Beşinci Kadın

Beşinci Kadın
Henning Mankell
Kurt Wallander #6
"BİRİNCİ SINIF BİR POLİSİYE: KURT WALLANDER SERİSİ

Bir Afrika ülkesinde dört rahibe ve kimliği belirsiz beşinci bir kadın boğazı kesilmiş hâlde bulunur. Polis küçük bir soruşturma yürütüp beşinci kadının ölümünün üstünü örter. Bir yıl sonra İsveç’te bir kuş gözlemcisinin ortadan kaybolmasıyla ilgili yürütülen soruşturmada Kurt Wallander’in önüne vahşice planlanmış bir cinayet çıkar. Bu cinayetten sonra yaşanılanlar onu beşinci kadının hikâyesine götürecektir.

“Harika bir anlatım… Elinizden bırakmak istemeyeceksiniz…”
Austin American Statesman

“Beşinci Kadın’daki olaylar dizisi ve karakter kurulumu kesinlikle doyurucu yoğunlukta.”
The Baltimore Sun

“Harika… Dört gözle beklemeye değer bir hikâye.”
Los Angeles Times Book Review"

Henning Mankell
Beşinci Kadın

Afrika – İsveç
Mayıs – Ağustos 1993

ÖN SÖZ
Kutsal görevlerini yerine getirmek için geldikleri gece oldukça sakindi.
Dört adamın en küçüğü olan Ferid daha sonraları köpeklerden bile çıt çıkmadığını hatırlayacaktı. Adamlar kendilerini saran ılık havada ara sıra çölden esen hafif esintileri zar zor hissediyorlardı. Karanlık çöktüğünden beri bekliyorlardı. Onları Cezayir’den Dar Aziza’daki buluşma yerlerine getiren araba eskiydi ve yolda onlar için kötü sürprizler hazırlamıştı. Yolculukları iki kez kesintiye uğramıştı. İlkinde sol arka lastikteki patlağı onarmak için durduklarında daha yolu yarılamamışlardı bile. Daha önce başkentin ötesine geçmeyi hiç göze almamış olan Ferid, bir kayanın gölgesine oturmuş, manzaradaki dramatik değişimleri hayretle izlemişti. Lastiğin kauçuk yüzeyi çatlamış ve aşınmıştı, Bou Saâda’nın biraz kuzeyinde patlamıştı. Eski somunları sökmek ve yedek lastiği takmak uzun zaman almıştı. Ferid diğerlerinin mırıldanmalarından, bu gecikmenin yemek için duracak zamanları olmayacağı anlamına geldiğini anlamıştı. Yolculuk nihayet yeniden başladı. Ardından El Qued’in hemen dışında motor arızalandı. Ancak bir saat sonra sorunu tespit edip geçici bir çözüm bulabildiler. Otuzlu yaşlarında, koyu renk saçlı, alev alev yanan gözlere sahip solgun bir adam olan liderleri, kızgın motordan terleyen şoförü öfkeyle azarladı. Ferid, liderin adını, kim olduğunu veya nereli olduğunu bilmiyordu. Bu bir güvenlik önlemiydi.
Diğer iki adamın isimlerini de bilmiyordu.
Sadece kendininkini biliyordu.
Sonunda yola devam ettiklerinde karanlık çökmüştü ve sadece içecek suları vardı. Yiyecek hiçbir şey yoktu.
El Qued’e vardıklarında, bahsedildiği gibi sakin bir gece buldular. Şehrin labirent gibi dar sokaklarından geçerek pazara yakın bir yerde durmuşlardı. Arabadan indiler, iner inmez de araba hızla gözden kayboldu. Karanlığın içinde bir yerlerden beşinci bir adam çıkarak onlara rehberlik etti. Ferid ancak o zaman, bilmedikleri karanlık sokaklarda aceleyle koşarlarken az sonra olacakları ciddi bir şekilde düşünmeye başladı. Kaftanının cebinin derinliklerinde kınında duran bıçağın hafif kavisli sapını eliyle hissedebiliyordu.
Yabancılardan ona ilk bahseden, abisi Raşid Ben Mehdi olmuştu. Sıcak bir gece, babalarının evinin çatısında oturup Cezayir’in parıldayan ışıklarına bakmışlardı. Daha o zamanlar bile Ferid, Raşid’in, ülkelerini bir İslam devletine dönüştürmek için verilen mücadeleye gönülden katıldığını biliyordu. Her akşam yabancıları topraklarından kovmanın önemi hakkında Ferid’le konuşuyordu. İlk başta Ferid, Raşid’in söylediği her şeyi anlamasa da abisinin siyaset konuşmak için kendisine zaman ayırmasından gurur duymuştu. Raşid’in bu kadar çok zaman ayırmasının başka bir nedeni olduğunu ancak daha sonra anladı. Yabancıları ülkelerinden çıkarmak için Ferid'den kendilerine katılmalarını istemişti.
Bütün bunlar bir yıldan fazla bir süre önce gerçekleşmişti. Şimdi Ferid, tamamen durgun, karanlık bir gecede ve dar sokaklarda kara giysili adamları takip ederken, Raşid’in isteğini yerine getirmek üzereydi. Yabancıların defedilmesi gerekiyordu. Ancak onlara limanlara veya havaalanlarına kadar eşlik edilmeyecekti. Öldürüleceklerdi. O zaman henüz bu topraklara gelmemiş olanlar, oldukları yerde kalmaya karar vereceklerdi.
Kutsal bir görevin var, demişti Raşid ona defalarca. Peygamberimiz için yapacaksın bunu. Bu ülkeyi onun isteklerine göre dönüştürdüğümüzde geleceğimiz çok parlak olacak.
Ferid cebindeki bıçağa dokundu. Raşid önceki gece çatıda vedalaştıklarında vermişti. Fildişi güzel bir sapı vardı.
Şehrin gettolarına vardıklarında durdular. Sokaklar bir meydana çıkıyordu. Üstlerindeki gökyüzü çok açıktı. Altında kepenkleri kapalı sıra sıra dükkân olan alçı duvarlı uzun bir binanın karanlık gölgesinde beklediler. Sokağın karşı tarafında demir parmaklıklarla çevrili taş bir villa vardı. Onları buraya getiren adam ses çıkarmadan ortadan kayboldu. Yine dört kişi kalmışlardı. Her şey çok sessizdi. Ferid daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştı. Cezayir hiç bu kadar sessiz olmamıştı. Bu âna kadar yaşadığı on dokuz yılda, kendisini asla şimdi yaşadığı gibi bir dinginlik içinde bulmamıştı.
Köpekler bile ortalıkta yok, diye düşündü. Bu karanlıkta dışarıdaki köpeklerden bile çıt çıkmıyor.
Sokağın karşısındaki villanın birkaç penceresinde ışıklar yanıyordu. Kırık, titreyen farları olan bir otobüs sokaktan takırtıyla geçti. Sonra sessizlik yeniden çöktü. Penceredeki ışıklardan biri söndü. Ferid saati tahmin etmeye çalıştı. Belki yarım saattir bekliyorlardı. Sabahtan beri hiçbir şey yemediği için acıkmıştı. Yanlarında getirdikleri iki şişe su da bitmişti. Daha fazla su var mı diye sormak istemiyordu. Bu, liderlerini kızdırabilirdi. Kutsal bir görevi yerine getirmek için oradalardı, fazladan su mu isteyecekti?
Bir ışık daha söndü, çok kısa süre sonra da sonuncusu. Sokağın diğer tarafındaki villa artık karanlıktı. Beklemeye devam ettiler. Sonra liderleri bir işaret yaptı ve sokağın karşısına hızla geçtiler. Kapıya yaslanmış yaşlı bir bekçi girişte uyukluyordu. Elinde tahta bir sopa vardı. Liderleri adama bir tekme attı. Bekçi uyandığında, Ferid liderlerini elindeki bıçağı adamın yüzüne dayamış, kulağına bir şeyler fısıldarken gördü. Ferid sokak lambasının zayıf ışığında bile yaşlı adamın gözlerindeki korkuyu görebiliyordu. Bekçi ayağa kalkıp topallayarak uzaklaştı. Hafifçe gıcırdayan kapıdan bahçeye girdi. Güçlü bir yasemin kokusu ve Ferid’in tanıdığı ama adını hatırlayamadığı bir bitki vardı. Her şey hâlâ çok sessizdi. Evin yüksek kapılarının yanında “Order of the Sisters of Christ” yazan bir tabela vardı. Ferid bunun ne anlama gelebileceğini düşünmeye çalıştı. Aynı anda da omzunda bir el hissetti. İçeri girdi. Ona dokunan liderleriydi. İlk kez konuşuyordu ama konuşması o kadar yumuşaktı ki gecenin kendisi bile duyamamıştı ne dediğini.
“Dört kişiyiz,” dedi. “İçeride de dört kişi var. Bir koridorun iki yanındaki ayrı odalarda uyuyorlar. İyice yaşlı olduklarından herhangi bir direniş gösteremeyeceklerdir.”
Ferid yanındaki diğer iki adama baktı. Kendisinden birkaç yaş büyüklerdi. Birdenbire Ferid, böyle bir şeyi ilk kez yapmadıklarını düşündü. Yeni olan tek kişi kendisiydi ama herhangi bir kaygı hissetmiyordu. Raşid, yaptığının Peygamber için olduğunu söylemişti.
Lider sanki düşüncelerini okuyormuş gibi ona baktı.
“Evde dört kadın yaşıyor,” dedi. “Toprağımızı isteyerek terk etmeyi reddeden kadınlar bunlar. Bu yüzden ölmeyi seçtiler. Üstelik Hristiyanlar.”
Bir kadını öldüreceğim, diye düşündü Ferid. Raşid bu konuda hiçbir şey söylememişti.
Bunun tek bir nedeni olabilir.
Hiçbir önemi yoktu. Fark etmezdi.
Sonra eve girdiler. Ön kapının kilidi keskin bıçağın ucuyla fazla uğraşmadan açıldı. İçerisi karanlık ve hiç esinti olmadığı için bunaltıcıydı, el fenerlerini yakıp evdeki geniş merdivenden dikkatlice çıktılar. Üst katın koridoru tavandaki tek ampulle aydınlanıyordu. Hepsi sessizleşti. Önlerinde kapalı dört kapı vardı. Adamlar bıçaklarını kınından çıkardılar. Liderleri kapıları işaret etti ve başını salladı. Ferid tereddüde yer olmadığını biliyordu. Raşid her şeyin çok çabuk yapılması gerektiğini söylemişti. Gözlerine bakmamaya çalışacaktı. Sadece boğazına bakacak, kesin ve kararlı bir şekilde kesecekti.
Sonrasında, yaşananların çoğunu hatırlayamadı. Yatakta, üzerine beyaz çarşafı çekmiş yatan kadının saçları muhtemelen ağarmıştı. Sokaktan çok az ışık geldiği için sadece ana hatlarını görebilmişti. Çarşafı çektiği anda uyanmıştı. Boğazını kesip kana bulanmamak için hemen geri çekildiğinde kadının ne çığlık atacak ne de ne olduğunu anlayacak zamanı olmuştu. Sonra arkasını döndü ve koridora çıktı. Her şey yarım dakikadan az sürmüştü. Sanki ona dakikalar geçmiş gibi gelmişti. İçlerinden biri alçak sesle bağırdığında koridordan tam çıkmak üzereydiler. Lider ne yapacağını bilmiyormuş gibi bir an için kaskatı kesildi.
Odalardan birinde başka bir kadın daha vardı. Beşinci bir kadın.
Orada olmamalıydı. O da bir yabancıydı. Belki de ziyaretçiydi.
Aynı zamanda bir yabancıydı. Onu bulan adam yabancı olduğunu hemen anlamıştı.
Lider odaya girdi. Arkasında duran Ferid, kadının yatakta kıvrılmış olduğunu görebiliyordu. Onun korkusu Ferid’in içini bulandırmıştı. Karşısındaki yatakta bir ceset vardı. Beyaz çarşaf kanla sırılsıklam olmuştu.
Lider bıçağını çıkardı ve beşinci kadının boğazını kesti.
Sonra da geldikleri gibi sessizce evden ayrıldılar. Karanlığın içinde bir yerlerde araba onları bekliyordu. Şafak vakti geldiğinde El Qued’i ve beş kadının cesedini çoktan geride bırakmışlardı.
Tarih 1993 Mayıs’ıydı.
19 Ağustos 1993 günü Ystad’a bir mektup geldi.
Zarfın üstündeki Afrika pulunu görünce mektubun annesinden geldiğini düşünerek hemen açmadı. Sakin bir kafayla okumak istiyordu. Zarfın kalınlığından mektubun bir hayli uzun olduğu anlaşılıyordu. Üç aydan fazla bir zamandır annesinden haber almamıştı. Haberler birikmiş olmalıydı. Annesinin yazdıklarını akşam okumaya karar vererek sehpanın üstüne koydu. Ne var ki içinde garip bir tedirginlik peyda olmuştu. Annesi bu kez neden adını ve adresini zarfa elle yazmamıştı? Bu sorunun yanıtının zarfın içinde olduğu kuşkusuzdu. Saksılarla dolu balkona çıktığında saat gece yarısına yaklaşıyordu. Ilık ve güzel bir ağustos gecesiydi. Sonbahar yaklaşıyordu. Yakında havaların bozacağından kuşku yoktu. Zarfı açtı, okumaya başladı.
Mektubun sonuna geldiğinde hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı. Artık mektubun bir kadın tarafından yazıldığını anlamıştı. Bunu salt el yazısından değil, mektubu yazan kişinin ılımlı anlatımından çıkarmıştı. Ne var ki mektupta anlatılanların ılımlılıkla uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Acımasız ve yalın bir gerçek söz konusuydu.
Mektup polis memuru Françoise Bertrand adıyla imzalanmıştı. Konumunun tam olarak ne olduğu belli olmuyordu ama polis memurunun cinayet masasından bir memur olduğu açıkça ortadaydı. Kuzey Afrika’daki küçük kasabalardan birinde bir gece mayıs ayında gerçekleşen olayları işte bu şekilde öğrenmişti.
Olay anlaşılması kolay ve tüyler ürperticiydi. Fransız vatandaşı dört rahibe kimliği bilinmeyen kişilerce boğazları kesilerek öldürülmüştü. Katiller arkalarında kan gölü dışında herhangi bir ipucu bırakmamışlardı.
Katillerin bıçaklarla rahibelere saldırdığı akşam, orada beşinci bir kadın daha vardı. Bu, rahibeleri ziyarete giden İsveçli bir turistti. Kadının pasaportunda adının Anna Ander olduğu yazılıydı. 66 yaşındaydı ve Kuzey Afrika’ya turist olarak gitmişti. Dört rahibenin boğazlarının kesilerek öldürülmesi zaten yeterince kötü bir olaydı ve Anna Ander’in bu yolculuğa tek başına çıktığı anlaşıldığından, siyasi baskı altındaki polis, beşinci kadından söz etmemeye karar vermişti. Cinayetin işlendiği o korkunç kader gecesi Anna Ander orada değilmiş gibi trafik kazasında öldüğünü rapor etmişler ve kadını kimsesizler mezarlığına gömmüşlerdi. Anna Ander’le ilgili tüm ipuçları yok edilmişti. İşte tam bu noktada devreye Françoise Bertrand girmişti. Gönderdiği uzun mektupta, Bir sabah patronum beni erkenden aradı ve hiç zaman kaybetmeden arabama atlayıp rahibelerin yaşadığı manastıra gitmemi söyledi, diye yazmıştı. Bu arada Anna Ander çoktan gömülmüştü. Françoise Bertrand’ın görevi Anna Ander’in pasaportuyla eşyalarını kadıncağız hiç yaşamamışçasına ortadan kaldırmaktı.
Anna Ander ülkeye hiç adımını atmamış gibi hareket ediliyordu. Tüm yasal belgelerden adı silinmişti. Ne var ki Françoise Bertrand, dolabın arka tarafında polislerin gözünden kaçan çantayı bulmuştu. Çantanın içinden Anna Ander’in İsveç’in ücra kasabalarından biri olan Ystad’da oturan kızına yazmaya başladığı mektuplar çıkmıştı. Anna Ander zarfların üstünü yazmış, hatta pullarını bile yapıştırmıştı. Françoise Bertrand bu özel mektupları okuduğu için şimdi özür diliyordu. Başkentte yaşayan alkolik bir İsveçli sanatçıdan mektupları çevirmesini rica etmişti. Sanatçının söylediklerini teker teker yazarken kafasında bir resim oluşmaya başlamıştı. Bu beşinci kadının başına ne gelmiş olabileceğini o sırada tahmin etmişti. Françoise’nın çok sevdiği bu kasabada acımasız bir şekilde öldürüldüğü gerçeğinin dışındakileri de. Mektubunda ülkesinde olup bitenleri açıklamaya çalışmış, ayrıca biraz da kendisinden söz etmişti. Babası Fransa’da doğmuştu ama ebeveyniyle birlikte çocukken Kuzey Afrika’ya gelip yerleşmişlerdi. Daha sonra da Kuzey Afrikalı bir kadınla evlenmişti. Çocukların en büyüğü olan Françoise her zaman bir ayağının Fransa’da, diğerinin de Kuzey Afrika’da olduğunu hissetmişti. Artık köklerine ilişkin herhangi bir kuşkusu kalmamıştı. Françoise kendini gerçek bir Afrikalı gibi görüyordu. Zaten ülkesindeki karışıklıklar onu çok üzüyordu. Bu nedenle de o kadının kayıtlarını silerek kendisine ve ülkesine ters düşmek istemiyordu. Françoise Bertrand uykusuz ve huzursuz geceler geçirmeye başlamıştı. Sonunda öldürülen kadının kızına bir mektup yazıp gerçeği tüm çıplaklığıyla anlatmaya karar vermişti. Polis teşkilatına bağlılığına rağmen bu mektubu yazmıştı ama adının gizli tutulmasını rica etmişti. Uzun mektubunun sonundaysa şunları eklemişti: Size yalın gerçeği anlattım. Belki de bunları anlatmakla hata ettim. Ancak aksini nasıl yapabilirdim? Bir kadının kızına yazdığı mektuplarladolubirçantabulmuştum.Buçantayınasılbulduğumuartık öğrendiniz.
Françoise Bertrand tamamlanmamış mektuplarla birlikte Anna Ander’in pasaportunu da göndermişti.
Anna Ander’in kızı annesinin mektuplarını okumadı. Mektupları balkonda yere koyarak hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Şafak sökünceye değin de yerinden kalkmadı. Daha sonra da içeri girip mutfağa gitti. Mutfak masasına geçip oturdu. Kıpırdamıyordu. Kafasının içi boşalmış gibiydi. Bir süre sonra her şey birden ona son derece basit geldi. Yıllarca oturup beklemek dışında hiçbir şey yapmadığını fark etti. Daha önce neyi ve neden beklediğinin farkında değildi. Oysa artık biliyordu. Artık bir misyonu vardı ve bunu gerçekleştirmesi için daha fazla beklemesi gerekmiyordu. Zamanı gelmişti. Annesi ölmüştü. Kapı artık ardına dek açılmıştı.
Ayağa kalktı, yatak odasına gitti, yatağın altından içinde gazete kupürleri ve kayıt defterinin olduğu kutuyu aldı. Sonra mutfağa döndü. Kâğıtları mutfak masasının üstüne serdi. Kırk üç tane olduklarını biliyordu. Kâğıtları teker teker açmaya başladı.
Çarpı işareti yirmi yedinci kâğıttaydı. Kayıt defterini açtı ve yirmi yedinci sıraya ulaşana değin isimleri taradı. İsme bakarken sahibinin yüzü de gözlerinin önünde canlanmaya başladı. Daha sonra kâğıtları toplayarak kutuya yerleştirdi.
Annesi ölmüştü.
Artık kafasında hiçbir şüphe kalmamıştı. Geriye dönüş de söz konusu değildi. Acısını unutmak ve hazırlıklarını tamamlamak için kendine bir yıllık süre tanıyacaktı.
Yeniden balkona çıkıp bir sigara yakarak uyanan kente baktı. Denizden gelen yağmur bulutlarını gördü.
Yatağına yattığında saat sabahın yedisi olmuştu. 20 Ağustos 1993 gününün sabahıydı.

Skåne
21 Eylül – 11 Ekim 1994

1
Akşam saat on civarında şiiri bitirmişti. Son birkaç mısrayı yazması uzun sürmüştü ama sonunda olmuştu işte. Şiirin duygulu ve aynı zamanda da çok güzel olmasını istiyordu. İlk birkaç denemeyi çöpe atmıştı. İki kez, yazmaktan vazgeçer gibi olmuştu ama şimdi şiiri bitmiş, masanın üstünde duruyordu. Masadaki ahşap ağaçkakana hüzünle baktı. 1980’li yıllardan beri İsveç’te ağaçkakanlara rastlanılmıyordu. Bir kuş türü daha insanlık tarafından yok edilmişti.
Yerinden kalkıp gerindi. Her geçen yıl masa başında çalışmak daha da zorlaşıyordu.
Yaşlı adamlar şiir yazmamalı, diye geçirdi içinden. İnsan 78 yaşına geldiğinde düşüncelerinin zaten kime ne yararı dokunabilir ki? Bunları aklından geçirmesine rağmen yine de yanlış düşündüğünün farkındaydı. Yalnızca Batı dünyasında yaşlılara hoşgörü ya da acıma duygusuyla yaklaşırdı insanlar. Oysa diğer kültürlerde yaşlılık bilgelik dönemi gibi saygı duyulması gereken bir dönemdi. Eli kalem tutabildiği ve zihni açık olduğu sürece şiir yazmayı sürdürebilirdi. Bundan başka bir yeteneği de yoktu zaten. Uzun süre önce araba alım satım işleriyle uğraşmıştı. O dönemde bölgenin en başarılı galericisiydi. Çok iyi pazarlık yapmasıyla ün salmıştı. Birçok araba satmıştı. İşlerin iyi gittiği dönemlerde Tomelilla ve Sjöbo’da şubeleri de vardı. Yaşam standartlarını düşürmeden hayatının sonuna dek idare edecek kadar para kazanmıştı ama onun için önemli olan tek şey yazdığı şiirlerdi. Masanın üstünde duran mısralar onu çok mutlu ediyordu.
Bulunduğu yerden görünmeyen denize doğru uzanan tarlalara bakan pencerelerin perdelerini çekti. Kitaplarla dolu raflara yaklaştı. Dokuz şiir kitabı yayımlanmıştı. Kitapları rafta, karşısında duruyordu. Kitaplarının satışı beklediği gibi olmamıştı. 300 adetten fazla satılmamıştı. Satılmayanlar bodrumdaki karton kutularda duruyordu. Bu kitapları bir gün yakmaya yıllarca önce karar vermesine karşın yine de bunlar onun için gurur ve neşe kaynağıydı. Karton kutuları arka bahçeye taşıyıp bir kibrit yakması yeterli olacaktı. Doktorunun öleceğini söylediği ya da içgüdüsel olarak bunu hissettiği an kimsenin satın almak istemediği ince şiir kitaplarını kendi elleriyle yakacaktı. Ölümünden sonra birinin gelip de kitaplarını çöpe atmasını istemiyordu.
Raftaki kitaplara baktı. Kendini bildi bileli şiir okurdu ve şiirlerinin çoğunu da ezbere bilirdi. Yazdıklarının dünyanın en güzel şiirleri olmadığını biliyordu ama en kötüleri de değildi. 1940’dan beri her beş yılda bir yayımladığı kitaplarının her birinde birkaç tane gerçekten çok iyi mısra vardı. Ne var ki onun asıl mesleği araba alım satımıydı. Şair değildi. Bu yüzden de şiirleri gazetelerin ya da dergilerin kültür sayfalarında eleştirilmiyordu. Hiç edebiyat ödülü de almamıştı. Ayrıca kitaplarını kendi bastırmıştı. İlk şiir kitabını bastırmadan önce Stockholm’deki büyük yayınevlerine göndermişti. Yayınevlerinin tümü de bir iki kibar cümleyle şiirlerini basamayacaklarını bildirmişlerdi. Yalnızca bir editör kişisel görüşlerini açıklama zahmetine girmişti. Salt kuşlardan söz eden şiirleri okumaktan hiç kimse hoşlanmazdı. Editör, ak kuyruksallayan kuşlarının ruhsal yaşamı ne kadar ilginç olabilir ki, diye yazmıştı.
Bu olaydan sonra da artık bir daha yayınevleriyle zaman harcamamıştı. Kitabını kendi olanaklarıyla bastırtmıştı. Kapağının son derece sade olmasına özen göstermişti. Önemli olan kitabın içindeki mısraların arasına gizlenmiş sözcüklerdi. Her şeye karşın yıllar içinde, şiirlerini birçok kişi okumuş ve içlerinden bazıları da beğendiklerini belirtmişlerdi. Az önce bitirdiği şiir ise artık İsveç’te görülmeyen ağaçkakanlarla ilgiliydi.
Kuş şairi, diye geçirdi içinden. Yazdıklarımın neredeyse tümü kuşlarla; kuşların kanat çırpışlarıyla, gecenin karanlığına doğru yolculuğa çıkışlarıyla, uzaklardan gelen bir cıvıltıyla ilgili. Kuşların dünyasında, yaşamın en önemli gizemlerinin yansımasını buldum ben.
Masadaki kâğıtları topladı. Son mısra çok güzel olmuştu. Kâğıtları yeniden masaya koydu. Odadan çıkarken birden sırtında ani bir sancı hissetti. Hastalanıyor muydu? Her gün bedeninin artık kendisine ihanet edeceğine ilişkin ipuçlarını yakalamak istercesine pürdikkat bedenini incelerdi. Tüm yaşamı boyunca hemen hemen hiç hastalanmamıştı. Hiç sigara içmemişti. Yemeklerde ve içkide kesinlikle aşırıya kaçmamıştı. Bu da sağlığının her zaman iyi olmasını sağlamıştı. Neredeyse 80 yaşına dayanmıştı. Kendisine ayrılan zamanın sonuna yaklaşıyordu. Mutfağa gidip her zaman açık olan kahve makinesinden fincanına kahve doldurdu.
Az önce bitirdiği şiir hem hüzünlenmesine hem de neşelenmesine neden olmuştu. Yaşamımın sonbaharı, diye geçirdi içinden. Uygun bir ad. Belki bundan başka bir şey yazamam. Eylüldeyiz. Hem takvime hem de yaşamıma sonbahar geldi.
Fincanını alıp oturma odasına gitti. Kırk yıldan beri kendisine dostluk eden kahverengi deri koltuklardan birine yavaşça oturdu. Bu deri koltukları Güney İsveç’te Volkswagen bayiliğini aldığında satın almıştı. Koltuğun hemen yanındaki küçük sehpanın üstünde en çok sevdiği köpeği Werner’in bir resmi duruyordu. Yaşlandıkça yalnızlaşıyor insan, diye geçirdi içinden. İnsanın yaşamını dolduran dostları zaman içinde çekip gidiyor. Köpekler bile ölüyor. Aslında bir yere kadar herkes yalnız, diye düşündü. Geçenlerde bu konuyla ilgili bir şiir yazmak istemiş ama bir türlü tamamlayamamıştı. Bir kez daha denemeliyim, dedi kendi kendine. Oysa kuşlar söz konusu olduğunda ne yazacağını çok iyi bilirdi. Kuşları kolayca anlayabiliyordu. İnsanlar anlaşılmaz yaratıklardı. Bırak başkalarını, acaba kendini tam olarak anlayabiliyor muydu ki? İnsanın bilmediği bir konuda oturup şiir yazması çok saçma olurdu.
Gözlerini kapayınca birden aklına 1950’li ya da 1960’lı yılların sonuna doğru televizyonda çok popüler olan bir yarışma programı geldi. O günlerde televizyonlar siyah beyazdı. Şaşı gözlü, siyah saçlı genç bir yarışmacı “Kuşlar” konusunu seçmişti. Kendisine sorulan tüm soruları yanıtlamış ve o günlerde inanılmaz bir miktar olan 10.000 kronluk çeki almıştı.
O sırada kendisi de şu anda oturduğu gibi deri bir koltuktaydı. Kendisi de tüm soruları doğru bilmiş ve hiç düşünmesine gerek kalmadan soruları ânında yanıtlamıştı. Ne var ki 10.000 kron kazanamamıştı. Kimse onun kuşlar konusunda ne denli çok bilgiye sahip olduğunu bilmiyordu. O yalnızca kuşlarla ilgili şiirler yazmayı sürdürmekle yetiniyordu.
Bir gürültüyle anılarından sıyrıldı. Çevresine kulak verdi. Bahçede biri mi vardı? Bu düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Hayal gücünün bir oyunu olmalıydı. Yaşlanmak, demek sürekli kaygılanmak demekti. Ön ve arka kapılardaki kilitler sağlamdı. Üst kattaki yatak odasında av tüfeği, mutfaktaysa bir tabancası vardı. Ystad’ın kuzeyindeki bu çiftliğe eğer bir hırsız gelecek olursa kendisini koruyabilecek durumdaydı. Bunu yapmak için de bir an bile duraksamayacaktı.
Koltuğundan kalktı. Birden yine sırtında aynı sancıyı hissetti. Sancı belli aralıklarla gelip gidiyordu. Kahve fincanını mutfaktaki tezgâhın üstüne koydu, saatine baktı. On bir olmuştu. Vakit geldi, diye geçirdi içinden. Mutfak penceresinin kenarındaki termometreye baktı. Dışarıda hava 7 dereceydi. Hava ısınıyordu. Güneybatıdan gelen rüzgâr Skåne’yi yalayıp geçiyordu. Koşullar kusursuz, dedi kendi kendine. Bu gece güneye doğru uçacaklardı. Binlerce göçmen kuş gözle görünmeyen kanatlarını çırparak gökyüzünde uzaklaşacaklardı. Onları göremeyecekti ama karanlığın içinden varlıklarını hissedebilecekti. 50 yıldan fazla bir zamandan beri sayısız sonbahar gecesini tarlanın ortasında durup kuşların geçişini hissetmeye çalışarak geçirmişti. Başını kaldırıp baktığındaysa genellikle gökyüzünün kuşlarla birlikte hareket ettiği duygusuna kapılırdı.
Kuşlar daha sıcak iklimlere doğru yol almaya başlamıştı. İsveç’e kış geliyordu. Sıcak iklimlere doğru gitmek içgüdüseldi. Yıldızların ışıklarıyla yollarını bulurlardı. Uygun rüzgârları yakaladıklarında saatlerce kanat çırpmadan durabilirlerdi. Kanatlarla titreşen karanlık gökyüzünde kuşların Mekke’ye doğru yol alan yıllık hacları başlıyordu.
Gece uçan kuşlarla kıyaslandığında yalnız ve dünyevi bir adamın ne önemi vardı? Bu uçuşun her zaman kutsal bir eylem olduğunu düşünürdü. Onun sonbaharlardaki vazgeçilmez göreviyse bu göçebe kuşların gidişini iliklerine kadar hissetmekti. Daha sonra ilkbahar geldiğinde yine tarlanın ortasında duracak ve kuşları karşılayacaktı. Kuşların göçü onun için dünyanın en kutsal olayıydı.
Bir eli askıdaki ceketinde holde duruyordu. Birden silkinerek oturma odasına gitti ve masanın hemen yanındaki sandalyenin üstünde duran kazağını üstüne geçirdi. Tüm diğer sinir bozucu şeylerin yanı sıra yaşlanınca insan daha da çok üşüyordu.
Masada duran, az önce tamamladığı şiirine baktı bir kez daha. Belki onuncu ve sonuncu kitabını yayımlayacak denli uzun yaşardı. Kitabın adına şimdiden karar vermişti: Gece Ayini.
Hole gidip ceketini giydi. Şapkasını taktı. Ön kapıyı açtı. Hava serindi ve toprak kokuyordu. Kapıyı arkasından kapadı, gözlerinin gecenin karanlığına alışmasını bekledi. Bahçede kimse yoktu. Uzaklardan Ystad’ın ışıkları görülüyordu. Çevresinde oturan hiç kimse olmadığından Ystad’ın ışıklarından başka ışık yoktu. Gökyüzü pırıl pırıldı. Ufukta yalnızca birkaç bulut vardı. Göçmen kuşlar o gece onun topraklarının üstünden geçecekti.
Yürümeye başladı. Çiftlik evi üç bloklu eski bir yapıydı. Dördüncü blok yüzyılın başında yanmıştı. Binanın onarımı için çok para harcamış ama onarım işi hâlâ bitmemişti. Binayı Lund’daki Kültür Derneği’ne bağışlayacaktı. Hiç evlenmediğinden çocuğu yoktu. Araba alım satımıyla uğraşmış ve büyük paralar kazanmıştı. Köpekleri olmuştu. Sonra da kuşları.
Kendi zevki için inşa ettirdiği kuleye doğru giderken hiç de pişman değilim, dedi kendi kendine. İnsanın yaptıklarından ötürü pişman olması son derece saçma olduğundan hiçbir şeyden ötürü pişman değilim.
Harika bir eylül havası vardı. Buna karşın yine de garip bir tedirginlik hissediyordu. Bir an için durup çevresini dinledi ama rüzgârın yumuşak sesinden başka bir şey duyamadı. Yürümeye devam etti. İçindeki bu tedirginlik sırtındaki ağrıdan kaynaklanıyor olabilir miydi? İçinde yüreğini daraltan bir sıkıntı vardı.
Bir kez daha durup arkasını döndü. Hiç kimse yoktu. Yalnızdı. Yol önce aşağı gidiyor sonra da hafifçe yukarıya tırmanıyordu. Yokuşun başına gelmeden büyükçe bir hendek vardı. Hendeğin üstüne tahta bir köprü yaptırtmıştı. Yokuş kuleye uzanıyordu. Bu yolda kim bilir kaç kez yürüdüm, diye geçirdi içinden. Attığı her adımı artık ezbere biliyordu. Yine de dikkatle yürüyordu. Düşüp bir yerini kırmak istemiyordu. Yaşlıların kemiklerinin ne denli kolay kırıldığını biliyordu. Kalçası kırılır da hastaneye kaldırılırsa mutlaka orada ölürdü. Yaşamı için endişelenmeye başladığını hissetti.
Bir baykuş sesi duydu. Yakınlarda bir yerde bir dal hafifçe kıpırdadı. Ses kulenin bulunduğu taraftan gelmişti. Kaskatı kesilerek durdu. Baykuş bir kez daha öttü. Sonra ortalığı derin bir sessizlik kapladı. İçinden küfrederek yola devam etti.
Hem yaşlı hem de korkaksın, diye mırıldandı. Hayaletlerden, karanlıktan korkuyorsun. Artık kuleyi görebiliyordu. Karanlık gökyüzüne doğru uzanan siyah bir gölge gibiydi. Yirmi metre sonra orada olacaktı. Yürümeyi sürdürdü. Baykuş gitmişti. Alaca baykuş, diye geçirdi içinden. Kesinlikle alaca olmalı.
Birden durdu. Köprünün başına gelmişti.
Tepedeki kulede garip bir şey vardı. Farklı bir şey. Karanlıkta ayrıntıları görebilmek için gözlerini kıstı. Ne olduğunu çıkaramamıştı ama farklı bir şey olduğu kesindi.
Düş görüyorum, dedi kendi kendine. Her şey eskisi gibi. Değişen bir şey yok. On yıl önce yaptırttığım kule değişmedi. Değişen gözlerim. Artık eskisi kadar iyi göremiyorum. Bir adım daha attı. Bir adım daha. Gözlerini kuleden ayırmıyordu.
Yanlış giden bir şey var, diye geçirdi içinden. Dün geceye oranla bir metre daha yüksek olduğuna yemin edebilirim ya da hepsi bir rüya ve ben kulede dikilmiş kendime bakıyorum.
Bu düşünce aklına geldiği an, bunun doğru olduğundan şüphesi yoktu. Kulede biri vardı. Kıpırdamadan duran biri. Bir rüzgâr esintisi gibi korku tüm bedenini sarmıştı. Ardından hemen öfkelendi. Biri izin almadan arazisine girip kulesine çıkmıştı. Büyük olasılıkla yamacın diğer tarafında yaşayan geyik avcılarından biri olmalıydı bu. Kuşları izleyen biri olması olası değildi.
Kuledeki gölgeye seslendi ama gölgeden ne bir yanıt geldi ne de herhangi bir kıpırtı oldu. Bir kez daha kendinden kuşku duydu. Gözleri onu yanıltmış olabilirdi. Artık eskisi kadar iyi görmüyordu.
Bir daha seslendi. Karşılık gelmedi. Yoluna devam etti.
Tahta köprüde yürürken birden adımını boşa attı ve kafa üstü hendeğe düştüğü. Hendek iki metreden daha derindi.
Tüm bedeni ağrıyordu. Sanki biri bedenini bıçaklıyormuşçasına ağrı içindeydi. Ağrı o denli yoğundu ki bağıramıyordu. Ölmeden hemen önce hendeğin dibinde olmadığını fark etti.
Son düşüncesi, çok yükseklerde bir yerde, az sonra geçecek olan göçmen kuşlardı. Gökyüzü güneye doğru hareket ediyordu.
Bir kez daha kendini toparlamaya çalıştı. Sonra her şey sona erdi.
21 Eylül 1994 gecesi saat 23.20’ydi. O gece kırmızı kanatlı karatavuklarla ardıç kuşları güneye doğru uçmuştu.
Kuzeyden gelmiş, Falsterbo’dan yola koyularak daha sıcak iklimlere doğru kanat çırpmaya başlamıştı.
Ortalık yeniden eski sessizliğine kavuşunca dikkatle kulenin basamaklarını indi. El feneriyle hendeğe baktı. Holger Eriksson ölmüştü. Feneri kapattı, karanlığın içinde kıpırdamadan bir süre durdu. Sonra da sessizce oradan uzaklaştı.

