Yanlış Yol

Yanlış Yol
Henning Mankell
Kurt Wallander #5
"BİRİNCİ SINIF BİR POLİSİYE: KURT WALLANDER SERİSİ

Komiser Kurt Wallander’in uzun tatil planları korkunç iki ölümle suya düşer: kimliği belirsiz genç bir kızın intiharı ve eski adalet bakanının hunharca öldürülmesi. Wallander kızın ve acımasız katilin kimliğinin peşine düşerken katil yeni cinayetler planlar. Katil ne kadar acımasızsa Wallander de o kadar inatçıdır.

“Mankell en iyi işini çıkarmış… Hâlâ Yanlış Yol kitabını almadıysanız hemen almaya bakın.”
Los Angeles Times

“Polisiyenin ustası muhteşem bir ziyafet hazırlamış.”
Kirkus Reviews

“Ayrıntılar özel hazırlanmış… ustaca.”
Publishers Weekly"

Henning Mankell
Yanlış Yol

Dominik Cumhuriyeti
1978

Ön Söz
Şafaktan hemen önce Pedro Santana uyandı. Gaz lambası tütmeye başlamıştı. Gözlerini açtığında nerede olduğunu anlayamadı. Havanın çok ince olduğu, tuhaf, kayalık bir manzarada gezindiği bir rüyadan uyanmıştı ve tüm anılarının onu terk etmek üzere olduğu hissine kapılmıştı. Tüten gaz lambası, uzaklardaki volkanik kül kokusu gibi bilincine nüfuz etmişti. Ama aniden başka bir şey daha duymuştu: acı çeken, nefes nefese bir insan sesi. Sonra rüyası uçup gitti ve altı gün altı geceyi birkaç dakikadan fazla uyumadan geçirdiği karanlık odaya geri dönmek zorunda kaldı.
Gaz lambası sönmüştü. Tamamen hareketsiz yatıyordu. Gece çok sıcaktı. Ter kokuyordu. En son yıkanmasının üzerinden uzun zaman geçmişti.
Dikkatlice toprak zeminden kalktı ve kapının yanında duran plastik gaz yağı şişesini aradı. O uyurken yağmur yağmış olmalı. Ayaklarının altındaki zemin nemliydi. Uzakta bir horoz sesi duydu. Ramirez’in horozu. Şafaktan önce her zaman köyde ilk öten o olurdu. Horoz sabırsız insanlar gibiydi. Şehirde yaşayan insanlar gibi, her zaman yapacak çok işi varmış gibi görünen ama asla kendi acil işlerinden başka bir şey düşünmeyen insanlar gibi. Köyde hayat böyle değildi: Burada her şey, hayatın kendisi gibi yavaş ilerliyordu. Beslendiğimiz bitkiler ağır ağır büyürken neden acele edelim ki?
Gaz yağı şişesini buldu ve ağzını kapatan kumaş parçasını çıkardı. Karanlığı dolduran nefesi daha da düzensizleşiyordu. Lambayı buldu, mantarı çıkardı ve dikkatlice gaz yağı döktü. Kibriti çaktı, cam kapağı kaldırdı ve fitilin yanmaya başlamasını izledi.
Sonra istemeye istemeye arkasına döndü. Bunu büyük bir acıyla yaptı çünkü onu neyin beklediğini görmek istemiyordu.
Duvarın yanındaki yatakta yatan kadın ölecekti. Uzun zamandır kendini onun iyileşeceğine ikna etmeye çalışsa da bunu artık biliyordu. Son ikna girişimi rüyasında olmuştu. Ama asla ölümden kaçamayız. Ne kendimizin ne de sevdiğimiz birinin.
Yatağın yanına çömeldi. Gaz lambası duvarlara huzursuz gölgeler saçıyordu. Ona baktı. Hâlâ gençti. Yüzü solgun ve çökük olmasına rağmen güzeldi. Karımı terk edecek son şey onun güzelliği olacak, diye düşündü gözleri yaşarırken. Alnına dokundu. Ateşi tekrar yükselmişti.
Bir karton parçasıyla yamalanmış kırık pencereden dışarı baktı. Henüz şafak sökmemişti. Ramirez’in horozu hâlâ yalnız. Keşke güneş doğmuş olsaydı, diye düşündü. Keşke sabaha kadar nefes almaya devam edebilse. O zaman beni gece yalnız bırakmamış olur.
Birden gözleri fal taşı gibi açıldı. Elini tuttu ve gülümsemeye çalıştı.
“Çocuk nerede?” diye sordu. O kadar zayıf bir sesle sormuştu ki onu zar zor anlayabiliyordu.
“Kız kardeşimin evinde uyuyor. Böylesi en iyisi,” diye yanıtladı.
Kadın aldığı cevapla rahatlamıştı. “Ne zamandır uyuyorum?”
“Saatlerdir.”
“Bütün bu zaman boyunca burada mı oturdun? Dinlenmelisin. Birkaç gün içinde, burada daha fazla yatmama gerek kalmayacak.”
“Uyuyordum,” diye yanıtladı. “Yakında yine iyileşeceksin.”
Yalan söylediğini, bir daha asla ayağa kalkamayacağını bilip bilmediğini merak etti. İkisi de çaresizlik içinde birbirlerine yalan mı söylüyordu? Kaçınılmazı kolaylaştırmak için miydi bu?
“Çok yorgunum,” dedi.
“İyileşmek için uyumalısın,” diye yanıtladı, aynı anda yüzünü görmemesi için başını çevirerek. Çok geçmeden şafağın ilk ışıkları içeri sızdı. Yine bilincini kaybetmişti. O kadar yorgundu ki artık düşüncelerini kontrol edemiyordu.

Dolores’le 21 yaşındayken tanışmıştı. O ve kardeşi Juan, karnavalı görmek için Santiago de los Treinta Caballeros’a giden uzun yoldan yürüdüler. Yaşça daha büyük olan Juan, şehre daha önce bir kez gelmişti. Ama bu Pedro’nun ilk seferiydi. Oraya varmaları üç gün sürdü. Tek öküzün çektiği bir arabaya binerek ama genelde yürüyerek birkaç kilometre yol aldılar.
Sonunda hedeflerine ulaştılar. Bir şubat günüydü ve karnaval tüm hızıyla devam ediyordu. Pedro büyük bir şaşkınlık içinde cafcaflı kostümlere ve korkunç görünen şeytan ve hayvan maskelerine bakmıştı. Bütün şehir binlerce davul ve gitarın ritmiyle dans ediyordu. Juan onu caddelerde ve ara sokaklarda gezdirdi. Geceleri Parque Duarte’deki banklarda uyudular. Pedro, Juan’ın kalabalığın içinde kaybolmasından korkuyordu. Anne ve babasını kaybetmekten korkan bir çocuk gibi hissediyordu. Ama belli etmedi. Juan’ın ona gülmesini istemiyordu.
Son akşamlarında Juan kostümlü, dans eden insanların arasında aniden ortadan kayboldu. Ayrılırlarsa buluşacakları yer konusunda anlaşamamışlardı. Pedro bütün gece Juan’ı aradı. Şafakta Plaza de Cultura’daki çeşmenin yanında durdu.
Yanına kendi yaşlarında bir kız oturdu. Gördüğü en güzel kızdı. Kız sandaletlerini çıkarıp ağrıyan ayaklarını ovuştururken onu izledi. Göz göze geldiklerinde utanarak gözlerini indirdi.
Dolores’le böyle tanışmıştı. Çeşmenin yanına oturdular, konuşmaya başladılar. Dolores temizlikçi olarak iş arıyordu ve bunun için zengin bir mahallede evleri dolaşıyordu ama iş bulamamıştı. O da bir çiftçinin çocuğuydu ve köyü Pedro’nunkinden çok uzakta değildi. Şehirden birlikte ayrıldılar, yemek için muz ağaçlarını yağmaladılar ve köyüne yaklaştıkça daha yavaş yürüdüler.
İki yıl sonra evlendiler, Pedro’nun köyündeki küçük bir eve taşındılar. Pedro şeker tarlasında çalışırken Dolores sebze yetiştirip sattı. Fakirdiler ama mutluydular.
Sadece bir şey olması gerektiği gibi değildi. Üç yıl geçmesine rağmen Dolores hâlâ hamile kalmamıştı. Bundan hiç bahsetmediler ama Pedro, Dolores’in artan kaygısını hissetti. Pedro’ya söylemeden, yardım istemek için Haiti sınırında bazı medyumlara gitti.
Sekiz yıl geçti. Sonra bir akşam Pedro şeker tarlasından dönerken Dolores'le karşılaştı ve hamile olduğunu öğrendi. Evliliklerinin sekizinci yılının sonunda bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Pedro çocuğunu ilk gördüğünde, annesinin güzelliğini miras aldığını hemen anladı. O akşam Pedro köy kilisesine gitti ve annesinin ona verdiği bir miktar altın takıyı kiliseye bağışladı. Sonra o kadar yüksek sesle ve hararetle şarkı söyleyerek eve gitti ki karşılaştığı insanlar çok fazla rom içtiğini düşündüler.

Dolores uyuyordu. Daha hızlı nefes alıyordu. Huzursuzca kıpırdandı.
“Ölemezsin,” diye fısıldadı Pedro, artık umutsuzluğunu kontrol edemeyecek durumdaydı. “Ölüp beni ve çocuğumuzu bırakamazsın.”
İki saat sonra her şey bitmişti. Kısa bir an da olsa nefesi tamamen sakinleşti. Gözlerini açtı ve ona baktı.
“Kızımızı vaftiz etmelisin,” dedi. “Onu vaftiz etmeli ve onunla ilgilenmelisin.”
“Yakında iyileşeceksin,” diye yanıtladı. “Onu birlikte vaftiz edeceğiz.”
“Artık yokum,” dedi ve gözlerini tamamen kapadı.

İki hafta sonra Pedro, kızını sırtında bir sepet içinde taşıyarak köyden ayrıldı. Kardeşi Juan yolda onu takip ediyordu.
“Ne yapıyorsunuz?” diye sordu.
“Yapılması gerekeni.”
“Kızını vaftiz etmek için neden şehre gitmeniz gerekiyor? Neden onu burada köyde vaftiz ettirmiyorsun? Kilisemiz bize iyi hizmet etti ve bizden önce de ebeveynlerimize hizmet etmişti.”
Pedro durup kardeşine baktı.
“Sekiz yıl çocuk bekledik. Sonunda kızımız geldiğinde Dolores öldü. Henüz 30 yaşında bile değildi. Ölmek zorunda kaldı. Çünkü biz fakiriz. Yoksulluk hastalıkları yüzünden. Şimdi büyük katedrale, tanıştığımız meydana döneceğim. Kızım buradaki en büyük kilisede vaftiz edilecek. Dolores için en azından bunu yapabilirim.”
Juan’ın cevabını beklemedi. O akşam geç saatlerde Dolores’in geldiği köye vardığında annesinin evinde durdu. Nereye gittiğini açıkladı. Yaşlı kadın üzgün üzgün başını salladı.
“Üzüntün seni çıldırtacak,” dedi.
Ertesi sabah erkenden Pedro yolculuğuna devam etti. Yürürken kızına Dolores hakkında hatırladığı her şeyi anlattı. Söyleyecek başka sözü kalmayınca yeniden başladı.

Pedro bir öğleden sonra ufukta yoğun yağmur bulutları toplandığında şehre ulaştı. Santiago Apóstol Katedrali’nin merdivenlerinde beklemek için oturdu ve geçen siyah giyimli rahipleri izledi. Ya çok genç görünüyorlardı ya da kızını vaftiz ettirmeye layık olamayacak kadar aceleleri vardı. Saatlerce bekledi. Sonunda yaşlı rahip katedrale doğru yavaşlayarak geldi. Pedro ayağa kalktı, hasır şapkasını çıkardı ve kızını uzattı. Yaşlı rahip hikâyesini sabırla dinledi. Sonra başını salladı.
“Onu vaftiz edeceğim,” dedi. “İnandığınız bir şey için uzun bir yol yürüdünüz. Bugünlerde böyle şeyler çok olmuyor. İnsanlar inançları için nadiren uzun mesafeler yürürler. İşte bu yüzden dünya böyle görünüyor.”
Pedro, rahibi loş katedrale kadar takip etti. Vaftiz kurnasına doğru ilerlerken Dolores’in yanında olduğunu hissetti.
“Kızın adı ne olacak?” diye sordu.
“Annesinin adı, Dolores olacak. Ve Maria. Dolores Maria Santana.”

Vaftizden sonra Pedro meydana çıktı, on yıl önce Dolores’le tanıştığı yere oturdu. Kızı sepette uyuyordu. Hiç kıpırdamadan oturdu, derin düşüncelere dalmıştı.
Ben Pedro Santana, basit bir adam. Tek mrasım yoksulluk ve amansız bir sefalet. Karımla birlikte yaşamama bile izin verilmedi. Ama kızımızın farklı bir hayatı olacağına yemin ederim. Onun için her şeyi yapacağım. Sana söz veriyorum Dolores, kızının uzun, mutlu ve değerli bir hayatı olacak.
O akşam Pedro, sevgili kızı Dolores Maria Santana’yla şehri terk etti. O zaman sekiz aylıktı.

