarım saat sonra. İşe geç kalmaktan hoşlanmam.”
“Aynen Karl Evert gibi. O da çok dakikti.”
“Evet, öyleydi. Nasıl derler, ha, saat gibi.”
“Svedberg nasıl biriydi?”
“Bu soruyu daha önce de sormuştun.”
“Evet, yine soruyorum.”
“İyi bir insandı.”
“Ne demek istiyorsun?”
“İyi. İyi bir insan. Onu daha başka nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum. Zaman zaman öfkelenen iyi bir insandı ama bu çok da sık olmazdı. Biraz da utangaçtı. İşine sadıktı. Bazıları onun sıkıcı biri olduğunu düşünebilir. Soğuk, mesafeli ve yavaş biri olabilirdi ama çok zekiydi.”
Wallander, Ylva Brink’in Svedberg’i çok güzel tanımladığını düşündü, roller değişseydi o da Svedberg için hemen hemen aynı şeyleri söylerdi.
“En iyi arkadaşı kimdi?”
Ylva Brink’in yanıtı Wallander’i çok şaşırtmıştı.
“Sen olduğunu sanıyorum.”
“Ben mi?”
“Her zaman ‘Kurt Wallander benim en iyi arkadaşım,’ derdi.”
Wallander çok şaşırmıştı. Oysa Svedberg onun için her zaman bir iş arkadaşı olmuştu. İş dışında hiç birlikte olmamışlardı. Rydberg’le olduğu gibi asla onunla dost olmamıştı. Aslında Höglund, Rydberg’in yerini alıyordu.
“Bu beni çok şaşırttı,” dedi sonunda Wallander. “Böyle düşündüğünü bilmiyordum.”
“Sen ne düşünürsen düşün o seni en iyi arkadaşı olarak görmüş demek.”
“Evet.”
Wallander birden Svedberg’in ne denli yalnız olduğunu fark etti. Svedberg’in dostluk anlayışı içini burkmuştu. Bakışlarını bir an için teybe çevirdi ama hemen sonra konuşmayı sürdürmesi gerektiğine karar verdi.
“Birlikte zaman geçirdiği başka arkadaşları var mıydı?”
“Kızılderili kültürüyle ilgili çalışmalar yapan bir dernekle bağlantı hâlindeydi. Derneğin adı da yanılmıyorsam ‘Kızılderili Bilimi’ydi ama genelde yazılı iletişim kurarlardı.”
“Başka?”
“Zaman zaman da kasabada oturan emekli bir banka müdüründen söz ederdi. O da astronomiye ilgi duyuyormuş.”
“Adını hatırlıyor musun?”
Ylva Brink bir an düşündü. “Sundelius. Bror Sundelius. Onunla hiç karşılaşmadım.”
Wallander bu adı not defterine yazdı.
“Aklına gelen başka birileri var mı?”
“Ben ve kocam.”
Wallander konuyu değiştirdi.
“Son haftalarda tavırlarında farklı, alışılmışın dışında bir şeyler gördüğünü hatırlıyor musun? Kaygılı mıydı, yoksa dalgın ya da içe kapanık mıydı?”
“Aşırı çalıştığı dışında kayda değer başka bir şey söylememişti.”
“Peki neden çok çalıştığını da söylemiş miydi?”
“Hayır.”
Wallander bir şey sormayı unuttuğunu fark etti. “Aşırı çalıştığını söylemesi seni şaşırtmış mıydı?”
“Hayır.”
“Genelde duygularından söz eder miydi?”
“Bu daha önce aklıma gelmeliydi,” dedi Ylva Brink. “Onu tanımlarken bir şeyi unuttum. Hastalık hastasıydı. Küçük, basit bir ağrı onu perişan edebilirdi. Ayrıca mikroplardan da çok korkardı.”
Wallander ellerini yıkamak için Svedberg’in ne denli sıklıkla lavaboya gittiğini çok iyi hatırlıyordu. Nezle olanlarla konuşmamaya, iletişim kurmamaya özen gösterirdi. Ylva Brink bir kez daha saatine baktı. Zaman daralıyordu.
“Silahı var mıydı?”
“Bildiğim kadarıyla yoktu.”
“Bana söylemek istediğin, önemli olabileceğini düşündüğün bir şey var mı?”
“Onu özleyeceğim. Belki harika biri değildi ama tanıdığım en şerefli insandı. Onu çok özleyeceğim.”
Wallander teybi kapatıp Ylva Brink’in arkasından kalktı. Ylva çaresizlikle ellerini iki yana açtı.
“Cenaze konusunda ne yapacağımı bilmiyorum,” dedi. “Sture küllerinin rahip ve cemaat olmadan rüzgârla birlikte uçuşması gerektiğine inanıyor ama Svedberg’in bu konuda ne düşündüğünü bilmiyorum.”
“Vasiyeti yok mu?”
“Bildiğim kadarıyla yok. Olsaydı mutlaka bana söylerdi.”
“Bankada kasası var mı?”
“Yok.”
“Olsaydı sana söyler miydi?”
“Evet.”
“Polis de cenazeye katılacak,” dedi Wallander. “Lisa Holgersson’a seni aramasını söylerim.”
Ylva Brink cam kapıdan dışarı çıktı. Wallander odasına döndü. Bir isim daha ortaya çıkmıştı: Bror Sundelius. Wallander rehberde numarayı ararken bir yandan da Ylva Brink’le yaptığı konuşmayı düşünüyordu. Kendisinin bilmediği bir şey söylemiş miydi? Şu Louise denilen kadın gerçekten de iyi saklanmış bir sırdı. Hem de çok iyi saklamış, diye geçirdi içinden Wallander. Bazı şeyleri not etti. İnsan bir kadını neden bunca zamandan beri sır gibi saklar? Ylva Brink ona Svedberg’in eşcinsellere karşı abartılı tavrından ve hastalık hastası olduğundan söz etmişti. Ayrıca emekli bir banka müdürüyle zaman zaman bir araya gelip gökyüzünü incelediklerini de söylemişti. Wallander kalemini masaya bırakıp arkasına yaslandı. Svedberg’le ilgili düşünceleri bu konuşmadan sonra pek değişmemişti. Bilmediği ve çok şaşırdığı tek şey Louise olayıydı. Bu söylenenlerin hiçbiri de bu ölümü açıklayamıyordu.
Birden tüm dramın açık seçik gözlerinin önünde canlandığını hissetti. Svedberg o gün işe gelmemişti çünkü ölmüştü. Evine giren hırsız onu ânında öldürmüş ve kolunun altına sıkıştırdığı teleskopla evden kaçıp gitmişti. Bu kasten öldürme değildi, tersine son derece sıradan ve ürkütücü bir cinayetti. Bu olayın başka olası bir açıklaması da yoktu.