2
26 Eylül Pazartesi sabahı Kurt Wallander, Ystad’ın merkezindeki Maria Caddesi’ndeki evinde saat beşte uyandı.
Gözlerini açar açmaz ilk iş olarak ellerine baktı. Güneşten yanmış ellerine bakarak gülümsedi. Bir süre sırtüstü yatıp dışarıda yağan yağmurun sesini dinledi. İki gün önce Kopenhag’ın Kastrup Havaalanı’nda biten yolculuğunu keyifle düşündü. Babasıyla Roma’da tam bir hafta kalmıştı. Orada hava çok güzel ve sıcaktı. Öğleden sonraları genellikle babasının gölgede oturabilmesi ve kendisinin de gömleğini çıkarıp güneşlenebilmesi için Villa Borghese bahçelerine gitmişlerdi. Yolculuklarında anlaşamadıkları tek nokta bu olmuştu. Babası insanın yanmak için güneş altında kan ter içinde nasıl oturabildiğini anlamakta güçlük çekiyordu.
Wallander yatağında uzanırken çok güzel bir yolculuk oldu, diye geçirdi içinden. Babamla birlikte Roma’ya gittik ve her şey yolunda gitti. Hem de düşündüğümden de iyiydi.
Saatine baktı. O gün işbaşı yapması gerekiyordu ama acelesi yoktu. Bir süre daha yatabilirdi. Bir gece önce şöyle bir göz gezdirdiği gazeteleri alıp parlamento seçimlerinin sonuçlarına ilişkin yazıyı okumaya koyuldu. Seçim günü Roma’da olduğundan oyunu elçilikte kullanmıştı. Sosyal Demokratlar oyların yüzde kırk beşini almıştı ama bu acaba bir işe yarayabilecek miydi? Olumlu değişiklikler söz konusu olabilecek miydi?
Gazeteyi yere fırlatarak yeniden Roma’yı düşünmeye koyuldu. Campo dei Fiori civarındaki ucuz bir otelde kalmışlardı. Otelin çatı katındaki terastan kent olağanüstü görünüyordu. Her sabah kahvelerini içerken o gün ne yapacaklarını planlıyorlardı. Babası nereleri görmek istediğini çok iyi biliyordu. Wallander babasının kendisini aşırı yormasını istemiyordu. Sürekli babasını izliyor ve yorgunluk belirtileri olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Her ikisi adı kadar kendisi de garip olan Alzheimer hastalığının varlığını unutmamıştı. Ne var ki bir hafta boyunca bu hastalığın belirtileri hiçbir şekilde babasında ortaya çıkmamıştı. Babası çok mutluydu. Wallander artık bu yolculuğun geçmişin bir parçası, gülümseyerek anımsanacak bir hatıra olduğunu fark edince buruk bir şekilde kendi kendine gülümsedi. Bir daha asla birlikte Roma’ya gidemeyeceklerdi.
Roma’da neredeyse kırk yıldan beri ilk kez baba oğul olarak yakınlaşmışlardı. Bu yakınlaşmaları sırasında Wallander aslında babasına ne denli benzediğini fark etmişti. İkisi de kesinlikle gündüz insanıydı. Babasına otelde kahvaltının saat yedide başladığını söylediğinde babası ânında öfkelenmişti. Oğlunu kolundan sürükleyerek resepsiyona gitmiş ve bir iki İngilizce sözcüğün arasına Skåne aksanıyla serpiştirdiği Almanca ve İtalyanca sözcüklerle derdini anlatmayı başarmış, kahvaltısını tardi değil presto istediğini belirtmişti. Kesinlikle tardi değil. Resepsiyon görevlisine birkaç kez passaggio a livello diyerek kahvaltısını saat altıda istediğini belirttikten sonra eğer otel yönetimi bunu kabul etmezse başka bir otele gideceklerini söylemişti. Passaggio a livello, demişti babası ve resepsiyon görevlisi ona şaşkınlıkla ama fark edilir bir saygıyla bakmıştı.
Babasının bu davranışından sonra kahvaltılarını saat altıda yapmışlardı. Wallander daha sonra sözlükten passaggio a Iivello’nun ne anlama geldiğine bakmış ve hemzemin geçit olduğunu görmüştü. Babasının bu sözlerle aslında başka bir şeyler söylemeye çalıştığını varsaymış ama kurcalamamaya karar vermişti.
Wallander yağmuru dinledi. Geriye dönüp baktığında kısacık Roma gezisi sonsuz ve şaşırtıcı bir deneyim gibi görünüyordu. Sabah kahvaltısını altıda yapmak babasının tek saplantısı değildi. Büyük bir özgüven içerisinde oğluna kenti gezdirmişti. Wallander babasının bu yolculuğa yıllardan beri çıkmak istediğini biliyordu. Bu, Wallander’in katılmasına izin verilen kutsal bir yolculuktu. Wallander, babasının bu yolculuğunda gerek duyduğu parçalardan biriydi. Bu yolculukta Wallander’in tam olarak anlayamadığı gizemli bir şey vardı. Babası iç dünyasında daha önce deneyimlediği bir şeyi görmek için Roma’ya gitmiş gibiydi.
Roma’daki üçüncü günlerinde Sistina Şapeli’ne gitmişlerdi. Babası neredeyse bir saat boyunca şapelin tavanındaki Michelangelo’nun resimlerine bakıp durmuştu. Babası cennette içinden dua ediyor gibiydi. Birkaç dakika sonra Wallander’in boynu ağrımış ve başını indirmişti. Olağanüstü güzel bir şeye baktığının bilincindeydi ama babasının kendisine oranla o tavanda bambaşka şeyler gördüğü anlaşılıyordu. Wallander bir süre sonra babasının homurdanacağını düşünmüş ama yanılmıştı. Kendisi de ressam olan babası, ustasının yapıtlarını hayranlıkla ve saygıyla izlemeyi sürdürmüştü.
Wallander gözlerini açıp camdan dışarı yağmura baktı.
O akşam babasının bir sırrı olduğunu düşünmüştü. Wallander’e göre oldukça pahalı olan Via Veneto’daki restoranlardan birinde babasının ısrarıyla yemek yemişlerdi. Ne de olsa bu, onların birlikte yaptığı ilk ve son Roma gezisiydi. Yemekten sonra bir süre dolaşmışlardı. Hava oldukça güzeldi. Sokaklar kalabalıktı ve babası sürekli Sistina Şapeli’nin tavanından söz edip duruyordu. Otellerine dönerken iki kez yollarını yitirmişlerdi. Resepsiyon görevlisi babasının o çıkışından sonra onlara abartılı bir saygıyla davranmaya başlamıştı. Görevli anahtarlarını verdikten sonra onları başıyla selamlamıştı. Yukarı çıkmış ve birbirlerine iyi geceler diledikten sonra odalarına girmişlerdi. Wallander bir süre Baiba’yı düşünerek sokaktan gelen sesleri dinlemiş, sonra da derin bir uykuya dalmıştı.
Birden bir şey dürtmüşçesine uyanmıştı. İçinde bir tedirginlik vardı. Sabahlığını sırtına geçirip lobiye inmişti. Etraf sessiz ve sakindi. Gece görevlisi televizyon izliyordu. Wallander bir şişe maden suyu istedi. Gece görevlisi genç bir delikanlıydı. Wallander’e İlahiyat Fakültesi’nde okuduğunu, üniversite masraflarını çıkarmak için geceleri çalıştığını söyledi. Siyah ve dalgalı saçları vardı. Padova’lıydı. Adı Mario’ydu ve İngilizcesi kusursuzdu. Wallander elinde maden suyu şişesi lobide durarak Mario’ya babası gece lobiye inecek olursa ya da otelden çıkarsa hiç zaman kaybetmeden kendisini uyandırmasını söyledi. Delikanlı ona baktı. Başını evet dercesine sallayıp eğer yaşlı Sinyor Wallander gece yarısı dışarıya çıkarsa hiç zaman yitirmeden 32 numaralı odanın kapısını vuracağını söyledi.
Wallander’in içgüdüsel bir şekilde olmasını beklediği olay altıncı gece oldu. O gün Forum’a gitmişler, sonra da Doria Pamphili Galerisi’ni dolaşmışlardı. Akşamüstü de Villa Borghese’de bir süre dolaştıktan sonra restoranlardan birinde yemeklerini yemişlerdi. Wallander hesabı görünce şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalmıştı ama ne de olsa son geceleri olduğundan sesini çıkarmamıştı. Mutlulukla dolu yolculukları sona eriyordu. Babası yolculuğun başındaki gibi enerji ve neşe doluydu. Otele yürüyerek döndüler. Yolda bir kafeye girip kahveyle grappa içmişlerdi. Otele geldiklerinde anahtarlarını alıp odalarına çıkmışlardı. Wallander yatar yatmaz derin bir uykuya dalmıştı.
Odasının kapısı gecenin bir buçuğunda vuruldu. Önce bir an için nerede olduğunu anımsamakta zorlanmıştı. Gözlerini ovuşturarak yataktan fırlayıp kapıyı açmış ve gece görevlisi Sinyor Wallander’in babasının az önce otelden dışarı çıktığını söylemişti. Wallander telaşla giyinmişti. Babasına kolayca yetişmiş, onu belli etmeden izlemeye başlamıştı. İçgüdülerinde haklı çıkmıştı. Sokaklar daralmaya başladığında Wallander İspanyol Merdivenleri’ne doğru gittiklerini fark etmişti ama yine de babasına yaklaşmamıştı. Babası daha sonra o ılık Roma gecesinde basamakları çıkmış ve iki kulesi olan kiliseye doğru gitmeye başlamıştı. Wallander ağır adımlarla babasını izlemişti. Babası orada yaklaşık bir saat kadar kalmıştı. Sonra da ağır adımlarla basamakları inmişti. Wallander babasını izlemeyi sürdürmüştü. Bir süre sonra Trevi Çeşmesi’ne gelmişlerdi. Babası omzunun üstünden çeşmeye bozuk para atmamış ama dalgın gözlerle büyük ve görkemli çeşmeden akan suya uzun süre bakıp durmuştu. Loş ışıkta Wallander babasının gözlerinin parladığını görebiliyordu.
Daha sonra da babası otele dönmüştü.
Ertesi gün Alitalia Havayolları’yla Kopenhag’a uçtular. Babası İtalya’ya gelirken yaptığı gibi yine pencere kenarında oturuyordu. Limhamn’a giden feribota bindiklerinde babasına yolculuktan memnun kalıp kalmadığını sormuştu. O da evet dercesine başını sallayıp bir şeyler mırıldanmıştı. Wallander bunun mutluluk homurtuları olduğunun farkındaydı. Limhamn’da Gertrud onları karşılamıştı. Arabayla Wallander’i Ystad’da bırakmışlardı, daha sonra Wallander her şeyin yolunda olup olmadığını öğrenmek için telefon ettiğinde Gertrud babasının stüdyoda çalıştığını ve her zamanki gibi gün batımının resmini yaptığını söylemişti.
Wallander yataktan kalkıp mutfağa giderek kahve yaptı. Babası acaba neden İspanyol Merdivenleri’nde oturmuştu? Çeşmenin başında dururken aklından neler geçiriyordu? Bu soruların yanıtlarını bulması olası değildi. Yine de babasının gizemli iç dünyasına az da olsa girebildiğinin bilincindeydi ve Roma’da o gece neden tek başına yürüyüşe çıktığını soramayacağını da çok iyi biliyordu.
Kahve olurken banyoya gitti. Ne denli sağlıklı ve enerjik göründüğünü sevinçle fark etti. Saçları güneşten açılmıştı. Hamur işlerinden belki biraz kilo almıştı yine de banyodaki basküle çıkmadı. İşin en önemli yanı kendini iyi ve dinlenmiş hissetmesiydi. Bu yolculuğa çıktığı için mutluydu.
Birkaç saat içerisinde yeniden eski yaşamına döneceği gerçeği bile onu tedirgin etmiyordu. Genellikle tatilden sonra emniyetteki işine dönmek zor gelirdi. Son yıllarda bu daha da zor gelmeye başlamıştı. Zaman zaman başka bir iş bulmayı, bir güvenlik firmasında çalışmayı ciddi ciddi düşündüğü oluyordu ama sonuçta o bir polisti ve bu, sonuna değin de böyle gidecekti. Başka bir iş yapması söz konusu bile değildi.
Duş yaparken bir yandan da geçen yazı, İsveç’in Dünya Kupası’nda elde ettiği zaferi ve kurbanlarının kafa derilerini yüzen seri katili düşünüyordu. Roma’da geçirdiği bir hafta boyunca bunları kafasından atmayı başarmıştı. Oysa şimdi bu düşünceler geri geliyordu. Bir haftalık ara hiçbir şeyi değiştirememişti.
Saat yediye kadar mutfakta oturdu. Yağmur hâlâ yağıyordu. İtalya’nın güneşli ve ılık havası artık anılarda kalmıştı. Skåne’ye sonbahar gelmişti.
Saat yedi buçukta evden çıkıp arabasına atlayarak emniyete gitti. Martinson da yeni gelmiş, arabasını park ediyordu. Sağanak altında telaşla birbirlerini selamlayıp koşar adımlarla içeri girdiler.
“Tatil nasıldı?” diye sordu Martinson. “Hoş geldin.”
“Babam çok memnun kaldı,” diye karşılık verdi Wallander.
“Ya sen?”
“Harikaydı. Hava da çok sıcaktı.”
Emniyetin otuz yıldan beri danışma görevlisi olan Ebba gülümseyerek onu karşıladı.
“İtalya’da insanlar eylül ayında bile yanabiliyorlar mı?” diye sordu şaşkınlıkla.
“Güneşin altında kalırsan tabii ki.”
Martinson’la birlikte koridorda ilerlediler. Wallander, Ebba’ya İtalya’dan bir şey getirmeliydim, diye geçirdi içinden. Bu düşüncesizliğine kızdı.
“Burada her şey yolunda,” dedi Martinson. “Ciddi bir şey yok. Aslında hemen hemen hiçbir şey yok.”
“Umarım sakin bir sonbahar geçiririz,” dedi Wallander özlem dolu bir sesle.
Martinson kahve almaya gitti. Wallander odasının kapısını açtı. Her şey bıraktığı gibi, yerli yerindeydi. Masasının üstü boştu. Ceketini astı. Pencereyi açtı. Gelen evrak kutusunda Emniyet Genel Müdürlüğü’nden gelen bir dizi yazı vardı. Üstekini alarak bir göz atıp yerine koydu. Bu, Güney İsveç’ten eski Doğu Bloku ülkelerine çalıntı araba satan bir şebekenin soruşturmasıyla ilgili bir yazıydı. Wallander bu konunun üstünde bir yıldan beri çalışıyordu. Yokluğunda eğer gerçekten de önemli bir şey olmamışsa bu soruşturmaya geri dönebilirdi. 15 yıl sonra emekli olduğunda bile büyük olasılıkla hâlâ bu soruşturmanın üstünde çalışıyor olacaktı.
Saat sekiz buçukta gelecek haftanın çalışmalarını gözden geçirmek üzere tüm polisler toplantı salonunda bir araya geldiler. Wallander herkesin elini sıktı. İş arkadaşları güneş yanığı tenine hayran kaldıklarını söylediler. Daha sonra Wallander her zamanki yerine oturdu. Salonda tipik bir pazartesi havası esiyordu. Wallander birden bu salonda kaç pazartesi geçirdiğini ve daha kaç pazartesi geçireceğini düşündü. Yeni müdürleri Lisa Holgersson, Stockholm’de olduğundan toplantıya Hansson başkanlık yapacaktı. Martinson haklı çıkmıştı. Önemli bir şey yoktu.
“O zaman ben de eski dosyamı bıraktığım yerden sürdüreyim,” dedi Wallander isteksizliğini gizlemeye gerek duymadan.
“Tabii, bir hırsızlık olayıyla ilgilenmek istemezsen,” dedi Hansson. “Çiçekçiye hırsız girmiş”
Wallander ona şaşkınlıkla baktı.
“Çiçekçiye hırsız mı girmiş? Peki, ne çalınmış, lale soğanı mı?”
“Bildiğimiz kadarıyla çalınan bir şey yok,” dedi Svedberg kel kafasını kaşıyarak.
Tam o anda da kapı açıldı ve Ann-Britt Höglund telaşla içeri girdi. Kocası sürekli yurt dışında olduğundan genç kadın genellikle iki çocuğuyla yalnız yaşamak zorunda kalıyordu. Sabahları her zaman gürültülü patırtılı geçtiğinden sabah toplantılarına çoğunlukla geç kalırdı. Ystad emniyetinde bir yıldan beri çalışıyordu ve polislerin en genciydi. İlk günlerde Svedberg ve Hansson gibi eski polisler aralarına bir kadının girmesinden hiç hoşlanmamışlardı ama Wallander kısa zamanda genç kadının ne denli hevesli olduğunu görünce hemen onun yanında yer almıştı. Artık en azından Wallander’in yanında kimse, genç kadının yine geç kaldığından şikâyet etmiyordu. Genç kadın yerine oturup neşeyle Wallander’i selamladı.
“Çiçekçiden söz ediyorduk,” dedi Hansson. “Kurt’ün bu işle ilgilenmesi gerektiğini düşünüyoruz.”
“Hırsızlar geçen perşembe akşamı dükkâna girmişler,” dedi Höglund. “Dükkân görevlisi cuma sabahı işe geldiğinde dükkâna hırsız girdiğini fark etmiş. Arka pencereden girmişler.”
“Ve hiçbir şey çalmamışlar, öyle mi?” diye sordu Wallander.
“Hiçbir şey.”
Wallander kaşlarını çattı.
“Bu da ne demek oluyor?”
Höglund omuz silkti.
“Bilmiyorum.”
“Yerde kan izleri vardı,” dedi Svedberg. “Ayrıca dükkân sahibi de kent dışındaymış.”
“Garip,” dedi Wallander. “Zaman harcamaya değer mi?”
“Garip olmasına garip,” diye karşılık verdi Höglund. “Ama zaman harcamaya değip değmediğini bilemem.”
Wallander bir an için bu olay sayesinde o sıkıcı oto hırsızlığı soruşturmasını bir süre erteleyebileceğini düşündü. Artık Roma’da olmadığına alışması için kendine hiç olmazsa bir gün süre tanımalıydı.
“Gidip bakarım,” dedi.
“Konuyla ilgili tüm bilgi bende,” dedi Höglund.
Toplantı bitti. Wallander odasına gidip ceketini giydi ve Höglund’la birlikte arabasına atlayarak kent merkezine doğru yola koyuldular. Yağmur hâlâ yağıyordu.
“Yolculuğun nasıl geçti?”
“Sistina Şapeli’ne gittim,” diye karşılık verdi Wallander, gözlerini yoldan ayırmayarak. “Babam da tüm bir hafta boyunca son derece mutlu ve neşeliydi.”
“İyi geçtiği anlaşılıyor.”
“İşler nasıl?”
“Bir hafta içinde hiçbir şey değişmedi. Her şey eskisi gibi, aynı.”
“Peki, yeni müdürümüz nasıl?”
“Önerilen kısıntıları görüşmek için Stockholm’e gitti. Bence çok iyi. En azından Björk kadar iyi diyebilirim.”
Wallander genç kadına bir bakış fırlattı.
“Ondan hoşlandığını bilmiyordum.”
“Björk elinden geleni yaptı. Daha ne yapabilirdi ki?”
“Hiçbir şey,” dedi Wallander. “Hiçbir şey.”
Pottmakargränd’ın köşesindeki Västra Vall Caddesi’nde durdular. Dükkânın adı Cymbia’ydı. Tabelası rüzgârda sallanıyordu. Arabadan inmediler. Höglund, Wallander’e bir poşet dolusu evrak uzattı. Höglund’un anlattıklarını dinlerken bir yandan da evraklara bakıyordu.
“Dükkân sahibinin adı Gösta Runfeldt. Yardımcısı cuma sabahı dokuz civarında dükkâna gelmiş. Dükkânın arka penceresinin kırık olduğunu görmüş. Hem içeride hem de dışarıda yerde cam kırıklarıyla kan izleri varmış. Hırsız hiçbir şey çalmamış. Zaten dükkânda akşamları hiçbir zaman para bırakmazlarmış. Kadın hemen polise haber vermiş. On civarında buraya geldim. Her şey kadının telefonda anlattığı gibiydi. Kırık cam. Yerde kan izleri. Hiçbir şey çalınmamış.”
Wallander bir an düşündü.
“Bir çiçek bile mi çalmamış?” diye sordu.
“Yardımcı hanım çalınmadığını söyledi.”
“Her vazoda kaç adet çiçek olduğu tam olarak bilinebilir mi?
Evrakı geri verdi.
“Dükkân açık. Kadına sorabiliriz,” dedi Höglund.
Wallander dükkânın kapısını açarken kapının üstündeki zil çıngırdadı. Dükkânın kokusu ona Roma’daki bahçeleri anımsatmıştı. İçeride müşteri yoktu. Orta yaşlı bir kadın arka odadan çıktı. Onları görünce başıyla selamladı.
“Arkadaşımı getirdim,” dedi Höglund.
Wallander kadının elini sıkarak kendini tanıttı.
“Gazetelerde sizinle ilgili çıkan haberleri okumuştum,” dedi kadın.
“Umarım kötü bir şey okumamışsınızdır,” dedi Wallander gülümseyerek.
“Ah hayır,” diye karşılık verdi kadın. “Hepsi de çok olumlu yazılardı.”
Wallander, Höglund’un verdiği evraktan kadının adının Vanja Andersson ve 53 yaşında olduğunu öğrenmişti.
Wallander ağır adımlarla dükkânda dolaşmaya başladı. Attığı her adıma dikkat ediyordu. Çiçek kokuları anılarını canlandırmıştı. Tezgâhın arkasına geçti ve üst bölümü cam olan arka kapının önünde durdu. Camın macunu yeniydi. Hırsız işte buradan içeriye girmişti. Wallander plastik örtü serili zemine baktı.
“Kan izleri burada mıydı?” diye sordu.
“Hayır,” diye karşılık verdi Höglund. “Arka taraftaki depodaydı.”
Wallander şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Sonra çiçeklerin arasından geçerek Höglund’un arkasından gitti. Höglund odanın ortasında durdu.
“Burada,” dedi. “Tam burada.”
“Pencerenin yanında yok muydu?”
“Hayır. Şimdi neden garip dediğimizi anlıyor musun? Neden pencerenin kenarında değil de yalnızca burada kan izi var? Eğer camı kıran kişinin kendini yaraladığını düşünüyorsak tabii.”
“Başka kim olabilir?” diye sordu Wallander.
“Evet. Başka kim olabilir?”
Wallander olanları gözünün önünde canlandırmaya çalışarak yeniden dükkânı dolaştı. Biri arka camı kırmış ve içeri girmişti. Arka odanın ortasında yerde kan izleri vardı. Hiçbir şey çalınmamıştı.
Suç bir deli tarafından işlenmediği sürece her suçta bir neden ya da bir plan mutlaka vardır. Bu gerçeği yılların deneyiminden biliyordu ama bir çiçekçiye girip hiçbir şey çalmayan biri ne tür bir insandı? Mantıklı gelmiyordu.
“Bu kan dediğiniz herhâlde bir iki damlaydı, değil mi?” diye sordu.
Höglund’un başını hayır dercesine salladığını gördüğünde şaşırdı.
“Söz konusu küçük bir kan gölüydü,” dedi. “Birkaç damla değil.”
Wallander karşılık vermedi. Zaten söyleyecek bir şeyi de yoktu. Arkalarında durup bekleyen kadına döndü.
“Demek hiçbir şey çalınmadı, öyle mi?”
“Evet.”
“Tek bir çiçek bile mi?”
“Görebildiğim kadarıyla evet.”
“Dükkânda kaç tane çiçek olduğunu biliyor musunuz?”
“Evet, bilirim.”
Kadın hiç duraksamadan yanıt vermişti. Wallander tamam dercesine başını salladı.
“Sizce neden böyle bir şey oldu?”
“Bilmiyorum.”
“Bu dükkânın sahibi siz değilsiniz, değil mi?”
“Dükkânın sahibi Gösta Runfeldt. Ben onun yardımcısıyım.”
“Eğer doğru anlamışsam Gösta Runfeldt kent dışındaymış, öyle mi? Onunla bağlantı kurdunuz mu?”
“Bu mümkün değil.”
Wallander kadına dikkatle baktı.
“Neden?”
“Kenya’da orkide safarisine çıktı da ondan.”
Wallander kadının söylediklerini düşündü.
“Bir şey daha sormak istiyorum. Orkide safarisi ne demek?”
“Gösta orkide tutkunudur,” diye karşılık verdi kadın. “Orkideler hakkında her şeyi bilir. Var olan her tür orkideyi gidip yerinde görüp incelemiştir. Orkidelerin tarihine ilişkin bir kitap yazıyor. Şimdi de Kenya’da. Tam olarak nerede olduğunu ben de bilmiyorum. Önümüzdeki çarşamba döneceği bilgisi dışında bir şey bilmiyorum.”
Wallander başını tamam dercesine salladı.
“Döndüğünde onunla konuşmamız gerekecek,” dedi. “Emniyeti aramasını söyler misiniz?”
Vanja Andersson söyleyeceğine söz verdi. Dükkâna bir müşteri geldi. Höglund’la Wallander yağmurun altında hızlı adımlarla yürüyerek arabaya bindiler. Wallander arabayı çalıştırdı.
“Hırsız bir yanlışlık sonucu bu dükkâna girmiş olabilir, elbette,” dedi Wallander. “Yanlış pencerenin camını kırmış olabilir. Hemen yanda bilgisayar dükkânı var.”
“Peki ama yerdeki kan gölüne ne diyeceksin?”
Wallander omuz silkti.
“Belki de hırsız bir yerini kestiğini fark etmemiştir. Elleri iki yanında şaşkınlıkla çevresine bakmış olabilir. Kolundan akan kan olduğu yerde hiç kıpırdamadan durduğundan yerde küçük bir göl oluşturmuş olabilir.”
Höglund onaylarcasına başını salladı. Wallander yola koyuldu.
“Bu, sigorta şirketini ilgilendiren bir olay,” dedi. “Daha fazla bir şey çıkacağını sanmıyorum.”
Sağanak yağmurun altında emniyete döndüler.
26 Eylül 1994 Pazartesi sabahı saat on birdi.
Wallander’in Roma’yla ilgili anıları her geçen dakika canlılığını yitiriyordu.