Skåne
21-24 Haziran 1994

1
Kendini değiştirmeye şafak sökmeden önce başlamıştı.
Terslik çıkmaması için her şeyi en küçük ayrıntısına dek büyük bir titizlikle planlamıştı. Bu tüm gününü alabilirdi ve zamanını iyi kullanmak istiyordu. İlk olarak fırçayı alıp yüzüne doğru kaldırdı. Yerdeki kasetçalardan gelen davulun sesini duydu. Aynada yüzüne baktı. Sonra alnına ilk siyah çizgiyi çekti. Ellerinin titremediğini fark etti. En azından tedirgin değildi. Üstelik ilk kez savaş makyajı yapmasına karşın tedirgin olmayışı iyiydi doğrusu. Bu zamana değin kendini tüm haksızlıklardan kaçarak savunmuştu. Oysa artık tüm içtenliğiyle büyük bir değişim yaşamaya hazırlanıyordu. Elindeki fırçanın her darbesiyle eski yaşamını arkasında bıraktığını hissediyordu. Artık geriye dönüşü olmayan bir yoldaydı. Bu akşam oyun bir daha asla başlamamak üzere sona erecek, kendisi de bir savaşa katılacaktı. Ve insanlar ölecekti.
Odadaki ışık oldukça parlaktı. Işık gözlerini kamaştırmasın diye aynaları tam önüne yerleştirmişti. Odaya girip kapıyı kilitlemeden hiçbir şeyi unutmadığından emin olmak için son bir kez daha odaya bakmıştı. Her şey yerli yerindeydi. Yıkanmış fırçalar, boyaların konulacağı küçük porselen çanaklar, havlular ve su. Küçük tezgâhın hemen yanı başında da siyah bir örtünün üstünde sırayla dizilmiş üç balta, çeşitli bıçaklar ve göz yaşartıcı sprey kutularından oluşan savaş silahları duruyordu. Kesin olarak karar veremediği tek konu buydu. Şafakla birlikte bu silahlardan hangisini yanına alacağına karar vermesi gerekiyordu. Hepsini alamazdı. Yine de kendini değiştirmeye başlamasıyla birlikte hangi silahı alacağının da kesinlik kazanacağını biliyordu.
Yüzünü boyamak için tabureye oturmadan önce parmağının ucuyla baltalarına ve bıçaklarına dokundu. Daha keskin olamazlardı. Parmağını bıçaklardan birinin keskin ucuna dayayarak biraz daha fazla bastırma isteğine karşı koyamadı. Bastırmasıyla parmağın kanamaya başlaması bir oldu. Parmağını ve bıçağın ucunu havluyla sildi. Sonra da aynanın karşısına oturdu.
Alnını siyaha boyayacaktı. Sanki bu sırada beynini ikiye bölüp yaşamı boyunca kendisine acı veren anılarını ve kendisini küçümseyen tüm düşüncelerini dışarı boşaltıyordu. Daha sonra daireler çizerek yüzünü kırmızı ve beyaza boyayacak, ayrıca yanaklarını yılan benzeri desenlerle süsleyecekti. Bir hayvan olarak yeniden varlık bulacak ve bir daha asla insan gibi konuşmayacaktı. Eğer gerekirse dilini bile kesmeye hazırdı.
Değişimi tüm gününü almıştı. Akşamüstü saat altı civarında her şey tamamlanmıştı. Üç baltanın en büyüğünü de yanına almaya karar vermişti. Baltayı belindeki kalın, deri kemerinin arasına sıkıştırdı. İki bıçağını da kınlarına yerleştirmiş, göz yaşartıcı sprey kutularını ceketinin cebine koymuştu. Çevresine bakındı. Hiçbir şeyi unutmamıştı.
Son bir kez daha aynada kendini inceledi. Ürperdi. Sonra özenle motosiklet kaskını başına geçirdi, ışığı kapattı ve geldiği gibi yine yalın ayak odadan dışarı çıktı.

Dokuzu birkaç dakika geçe Gustaf Wetterstedt televizyonun sesini kısarak annesine telefon etti. Vazgeçemediği alışkanlıklardan biriydi bu. Yirmi beş yıl önce adalet bakanlığı görevinden emekli olmasından ve siyasi yaşamını geride bırakmasından bu yana televizyondaki haberleri zevk almadan ve tiksinerek izliyordu. Politikadan artık uzakta olduğu gerçeğini nedense bir türlü kabullenemiyordu. Bakanlığı sırasında, kamuoyunun gözünün önünde olan siyasi bir kişi olarak, en az haftada bir kez ekranda görünürdü. Televizyona her çıkışının sekreteri tarafından videoya alınması konusunda son derece titiz davranırdı. Şimdi bu video kasetler çalışma odasındaydı. Zaman zaman oturup yeniden izlerdi. Bunlar onun için kötü niyetli bir muhabirin sorduğu alaycı ya da beklenmedik sorular karşısında soğukkanlılığını yitirmeyen bir bakanı simgelediğinden kasetleri, büyük keyifle izlerdi. Bir yandan da habercilerden korkan diğer bakanlar gibi olmamanın verdiği üstünlük duygusunu yeniden yaşardı. Habercilerin beklenmedik sorularından korkan diğer bakanlar kameraların karşısında asla dimdik duramazlar, her zaman ezik olurlardı. Oysa o her zaman dimdik kalmıştı. Kimse onu tuzağa düşüremezdi. Haberciler asla onu ezememişler ve bunun sırrını da hiçbir şekilde çözememişlerdi.
Saat dokuzda haber özetlerini dinlemek için televizyonu açmıştı. Şimdi de sesini kıstı. Ahizeyi kaldırarak annesini aradı. Annesi onu çok genç doğurmuştu. Doksan dört yaşında olmasına karşın hâlâ aklı başındaydı ve alabildiğine enerjikti. Stockholm’ün merkezinde oldukça büyük bir evde tek başına yaşıyordu. Ahizeyi kaldırıp numarayı her çevirişinde telefonun açılmamasını dilerdi içinden. Yetmiş yaşını geçmiş olduğundan artık annesinin kendisinden daha uzun yaşayacağını düşünerek korkmaya başlamıştı. Onun ölmesini her şeyden çok istiyordu. Böylelikle sonunda yalnız kalabilecek, onu her gün aramak zorunda kalmayacak ve kısa süre sonra annesinin yüzünü bile unutabilecekti.
Annesini aradı. Sesi kısılmış televizyonda haberleri veren spikere baktı. Dördüncü çalışla birlikte annesinin sonunda ölmüş olabileceğinin hayalini kurmaya başladı. Sonra da annesinin sesini duydu. Onunla konuşurken sesinin olabildiğince yumuşak çıkmasına özen gösterirdi. İyi olup olmadığını, kendisini nasıl hissettiğini, o gün neler yaptığını sordu. Hâlâ ölmediği ortaya çıktığına göre bu konuşmayı elinden geldiğince kısa kesmek istiyordu.
Telefonu kapattı ama elini ahizeden çekmedi. Bu kadın asla ölmeyecek, diye geçirdi içinden. Ben onu öldürmediğim sürece de ölmeyecek.
Sessiz odada oturmayı sürdürdü. Dalgaların sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Kanepeden kalkarak denize bakan büyük balkonun camına yaklaştı. Alaca karanlığın baştan çıkarıcı bir güzelliği vardı. Geniş arazisinin altında uzanan kumsal bomboştu. Herkes televizyon karşısında oturuyor olmalı, diye geçirdi içinden. Bir zamanlar televizyon karşısına geçip benim habercileri nasıl köşeye sıkıştırdığımı izlerlerdi. O günlerde adalet bakanıydım. Aslında dışişleri bakanı olmalıydım ama nedense olamadım.
Perdeleri çektikten sonra karşısına geçerek iyi kapatıp kapatmadığına baktı. Ystad’ın doğusundaki bu evde elinden geldiğince dikkatleri çekmeden yaşamaya çalışmasına karşın zaman zaman bazı meraklı gözlerden kaçması kolay olmuyordu. Bakanlık görevinden ayrılalı yirmi beş yıl olmasına karşın tam anlamıyla unutulduğu söylenemezdi. Mutfağa giderek altmışlı yılların sonuna doğru gittiği İtalya’dan aldığı termosun içindeki kahveyi fincanına doldurdu. İtalya’ya Avrupa’ya yayılan terörizmin durdurulmasına ilişkin çalışmaların tartışıldığı bir toplantıya katılmak için gittiğini hayal meyal hatırlıyordu. Evin dört bir köşesinde bir zamanlar yaşadığı hayatın anılarına ya da kalıntılarına rastlamamak olası değildi. Sıklıkla bu eşyaları fırlatıp atmayı geçiriyordu içinden ama sonunda bu anıların anlamlarını yitirmeye başladıklarını fark etmişti.
Kahve fincanını alarak kanepeye döndü. Uzaktan kumandanın düğmesine basarak televizyonu kapattı. Karanlıkta oturarak geçen gününü düşündü. Sabahleyin aylık bir dergide çalışan gazeteci kendisiyle söyleşi yapmaya gelmişti. Kadın gazeteci ünlü kişilerin emekli olduktan sonra yaşamlarını nasıl sürdürdüklerine ilişkin bir yazı dizisi hazırlıyordu. Bu gazetecinin neden kendisiyle söyleşi yapmak istediğini bir türlü anlayamamıştı. Kadın, derginin fotoğrafçısıyla birlikte gelmiş, hem evin içinde hem de kumsalda birçok fotoğraf çekmişti. Kendisinin yaşlı ve kibar bir beyefendiyi simgelediğine karar vermişti. Yaşamında son derece mutlu olduğunu belirtmişti. Sessiz ve sakin bir yaşam sürdürdüğünü, dolayısıyla artık meditasyon yapmaya bolca zaman ayırabildiğini söylemiş, sonra da çekingen bir tavırla anılarını yazıp yazmama konusunu düşündüğünü sözlerine eklemişti. Kırk yaşlarında olan gazeteci kadın bu sözlerden çok etkilenmişti. Görüşme bittikten sonra onlara arabalarına kadar eşlik ederek arkalarından el sallamıştı.
Onlar gittikten sonra da tüm söyleşi boyunca gerçekle ilgili tek bir şey bile söylemediğini keyifle düşündü. Bu, onu hâlâ keyiflendiren bir iki şeyden biriydi. Gerçek ortaya çıkmadan yalan söylemek. Karşısındakini yanıltmak. Onca yıllık siyasi yaşamından sonra geride yalnızca yalanların kaldığını fark etmişti. Gerçeği yalanla gizlemek ya da yalanı gerçekle örtmek.
Kahvesini yudumladı. Keyif ve mutluluk tüm bedenine yayıldı. Akşamüstleriyle geceler onun en sevdiği zamanlardı. O anlarda geçmişe ait her şey sanki bir sis perdesinin arkasına gizlenirdi. Ama hiç kimse onun en önemli sırrını ortaya çıkaramazdı. Kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği sırrını…
Bazen kendini hem içbükey hem de dışbükey bir aynaya bakıyormuş gibi hissederdi. İnsan olarak da aynı belirsizliği yaşıyordu. Herkes onu emekli olmadan önce saygıdeğer ve yetenekli bir adalet bakanı, daha sonra da Skåne kumsalında uzun yürüyüşler yapan emekli biri olarak tanıyordu. İç dünyasından, orada kopan fırtınalardan kimsenin haberi yoktu. Hiç kimse onun çift karakterli olabileceğini aklına bile getirmemişti. Defalarca kralların, devlet başkanlarının huzuruna çıkmış, saygıyla eğilip onları selamlamıştı fakat içinden, keşke benim kim olduğumu ve sizler hakkında neler düşündüğümü bilseydiniz, diye geçirmişti. Televizyon kameralarının karşısına her geçişinde de, keşke benim kim olduğumu ve sizler hakkında neler düşündüğümü bilseydiniz, diye düşünmüştü. Ne var ki kimse bunları anlayamamıştı. Bağlı olduğu siyasi partiden, savunduğu düşüncelerden, birlikte olduğu insanların çoğundan nefret etmesi ve onları küçümsemesi onun sırrıydı. Bu sırrını da mezara kadar götürecekti. Tüm dünyayı görmüş, dünyadaki insani zayıflıklara tanık olmuş ve var olmanın anlamsızlığını gözlemlemişti. Ama onun bu düşüncelerinden kimsenin haberi yoktu. Kuşkusuz bu düşüncelerini asla yüksek sesle dile getiremeyecekti. Gördüklerini ve algıladıklarını başkalarıyla paylaşma ihtiyacı hiç duymamıştı.
Bundan sonra olacakları keyifle düşündü. Ertesi günün akşamı saat dokuzu biraz geçe arkadaşları kurşungeçirmez siyah Mercedes’le evine geleceklerdi. Araba doğruca garaja girecek ve o da şu anda olduğu gibi perdeleri kapalı oturma odasında dostlarını bekleyecekti. Arkadaşlarının bu kez nasıl bir kız getireceklerini düşünürken heyecanlandığını fark etti. Son zamanlarda gereğinden fazla sarışın getirdiklerini söylemişti onlara. Bu kızlardan bazılarıysa büyüktü, yirmi yaşın üstündeydiler. Bu kez daha genç birini istemiş ve melez olmasını yeğlediğini belirtmişti. Arkadaşları bodrumdaki televizyonun önünde bekleşirken o, kızı alıp yatak odasına götürecekti. Şafak sökmeden önce herkes gitmiş olacak ve kendisi de ertesi hafta nasıl bir kız getireceklerinin düşünü kurmaya başlayacaktı.
Bunları düşünürken heyecanlanıp oturduğu yerden kalktı ve çalışma odasına gitti. Odanın ışığını yakmadan önce perdeleri kapattı. Kısa bir an için kumsalda birini gördüğünü sandı. Gözlüklerini çıkararak dikkatle baktı. Bazen gecenin geç saatlerinde kumsalda gezinenler evinin hemen altındaki boş alanda durup sohbet ederlerdi. Zaman zaman Ystad polisine ihbar etmesi ve kumsalda ateş yakıp gürültü yapan gençleri şikâyet etmesi gerekmişti.
Ystad polisiyle arası iyiydi. Her arayışında hiç zaman yitirmeden evine gelirler ve kendisini rahatsız edenleri alıp götürürlerdi. Bu tür ilişkilerinin bir zamanlar adalet bakanı olmasından kaynaklandığını düşünürdü. Sadece İsveç polis teşkilatında var olan kafa yapısını anlamakla kalmamış aynı zamanda da İsveç adalet mekanizmasının önemli kilit noktalarına yakın dostlarını da sistematik bir şekilde yerleştirebilmeyi başarmıştı. Bu, suç dünyasındaki ilişkileri kadar önemli bir noktaydı. Dostları arasında tek başlarına çalışanlarla bir örgüte bağlı olarak çalışan kişiler vardı. Bakanlıktan ayrılalı yirmi beş yıl olmasına ve bu sürede birçok şey değişmesine karşın hâlâ eski ilişkilerinden hoşnuttu. Özellikle her hafta kendisine değişik bir genç kız getiren arkadaşlarını çok seviyordu.
Kumsalda gördüğünü sandığı gölge aslında hayal gücünün bir yanılsamasından başka bir şey değildi. Perdeleri bir kez daha kontrol ettikten sonra hukuk profesörü olan babasından kalan çalışma masasının çekmecelerinden birini açtı. Çekmecedeki süslü, şık ve çok güzel olan deri albümü masanın üstüne koydu. Fotoğraf sanatının ilk günlerinden başlayıp bugüne kadar uzanan porno resim koleksiyonunu bir kez daha, hayranlıkla izlemeye koyuldu. Koleksiyonundaki en eski resim Paris’ten aldığı 1855 yılına ait gümüşlü levha üzerine çekilmiş bir fotoğraftı. Bu bir köpeğe sarılmış çırılçıplak bir kadının fotoğrafıydı. Başkaları tarafından bilinmeyen koleksiyonu, ilgi alanları aynı olan bir dizi erkek tarafından iyi biliniyordu. 1890’lı yıllara ait resim koleksiyonunu Ruhr’lu yaşlı bir çelik tüccarından satın almıştı. Yavaşça albümün plastik sayfalarını çevirdi. Çok genç modellerin bulunduğu sayfaları öyle hemen çevirmiyordu. Modellerin bakışlarında uyuşturucunun etkisi göze çarpıyordu. Fotoğraf sanatına neden dana önce başlamadığına her zaman yanar dururdu. Eğer daha önce başlamış olsaydı şimdi elinde eşsiz bir koleksiyon bulunacaktı.
Albüme baktıktan sonra yeniden çekmeceye kaldırdı. Arkadaşlarına, ölümünden sonra bu eşsiz koleksiyonu, bu tür resimlerin satışında uzmanlaşmış Parisli bir antikacıya vermelerini vasiyet etmişti. Resim satışından elde edilecek gelirle de genç hukuk öğrencilerine burs verilecekti. Ancak bu burs konusu ölümünden sonra kamuoyuna açıklanacaktı.
Masadaki lambayı söndürerek sessiz ve karanlık odada bir süre daha oturdu. Uzaktan gelen dalgaların sesi duyuluyordu. Bir kez daha motor sesi duyduğunu sandı. Yetmiş yaşın üstünde olmasına karşın hâlâ kendi ölümünü düşünemiyordu. ABD’ye yaptığı yolculuklar sırasında iki kez infaz odasında bulunmuştu; bunlardan birinde mahkûm elektrikli sandalyede, diğeriyse gaz odasında öldürülmüştü, insanların öldürülmesini izlemek ona garip bir zevk vermişti. Ama kendi ölümünü nedense düşünemiyordu bile. Çalışma odasından çıkarak oturma odasına gitti ve kendisine bir kadeh likör doldurdu. Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Yatmadan önce her zamanki gibi deniz kıyısında kısa bir yürüyüş yapacaktı. Ceketini sırtına geçirdikten sonra eski kışlık ayakkabılarını giydi ve evden çıktı.
Dışarısı alabildiğine sessiz ve sakindi. Evini, komşularının evinden görünmeyecek şekilde inşa ettirmişti. Kåseberga’ya uzanan yoldan gelen trafiğin uğultusunu duydu. Bahçeden geçerek kumsala uzanan yolda ilerledi. Bahçe kapısının yanındaki lambanın yanmadığını fark edince canı sıkıldı. Kumsal onu bekliyordu. Elini cebine atarak kilitli bahçe kapısının anahtarını çıkarıp kapıyı açtı. Kumsala gitti ve suyun kenarında durdu. Deniz sakindi. Ufukta batıya giden bir geminin ışıkları görünüyordu. Ertesi gün kendisini ziyaret edecek genç kızı düşünerek pantolonunun fermuarını açıp denize işedi.
Hiçbir ses duymamasına karşın arkasında birinin durduğunu birden fark etti. Tüm bedeni korkudan kaskatı kesildi. Sonra da hızla arkasını döndü.
Karşısında duran adam bir hayvana benziyordu. Üstünde kısa bir şorttan başka bir şey yoktu. Yaşlı adam diğer adamın yüzüne dehşetle baktı. Karşısında gördüğü bu yüzün sakat mı yoksa bir maskenin altında gizlenmiş mi olduğundan emin olamadı. Şaşkınlık ve dehşet içinde karşısındaki adama bakarken adamın elindeki küçük baltayı gördü. Adam aslında cüceye benziyordu.
Avazı çıktığı kadar bağırarak bahçe kapısına doğru koşmaya başladı.
Sırtına yediği tek bir balta darbesiyle anında öldü. Kendisini öldüren adamın hayvana benzediğini ve yere çömelip tek bir darbeyle kafa derisinin büyük bir bölümünü kesip aldığını elbette fark edemedi.
Saat gece yarısını geçmişti.
21 Haziran Salı günüydü.
Yakınlardan gelen bir motor sesi duyuldu. Bir dakika sonra da ses duyulmaz oldu.
Her şey yeniden derin bir sessizliğe büründü.