Saat sekizi on geçe Wallander, Lisa Holgersson’u evinden aradı. Holgersson cenaze töreniyle ilgili bir şeyler konuşmak istediğini söyleyince Wallander ona Ylva Brink’i aramasını söyledi. Sonra da o gün öğleden sonra öğrendiklerini anlattı. Ayrıca soygun teorisine inanmak üzere olduğunu da sözlerine ekledi.
“Emniyet Genel Müdürü aradı,” dedi Holgersson. “Başsağlığı dileyip üzüntülerini iletti.”
“Bu söylediğin sırayla mı konuştu?”
“Evet.”
Wallander ertesi sabah saat dokuzda toplantı yapılacağı ve herhangi bir gelişme olursa kendisine hemen haber verileceğini söyledi. Wallander telefonu kapattıktan sonra bu kez Sundelius’un numarasını çevirdi ama telefon açılmadı. Telesekreter de yoktu.
Ahizeyi yerine koyarken bir kez daha içinde garip bir duygu hissetti. Bu noktadan nereye gitmesi gerekiyordu? Sabırsızlığının gitgide arttığının farkındaydı ama öncelikle otopsi raporuyla adli tıbbın delillerini beklemesi gerektiğini de biliyordu.
Ylva Brink’le yaptığı konuşmayı banttan bir kez daha dinlemeye hazırlanırken Ylva’nın gitmeden önce Svedberg’in son derece şerefli biri olduğuna ilişkin söyledikleri aklına geldi. Kapı vuruldu ve Martinson içeri girdi.
“Kapıda bir grup sabırsız gazeteci bekleşiyor,” dedi. Wallander yüzünü buruşturdu.
“Onlara söyleyecek yeni bir şeyimiz yok.”
“Bence onlara daha önce söylediklerimizi yinelesek de olur, yeter ki biri çıkıp onlarla konuşsun.”
“Onlardan kurtulamaz mısın? Elimize somut bir şey geçtiğinde basın toplantısıyla bunu açıklayacağımıza söz ver.”
“Basınla iyi geçinmemiz gerektiğine ilişkin yukarıdan gelen emirleri unuttun mu?” dedi Martinson alaycı bir sesle.
Wallander elbette unutmamıştı. Emniyet Genel Müdürlüğü son günlerde bölge emniyet müdürlükleriyle yerel medya arasındaki ilişkinin mutlaka geliştirilmesine ilişkin bir genelge yayınlamıştı. Bundan böyle gazetecilere alabildiğine nazik davranılacaktı.
Wallander istemeye istemeye yerinden kalktı. “Neyse ben konuşayım bari,” dedi.
Gazetecilere, verilecek yeni bir bilgi olmadığını anlatabilmesi tam yirmi dakikasını almıştı. Konuşmanın sonuna doğru gazeteciler onun nazik hâline kuşkuyla yaklaştıklarında az kalsın soğukkanlılığını yitiriyordu ama kendini denetlemeyi başarmış ve gazeteciler de gitmişlerdi. Kantinden bir fincan kahve alıp odasına döndü. Bir kez daha Sundelius’u aradı ama yine bulamadı.
Telefon çaldı. Wallander, gazeteciler arıyor olmalı, diye geçirdi içinden öfkeyle ama arayan Sten Widén’di.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/henning-mankell/bir-adim-geriden-69401674/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Bir Adım Geriden Хеннинг Манкелль
Bir Adım Geriden

Хеннинг Манкелль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "BİRİNCİ SINIF BİR POLİSİYE: KURT WALLANDER SERİSİ

  • Добавить отзыв