3
27 Eylül Salı günü Skåne’de hava yağışlıydı. Meteorologlar sıcak geçen yazdan sonra sonbaharın yağışlı geçeceğini tahmin etmişlerdi. Bunda da haklı oldukları anlaşılıyordu.
İtalya yolculuğundan sonraki ilk iş gününün akşamı Wallander eve gelince ayaküstü yiyecek bir şeyler hazırlayıp yedi. Stockholm’de oturan kızını defalarca aradı ama ulaşamadı. Balkon kapısını açtı. Yağmurun getirdiği serin hava içeri doldu. Kızı Linda’nın telefon edip tatilinin nasıl geçtiğini sormamasına canı sıkılmıştı. Bir kez daha kızına telefon etti, telefon yine açılmayınca bu kez kızının işlerinin çok yoğun olduğunu düşünüp kendini rahatlatmaya çalıştı. Sonbaharda Linda hem özel bir tiyatro okuluna başlamıştı hem de Kungsholmen’deki bir restoranda garsonluk yapıyordu.
O akşam geç bir saatte Riga’da oturan Baiba’yı aradı. Roma’dayken genç kadını bir türlü aklından çıkaramamıştı. Birkaç ay önce Wallander, kafa derisi yüzen seri katilin yakalanmasından sonra genç kadınla Danimarka’da kısa bir tatil yapmıştı. Tatillerinin son günü Baiba’ya evlenme teklifi etmişti. Baiba ona kesin bir hayır dememekle birlikte isteksizliğini açıklamak için de herhangi bir neden ileri sürmemişti. İki denizin buluştuğu Skagen’deki uçsuz bucaksız kumsalda yürüyorlardı. Wallander uzun yıllar önce bir kez karısı Mona’yla bu kumsalda yürümüştü, bir kez de polis teşkilatından ayrılmayı ciddi bir şekilde düşündüğü sıralarda.
Danimarka’da hava akşamları oldukça sıcak ve nemli oluyordu. Dünya kupası maçları yüzünden insanlar televizyonlarının önünden kalkmıyorlardı. Bu yüzden de kumsalda hemen hemen onlardan başka kimse yoktu. Ağır adımlarla yürümüşler, Baiba renkli çakıl taşları toplamış ve bir kez daha bir polisle yaşayabilmesinin mümkün olamayacağını düşündüğünü söylemişti. Letonyalı bir polis olan kocası Karlis 1992 yılında öldürülmüştü. Wallander, Baiba’yla işte o günlerde Riga’da tanışmıştı. Roma’dayken kendisine gerçekten de yeniden evlenmeyi isteyip istemediğini defalarca sorup durmuştu. Evlenmek gerçekten de gerekli miydi? Günümüzde ve çağımızda artık hemen hemen hiçbir anlamı kalmayan yasal ve karmaşık bağlarla bağlanmanın bir anlamı var mıydı? Uzun süre Linda’nın annesiyle evli kalmıştı. Sonra bir gün, beş yıl önce, karısı ortada hiçbir şey yokken birdenbire boşanmak istediğini söylemişti. Wallander’in ağzı şaşkınlıktan bir karış açık kalmıştı ama karısının o günlerde ne demek istediğini, yeni bir yaşama tek başına başlama isteğinin arkasındaki nedenleri şimdi yeni yeni anlıyordu. Evliliklerinin neden o noktaya geldiğini anlaması uzun sürmüştü. İşi gereği eve geç saatlerde gelmesinden ve Mona’yla yeteri kadar ilgilenmemesinden ötürü evliliklerinin yürümemesinde kendi payının büyük olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Roma’dayken Baiba’yla gerçekten evlenmek istediğine karar vermişti. Onun Letonya’dan taşınıp Ystad’a yerleşmesini çok istiyordu. Maria Caddesi’ndeki dairesini satıp ev almaya bile karar vermişti. Büyükçe bir bahçesi olan, kent dışında bir ev alacaktı. Çok pahalı bir ev olmasına gerek yoktu ama iyi durumda olması önemliydi. Gerekli onarımı kendisi yapabilirdi. Ayrıca uzun zamandan beri istediği köpeği de alabilirdi.
Ystad’da sağanak olanca hızıyla sürerken tüm bunları Baiba’ya açtı. Bu aslında Roma’da kafasında kurduğu konuşmanın bir devamı niteliğindeydi. Ara sıra kendi kendine yüksek sesle konuşmaya da başlamıştı. Neden söz ettiğini anlamayan babasıysa bunun ne anlama geldiğini sormamış, Roma sokaklarında dolaşmayı sürdürmüştü. Wallander acaba hangisinin yaşlandığını ve bunamaya başladığını sormaktan alıkoyamamıştı kendini.
Baiba, Wallander’in sesini duymaktan memnun olmuştu. Wallander ona Roma yolculuğundan söz ettikten sonra yazdan kalan sorusunu yineledi. Bir süre için Riga ile Ystad arasında bir sessizlik oldu. Daha sonra Baiba o günden beri bu konuyu düşündüğünü söyledi. Hâlâ bazı kuşkuları vardı ama kuşkuları güçlenmek yerine azalıyordu.
“Buraya gelsene,” dedi Wallander. “Bu, telefonda konuşulacak bir şey değil.”
“Haklısın,” diye karşılık verdi genç kadın. “Geleceğim.”
Bu buluşmanın ne zaman olacağına karar vermemişlerdi. Bunu daha sonra konuşurlardı. Baiba, Riga Üniversitesi’nde çalıştığı için öncelikle izin alması gerekiyordu. Wallander telefonu kapattığında yaşamında yeni bir bölümün başladığını yüreğinde hissetti. Baiba gelecekti. Evleneceklerdi.
O gece kolayca uyuyamadı. İki kez kalkıp mutfak penceresinden yağmuru izledi. Rüzgârda sallanan sokak lambasına baktı.
Gece doğru dürüst uyuyamamasına karşın salı sabahı erkenden kalktı. Yediyi biraz geçe arabasını emniyetin parkına bıraktıktan sonra yağmur ve rüzgârda koşarak binaya girdi. Erkenden oto hırsızlığı dosyası üstünde çalışmak istiyordu. Erteledikçe hevesi de kaçıyordu. Ceketini kuruması için ziyaretçi koltuklarından birinin üstüne koydu. Sonra da neredeyse yarım metre yüksekliğindeki dosyaları aldı. Kapısı vurulduğunda dosyaları tarih sırasına göre düzenliyordu. Wallander gelenin Martinson olduğunu düşündü. İçeri girmesini söyledi.
“Sen tatildeyken sabahları buraya ilk gelen hep ben oluyordum,” dedi Martinson. “Şimdi yeniden ikinci sıraya düştüm.”
“İşimi özlemişim,” dedi Wallander masasının üstündeki dosyaları göstererek.
Martinson’un elinde bir kâğıt vardı.
“Bunu sana dün vermeyi unuttum,” dedi. “Amirim Holgersson bir göz atmanı istemişti.”
“Bu nedir?”
“Al oku. İnsanların biz polislerden her konuda bir açıklama beklediğini bilirsin.”
“Politik mi?”
“Öyle sayılabilir.”
Wallander arkadaşına soru sorarcasına baktı. Martinson genellikle lafı dolandırmazdı. Yıllar önce Halk Partisi’nin önde gelen isimlerindendi ve o günlerde de büyük olasılıkla politikaya atılmanın hayalini kurmuştu. Wallander’in bildiği kadarıyla da parti gözden düştükçe Martinson’un umudu da zaman içerisinde balon gibi sönmüştü. Arkadaşına Halk Partisi’nin son seçimlerdeki başarısızlığından söz etmemeye karar verdi.
Martinson gitti. Wallander arkadaşının verdiği kâğıdı okudu. İkinci okuyuşunda çok öfkelenmişti. Odasından rüzgâr gibi çıkarak Svedberg’in odasına girdi.
“Bunu gördün mü?” diye sordu Martinson’un kendisine az önce verdiği kâğıdı sallayarak.
Svedberg başını iki yana salladı.
“Hayır? Ne?”
“Polisin, derneklerine koydukları isim hakkında ne düşündüğünü öğrenmek isteyen yeni bir kuruluştan geliyor.”
“Yani?”
“Kendilerine ‘Balta Dostları’ demeyi düşünüyorlarmış.”
Svedberg arkadaşına dehşetle baktı.
“Balta Dostları mı?”
“Evet. Bu yaz burada olanların ışığında bu adın kötüye kullanılmasından korkuyorlarmış. Derneğin kafa derilerini yüzmek gibi bir niyeti yokmuş.”
“Peki, niyetleri neymiş?”
“Eğer doğru anladıysam el işleriyle ilgilenen ve eski ev aletlerini sergilemek için müze kurmak isteyen bir grup.”
“Öyleyse bir sakıncası yok, değil mi? Neden bu denli öfkelendin?”
“Çünkü polisin bu tür şeylere zaman ayırabilecek kadar boş olduklarını düşünüyorlar da ondan. Oysa başımızı kaşıyacak zamanımız yok,” dedi Wallander. “Bana sorarsan ev aletlerinin sergileneceği bir müze için Balta Dostları adı oldukça garip ama bu saçmalıklara ayıracak zamanım da yok.”
“O zaman bunu müdüre söyle.”
“Söyleyeceğim.”
“Müdürün sana katılacağını sanmıyorum ya neyse. Şimdi hepimiz yerel polis olacağız.”
Wallander, Svedberg’in haklı olduğunun farkındaydı. Polisliğe başladığı ilk günden beri “kamuoyu” diye bilinen o kalabalık insan topluluğuyla polis arasındaki karmaşık ilişkiden ötürü emniyet güçleri bitmek bilmeyen ve geniş kapsamlı değişikliklere katlanmak zorunda kalıyordu. Emniyet Genel Müdürlüğü ve her bir polisin üstünde kara bulut gibi duran bu kamuoyu tek bir sözcükle ifade edilebilirdi: kararsızlık. Kamuoyunu memnun etmek için yapılan son girişim de tüm İsveç emniyetinin yerel polis gücü olarak değiştirilmesiydi. Bunun nasıl yapılacağını ise kimse bilmiyordu. Emniyet Genel Müdürü polisin sürekli ortalıkta görülmesinin ne denli önemli olduğunu vurgulamıştı. Polisin görünmez bir varlık olduğunu düşünen kimse olmadığından bu yeni stratejinin yaşama nasıl geçirileceğini kestiremiyordu. Polisler zaten sokaklarda dolaşıyor, bisikletle devriye geziyorlardı. Emniyet Genel Müdürü daha az somut, daha farklı bir görünürlükten söz ediyor olmalıydı. “Yerel polis” sözcüğü kuş tüyü yastık gibi rahatlatıcı bir şeyi çağrıştırmalıydı ama her geçen gün İsveç’te işlenen vahşi cinayetlerin sayıları artarken bu kavramın gerçekle nasıl bağdaştırılabileceğini kestirmek zordu. Bu yeni uygulamadan ötürü, kendi işleriyle ilgilenirken “Balta Dostları” adını kullanmak isteyen derneklere de zaman ayırmak zorundaydılar.
Bir fincan kahve alarak odasına gidip kapıyı arkasından kapattı. Bir kez daha masada biriken dosyaları incelemeye koyuldu. Önceleri kendini işe vermekte zorlanıyordu. Baiba’yla konuştuklarını anımsıyordu. Gerçek bir polis gibi davranmak için kendini zorladı ve bir süre sonra hiç tatil yapmamışçasına, eskisi gibi yoğun bir çalışma temposuna girdi. Bazı konuları konuşmak için Göteborg’da iş birliği yaptığı polisi aradı. Telefonu kapattığında öğle vakti olmuştu, acıktığını fark etti. Yağmur hâlâ yağıyordu. Arabasına binerek kent merkezine gidip yemek yedi. Bir saat sonra da emniyete döndü. Tam masasına oturmaya hazırlanırken telefon çaldı. Arayan danışma görevlisi Ebba’ydı.
“Bir ziyaretçin var,” dedi.
“Kim?”
“Tyrén adında biri. Seninle konuşmak istiyormuş.”
“Ne hakkında?”
“Kayıp biri hakkında.”
“Onu başkasına gönderemez misin?”
“Mutlaka seninle konuşması gerektiğini söylüyor.”
Wallander masadaki açık dosyalara baktı. Hiçbiri, kaybolan biri hakkında rapor tutamayacağı denli önemli ve acil değildi.
“Yolla,” diyerek telefonu kapattı.
Odasının kapısını açtıktan sonra dosyaları kaldırmaya başladı. Başını kaldırıp baktığında bir adamın kapının eşiğinde durduğunu gördü. Wallander onu daha önce hiç görmemişti. Adamın üstünde OK petrol şirketinin amblemi olan bir tulum vardı. Adam petrol ve yağ kokuyordu.
Adamın elini sıkarak oturmasını söyledi. Elli yaşlarında, tıraşsız ve kır saçlı biriydi. Adının Sven Tyrén olduğunu söyledi.
“Benimle konuşmak istemişsiniz?” dedi Wallander.
“İyi bir polis olduğunuzu duydum,” dedi Tyrén. Aksanından Wallander’in hemşehrisi olduğu anlaşılıyordu.
“Çoğumuz iyiyiz,” diye karşılık verdi Wallander.
Tyrén’in yanıtı onu çok şaşırttı.
“Bunun doğru olmadığını siz de biliyorsunuz. Bir iki kez gözaltına alındım. Orada baş belası olan birçok polisle karşılaştım.”
Wallander karşısındaki adamın sözlerini hayretle dinliyordu.
“Buraya bunları söylemek için geldiğinizi sanmıyorum,” dedi konuyu değiştirerek. “Biri mi kaybolmuş?”
Tyrén üstünde OK amblemi olan kepli başını evet dercesine salladı.
“Aslında oldukça garip,” dedi.
Wallander çekmeceden bir not defteri çıkarıp boş bir sayfayı açtı.
“Hadi şimdi bana her şeyi en başından anlatın,” dedi. “Kaybolan kim? Ve garip olan ne?”
“Holger Eriksson.”
“O da kim?”
“Müşterilerimden biri.”
“Benzin istasyonunuz mu var?”
Tyrén başını hayır dercesine salladı.
“Kalorifer yakıtı dağıtıyorum,” dedi. “Ystad’ın kuzey bölgesine. Eriksson, Högestad ile Lödinge arasında bir yerde oturuyor. Büroya telefon edip yakıtının bittiğini söyledi. Perşembe sabahı getireceğimi söyledim ama oraya gittiğimde evde kimse yoktu.”
Wallander bu söylenilenleri yazdı.
“Geçen perşembeden söz ediyorsunuz, değil mi?”
“Evet.”
“Peki sizi ne zaman aramıştı?”
“Geçen pazartesi.”
Wallander bir an için düşündü.
“Zaman konusunda yanlış bir anlaşılma olmuş olamaz mı?”
“On yıldan fazla bir süreden beri Eriksson’a yakıt veriyorum. Daha önce hiç böyle bir anlaşmazlık olmamıştı.”
“Onun evde olmadığını anladığınızda ne yaptınız?”
“Yakıt deposu da kilitli olduğundan bir not yazıp posta kutusuna attım.”
“Sonra?”
“Oradan ayrıldım.”
Wallander kalemini masaya bıraktı.
“İnsan uzun süre yakıt dağıtımı yaptığında müşterilerinin alışkanlıklarını da öğreniyor,” diye sürdürdü konuşmasını Tyrén. “Holger Eriksson’u düşünmekten kendimi alamıyorum. Evde olmaması bana hiç mantıklı gelmiyor. Bu yüzden işten sonra dün akşamüstü oraya yeniden gittim. Notum hâlâ posta kutusunda duruyordu, geçen perşembeden bu yana gelen diğer mektuplarla birlikte. Zili çaldım. Açan olmadı. Arabası da garajdaydı.”
“Yalnız mı yaşıyordu?”
“Evli değildi. Araba ticaretinden çok para kazanmıştı. Ayrıca şiir de yazardı. Bir keresinde bana şiir kitaplarından birini vermişti.”
Svedberg’in kırkıncı doğum günü için kitap almak amacıyla Ystad kitapçısına gittiğinde yerel yazarların bulunduğu rafta Eriksson’un adını gördüğünü anımsamıştı.
“Garip olan başka bir şey daha var,” dedi Tyrén. “Kapı kilitli değildi. Hastalanmış olabileceğini düşündüm. Neredeyse seksen yaşında. Onun için de içeri girdim. Evde kimse yoktu ama mutfaktaki kahve makinesi fişe takılı çalışıyordu. Kötü bir koku vardı. Kahve yanmış ve çok kötü kokuyordu. İşte o anda buraya gelip sizi görmeye karar verdim.”
Wallander, Tyrén’in endişesinin boş olmadığının farkındaydı. Yine de deneyimlerine dayanarak kayıp olaylarının çoğunun kendiliğinden çözüldüğünü biliyordu. Nadiren çok ciddi bir şey yaşanırdı.
“Komşuları yok mu?” diye sordu Wallander.
“Çiftlik evinin dış dünyayla pek fazla bir ilgisi yok. Tümüyle soyutlanmış gibi.”
“Sizce ne olmuş olabilir?”
Tyrén bu soruyu hiç düşünmeden hemen yanıtladı.
“Bence öldü. Sanırım öldürüldü.”
Wallander karşılık vermedi. Tyrén’in konuşmasını sürdürmesini bekledi ama sürdürmedi.
“Neden böyle düşünüyorsunuz?”
“Yakıt siparişi vermişti. Ben oraya ne zaman gitsem hep evde olurdu. Kahve makinesini açık bırakmazdı. Kapıyı kilitlemeden asla dışarı çıkmazdı. Evinin çevresinde yürüyüşe bile çıktığında kapısını her zaman kilitlerdi.”
“Eve hırsız girmiş olabilir mi?”
“Hayır, her şey eskisi gibi yerli yerinde duruyordu. Kahve makinesi dışında.”
“Demek daha önce de evine gittiniz?”
“Yakıtı her getirişimde. Genellikle bana kahve ikram eder ve şiirlerinden okurdu. Bence çok yalnızdı, oraya gidişimi iple çekiyor gibiydi.”
Wallander düşünmek için sustu.
“Öldüğünü sandığınızı söylediniz ama sonra da öldürüldüğünü düşündüğünüzü eklediniz. Onu kim öldürmüş olabilir? Düşmanları var mıydı?”
“Bildiğim kadarıyla hayır.”
“Ama varlıklıydı.”
“Evet.”
“Siz bunu nereden biliyorsunuz?”
“Bunu yalnızca ben değil herkes biliyor.”
Wallander bir süre konuşmadı.
“Duruma bakacağız,” dedi. “Büyük olasılıkla hiçbir şey olmamıştır. Genellikle böyle olur.”
Wallander çiftliğin adresini yazdı. Çiftliğin adı “İnziva”ydı.
Tyrén’i danışmaya kadar geçirdi.
“Çok ciddi bir şey olduğundan eminim,” dedi Tyrén kapıdan çıkmadan önce. “Yakıt getireceğimi bildiği günler kesinlikle dışarı çıkmaz, oturur beni beklerdi.”
“Sizi arayacağız,” dedi Wallander.
Tam o sırada da Hansson danışmanın yanına geldi.
“Yakıt kamyonunu kapının önüne kim park etti?” diye bağırdı öfke dolu bir sesle.
“Ben,” diye karşılık verdi Tyrén oldukça sakin bir sesle. “Gidiyordum zaten.”
“Bu herif burada ne arıyor?” diye sordu Hansson, Tyrén gittikten sonra.
“Kayıp ihbarında bulunmak istemiş,” dedi Wallander. “Holger Eriksson adında bir yazar tanıyor musun?”
“Yazar mı?”
“Ya da oto galericisi?”
“Hangisi?”
“Galiba ikisi de. Ve bu kamyon şoförüne göre adam ortadan kaybolmuş.”
Kahve almak için birlikte kantine gittiler.
“Ciddi misin?” diye sordu Hansson.
“Adam çok ciddiydi.”
“Gözüm onu bir yerlerden ısırıyor,” dedi Hansson.
Wallander, Hansson’un belleğine hayrandı. Bir isim ya da başka bir şeyi unutsa Hansson hemen yardımına yetişirdi.
“Adamın adı Sven Tyrén,” dedi Wallander. “Bir iki kez gözaltına alındığını söyledi.”
Hansson bir an için belleğini zorladı.
“Anımsayabildiğim kadarıyla bir saldırı olayına karışmıştı,” dedi bir süre sonra. “Birkaç yıl önce.”
Wallander düşünceli bir şekilde arkadaşını dinliyordu.
“Eriksson’un evine gidip bir baksam iyi olacak,” dedi bir süre sonra. “Kayıp olarak kayıtlara geçeceğim.”
Wallander odasına giderek ceketini aldı, “İnziva”nın adresinin yazılı olduğu kâğıdı cebine koydu. Aslında gitmeden önce oturup kayıp formunu doldurması gerekiyordu ama içinden sonra yaparım diye geçirerek dışarı çıktı. Emniyetten çıktığında saat 14.30’du. Sağanak yerini ahmakıslatana bırakmıştı. Arabasına yürürken hafifçe ürperdi. Wallander arabasını kuzeye doğru sürdü. Çiftlik evini kolayca buldu. Evin adından da anlaşıldığı gibi çevrede başka bir ev yoktu. Kahverengi tarlalar denize doğru uzanıyordu ama Wallander bulunduğu yerden denizi görememişti. Birkaç ekin kargası bir ağacın dallarına yuva yapmıştı. Posta kutusunun kapağını açtı. Boştu. Mektupları Tyrén almış olmalıydı. Wallander bahçeye doğru gitti. Bahçe bakımlıydı. Durarak çevredeki yoğun sessizliği dinledi. Çiftlik evi üç bloktan oluşuyordu. Sazlarla kaplı dama hayranlıkla baktı. Tyrén haklıydı. Böylesine bakımlı bir bahçesi ve evi olması, onun gerçekten de varlıklı biri olduğunu gösteriyordu. Wallander kapıya yaklaşarak zili çaldı. Sonra da kapıya vurdu. Bir süre bekledikten sonra kapıyı açıp içeri girdi. Mektuplar şemsiyeliğin hemen yanındaki taburenin üstünde duruyordu. Duvarda birkaç tane dürbün kılıfı asılıydı. Bunlardan biri boştu. Wallander ağır adımlarla evde dolaşmaya başladı. Hâlâ yanık kahve kokuyordu. Geniş oturma odasının tavanları yüksekti. Çalışma masasının yanında durup üstündeki kâğıda baktı. Ev pek aydınlık olmadığından kâğıdı alıp pencerenin yanına gitti.
Bu, bir kuşla ilgili şiirdi. Ağaçkakan.
Sayfanın sonunda da yazıldığı günün tarihi ve saati vardı. 21 Eylül 1994, 22.12.
O akşam Wallander’le babası Piazza del Popolo yakınlarında bir restoranda yemek yemişlerdi. Bu sessiz evde ayakta dururken Roma artık ona gerçek ötesi bir düş gibi gelmeye başlamıştı.
Kâğıdı masaya bıraktı. Çarşamba gecesi Eriksson bir şiir yazmış, sonra da tarihi ve saati de altına not düşmüştü. Ertesi gün de Tyrén’in sipariş edilen yakıtı getirmesi gerekiyordu. Ne var ki Eriksson evini kilitlemeden dışarı çıkmıştı. Wallander dışarı çıkıp yakıt deposuna gitti. Üstündeki göstergeden deponun boş olduğu anlaşılıyordu. Eve döndü. Eski bir koltuğa oturup çevresine bakındı. İçgüdüleri Sven Tyrén’in söylediklerinin doğru olduğunu söylüyordu. Holger Eriksson gerçekten de birdenbire ortadan kaybolmuştu.
Wallander bir süre evde dolaştı. Dolapları, çekmeceleri araştırdı. Sonunda evin yedek anahtarlarını buldu. Kapıyı kilitleyip oradan ayrıldı. Yağmur yine hızlanmıştı. Akşamüstü Ystad’a vardığında saat beş olmuştu. Holger Eriksson’la ilgili formu doldurdu. Ertesi sabah ilk iş arama çalışmalarını başlatacaktı.
Arabasına atlayıp eve doğru yola koyuldu. Yolda durup pizza aldı. Pizzasını televizyon karşısında keyifle yedi. Linda’dan hâlâ bir haber yoktu. 23.00’te yattı ve yatar yatmaz da derin bir uykuya daldı.
Sabaha karşı dört civarında Wallander yoğun bir mide bulantısıyla uyandı. Tuvalete kadar gidemeden akşam yediklerini çıkardı. Bağırsaklarını da bozmuştu. Bunun akşam yediği pizzadan olup olmadığını bilemiyordu. Hasta olduğunu bildirmek için sabah saat yedide emniyeti aradı. Santral görevlisi onu Martinson’a bağladı.
“Olanları duydun, değil mi?” dedi Martinson.
“Şu anda midemin bombok olması dışında bir şeyden haberim yok,” diye karşılık verdi Wallander.
“Dün gece bir feribot battı,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson. “Tallinn açıklarında. Yüzlerce kişinin öldüğü sanılıyor. Ölenlerin çoğu da İsveçli. Feribotta birkaç tane de polis varmış.”
Wallander’in midesi yine bulanmaya başlamıştı. Kendini zorlayarak arkadaşının söylediklerini dinlemeye çalıştı.
“Ystad’dan da polis var mı aralarında?”
“Hayır yok ama olanlar korkunç.”
Wallander, Martinson’un söylediklerine inanmakta zorlanıyordu. Bir feribot kazasında yüzlerce kişi mi ölmüştü? Böylesi bir şey söz konusu olamazdı. En azından İsveç’te olmamalıydı.
“Konuşabileceğimi sanmıyorum,” dedi. “Midem çok bulanıyor. Masamın üstünde Holger Eriksson adında bir adamla ilgili not var. Kayıp. Biriniz bu konuyla ilgilenin.”
Telefonu hızla kapattı, koşarak banyoya gitti. Tam yatağına dönerken telefon bir kez daha çaldı. Bu kez arayan eski eşi Mona’ydı. Wallander onun sesini duyunca korkudan kaskatı kesildi. Linda’yla ilgili bir sorun söz konusu olmadıkça kesinlikle Wallander’i aramazdı.
“Linda’yla konuştum,” dedi Mona. “Tanrıya şükürler olsun ki o feribotta değilmiş.”
Mona’nın ne söylediğini tam olarak algılaması kolay olmamıştı.
“Şu batan feribotta mı demek istiyorsun?”
“Başka ne demek isteyebilirim? Bir kazada yüzlerce kişi ölürse ben de her ilgili anne gibi kızımı arayıp iyi olup olmadığını soracağım.”
“Tabii, haklısın,” dedi Wallander. “Hasta olduğum için söylenilenleri kolay kolay algılayamıyorum. Geceden beri kusup duruyorum. Bağırsaklarım da bozuldu. Sonra konuşalım.”
“Endişelenmeni istemediğim için aramıştım,” dedi Mona.
Wallander eski eşiyle vedalaştıktan sonra yatağına döndü. Hem Holger Eriksson’u hem de feribot kazasını merak ediyordu ama başını yastığa koyar koymaz derin bir uykuya daldı.