2
21 Haziran günü öğleye doğru Kurt Wallander, Ystad’daki emniyetten çıktı. Emniyetten ayrıldığını kimse görmesin diye garaj girişinden çıktı. Sonra arabasına bindi ve limana doğru yola koyuldu. Hava sıcak olduğundan spor ceketini sandalyesine asılı bıraktı. Bir iki saat içerisinde kendisini arayanlar binada bir yerde olduğunu düşüneceklerdi. Wallander arabasını tiyatro binasının yanına park etti. Sonra iç taraftaki rıhtımda yürüyerek sahil güvenliğin kırmızı boyalı kulübesinin hemen yanındaki ahşap banka oturdu. Not defterlerinden birini yanına almıştı. Tam yazmak üzere defterini açtığında kalemini emniyette unuttuğunu fark etti. İçinden not defterini suya fırlatmayı ve bu konuyu kapatmayı düşündüyse de bunun olanaksız olduğunu görerek vazgeçti. İş arkadaşları onu asla bağışlamazdı.
Tüm itirazlarına karşın o gün öğleden sonra saat üçte Ystad emniyetindeki görevinden ayrılan emniyet müdürü Björk’e tüm çalışanlar adına bir teşekkür konuşması yapma görevi kendisine verilmişti.
Wallander yaşamı boyunca hiç böyle bir konuşma yapmamıştı. Yaptığı tek konuşma cinayet soruşturmaları sırasında düzenlediği basın toplantılarıydı. Bunun dışında başka bir deneyimi yoktu.
Ama insan başka bir göreve atanan bir emniyet müdürüne nasıl teşekkür ederdi? Ne için teşekkür etmesi gerekiyordu? Teşekkür edecek bir şey var mıydı? Wallander aslında yaşadıkları tedirginliklerden, polis teşkilatındaki düzensizliklerden söz etmeyi yeğlerdi.
Söyleyeceklerini kafasında toplamak için emniyetten uzaklaşmıştı. Bir gece önce mutfak masasında sabahlamıştı. Ama artık bu konuşmayı bir şekilde, mutlaka hazırlaması gerekiyordu. Ertesi gün Malmö’de göçmen bürosu şefi olarak işe başlayacak Björk’ün veda partisine üç saatten daha az bir zaman kalmıştı. Yerinden kalkarak limanın kafesine doğru ağır ağır yürüdü. Rıhtımda bağlı balıkçı tekneleri hafif çalkantılı suda sallanıyordu. Wallander dalgın bir şekilde yürürken yedi yıl önce limanda aradıkları cesedi hatırladı birden. Sonra da bu tatsız düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Şu anda önemli olan, Björk hakkında hazırlayacağı konuşmaydı. Kafedeki garson kızlardan biri Wallander’e kalemini verdi. Dışarıdaki masalardan birine oturarak kahve söyledi ve Björk hakkında bir şeyler karalamaya çalıştı. Saat bir olduğunda sayfanın ancak yarısını doldurabilmişti. Sıkıntılı bir ifadeyle yazdıklarına baktı. Aslında elinden geleni yaptığını biliyordu. Garsona bir fincan daha kahve istediğini söyledi.
“Yazın buraya gelmesi uzun sürüyor,” dedi Wallander.
“Belki bu yıl gelmez,” diye karşılık verdi garson kız.
Björk hakkında yazması gereken yazı bir kenara bırakılırsa Wallander’in keyfi yerindeydi. Birkaç hafta sonra tatile çıkıyordu. Mutlu olması için birçok neden vardı. Uzun ve yorucu bir kış geçirmişti. Artık güzel bir tatili ve dinlenmeyi hak ettiğinin farkındaydı.