4
Adam ağzındaki halatı yine kemirmeye başladı.
Çıldırmasına ramak kaldığını düşünüyordu. Gözleri bağlı olduğundan hiçbir şey göremiyordu, hiçbir şey de duyamıyordu. Kulaklarının içine bir şey sokulmuştu ve bu her neyse kulak zarına baskı yapıyordu. Bazı sesler vardı ama bunlar kendi içinden gelen seslerdi. Bir an önce dışarı çıkmak isteyen telaşın ve paniğin sesiydi bu, ama onu en çok tedirgin eden şey kıpırdayamamasıydı. Onu çıldırtan buydu işte. Sırtüstü yatmasına karşın nedense hep düşüyormuş gibi bir duygu içerisindeydi. Dipsiz bir kuyuya düşüyormuş gibi hissediyordu kendini. Bu belki de iç dünyasındaki panikten kaynaklanıyordu. Çıldırmak üzereydi.
Yaşananlardan kopmamaya çalıştı. Düşünmek için kendini zorladı. Mantığı ve paniğe kapılmama yeteneği sayesinde başına ne geldiğini anlayabilirdi. Neden kıpırdayamıyorum? Neredeyim? Neden buradayım?
Paniğe kapılmamak ve aklını yitirmemek için uzunca bir süre dakikaları, saatleri saymaya çalıştı. İçinde bulunduğu karanlık hiç değişmedi. Uyandığındaysa yine sırtüstü aynı yerde yatıyordu. Artık orada doğmuş olabileceğini bile düşünmeye başlamıştı. İçinde bulunduğu panikten kendini kısa bir an için bile soyutlayabildiğinde gerçekle ilgisi olan her şeye dört elle sarılmaya çalışıyordu.
Acaba nereden başlasaydı? Yattığı yerden. Tüm bunlar kesinlikle hayal gücünün bir oyunu değildi. Sırtüstü, sert bir şeyin üstünde yatıyordu. Gömleği hafifçe sıyrıldığından sert ve pürüzlü bir zeminde yattığını biliyordu. Hareket etmeye çalıştığında bu sert ve pürüzlü zemin canını acıtmıştı. İçinde bulunduğu bu karanlıktan önceki son normal ânı hatırlamaya çalıştı ama normal olan o son an bile artık net değildi. Hem ne olduğunu biliyor hem bilmiyordu. Önce tüm bunların bir kuruntu ya da hayal olduğunu sanmıştı ama artık öyle olmadığını biliyordu. Birden hıçkırarak ağlamaya başladı ama hıçkırıkları başladığı gibi ânında kesildi. Bazı insanlar, çevresinde başkaları varken dikkat çekmek için ağlardı ama o bu tür biri değildi.
Aslında tek bir şeyden, yani kimsenin kendisini duyamayacağından son derece emindi. Bulunduğu yerde, bu beton zeminde, kendini dipsiz bir kuyuya düşer gibi hissettiği bu yerde yanında hiç kimse yoktu. Dolayısıyla sesini duyurması olanaksızdı.
Aklını yitirme korkusu dışında artık dört elle sarılacağı bir şey kalmamıştı. Bunun dışında her şeyini almışlardı, pantolonunu bile. Henüz kimliğini yitirmemişti ama bunun da fazla uzun sürmeyeceğini hissediyordu. Tüm bunlar Nairobi’ye gideceği günden bir gün önce olmuştu. Saat gece yarısına yaklaşıyordu, valizini kapatmış ve son bir kez daha yolculuk planlarını gözden geçirmek üzere çalışma masasının başına oturmuştu. Bunları son derece net anımsıyordu. Oysa Nairobi yerine başka bir yolculuğa çıkmak üzere olduğunu bilmesine olanak yoktu o sırada. Pasaportu masanın sol tarafında, uçak biletiyse elindeydi. İçinde dövizlerin, kredi kartlarının ve çeklerin bulunduğu cüzdanıysa kucağında duruyordu. Kısa süre sonra telefon çalmıştı. Kucağındakileri ve elindeki bileti masanın üstüne koyup ahizeyi kaldırmıştı.
Duyduğu son ses bu olduğundan bu sese var gücüyle sarıldı. Bir kenarda sinsi sinsi bekleyen deliliğe karşı gerçekle tek bağıydı bu.
Telefondaki, hiç tanımadığı ama son derece yumuşak ve güzel ses bir kadına aitti.
Kadın gül almak istediğini söylemişti. Kendisini evden ve bu denli geç bir saatte aradığı için defalarca özür dilemiş ama çok acil gül istediğini belirtmişti. Nedenini açıklamamıştı. Ne var ki kadına ânında güvenivermişti. Güle ihtiyacı olduğunu söyleyen biri neden yalan söylesindi ki? Acaba neden tüm çiçekçilerin kapalı olduğu gece yarısı durup dururken güle ihtiyacı olduğunu düşünmüştü? Bunu bir an için aklından geçirmiş, hemen sonra da bir kenara atmıştı. Dükkâna çok yakın oturuyordu, ayrıca henüz yatmamıştı. Nasılsa kadının gül sorununu çözmesi on dakikadan fazla zamanını almayacaktı.
Karanlığın içinde sırtüstü yatarken bir şeye açıklık getiremediğini düşündü. Kendisine telefon eden kadının yakınlarda bir yerden aradığından emindi. Kadının neden başka birini değil de kendisini aradığını çok merak ediyordu. Kimdi bu kadın? Sonra ne olmuştu?
Paltosunu giymiş ve sokağa çıkmıştı. Elinde dükkânın anahtarları vardı. Hava rüzgârlı değildi, sokakta yürürken serin havayı derin derin solumuştu. Gün boyunca sürekli yağmur yağmıştı. Sokaklar ıslaktı. Dükkânın ön kapısının önünde durmuştu. Kapıyı açıp içeri girdiğini anımsıyordu. Sonra da tüm dünyası kararmıştı.
Evden çıkıp dükkâna kadar olan yolu kafasında defalarca yürümüştü. Dükkânda mutlaka biri vardı. Kapının önünde beni bekleyen bir kadın göreceğimi sanmıştım ama kimsecikler yoktu. Aslında orada bir süre beklemeli sonra da eve dönmeliydim. Birinin benimle dalga geçtiğini düşünerek buna öfkelenmeliydim ama kadının geleceğini yüreğimin derinliklerinde hissettiğimden kapıyı açıp içeri girdim. Gerçekten de güle ihtiyacı olduğunu söylemişti.
Güller hakkında kimse yalan söylemez.
Sokakta kimse olmadığından emindi ama tek bir şey canını sıkmıştı. Işıkları yanık bir araba vardı. Anahtarıyla dükkânın kapısını açarken arabanın farları kendisine doğru çevrilmişti. Hemen arkasından da dünya bembeyaz bir parıltıyla birlikte kararmıştı.
Tek olası açıklama korkudan kanının donmasına neden olmuştu. Biri mutlaka ona saldırmış olmalıydı. Gecenin karanlığında gizlenmiş biri arkadan saldırmıştı. Peki ama gece yarısı telefon edip gül istediğini yalvarırcasına söyleyen o yumuşak sesli kadına ne olmuştu? Bu noktadan daha ileriye gidemiyordu. Mantıklı olan her şeyin bittiği yer burasıydı. Aşırı bir çaba göstererek ağzındaki halatı çıkarmak için bağlı ellerini güçlükle ağzına götürdü. Vahşi bir hayvanın, avını büyük bir iştahla parçalayışı gibi ağzındaki halatı parçaladı. Ne var ki bunu yaparken ağzının sol alt tarafındaki dişlerden biri de kırıldı. Birden acıyla inledi ama ağrısı uzun sürmedi. Halatın parçalarını çiğnemeye başladığında kendini tuzağa düşmüş bir hayvan gibi hissediyordu.
Kuru ve sert halatı çiğnemesi aklını kaçırmasını engelliyor ve akılcı bir şekilde düşünmesine yardımcı oluyordu. Saldırıya uğramıştı. Bulunduğu yere getirilmiş ve yere yatırılmıştı. Günde ya da gecede iki kez yanı başından gelen bir ses duyuyordu. Eldivenli bir el ağzındaki halatı çıkarıyor, ağzını açıyor ve su döküyordu. Başka bir şey vermiyordu. Çenesini tutan el acımasız değil ama kararlı bir eldi. Daha sonra ağzına bir pipet dayandı. Biraz çorba içti, sonra yine karanlık ve sessizlikte kaldı.
Saldırıya uğramış, elleri ve ayakları bağlanmıştı. Beton bir zeminde yatıyordu. Biri ölmemesi için gerekli önlemleri alıyordu. Bir haftadan beri orada yattığını düşünüyordu. Bunun nedenini anlamaya çalışıyordu. Kendisine saldıran kişi mutlaka bir hata yapmış olmalıydı ama insan nasıl böyle bir hata yapabilirdi? Neden birinin karanlıkta kollarını bacaklarını bağlı tutarlardı? Aklını kaçırmasına ramak kaldığının farkındaydı. Aslında ortada yapılmış bir hata falan yoktu. Bu korkunç, tüyler ürpertici olay özellikle kendisi için hazırlanmıştı. Peki ama nasıl sona erecekti? Belki de sonsuza dek sürecek ve hiçbir zaman da neden orada olduğunu öğrenemeyecekti.
Günde ya da gecede iki kez kendisine su ve yiyecek veriliyordu. İki kez de yerdeki deliğe doğru birisi onu sürüklüyordu. Külotunu da çıkarmışlardı. Üstünde yalnızca gömleği vardı ve işini bitirdikten sonra da yine sürüklenerek eski konumuna geri getiriliyordu. Temizlenmesine olanak yoktu. Ayrıca elleri de bağlıydı. Çevresinden gelen kokunun farkındaydı.
Kir kokusuyla birlikte bir parfüm kokusu da duyuyordu.
Yanında biri mi vardı? Gül almak isteyen kadın mıydı bu? Yoksa yalnızca bir çift eldivenli el miydi? Kendisini yerdeki deliğe sürükleyen eller. Sonra çevreye yayılan parfüm kokusu. Eller ve parfüm başka bir yerden geliyor olmalıydı.
Elbette bu söz konusu ellerin sahibiyle konuşmaya çalışmıştı. Elleri olduğuna göre mutlaka ağzı ve kulağı da olmalıydı. Yüzünde ve omuzlarında bu elleri her hissedişinde ona yaklaşmaya çalışıyordu. Her defasında da farklı bir şekilde yaklaşıyordu. Kimisinde yalvarıyor, kimisinde öfkeyle homurdanıyor, kimisinde de kendini savunurcasına sakin bir sesle konuşmaya çalışıyordu. Bazen ağlayarak bazen de öfke içinde herkesin bir hakkı olduğunu ileri sürmeye çalışıyordu. Kolları bacakları bağlı olan bir insanın da hakları vardır. Tüm haklarımı neden yitirdiğimi bilmeye hakkım var. Serbest bırakılmasını istememişti ki. Öncelikle neden orada olduğunu öğrenmek istiyordu. Hepsi bu kadardı.
Elbette hiç yanıt alamıyordu. Eldivenli ellerin bedeni, kulakları ve ağzı yok gibiydi. Sonunda büyük bir çaresizlik içinde avazı çıktığı kadar bağırdı ama bu söz konusu eller hiç tepki vermedi. Yalnızca ağzını bağlamakla yetindiler. Bir kez daha aynı parfüm kokusunu duydu.
Sonunun ne olacağını görebiliyordu. Kendisini yaşama bağlayan tek şey ağzındaki halatı çiğnemesiydi. Yaklaşık bir hafta sonra halatın sert yüzeyini birazcık inceltebilmişti. Tek kurtuluşunun bu olduğuna inanıyordu. Ancak halatı çiğnemekle kurtulabilecekti.
Bir hafta sonra çıkmayı tasarladığı Nairobi yolculuğundan dönecek ve çiçek dükkânının başına geçecekti. Şu anda Kenya’daki orkide ormanlarında dolaşıyor olmalıydı, hayalinde o görkemli orkidelerin kokularını canlandırdı. Vanja Andersson geri gelmediğini görünce endişelenecekti. Ya da belki daha şimdiden endişelenmeye başlamıştı. Bu kesinlikle göz ardı edemeyeceği bir olasılıktı. Seyahat acentesi müşterileriyle yakında ilgilenmeliydi. Biletinin parasını ödemiş ama uçağa binmemişti. Birileri onun uçağa binmediğini mutlaka fark etmiş olmalıydı. Vanja ile seyahat acentesi onun tek kurtulma umuduydu. Bazen salt aklını kaçırmamak için ağzındaki halatı çiğnemeyi sürdürüyordu. Cehennemde olduğunun bilincindeydi ama bunun nedenini bilemiyordu. Panik içinde halatı çiğnemeyi sürdürdü. Kurtuluşu yaşadığı paniğe bağlıydı. Çiğnemeyi sürdürdü. Ara sıra ağlama krizleri geliyordu ama bunun dışında var gücüyle halatı çiğniyordu.
Kadın odanın kutsal bir yer gibi olması için elinden geleni yapmıştı.
Kimse onun bu sırrını bilmiyordu. Bunu tek başına yapmıştı.
Bir zamanlar burası birçok odası olan, alçak tavanlı, loş, duvarları kalın bir bodrum katıydı. O yazı hâlâ anımsıyordu. Büyükannesini son görüşüydü. Sonbaharın başında büyükannesi ölmüştü ama o yaz elma ağaçlarının gölgesinde oturabilmişti. Ne var ki artık günden güne eriyordu. 90 yaşındaydı ve kanserdi. Yaz boyunca tüm dünyayla ilişkisini kesmiş bir hâlde kıpırdamadan oturmuş; torunlarına onu rahatsız etmemeleri öğütlenmiş, yanına yaklaştıklarında kesinlikle bağırmamaları ve eğer yaşlı kadın torunlarını yanına çağırırsa ancak o zaman büyükannelerinin yanına gitmeleri söylenmişti.
Büyükannesi bir keresinde elini kaldırıp ona işaret etmişti. Korkuyla yanına yaklaşmıştı. Yaşlılık tehlikeliydi; hastalık, ölüm, mezar ve korku anlamına geliyordu ama büyükannesi ona sevecen bir şekilde gülümseyerek bakmıştı. Kanser bile onun bu gülümsemesini yok edememişti. Büyükannesi kendisine bir şeyler söylemiş olabilirdi ama şimdi bunları anımsamıyordu. O yaz büyükannesi canlı ve mutluydu. 1952 ya da 1953 yazı olmalıydı. Aradan çok uzun yıllar geçmişti. Felaketler henüz başlamamıştı.
1960’lı yılların sonuna doğru evi kendi üstüne alınca baştan aşağı yenilemeye başlamıştı. Duvarlar yıkılmıştı. Güçlü kuvvetli kuzenleri ona yardım etmişlerdi ama kendisi de kollarını sıvamış, çalışmalara katılmıştı. Bu büyük odanın tüm duvarları yıkıldıktan sonra geriye yalnızca odanın ortasında duran görkemli fırın kalmıştı. İnşaat bittikten sonra gelenler eve hayran kalmışlardı. Ev eski evdi ama yine de çok farklıydı. Yeni açılan pencerelerden içeriye gün ışığı giriyordu. Gün ışığını istemediğindeyse ahşap panjurları çekiyordu. Çatı kirişlerini açığa çıkarmış, eski döşemeleri de sökmüştü.
Biri buranın kilise salonuna benzediğini söylemişti.
Bu sözlerden sonra da o odayı kutsal bir yer olarak değerlendirmeye başlamıştı. Orada tek başınayken kendini dünyanın merkezinde hissediyordu. Kendini tüm tehlikelerden uzakta, alabildiğine dingin ve huzurlu hissediyordu.
Bu kutsal yere çok sık gelemiyordu. Günlük yaşamı her zaman yoğundu. Zaman zaman evi satmayı bile düşünür olmuştu. Balyoz darbelerinin bile silip atamayacağı anılar vardı evde. Ne var ki yine de kendini buradan tam olarak soyutlayamıyordu. Ev, artık bir parçası olmuştu. Bazen bu evi savunması gerektiği bir kale gibi görüyordu.
Tam o sırada da Afrika’dan mektup gelmişti.
Ondan sonra da her şey birden değişmişti.
Bir daha da evi satmayı aklının ucundan bile geçirmedi.
28 Eylül günü öğleden sonra üçte Vollsjö’ye gelmişti. Hässleholm’den yola koyulmuş, kentin dışındaki evine gitmeden önce de yolda durup gerekli şeyleri satın almıştı. Bir terslikle karşı karşıya kalmamak için biraz fazla pipet almıştı. Nelere ihtiyacı olduğunu biliyordu. Dükkânın sahibi kadını başıyla selamlamıştı. O da gülümsemiş, hava ve o korkunç feribot kazasına ilişkin kısa süre sohbet ettikten sonra aldıklarının parasını ödeyip arabasına binerek yeniden yola koyulmuştu.
Evine en yakın komşuları evde değillerdi. Aslında Alman olduklarından genellikle Skåne’ye yalnızca temmuzda geliyorlardı. Yılın diğer bölümünü Hamburg’da geçirirlerdi. İlişkileri selamlaşmanın ötesinde değildi.
Ön kapıyı açıp içeri girdi ve etrafa kulak verdi. Sonra da büyük odaya gidip fırının yanında taş gibi kıpırdamadan durdu. Ev derin bir sessizliğe gömülmüştü. Tüm dünyanın da aynı şekilde sessiz olmasını istiyordu.
Büyük fırının içinde yatan adamın onu duymasına olanak yoktu. Yaşadığının farkındaydı ama yine de adamın soluklarını ya da hıçkırıklarını duymak istemiyordu.
Bu beklenmedik olaya nasıl karıştığını bir kez daha geçirdi aklından. Her şey evi satmamaya ve fırını yıkmamaya karar vermesiyle başlamıştı. Daha sonra Afrika’dan mektup gelince de ne yapması gerektiğine karar vermiş ve fırını yıktırmadığına sevinmişti.
Saatinin alarmının çalmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı. Konukları bir saat sonra geleceklerdi. Onlar gelmeden önce fırının içindeki adama yiyecek bir şeyler vermeliydi. Adam beş günden beri oradaydı. Kısa süre sonra karşı koyacak gücü kalmayacaktı. Çantasından programını çıkardı. Pazar günü öğleden salı sabahına dek boştu. Bu arada işini yapmalıydı. Adamı fırından çıkarmalı ve ona olanları anlatmalıydı.
Adamı nasıl öldüreceğine henüz karar vermemişti. Birçok olasılık söz konusuydu ama kesin kararını vermek için de acele etmesine gerek yoktu. Önce adamın ne yaptığını iyice gözden geçirecek, sonra da nasıl ölmesi gerektiğini belirleyecekti.
Mutfağa gidip çorbayı ısıttı. Hijyen konusuna çok önem verdiğinden adamın daha önce kullandığı plastik kâseyle kapağını iyice yıkadı. Başka bir kâseye su doldurdu. Her gün yemeğin miktarını biraz daha azaltıyordu. Yalnızca ölmemesi için yeterli olan miktarı vermeye özen gösteriyordu. Yemek hazır olunca plastik eldivenlerini eline geçirdi, kulaklarının arkasına parfüm sıktı ve fırının yanına gitti. Fırının içinde, bazı gevşek taşların arkasına gizlenmiş bir delik vardı. Neredeyse bir metre uzunluğunda bir tünel gibiydi. Adamı oraya yerleştirmeden önce içine güçlü bir hoparlör yerleştirmiş, sonra da fırının içini doldurmuştu. Müziğin sesini sonuna değin açtığında dışarıya ses gitmiyordu.
Adamı görebilmek için öne doğru uzandı. Elini adamın bacaklarına koyduğunda adam kıpırdamadı. Bir an için öldüğünü sandı ama hemen sonra da adamın soluklarını duydu.
İyice perişan düştü, diye geçirdi içinden. Yakında bu bekleme sona erecekti.
Adamın yemeğini verip deliği kullanmasına izin verdikten sonra adamı eski yerine doğru sürükleyip deliği doldurdu. Bulaşığı yıkayıp mutfağı topladıktan sonra oturup bir fincan kahve içti. Çantasından personel haberlerini içeren ince dergiyi çıkarıp sayfalarını karıştırdı. Yeni maaş çizelgesine göre 1 Temmuz’dan itibaren maaşı aylık 174 kron daha fazla olacaktı. Bir kez daha saatine baktı. Genellikle on dakikada bir saate bakardı. Özelliklerinden biriydi bu. Yaşamda ve işinde her zaman programlı olmaktan hoşlanırdı. Onu program dışında davranmak kadar tedirgin eden bir şey yoktu. Bu konuda hiçbir bahane kabul etmezdi. Bu tavrı her zaman kendi sorumluluğu olarak görmüştü. İş arkadaşlarından birçoğunun arkasından güldüğünü, alay ettiğini biliyordu. Buna elbette üzülüyordu ama onlara da bir şey söylemiyordu. Susmak da onun kişiliğinin bir diğer özelliğiydi ama eskiden böyle değildi.
Çocukluğumdaki sesimi anımsıyorum. Güçlüydü ama tiz değildi. Çok daha sonraları içine kapanık biri oldum. Bütün o kanı gördükten sonra değiştim. Neredeyse annemi kaybediyordum. O anda bağırmamıştım. Kendi sessizliğime gizlenmiştim. Orada kendimi görünmez kılabildim.
İşte o zaman oldu. Annem bir masanın üstünde kanlar içinde yatarken ve hıçkırıklarla ağlarken her zaman çok istediğim kız kardeşim zorla benden alındığında.
* * *
Saate baktı. Az sonra orada olacaklardı. Her çarşamba olduğu gibi bu çarşamba da buluşacaklardı. Bu da bir alışkanlık hâline gelmişti ama bu kez çok yoğun olduğundan programın dışına çıkmak zorunda kalmışlardı.
Odada beş sandalye vardı. Beş kişiden fazla insanın aynı anda evde olmasından hiç hoşlanmazdı. Bu şekilde aralarındaki iletişimin de bozulacağına inanırdı. Gelecek olan sessiz kadınlara konuşabilmeleri için güven duygusu vermek çok önemliydi. Yatak odasına gidip üstündeki üniformayı çıkardı. Soyunurken her çıkardığı eşyanın arkasından bir dua mırıldanıyordu ve birden anımsadı. Bana Antonio’dan annem söz etmişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan çok önce Köln’den Münih’e giderken trende tanışmış onunla. Tren tıklım tıklım olduğundan her ikisi de oturacak bir yer göremeyince çareyi sigara dumanı içindeki koridorda ayakta durmakta bulmuşlardı. Trenin pis camlarından Ren Nehri’ndeki teknelerin ışıklarını görebiliyorlarmış. Antonio anneme Katolik rahibi olacağını söylemiş. Ayinin, rahibin üstündekileri çıkarmasıyla başladığını söylemiş anneme. Kutsal ayine hazırlanmak için rahiplerin özel bir yıkanma işlemi vardı. Çıkardıkları her giysi ya da iç çamaşırıyla birlikte bir dua okurlardı. Bu giysi ya da çamaşırların her biri onları kutsal görevlerine bir adım daha yaklaştırırdı.
Annesinin Antonio’yla trende nasıl karşılaştıklarını anlatmasını bir türlü unutamıyordu. Kendisi de bir nevi rahibe olduğundan ve adaletin kutsal olduğuna yürekten inandığından giysi ve çamaşır değiştirmenin önemini kavramıştı. Bunu yaparken ettiği dualar, Tanrı’yla yaptığı konuşmaların bir parçası değildi. Karmaşık ve absürd dünyada Tanrı tek ve mutlak saçmalıktı. Bu dünyada tanrı yoktu. Dualarını her şeyin toz pembe olduğu o güzel çocukluğuna ediyordu. Annesi en çok istediği şeyi ondan yoksun kılmadan önceye. Yılan gibi sinsi bakışlı erkekler öfkelerini kusmadan önceki günler adına ediyordu tüm dualarını.
Kıyafetlerini değiştirdi ve çocukluğuna dönmek için dua etti. Üniformasını yatağın üstüne serdi. Sonra da açık renkli bir giysi giydi. İçinde bir şeyler oluyordu. Sanki bedeni de eski çocukluk günlerine dönüyor gibiydi. Son olarak peruğunu ve gözlüğünü taktı. Son duası içinde solup gitti. Bin, oyuncak ata bin…
Büyük aynadan yüzünü inceledi. Bu, karabasandan uyanan Uyuyan Güzel değildi. Sindirella’ydı.
Park eden arabanın sesini duydu. Hazırdı. Başka bir kimliğe bürünmüştü. Üniformasını katladı, yatak örtüsünü düzeltti ve odadan çıktı. Yatak odasına kimse girmeyecekti ama yine de kapısını kilitledi.
Saat altıdan önce toplanmışlardı ama içlerinden biri gelmemişti. Doğum sancıları tuttuğundan hastaneye kaldırılmıştı. Erken doğum yapacaktı. Büyük olasılıkla bebek şimdiye değin çoktan doğmuştu.
Ertesi gün hastaneye gidip onu görmeye karar verdi. Onu görmek istiyordu. Onca acı ve sancıdan sonra kadının yüzünü görmek istiyordu. Hepsinin öyküsünü dinlemişti. Ara sıra not defterine bir şeyler yazar gibi yapardı ama yazdıkları yalnızca rakamlardı. Zaman çizelgesi hazırlıyordu. Rakamlar, zaman, mesafeler. Bu artık onda bir takıntı hâline gelmişti ama sihirli bir takıntı. Anımsaması için her şeyi not etmesi gerekmiyordu. O korku dolu sesler tüm sözcükleri söylemiş, ifade etmeye çekindikleri tüm acı dolu anılarını ortaya dökmüştü ve o her şeyi teker teker anımsıyordu. Kadınların iç dünyasında gerçekleşen bir anlık bir gevşemeye tanık olmuştu ama bu anların dışında zaten yaşam neydi ki?
Yeniden zaman çizelgesine döndü. Birbirini izleyen, aynı zamanda olan olaylar. Yaşam sarkaç gibiydi. Acı, mutluluk ve sonsuzluk arasında gidip geliyordu.
Kadınların arkasındaki büyük fırını görebilecek şekilde oturmuştu. Işıklar kısılmıştı. Kendi deyimiyle odada kadınsı bir loşluk vardı. Fırın boş ve uçsuz bucaksız bir denizin ortasında hareketsiz duran bir sandık gibiydi.
Birkaç saat konuştular, sonra da mutfakta çay içtiler. Bir sonraki toplantının ne zaman olacağını herkes biliyordu. Kimse kendisine bildirilen zamanı sorgulamadı.
Onları kapıya kadar geçirdiğinde saat sekiz buçuk olmuştu. Hepsinin elini teker teker sıktı. Son araba da yola koyulunca içeri girdi, üstünü değiştirdi, peruğuyla gözlüğünü çıkardı. Çay fincanlarını yıkadı, ışıkları söndürdü ve çantasını aldı.
Bir an için fırının yanında durdu. Evde derin bir sessizlik vardı.
Sonra dışarı çıktı. Yağmur yağıyordu. Arabasına bindi ve Ys-tad’a doğru yola koyuldu. Yatağına yattığında gece yarısı olmuştu. Kısa süre sonra da derin bir uykuya daldı.

5
Wallander perşembe sabahı uyandığında kendini bir gün öncesine oranla çok daha iyi hissetmişti. Altıda kalkıp mutfak penceresinin dışında asılı duran dereceye bakınca sıcaklığın beş derece olduğunu gördü. Gökyüzü kara bulutlarla kaplıydı, yerler ıslaktı ama yağmur durmuştu.
Yedi civarında emniyete gitti. Koridorda odasına doğru giderken arkadaşlarının Holger Eriksson’u bulup bulamadıklarını düşünüyordu. Ceketini asarak masasının başına geçip oturdu. Masasında birkaç tane telefon mesajı vardı. Ebba öğleden sonra göz doktorunda randevusu olduğunu hatırlatan bir not bırakmıştı. Okuma gözlüğüne ihtiyacı vardı. Eğer uzun süre bir şey okur ya da yazarsa başı ağrıyordu. Yakında 47 yaşına basacaktı. Artık yaşıyla ilgili bazı gerçekleri benimsemesinde yarar vardı.
Per Åkeson’dan bir mesaj vardı. Wallander, savcının bürosuna telefon etti ama savcının o gün Malmö’de olacağı söylendi. Kahve almak için kantine gitti, sonra masasına oturarak oto hırsızlığı soruşturması için yeni bir strateji geliştirmeye çalıştı. Hemen hemen her organize suçta üzerine yeterince düşüldüğünde kırılabilecek zayıf bir nokta her zaman bulunabilirdi.
Telefonun sesiyle düşüncelerinden uzaklaştı. Arayan yeni polis müdürü Lisa Holgersson’du ve kendisine hoş geldin demek istemişti.
“Tatil nasıldı?” diye sordu.
“Çok iyiydi.”
“İnsan bu tür hareketlerle ailesini yeniden keşfediyor, değil mi?” dedi Lisa.
“Onlar da çocuklarına farklı açılardan bakabilmeyi öğreniyorlar,” diye karşılık verdi Wallander.
Lisa Holgersson kısa süre sonra bir dakika diyerek ahizeyi eliyle kapattı. Wallander, şefinin yanına birinin girdiğini ve bir şeyler söylediğini duymuştu. Björk ona tatilinin nasıl geçtiğini hiç sormamıştı. Wallander yeniden şefin sesini duydu.
“Ben de birkaç günden beri Stockholm’deyim,” dedi Lisa. “Ama seninki kadar eğlenceli geçmiyor.”
“Şimdi neyin peşindeler?”
“Estonia’yı düşünüyorum. Deniz kazasında ölen meslektaşlarımızı.”
Wallander karşılık vermedi. Bunu kendisinin de düşünmesi gerekirdi.
“Buradakilerin canının ne denli sıkkın olduğunu tahmin edebilirsin,” diye sürdürdü konuşmasını. “Böyle bir durumda burada oturup Emniyet Genel Müdürlüğü’yle ilçe teşkilatları arasındaki organizasyon sorunlarını nasıl tartışabiliriz ki?”
“Biz de herkes gibi ölümün karşısında çaresiziz,” dedi Wallander. “Gördüğümüz onca ölüme karşın yine de elimiz kolumuz bağlanıyor. Alıştığımızı sanıyoruz ama ölüme alışmak söz konusu bile değil.”
“Fırtınalı bir gecede bir feribot battı ve ölüm yeniden o acımasız yüzünü İsveç’e gösterdi,” dedi Lisa. “Oysa uzun zamandan beri varlığını unutmuştuk.”
“Senin gibi düşünmesem de haklısın galiba.”
Genç kadının boğazını temizlediğini duydu. Kısa bir sessizlikten sonra yeniden konuştu.
“Teşkilat sorunlarını konuştuk,” dedi. “Ve her zamanki soruyla karşı karşıya kaldık. Acaba hangisine öncelik tanımalıyız?”
“Zamanımızı suçluları yakalamakla geçirmeliyiz, diye düşünüyorum,” dedi Wallander. “Onları adaletin önüne çıkararak ve cezalandırılmaları için yeterli delil toplayarak geçirmeliyiz.”
“Keşke her şey söylediğin kadar basit olabilseydi,” dedi Lisa hafifçe iç çekerek.
“İyi ki müdür değilim,” diye karşılık verdi Wallander.
“Ben de, bazen…” dedi ve cümlesini tamamlamadı. Wallander telefonu kapatacağını sanmıştı ama genç kadının söyleyecekleri bitmemişti.
“Aralık başında seni polis akademisine göndereceğime söz verdim,” dedi. “Geçen yazki soruşturmayla ilgili bir konferans vermeni istiyorlar. Stajyer polisler seni aralarında görmek için sabırsızlanıyorlar.”
Wallander şaşkına dönmüştü.
“Gidemem,” dedi. “Kalabalığın karşısında konuşamam. Bunu yapamam. Başka biri gitsin. Martinson çok iyi bir konuşmacıdır. Aslında bana sorarsan politikacı olmalıydı.”
“Senin gideceğine söz verdim,” dedi Lisa gülerek. “İnan bana her şey çok güzel olacak.”
“Hastalanabilirim,” dedi Wallander.
“Aralığa daha çok var,” dedi. “Bunu daha sonra konuşuruz. Tatilin nasıl geçtiğini öğrenmek için aramıştım. İyi geçtiğini duyduğuma sevindim.”
“Burada her şey yolunda,” dedi Wallander. “Elimizdeki tek dosya bir kayıp vakası ama arkadaşlarım bununla ilgileniyorlar.”
“Biri mi kayıp?”
Wallander, Sven Tyrén’le yaptığı konuşmayı aktardı.
“Kayıp ihbarları ne kadar doğru çıkıyor?” diye sordu Lisa. “Bu konudaki istatistikler ne diyor?”
“Ne dediklerini bilmiyorum,” dedi Wallander. “Ama kayıp vakalarında cinayet ya da kazanın söz konusu olmasının çok ender rastlanılan bir olay olduğunu biliyorum. Yaşlı ya da bunaklar söz konusu olduğunda bir süre sonra kendileri geri gelebiliyorlar. Gençler söz konusu olduğundaysa ya ailelerine isyan etmek ya da bir serüven aramak için ortadan kayboluyorlar. Uzun sözün kısası ciddi bir şeyin söz konusu olması çok sık rastlanılan bir olay değil.”
Birbirlerine iyi günler diledikten sonra telefonu kapattılar. Wallander polis akademisinde konferans verme düşüncesi karşısında kaskatı kesilmişti. Aslında ondan bir konferans vermesini istemeleri çok gurur vericiydi ama böyle şeylerden hiç hoşlanmazdı. Bu konuda Martinson’u ikna etmeye çalışacaktı.
Yeniden oto hırsızlığı dosyasına döndü. Saat sekizde bir fincan kahve daha almak için odasından çıktı. Karnı da acıktığından bir paket bisküvi aldı. Midesi artık iyiydi. Kısa süre sonra kapısı vuruldu ve Martinson içeri girdi.
“Bugün kendini nasıl hissediyorsun?”
“İyiyim,” dedi Wallander. “Holger Eriksson olayı nasıl gidiyor?”
Martinson ona şaşkınlıkla baktı.
“Kim? Ne olayı?”
“Holger Eriksson. Kayıp olduğu düşünülen adam, onunla ilgili bir rapor yazmıştım ya hani?”
Martinson başını iki yana salladı.
“Ne zaman söyledin? Hiç anımsamıyorum. Feribot kazası canımı çok sıktı. Ondan başka bir şey düşünemiyordum.”
Wallander ayağa kalktı.
“Hansson geldi mi? Bu konuda çalışmaya hemen başlamalıyız.”
“Onu az önce koridorda gördüm,” dedi Martinson. Birlikte Hansson’un odasına gittiler. Hansson elindeki piyango biletine bakıyordu. Bileti yırtıp çöp kutusuna attı.
“Holger Eriksson,” dedi Wallander. “Kaybolduğu düşünülen adam. Kapının önüne park eden o yakıt kamyonunu anımsıyor musun? Salı günü?”
Hansson evet dercesine başını salladı.
“Kamyonun şoförü Sven Tyrén,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Adının bir iki saldırıya karıştığını söylemiştin.”
“Evet, hatırlıyorum,” dedi Hansson.
Wallander öfkelenmemeye özen gösteriyordu ama sabrı da artık tükenmek üzereydi.
“Buraya kayıp ihbarı için gelmişti. Holger Eriksson’un oturduğu çiftliğe gittim. Raporumu yazdım. Sonra da dün sabah buraya telefon edip bu konuyla ilgilenmenizi rica ettim. Bence araştırılması gereken ciddi bir kayıp olayı.”
“Rapor buralarda bir yerde olmalı,” dedi Martinson. “Konuyla ben ilgileneceğim.”
Wallander sinirlerine hâkim olması gerektiğinin farkındaydı.
“Bu tür şeylerin olmaması gerekiyor,” dedi. “Ama bu defalık feribot kazasıyla çakıştığından kötü bir zamanlama olarak değerlendirelim. Çiftliğe bir kez daha gideceğim. Eğer hâlâ yoksa onu aramaya başlamamız gerekecek. Umarım adamın cesedini bir yerlerde bulmayız yoksa tüm bir günü boşa geçirdiğimiz için vicdan azabından kurtaramayız kendimizi.”
“Bir araştırma ekibi oluşturalım mı?” diye sordu Martinson.
“Hayır şimdilik buna gerek yok. Önce oraya gitmek istiyorum. Belki dönmüştür. Dönmemişse yeniden oturup konuşuruz.”
Wallander odasına gidip OK yakıt istasyonunun telefon numarasını buldu rehberden. Telefon ilk çalışta açıldı. Wallander kendisini tanıtarak Sven Tyrén’le konuşmak istediğini söyledi.
“Dağıtıma çıktı,” dedi telefona yanıt veren genç kız. “Ama araç telefonu var.”
Wallander telefonu kapatıp araç telefonunu çevirdi. Hat cızırtılıydı.
“Holger Eriksson’un kayıp olduğu konusunda galiba haklı çıktınız,” dedi.
“Bunu biliyordum,” dedi Sven Tyrén yüksek sesle. “Bunu ortaya çıkarmanız bu denli uzun mu sürdü?”
“Bu konuya ilişkin bana söylemek istediğiniz başka şeyler var mı?” diye sordu.
“Ne gibi?”
“Bunu siz benden daha iyi bilirsiniz. Kendisini görmeye giden akrabaları var mıydı? Hiç yolculuğa çıkar mıydı? Onu kim iyi tanırdı? Onun nereye gitmiş olabileceğini açıklayabilecek, bize ipucu verebilecek herhangi bir bilgi.”
“Ortadan kayboluşunun bence mantıklı bir açıklaması yok,” dedi Tyrén. “Bunu daha önce de söylemiştim. Zaten bu yüzden polise geldim.”
Wallander bir an sustu. Sven Tyrén’in yalan söylemesi için herhangi bir neden yoktu ortada.
“Şu anda neredesiniz?”
“Malmö’den dönüyorum. Terminale yakıt götürmüştüm.”
“Eriksson’un evine gideceğim. Siz de gelir misiniz?”
“Bir saatten önce orada olamam,” dedi Tyrén. “Önce bir huzurevine yakıt götürmem gerekiyor. Yaşlı vatandaşlarımızın soğuktan donarak ölmelerini istemeyiz, değil mi?”
Wallander emniyetten çıktı. Yağmur yağıyordu. Ystad’dan çıkarken içinde yoğun bir huzursuzluk hissetti. Eğer hastalanmasaydı bu yanlış anlaşılma da söz konusu olmayacaktı. Tyrén’in haklı olarak endişelendiğini düşünüyordu. Bunu salı günü hissetmişti ve şimdi perşembeydi.
Çiftliğe geldiğinde yağmur da hızlanmıştı. Arabasının bagajındaki lastik botları ayağına geçirdi. Posta kutusunu açtı. İçinden gazeteyle bir iki mektup çıktı. Kapıya yaklaşıp zili çaldı, açılmayınca da cebinden yedek anahtarları çıkararak kapıyı açtı. Eve kendisinden başka birinin gelip gelmediğini hissetmeye çalıştı. Neyse ki her şey bıraktığı gibi yerli yerinde duruyordu. Koridordaki dürbün kılıfı hâlâ boştu. Masanın üstündeki şiir de aynı yerde duruyordu.
Wallander bahçeye çıkıp boş köpek kulübesinin önünde durdu. Ekin kargaları tarlanın üstünde uçuşuyordu. Tarlada ölü bir yaban tavşanı bulmuş olmalılar, diye geçirdi içinden dalgınlıkla. Arabasından el fenerini alıp evi sistematik bir şekilde incelemeye başladı. Eriksson’un oldukça titiz biri olduğu anlaşılıyordu. Wallander mobilyaların cilalı ve tertemiz olduğunu gördü. Sonra da eve doğru yaklaşan kamyonun sesini duyunca Sven Tyrén’i karşılamak için dışarı çıktı.
“Evde yok,” dedi.
Wallander, Tyrén’i mutfağa götürerek ifadesini almak istediğini söyledi.
“Söyleyeceklerimi söyledim zaten,” dedi Tyrén sinirli bir sesle. “Onu bir an önce aramaya başlasanız daha iyi olmaz mı?”
“İnsanlar genellikle sandığından daha fazlasını bilir,” dedi Wallander, Tyrén’in davranışına sinirlendiğini gizlemeden.
“Ne bildiğimi sanıyorsunuz?”
“Yakıt siparişi verdiğinde onunla siz mi konuşmuştunuz?”
“Büroyu aramış. Sekreter kız da dağıtım fişini doldurmuş. Ben günde birkaç kez kızı yoldan arar, ne olup bittiğini sorarım.”
“Aradığında sesi her zamanki gibi miymiş?”
“Bunu kıza sorman gerek.”
“Peki. Kızın adı ne?”
“Ruth. Ruth Sturesson.”
Wallander bunu not defterine yazdı.
“Buraya ağustos ayında bir kez gelmiştim,” dedi Tyrén. “Bu da onu son görüşüm oldu. Her zamanki gibiydi. Bana kahve ikram etti ve yazdığı yeni şiirlerinden bazılarını okudu. Ayrıca çok da iyi öykü anlatırdı ama bu konuda biraz kabaydı.”
“Kaba derken?”
“Anlattıkları yüzümün kızarmasına neden olurdu.”
Wallander ona dikkatle baktı. Bu sözler ona kaba öyküler anlatmaktan hoşlanan babasını anımsatmıştı.
“Sizce bunamaya başlamış olabilir mi?”
“Sanmıyorum, sizin ya da benim kadar aklı başındaydı.”
“Eriksson’un akrabaları var mı?”
“Hiç evlenmemiş. Çocuğu yok, hanım arkadaşı da yoktu. Ya da en azından ben olduğunu bilmiyorum.”
“Ya akrabaları?”
“Onlardan hiç söz etmezdi. Mirasını Lund’daki bir derneğe bırakmaya karar vermişti.”
“Ne derneğine?”
“Ev aletleriyle ilgili bir dernekten söz etmişti galiba. Bilmiyorum.”
Wallander’in aklına birden Balta Dostları geldi ama sonra da Holger Eriksson’un mirasını Lund’daki Kültür Derneği’ne bırakmış olabileceğini düşündü.
“Başka bir gayrimenkulü var mıydı?”
“Ne gibi?”
“Başka bir çiftlik evi? Kent dışında bir ev? Ya da bir daire?” Tyrén karşılık vermeden bir süre düşündü.
“Hayır,” dedi. “Yalnızca burası vardı. Parası da bankadaydı. Handelsbanken. ”
“Bunu nereden biliyorsunuz?”
“Faturalarını Handelsbanken aracılığıyla öderdi.”
Wallander başını onaylarcasına salladı. Not defterini kapattı. Başka sorusu yoktu. Artık Eriksson’un başına kötü bir şeyler geldiğinden emindi.
“Sizi arayacağım,” dedi Wallander ayağa kalkarken.
“Şimdi ne olacak?”
“Polis, işlemleri başlatacak.”
Dışarı çıktılar.
“Kalıp size yardım etmek isterim,” dedi Tyrén.
“Buna hiç gerek yok,” diye karşılık verdi Wallander. “Bunu kendi yöntemlerimizle hallederiz.”
Sven Tyrén bu sözlere karşı çıkmadı. Wallander yola koyulan kamyonun arkasından baktı. Bir süre tarlaların kenarında durup uzaktaki ağaçlıklı yola baktı. Ekin kargaları hâlâ tarlanın üstünde uçuşuyordu. Wallander cep telefonunu çıkarıp emniyetten Martinson’u aradı.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu Martinson.
“Geniş bir araştırma başlatmalıyız,” dedi Wallander. “Adres Hansson’da var. Soruşturmanın bir an önce başlamasını istiyorum. Buraya köpekleri de gönder.”
Wallander telefonu kapatırken Martinson’un heyecanlı sesini duydu.
“Bir şey daha var. Holger Eriksson’la ilgili bir şey bulur muyuz, diye düşünüp araştırma yaptım ve bir şeyler bulduk.”
Wallander yağmurdan daha fazla ıslanmamak için bir ağacın altına sığınarak telefonu iyice kulağına yapıştırdı.
“Yaklaşık bir yıl önce adamın evine hırsız girmiş. Çiftliğin adı ‘İnziva’ değil mi?”
“Evet,” dedi Wallander. “Anlat bakalım.”
“19 Ekim 1993 günü konuyla ilgili bir tutanak yazılmış. Svedberg konuşmuş onunla. Ona bunu sorduğumda hatırlamadığını söyledi.”
“Başka?”
“Tutanak bana biraz garip geldi,” dedi Martinson duraksayarak.
“Ne demek istiyorsun?”
“Hiçbir şey çalınmamış ama Eriksson evine birinin girdiğinden emin olduğunu söylemiş.”
“Ne olmuş?”
“Konu kapanmış ama adamın ifadesi burada. İfadeyi de Holger Eriksson imzalamış.”
“İlginç,” dedi Wallander. “Bu konuyla daha sonra yakından ilgilenelim. Köpeklerin bir an önce buraya gelmelerini sağla.”
“Eriksson’un ifadesinde sana garip gelen bir şey olmadı mı?” diye sordu Martinson.
“Ne gibi?”
“Bu hiçbir şeyin çalınmadığı ikinci olay.”
Martinson haklıydı. Västra Vall Caddesi’ndeki çiçekçiden de hiçbir şey çalınmamıştı.
“Ama bunun dışında başka bir benzerlik yok,” dedi Wallander.
“Dükkân sahibi de kayıp,” dedi Martinson.
“Hayır, değil,” diye karşılık verdi Wallander. “Kenya’da. Ortadan kaybolmadı. Ancak Holger Eriksson’un kaybolduğu açıkça anlaşılıyor.”
Wallander telefonu kapattıktan sonra ceketinin yakasını kaldırıp garaja doğru gitti. Köpekler gelmeden organize bir şekilde araştırmalarına başlamaları doğru olmayacaktı. Bir süre sonra eve girdi. Mutfakta bir bardak su içti. Musluğu açarken borulardan ses gelmişti, bu da birkaç günden beri evde kimselerin olmadığının bir başka göstergesiydi. Suyunu içerken pencereden ekin kargalarına baktı. Bardağı tezgâhın üstüne koyup yeniden dışarı çıktı.
Yağmur olanca hızıyla yağıyordu. Kargalar bağrışıyordu. Wallander birden durdu. Ön kapının hemen arkasındaki duvarda duran boş dürbün kılıfı gelmişti aklına. Kargalara baktı. Az ileride, tepede bir kule vardı. Düşünmeye çalışarak kıpırdamadan durdu. Sonra da tarlanın kenarında ağır adımlarla yürümeye başladı. Lastik botları çamur içinde kalmıştı. Tarlanın ortasındaki yolu gördü. Yolun birkaç yüz metre ötedeki kulenin bulunduğu tepeye uzandığını fark etti. Yolu izlemeye koyuldu. Kargalar aşağı doğru uçuyor, gözden kayboluyor, sonra yeniden hızla yukarı uçuyordu. Orada bir hendek ya da bir çukur olmalıydı. Kuleye yaklaşıyordu. Kulenin geyik ya da yabani tavşan avında kullanılabileceğini düşündü. Tepenin altında, kulenin karşı tarafında ormanlık bir alan vardı. Büyük olasılıkla bu alan da Eriksson’undu. Birden önündeki hendeği fark etti. Hendeğin üstünde bir iki kalas vardı. Hendeğe iyice yaklaştığında kargaların çığlıkları da artmıştı. Kargalar pike yapıp uçuyordu. Wallander eğilip baktı.
Bir çığlık atarak bir adım geriledi. Ânında midesi bulanmıştı. Daha sonraları, bunun tüm yaşamı boyunca gördüğü en korkunç şeylerden biri olduğunu söyleyecekti. Mesleği süresince görmemeyi tercih edeceği pek çok şeyle karşılaşmıştı. Sağanak yağmurun altında sırılsıklam olmuş bir hâlde dururken neye baktığını önce tam olarak çıkaramadı. Gözlerinin önünde garip ve gerçeküstü bir şey vardı. Asla düşünemeyeceği bir şey. Kesin ve net olan tek şey, bunun bir ceset olduğuydu.
Kendini zorlayarak eğilip bir kez daha cesete bakmaya çalıştı. Hendek en az iki metre derinlikteydi. Dibine de birkaç tane kazık çakılmıştı. Bu kazıkların üstünde de bir adam asılı duruyordu. Kazığın sivri uçları cesedi delip geçmişti. Adam kazığa yüzükoyun çakılmıştı. Ekin kargaları adamın boynunu gagalıyordu. Wallander yerinde doğrulduğunda bacakları titriyordu. Uzaklardan gelen araba seslerini duydu.
Bir kez daha hendeğe baktı. Kazıklar kalın oltalara benziyordu. Bambudan yapılmış olabileceklerini düşündü, Wallander. Uçları sivriydi. Hendeğin içindeki kalaslara baktı. Yol diğer tarafa devam ettiğine göre köprü görevi görüyor olmalıydı. Yol nerede bitiyordu ki?
Bir köpek havlaması duyunca hendeğin yanından uzaklaşarak çiftlik evine doğru yürüdü. Midesi fena hâlde bulanıyordu. Üstelik çok da korkmuştu. Birinin cesedini bulmak zaten hiç hoş olmayan bir deneyimdi ama bir de cesede yapılan onca korkunç şeye tanık olmak…
Biri hendeğin dibine bambu kazıkları dikmiş olmalıydı. Birini öldürmek için. Derin bir soluk alabilmek için durdu. Geçen yazdan kalma görüntüler gözünün önünden bir film şeridi gibi geçmeye başlamıştı. Her şey yeniden mi başlıyordu? Bu ülkedeki olaylar hiç bitmeyecek miydi?
Yürümeyi sürdürdü. Köpekli iki polis evin önünde bekliyordu. Höglund’la Hansson da gelmişti. Bahçeye girdiğinde polisler kötü bir şey olduğunu anlamışlardı bile.
Wallander yağmurdan sırılsıklam olan yüzünü sildi ve arkadaşlarına hendeği dolduran karga sürüsünü işaret etti.
“Orada,” dedi. “Ölmüş. Öldürülmüş. Hemen oraya bir ekip gönderin.” Arkadaşları Wallander’den birkaç kelime daha söylemesini beklediler ama söyleyecek başka bir şeyi yoktu.

6
29 Eylül Perşembe akşamı polis Holger Eriksson’un cesedinin bulunduğu hendeğin üstünü örttü. Hendeğin dibindeki çamurla kanı temizlemişlerdi. Hem bu tatsız iş hem de dinmek bilmeyen yağmur cinayet yerini Wallander’le arkadaşlarının tanık oldukları en iğrenç ve kasvetli yer yapmıştı. Lastik botları çamur içindeydi. Etrafa yerleştirdikleri projektörlerin ışıkları olay yerine gerçeküstü bir görünüm kazandırmıştı. Sven Tyrén yakıt dağıtımını bitirdikten sonra yeniden çiftlik evine gelmiş ve kazıklara çakılan adamın kimliğini doğrulamıştı. Evet demişti Tyrén, bu kesinlikle Eriksson. Bundan kuşkusu yoktu. Kaybolduğu bildirilen adamın aranması başlamadan bitmişti. Tyrén gördüklerini algılayamıyormuşçasına son derece sakin bir havadaydı. Birkaç saat polis kordonunun hemen arkasında tek bir sözcük söylemeden volta atmış, sonra da birden kamyonuna atlayarak oradan uzaklaşmıştı.
Hendeğin içinde Wallander kendini kapana kıstırılmış bir fare gibi hissetmişti. İş arkadaşları da kendisi gibi zorlanıyorlardı. Svedberg’le Hansson mideleri bulandığından kendilerini birkaç kez hendekten dışarı atıp kusmuşlardı. Evine göndermeyi düşündüğü Höglund ise hepsinden daha dayanıklı çıkmıştı.
Hendeğin içinde ceset bulunduğu haberini alır almaz Müdür Holgersson da zaman yitirmeden olay yerine gelmişti. Polislerin birbirlerine çarpmamaları, rahat rahat çalışabilmeleri için olay yeri düzenlenmişti ama genç bir stajyer polis çamurda kaymış, hendeğe yuvarlanmış ve kazıklardan biri eline batmıştı. Cesedi kazıklardan nasıl çıkaracağını tasarlayan doktor, stajyer polisin elini sarmıştı. Stajyerin nasıl düştüğünü gören Wallander, Eriksson’un da büyük olasılıkla aynı şekilde düşmüş olabileceğini düşündü.
Emniyetin adli tıp teknisyeni Nyberg’le birlikte ilk iş olarak kalasları incelemişlerdi. Tyrén kalasların köprü görevi gördüğünü onaylamıştı. Onları oraya Eriksson yerleştirmişti. Tyrén polislere Eriksson’un bir keresinde kendisini kuleye götürdüğünü de söyledi. Eriksson sabırlı bir kuş meraklısıydı ve kuleden kuşları izlemeye bayılırdı. Bu av kulesi değil, kuşları izleme kulesiydi. Evdeki boş dürbün kılıfının içindeki dürbün Eriksson’un boynundaydı. Nyberg birkaç dakikalık bir incelemeden sonra kalasların testereyle kesildiğini söyledi. Wallander bu sözleri duyduktan sonra hendekten dışarı çıkıp kafasını toplamaya çalıştı. Olayları birbirine bağlamaya çalışıyordu. Nyberg dürbünün gece de kullanılabilir türden olduğunu söylediğinde Wallander bazı şeyleri birbirine bağlamaya başlamıştı ama aynı zamanda karşısına çıkan bu gerçeği kabul etmekte zorlanıyordu. Eğer yanılmıyorsa planlı bir şekilde hazırlanmış vahşi bir cinayetle karşı karşıyaydılar. Katil her kimse, bu cinayeti kusursuz bir şekilde işlemişti.
Akşamüstü Eriksson’un cesedini hendekten çıkardılar. Doktor ve Müdür Holgersson bambu kazıkları çıkarıp çıkarmama konusunu bir süre tartıştılar. Wallander’in önerisiyle çıkarmaya karar verdiler. Olay yerini Eriksson kalaslara basıp hendeğe düşmeden önceki hâliyle görmeleri gerekiyordu. Eriksson’un cesedi kaldırılıp götürülürken Wallander kendini çok kötü hissediyordu. İşleri bittiğinde saat gece yarısını çoktan geçmişti, yağmur hafiflemişti ama yine de yağıyordu. Çevrede sadece jeneratörün uğultusuyla çamurların arasında yürüyen lastik botların çıkardığı ses duyuluyordu.
Bir anlık bir sessizlik oldu. Biri kahve getirdi. Jeneratörün beyaz ışığında yorgun yüzler görülüyordu. Wallander bir açıklama bulması gerektiğini düşünüyordu. Tam olarak neler olmuştu? İşe nasıl ve nereden başlayacaklardı? Herkes son derece yorgun ve bitkindi. Karınları da aç olmalıydı. Martinson cep telefonuyla konuşuyordu. Wallander onun karısıyla konuştuğunu tahmin etti. Ne var ki Martinson telefonu kapattıktan sonra arkadaşlarına dönüp meteoroloji uzmanıyla konuştuğunu ve yağmurun gece duracağını söylediğini açıkladı. Wallander yapılacak en iyi şeyin günün ağarmasını beklemek olduğuna karar verdi. Henüz katilin peşine düşmemişlerdi, başlangıç noktası arıyorlardı. Köpekler herhangi bir koku alamamıştı. Wallander’le Nyberg kuleye çıkmışlar ama herhangi bir ipucu bulamamışlardı. Wallander, Holgersson’a döndü.
“Şu an bir şey yapamayız, bu mümkün değil,” dedi. “Şafakla birlikte herkes burada olsa iyi olur. Şimdilik yapabileceğimiz en iyi şey biraz dinlenmek.”
Bu sözlere kimse karşı çıkmadı. Herkes bir an önce evine gitmek istiyordu. Sven Nyberg dışında tabii. Wallander onun olay yerinde kalmak isteyeceğini biliyordu. Geceyi orada geçirecek ve ertesi sabah geldiklerinde onu orada bulacaklardı. Diğerleri çiftlik evinin önüne park ettikleri arabalarına doğru giderken Wallander geride kaldı.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
“Hiçbir şey,” diye karşılık verdi Nyberg. “Tüm yaşamım boyunca hiç bu denli ürkütücü bir şey görmediğim dışında bir şey düşünemiyorum.”
Muşambayla örtülmüş hendeğin yanı başında duruyorlardı.
“Sence tüm bunlar ne anlama geliyor? Karşımızda duran şey ne? Neye bakıyoruz da göremiyoruz?” diye sordu Wallander.
“Hem savaşlarda kullanılan hem de yırtıcı hayvan avına çıkan Asyalıların kullandığı tuzakların bir benzeri bu,” dedi Nyberg. “Bunlara hayvan kazıkları derler.”
Wallander başını salladı.
“İsveç’te bambular bu denli kalın yetişmez,” diye sürdürdü konuşmasını Nyberg. “Balık oltaları ve mobilya için bunları ithal ediyoruz.”
“Skåne’de yırtıcı hayvan da yok,” dedi Wallander düşünceli bir sesle. “Ve savaşta da değiliz. O zaman tüm bunlar ne oluyor?”
“Buraya ait olmadıkları kesin,” dedi Nyberg. “Uygun olmayan bir şeyler var. Hiç hoşuma gitmedi.”
Wallander ona dikkatle baktı. Konuşkan biri olmayan Nyberg, uzun zamandan beri ilk kez bu denli uzun konuşmuştu. Duygularındaki ani değişikliği ve korkusunu açıkça ifade etmesi doğrusu ilginçti.
“Kendini fazla yorma,” dedi Wallander arkadaşının yanından uzaklaşırken ama Nyberg karşılık vermedi.
Wallander kordonun üstünden atlayarak gece boyunca olay yerinde nöbet tutacak olan polisleri başıyla selamlayıp çiftlik evine doğru gitti. Lisa Holgersson onu bekliyordu. Elinde bir el feneri vardı.
“Gazeteciler geldi,” dedi. “Onlara ne söyleyeceğiz?”
“Söyleyecek fazla bir şeyimiz olduğunu sanmıyorum.”
“Onlara Eriksson’un adından da söz etmeyelim mi diyorsun?” Wallander karşılık vermeden bir an düşündü.
“Kurbanın adını verebiliriz. Yakıt kamyonu sürücüsünün boş atıp dolu tutmaya çalışmadığından eminim. Bana Eriksson’un hiç akrabası olmadığını söylemişti. Ölümünü haber vereceğimiz hiç kimsesi yoksa adının duyulmasına da izin vermeliyiz. Belki bunun bize bir yararı bile olabilir.”
Eve doğru birlikte yürüdüler. Arkalarında kalan projektörler cinayet yerini gündüz gibi aydınlatıyordu.
“Başka ne anlatabiliriz?”
“Onlara bunun bir cinayet olduğunu söyle,” diye karşılık verdi Wallander. “Bundan hepimiz eminiz ama elimizde kuşkulanabileceğimiz ne bir ipucu var ne de bir delil.”
“Bir fikir oluşturdunuz mu?”
Wallander çok yorgun olduğunu hissediyordu. Her düşünce, söyleyeceği her sözcük sanki büyük bir çaba gerektiriyor gibiydi.
“Senin gördüğünden farklı bir şey görmedim ama cinayetin planlı programlı işlendiği açıkça ortada. Eriksson tuzağa düşürüldü. Bu da en az üç sonucu beraberinde getiriyor.”
Durdular.
“Bunlardan birincisi, bu cinayeti her kim işlediyse onun Eriksson’u tanıdığını ve bazı alışkanlıklarını bildiğini düşünebiliriz,” diye söze başladı Wallander. “İkincisi de katil onu kesinlikle öldürmeyi planlamıştı.”
Wallander yeniden yürümeye başladı.
“Üç demiştin.”
El fenerinin solgun ışığı altında genç kadının yüzüne baktı. Kendisinin nasıl göründüğünü merak etti. Yağmur güneş yanığı teninin açılmasına neden olmuş muydu acaba?
“Katil Eriksson’un yaşamına son vermekle yetinmedi,” dedi. “Onun acı da çekmesini istedi. Eriksson ölmeden uzun bir süre o kazıklarda acı çekerek can vermiş olmalı. Kargaların dışında da sesini duyan olmamıştır. Belki doktorlar bize onun ne zaman öldüğünü söyleyebilirler.”
Müdür Holgersson yüzünü buruşturdu.
“İnsan nasıl böyle bir şey yapabilir?”
“Bilmiyorum,” diye karşılık verdi Wallander.
Eve yaklaştıklarında iki gazeteciyle bir fotoğrafçının kendilerini beklediğini gördüler. Wallander onlarla daha önceki cinayetlerde karşılaşmıştı. Müdür Holgersson’a bir göz atınca genç kadının başını hayır dercesine salladığını gördü. Wallander gazetecilere olayı elinden geldiğince özetleyerek anlattı. Gazetecilerin birçok sorusu vardı ama Wallander soruları yanıtlamayacağını söyleyince onlar da gitmek zorunda kaldılar.
“Sen iyi nam salmış bir polissin,” dedi müdür. “Geçen yaz ne denli yetenekli olduğunu herkese kanıtladın. İsveç’te her polis birimi seninle çalışmak ister.”
Genç kadının arabasının yanında durdular. Wallander müdürünün sözlerinde son derece içten olduğunun farkındaydı ama buna karşılık veremeyecek denli de yorgun hissediyordu kendini.
“Bu soruşturmayı istediğin gibi yürüt. Bana sadece ihtiyaçlarını bildir ve gerisini merak etme.”
Wallander olur dercesine başını salladı.
“Birkaç saat sonra bazı şeyleri öğrenmiş olacağız ama şimdi her ikimizin de dinlenmesi gerek.”
Wallander eve gittiğinde saat sabahın ikisi olmuştu. Kendisine birkaç sandviç hazırlayarak mutfak masasına oturup yedi. Sonra da çalar saatini beşe kurup yatağına uzandı.
Bir kez daha alaca karanlıkta toplandılar. Yağmur durmuştu ama rüzgâr vardı ve hava soğumuştu. Gece boyunca olay yerinde kalan Nyberg’le polisler hendeğin üstündeki muşambanın uçmaması için önlem almışlardı. Nyberg şimdi de hendeğin içinde adli tıp elemanlarıyla birlikte çalışıyordu.
Wallander çiftliğe gelirken yolda soruşturmayı nasıl yürütmesi gerektiğini düşünüyordu. Eriksson hakkında kimse bir şey bilmiyordu. Varlıklı olması işe başlamaları için yol gösterici nitelikte olabilirdi ama cinayetin bu yüzden işlendiğine inanmak olası değildi. Hendekteki kazıklar başka bir şeyi anlatmak istiyor gibiydi. Kazıkların dilini çözemediğinden hangi yöne gitmesi gerektiğini de kestiremiyordu.
Ne yapacağını kestiremediği zamanlarda yaptığı gibi bir zamanlar hem öğretmeni hem de yakın dostu olan eski polis Rydberg’i düşündü. Onun o bilgeliği olmasaydı ben sıradan bir polis olmaktan öteye gidemezdim, diye geçirdi içinden. Rydberg yaklaşık dört yıl önce kanserden ölmüştü. Wallander zamanın bu denli hızla geçmesi karşısında birden ürperdi. Rydberg olsaydı ne yapardı, diye sordu kendine.
Sabır, diye geçirdi içinden. Rydberg olsaydı bana şimdi mutlaka sabırlı olmanın her şeyden çok daha önemli olduğunu söylerdi.
Eriksson’un evinde geçici bir üs kurmuşlardı. Wallander en önemli görevlerin listesini yaparak olabilecek en iyi şekilde görev dağılımı yaptı. Bundan sonra durumun özetini çıkarmaya çalıştı ama soruşturmalarında ilerleyebilecek herhangi bir ipucu olmadığının bir kez daha bilincine vardı.
“Bu cinayetle ilgili çok az şey biliyoruz,” diye söze başladı. “Sven Tyrén adında bir yakıt kamyonu sürücüsü salı günü emniyete gelerek birinin kaybolduğundan kuşkulandığını bildirdi. Tyrén’in söylediklerinde ve şiirin üstündeki tarihten yola çıktığımızda cinayetin geçen çarşamba akşamı saat ondan sonra işlendiğini düşünebiliriz ama tam olarak ne zaman işlendiğini bilmiyoruz. Patalogların raporlarını beklemek zorundayız.”
Wallander sustu. Kimsenin sorusu yoktu. Svedberg esnedi. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Şu anda yatağında uyuyor olması gerekirdi ama ona ihtiyaçları olduğunu da herkes biliyordu.
“Holger Eriksson hakkında fazla bir şey bilmiyoruz,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Eski bir galerici. Varlıklı, hiç evlenmemiş ve çocuğu yok. Hem şair hem de kuşlarla yakından ilgili biri.”
“Bundan biraz daha fazlasını biliyoruz,” diye araya girdi Hansson. “Eriksson bu bölgede özellikle on ya da yirmi yıl önce çok iyi tanınan biriymiş. Hem araba hem de at ticaretiyle ün salmış o günlerde. Sıkı bir pazarlıkçıymış. Sendikalara asla hoşgörüyle yaklaşmazmış. Alabildiğine cimri olduğundan parasını çarçur etmemiş. Vergi kaçırma gibi bazı yasa dışı işlere adı karışmış ama eğer yanlış hatırlamıyorsam hiç yakalanmamış.”
“O zaman bazı düşmanları olması gerek,” dedi Wallander.
“Böyle düşünmek rahatlatıcı olabilir ama bu, söz konusu düşmanların onu öldürmek istediği anlamına da gelmez. Özellikle bu şekilde.”
Wallander uçları sivriltilmiş bambu kazıklarla köprü konusunu tartışmak için biraz daha beklemeye karar verdi. Öncelikle kafasındaki düşünceleri bir düzene koymak istiyordu. Bu, Rydberg’in sürekli ona söylediği şeylerden biriydi. Bir cinayet soruşturması inşaat alanına benzer, derdi. Her şeyin sırayla ve belli bir düzen içerisinde yapılması gerekir, aksi hâlde bina yıkılır.
“Yapmamız gereken ilk şey Eriksson’un yaşamını ayrıntılarıyla ortaya çıkarmak olmalı,” dedi Wallander. “Ama bunu yapmadan önce cinayetin kronolojisiyle ilgili izlenimlerimi anlatmaya çalışacağım.”
Büyük mutfak masasının etrafında oturuyorlardı. Polis kordonu altına alınan cinayet yeriyle rüzgârda uçuşan beyaz muşambayı pencereden görüyorlardı. Üstü başı çamur içinde olan Nyberg bostan korkuluğuna benziyordu. Wallander onun insanı tedirgin edici sesini duyar gibi oldu ama onun çok yetenekli ve kılı kırk yaran biri olduğunu da biliyordu. Eğer elini sallıyorsa bunun mutlaka bir nedeni olmalıydı.
Wallander dikkatinin artmaya başladığını hissetti. Bunu daha önce de defalarca yapmıştı ve soruşturma ekibinin katilin izini sürmeye başlayacağı ânı yakaladığını yüreğinde hissediyordu.
“Bence olay şöyle gelişti,” diye başladı Wallander ağır ağır konuşarak. “Çarşamba akşamı saat ondan sonra ya da perşembe sabahı erkenden Holger Eriksson evinden çıktı. Dışarıda uzun kalmayacağı için de kapıyı kilitlemedi. Yanına gece görüşü olan dürbününü de almıştı. Köprüye doğru uzanan yolda, hendeğe doğru yürümeye başladı. Büyük olasılıkla kuleye çıkacaktı. Kuşlarla yakından ilgileniyordu. Eylül ve ekim aylarında göçmen kuşlar güneye gider. Kuşlar konusunda fazla bir bilgim yok ama birçoğunun bu yolculuğu gece karanlıkta yaptıklarını biliyorum. Bu da bize Eriksson’un neden geç bir saatte evinden çıktığını açıklıyor. Köprüye adımını attığında kalaslar testereyle kesildiğinden hendeğe düşüyor ve kazıklar bedenine giriyor. Ölüm yeri hendek. Yardım için bağırmış olsa bile çevrede kimse yoktu. Çiftliğe boşuna ‘İnziva’ adını vermediği de ortada.”
Sözlerini sürdürmeden önce masadaki termostan fincanına kahve koydu.
“Bence olaylar bu şekilde gelişti,” dedi. “Elimizde yanıtlardan çok soru var ama işe bu noktadan başlamalıyız. İşini çok iyi planlamış bir katille karşı karşıyayız. Acımasız ve tüyler ürpertici. Elimizde şimdilik herhangi bir ipucu ya da delil yok.”
Bir süre kimse konuşmadı. Wallander masanın çevresinde oturan arkadaşlarına baktı. Sonunda Höglund sessizliği bozdu.
“Önemli olan bir şey daha var,” dedi. “O da bu cinayeti her kim işlemişse davranış biçimini gizlemeye hiç de niyetli olmadığı.”
Wallander de aslında bu noktaya gelmek üzereydi.
“Eğer o ölümcül tuzağa dikkatle bakarsak onun bir tür açıklama niteliğinde olduğunu ortaya çıkarabilme şansımız var.”
“Katilin deli olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sordu Svedberg. Masadakiler onun bu sözlerle ne demek istediğini hemen anlamışlardı. Geçen yaz yaşadıklarını henüz unutamamışlardı.
“Bu olasılığı da göz ardı edemeyiz,” dedi Wallander. “Aslında hiçbir şeyi göz ardı edemeyiz.”
“Ayılara kurulan tuzak gibi,” dedi Hansson. “Ya da Asya’da geçen eski savaş filmlerindeki gibi. Ayı tuzağı ve kuş sevdalısı, ilginç bir karışım.”
“Ya da bir galerici,” diye ekledi Martinson.
“Veya bir şair,” dedi Höglund. “Elimizde birçok seçenek var.”
Wallander toplantıyı bitirdi. Toplantı yapmak istediklerinde Eriksson’un mutfağını kullanacaklardı. Svedberg, hem Eriksson’un siparişlerini alan sekreter kızla hem de Sven Tyrén’le konuşmak için oradan ayrıldı. Höglund yakınlarda yaşayanlarla konuşulup konuşulmadığına bakmaya gitti. Posta kutusundaki mektupları anımsayan Wallander, Höglund’a mahallenin postacısıyla konuşmasını da söyledi. Müdür Holgersson’la Martinson diğer işleri organize etmek için çalışırken Hansson da Nyberg’in adli tıp teknisyenleriyle birlikte evi inceleyecekti.
Soruşturmanın tekerleği dönmeye başlamıştı.
Wallander ceketini üstüne geçirerek hendeğe doğru gitti. Gökyüzü kara bulutlarla kaplıydı. Rüzgâr onu arkadan itiyordu. Birden kazların hiçbir hayvanın sesine benzemeyen bağırtılarını duydu. Durup başını kaldırıp göğe baktı. Kısa süre sonra küçük gruplar hâlinde güneybatıya doğru kanat çırpan kuşları gördü. Skåne’den geçen diğer tüm göçmen kuşlar gibi bunların da Falsterbo Burnu’ndan geçerek İsveç’ten ayrılacaklarını düşündü.
Wallander masanın üstündeki şiiri düşünerek orada öylece durup kuşların arkasından baktı. Sonra da içindeki tedirginliğin gittikçe arttığının bilincinde yoluna devam etti.
Bu vahşice işlenen cinayette onu sarsan ve korkutan bir şey vardı. Yoğun bir nefret duygusundan ya da bir anlık çılgınlıktan ötürü işlenen bir cinayet de olabilirdi bu ama cinayetin arkasında her şeyin soğukkanlılıkla planlandığı hissediliyordu. Neyin kendisini daha çok korkuttuğundan emin değildi.
Nyberg’le adli tıp teknisyenleri çamura batmış kanlı kazıkları kaldırmaya başlamışlardı. Kazıklar teker teker plastik örtülere sarılıp arabaya yerleştiriliyordu. Nyberg’in yüzü gözü çamur içindeydi. Sert ve öfkeli hareketlerle çalışmasını sürdürüyordu. Wallander kendini bir mezara bakıyormuş gibi hissetti.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu sesine yüreklendirici bir ifade vermeye çalışarak.
Nyberg homurdandı. Wallander aklındaki soruları bir süreliğine ertelemeye karar verdi. Nyberg çabuk öfkelenen, değişken bir ruh hâline sahip ve her an kavga çıkarmaya hazır biriydi. Emniyettekiler Nyberg’in en küçük bir kışkırtma karşısında Emniyet Genel Müdürü’ne bile rahatlıkla bağırabileceğini düşünürlerdi.
Polis hendeğin üstüne geçici bir köprü kurmuştu. Wallander sert rüzgârın altında diğer taraftan tepeye çıktı. Yaklaşık üç metre yüksekliğindeki kuleyi inceledi. Kule, Eriksson’un yaptırdığı köprüyle aynı ahşaptandı. Wallander kuleye dayalı merdiveni tırmandı. Platform bir metrekareden daha büyük değildi. Rüzgâr yüzünü yakıyor, gözlerinin yaşarmasına neden oluyordu. Üç metre yükseklikte manzara tümüyle farklı görünüyordu. Hendeğin içinde çalışan Nyberg’i gördü. Uzaklardan Eriksson’un çiftliği görülüyordu.
Başını hafifçe öne eğerek üstünde durduğu platformu incelemeye koyuldu. Birden Nyberg incelemesini bitirmeden kuleye tırmandığına pişman oldu. Aşağıya indi ve kulenin altında rüzgârsız bir yer bulmaya çalıştı. Kendini çok yorgun hissediyordu ama içindeki yoğun tedirginlik de her an artıyordu. Bu duygusunu bastırmaya çalıştı. Depresyon mu geçiriyordu? Mutluluğu çok kısa sürmüştü; tatil, bir ev satın alma kararı, köpek sahibi olma. Tabii en önemlisi de Baiba’nın gelmesiydi.
Ancak bunlar gerçekleşmeden yaşlı bir adamın hendeğin içindeki cesedi ortaya çıkmış ve Wallander’in mutlu dünyası sabun köpüğü gibi sönmeye başlamıştı. Bu şekilde yaşamayı daha ne kadar sürdüreceğini çok merak ediyordu.
Bu düşünceleri kafasından atmaya çalıştı. Bir an önce Eriksson’a bu ölüm tuzağını kimin kurduğunu bulmak zorundalardı. Wallander yokuştan aşağı inmeye başladı. Martinson’un her zamanki gibi telaşlı bir şekilde kendisine doğru geldiğini gördü. Wallander adımlarını hızlandırdı. Kendini hâlâ kararsız ve tedirgin hissediyordu. Bu soruşturmaya hangi yönden yaklaşmalıydı? Araştırmanın kalbine girebilmenin yollarını bulması gerekiyordu.
Martinson’un yüzünden önemli bir şeyin olduğu anlaşılıyordu.
“Ne oldu?” diye sordu.
“Vanja Andersson adında birini hatırlıyor musun?”
Wallander’in bu adı anımsaması için bir süre düşünmesi gerekmişti. Sonra onun Västra Vall Caddesi’ndeki çiçekçide çalışan kadın olduğunu anımsadı.
“Evet ama şimdi ona ayıracak zamanımız yok.”
“Bu kadar emin konuşmasan iyi olur,” dedi Martinson.
“Neden?”
“Dükkân sahibi Gösta Runfeldt’in Nairobi’ye hiç gitmediği ortaya çıkmış.”
Wallander, Martinson’un ne söylemeye çalıştığını anlayamamıştı.
“Yardımcısı, patronunun bineceği uçağın saatini öğrenmek için seyahat acentesini aramış. O zaman öğrenmiş.”
“Neyi öğrenmiş?”
“Runfeldt’in, biletini almasına karşın Afrika’ya gitmediğini.” Wallander arkadaşına şaşkınlıkla baktı.
“Biri daha kayıp,” dedi Martinson.
Wallander karşılık vermedi.