Öğleden sonra saat üçte emniyetin yemek salonunda toplandılar ve Wallander, Björk hakkında yazdıklarını okudu. Svedberg bir olta, Ann-Britt Höglund da bir buket çiçek verdi Björk’e. Wallander konuşmasını Björk’le yaptıkları bir iki kaçamağı anlatarak renklendirmeyi başarmıştı. Yapı iskelesinin çökmesiyle birlikte kendilerini bir gübre yığınının içinde buldukları olayı anlattığında herkes neşeyle gülüyordu. Kahve içip pasta yediler. Björk yaptığı teşekkür konuşmasında, yerine geçen kadın polis Lisa Holgersson’a şans ve başarılar diledi. Lisa Holgersson, Småland’daki daha büyük bir emniyet müdürlüğünden gelmişti ve yazın sonunda işbaşı yapacaktı. O âna değin de Hansson, Ystad emniyetinin geçici müdürü olarak çalışmalarını sürdürecekti. Parti sona erip de Wallander odasına döndüğünde, Martinson aralık kapıdan başını içeri uzattı.
“Konuşman harikaydı,” dedi. “Bu tür işlerde bu denli başarılı olduğunu bilmiyordum.”
“Başarılı değildim,” dedi Wallander. “Berbat bir konuşmaydı. Bunu sen de benim kadar biliyorsun.”
Martinson, Wallander’in kırık konuk sandalyesine dikkatle oturdu.
“Kadın müdürle işlerin nasıl olacağını doğrusu çok merak ediyorum,” dedi.
“Bence gayet iyi olacak,” diye karşılık verdi Wallander. “Ben yerinde olsam onca para kesintisiyle nasıl başa çıkabileceğimizi merak ederdim.”
“Ben de bunun için buraya geldim ya zaten,” dedi Martinson. “Cumartesi ve pazar geceleri Ystad emniyetindeki personelin azaltılacağına ilişkin söylentiler dolaşıyor ortalıkta.”
Wallander kuşkuyla Martinson’a baktı.
“Pek işe yaramaz bu. Zanlılarla kim başa çıkacak o zaman?”
“Söylentilere bakılırsa bu iş için özel güvenlik firmalarıyla anlaşmayı düşünüyorlarmış.”
Wallander şaşkınlıkla Martinson’a baktı.
“Güvenlik firmalarıyla mı?”
“Evet, söylentiler bu doğrultuda.”
Wallander başını iki yana salladı. Martinson ayağa kalktı.
“Bunları bilmen gerektiğini düşündüm,” dedi. “Polis teşkilatına neler olabileceğini düşünebiliyor musun?”
“Hayır,” dedi Wallander. “Ve inan ciddiyim.”
Martinson bir süre daha odada oyalandı.
“Başka bir şey var mı?”
Martinson cebinden bir kâğıt parçası çıkardı.
“Senin de bildiğin gibi Dünya Kupası maçları başladı. Kamerun maçı 2-2 berabere bitti. Oysa sen Kamerun’un maçı 5-0 kazanacağına iddiaya girmiştin. Bu sonuca bakılırsa tahmin sırasında sonuncusun.”
“Bu da ne demek? Ya iddiayı kazanırım ya da kaybederim, değil mi?”
“Yaptığımız istatistiğe göre herkes gibi bizler de yanılmışız.”
“Eee? Ne demek istiyorsun?”
“2-2’lik doğru tahmini bir polis yapmış,” dedi Martinson, Wallander’in sorusunu duymazdan gelerek. “Şimdi sıra bundan sonraki maçta. İsveç-Rusya maçında.”
Wallander’in aslında maçlarla hiç ilgisi yoktu. Öte yandan ara sıra İsveç’in en iyi takımlarından biri olan Ystad’ın hentbol takımının maçlarına giderdi. Ama yine de tüm ülkenin dikkatini tek bir olaya, Dünya Kupası’na vermesini de göz ardı edemiyordu. Televizyon kanallarında ve gazetelerde sürekli İsveç takımının Dünya Kupası’nda nasıl bir başarı elde edeceğine ilişkin spekülasyonlar yapılmaktaydı. Maçlara ilişkin tahminler yapmak istememesine karşın yine de kendini bundan soyutlayamıyordu. İş arkadaşlarının kendisini ukaIa diye değerlendirmelerinden hoşlanmıyordu. Çaresizlikle arka cebindeki cüzdanını çıkardı.
“Ne kadar?”
“Yüz kron. Geçen seferki gibi.”
Parayı Martinson‘a uzatınca o da elindeki listeden Wallander’in adını sildi.
“Maçın sonucunu tahmin etmem mi gerekiyor?”
“İsveç’e karşı Rusya. Ne düşünüyorsun?”
“4-4.”
“Bu tür maçlarda genellikle bu kadar çok gol atılmaz,” dedi Martinson şaşkınlıkla. “Bence sen buz hokeyi maçının sonucunu tahmin ettin.”
“Tamam o zaman Rusya 3, İsveç 1,” dedi Wallander. “Şimdi oldu mu?” Martinson maç sonucunu yazdı.
“Hazır başlamışken Brezilya maçını da halledelim,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson.
“3-0. Brezilya 3 tabii,” dedi Wallander hiç zaman yitirmeden.
“İsveç’e pek şans tanımıyorsun,” dedi Martinson.
“Futbol söz konusu olduğunda haklısın, tanımıyorum,” diye karşılık verdi Wallander arkadaşına yüz kronluk banknotu uzatırken.
Martinson gittikten sonra söylediklerini düşündü. Ama hemen bu düşünceleri kafasından uzaklaştırdı. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu zaman nasılsa gösterecekti. Saat dört buçuk olmuştu. Wallander çalıntı arabaları eski Doğu Bloku ülkelerine ihraç eden bir organize suç zincirine ilişkin soruşturma dosyasını önüne çekti. Birkaç aydan beri bu dosya üzerinde çalışıyordu. Polis şimdiye değin bu olayın yalnızca bazı ufak tefek ipuçlarını ele geçirebilmişti. Bu soruşturmanın aylar süreceğinin farkındaydı. İzindeyken, soruşturmayla Svedberg ilgilenecekti. Zaten Wallander yokluğunda önemli bir şeyler olacağını sanmıyordu.
Ann-Britt Höglund kapıyı vurarak içeri girdi. Başında siyah bir beyzbol şapkası vardı.
“Nasıl görünüyorum?”
“Tam turistler gibi olmuşsun,” diye karşılık verdi Wallander.
“Yeni polis üniformalarının şapkaları böyle olacak işte,” dedi. “Siperliğin üstünde de POLİS yazacak. Resimlerini gördüm.”
“Bana asla bu şapkayı taktıramazlar,” dedi Wallander. “Artık üniformalı polis olmadığım için sevinmem gerek, diye düşünüyorum.”
“Bir gün belki Björk‘ün gerçekten de çok iyi bir şef olduğunu anlayacağız. Partideki konuşman çok güzeldi.”
“Güzel olmadığını çok iyi biliyorum.” Wallander artık sinirlenmeye başladığını hissederek sözlerini sürdürdü. “Ama bunu benim yapmamda ısrar ettiğiniz için aslında bu kötü konuşmadan sizler sorumlusunuz.”
Höglund pencereye yaklaşarak camdan dışarı baktı. Ystad’a bir yıl önce gelmişti. Polis akademisinden başarıyla mezun olmuştu. Rydberg‘in ölümüyle boşalan göreve getirilmişti. Rydberg, Wallander’e birçok şeyi öğretmiş olan bir polisti ve Wallander de şimdi aynı şekilde Höglund’a yol göstererek yardım etmesi gerektiğini düşünüyordu.
“Araba işi nasıl gidiyor?”
“Sürekli araba çalınıyor işte,” diye karşılık verdi Wallander. “Bu örgütün birçok kolu var gibi geliyor bana.”
“Örgütte bir delik açmayı başarabildik mi?”
“Başaracağız. Er ya da geç bu olacak. Birkaç aylık bir sessizlik olacak, sonra yeniden başlayacaklar.”
“Ama hiç bitmeyecek, değil mi?”
“Evet, hiç bitmeyecek. Çünkü Ystad’ın konumu böyle gerektiriyor. Buradan iki yüz kilometre ötede, Baltık Denizi’nin karşısında sahip olduklarımızı elimizden almak isteyen sayısız insan var. Onların tek sorunu bu alışveriş için gerekli paralarının olmayışı.”
“Her feribotla ne kadar çalıntı malın taşındığını doğrusu çok merak ediyorum.”
“Bu merakından vazgeçsen iyi olur çünkü inan bana şaşkınlıktan ağzını kapatamayabilirsin.”
Kahve içmek için odadan birlikte çıktılar. Höglund’un aslında o hafta izinde olması gerekiyordu. Kocası iş gereği Suudi Arabistan’da olduğundan Wallander onun iznini Ystad’da geçireceğini düşünüyordu.
“Sen ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu genç kadın, söz izinlerden açıldığında.
“Danimarka’ya Skagen’e gideceğim.”
“Riga’lı o kadınla birlikte mi?” diye sordu Höglund meraklı bir gülümsemeyle.
Wallander şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.
“Sen nereden biliyorsun?”
“Yalnız ben değil, herkes biliyor,” diye karşılık verdi Höglund. “Fark etmemiş miydin? Buna polis araştırması diyebilirsin.”
Wallander gerçekten de çok bozulmuştu. Birkaç yıl önce bir cinayet soruşturması sırasında tanıdığı Baiba hakkında hiç kimseye bir şey söylememişti. Baiba bir cinayete kurban giden Letonyalı bir polisin eşiydi. Yaklaşık altı ay önce Noel için Ystad’a gelmişti. Paskalya tatilinde de Wallander onu görmeye Riga’ya gitmişti. Ama ne onun hakkında kimselere bir şey söylemiş ne de genç kadını iş arkadaşlarından biriyle tanıştırmıştı. Oysa şimdi neden bu şekilde davrandığını kendisine bile açıklayamıyordu. İlişkileri pek sağlam temellere oturmamasına karşın yine de genç kadının, kendisini Mona’dan boşandıktan sonra kapıldığı melankoliden kurtardığının farkındaydı.
“Tamam,” dedi. “Evet, Danimarka’ya birlikte gideceğiz. Sonra da yazın geri kalan bölümünü babamla birlikte geçireceğim.”
“Peki, ya Linda?”
“Bir hafta önce telefon ederek Visby’deki drama kurslarına katılacağını söyledi.”
“Oysa ben onun iç mimar olacağını sanıyordum.”
“Ben de. Ama şimdi bir kız arkadaşıyla birlikte tiyatro sanatçısı olmaya karar verdi.”
“Heyecanlı bir meslek seçmiş, sen ne diyorsun?”
Wallander kuşkuyla başını salladı.
“Umarım haziranda buraya gelir,” dedi. “Onu çok özledim. Görüşmeyeli uzun zaman oldu.”
Wallander’in odasının kapısında ayrıldılar.
“Bu yaz bir ara bize de gel,” dedi Höglund. “İster Riga’lı arkadaşınla ister yalnız. Ya da istersen kızınla.”
“Arkadaşımın adı Baiba,” dedi Wallander.
Sonra da geleceğine söz verdi.
Ann-Britt’le konuştuktan sonra masadaki evrakı inceleyerek bir saat kadar çalıştı. İki kez Göteborg emniyetini arayıp aynı konu üzerinde ama olaya farklı bir açıdan yaklaşarak çalışan polisle konuştu. Altıya çeyrek kala dosyaları kapatıp yerinden kalktı. Akşam yemeğini dışarıda yemeye karar vermişti. Pantolonunun belini kontrol ederek iyice kilo verdiğini fark etti. Baiba şişman olduğunu söylediğinden beri pek hoşuna gitmese de ara sıra koşuyordu.
Ceketini giyerken o akşam Baiba’ya mektup yazmaya karar verdi. Tam odadan çıkarken telefonu çaldı. Bir an için açıp açmama konusunda tereddüt etti. Sonra masasına yaklaşarak ahizeyi kaldırdı.
Arayan Martinson’du.
“Konuşman çok güzeldi,” dedi Martinson. “Björk çok etkilendi.”
“Bunu daha önce de söylemiştin. Ne istiyorsun? Çıkıyordum.”
“Garip bir telefon geldi,” dedi Martinson. “Bu konuyu seninle konuşmak istedim.”
Wallander arkadaşının sözlerini tamamlamasını sabırsızlıkla bekledi.
“Marsvinsholm yakınlarındaki bir çiftlikte yaşayan bir adam aradı. Kolza ekili tarlasında bir kızın garip şeyler yaptığını söyledi.”
“Hepsi bu mu?”
“Evet.”
“Bir kız kolza ekili bir tarlada garip şeyler yapıyor? Nasıl garip şeylermiş?”
“Eğer doğru anlamışsam hiçbir şey yapmıyormuş. Aslında kızın o tarlada olması garip.”
Wallander karşılık vermeden bir an düşündü.
“Bir devriye arabası gönder oraya. Bu onların işi gibi.”
“Ne var ki tüm birimler şu anda çok yoğun. Hemen hemen aynı dakikalarda iki trafik kazası oldu. Biri Svarte yolunda, diğeriyse Continental Oteli’nin hemen yanı başında.”
“Ölü var mı?”
“Hayır ama araçlar hurdaya dönmüş.”
“O zaman devriye arabaları işlerini bitirdikten sonra Marsvinsholm’e giderler, tamam mı?”
“Adamın içinde bulunduğu ruh hâlini sana bundan başka sözcüklerle nasıl anlatabileceğimi kestiremiyorum ama panik içindeydi. Eğer çocuklarımı almak zorunda olmasaydım ben giderdim.”
“Tamam, ben giderim,” dedi Wallander. “Şimdi bana adresi ver.”
Birkaç dakika sonra Wallander arabasına binerek yola koyulmuştu. Sola dönerek kavşaktan Malmö’ye doğru ilerledi. Yanı başındaki koltuğun üzerinde Martinson’un yazdığı not duruyordu. Çiftçinin adı Salomonsson’du ve Wallander bu çiftliğe nasıl gideceğini biliyordu. E65 otoyoluna çıkınca camı açtı. Yolun iki yanında da sarı, kolza ekili tarlalar vardı. Uzun zamandan beri kendini bu kadar iyi hissetmediğini fark etti. Barbara Hendricks’in Susanna’nın aryasını seslendirdiği Figaro’nun Düğünü kasetini teybe koydu ve Kopenhag’da Baiba’yla birlikte geçireceği günleri düşünmeye başladı. Marsvinsholm’e giden ara yola sapınca sola döndü, kalenin ve kilisenin önünden geçti, sonra bir kez daha sola saptı. Koltuğun üstündeki adrese bir göz attıktan sonra tarlaların arasından uzanan yolda ilerledi. Uzaklardan deniz görünüyordu.
Salomonsson’un evi eski ama bakımlı Skåne çiftlik evlerinden biriydi. Wallander arabasından inerek çevresine bakındı. Her tarafta kolza ekili tarlalar vardı. Evin kapısı açıktı. Merdivende duran adam çok yaşlıydı. Elinde bir dürbün vardı. Wallander tüm bunların hayal ürünü olduğunu düşündü bir an için. Yalnızlığın ve hayal güçlerinin kurbanı olan, özellikle kent dışında yaşayan yaşlılar sıklıkla olağan dışı bir şeylerin olduğu düşüncesine kapılarak hemen polisi ararlardı. Merdivenlere yaklaşarak yaşlı adamı başıyla selamladı.
“Ystad emniyetinden Kurt Wallander,” diye tanıttı kendisini.
Merdivendeki adam tıraşsızdı ve ayağında takunya vardı.
“Edvin Salomonsson,” dedi adam kemikli ince elini uzatarak.
“Bana olanları anlatın,” dedi Wallander.
Çiftçi evin sağ tarafında uzanan kolza ekili tarlayı gösterdi.
“Onu bu sabah gördüm,” diye söze başladı. “Sabah erkenden kalkmıştım. Saat beşte oradaydı. Önce geyik sandım. Sonra dürbünle bakınca bir kız olduğunu anladım.”
“Orada ne yapıyordu?” diye sordu Wallander.
“Kıpırdamadan duruyordu.”
“Duruyor muydu?”
“Durup bakıyordu.”
“Neye bakıyordu?”
“Ben nereden bileyim?”
Wallander hafifçe iç çekti. Büyük olasılıkla yaşlı adam gerçekten de bir geyik görmüştü. Sonra da hayal gücü onu bu noktaya getirmişti.
“Tabii onu tanımıyorsunuz, değil mi?”
“Daha önce hiç görmemiştim. Eğer onu tanısaydım o zaman polis çağırmazdım, değil mi?”
Wallander evet dercesine başını salladı.
“Onu ilk kez bu sabah erken bir saatte gördünüz,” dedi. “Ama polis çağırmak için akşama kadar beklediniz, neden?”
“Sizleri boşuna rahatsız etmek istemedim,” diye karşılık verdi yaşlı adam sıradan bir sesle. “Polisin çok yoğun olduğunu biliyorum.”
“Onu dürbünle gördünüz.” Wallander durağan bir ses tonuyla konuşuyordu. “Kolza tarlasında duruyordu ve siz de onu daha önce hiç görmemiştiniz. Peki sonra ne yaptınız?”
“Giyindim ve ona tarladan çıkmasını söylemek için yanına gittim. Kolzaları ayağıyla eziyordu.”
“Sonra ne oldu?”
“Kaçtı.”
“Kaçtı mı?”
“Tarlaların arasına gizlendi. Kendisini görememem için başakların arasına saklandı. Önce gittiğini sanmıştım. Ama sonra yeniden dürbünle baktığımda orada olduğunu gördüm. Bu davranışını sürekli yineledi durdu. Sonunda ben de bu oyundan sıkılarak polise haber verdim.”
“Onu en son ne zaman gördünüz?”
“Telefon etmeden az önce.”
“O zaman ne yapıyordu?”
“Tarlada durmuş bakıyordu.”
Wallander başını tarlalara doğru çevirdi. Kolza ekili tarlaların dışında bir şey göremedi.
“Sizinle telefonda konuşan polis panik içinde olduğunuzu söylemişti,” dedi Wallander.
“İnsan kolza tarlasında ne yapar? Bu işte bir gariplik olduğu kesin. Tabii panik içerisinde olacağım.”
Wallander bu konuşmayı en kısa zamanda noktalaması gerektiğini düşünüyordu. Yaşlı adamın tüm bunları uydurduğu açıkça ortadaydı. Ertesi gün adamın durumunu anlatmak için sosyal hizmetlerle bağlantı kurmaya karar verdi.
“Yapabileceğim fazla bir şey yok,” dedi Wallander. “Kız büyük olasılıkla çekip gitmiş olmalı. Dolayısıyla da endişelenmeniz için bir neden yok ortada.”
“Gitmedi,” dedi Salomonsson. “Onu görebiliyorum.”
Wallander dönerek Salomonsson’un işaret ettiği yere baktı.
Genç kız kolza tarlasından yaklaşık elli metre ötede duruyordu. Wallander kızın saçlarının siyah olduğunu fark etti. Sarı tarlada siyah saçları göze çarpıyordu.
“Gidip onunla konuşacağım,” dedi Wallander. “Beni burada bekleyin.” Arabasının bagajından bir çift çizme çıkarıp giydi. Sonra da tüm bu olay sanki gerçek dışıymış gibi bir duyguya kapılarak kolza tarlasına doğru ilerledi. Genç kız kıpırdamadan ona bakıyordu. Wallander kıza yaklaştığında sadece saçlarının değil derisinin de kara olduğunu gördü. Tarlanın yanına geldiğinde durdu. Elini kaldırarak kıza doğru salladı. Genç kız kıpırdamadan durmayı sürdürdü. Wallander ondan uzak olmasına ve başaklar yüzünü örtmesine karşın kızın çok güzel olduğu izlenimine kapılmıştı. Seslenerek yanına gelmesini söyledi. Kız yerinden kıpırdamayınca ona doğru bir adım attı. Bu adımla birlikte de genç kız kaçıp gitti. Her şey o denli çabuk olmuştu ki Wallander bir an için kızın bir hayvan hayaleti olabileceğini düşündü. Ama aynı zamanda da öfkeleniyordu. Dört bir yana bakarak tarlada yürüdü. Onu yeniden gördüğünde kız tarlanın doğu köşesindeydi. Wallander koşmaya başladı. Kız çok hızlı hareket ettiğinden Wallander soluk soluğa kalmıştı. Genç kıza yirmi metre kadar yaklaştığında artık her ikisi de tarlanın ortasındaydı. Bağırarak durmasını söyledi.
“Polis!” diye haykırdı. “Dur!”
Kıza doğru yürümeye başladı. Sonra birden durdu. Ve her şey çok çabuk olup bitti. Genç kız plastik bir şişeyi başına doğru kaldırarak şişenin içindeki renksiz sıvıyı saçlarına, yüzüne ve bedenine döktü. Wallander kızın bu şişeyi başından beri yanında taşıdığını düşündü. Onun korktuğunu hissediyordu. Kız gözlerini iri iri açmış bakıyordu.
“Polis!” diye haykırdı Wallander bir kez daha. “Seninle konuşmak istiyorum.”
Aynı anda da benzin kokusu genzini yaktı. Genç kızın elindeki çakmağı ve sonra da saçlarını tutuşturuşunu gördü. Bir meşale gibi saçları alev alırken Wallander çığlık attı. Şaşkınlıktan donakalmıştı. Alevler kızın bedenini sarmış, tarlaya doğru yayılıyordu. Wallander kendi çığlıklarını duyuyordu. Ne var ki yanan genç kız sesini bile çıkarmıyordu. Daha sonra Wallander kızın çığlıklarını duyup duymadığını hatırlayamayacaktı.
Sonunda kendini toplayıp tarladan kaçmaya başladığında tüm tarla alevler içinde kalmıştı. Birden çevresi alev ve dumanla çevriliverdi. Elleriyle yüzünü kapatarak hangi yöne gittiğini kestiremeden koştu. Tarlanın kenarına ulaştığında tökezledi. Arkasını dönüp bakınca alevlerin arasına düşüp kül olmadan önce son bir kez daha kızı gördü. Kız merhamet dilercesine kollarını gökyüzüne doğru kaldırmıştı.
Kolza tarlası yanıyordu.
Arkasından bir yerlerden gelen Salomonsson’un hıçkırıklarını duydu.
Wallander yerinde doğruldu. Bacakları titriyordu.
Arkasını dönerek kustu.