7
Vanja Andersson’la konuşmaya karar verdikten sonra Ystad’a dönerken Wallander birinin iki olay arasındaki benzerliğe ilişkin bir şeyler söylediğini anımsadı. Eriksson bir yıl önce evine hırsız girdiğini ama hiçbir şey çalmadığını söylemişti polise. Gösta Runfeldt’in dükkânına da hırsız girmiş, o da hiçbir şey çalmamıştı. Wallander korku içinde arabasını sürdü.
Eriksson cinayeti yeterliydi, başka bir kayba ve cinayete ihtiyaçları yoktu, özellikle Eriksson cinayetiyle ilişkisi olabilecek başka bir olaya kesinlikle ihtiyaçları yoktu. İçinde uçları sivri kazıklar olan hendeklere ihtiyaçları yoktu. Wallander bir karabasandan kaçmak istercesine gaza bastı. Ara sıra da kendisine değil de arabasına sakin olmasını ve akılcı bir şekilde düşünmeye başlaması gerektiğini söylemek istercesine aniden frene basıyordu. Runfeldt’in kaybolduğuna ilişkin ne tür deliller vardı? Bunun bazı akılcı açıklamaları olabilirdi. Eriksson’un başına gelen olağan dışı bir şeydi ve aynı olayın ikinci kez yinelenmesi olası değildi. En azından Skåne’de ve Ystad’da böylesi şeyler olmazdı. Olmamalıydı. Dükkân sahibinin ortadan kaybolmasının mutlaka mantıklı bir açıklaması vardı, Vanja Andersson da bunu kanıtlayacaktı.
Wallander kendini kandırmayı başaramadı. Västra Vall Caddesi’ne gitmeden önce emniyete gitti. Koridorda Höglund’u görünce onu trafik polislerinin uyukladığı kantine götürdü. Kahvelerini alarak köşedeki masalardan birine geçip oturdular. Wallander ona Martinson’un söylediklerini anlatınca genç kadın da onun gibi aynı tepkiyi gösterdi. Bu mutlaka bir rastlantı olmalıydı ama Wallander yine de Höglund’a Eriksson’un bir yıl önce yaptığı yazılı şikâyetin bir kopyasını bulmasını söyledi. Ayrıca genç kadına Eriksson’la Runfeldt arasında herhangi bir ilişki olup olmadığını araştırmasını da söyledi. Höglund’un işlerinin oldukça yoğun olduğunu biliyordu ama bu, her şeyden çok daha önemli bir konuydu ve bir an önce açıklığa kavuşturulmalıydı. Bunu konuklar gelmeden önce evin temizlenmesi olarak algıla, dedi ve bu sözleri söyler söylemez de zırvaladığını fark etti.
“Elimizi çabuk tutmalıyız,” diye sürdürdü konuşmasını. “Arada bir ilişki olmadığını saptarsak işimiz çok daha kolaylaşacak.”
Wallander masadan kalkmaya hazırlanırken Höglund ona bir soru sordu.
“Bu cinayeti kim işlemiş olabilir?”
Wallander yeniden oturdu. Kanlı kazıklar gözlerinin önünden gitmiyordu.
“Bilmiyorum,” dedi. “O kadar sadistçe bir davranış türü ki bu, sıradan birinin böyle bir cinayeti işleyebilmesini aklım almıyor. Ruh ya da akıl sağlığı bozuk biri olmalı.”
“Evet,” diye karşılık verdi genç kadın. “Sen de ben de birinin öldürülmesine çok öfkeleniyoruz. Oysa bazı insanlar için bu o denli öfkelenecek bir şey değil, onlar da gözlerini kırpmadan cinayet işleyebiliyor.”
“İşin beni en çok ürküten yanı çok iyi tasarlanmış olması. Bu cinayeti işleyen kişi her kimse bunun üzerinde zaman harcamış, kafa yormuş. Ayrıca Eriksson’un alışkanlıklarını da ayrıntılarıyla bildiği ortada. Büyük olasılıkla onu adım adım izlemiş olmalı.”
“Bu da belki bize bir kapının açılmasını sağlar,” dedi Höglund. “Eriksson’un yakın dostları olmadığını biliyoruz ama onu öldüren kişinin onunla bir yakınlığı mutlaka olmuştur. Kalasları testereyle kesmiş. Bu iş için bile oraya birkaç kez gitmiş olmalı. Onu mutlaka birileri görmüştür ya da o civarda dolaşan yabancı bir araba görmüşlerdir. İnsanlar çevrelerinde ne olup bittiğini merak eder. Kent dışında yaşayan kişiler ormandaki geyikler gibidir. Bize bakar, bizi izler ama biz onları göremeyiz.”
Wallander dalgın bir şekilde başını evet dercesine salladı. Her zamanki gibi dikkatle dinlemiyordu Höglund’u.
“Bu konuyu daha sonra yine konuşuruz,” dedi. “Ben şimdi çiçekçiye gideceğim.”
Wallander emniyetten çıkarken Ebba ona babasının aradığını söyledi.
“Babamı daha sonra ararım,” dedi Wallander. “Şimdi çok işim var.”
“Olanlar çok korkunç,” dedi Ebba. Wallander onun sanki kendisine üzülüyormuş gibi bir tavırla konuştuğunu hissetti.
“Bir keresinde ondan bir araba almıştım,” dedi Ebba. “İkinci el bir Volvo’ydu.”
Ebba’nın Holger Eriksson’dan söz ettiğini anlaması biraz zamanını almıştı.
“Araba kullandığını bilmiyordum,” dedi şaşkınlıkla. “Ehliyetin olduğunu bile bilmiyordum.”
“Tam 29 yıldan beri kullanıyorum,” diye karşılık verdi Ebba. “Ve hâlâ o Volvo’yu kullanıyorum.”
Wallander polis otoparkında yıllardan beri gördüğü bakımlı Volvo’yu birden anımsadı.
“Umarım seni kazıklamamıştır,” dedi.
“Kazıkladı,” diye karşılık verdi Ebba. “O gün bu araba için ödediğim miktar gerçekten de çok fazlaydı ama arabama iyi baktım ve sonunda da şanslı olan ben oldum. Arabamla şimdi koleksiyoncular ilgileniyor.”
“Gitmeliyim,” dedi Wallander. “Ama bir ara beni mutlaka arabanla gezdirmelisin.”
“Babanı aramayı unutma.”
Wallander bir an için durup düşündü. Sonra da kararını verdi.
“Onu sen arar mısın, lütfen? Bana bu iyiliği yap. Onu ara ve çok yoğun olduğumu söyle. Onu en kısa zamanda arayacağımı da ekle. Önemli bir şey olduğunu sanmıyorum.”
“İtalya’yla ilgili konuşmak istediğini söylemişti,” dedi Ebba.
“İtalya’yla ilgili sonra konuşuruz, bu şu anda mümkün değil. Bunu ona söyle lütfen.”
Wallander çiçekçinin yakınlarında arabasını park ettikten sonra dükkâna gitti. İçeride birkaç müşteri vardı. Vanja Andersson’a bekleyeceğini işaret etti. On dakika sonra müşteriler gittiler ve Vanja Andersson kapalı olduklarını belirten bir not yazarak kapıyı kilitledi. Dükkânın arka tarafındaki küçük çalışma odasına gittiler. Çiçeklerin kokusu Wallander’in midesini bulandırmıştı. Her zamanki gibi not defteri yanında olmadığından masadaki küçük kartlardan bir tomar alıp notlarını yazmaya hazırlandı.
“Her şeye en başından başlayalım,” dedi Wallander. “Seyahat acentesine telefon ettiniz. Neden onları aradınız?”
Andersson’un sinirli olduğu gözden kaçmıyordu. Yerel gazetelerden biri olan Ystads Allehanda masada duruyordu. Holger Eriksson cinayeti ilk sayfada yer almıştı. Hiç olmazsa neden buraya geldiğimi biliyor, diye geçirdi içinden Wallander. Eriksson’la Gösta Runfeldt arasında bir bağ olmadığını kanıtlamaya geldiğimi biliyordur umarım.
“Gösta gitmeden önce bana bir not yazıp ne zaman döneceğini bildirmişti,” diye söze başladı Vanja Andersson. “Ama o notu bir türlü bulamadım. Onun için de seyahat acentesini aradım. Oradaki yetkili kişi bana Gösta’nın Kastrup Havaalanı’na gelmediğini söyledi.”
“Seyahat acentesinin adı ne?”
“Malmö’deki Özel Tur.”
“Kiminle konuştun?”
“Anita Lagergren’le.”
Wallander bu adı not etti.
“Ne zaman aradın?”
Andersson ona ne zaman aradığını söyledi.
“Anita Lagergren başka ne söyledi?”
“Gösta’nın yolculuğa çıkmadığını. Kastrup Havaalanı’na gelmediğini. Onlara verdiği telefonu aramış ama yanıt alamamışlar. Uçağı bir süre bekletmiş, sonra da gitmişler.”
“Bundan başka bir şey yapmamışlar mı?”
“Anita Lagergren, Gösta’ya yolculuk masraflarını geri ödemeyeceklerini bildiren bir mektup gönderdiklerini söyledi.”
Wallander, Vanja Andersson’un başka bir şey daha söyleyeceğini ama birden vazgeçtiğini gördü.
“Galiba bir şey söyleyecektin,” dedi.
“Tur çok pahalıymış,” dedi. “Anita Lagergren bana fiyatını söyleyince çok şaşırdım.”
“Ne kadarmış?”
“Yaklaşık otuz bin kron. Topu topu iki hafta için bu kadar para çok.”
Otuz bin kron Wallander için de büyük paraydı, karşı çıkmadı. Hayatında böylesine pahalı bir yolculuğa çıkmayı aklının ucundan bile geçiremezdi. Babasıyla birlikte Roma’da geçirdikleri bir hafta boyunca bu paranın ancak üçte birini harcamışlardı.
“Anlayamıyorum,” dedi Vanja Andersson. “Gösta bu şekilde davranan biri değildir.”
“Ne zamandan beri onun yanında çalışıyorsun?”
“On bir yıl oldu.”
“Burada çalışmaktan memnunsun demek, öyle mi?”
“Gösta çok iyi bir insandır. Çiçeklere âşıktır. Yalnızca orkidelere değil tüm çiçeklere.”
“Bu konuya daha sonra döneceğiz. Bana biraz ondan söz et şimdi. Nasıl biridir?”
Andersson bir an için susup düşündü.
“Düşünceli ve dostça bir insandır,” dedi. “Belki biraz alışılagelmişin dışında biri de diyebiliriz onun için. Köşesine çekilmiş, dünya işlerinden elini eteğini çekmiş biri.”
Wallander huzursuzca bu açıklamanın Holger Eriksson’a da uyabileceğini düşündü. Eriksson’un çok düşünceli biri olmadığı öne sürülmüş olsa da.
“Evli mi?”
“Dul”
“Çocukları var mı?”
“İki tane. İkisi de evli ve onların da çocukları var ama burada oturmuyorlar.”
“Kaç yaşında?”
“Kırk dokuz.”
Wallander notlarına baktı.
“Dul bir erkek,” dedi. “Karısı çok genç yaşta ölmüş olmalı. Kaza mı geçirmiş?
“Bilmiyorum. Gösta bu konuda pek konuşmaz ama galiba boğulmuş, öyle duymuştum.”
Wallander bu konuyla ilgili soru sormaktan vazgeçti. Gerekirse buna daha sonra yeniden dönerdi. Kalemini masaya koydu. Çiçeklerin kokusu içini bayıyordu.
“Bu konuda oldukça zaman harcamış olmalısın,” dedi. “Son birkaç saat içinde iki konu seni bir hayli endişelendirmiş olmalı. Bunlardan biri Gösta’nın neden Afrika’ya giden uçağa binmediği. Diğeriyse şu anda Nairobi’de olması gerekirken orada olmayışı. Peki ama nerede?”
Vanja Andersson evet dercesine başını salladı. Wallander, Andersson’un gözlerinin yaşardığını fark etti.
“Mutlaka başına bir şey gelmiş olmalı,” dedi. “Seyahat acentesiyle konuştuktan hemen sonra Gösta’nın evine gittim. Sokağın başında oturuyor. Çiçeklerini sulamam için bana yedek anahtarlarını vermişti. Yolculuğa çıktığını düşündüğüm için ilk hafta evine iki kez gittim, çiçeklerini suladım ve mektuplarını da masaya bıraktım. Az önce yine gittim. Evde değildi ve evine hiç gelmemişti.”
“Bunu nasıl anladın?”
“Anladım işte.”
“Peki, sence ne olmuş olabilir?”
“Hiçbir fikrim yok. Bu yolculuğa çıkmak için can atıyordu. Bu kış orkidelere ilişkin yazmaya başladığı kitabını bitirmeyi tasarlıyordu.”
Wallander yüreğindeki sıkıntının arttığını hissetti. İçinde bir yerlerde uyarıcı zil çalmaya başlamıştı bile. Bu sessiz alarmı çok iyi tanırdı. Not almak için kullandığı küçük kartları topladı.
“Gösta’nın evine gidip bakmak istiyorum,” dedi. “Sen de dükkânı yeniden açmalısın. Tüm bu olanların mantıklı bir açıklaması olduğundan eminim.”
Vanja Andersson bu sözlerin doğruluğunu anlamak istercesine Wallander’in gözlerinin içine dikkatle baktı ama aradığı güvenceyi bulamadı. Wallander’e Gösta’nın evinin anahtarlarını verdi. Gösta dükkânıyla aynı sokakta, kent merkezine bir blok daha yakında oturuyordu.
“Evi inceledikten sonra anahtarları geri getiririm,” dedi.
Dar sokağa çıktığında yaşlı bir çiftin park ettiği arabasının yanından güçlükle geçerek kaldırıma çıktığını gördü. Çift ona azarlarcasına baktı ama Wallander onları görmezden gelip yoluna devam etti.
Gösta’nın dairesi yüzyılın başında inşa edildiği anlaşılan bir binanın üçüncü katındaydı. Bina asansörlüydü ama Wallander basamakları çıkmayı yeğledi. Birkaç yıl önce oturduğu daireyi böyle bir daireyle takas etmeyi düşünmüştü. Oysa artık bir gün Maria Caddesi’ndeki evini satacak olursa bahçeli bir ev alacaktı. Baiba’nın mutlu olabileceği bir yer olacaktı bu. Belki bir de köpekleri olurdu.
Anahtarla kapıyı açıp Gösta Runfeldt’in dairesine girdi. Hayatımda kim bilir kaç kez yabancı birinin evine girdim, diye geçirdi içinden. Kapının eşiğinde durdu. Her evin kendine has bir havası, özelliği vardı. Yıllar boyunca Wallander evin sahibinin izlerini gözlemleme alışkanlığı kazanmıştı. Ağır adımlarla odaları dolaştı. Genellikle ilk izlenim her zaman en çok işe yarayan olurdu. Bu evde, bir sabah olması gereken yerde olmayan Gösta Runfeldt adında biri yaşıyordu. Wallander, Vanja Andersson’un söylediklerini düşündü. Runfeldt’in Afrika yolculuğuna çıkmak için can attığını söylemişti.
Wallander evin dört odasıyla mutfağını dolaştıktan sonra oturma odasının ortasında durdu. Ev büyük ve aydınlıktı. Nedense Runfeldt’in evini özensiz bir biçimde döşediğini hissediyordu. Kişiliği olan tek yer çalışma odasıydı. Bu odada insanı rahatsız etmeyen bir karışıklık vardı. Kitaplar, kâğıtlar, bitki ve çiçek resimleriyle doluydu. Bilgisayar da vardı. Pencerenin kenarlarında çocuklarıyla torunlarının resimleri vardı. Asya’da bir yerde büyük ve iri orkidelerin arasında çekilmiş bir fotoğrafı da vardı. Fotoğrafın arkasındaysa Burma 1972 yazılıydı. Runfeldt fotoğrafı çeken kişiye içtenlikle gülümsemişti. Güneş yanığı yüzü mutlulukla parlıyordu. Fotoğrafın renkleri solmuştu ama Runfeldt’in gülümsemesi yok olmamıştı. Wallander fotoğrafı yerine koyduktan sonra duvarda asılı haritaya baktı. Biraz aradıktan sonra Burma’nın nerede olduğunu buldu. Sonra da çalışma masasına geçip oturdu. Runfeldt çıkması gereken bir yolculuğa çıkmamıştı. En azından Özel Tur adlı seyahat acentesinin düzenlediği turla Nairobi’ye gitmediği kesindi.
Wallander yerinden kalkıp yatak odasına gitti. Tek kişilik ve dar olan yatak yapılmıştı. Yatağın yanında birkaç kitap duruyordu. Wallander kitapların isimlerine baktı. Hepsi de çiçekler ve bitkilerle ilgili kitaplardı. Yalnızca biri uluslararası para piyasasıyla ilgiliydi. Wallander eğilip yatağın altına baktı. Hiçbir şey yoktu. Dolabı açtı. Dolabın içindeki rafların birinde iki valiz vardı. Parmak uçlarında yükselerek valizleri yere indirdi. İkisi de boştu. Sonra bir sandalye almak için mutfağa gitti. Sandalyeye çıkıp dolabın en üst rafına baktı. Orada aradığını buldu. Bekâr erkeklerin evleri genellikle tozlu olurdu. Runfeldt’in evinde de bu kural bozulmamıştı. Tozların içindeki ana hatlar son derece belirgindi. Rafta üçüncü bir valiz daha olmalıydı. Aşağıya indirdiği iki valiz de eski ve birinin kilidi kırık olduğundan Wallander, Runfeldt’in eğer yolculuğa çıksaydı üçüncü valizi kullanacağını düşündü. Bu valiz evde bir yerlerde olabilirdi. Ceketini sandalyenin arkasına asıp tüm dolapları teker teker incelemeye koyuldu ama hiçbir şey bulamadı. Bir süre sonra da yeniden çalışma odasına döndü.
Runfeldt eğer yolculuğa çıkmışsa mutlaka pasaportunu da yanına almış olmalıydı. Wallander kilitli olmayan çekmeceleri teker teker aradı. Çekmecelerin birinde içinde kurutulmuş bitki koleksiyonu olan bir albüm gördü. Kapağını açtı. İçinde, Gösta Runfeldt 1955, yazıyordu. Bitkilere ve çiçeklere merakı demek okul yıllarında başlamıştı. Wallander kırk yıllık peygamber çiçeğine baktı. Rengi hâlâ solmamıştı. Aramayı sürdürdü. Pasaportu bulamadı. Kaşlarını çattı. Valiz ve pasaport yoktu. Biletleri de bulamamıştı. Çalışma odasından çıkarak oturma odasındaki koltuklardan birine geçip oturdu. Bazen yer değiştirmek düşünmesine yardımcı olurdu. Runfeldt’in evinden pasaportu, biletleri ve içi eşya dolu valiziyle ayrıldığına ilişkin birçok işaret vardı burada.
Düşünmeye başladı. Kopenhag’a giderken başına bir şey gelmiş olabilir miydi? Feribottan denize düşmüş olabilir miydi? Eğer düşseydi mutlaka valizi bulunurdu. Cebindeki not aldığı kartlardan birini çıkardı. Kartın üstüne dükkânın telefon numarasını yazmıştı. Telefon etmek için mutfağa gitti. Mutfağın penceresinden Ystad limanındaki forkliftleri görebiliyordu. Polonya’ya giden feribotlardan biri limandan kalkmıştı. Telefona Vanja Andersson yanıt verdi.
“Ben hâlâ evdeyim,” dedi Wallander. “Bir iki sorum var. Kopenhag’a nasıl gideceğini söylemiş miydi?”
Vanja Andersson hiç düşünmeden karşılık verdi.
“Her zaman Dragør ve Limhamn yoluyla gider.”
Hiç olmazsa bunu öğrenmişti.
“Kaç tane valizi olduğunu biliyor musun?”
“Hayır. Bilmeli miyim?”
Wallander bu soruyu daha farklı bir şekilde sorması gerektiğini fark etti.
“Nasıl valizler kullanır?”
“Genellikle çok valizle yolculuğa çıkmaz,” diye karşılık verdi Andersson. “Az eşyayla nasıl yolculuk edileceğini çok iyi bilir. Bir el çantası ve bir de büyükçe tekerlekli valizi yanına alır.”
“Ne renk?”
“Siyah.”
“Emin misin?”
“Evet, eminim. Birkaç kez onu karşılamaya gitmiştim. Tren istasyonundan ya da Sturup Havaalanı’ndan. Gösta hiçbir şeyi atmaz. Eğer yeni bir valiz satın alsaydı mutlaka haberim olurdu çünkü yaşamın ne denli pahalılaştığından şikâyet ederdi. Bazen son derece cimri biri olup çıkardı.”
Ne var ki Nairobi yolculuğu otuz bin kron, diye geçirdi içinden Wallander ve bu para sokağa atılmıştı. Bunu isteyerek yaptığını sanmıyorum. Vanja Andersson’a anahtarları yarım saat içinde geri getireceğini söyledi.
Telefonu kapadıktan sonra Andersson’un söylediklerini düşündü. Siyah valiz. Dolabın içindeki valizler griydi. El çantasını da görmemişti. Ayrıca bir de Runfeldt’in Limhamn yoluyla dünyaya açıldığını öğrenmişti. Pencerenin önünde durup karşıdaki evlerin çatılarına baktı. Polonya’ya giden feribot gözden kaybolmuştu.
Mantıklı değil, diye geçirdi içinden. Kaza geçirmiş olabilir ama bu bile kesin değil. En önemli konuyu iyice incelemek amacıyla bilinmeyen numaraları arayarak Limhamn ile Dragør arasında çalışan feribot hattının telefonunu istedi. Şansı yaver gidiyordu ve hiç zaman kaybetmeden santral memuru onu hemen feribotlarda unutulan eşyalardan sorumlu kişiye bağladı. Adam Danimarkalıydı. Wallander ona kim olduğunu açıkladıktan sonra siyah bir valizin unutulup unutulmadığını sordu. Unutulması gereken tarihi verdi. Sonra da beklemeye koyuldu. Birkaç dakika sonra da adının Mogensen olduğunu söyleyen Danimarkalının sesini duydu.
“Yok,” dedi.
Wallander düşünmeye çalıştı. Bir sorusu daha vardı.
“Feribotlarda insanlar kaybolabilir mi? Yani denize düşebilirler mi?”
“Pek sık değil,” diye karşılık verdi Mogensen. Wallander adamın sesinden onun ciddi olduğunu anlamıştı.
“Ama zaman zaman olabilir, değil mi?”
“Tüm feribotlarda böyle kazalar olabilir,” dedi Mogensen. “İnsanlar denize atlayarak intihar edebilir ya da sarhoş olup düşebilir. Bazıları güç denemesi yaparak dengelerini kanıtlamak amacıyla parmaklığın üstünde yürür ama bunlar pek sık olan olaylar değildir.”
“Denize düşen kurtulabilir mi?”
“Bazıları kıyıya yüzer,” diye karşılık verdi Mogensen. “Bazılarını da balıkçı tekneleri kurtarır. Çok azı boğulur.”
Wallander’in başka sorusu yoktu. Yardım ettiği için adama teşekkür ettikten sonra telefonu kapattı.
Elinde somut bir şeyler olmamakla birlikte yine de Runfeldt’in Kopenhag’a gitmediğinden emindi. Valizini hazırlamış, pasaportunu ve biletini alarak evinden çıkıp gitmişti. Sonra da kaybolmuştu.
Wallander çiçekçideki kan gölünü anımsadı. Bu ne anlama geliyordu? Belki de bunu daha başından yanlış değerlendirmişlerdi. Hırsızın içeri girmesi yanlışlık sonucu olmayabilirdi.
Olayları anlamaya çalışarak evde dolaştı. Mutfaktaki telefonun çalmasıyla birlikte yerinden sıçradı. Koşarak açtı. Hansson, Eriksson’un evinden arıyordu.
“Martinson, Runfeldt’in kaybolduğunu söyledi,” dedi.
“Burada olmadığı kesin,” diye karşılık verdi Wallander.
“Nerede olabileceğine ilişkin bir fikrin var mı?”
“Hayır yok. Bana kalırsa o yolculuğa çıkmaya kararlıydı ama bir şey onu engelledi.”
“Sence bir bağlantı olabilir mi?”
Wallander düşündü. Tam olarak neye inandığını kendisi de bilmiyordu.
“Bu olasılığı göz ardı edemeyiz,” dedi.
Çiftlik evinde işlerin nasıl gittiğini sordu ama Hansson’un söyleyecek fazla bir şeyi yoktu. Wallander telefonu kapattıktan sonra bir kez daha evi dolaştı. Görmesi gereken bir şey olduğuna ilişkin duygular vardı içinde. Sonunda pes etti. Koridorda duran postaya baktı. Seyahat acentesinden bir mektup gelmişti. Elektrik faturası ve Borås’taki bir firmadan gelen pakete ilişkin bir haber kâğıdı vardı. Bunun bedelinin postaneye ödenmesi gerekiyordu. Wallander kâğıdı cebine attı.
Vanja Andersson onu dükkânda bekliyordu. Wallander ona aklına önemli olduğunu düşündüğü bir şey gelirse mutlaka kendisini aramasını söyledi. Sonra da arabasına atlayıp emniyete döndü. Haber kâğıdını Ebba’ya vererek birini postaneye gönderip paketi aldırmasını söyledi. Öğleden sonra saat birde odasının kapısını kapadı. Karnı acıkmıştı ama kaygısı açlığından çok daha yoğundu. Bu duyguyu çok iyi bilirdi. Bunun ne anlama geldiğinin farkındaydı.
Gösta Runfeldt’i canlı bulacaklarını düşünmüyordu.

8
Ylva Brink saat gece yarısını gösterdiğinde sonunda oturup kahvesini içebilmişti. Ylva Brink, Ystad Hastanesi’nin doğum kliniğinde 30 Eylül gecesi çalışan iki ebeden biriydi. Diğer ebe Lena Söderström ise doğum sancıları tutan bir kadınla birlikteydi. Yoğun bir akşam geçiriyorlardı ama bunun dışında olağan dışı bir şey yoktu.
Hastanede eleman sıkıntısı yaşanıyordu. İki ebeyle iki hemşire tüm işleri üstlenmek zorundaydı. Ciddi bir kanama ya da başka bir komplikasyon söz konusu olduğunda haber verebilecekleri bir jinekolog vardı ama bunun dışında her şeyi kendi başlarına çözmeleri gerekiyordu. Ylva Brink kanepede oturmuş kahvesini yudumlarken işler eskiden daha kötüydü, diye geçirdi içinden. Birkaç yıl öncesine kadar doğum kliniğinin tek ebesiydi ve bu da birçok sorunla boğuşmasına neden olmuştu. Sonunda hastane yönetimine dertlerini anlatabilmiş, her gece nöbet tutacak en az iki ebenin bulunması gerektiği konusunda yönetimi ikna edebilmişlerdi.
Odası büyük ve geniş koğuşun ortasındaydı. Camlı bölme sayesinde dışarıda olup biten her şeyi görebiliyordu. Gündüzleri hastanede yaşam geceye oranla çok daha farklıydı. Ylva geceleri çalışmayı seviyordu. Oysa iş arkadaşlarının çoğu gündüz vardiyalarını yeğliyordu. Onların aileleri vardı ve gün boyunca yeterince uyuyup dinlenemiyorlardı. Oysa Ylva Brink’in çocukları artık büyümüştü ve kocası da Orta Doğu’yla Asya arasında gidip gelen bir petrol tankerinin baş mühendisiydi. Ylva’ya göre herkesin uykuda olduğu saatler çalışmak çok daha huzur vericiydi.
Kahvesini keyifle yudumladı, sonra masadaki bisküvilerden yedi. Kısa süre sonra hemşirelerden biri içeri girip oturdu, onu diğerleri izledi. Köşedeki masanın üstündeki radyo hafif hafif çalıyordu. Sonbahardan ve durmak bilmeyen yağmurdan söz ettiler. Hemşirelerden biri annesinin kışın çok soğuk ve uzun geçeceğini öngördüğünü söyledi.
Ylva Brink yolların karla kapandığı günleri anımsadı. Bu çok sık olmazdı ama olduğunda da doğum sancıları tutan kadınları hastaneye götürmek imkânsızlaşırdı. Birden kentin kuzeyindeki, dış dünyadan soyutlanmış çiftlik geldi aklına. Kadın yoğun bir kanama geçiriyordu. Meslek hayatı boyunca ilk kez o gece hastasını kaybetmekten çok korkmuştu ve buna izin vermemesi gerektiğinin de bilincindeydi. İsveç’te kadınlar doğum yaparken ölemezdi.
Yine sonbahar gelmişti. Ylva İsveç’in kuzeyindendi ve zaman zaman da Norrland ormanlarının kasvetli havasını özlüyordu. Rüzgârın olanca hızıyla estiği Skåne’ye hâlâ alışamamıştı. Ne var ki Trelleborg’da doğmuş kocasıysa Skåne’nin dışında bir yerde yaşamayı kesinlikle düşünmüyordu. Tabii, eve döndüğü zamanlarda.
Lena Söderström’ün içeri girmesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Lena otuz yaşlarındaydı. Kızım olabilecek yaşta, diye geçirdi içinden Ylva. Benim yaşım onunkinin iki katı.
“Sabaha karşı doğuracağını sanıyorum,” dedi Lena. “Biz evimize gittikten sonra.”
“Bu akşam sessiz geçecek galiba,” dedi Ylva. “Yorgunsan uyu.”
Hemşirelerden biri telaşla koridordan geçti. Lena Söderström çayını içiyordu. Diğer iki hemşireyse bulmaca çözüyordu.
Ekim geldi bile, diye geçirdi içinden Ylva. Sonbahar bitiyordu. Kısa süre sonra kışa gireceklerdi. Aralık ayında Harry’nin bir ay izni vardı ve bu süre içinde de mutfaklarını yenileyeceklerdi. Buna aslında gerek yoktu ama bir ay boyunca Harry’nin sıkılmaması, oyalanması için yapacaklardı. Harry tatillerden hiç hoşlanmazdı. Tatillerde çok huzursuz olurdu.
Biri zili çaldı. Hemşirelerden biri ayağa kalkarak dışarı çıktı. Birkaç dakika sonra döndü.
“3 numaralı odadaki Maria’nın başı ağrıyormuş,” dedi bulmacasının başına otururken. Ylva kahvesinden büyükçe bir yudum aldı. Birden içinde yoğun bir huzursuzluk hissetti. Bunun neden kaynaklandığını kestiremiyordu. Sonra anımsadı. Koridordan geçen hemşire. Koğuşta çalışan tüm hemşireler odada değil miydi? Ve yoğun bakımdan da kimse çağrılmamıştı. Hayal görüyor olmalıyım, diye geçirdi içinden.
Ama aynı anda da bunun doğru olmadığının farkındaydı.
“Az önce kim geçti?” diye sordu.
İki hemşire başlarını kaldırıp şaşkınlıkla ona baktılar.
“Ne oldu?” diye sordu Lena Söderström.
“Birkaç dakika önce bir hemşire koridordan geçti. Hepimiz burada otururken.”
Hemşireler hâlâ onun neden söz ettiğini anlamamışlardı. Aslında kendisi de tam olarak emin değildi. Bir zil daha çaldı. Ylva fincanını masaya bıraktı.
“Ben bakarım.”
2 numaralı odadaki kadın kendini iyi hissetmiyordu. Üçüncü çocuğunu doğurmak üzereydi. Ylva kadının bu çocuğu istemediğini hissediyordu. Kadına içecek bir şey verdikten sonra koridora çıktı. Çevresine bakındı. Odaların tümünün de kapıları kapalıydı ama bir hemşire koridordan geçmişti. Hayal görmemişti. Birden içinde bir tedirginlik duydu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Kıpırdamadan durup çevresine kulak verdi. Odasından gelen radyonun sesini duydu. Odaya dönüp masaya bıraktığı fincanı aldı.
“Önemli bir şey değil,” dedi içeridekilere.
Tam o anda da az önce gördüğü hemşire ters yöne doğru geçti. Bu kez onu Lena da görmüştü. Ana koridorun kapısının kapandığını duyduklarında ikisi de irkildi.
“Kimdi o?” diye sordu Lena.
Ylva başını iki yana salladı. Bulmaca çözen hemşireler şaşkınlıkla başlarını kaldırıp baktılar.
“Kimden söz ediyorsunuz?” diye sordu içlerinden biri.
“Az önce buradan geçen hemşireden.”
Elinde kalemle masanın başında oturan hemşire gülmeye başladı.
“Ama hepimiz buradayız.”
Ylva hızla yerinden kalktı. Doğum koğuşunu hastaneye bağlayan koridora açılan kapıyı açtığında kimseyi göremedi. Sessizliğe kulak verince bir kapının kapandığını duydu. Başını hayretle iki yana sallayarak hemşirelerin yanına döndü.
“Başka bir koğuşun hemşiresinin burada ne işi var?” diye sordu Lena. “Bize bir merhaba bile demedi.”
Ylva bu sorunun yanıtını bilmiyordu ama gördüğünün bir hayal ürünü olmadığından artık emindi.
“Hadi gidip hastalara bir bakalım,” dedi.
Lena ona soru sorarcasına baktı.
“Neden?”
“Hastaların durumuna bakmayı istemem seni neden bu denli şaşırttı ki?”
Hastalara baktılar. Her şey yolunda gidiyordu. Gece bir civarında kadınlardan birinde kanama başladı. Gecenin geri kalan bölümünü sakin geçirdiler.
Gündüz vardiyasına kısa bir bilgi verdikten sonra saat yedide Ylva Brink evine gitti. Evi hastanenin hemen yanındaydı. Eve gittiğinde koridorda gördüğü o garip hemşire aklına geldi. Birden onun hemşire olmadığını hissetti. Üstünde üniforma olmasına karşın yine de hemşire olmadığından emindi. Hiçbir hemşire onların yanına uğramadan ve oraya neden geldiğini söylemeden doğum koğuşuna girmezdi.
Ylva bu olayı aklından çıkaramıyordu. Kaygıları her geçen dakika daha da artıyordu. O kadın oraya mutlaka bir amaçla gelmiş olmalıydı. Doğum koğuşunda on dakika kalmış, sonra da geldiği gibi çekip gitmişti. On dakika. Hastalardan birinin odasına gitmiş olmalıydı. Kimin? Ve neden?
Ylva yatağına yatarak uyumaya çalıştı ama başaramadı. Sürekli o garip kadını düşünüyordu. Saat on birde uyuyamayacağını anlayıp yataktan kalktı ve mutfağa gidip kahve yaptı. Bu konuyu biriyle konuşmasının iyi olabileceğini düşünüyordu.
Kuzenim polis. Kaygılarımda haklı olup olmadığımı o söyleyebilir belki de, diye geçirdi içinden.
Ahizeyi kaldırıp kuzeninin numarasını çevirdi. Telesekreter çıkınca telefonu kapadı. Kuzeninin çalıştığı yer uzakta olmadığından oraya gitmeye karar verdi. Belki de cumartesi günleri emniyete ziyaretçi alınmazdı. Lödinge dışındaki o korkunç olayı gazetelerden öğrenmişti. Bir galeri sahibi öldürülmüş ve hendeğe atılmıştı. Belki de polisin kendisine ayıracak zamanı yoktu. Kuzeninin bile. Danışma görevlisine Komiser Svedberg’le görüşmek istediğini söyledi. Svedberg emniyetteydi ama çok yoğundu.
“Ylva’nın geldiğini söyleyin,” dedi. “Kendisi kuzenim olur.”
Az sonra Svedberg geldi. Ylva’yı çok severdi ve ona zaman ayırmaktan hiç gocunmazdı. Svedberg kantine giderek iki fincan kahve alıp Ylva’yı odasına götürdü. Ylva ona bir akşam önceki olayı anlattı. Svedberg olayın gerçekten de garip olduğunu ama endişelenecek bir durummuş gibi gözükmediğini söyledi. Ylva derin bir soluk aldı. Üç gün izinliydi ve kısa süre sonra da doğum koğuşuna gelen hemşireyi unuttu gitti.
Cuma akşamüstü Wallander yorgun ve bitkin arkadaşlarına emniyette bir toplantı yapacağını haber verdi. Saat onda toplantı odasının kapısı kapandı ve toplantı gece yarısına kadar sürdü. Toplantıya arkadaşlarına ikinci bir kayıp olayının söz konusu olduğunu söyleyerek başladı. Martinson ve Höglund kayıtları incelemiş, Eriksson’la Runfeldt arasında bir ilişki olduğunu belirten herhangi bir ipucu bulamamışlardı. Vanja Andersson, Runfeldt’in Eriksson diye birinden söz ettiğini hiç anımsamıyordu. Wallander herhangi bir yorumda ya da öngörüde bulunmadan çalışmalarını sürdürmeleri gerektiğine inanıyordu. Runfeldt ortadan birdenbire yok oluşunun nedenini belirten mantıklı bir açıklamayla her an ortaya çıkabilirdi. Yine de o uğursuz belirtileri göz ardı edemiyorlardı.
Wallander, Höglund’a Runfeldt soruşturmasının sorumluluğunu verdi ama bunun genç kadının Eriksson cinayetinden uzaklaştırıldığı anlamına gelmediğini de sözlerine ekledi. Eskiden olsa Wallander, Stockholm’den yardım alma düşüncesine karşı çıkardı ama bu kez olayın daha en başından beri yardıma ihtiyaçları olacağına ilişkin bir duygu vardı içinde. Düşüncelerini Hansson’a açmış, ertesi haftanın başına değin beklemeye karar vermişlerdi.
Toplantı masasının çevresine oturup o âna kadar öğrendiklerinin üstünden geçtiler. Wallander arkadaşlarına açıklamaları gereken önemli bir bulguları olup olmadığını sorarak her birine tek tek baktı. Hepsi de hayır dercesine başlarını salladılar. Nyberg her zamanki gibi masanın başında sesini çıkarmadan oturuyordu. Wallander sözü ona verdi.
“Şimdilik elimizde yeni bir bulgu yok. Siz de bizim gördüklerimizi gördünüz. Kalaslar kesilmişti. Eriksson yürürken ayağı kaydı ve hendeğe düştü. Hendeğin içinde bir şey bulamadık. Bambu kazıklarının oraya nasıl geldiğini henüz öğrenemedik.”
“Peki ya kule?” diye sordu Wallander.
“Orada da bir şey bulamadık,” diye karşılık verdi Nyberg. “Ama işimiz henüz bitmedi. Ne aramamız gerektiğini bize söylerseniz işimizi kolaylaştırmış olursunuz.”
“Bilmiyorum ama bu cinayeti işleyen kişi oraya bir yerlerden geçip gelmiş olmalı. Eriksson’un evinin önünden geçen bir yol var. Yolun çevresinde de tarlalar. Tepenin hemen arkası da ormanlık.”
“Ormanlık alana giden bir traktör yolu var,” dedi Höglund. “Yolda lastik izleri bulduk ama komşulardan hiçbiri olağan dışı bir şeye tanık olmamış.”
“Eriksson’un geniş bir arazisi olduğu anlaşılıyor,” dedi Svedberg. “Lundberg adında bir çiftçiyle konuştum. Orası Eirksson’a ait olduğundan başkalarının orada olmasını gerektiren bir neden yok. Bu da hiç kimsenin araziye dikkat etmediğini, ilgilenmediğini gösteriyor.”
“Konuşmamız gereken birçok kişi var,” dedi Martinson notlarını karıştırırken. “Bu arada, Lund’daki adli tıpla bağlantı kurdum. Pazartesi sabahına bir şeyler söyleyebileceklerini düşünüyorlar.”
Wallander konuyla ilgili notu aldı. Sonra da yeniden Nyberg’e döndü.
“Eriksson’un evinde neler yaptınız?”
“Her şeyi birden yapmamız söz konusu değil,” diye homurdandı Nyberg. “Yağmur yağmadan önce dışarıdaki işlerimizi tamamlamak istedik. Evle sabah ilgilenebileceğiz.”
“Güzel,” dedi Wallander arkadaşının gönlünü almaya çalışarak. Nyberg’in canını sıkmak istemiyordu. Nyberg’in canının sıkılması tüm toplantıdakileri etkileyebilirdi. Hepsi de zaten yeterince yorgun ve bitkindi. Öte yandan Nyberg’in sürekli homurdanmasına dayanamıyordu. Lisa Holgersson’un da Nyberg’in ters bir şekilde verdiği yanıtı not ettiğini gördü.
Cinayetle ilgili görüşlerini açıklamayı sürdürdüler ama ellerinde elle tutulur bir şey yoktu. Ruth Sturesson ve Sven Tyrén’le yaptıkları görüşmeler onları bir yere götürmüyordu. Eriksson dört metreküp yakıt siparişi vermişti. Bunda olağan dışı bir şey yoktu. Bir yıl önceki evine hırsız girdiğine ilişkin şikâyeti ise açıklığa kavuşturulamamıştı. Eriksson’un yaşamına ve kişiliğine ilişkin çalışmalar henüz tam olarak başlamamıştı. Soruşturmanın daha ilk aşamasındaydılar. Araştırma henüz başlamamıştı.
Herkes konuştuktan sonra Wallander söylenilenlerin bir özetini çıkarmaya çalıştı. Tüm toplantı boyunca cinayet yerinde bir şey gördüğü duygusu içindeydi ama bunun ne olduğunu bir türlü tanımlayamıyordu.
Hareket tarzı, diye geçirdi içinden. O bambu kazıklarda dikkatini çeken bir şey vardı. Katil, belli bir dil kullanıyordu. Neden birini kazığa çakmak istemişti? Neden böyle büyük bir zahmete katlanmıştı? Wallander şimdilik bu düşüncelerini kendine saklamaya kararlıydı. Düşünceleri ekibine açıklayamayacak kadar belirsizdi.
Masadaki maden suyu şişesini alıp bardağına boşalttı ve önündeki kâğıtları kenara itti.
“Bir şekilde bu cinayetin içine girmeye çalışıyoruz hâlâ,” dedi. “Şu anda elimizde daha önce hiç tanık olmadığımız bir cinayet var. Bu da hem katilin hem de onu harekete geçiren güdülerin daha önce karşılaştıklarımızdan çok daha farklı olduğu anlamına gelebilir. Bu cinayet bana geçen yaz işlenen seri cinayetleri anımsatıyor. O cinayetleri tek bir şeye bağlı kalmadan çözmüştük. Aynı şeyi yine yapmak zorundayız.”
Müdüre baktı.
“Çok çalışmak zorundayız. Cumartesi oldu bile ama hâlâ somut bir şey bulamadık. Herkesin hafta sonu bu konu üzerinde çalışmasını istiyorum. Pazartesiye kadar bekleyemeyiz.”
Holgersson evet dercesine başını salladı.
Toplantı bitmişti. Herkes çok yorgundu. Müdürle Höglund toplantı odasında kaldılar. Kısa süre sonra herkes odadan çıkıp gitmişti. Wallander, nedense etrafımda her zaman kadınların sayısı erkeklere oranla daha fazla, diye geçirdi içinden.
“Per Åkeson seninle görüşmek istiyor,” dedi Holgersson.
Wallander yorgunlukla başını salladı.
“Onu yarın ararım.”
Holgersson paltosunu giydi ama Wallander müdürün söyleyeceklerinin bitmediğini sezinliyordu.
“Bu cinayetin bir deli tarafından işlenmesi söz konusu olamaz mı?” diye sordu. “Birini kazığa geçirerek öldürmek! Bana Orta Çağ’ı anımsatıyor.”
“Buna gerek yok,” diye karşılık verdi Wallander. “İkinci Dünya Savaşı’nda da benzer cinayetler oldu. Gaddar olan herkes deli olmak zorunda değil.”
Holgersson’un bu yanıttan tatmin olmadığı anlaşılıyordu. Kapıya yaslanıp Wallander’e baktı.
“Hâlâ ikna olmuş değilim. Belki de geçen yaz buraya gelen o adli psikoloğu çağırmalıyız, diye düşünüyorum. Ne dersin?”
Wallander, Mats Ekholm’ün soruşturmanın başarısındaki önemini inkâr etmiyordu. Katilin kimliğinin saptanmasına yardım etmişti ama ona haber vermenin zamanı geldiğine inanmıyordu, aslında içgüdüsel olarak psikoloğun geçen yazki cinayetle bu cinayet arasında bir paralellik kurmasından ve bunun da soruşturmayı tıkamasından korkuyordu.
“Olabilir,” dedi. “Ama bence bir süre daha beklemeliyiz.”
Müdür ona dikkatle baktı.
“Aynı şeylerin olmasından korkuyorsun, değil mi? İçinde sivri uçlu kazıklar bulunan hendeklerle karşılaşmaktan korkuyorsun, değil mi?”
“Hayır.”
“Runfeldt olayı ne oldu?”
Wallander düşüncelerini söylese mi söylemese mi bilmiyordu. Başını hayır dercesine salladı, geçen yazki olayların yineleneceğine inanmak istemiyordu.
“Eriksson cinayeti birçok hazırlığı da beraberinde getiriyor,” dedi. “İnsan böyle bir cinayeti ancak bir kez işler. Koşulların çok özel olması gerekir. Örneğin yeterince derin bir hendek bulmak gibi. Bir de köprü. Ayrıca gece yarısı ya da şafakta dışarı çıkıp göçmen kuşlara bakan bir kurban her zaman kolay kolay bulunmaz. Runfeldt’in ortadan kaybolmasının Lödinge’de olanlarla bir bağlantısı olabileceğini ileri süren benim ama bunu önlem almak amacıyla yaptım.”
“Anlıyorum,” dedi müdür. “Ama sen yine de Ekholm’ü buraya çağırma konusunu yabana atma.”
“Olur,” dedi Wallander. “Haklı olabilirsin ama Ekholm’ü çağırmak için henüz erken diye düşünüyorum. Zamanlama önemli.”
Holgersson paltosunu ilikledi.
“Çok yorgun görünüyorsun. Bir an önce evine gidip yatsan iyi olacak. Sakın oturup çalışayım deme,” diyerek dışarı çıktı.
Wallander notlarını toplamaya başladı.
“Üstünde çalışmam gereken bir iki şey var,” dedi Höglund’a. “Buraya ilk geldiğin günü anımsıyor musun? Benden öğreneceğin birçok şey olduğunu söylemiştin. Şimdi yanıldığını görüyor olmalısın.”
Höglund masanın kenarına ilişmiş, tırnaklarına bakıyordu. Wallander genç kadının çok yorgun ve solgun olduğunu fark etti. O anda hiç de güzel görünmüyordu ama hâlâ çok yetenekliydi. Mesleğini de çok seviyordu. Bu bağlamda birbirlerine benziyorlardı.
Notlarını masaya bırakıp arkasına yaslandı.
“Ne gördüğünü söyle bana.”
“Beni çok korkutan bir şey.”
“Neden?”
“Vahşet. Hesaplılık. Ve nedensizlik.”
“Eriksson çok varlıklı biriydi. Herkes onun bir zamanlar ne denli acımasız bir iş adamı olduğunu söylüyor. Birçok düşmanı olmalı.”
“Tüm bunlar onun neden bambu kazıklarına çakılarak öldürüldüğünü açıklamaz.”
“Nefret aynen kıskançlık gibi bazen insanın gözünü bürür.”
Genç kadın hayır dercesine başını salladı.
“Eriksson’un kazığa sokulmuş bedenini gördüğümde yaşlı bir adamın öldürülmesinden çok daha fazla bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu hissettim,” dedi. “O andaki duygularımı daha net bir şekilde açıklayamıyorum ama bu duygu hâlâ içimde ve oldukça güçlü. Ayrıca beni de çok tedirgin ediyor.” Wallander içindeki tedirginliği anımsadı. Genç kadın çok önemli bir şey söylemişti. Kendisinin de tam olarak bilincine varamadığı ama benzeri şeyleri düşündüğü ortadaydı.
“Devam et,” dedi. “Düşüncelerini zorla!”
“Fazla bir şey yok. Bir adam öldürüldü. Cinayetin işlendiği yeri görenlerin o manzarayı bir daha unutacağını sanmıyorum. Bir cinayetti bu. Ama işin bununla kalmayacağını, arkasının geleceğini hissediyorum.”
“Her katilin kendine özel bir dili vardır,” dedi Wallander. “Bunu mu demek istiyorsun?”
“Evet, böyle de denilebilir.”
“Sence katil bu davranışıyla bize bir şey mi söylemek istiyor?”
“Olabilir.”
Bu bir tür şifre olabilir, diye geçirdi içinden Wallander. Henüz çözemediğimiz bir şifre.
“Haklı olabilirsin.”
Bir süre ikisi de konuşmadı. Wallander yerinden kalkıp notlarını yeniden toparladı. Notlarının arasında kendisinin olmayan bir not gözüne ilişti.
“Bu senin mi?”
Genç kadın kâğıda baktı.
“Svedberg’in yazısına benziyor.”
Wallander kurşun kalemle yazılmış notu okumaya çalıştı. Doğum koğuşuyla ilgili bir şeydi. Tanımadığı bir kadının adı yazıyordu.
“Bu da ne demek oluyor?” dedi. “Svedberg’in çocuğu mu olacak? Evli değil ki. Görüştüğü biri mi var?”
Genç kadın Wallander’in elindeki kâğıdı alıp okudu.
“Biri, doğum koğuşunda bir kadının hemşire gibi giyinip dolaştığını ihbar etmiş,” dedi kâğıdı geri vererek.
“Zamanımız olunca bu konuyla da ilgilenelim,” diye karşılık verdi Wallander alaycı bir tavırla. Notu çöpe atmayı düşündü ama vazgeçti. Ertesi sabah Svedberg’e vermeye karar verdi.
Koridorda ayrıldılar.
“Çocuklarına kim bakıyor,” diye sordu Wallander. “Kocan döndü mü?”
“Mali’de.”
Wallander, Mali’nin nerede olduğunu bilmiyordu ama sormadı.
Höglund artık tenhalaşmış emniyet binasından çıktı. Wallander, Svedberg’in notunu masasına koyup ceketini aldı. Emniyetten çıkarken gazete okuyan nöbetçi polisin odasına uğradı.
“Lödinge’yle ilgili arayan oldu mu?”
“Hayır.”
Wallander arabasına doğru gitti. Hava rüzgârlıydı. Ann-Britt Höglund çocuklarına ilişkin sorusuna kaçamak bir yanıt vermişti. Arabasının anahtarlarını bulabilmek için tüm ceplerini boşaltmak zorunda kaldı. Sonra da eve gitti. Çok yorgun olmasına karşın hemen yatmadı. Koltuğuna oturup o gün olanları yeniden düşündü. Onu en çok Höglund’un sözleri kaygılandırmıştı. Holger Eriksson cinayetinin arkasında başka bir şeyler olduğuna ilişkin söyledikleri onu tedirgin etmişti. Katil katildi, daha fazla ne olabilirdi ki?
Yattığında saat sabahın üçüne geliyordu. Uykuya dalmadan önce ertesi sabah hem babasını hem de kızı Linda’yı araması gerektiğini düşündü.
Saat altıda birden uyandı. Bir rüya görmüştü. Rüyasında Eriksson ölmemişti. Hendeğin üzerindeki tahta köprüde duruyordu. Tam köprü çökmek üzereyken Wallander uyanmıştı. Güçlükle kalktı. Yağmur yağıyordu. Mutfakta, kahvenin bittiğini fark edince iki aspirinle yetindi ve bir elini başına dayayarak uzun bir süre masada oturdu.
Yediye çeyrek kala emniyetteydi. Odasının kapısını açtığında bir akşam önce fark etmediği bir şeyi gördü. Pencerenin yanındaki sandalyenin üstünde bir paket duruyordu. Ebba, Gösta Runfeldt’in verdiği siparişi postaneden aldırtmıştı. Ceketini asıp paketi açmaya hakkı olup olmadığını düşündü. Sonra kâğıdı yırtıp içindeki kutuyu açtı. Martinson odasının önünden geçerken Wallander kaşlarını çatmış kutunun içindekilere bakıyordu.
“Buraya gel,” diye seslendi Wallander. “Gel de şuna bir bak.”

9
Gösta Runfeldt’in verdiği siparişe baktılar. Wallander’e göre siparişi kablolardan ve küçük siyah kutulardan oluşan bir hurdaydı. Gösta’nın bunları nerede ve nasıl kullanacağını merak etmişti. Oysa Martinson’a göre Runfeldt’in ne sipariş verdiği açık seçik ortadaydı.
“Bu, çok ayrıntılı ve profesyonel bir dinleme cihazı,” dedi kutulardan birine bakarak.
Wallander ona kuşku dolu bir bakış fırlattı.
“Borås’ta postayla böyle bir sipariş verilebiliyor mu?” diye sordu.
“Postayla istediğin her şeyi sipariş edebilirsin,” diye karşılık verdi Martinson. “İçinde yaşadığımız dünyanın bir gerçeği ama yasal olup olmadığı ayrı bir konu. Bu tür bir cihazın ithalatı yasalara bağlı.”
Paketin içindekileri Wallander’in masasına boşalttılar. Kutuda dinleme cihazından başka şeyler de vardı. İçinden manyetik fırçayla demir tozu çıkan kutuya şaşkınlıkla baktılar. Runfeldt parmak izi konusuyla ilgileniyordu.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Wallander.
Martinson başını hayretle salladı. “Çok garip.”
“Bir çiçekçinin dinleme cihazıyla ne işi olabilir? Lale soğanı işinde rakiplerini mi gizli gizli dinlemeyi planlıyordu acaba?”
“Parmak izi konusu bence çok daha garip.”
Wallander kaşlarını çattı. Bu cihaz oldukça pahalıydı. Cihazı satan firmanın adı Secur’du ve Borås’ta Getängsvägen’deydi.
“Haydi onlara telefon edip Runfeldt’in başka şeyler satın alıp almadığını öğrenelim,” dedi Wallander.
“Müşterileri hakkında bilgi vermek isteyeceklerini sanmıyorum,” diye karşılık verdi Martinson. “Ayrıca bugün cumartesi.”
“24 saat açık sipariş hatları var,” dedi Wallander broşürü göstererek.
“Sipariş hatları büyük olasılıkla telesekretere bağlıdır,” dedi Martinson. “Bahçe aletlerimi ben de Borås’taki bir firmadan posta siparişiyle almıştım, 24 saat telefon başında oturan memurları yok onların.”
Wallander küçük mikrofonlardan birine baktı.
“Bunlar gerçekten de yasal olabilir mi?”
“Bunu sana az sonra söyleyebileceğimi sanıyorum,” dedi Martinson. “Bu tür şeyleri öğrenebileceğimiz bazı şeyler var odamda.”
Birkaç dakika sonra da elinde broşürlerle geri döndü.
“Emniyet Genel Müdürlüğü’nün enformasyon biriminden geldi,” dedi. “Yayınladıkları materyaller gerçekten de çok işe yarıyor.”
“Zamanım oldukça okuyorum,” dedi Wallander. “Ama bazen gereğinden fazla yayın yaptıklarını da düşünmüyor değilim.”
“Şuna bir bak: ‘Cinayet sorgulamalarında dinleme aracı kullanmak bazen işe yarar bir yöntem olabilir.’ Ama bu bizi ilgilendirmiyor. Şuna ne dersin: ‘Dinleme cihazlarına ilişkin bildiri!’”
Martinson broşürü karıştırmaya başladı, sonra birden durup yüksek sesle okudu.
“‘İsveç yasalarına göre dinleme cihazlarına sahip olmak, satışını yapmak veya kullanmak yasa dışıdır.’ Bu da büyük olasılıkla imal etmenin de yasak olduğu anlamına geliyor.”
“O zaman biz de Borås’taki meslektaşlarımızdan bu posta şiparişi konusuyla ilgilenmelerini rica edelim,” dedi Wallander. “Yasa dışı satışlar yaptıkları ve yasa dışı malları ithal ettikleri ortada.”
“Bu ülkede postayla sipariş işleri genellikle yasaldır,” dedi Martinson. “Ben sanayinin bundan kurtulmak istediğini düşünüyorum.”
“Borås’la bağlantı kur,” dedi Wallander. “Hemen.”
Runfeldt’in evine yaptığı ziyareti düşündü. Evde bu tür teknik bir ekipman bulamamıştı.
“Nyberg bu cihazı bir incelesin bakalım. Bu şimdilik yeterli olur sanıyorum ama yine de çok garip.”
Martinson da onun gibi düşünüyordu.
“Lödinge’ye gidiyorum,” dedi Wallander masadakileri yeniden kutuya koyarken.
“Yirmi yıldan daha uzun bir süre Holger Eriksson’un yanında çalışmış bir satış elemanının izini buldum,” dedi Martinson. “Yarım saat sonra onunla Svarte’de buluşacağım. Eriksson’un nasıl biri olduğuna ilişkin bir şeyler öğrenebilirim belki ondan.”
Danışmanın önünde ayrıldılar. Wallander, Runfeldt’in ekipman kutusunu kolunun altına sıkıştırmıştı. Ebba’nın masasının önünde durdu.
“Babam ne söyledi?” diye sordu.
“Zamanın olduğunda kendisini aramanı.”
Wallander birden tedirgin olmuştu.
“Sesi alaycı mıydı?”
Ebba ona sert bir tavırla baktı.
“Senin baban çok hoş biri. Mesleğine de büyük saygı duyuyor.”
Gerçeği bilen Wallander başını sallamakla yetindi. Ebba başıyla kutuları işaret etti.
“Posta masrafını ben kendi cebimden ödemek zorunda kaldım. O sırada kasada para yoktu.”
“Makbuzunu bana ver,” dedi Wallander. “Parayı pazartesi alsan olur mu?”
Ebba olur dercesine başını salladı. Wallander emniyetten çıktı. Yağmur durmuştu ve gökyüzü pırıl pırıldı. Güzel bir sonbahar günüydü. Wallander kutuyu arka koltuğa koyarak direksiyon başına geçip Ystad’dan çıktı. Güneşli hava karamsarlığını üstünden atmasını sağlamıştı ama kısa süre sonra kazığa çakılmış Eriksson’un cansız bedenini yeniden anımsadı. Runfeldt’in ortadan kaybolması onun da aynı kaderi paylaştığı anlamına gelmez, diyerek kendini rahatlatmaya çalıştı. Aslında Runfeldt’in dinleme cihazı sipariş etmesi onun bir şekilde hâlâ yaşadığının kanıtı da olabilirdi. Wallander bir an için onun intihar etmiş olabileceğini aklından geçirdi ama arabanın arka koltuğunda duran ekipmanı anımsayınca bu düşüncesinden vazgeçti. Wallander güneşli havada arabasını kullanırken çabuk paniğe kapıldığını düşünüyordu.
Eriksson’un çiftlik evinin önünde arabayı park etti. Arbetet gazetesinin muhabirlerinden biri ona doğru geliyordu. Wallander’in kolunun altında Runfeldt’in sipariş ettiği kutu vardı. Selamlaştılar, gazeteci başıyla kutuyu işaret etti.
“Cinayetin çözümü bu kutunun içinde mi?”
“Hayır değil.”
“Peki, nasıl gidiyor?”
“Pazartesi basın toplantısı yapacağız. Bu toplantıya kadar da size söyleyecek bir şeyimiz yok.”
“Ama ceset uçları sivriltilmiş çelik borulara sokulu bulunmuş, değil mi?”
Wallander hayretle baktı.
“Sana bunu kim söyledi?”
“İş arkadaşlarından biri.”
“Bir yanlış anlama söz konusu olmalı. Çelik boru falan yoktu.”
“Ama kazığa sokularak öldürüldü, değil mi?”
“Evet.”
“Skåne’de işkence hendekleri kazılıyor, anlaşılan.”
“Bunlar senin kendi sözlerin, kesinlikle benim değil.”
“Senin sözlerin ne o zaman?”
“Pazartesi basın toplantısı yapacağız.”
Gazeteci başını salladı.
“Bana bir şeyler söylemek zorundasın.”
“Bu soruşturmanın hâlâ çok başındayız. Bir cinayet işlendiğini onaylıyoruz ama elimizde hiçbir ipucu yok.”
“Hiç mi yok?”
“Başka yorum yok.”
Gazeteci sonunda pes etti. Wallander onun kendisini doğru yorumlayacağını biliyordu. Yalan yanlış şeyler yazmayan ender gazetecilerden biriydi.
Olay yeri hâlâ polis kordonu altındaydı. Kulenin yanında bir polis vardı. Bu, büyük olasılıkla cinayet yerinde nöbet tutan polislerden biriydi. Wallander polise doğru gitmeye hazırlanırken evin kapısı açıldı ve Nyberg ayaklarında galoşlarla dışarı çıktı.
“Seni pencereden gördüm,” dedi.
Nyberg’in o sabah keyfi yerindeydi. Bu da herkes için iyi haberdi.
“İncelemeni istediğim bir şey var,” dedi Wallander içeri girerken. “Şuna bir bak.”
“Bunun Eriksson’la bir ilgisi var mı?”
“Hayır yok ama Runfeldt’le, çiçekçiyle ilgisi var.”
Wallander kutuyu masaya koydu. Nyberg masanın üstündeki şiiri bir kenara iterek kutuya yer açtı. O da Martinson gibi aynı şeyleri söylemişti. Bu kesinlikle gizli bir dinleme cihazıydı ve en gelişmişlerinden biriydi. Nyberg imalatçının yerini bulmak için gözlüğünü taktı.
“Singapur yazıyor ama büyük olasılıkla başka bir yerde imal edilmiştir.”
“Nerede?”
“Amerika ya da İsrail olabilir.”
“O zaman neden üstünde Singapur yazsın?”
“Bu tür imalatçıların bazıları mümkün oldukça kimliklerini gizlemek ister. Bir şekilde uluslararası silah ticaretine adları karışmıştır ve çok gerekmedikçe de birbirlerini asla ele vermezler. Cihazın parçaları farklı farklı ülkelerde imal edilmiş olabilir. Parçaların bir araya getirilmesi de farklı bir yerde gerçekleştirilir ve yine farklı bir ülke de malın imal edildiği ülke olarak kendi mührünü basabilir.”
“Bununla ne yapılır?” diye sordu Wallander.
“Bir evi ya da bir arabayı dinleyebilirsin.”
Wallander başını iki yana salladı.
“Runfeldt bir çiçekçi. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duysun?”
“Bulduğunda bu soruyu ona sorarsın,” dedi Nyberg.
Sonra da cihazı masadaki kutusuna yerleştirdi. Burnunu çekti. Kötü üşütmüştü.
“Kendini bu kadar yorma,” dedi Wallander. “Evine git ve biraz dinlen.”
“Yağmurun altında çalışmaktan hastalandım. Skåne’nin hava koşullarına göre açık yerlerde çalışabilmemiz için neden doğru dürüst bir çadırımız yok, anlayamıyorum.”
“SvenskPolis dergisine bu meseleyle ilgili bir yazı yaz,” dedi Wallander.
“Yazı yazacak zamanı nereden bulacağım?”
Bu sorusu yanıtsız kalmıştı. Birlikte evi dolaşmaya başladılar.
“Henüz olağan dışı bir şey bulamadım,” dedi Nyberg. “En azından şimdilik ama evde birçok kuytu yer var.”
“Bir süre burada olacağım,” dedi Wallander. “Düşünmek istiyorum.” Nyberg adli tıp teknisyenlerinin yanına gitti. Wallander pencere kenarına oturdu.
Büyük odaya dikkatle baktı. Ne tür bir insan ağaçkakanlarla ilgili şiirler yazardı? Holger Eriksson’un yazdığı şiiri bir kez daha okudu. Bazı mısraları gerçekten de çok güzeldi. Wallander öğrencilik yıllarında kız arkadaşlarının anı defterlerine şiirler yazardı ama şiir kitabı okumaktan da hiç hoşlanmazdı. Linda çocukluğunda evlerinde çok az kitap olmasından sürekli şikâyet ederdi, Wallander de kızına hak verirdi. Gözlerini duvarlarda gezdirdi. Seksenyaşında,oldukçavarlıklıbirgalericişiiryazıyorvekuşlarabüyük ilgi duyuyor. O denli yoğun bir ilgi duyuyor ki gece yarıları ya da şafakla birlikte evden çıkıp göçmen kuşları izleyebiliyor. Güneşin sıcaklığını elinde hissederek çevresine bir kez daha bakındı. Raporda hırsızlık olayına ilişkin bir şey gelmişti aklına. Eriksson’a göre ön kapı levye ya da benzeri bir aletle zorlanarak açılmıştı ama hiçbir şey çalınmamıştı. Başka bir şey olmalıydı. Belleğini zorladı. Sonra anımsadı. Evet, kasaya dokunulmamıştı. Yerinden kalkıp Nyberg’i bulmaya gitti. Onu yatak odalarından birinde buldu.
“Kasayı buldun mu?”
“Hayır.”
“Bulmalıyız,” dedi Wallander. “Hadi aramaya başlayalım.”
Nyberg yatağın kenarında çömelmişti.
“Emin misin?” diye sordu Nyberg.
“Evet eminim. Bu evin bir yerinde mutlaka bir kasa var.”
Sistemli bir şekilde evi aradılar. Kasayı bulmaları yarım saat sürmüştü. Nyberg’in yardımcılarından biri mutfağın servis bölümünde bir fırın kapağının arkasında buldu. Kapak yana doğru açılıyordu. Kasa duvarın içindeydi ve kilidi şifreliydi.
“Şifrenin nerede olduğunu galiba biliyorum,” dedi Nyberg. “Eriksson artık yaşlandığından, belleğinin kendisini yarı yolda bırakabileceğinden korkmuş olmalı.”
Wallander çalışma masasına doğru giden Nyberg’i izledi. Çekmecelerden birindeki kutuda üstünde bir dizi rakam yazan bir kâğıt parçası vardı. Rakamları deneyince kilit ânında açıldı. Wallander’in bakması için Nyberg kenara çekildi.
Wallander başını uzattı. Sonra da bir çığlık attı. Bir adım gerileyince de Nyberg’in ayağına bastı.
“Ne oldu?” diye sordu Nyberg.
Wallander bakması için başını salladı. Nyberg öne doğru uzandı. O da bir çığlık atarak geriledi.
“İnsan kafasına benziyor,” dedi Nyberg.
Yanı başında duran, yüzü bu sözlerden sonra kireç gibi olan yardımcılarından birine dönerek el feneri getirmesini söyledi. Tedirginlikle fenerin gelmesini beklediler. Wallander’in midesi bulanıyordu. Birkaç kez arka arkaya derin soluk aldı. Nyberg ona merak dolu bir bakış fırlattı. Fener geldi. Nyberg feneri yakarak kasanın içini aydınlattı. Evet, kasanın içinde gerçekten de boyundan kesilmiş bir kafa duruyordu. Gözleri fal taşı gibi açıktı ama gözlerinin feri sönmüş ve kurumuştu. Bunun bir maymun mu yoksa insan kafası mı olduğunu kestiremiyorlardı. Kafanın dışında kasada yalnızca bir iki defter vardı.
O sırada Höglund içeri girdi. Odadaki gergin havadan önemli bir şeylerin olduğunu anlamıştı. Ne olduğunu sormadan sessizce bekledi.
“Fotoğrafçıyı çağıralım mı?” diye sordu Nyberg.
“Hayır, sen birkaç tane çekiver,” diye karşılık verdi Wallander. “Önemli olan şey onu kasanın içinden çıkarmak.”
Höglund’a döndü.
“Kasanın içinde kesik bir kafa var,” dedi. “Kurumuş bir insan kafası. Ya da bir maymun.”
Höglund başını uzatıp baktı. Wallander genç kadının yüzünü buruşturmadığına dikkat etti. Nyberg’le adamlarının rahatça çalışabilmeleri için oradan uzaklaştılar. Wallander ter içinde kalmıştı.
“Kasada kesik bir kafa,” dedi Höglund. “Belki insan, belki de maymun kafası. Bunu nasıl yorumlayacağız?”
“Eriksson tahmin ettiğimizden daha karmaşık bir adammış,” dedi Wallander.
Nyberg’le ekibinin kasayı boşaltmasını beklediler. Saat sabahın dokuzuydu. Wallander, Höglund’a Borås’tan posta siparişiyle gelen paketten söz etti. Wallander’in zamanı olmadığından birinin Runfeldt’in evine gidip evi baştan aşağı aramasına karar verdiler. Nyberg teknisyenlerinden birini de gönderebilirse çok daha iyi olacaktı. Höglund emniyete telefon etti, kendisine feribot kazasından sonra Danimarka polisinin kıyıya vuran ceset olmadığını onayladığı söylendi. Malmö polisiyle deniz kurtarma ekibi de herhangi bir ceset bulamamıştı.
Saat dokuz buçukta Nyberg kesik kafayla kasadaki günlüğü de alıp yanlarına geldi. Wallander, Nyberg’in kesik kafayı masaya koyması için ağaçkakanla ilgili şiiri kenara itti. Kasada günlüğün yanı sıra içinde bir madalya olan kadife bir kutu da vardı. Ama hepsi de tüm dikkatlerini kesik kafaya yöneltmişti. Gün ışığında artık hiç kuşkuları kalmamıştı. Bu, gerçekten de bir insan kafasıydı. Siyahi birinin kafasıydı. Belki de bir çocuğun. Ya da genç birinin. Nyberg kesik kafaya büyüteçle baktığında böcekleri gördü. Nyberg kafaya iyice yaklaşarak kokladığında Wallander tiksintiyle yüzünü buruşturdu.
“Kesik kafalar konusunda uzman olan tanıdığın biri var mı?” diye sordu Wallander.
“Etnografya Müzesi,” diye karşılık verdi Nyberg. “Ama Halk Müzesi deniyor artık. Emniyet Genel Müdürlüğü küçük ama gerçekten muhteşem bir broşür çıkarttı. En tuhaf olaylarla ilgili bilgiyi nereden edineceğini yazmışlar.”
“O zaman onlarla bağlantı kuralım,” dedi Wallander.
Nyberg kesik kafayı yavaşça bir poşete yerleştirdi. Wallander’le Höglund masanın başına geçip diğer bulguları incelemeye başladılar. Kadife kutunun içindeki madalya yabancı bir ülkeye aitti. Üstünde Fransızca bir şeyler yazıyordu ama hiçbiri okuyamadı. Günlüğün sayfalarını çevirmeye başladılar. Yazıların bazıları 1960’lı yıllara aitti. Birinci sayfasında Harald Berggren adı yazılıydı. Wallander soru sorarcasına Höglund’a baktı. Höglund başını iki yana salladı. Bu isim ilk kez karşılarına çıkıyordu. Günlükte bir iki şey yazılıydı. Holger Eriksson’un baş harfleri H. E.’nin yanı sıra birkaç tarih de düşülmüştü ve bu günlük de yaklaşık otuz yıl öncesinin 1960 Şubat’ına aitti.
Wallander günlüğü karıştırmaya başladı. İçinde bazı kayıtlar vardı. İlk kayıt 1960 Kasım’ında son kayıtsa 1961 Temmuz’unda yapılmıştı. El yazısı okunaksızdı. Birden göz doktoruna gitmeyi unuttuğunu anımsadı. Nyberg’in büyütecini alıp rastgele okumaya başladı.
“Belçika Kongosu’yla ilgili,” dedi. “Savaş sırasında orada olan biriyle. Bir askerle ilgili.”
“Holger Eriksson mu yoksa Harald Berggren mi?”
“Harald Berggren. O da kimse.”
Günlüğü masaya bıraktı. Önemli olabilirdi. Bakıştılar. Wallander aynı şeyi düşündüklerinin farkındaydı.
“Kesik bir kafa,” dedi. “Ve Afrika’da savaşla ilgili notların yer aldığı bir günlük.”
“Bir hendek,” dedi Höglund. “Savaşı anımsatan bir hendek. Bana göre kesik bir kafayla kazığa sokulmuş insanlar birbirinden çok da farklı değil.”
“Ben de senin gibi düşünüyorum,” dedi Wallander. “Ne dersin, aradığımız ilk ipucunu bulduk mu acaba?”
“Harald Berggren kim?”
“Bulmamız gereken ilk şeylerden biri de bu.”
Wallander birden Martinson’un Svarte’de Eriksson’un eski elemanlarından birini görmeye gideceğini anımsadı. Höglund’a onu aramasını söyledi. O andan itibaren Harald Berggren adının araştırılacağını ve olabilecek tüm ilişkilerin inceleneceğini belirtti. Höglund numarayı çevirdi. Bekledi. Sonra da başını iki yana salladı.
“Telefonu kapalı,” dedi.
Wallander sinirlendi. “Hepimiz telefonlarımızı kapatırsak soruşturmayı nasıl sürdürebiliriz?”
Aslında bu kuralı en çok kendisinin bozduğunun farkındaydı ama Höglund kibar davranıp bu konuda ona bir şey söylememişti.
“Ben onu bulurum,” dedi genç kadın ayağa kalkarak.
“Harald Berggren,” dedi Wallander. “Bu isim çok önemli.”
“Bunu herkese söyleyeceğim, merak etme.”
Wallander odada yalnız kalınca masa lambasını yaktı. Tam günlüğün sayfalarını çevirmek üzereyken defterin deri kılıfının içinde bir şey olduğunu fark etti. Özenle parmağını sokup çıkardı. Bu siyah beyaz, kenarları yıpranmış, oldukça eski bir fotoğraftı. Fotoğrafta üniformalı üç adam fotoğrafçıya bakarak gülüyordu. Wallander iri orkidelerin arasında çekilmiş Runfeldt’in fotoğrafını anımsadı. Bu fotoğraf da İsveç dışında bir yerlerde çekilmişti. Büyüteçle fotoğrafı inceledi. Adamların yüzü güneş yanığıydı. Gömleklerinin düğmelerini açmış, kollarını sıvamışlardı. Ayaklarının dibinde de silahları duruyordu. Yerinden kopmuş ve aşınmış iri bir kayaya dayanmışlardı. Zemin ya kumlu ya da çakıl taşı, pek belli olmuyordu.
Adamlar yirmili yaşlarda görünüyordu. Fotoğrafın arkasına baktı. Büyük olasılıkla bu fotoğraf da 1960’lı yılların başında çekilmiş olmalıydı. Bu da Holger Eriksson’un onların arasında olmadığını gösteriyordu. 1960’lı yıllarda Eriksson 40 ile 50 yaş arasında olmalıydı.
Wallander masanın çekmecelerinden birini açtı. Daha önce bu çekmecelerden birinde bir zarf içinde vesikalık fotoğraflar gözüne ilişmişti. Eriksson’un vesikalık fotoğraflarından birini masaya koydu. Bu 1989 yılında çekilmişti. Holger Eriksson, 73 yaşında. Wallander yaşlı adamın fotoğrafına dikkatle baktı. Sivri bir burnu, ince dudakları vardı. Fotoğraftaki yüzü kırışıksız ve daha genç hâliyle düşünmeye çalıştı. Sonra da üç adamın fotoğrafına baktı. Hepsinin yüzlerini teker teker inceledi. Soldaki adam Holger Eriksson’u andırıyordu. Wallander arkasına yaslanıp gözlerini kapadı. Holger Eriksson bir hendekte öldürülmüştü. Kasasından da kesik bir baş, birkaç günlük ve bir fotoğraf çıkmıştı. Wallander birden gözlerini açarak yerinde doğruldu. Eve giren hırsız olayı gelmişti aklına. Hırsız kasaya dokunmamıştı bile. Eve giren kişinin kasayı bulması kolay değildi, diye geçirdi içinden. Kasanın içindekilerin yine bunlar olduğunu varsayalım şimdi, diye düşündü. Hırsız belki de bunları arıyordu. Kasayı bulamayınca da çekip gitmişti ve bir yıl sonra da Eriksson öldürülmüştü.
Ama bu düşünceyle yola çıktığında iki olay arasında nasıl bir bağ bulacaktı? Eriksson’un ölümünden sonra kasayı bizler bulamasaydık büyük olasılıkla avukatı bulacaktı.
Yine de başka bir şey olmalıydı. Bir ipucu.
Bir kez daha fotoğrafa baktı. Adamlar gülümsüyordu. Otuz yıldan beri bu fotoğrafta gülümsüyorlardı. Fotoğrafı Eriksson çekmiş olabilir miydi? Ama Eriksson; Ystad, Tomelilla ve Sjöbo’da araba satıp durmuştu. Afrika savaşına gitmemişti. Yoksa gitmiş miydi?
Wallander masadaki günlüğe düşünceli bir şekilde baktı. Fotoğrafı ceketinin cebine attı, günlüğü aldı ve banyoda teknisyenlerden biriyle çalışan Nyberg’in yanına gitti.
“Bu günlüğü alıyorum. Cep takvimlerini bıraktım.”
“O günlükte bir şeyler bulacağına inanıyor musun?” diye sordu Nyberg.
“Evet,” diye karşılık verdi Wallander. “Beni arayan olursa evde olacağımı söyle.”
Bahçeye çıktığında polislerin olay yerindeki kordonu kaldırmaya başladığını gördü. Hendeği örten muşambayı kaldırmışlardı bile.
Bir saat sonra mutfağındaki masada oturuyordu. Günlüğü açtı.
İlk yazı 20 Kasım 1960 tarihliydi.