3
Daha sonraları Wallander kolza ekili tarlada yanan kızı, unutmak istediği bir karabasan gibi hatırlayacaktı. Akşamın geri kalan bölümünü oldukça sakin geçirmesine karşın hiç de hoş olmayan ayrıntıları hatırlayıp durmuştu. Martinson, Hansson ve özellikle de Ann-Britt Höglund onun vurdumduymazlığına çok kızmışlardı. Ne var ki kendisini korumak için oluşturduğu sert kabuğun altında ne tür fırtınaların koptuğunu görememişlerdi. Aslında iç dünyasında kıyamet kopuyordu.
Sabahın ikisinde evine gitti. Üstünde hâlâ kirli giysileri ve çamurlu botlarıyla kanepeye oturduğunda ancak o zaman kendini bıraktı. Bir duble viski hazırladı. Balkon kapısını ardına dek açtı, sonra bir çocuk gibi hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
Kendini yakan kız çok gençti. Kızı Linda’yı anımsatmıştı ona.
Polis teşkilatında çalışmaya başladığı günden beri olay yerine her çağrıldığında kendisini hep en kötüsüne hazırlamayı öğrenmişti. Kendilerini asan, ağızlarına kurşun sıkan ya da kafalarını havaya uçuran insanlar görmüştü. Gördüklerine bir şekilde katlanmayı, sonra da bir kenara atmayı öğrenmişti. Ama kurbanlar genç ya da çocuk olduğunda bu öğrendiklerini ne yazık ki uygulayamıyordu. Öylesi zamanlarda kendisini işe yeni başlayan acemi bir polis gibi savunmasız hissederdi. Polislerin çoğunun da aynı şekilde tepki gösterdiğini biliyordu. Çocuklar ya da gençler vahşice öldüklerinde devreye giren savunma mekanizması işe yaramazdı, polis olarak çalışmayı sürdürdükçe de bunun kaçınılmaz olacağının farkındaydı.
Tarlayla birlikte genç kızın cayır cayır yanmasına tanık olduktan sonra kusmuştu. Ağzında kusmuklarla dehşet içinde Salomonsson’un yanına gitmişti. Yaşlı çiftçi gözlerini yanan tarlasından alamıyordu. Wallander çiftçiye telefonun nerede olduğunu sormuştu. Yaşlı adam söylenileni anlayamadığından ya da belki de duyamadığından Wallander adamcağızı eve doğru sürüklemek zorunda kalmıştı. Evin içi yıkanmamış yaşlı bir adamın sürdürdüğü yaşamın tuhaf kokusunu yansıtıyordu. Telefon holdeydi. Wallander 90 000 numarasını çevirdi, telefona yanıt veren santral memuru daha sonra onun son derece sakin bir sesle konuştuğunu söylemişti.
Alevler gökyüzüne yükselirken Wallander, Martinson’un evine telefon etti. Önce kızıyla konuştu, sonra da arka bahçede çimleri biçen Martinson’u telefona çağırmasını rica etti. Elinden geldiğince net bir şekilde olayı anlatarak Martinson’a Hansson’la Höglund’a haber vermesini söyledi. Telefonu kapattığında hemen mutfağa gidip yüzünü yıkadı. Dışarı çıktığında Salomonsson hâlâ aynı yerde duruyor ve boş gözlerle yanan tarlasına bakıyordu. Salomonsson’un komşuları arabalarıyla gelmişlerdi ama Wallander bağırarak yaklaşmamalarını söyledi onlara. Komşuların Salomonsson’a yaklaşmalarına bile izin vermemişti. Uzaklardan gelen itfaiye sirenlerini duydu. İtfaiyeden kısa süre sonra da iki polis arabasıyla ambulans geldi. İtfaiye erlerinin başında Wallander’in çok güvendiği Peter Edler vardı.
“Ne oldu?” diye sordu Peter Edler.
“Sonra anlatırım,” diye karşılık verdi Wallander. “Tarlada bir ceset var.”
“Ev tehlikede değil,” dedi Edler. “Söndürmeye başlayalım.”
Sonra Salomonsson’a dönerek traktör yoluyla tarlaların arasındaki hendeklerin genişliklerini sordu. Bu arada ambulansla gelen doktor yanlarına yaklaştı. Wallander onunla daha önce de karşılaşmıştı ama adını hatırlayamıyordu.
“Yaralı var mı?” diye sordu doktor.
Wallander başını hayır dercesine salladı.
“Bir kişi öldü,” dedi. “Tarlada.”
“O zaman cenaze arabası gerekecek,” dedi ambulansın şoförü. “Ne oldu?”
Wallander’in içinden yanıt vermek gelmiyordu. Bunun yerine orada bulunanların arasından en iyi tanıdığı polise, Norén’e döndü.
“Tarlada bir ceset var. Yangın sönünceye kadar bir şey yapamayız ama sonra cesedi oradan almalıyız.”
Norén tamam dercesine başını salladı.
“Kaza mı oldu?” Norén merakını gizleyememişti.
“İntihar,” dedi Wallander.
Birkaç dakika sonra Norén, Wallander’e kâğıt bardakta kahve uzatırken Martinson da olay yerine geldi. Wallander kahvesini almak için elini uzattığında elinin titrediğini şaşkınlıkla fark etti. Ann-Britt Höglund da Hansson’la birlikte gelmişti. Wallander olanları meslektaşlarına anlattı.
Sürekli aynı cümleyi kullanıyordu: Genç kız meşale gibi yandı.
“Bu korkunç bir şey,” dedi Höglund.
“Çok korkunçtu. Yapılacak hiçbir şey yoktu. Hiçbirinizin böylesi bir şeyle karşı karşıya kalmamanızı dilerim.” Wallander bunları söyledikten sonra susmuştu.
Bir süre yangını söndürmeye çalışan itfaiye erlerini sessizce izlediler. Meraklılar doluşmuştu fakat polis onları yaklaştırmıyordu.
“Kız nasıl biriydi?” diye sordu Martinson. “Yakından görebildin mi?”
Wallander evet dercesine başını salladı.
“Birinin yaşlı adamla konuşması gerek. Adamın adı Salomonsson.”
Hansson, Salomonsson’un koluna girmiş onu mutfağa doğru götürüyordu. Höglund, Peter Edler’in yanına giderek onunla konuşmaya başladı. Yangını denetim altına alabilmişlerdi. Höglund geri döndüğünde yangının kısa süre sonra tamamıyla söndürüleceğini söyledi.
“Kolzalar çabuk alev alıyor,” dedi. “Ayrıca dün yağmur yağdığı için toprak da ıslak.”
“Çok gençti,” dedi Wallander. “Kara saçlı ve kara deriliydi. Üstünde sarı bir rüzgârlıkla, eğer yanlış hatırlamıyorsam, kot pantolon vardı. Ayaklarında ne olduğunu bilmiyorum. Çok korkuyordu.”
“Neden korkuyordu?” diye sordu Martinson.
Wallander karşılık vermeden bir an sustu.
“Benden korkuyordu. Tam olarak emin değilim ama polis olduğumu ve durmasını söylediğimde korkusu daha da artmıştı. Bunun dışında başka neden korktuğunu bilemiyorum.”
“Söylediklerini anladı mı?”
“Hiçbir şeyi anlamasa polis sözcüğünü anlamıştır. Bundan eminim.”
Yangından geriye yalnızca kalın bir duman tabakası kalmıştı.
“Tarlada başka kimse yok muydu?” diye sordu Höglund. “Kızın yalnız olduğundan emin misin?”
“Hayır,” dedi Wallander. “Emin değilim. Ama onun dışında kimseyi görmedim.”
Bir süre Wallander’in az önce söylediklerini düşündüler.
Kimin nesiydi, diye geçirdi içinden Wallander. Buraya nereden gelmişti? Neden kendini yaktı? Eğer ölmek istediyse bunu neden kendine işkence ederek yapmıştı?
Salomonsson’la konuşan Hansson yanlarına yaklaştı.
“Amerika’da yaptıkları gibi yapmalıyız biz de,” dedi. “Evin içindeki kokudan etkilenmemek için elimizin altında mentol bulundurmalıyız. Lanet olsun, koku buraya kadar geliyor. Bana sorarsan yaşlı erkekler eşlerinden önce ölmeli.”
“Doktorlardan birine söyle de gidip bir baksın,” dedi Wallander. “O da büyük bir şok yaşadı.”
Martinson bu mesajı iletmek üzere yanlarından ayrıldı. Peter Edler kaskını çıkararak Wallander’in yanına yaklaştı.
“Az sonra tamamıyla sönecek,” dedi. “Ama bu gece yine de önlem amacıyla itfaiye arabalarından birini burada bırakacağım.”
“Tarlaya ne zaman girebiliriz?” Wallander sabırsızlanmaya başlamıştı.
“Bir saat içinde. Ama bir süre daha duman olacak, haberin olsun. Tarla soğumaya başladı bile.”
Wallander, Peter Edler’i kenara çekti.
“Tarlaya gittiğimde ne göreceğim?” diye sordu. “Kız, üstüne beş litre benzin döktü. Ve çevresindeki her şey alev aldığına göre yere de dökmüş olmalı.”
“Göreceklerin pek hoş şeyler değil. Aslında görülecek fazla bir şey de yok zaten.”
Wallander bu konuda daha fazla konuşmadı. Hansson’a döndü.
“Olaya nasıl bakarsak bakalım bunun bir intihar vakası olduğunu biliyoruz,” dedi Hansson. “Ve elimizde de kusursuz bir tanığımız var: bir polis.”
“Salomonsson neler söyledi?”
“Kızı daha önce hiç görmediğini ve ilk kez bu sabah saat beşte gördüğünü söyledi. Adamın yalan söylediğini sanmıyorum.”
“Bir başka deyişle, kızın kim olduğunu bilmiyoruz,” dedi Wallander. “Ve onun neden kaçtığını da.”
Hansson şaşkınlıkla baktı.
“Neden bir şeyden kaçtığını düşünüyorsun?”
“Korkuyordu,” dedi Wallander. “Tarlada gizleniyordu. Polis geldiğinde de kendini yakmaya karar verdi.”
“Kızın ne düşündüğünü bilemeyiz,” dedi Hansson. “Sana korkmuş gibi gelmiş de olabilir.”
“Hayır,” dedi Wallander. “Korkunun ne olduğunu bilebilecek kadar çok korku gördüm ben.”
Ambulans ekibinden biri yanlarına yaklaştı.
“Yaşlı adamı hastaneye götürüyoruz. Durumu hiç iyi değil.”
Wallander tamam dercesine başını salladı.
Kısa süre sonra da adli tıp ekibi arabalarıyla geldi. Wallander cesedin yerini onlara göstermeye çalıştı.
“Bence eve gitsen iyi olacak,” dedi Höglund. “Bu akşam yeterince kötü olaya tanık oldun.”
“Hayır. Kalacağım.” Wallander her şey bitinceye kadar kalmaya karar vermişti.
Dumanlar azalıp sekiz buçuğa doğru yangın tam olarak sönünce Peter Edler artık tarlaya gidip incelemelerine başlayabileceklerini söyledi. Hava henüz tam olarak kararmamasına karşın Wallander projektörlerin getirilmesini istedi.
“Orada cesedin dışında başka bir şeyler de olabilir,” dedi Wallander. “Dikkatli olun. Bu akşam burada işi olmayanlar geride kalsın.”
Sonra da yapmak zorunda olduğu şeyi aslında yapmak istemediğini düşündü. Aslında o anda arabasına atlayıp olay yerinden uzaklaşmak ve sorumluluğu diğerlerine bırakmayı çok istiyordu.
Tek başına tarlaya doğru gitti. Diğerleri oldukları yerde kalmış dikkatle onu izliyorlardı. Göreceklerinden ve midesindeki düğümün çözülmesinden korkuyordu.