10
Wallander’in Harald Berggren’in günlüğünü baştan sona okuması altı saat sürmüştü. Tabii kesintilerle birlikte. Telefon susmak bilmiyordu. Wallander telefon konuşmalarını mümkün olduğunca kısa kesmeye çalışmıştı. Günlük o güne değin okuduğu en büyüleyici ama aynı zamanda da en ürkütücü şeydi. Bir insan yaşamının birkaç yılını içeriyordu. Wallander için bu bambaşka bir dünyaya girmek gibiydi. Harald Berggren her kimse, dil uzmanı olmadığı ortada olmasına ve duygularını abartılı ifade etmesine karşın yine de deneyimlerini anlatış türü ve yaşadıkları ilginçti. Wallander günlükte yazılanların Eriksson’un başına gelenleri anlamaları açısından yol gösterici nitelikte olduğunu düşünüyordu. Bu düşüncelerine karşın içinden bir ses bu yolu izlemelerinin yanlış olacağını söylüyordu. Wallander yaşanılanların büyük bir kısmının hem beklenilen hem de beklenilmeyen şeyler olduğunu biliyordu. Burada önemli olan insanın bağlantıları doğru yorumlamasıydı. Ayrıca hiçbir cinayet soruşturması bir diğerine benzemezdi, yalnızca yüzeysel bazı benzerlikleri olduğu sanılırdı.
Bu bir savaş günlüğüydü. Wallander günlüğü okumayı sürdürdükçe fotoğraftaki diğer iki erkeğin adını da öğrendi ama günlüğün sonuna geldiğinde yine de hangisinin hangisi olduğunu tam olarak çıkaramamıştı. Harald Berggren’in yanındaki erkeklerden biri İrlandalı Terry O’Banion, diğeriyse Fransız Simon Marchand’dı. Fotoğraf Raul adında biri tarafından çekilmişti. Afrika’daki savaşta bir yıldan daha uzun süredir paralı asker olarak görev yapıyorlardı. Günlüğün ilk sayfalarında Harald Berggren Stockholm’deyken paralı askerlerin gizli dünyasıyla Brüksel’deki bir kafe aracılığıyla bağlantı kurulacağını öğrendiği yazıyordu. Paralı askerlik konusunu ilk kez 1958 yılının Noel zamanı duymuştu ama neden paralı askerlik yapmaya karar verdiğini açıklamamıştı. Berggren ne geçmişinden ne de ailesinden söz ediyordu günlüğünde. Anılarını yazmaya birdenbire karar vermiş gibiydi. Günlüğü yazmaya başladığında 23 yaşında olduğu ve 15 yıl önce Hitler’in bozguna uğramasıyla sona eren savaşa çok üzüldüğü kesin olarak anlaşılıyordu.
Wallander bu noktada durdu. Bunlar Berggren’in kendi sözcükleriydi: Çoküzüldüm. Wallander o bölümü bir kez daha okudu: HaingeneralleritarafındanbozgunauğratılanHitler’eçoküzüldüm. Bu çok üzüldüm sözcüğü Berggren’le ilgili önemli bir ipucu verir nitelikteydi. Berggren burada acaba siyasi bir inançtan mı söz ediyordu? Yoksa bu günlüğün sahibi aklını yitirmiş biri miydi? Wallander bunların doğruluğuna ilişkin herhangi bir ipucu yakalayamamıştı. Berggren de zaten daha sonra Hitler’den bir daha hiç söz etmemişti. 1960 Haziran’ında İsveç’ten trenle ayrılarak Tivoli’ye gitmek için bir gün Kopenhag’da kalmıştı. Orada Irene adında bir kızla dans etmişti. Kızın çok sevimli ama çok uzun boylu olduğunu yazmıştı günlüğüne. Ertesi gün de Hamburg’a geçmişti. Bir sonraki günse yani 12 Haziran 1960’ta Brüksel’deydi. Bir ay sonra hedefine ulaşmış, paralı asker olarak yazılmıştı. Gurur dolu bir havayla artık bir maaşı olduğunu ve savaşa gideceğini yazmıştı günlüğüne. Bunları aslında çok daha sonraları, 20 Kasım 1960’da yazmıştı. O sırada artık Afrika’daydı. Günlüğüne ilk yazdıkları, aynı zamanda en uzun hikâyesi Afrika’ya nasıl gittiğine ilişkindi. Wallander atlasını çıkarıp Berggren’in sözünü ettiği Omerutu adındaki yere baktı. Haritada böyle bir yer adı yoktu ama günlüğü okumayı sürdürürken haritayı kaldırmamıştı. Terry O’Banion ve Simon Marchand’la birlikte Berggren yalnızca paralı askerlerden oluşan bir savaş takımına katılmıştı. Berggren’in hakkında fazla bir şey yazmadığı takım liderinden yalnızca Sam diye söz ediyordu. Berggren’in savaşın sona ermesine aldırmadığı anlaşılıyordu. Wallander o günlerde Belçika Kongosu’nda olan bitenlerle ilgili pek bir şey bilmiyordu. Berggren de paralı bir asker olarak rütbesini açıklamamıştı. Yalnızca özgürlük için savaştıklarını yazmakla yetinmişti. Kimin özgürlüğünden söz ettiği belli değildi. Eğer İsveçli BM askerleriyle kendisini bir çarpışma içinde bulursa silahını kullanma konusunda kesinlikle tereddüt etmeyeceğini belirtmişti. Berggren maaşını her alışını da günlüğüne yazmaya özen göstermişti. Her ayın sonunda kaç para aldığı, ne kadar harcadığı ve ne kadar biriktirdiği gibi basit hesaplar yapmıştı. Ayrıca ele geçirdiği her ganimeti de bir liste şeklinde defterine geçirmişti. Berggren paralı askerlerin terk edilmiş ve yanmış bir çiftliğe gelişlerini ve orada Belçikalı çiftlik sahibiyle karısının yanık cesetlerini nasıl bulduklarını da yazmıştı. Cesetler yataklarına el ve ayaklarından bağlıydı. Evdeki koku korkunç olmasına karşın paralı askerler yine de evi baştan sona aramış, pırlanta ve altın takılar bulmuşlardı. Daha sonra bu takıları Lübnanlı bir kuyumcuya götürmüşler ve takıların 20.000 İsveç kronundan daha fazla ettiğini öğrenmişlerdi. Berggren elde edilen para iyi olduğundan savaşın bir sakıncası olmadığını yazmıştı. Günlüğün yalnızca bir bölümünde Berggren kendisine, araba tamircisi olarak eğer İsveç’te kalsa bu parayı kazanabilir miydi, diye sormuş ve kazanamayacağına karar vermişti. İsveç’teki yaşam tarzını sürdürerek aynı noktaya gelmesi olanaksızdı. Büyük bir istekle savaşa olan katkısını sürdürmeye devam etmişti.
Ay sonları hesaplarının yanı sıra Berggren diğer konuları da düzenli bir şekilde günlüğüne yazmayı sürdürmüştü. Birçok kişiyi öldürmüştü. Cesetlerin sayılarını ve öldürdüğü günleri belirtmişti. Öldürdüğü kişilerin kadın, erkek ya da çocuk olduklarını yazmış, cesetleri yakından inceleme fırsatını ele geçirdiğinde de kurşunun nereye saplandığını yazmaya özen göstermişti. Wallander günlüğün bu bölümlerini öfke ve nefret içinde okudu. Berggren’in söz konusu bu savaşla uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Ona öldürmesi için para veriliyordu ama bu emri kimin verdiği bilinmiyordu. Öldürdüğü kişiler genellikle sivildi. Paralı askerler korumaya çalıştıkları özgürlüğe karşı olduğunu düşündükleri köylere ve kasabalara baskın yapıyorlardı. Öldürüyor, yağmalıyor, sonra da basıp gidiyorlardı. Tüm Avrupalılar ölüm birliği gibiydi ve öldürdükleri kişileri kendileriyle eşit görmüyorlardı. Berggren siyahilerden nefret ettiğini gizlemiyordu. Yanlarına yaklaştığımızdazencilerkeçigibiçığlıklaratıpkaçıyoramakurşunlarla rekabetetmeleriolanaksız, diye yazmıştı günlüğüne. Wallander bu satırları okuduktan sonra elindeki günlüğü fırlatıp atmak istedi. Kısa bir ara verdikten ve yorgun gözlerini biraz dinlendirdikten sonra kendini zorlayarak okumayı sürdürdü. Göz doktoruna gitmediği için şimdi çok pişmandı. Berggren ayda yaklaşık on kişiyi öldürdüğünü yazmıştı. Yedi ay savaştıktan sonra da hastalanmış ve uçakla Léopoldville’deki hastaneye gönderilmişti. Dizanteri tanısı konulmuş ve haftalarca hastanede yatması gerekmişti. Hastanede kaldığı süre içinde günlüğüne hiçbir şey yazmamıştı. O güne kadar da İsveç’te oto tamircisi olmak yerine katıldığı bu savaşta elliden fazla insanı öldürmüştü. Berggren iyileşince birliğine dönmüştü. Bir ay sonra da Omerutu’daydılar. Büyük kaya parçasının önünde O’Banion ve Marchand’la birlikte fotoğraf çektirmişti. Wallander fotoğrafı alıp mutfak penceresine yaklaşarak bir kez daha dikkatle baktı. Üç hafta sonra da pusuya düşürülmüşler ve O’Banion öldürülmüştü. Geri çekilmeye zorlanmışlardı. Wallander, Berggren’in içindeki korkuyu hissetmeye çalıştı. Berggren’in korktuğundan emindi ama günlüğüne bu duygusuyla ilgili hiçbir şey yazmamıştı. Yalnızca ölülerini gömüp mezarlarına tahta haçlar diktiklerini yazmakla yetinmişti. Bu arada savaş tüm acımasızlığıyla sürüyordu. Bir keresinde nişan tahtası olarak maymunları kullandıklarını yazmıştı Berggren. Bir başka kez ise nehrin kıyısındaki timsah yumurtalarını toplamışlardı. Berggren’in birikimleri 30.000 krona yaklaşıyordu.
1961 yazındaysa her şey birdenbire sona ermişti. Berggren birden günlük tutmaktan vazgeçmişti. Wallander, onun bu savaşın sonsuza değin süreceğini düşündüğünden emindi. Günlüğünün son sayfalarında ışıklarını söndürmüş bir kargo uçağıyla gece yarısı ülkeden nasıl kaçtıklarını yazmıştı. Uçak aprondan havalanırken motorlardan biri titremeye başlamıştı. Günlük sanki Berggren yazmaktan sıkılmışçasına ya da artık yazacak bir şeyi kalmamışçasına işte tam bu noktada sona eriyordu. Wallander uçağın nereye gittiğini öğrenememişti. Berggren karanlık Afrika gecesinde bir yerlere doğru uçup gitmişti.
Wallander gerinerek balkona çıktı. Saat beş olmuştu. Hava bulutlanmıştı. Bu günlük kesik kafayla birlikte neden Eriksson’un kasasındaydı? Berggren eğer hâlâ hayattaysa 50 yaşlarında olmalıydı. Balkonda duran Wallander birden ürperdi. İçeri girip kanepeye oturdu. Gözleri acıyordu. Berggren günlüğünü kimin için tutmuştu? Kendisi için mi yoksa başka biri için mi?
Afrika’da savaşa paralı asker olarak katılan bir delikanlı günlük tutmuştu. Olayları ayrıntılarıyla yazmıştı ama bazı açılardan da yazdıklarında yapay bir hava hissediliyordu. Wallander’in satır aralarında okuyamadığı bir şeyler eksikti.
Höglund zili çalıncaya değin bunun ne olduğunu çözememişti. Genç kadını kapının önünde görmesiyle anlaması bir olmuştu. Günlükte erkeklerin dünyasından söz ediliyordu. Berggren’in anlattığı kadınlar ya ölmüşler ya da panik içinde kaçmışlardı. Çok tatlı ama çok da uzun boylu Irene dışında hiçbir kadından söz etmemişti. İzinli olduğunda barlara gidip nasıl sarhoş olduğunu ve barlarda çıkan kavgalara nasıl karıştığını yazmıştı ama kesinlikle kadınlardan söz etmemişti. Wallander bunun önemli olduğunu düşünmekten kendini alamıyordu. Berggren, Afrika’ya gittiğinde gençti. Savaş ona göre bir serüvendi. Delikanlıların dünyasında kadınlar serüvenin önemli bir bölümünü oluştururlardı. Wallander merak etmeye başlamıştı ama şimdilik bu düşüncelerini kendine saklamaya karar verdi.
Höglund, Nyberg’in adli tıp teknisyenlerinden biriyle Runfeldt’in evine gittiğini haber vermeye gelmişti. Sonuç olumsuzdu. Runfeldt’in neden dinleme cihazı sipariş ettiğini açıklayabilecek bir şey bulamamışlardı.
“Gösta Runfeldt’in dünyasında yalnızca orkideler var,” dedi Höglund. “Onun çok yalnız bir dul olduğu izlenimini edindim.”
“Karısı boğulmuş galiba,” dedi Wallander.
“Çok güzel bir kadınmış,” dedi Höglund. “Düğün fotoğraflarını gördüm.”
“Kadına ne olduğunu öğrenmemizde belki de yarar var,” dedi Wallander.
“Martinson’la Svedberg çocuklarıyla bağlantı kurmaya çalışıyorlar.”
Wallander az önce Martinson’la telefonda konuşmuştu. Runfeldt’in kızıyla bağlantı kurmuştu bile. Babasının kaybolabileceği düşüncesine çok şaşırmış ve çok endişelenmişti. Babasının Nairobi’ye gittiğini sanıyordu.
“Bunlardan bir sonuç çıkarmamız olası değil,” dedi. “Svedberg oğluyla konuştuktan sonra beni arayacak. Runfeldt’in oğlu Hälsingland’da telefonu olmayan bir çiftlikteymiş.”
Pazar günü öğleden sonra erkenden soruşturma ekibini toplantıya çağırmaya karar verdiler. Bununla ilgili düzenlemelerle Höglund ilgilenecekti. Wallander daha sonra genç kadına günlükten söz etti.
“Berggren,” dedi Höglund, Wallander sözlerini bitirdiğinde. “Olabilir mi?”
“Bilmiyorum ama gençliğinde para için adam öldürmüş,” dedi Wallander. “Günlük, korku filmi gibi. Belki de şimdilerde, yaptıklarının bedelini ödemekten korkarak sürdürüyordur yaşamını.”
“Onu bulmalıyız,” dedi Höglund. “Ama nereden başlayacağımıza karar vermeliyiz.”
“Günlük Eriksson’un kasasındaydı,” dedi Wallander. “Bu şimdilik elimizdeki tek somut delil ama buna saplanıp kalmadan diğer delilleri aramayı sürdürmeliyiz.”
“Bunun olanaksız olduğunu sen de biliyorsun,” dedi Höglund. “Bir ipucu bulunca bunun tüm araştırmaya şekil verdiğini sen de biliyorsun.”
“Her şeye karşın yine de yanılabileceğimizi hatırlatmaya çalışıyorum.”
Telefon çaldığında Höglund kapıdan çıkmak üzereydi. Runfeldt’in oğluna ulaşmayı başaran Svedberg arıyordu.
“Oğlu deliye döndü,” dedi. “Hemen bir uçağa atlayıp buraya gelmek istedi.”
“Babasından en son ne zaman haber almış?”
“Nairobi’ye gideceği günden birkaç gün önce. Her şey olağanmış. Oğluna bakarsan babası bu yolculuğu iple çekiyormuş.”
Soruşturma ekibinin toplantısını söylemesi için telefonu Höglund’a uzattı. Wallander, Svedberg için yazılmış notu Höglund telefonu kapatınca anımsadı. Ystad Hastanesi’nin doğum koğuşunda garip davranışları olan bir kadınla ilgili bir nottu bu.
Höglund eve, çocuklarının yanına gitti. Wallander yalnız kalınca babasını aradı. Pazar sabahı görüşmeyi kararlaştırdılar. Babasının eski fotoğraf makinesiyle Roma’da çektiği fotoğraflar gelmişti.
Wallander cumartesi akşamının kalan bölümünü Eriksson cinayetinin özetini çıkarmakla geçirdi. Bu konuda çalışırken bir yandan da Runfeldt’in ortadan kayboluşunu düşünüyordu. Kendisini tedirgin, huzursuz hissediyor ve konsantre olmakta zorlanıyordu. İçindeki tedirginlik sürekli artıyordu. Bu duygudan arınamıyordu. Akşam saat dokuzda artık düşünemeyecek denli yorgun hissetti kendini. Not defterini bir kenara fırlatıp kızı Linda’ya telefon etti. Telefon çaldı, çaldı ama açan olmadı. Linda evde yoktu. Üstüne kalın bir ceket geçirip meydandaki Çin restoranına gitti. Restoran alışılmışın dışında kalabalıktı. Şarabını içip yemeğini yedikten sonra yağmurda yürüyerek eve döndü. Başı çok ağrıyordu.
O gece rüyasında kendini büyük ve karanlık bir yerde gördü. Berggren tabancasını çevirmiş, karanlığın içinde ona bakıyordu.
Sabah erkenden uyandı. Yağmur durmuştu. Yedi on beşte arabasına atlayıp Löderup’a babasını görmeye gitti. Wallander babasıyla Gertrud’u kandırıp birlikte sahile gitmeyi önermeyi düşündü. Yakında havalar soğuyacaktı.
Yüzünü buruşturarak gece gördüğü rüyayı anımsadı. Arabasını kullanırken bir yandan da o gün öğleden sonra yapacakları toplantıda yanıtlanması gereken soruların bir listesinin çıkarılması gerektiğini düşündü. Berggren’in yerini bulmak çok önemliydi.
Babası kapının önünde onu bekliyordu. Gertrud’un kahvaltı hazırladığı mutfağa gittiler. Fotoğraflara baktılar. Bazıları bulanık çıkmıştı ama babası çektiği bu fotoğraflarla gurur duyduğundan Wallander hoşnutlukla başını sallamakla yetindi.
Bir tanesi diğerlerinden ayrı duruyordu. Bu, Roma’da geçirdikleri son gece restoranın garsonu tarafından çekilen fotoğraftı. Yemeklerini yeni bitirmişlerdi. Wallander’le babası yan yanaydı. Beyaz masa örtüsünün üstünde kırmızı şarap şişesi duruyordu. Her ikisi de kameraya gülümsüyordu.
Birden Wallander, Eriksson’un günlüğündeki fotoğrafı anımsadı ama bu düşünceyi hemen kafasından uzaklaştırdı. O anda yalnızca babasının Roma’da çektiği fotoğraflara bakmak istiyordu. Bu yolculuk sayesinde bir şey öğrenmişti: Babasına hem fiziksel hem de duygusal açıdan çok benziyordu.
“Bu fotoğraftan ben de bir tane isterim,” dedi Wallander.
“Merak etme, yaptırdım bile,” dedi babası gülümseyerek. Masadaki zarfı uzattı.
Kahvaltıdan sonra babasının stüdyosuna gittiler. Babası bu kez içinde horoz olan bir manzara resmi üzerinde çalışıyordu.
“Kaç resim yapmışsındır?” diye sordu Wallander.
“Buraya her gelişinde bana bunu soruyorsun,” diye karşılık verdi babası. “Nereden bileyim? Ayrıca bunun ne önemi var? Önemli olan hepsinin birbirine benzemesi.”
Uzun süre önce Wallander babasının sürekli aynı şeyin resmini yapmasının tek bir açıklaması olduğunu fark etmişti. Bu şekilde çevresindeki değişikliklere karşı tepki gösteriyordu. Yaptığı resimlerde güneşin ışınlarını bile denetleyebiliyordu. Resimlerinde güneş hep aynı yerdeydi.
“Harika bir tatildi,” dedi Wallander boyaları karıştıran babasına bakarak.
“Harika olacağını söylemiştim sana,” diye karşılık verdi babası. “Eğer ben olmasaydım Sistina Şapeli’ni görmeden ölecektin.”
Wallander bir an için babasının Roma’da tek başına çıktığı yürüyüşe ilişkin soru sormayı düşündü ama sonra hemen vazgeçti. Bu yalnızca babasını ilgilendiren bir şeydi.
Wallander kumsala gitmelerini önerdi. Babası karşı çıkmadı ama Gertrud evde kalmak istediğini söyledi. Baba oğul arabaya atlayıp Sandhammaren’e doğru yola koyuldular. Rüzgâr durmuştu. Wallander direksiyonu kumsala doğru kırdı. Bir süre gittikten sonra denizi gördüler. Kumsalda hemen hemen hiç kimse yoktu. Uzaklarda bir yerde birileri köpekleriyle koşuyordu.
“Harika,” dedi babası.
Wallander babasına bir bakış fırlattı. Roma babasının tüm davranışlarını değiştirmişe benziyordu. Belki de doktorların tanısını koyduğu o sinsi hastalığın olumlu bir etkisiydi bu. Ancak Roma tatilinin babası için ne anlama geldiğini hiçbir zaman tam olarak anlayamayacaktı. Bu, babasının yaşamı boyunca düşünü kurduğu bir yolculuktu ve Wallander’e de babasına bu yolculukta eşlik etme şerefi verilmişti.
Roma babasının Mekke’siydi.
Kumsalda uzun süre yürüdüler. Wallander eski günlerden söz edip etmeme konusunda ikircikliydi ama acele etmesine gerek yoktu, önlerinde daha, çok uzun bir zaman vardı. Babası birden durdu.
“Ne oldu?” diye sordu Wallander.
“Son birkaç gündür kendimi iyi hissetmiyorum,” dedi. “Ama bu da geçer herhâlde.”
“Eve dönelim mi?”
“Geçer dedim ya.”
Wallander, babasının, sorularını öfkeyle yanıtladığı eski alışkanlığına döndüğünü fark edince başka bir şey söylemedi.
Yürüyüşe devam ettiler. Bir göçmen kuş sürüsü başlarının üzerinden batıya geçti. Babası iki saat sonra yeterince yürüdüklerini söyledi. Kumsalda zamanı unutan Wallander birden emniyetteki toplantıya yetişmesi için acele etmesi gerektiğini fark etti.
Babasını Löderup’a bıraktıktan sonra Ystad'a dönerken huzurluydu. Polis olmaya karar verdiği gün kopan ilişkilerini belki yeniden eski hâline döndürebilirlerdi. Babası, seçtiği bu mesleği hiç kabullenememişti ama neden karşı çıktığını da hiç açıklamamıştı. Yaşamının büyük bir bölümünü bu sorunun yanıtını merak ederek geçiren Wallander, belki de sonunda yanıtı öğrenebilecekti.
Saat iki buçukta toplantı odasının kapıları kapandı. Müdür Holgersson bile gelmişti toplantıya. Wallander müdürü görünce birden Per Åkeson’u aramayı unuttuğunu fark etti. Not defterine bununla ilgili bir not yazdı.
Kesik kafayla Harald Berggren’in günlüğünü bulduklarını açıkladı. Herkes bunun somut bir ipucu olabileceğini düşünüyordu. Görev dağılımı yapıldıktan sonra Wallander, Gösta Runfeldt konusunu açtı.
“Runfeldt’in başına bir şey geldiğini düşünmek zorundayız artık,” dedi. “Bir kaza olduğunu ya da kendi isteğiyle ortadan kaybolduğu olasılığını da göz ardı edemeyiz. Bu iki olasılık her zaman aklımızda bulunmalı. Öte yandan Eriksson ile Runfeldt arasında bir bağ olduğunu hiç sanmıyorum. Ortada bununla ilgili herhangi bir ipucu yok.”
Wallander toplantının mümkün olduğunca kısa olmasını istiyordu. Ne de olsa günlerden pazardı. İş arkadaşlarının ellerinden geleni yaptıklarının farkındaydı ama bazen de ellerinden gelenin en iyisini yapmanın ara sıra mola vermek anlamına geldiğini de biliyordu. O sabah babasıyla geçirdiği saatlerden sonra enerji toplamıştı. Akşam dörtte emniyetten çıktığında kendini uzun zamandan beri ilk kez dinlenmiş hissediyordu. Endişesi azalmış gibiydi.
Eğer Harald Berggren’i bulurlarsa çözüme ulaşma şansları da vardı. Çok iyi planlanmış cinayetlerin her zaman alışılmışın dışında kişiler tarafından işlenmesi gerekmiyordu. Belki de katil Berggren’di.
Wallander eve dönerken marketin önünde durup biraz alışveriş yaptı. WaterlooKöprüsü adlı filmin videosunu görünce dayanamayıp aldı. Bu filmi evliliklerinin ilk yıllarında Malmö’de Mona’yla izlemişti ama unutmuştu.
Linda aradığında filmin tam ortasındaydı. Kızının sesini duyunca ona hemen arayacağını söyledi. Videoyu kapattı, mutfak masasına oturdu. Yaklaşık yarım saat konuştular. Linda uzun zamandan beri babasını aramadığı için özür dilemedi. O da bundan söz etmedi. Birbirlerine benzediklerinin farkındaydı. Her ikisi de dalgındı ama yapılması gereken bir iş varsa nasıl konsantre olacaklarını çok iyi bilirlerdi. Linda babasına her şeyin yolunda gittiğini söyledi. Restorandaki işinden ve tiyatro okulundan çok memnundu. Wallander kızının tiyatro konusundaki kuşkularını bildiğinden bu konuyu fazla irdelemedi. Linda kendini pek yetenekli bulmuyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/henning-mankell/besinci-kadin-69401671/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Beşinci Kadın Хеннинг Манкелль
Beşinci Kadın

Хеннинг Манкелль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "BİRİNCİ SINIF BİR POLİSİYE: KURT WALLANDER SERİSİ

  • Добавить отзыв