Ceset düşündüğünden daha kötü görünüyordu. Ölmeden önce havaya kaldırdığı yanmış kolları kaskatı kesilmişti. Yüzü, saçları ve giysileri yanmıştı. Geriye yalnızca korku ve perişanlık yansıtan kül olmuş bedeni kalmıştı. Wallander arkasını dönerek simsiyah olmuş tarladan geçti. Bir an için bayılacağını sandı.
Adli tıp ekibi projektörlerin ışığı altında çalışmalarına başladılar. Yoğun ışık kümesinin çevresinde güveler uçuşuyordu. Hansson evin içindeki kötü kokunun gitmesi için mutfak penceresini ardına kadar açmıştı. Mutfak masasının çevresindeki sandalyeleri çekerek oturdular. Höglund’un önerisiyle kahve yapmaya karar verdiler.
“Filtre kahvesi yok, yalnızca Nescafe var,” dedi Höglund mutfakta tüm çekmecelere ve dolaplara baktıktan sonra. “İster misiniz?”
“Evet. Sert olsun da ne tür kahve olursa olsun.” Wallander fikrini belirttikten sonra etrafı incelemeye koyuldu.
Eski mutfak dolaplarının yanındaki sürmeli kapının yanı başındaki duvarda eski moda bir saat asılıydı. Wallander birden saatin çalışmadığını fark etti. Buna benzer bir saati Baiba’nın Riga’daki evinde gördüğünü hatırladı, onun da akreple yelkovanı hareket etmiyordu. Saat bir şeyden ötürü durmuş olmalı, diye geçirdi içinden. Sanki akreple yelkovan saati durdurarak zamanı geri çevirmeye çalışıyor gibiydi. Baiba’nın kocası, Riga limanında soğuk bir gecede öldürülmüştü. Tarladaki o zavallı kızcağız da kolza denizinde batan bir geminin içindeymişçesine hunhar bir şekilde yaşamına son vermişti.
Wallander genç kızın kendinden nefret ettiğini ve bu yüzden de acımasızca vücudunu ateşe verdiğini düşünüyordu. Genç kız ellerini kollarını sallayarak kendisine bağıran polisten kaçmıyordu. Kendinden kaçıyordu.
Masanın başında sessizce oturarak düşünüyordu. İş arkadaşları ona bakıyor ve işe başlamasını bekliyorlardı. Wallander pencereden projektörün güçlü ışığı altında teknisyenlerin cesedi incelediklerini görebiliyordu. Bir flaş patladı, bunu bir diğeri izledi.
“Cenaze işlerine haber veren oldu mu?” diye sordu birden Hansson.
Wallander sanki birisi kulağının dibinde bir şey patlatmış gibi irkildi. Hansson’un sorduğu bu basit soru, onu göz ardı etmeye çalıştığı gerçekle yüz yüze getirmişti.
Birkaç saat önce yaşadıkları gözlerinin önünden gitmiyordu. Olağanüstü güzellikteki İsveç yazının tadını çıkararak arabasını sürerken bir yandan da Barbara Hendricks’in kadife sesine kendisini kaptırmıştı. Sonra da kolza tarlasında karşısına ürkek bir hayvana benzeyen genç kız çıkıvermişti. Ve birden kendini bir karmaşanın içinde bulmuştu. Olmaması gereken şeyler olmuştu.
Cenaze işlerine bağlı bir ekip yola çıkmıştı.
“Prytz ne yapması gerektiğini biliyor,” dedi Martinson ve Wallander az önce adamın anımsamakta zorlandığı adını hatırladı.
Bir şeyler söylemesi gerektiğinin bilincindeydi.
“Şimdi bildiklerimize bir bakalım,” diye söze başladı. Deneyimli polis yaşadıklarını dile getirmekte güçlük çekiyordu. “Tek başına yaşayan yaşlı bir çiftçi sabahın erken saatlerinde kalkıyor ve kolza tarlasında bir kız görüyor. Tarladaki ürünün başına bir şey gelmesini istemediğinden de kıza seslenerek onu oradan uzaklaştırmaya çalışıyor. Kız gizleniyor, sonra yeniden ortaya çıkıyor ve bu oyun defalarca yineleniyor. Akşama doğru yaşlı çiftçi emniyete telefon ediyor. Polis arkadaşlarımız iki araba kazasıyla ilgilenmek için gittiklerinden zorunlu olarak ben buraya geliyorum. Dürüst olmam gerekirse yaşlı adamın anlattıklarına önce inanmamıştım. Salomonsson bana biraz kafası karışmış biri izlenimi verdiğinden oradan ayrılıp sosyal hizmetlerle bağlantı kurmaya karar vermiştim. Tam o sırada tarladaki kızı gördüm. Onunla konuşmaya çalıştım ama kaçtı. Sonra da plastik bir şişeyi kaldırarak başından aşağı benzini döktü ve çakmakla kendini yaktı. Gerisini biliyorsunuz. Kız yalnızdı, elinde bir şişe benzin vardı ve yaşamına son verdi.”
Ne söylemesi gerektiğini kestiremiyormuşçasına birden durdu. Kısa süre sonra da sözlerini bıraktığı yerden sürdürdü.
“Genç kızın kim olduğunu bilmiyoruz,” dedi. “Kendini neden öldürdüğünü de. Onu size tarif edebilirim ama hepsi bu kadar. Daha fazla bir şey bilmiyorum.”
Ann-Britt Höglund mutfak dolabından kahve fincanlarını çıkardı. Martinson arka bahçeye giderek işedi. Geri döndüğünde Wallander bildiklerini anlatmayı ve ne yapmaları gerektiğine dair sözlerini sürdürdü.
“Kızın kim olduğunu öğrenmeliyiz,” diye devam etti konuşmasına. “En önemli konu bu. Aslında bundan başka bir şey yapamayız. Siyahi bir kız olduğu için öncelikle mültecilere ve mülteci kamplarına bakmalıyız. Sonra da adli tıbbın bulgularını bekleyeceğiz.”
“Ama ne olursa olsun burada bir cinayet işlenmediğini biliyoruz,” dedi Hansson. “Dolayısıyla görevimiz kızın kimliğini ortaya çıkarmak olacak.”
“Mutlaka bir yerlerden buraya gelmiş olmalı,” dedikten sonra Höglund sözlerini sürdürdü. “Buraya kadar yürümüş mü? Bisikletle mi gelmiş? Arabayla mı? Benzini nereden almış? Bu ve buna benzer yanıtlanması gereken birçok soru var.”
“Ve neden burada?” diye ekledi Martinson. “Neden Salomonsson’un kolza tarlasında. Bu çiftlik ana yoldan çok uzakta.”
Bu sorular yanıtlanamadan havada asılı kalıyordu. Norén mutfağa gelerek bazı gazetecilerin geldiğini ve neler olduğunu öğrenmek istediklerini söyledi. Wallander ayağa kalktı.
“Onlarla ben konuşurum.”
“Onlara gerçeği söyle,” dedi Hansson.
“Başka ne söyleyebilirim ki?” diye karşılık verdi Wallander şaşkınlıkla.
Bahçeye çıktığında gazetecileri tanıdığını fark etti. Bunlardan biri Ystad’s Allehanda’da çalışan genç bir kadın, diğeri de Arbetet gazetesi muhabirlerinden yaşlıca bir adamdı.
“Burası film setine benziyor,” dedi kadın gazeteci, projektörlerin aydınlattığı kül olmuş tarlayı göstererek.
“Ama öyle değil,” diye karşılık verdi Wallander.
Gazetecilere olanları anlattı. Bir kızın yangında öldüğünü. Cinayet olasılığının söz konusu olmadığını. Polis henüz kızın kim olduğunu bilmediğinden Wallander bu konuda daha fazla konuşmak istemedi.
“Resim çekebilir miyiz?” diye sordu Arbetet’den gelen gazeteci.
“İstediğiniz kadar çekebilirsiniz,” diye yanıt verdi Wallander. “Ama buradan çekmek zorundasınız. Tarlaya kimsenin yaklaşmasına izin verilmiyor.”
Gazeteciler karşı çıkmadan fotoğraflarını çektiler, sonra da arabalarına binip olay yerinden uzaklaştılar. Wallander tam mutfağa, arkadaşlarının yanına gitmek için dönerken tarlada çalışan teknisyenlerden birinin el salladığını görünce yanına gitti. Kollarını havaya kaldırarak yanan kadından kalanlara bakmamaya çalıştı. Adli tıbbın müdürü Sven Nyberg ona doğru geliyordu. Projektörlerle çevrili alanın kenarında durdular. Yanık tarlanın karşısındaki denizden gelen hafif bir esintiyle Wallander’in sırtı ürperdi.
“Galiba bir şey bulduk,” dedi Nyberg.
Elinde küçük bir poşet vardı. Projektörlerden birine iyice yaklaşan Wallander’e poşeti uzattı. Poşetin içinde altın bir zincirle küçük bir kolye vardı.
“Madalyonun üstünde bir şeyler yazılı,” dedi Nyberg. “D.M.S. harfleri var. Meryem Ana’nın bir resmiyle birlikte.”
“Neden yangında erimemiş?”
“Tarlada çıkan bir yangın mücevherlerin erimesi için gerekli ısıyı oluşturmaz,” diye açıkladı Nyberg. Wallander sesinden onun yorgun olduğunu anlamıştı.
“İşte ihtiyacımız olan şey bu. Onun kim olduğunu bilmiyoruz ama artık elimizde isminin baş harfleri var.” Wallander biraz olsun rahatlamıştı.
“Yakında onu alıp götüreceğiz,” dedi Nyberg tarlanın kenarında bekleyen siyah cenaze arabasını başıyla işaret ederek.
“Nasıl görünüyor?” diye sordu Wallander merakla.
Nyberg omuz silkti.
“Dişlerden belki bazı ipuçları toplayabiliriz. Patologlarımız harikalar yaratır. Kızın yaşını ortaya çıkarabilirler. Yeni DNA teknolojisi sayesinde de kızın bu ülkedeki İsveçli bir ebeveyn tarafından dünyaya getirilip getirilmediğini ya da başka bir ülkeden buraya gelip gelmediğini öğrenebiliyoruz artık.”
“Mutfakta kahve var,” dedi Wallander.
“Sağ ol ama istemem,” diye karşılık verdi Nyberg. “Az sonra buradaki işim bitiyor. Sabah tüm tarlayı inceleyeceğiz. Bir cinayet söz konusu olmadığına göre bu işi sabaha rahatlıkla bırakabiliriz.”
Wallander mutfağa döndü. İçinde kolye olan poşeti masanın üstüne koydu.
“Artık elimizde bir delil var. Meryem Ana resmi olan bir madalyon. Arkasına da D.M.S. harfleri kazınmış. Artık evinize gidebilirsiniz. Ben biraz daha burada kalacağım.”
“Yarın sabah saat dokuzda,” dedi Hansson yerinden kalkarken.
“Kim olduğunu çok merak ediyorum,” dedi Martinson. “İsveç’te yazlar bu tür şeylerin olması için hem çok fazla güzel hem de çok kısadır.”
Bahçede ayrıldılar. Höglund arkada kalmıştı.
“İyi ki bu olaya tanık olmadım. Ne hissettiğini sanırım anlıyorum. Yarın görüşürüz.”
Wallander karşılık vermedi.
Arabalar gittikten sonra evin basamaklarına oturdu. Projektörler boş bir sahneyi aydınlatırcasına parlıyordu. Wallander de oyunun tek izleyicisi gibi hissediyordu kendini.
Rüzgâr çıkmıştı. Hâlâ yazın o güzelim sıcaklığını bekliyorlardı. Hava serindi. Wallander basamaklarda titrediğini fark etti. Sıcakların bir an önce gelmesini diledi içinden.
Bir süre sonra yerinden kalkarak mutfağa gitti, kullandıkları kahve fincanlarını yıkadı.

4
Wallander uykusunda bir çığlık attı. Sanki görünmez bir el ayaklarından birini çekip koparmaya çalışıyordu. Gözlerini açtığında ayağının kırık bazayla ayak ucundaki başlık arasına sıkıştığını fark etti. Sıkıştığı yerden kurtarmak için yan dönmek zorunda kaldı. Sonra kıpırdamadan yattı. Perdelerin arasından sızan günün ilk ışıklarını gördü. Komodinin üstündeki saate baktı. Dört buçuktu. Yalnızca birkaç saat uyumuştu, kendini çok yorgun hissediyordu. Bir kez daha tarlayı düşündü. Artık genç kızı daha net anımsıyordu. Benden korkmuyordu, diye geçirdi içinden. Ne benden ne de Salomonsson’dan kaçıyordu. Başka birinden kaçıyordu.
Yataktan kalkarak mutfağa gitti. Kahvenin olmasını beklerken dağınık oturma odasına giderek telesekreterine baktı. Telesekreterin kırmızı ışığı yanıp sönüyordu. Dinleme düğmesine bastı. Önce kız kardeşi Kristina’nın sesini duydu: “Ara beni. Birkaç gün içinde mutlaka ara.” Wallander bu mesajın mutlaka yaşlı babasıyla bir ilgisi olması gerektiğini düşündü. Babası bakıcısıyla evlenmesine ve artık yalnız olmamasına karşın yine de değişken bir ruh hâline sahipti. Daha sonraki mesajsa Skånska Dagbladet’e abone olmayı isteyip istemediğini soran çekingen sesli birinden gelmişti. Tam kahvesini almak için mutfağa giderken bir başka mesaj daha duyuldu. “Ben Baiba. Birkaç günlüğüne Tallinn’e gidiyorum. Cumartesi döneceğim.” Birden, sevdiği kadını denetleyememenin verdiği yoğun kıskançlığı duydu içinde. Tallinn’e neden gidiyordu? Son konuştuklarında bu yolculukla ilgili hiçbir şey söylememişti. Mutfağa giderek fincanına kahve doldurdu ve Baiba’nın o saatte büyük olasılıkla uyuduğunu düşünmesine karşın yine de Riga’daki evin numarasını çevirdi. Telefona yanıt veren olmadı. Bir kez daha denedi ama sonuç değişmedi. Tedirginlik duygusu gittikçe artıyordu. Sabahın beşinde Tallinn’e gidemezdi. Neden evde değildi? Ya da evdeyse neden telefonu açmıyordu? Fincanını alarak Maria Caddesi’ne bakan balkonunun kapısını açtı ve oradaki tek sandalyeye geçip oturdu. Bir kez daha kolza tarlasındaki genç kız gözlerinin önünde belirdi. Bir an için kızı, Baiba’ya benzetti. Haksız yere kıskançlık duygusuna kapıldığını düşünmeye zorladı kendini. İkisi de ilişkilerini gereksiz sadakat yeminleriyle kısıtlamayacaklarına karar verdikleri için aslında böylesi bir kıskançlık duygusuna kapılmaya hakkı da yoktu. Bir Noel akşamı gecenin geç saatlerine kadar oturup birbirlerinden ne istediklerini açık açık tartışmışlardı. Aslında Wallander onunla evlenmek istiyordu. Ama Baiba özgür olma isteğinden söz açınca Wallander ona hak vermişti. Genç kadını yitirmemek için onun hiçbir isteğine karşı çıkmıyordu.
Saat henüz çok erken olmakla birlikte hava sıcaktı. Gökyüzü masmaviydi. Küçük yudumlarla kahvesini içti ve sarı kolza tarlasında kendini yakan genç kızı düşünmemeye çalıştı. Kahvesini bitirdikten sonra temiz bir gömlek bulabilmek amacıyla yatak odasına gitti. Banyoya girmeden önce evdeki tüm kirli eşyaları salonun ortasına yığdı. Bunları bir an önce çamaşırhaneye götürmesi gerekiyordu.
Evden çıktığında saat altıya çeyrek vardı. Sürücü koltuğuna oturduğunda arabanın bakımını haziranın sonuna kadar yaptırması gerektiğini hatırladı. Önce Regements Caddesi’ne, sonra da Österleden’e doğru sürdü arabayı. Daha önceden karar vermemesine karşın kent dışına uzanan yola saptı ve Kronoholmsvägen’deki yeni mezarlığın önünde durdu. Arabadan inerek alçak mezar taşlarının arasında yürüdü. Zaman zaman tanıdık birilerinin isimlerine rastlıyordu. Kendisiyle yaşıt birinin mezarına şaşkınlıkla baktı. Az ilerde mavi tulumlarını giymiş işçiler, çim biçme makinesini çalıştırmaya hazırlanıyorlardı. Mezarlığın içindeki ahşap banklardan birine geçip oturdu. Rydberg’in küllerini serptikleri o rüzgârlı ve soğuk kış gününden bu yana, yaklaşık dört yıldan beri, buraya gelmemişti. Törende Björk de vardı. Rydberg’in uzak akrabaları da gelmişti. Wallander mezarlığa gitmesi gerektiğini sıklıkla düşünüyordu fakat o âna kadar bunu bir türlü gerçekleştirememişti.
Üstünde Rydberg’in adı yazılı mezar taşı daha basit olabilirdi, diye geçirdi içinden. Burada yatan ölülerin ruhları arasında ona ulaşmakta zorluk çekiyorum.
Birden Rydberg’i gözünün önüne getirmekte zorlandığını fark etti. İçimde, yüreğimde ve beynimde de ölüyor demek ki, dedi kendi kendine. Kısa süre sonra da tüm anılar yok olacak.
Kendini birden kötü hissederek ayağa kalktı. Yanan kızı bir türlü kafasından atamıyordu. Doğruca emniyete gitti, odasına girerek kapıyı kapattı. Saat yedi buçukta Svedberg’e devredeceği çalıntı araba soruşturmasının kısa bir özetini çıkarmaya zorladı kendini. Masasının üstü temiz olsun diye dosyaların tümünü yere koymuştu.
Bir şeyi unutup unutmadığını denetlemek için kayıt defterine baktı. Defterin sayfaları arasında birkaç ay önce aldığı ve çoktan unuttuğu bir kazıkazan çıktı karşısına. Cetvelin kenarıyla kazıdıktan sonra 25 kron kazandığını gördü. Koridordan Martinson’un sesini duydu, kısa süre sonra da Ann-Britt Höglund’un sesini. Koltuğunda kaykılarak ayaklarını masanın üstüne koyup gözlerini kapadı. Baldır adalelerinden birine giren krampla gözlerini açtı. On dakikadan fazla uyumamıştı. Kendini toparlarken telefon çaldı. Ahizeyi kaldırınca savcı Per Åkeson’un sesini tanıdı. Birbirlerine günaydın dedikten sonra havalara ilişkin bir iki söz ettiler. Birlikte çalıştıkları uzun yıllar boyunca aralarında güzel bir uyum oluşmuştu. Aynı zamanda, iş dışında baş başa neredeyse hiç görüşmeseler de birbirlerine gözü kapalı güvenirlerdi.
“Marsvinsholm yakınlarındaki bir tarlada kendini yakan genç kızla ilgili haberi okudum,” dedi Åkeson. “Benden istediğin bir şey var mı?”
“İntihar olayıydı,” diye karşılık verdi Wallander. “Salomonsson adındaki yaşlı bir çiftçi dışında olayın tek görgü tanığı benim.”
“Orada ne arıyordun?”
“Salomonsson telefon etmişti. Genellikle böylesi bir şikâyet karşısında bir devriye memuru göndeririz ama hepsi çok yoğundu.”
“Yanan kızı izlemek hiç de hoş bir şey olmamalı.”
“İnan bana, tahmin ettiğinden de çok daha kötü bir şeydi. Kızın kim olduğunu öğrenmek zorundayız. Emniyetin telefonlarının çalmaya başladığından eminim. Kayıp yakınlarının bu haber karşısında endişeleneceğinden eminim.”
“Bunun bir cinayet olduğunu düşünmüyorsun, değil mi?”
Nedenini anlamadan yanıt vermek için bir an duraksadı.
“Hayır,” diye karşılık verdi sonra da. “İnsan bundan daha açık seçik bir şekilde kendi hayatına son veremez.”
“Sesin pek ikna olmuşa benzemiyor ama.”
“Kötü bir gece geçirdim. Senin deyiminle, korkunç bir deneyimdi.”
Her ikisi de bir süre konuşmadı. Wallander, Åkeson’un konuşmak istediği başka bir şey olduğunu fark etmişti.
“Seni aramamın başka bir nedeni daha var,” dedi. “Ama lütfen aramızda kalsın.”
“Sır saklamakta iyiyimdir.”
“Sana birkaç yıl önce başka bir şey yapmayı düşündüğümü söylediğimi hatırlıyor musun? Hani çok geç olmadan, yaşlanmadan önce.”
Wallander hatırlamaya çalıştı.
“Mültecilerden ve Birleşmiş Milletler’den söz ettiğini hatırlıyorum. Sudan’dan mı söz etmiştin?”
“Uganda. Sonunda beklediğim teklif geldi. Ben de kabul etmeye karar verdim. Eylül ayı itibariyle bir yıl ücretsiz izin alacağım.”
“Karın bunu nasıl karşıladı?”
“Aslında seni bu yüzden aradım. Bana biraz moral vermen için. Onunla henüz konuşmadım.”
“O da seninle gelecek mi?”
“Hayır.”
“O zaman şaşıracağından eminim.”
“Bu konuyu ona nasıl açmam gerektiğini bana söyler misin?”
“Ne yazık ki sana bu konuda yardımcı olamayacağım. Ama bana sorarsan doğruyu yapıyorsun. İnsanları hapse tıkmanın dışında başka şeyler de vardır yaşamda.”
“Karımla konuştuktan sonra seni ararım.”
Telefonu tam kapatmak üzereyken Wallander birden ona bir şey sorması gerektiğini hatırladı.
“Senin yerine Anette Brolin mi geçecek?”
“Taraf değiştirdi, Anette artık Stockholm’de avukat olarak çalışıyor,” dedi Åkeson. “Bir zamanlar ondan biraz hoşlanıyordun, değil mi?”
“Hayır,” dedi Wallander. “Yalnızca merak ettim o kadar.”
Telefonu kapattı. Hiç beklemediği bir kıskançlık duygusunun tüm benliğini sardığını fark etti. Uganda’ya giderek tamamıyla farklı bir şey yapmayı kendisi de isterdi doğrusu. Üstüne benzin döken genç bir insanın alevler içinde yanışını görmek kadar kötü hiçbir şey olamazdı. Bu acımasız dünyaya bir süre için bile olsa nokta koyacak olan Per Åkeson’u kıskandı.
Bir gün önceki neşesi balon gibi sönmüştü. Pencerenin kenarına yaklaşarak dışarıya baktı. Eski su kulesinin yanındaki çimler yemyeşildi. Wallander birini öldürdükten uzun süre sonra hastalık iznine ayrıldığı geçen yılı düşündü. O bunalımdan henüz kurtulup kurtulmadığından hâlâ emin değildi. Ben de mutlaka Per Åkeson’un yaptığı gibi yapmalıyım, diye geçirdi içinden. Benim için de mutlaka bir yerlerde bir Uganda vardır. Hem benim hem de Baiba için.
Uzun süre pencerenin önünde durdu. Sonra masasına dönerek kız kardeşi Kristina’yı aradı. Kardeşinin telefonu sürekli meşguldü. Masasının çekmecesinden not defteri çıkararak bir gece öncesinin olaylarına ilişkin raporunu yazmaya başladı. Sonra da Malmö’deki patoloji bölümünü aradı ama yanık cesede ilişkin kendisine bir şeyler söyleyebilecek doktorla bir türlü bağlantı kuramadı.
Dokuza beş kala bir fincan kahve alarak toplantı odalarından birine gitti. Höglund telefonda konuşuyordu, Martinson da bahçe aletleri kataloğunu inceliyordu. Svedberg her zamanki yerinde oturmuş, bir kalemle boynunu kaşıyordu. Pencerelerden biri açıktı. Wallander kapının önünde yoğun bir dejavu duygusuna kapıldı. Martinson katalogdan başını kaldırıp arkadaşını başıyla selamladı. Svedberg anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı, Höglund da telefonda çocuklarından birine sabırla bir şeyler anlatmayı sürdürdü. Hansson bir elinde kahve fincanı diğerinde içinde tarlada teknisyenlerin bulduğu kolye olan poşetle içeri girdi.
“Sen hiç uyumaz mısın?” diye sordu Hansson.
Wallander bu soru karşısında öfkelendiğini hissetti.
“Neden soruyorsun?”
“Son günlerde hiç aynaya baktın mı?”
“Dün gece eve çok geç gittim. Yeteri kadar da uyudum.”
“Şu futbol maçları da,” dedi Hansson. “Gece yarısı oynanıyor.”
“Ben maç izlemem,” dedi Wallander.
Hansson ona hayretle baktı.
“İzlemez misin? Oysa ben herkesin gece yarılarına kadar oturup maç izlediğini sanıyordum.”
“İlgilenmiyorum,” dedi Wallander. “Bunun biraz garip olduğunu biliyorum ama bildiğim kadarıyla emniyet müdürlüğü herkesin maçları izlemesine ilişkin bir bildiri de yayımlamadı.”
“Bu bizim son şansımız olabilir,” dedi Hansson.
“Neden?”
“İsveç, Dünya Kupası’nda oynuyor. Umarım bu maçı yüzümüze gözümüze bulaştırmayız. Savunmamız beni çok endişelendiriyor.”
“Anlıyorum,” dedi Wallander kibar bir sesle. Höglund hâlâ telefonda konuşuyordu.
“Ravelli,” diye sürdürdü Hansson konuşmasını İsveç kalecisinden söz ederek.
Wallander konuşmasını sürdürmesini bekledi ama susmuştu.
“Ne olmuş ona?”
“Beni endişelendiriyor.”
“Neden? Hasta mı?”
“Bence dengesizin teki. Ne istediğini bilmiyor. Kamerun’a karşı oynadığımız maçta tam bir felaketti. Garip zamanlarda topa tekmeler savurdu, kale çizgisinde tuhaf şeyler yaptı.”
“Polisler de dengesiz olabilir,” dedi Wallander.
“Futbolcularla polisleri kıyaslayamazsın,” dedi Hansson. “Hiç olmazsa bizler kale çizgisinde kalalım mı yoksa ileriye mi fırlayalım diye ani kararlar vermek zorunda değiliz.”
“Öyle mi dersin?” dedi Wallander. “Belki de olay yerine bir an önce gitmek için koşuşturan polisle topun kalesine girmemesi için kale çizgisinden fırlayan kaleci arasında benzerlik vardır.”
Hansson ona şaşkınlıkla baktı ama bir şey söylemedi. Masanın etrafına oturarak Höglund’un konuşmasını bitirmesini beklediler. Kadın polislere her zaman karşı olan Svedberg herkesin Höglund’u beklediğini belli etmek istercesine kalemiyle masaya vuruyordu. Wallander ona bu anlamsız tepkisinden vazgeçmesini söylemeyi düşündü. Höglund çok iyi bir polisti ve birçok açıdan Svedberg’den daha yetenekliydi.
Beklemeyi sessizlik içinde sürdürdüler.
Höglund sonunda telefonu kapatarak yanlarına gelip oturdu.
“Bisiklet zinciri,” dedi. “Çocuklar annelerinin eve gidip bisikletlerini tamir etmekten daha önemli işleri olduklarını nedense bir türlü anlayamıyorlar.”
“İstersen eve gidebilirsin,” dedi Wallander. “Bu toplantıyı sensiz de yapabiliriz.”
Höglund başını hayır dercesine salladı. Sonra da kararlı bir ses tonuyla ekledi.
“Doğru olmayan bir şeye alışmalarına izin veremem.”
Hansson içinde kolye olan poşeti masanın üstüne koydu.
“Kimliği meçhul bir genç kız intihar etti. Cinayet değildi. Suç işlenmedi. Biz yalnızca kadının kimliğini öğrenmek zorundayız.”
Wallander birden Hansson’un Björk gibi davranmaya başladığını hissetti. Onun bu davranışına kahkahalarla gülmemek için kendini zor tuttu. Bakışları Ann-Britt’le karşılaştı. O da aynı şeyi düşünüyor gibiydi.
“Telefonlar çalmaya başladı,” dedi Martinson. “Santralin başına bir adam oturttum, gelen telefonlarla o ilgileniyor.”
“Ona kızı tarif edeyim o zaman,” dedi Wallander. “Bir yandan da kayıp listesindeki insanlar üstünde dikkatlerimizi yoğunlaştıralım. Belki o da kaybolduğu bildirilen kişilerden biriydi. Eğer bu listede yoksa er ya da geç birileri onu aramaya çıkacaktır mutlaka.”
“Bununla ben ilgilenirim,” dedi Martinson.
Hansson poşeti açarak, “Meryem Ana kolyesi ve üstüne D.M.S. harfleri kazınmış. Galiba altın.” Hepsinin bildiği şeyleri bir kez daha tekrarladı.
“Kısaltmalar ve birkaç sözcüğün baş harflerinin ya da ilk hecelerinin bir araya gelmesiyle oluşan sözcükleri içeren bir bilgisayar programı var.” Bilgisayar konusunda hepsinden daha bilgili olan Martinson konuşmasına devam etti. “Harflerin varyasyonlarını bilgisayara yükleyerek bir şeyler öğrenebiliriz belki.”
Wallander uzanarak kolyeyi aldı. Hem madalyonda hem de zincirde hâlâ is vardı.
“Çok güzel,” dedi. “Ama İsveçlilerin çoğu dini sembol olarak haç takarlar, değil mi? Meryem Ana, Katolik ülkelerde daha yaygındır.”
“Mülteci ya da göçmen olabilir mi demek istiyorsun?” diye sordu Hansson.
“Ben yalnızca bu kolyenin neyi simgelediğini söylüyorum, o kadar,” diye karşılık verdi Wallander. “Her ne olursa olsun bu bilginin de tanımlamaya eklenmesi gerekir. Telefon başında oturan kişinin bu ayrıntıyı da bilmesi lazım.”
“Kızın robot resmini basına dağıtacak mıyız?” diye sordu Hansson.
Wallander hayır dercesine başını salladı.
“Henüz değil. İnsanları gereksiz yere korkutmanın ya da endişelendirmenin bir anlamı yok.”
Bir gece önceki olayları yeniden düşündü. Kolza tarlasındaki yalnız genç kız. Genç kızın kendini neden yaktığını öğrenmedikçe bu düşünceyi kafasından atamayacağını biliyordu. Gençlerin yaşamak istemediği bir dünyada yaşıyorum, diye geçirdi içinden. Eğer bu mesleği sürdüreceksem bunun nedenini anlamak zorundayım.
Hansson tam olarak anlayamadığı bir şey söylemişti.
“Tartışacak başka bir şey var mı?” diye yineledi sorusunu Hansson.
“Malmö’deki patologla ben görüşüyorum,” dedi Wallander. “Sven Nyberg’le görüşen oldu mu? Eğer olmamışsa ben onunla da görüşürüm.”
Toplantı bitmişti. Wallander odasına giderek ceketini giydi. Kız kardeşini ya da Baiba’yı bir kez daha aramayı düşündü. Ama sonra vazgeçti.
Arabasına atlayarak doğruca Marsvinsholm yakınlarındaki Salomonsson’un çiftliğine gitti. Birkaç polis projektörlerle kabloları topluyordu. Daha sonra bir ara gidip Salomonsson’un nasıl olduğuna bakmaya karar verdi. Gecenin şokunu atlatmışsa belki bir şeyler hatırlayabilirdi.
Tarlaya doğru gitti. Toprak simsiyah olmuştu. Wallander bulunduğu yerden Nyberg’in iki teknisyenle birlikte yanıp kül olan alanda araştırmalarını sürdürdüklerini gördü. Wallander’i gören Nyberg onu başıyla selamladı. Üç adam ter içinde çamura bulanmış bir hâlde çalışıyorlardı.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu Wallander. “Bir şeyler bulabildiniz mi?”
“Kızın yanında bir hayli benzin olduğu anlaşılıyor,” dedi Nyberg yerinde doğrularak. “Yarısı erimiş beş şişe daha bulduk. Yangın çıktığında şişelerin boş olduğunu sanıyorum. Şişeleri bulduğumuz yerlere bir çizgi çekersen kızın benzini dört bir yanına döktüğünü görürsün.”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Wallander.
Nyberg başını salladı.
“Kız çevresinde bir hendek oluşturmuş demek istiyorum. Benzini de bu hendeğin çevresinde bir daire çizerek dökmüş. Bu hendeğin içinde de kendisine bir yer oluşturmuş. Sakladığı elindeki son benzin dolu şişeyle hendeğin tam ortasında durmuş. Belki çok korkuyordu ve panik içindeydi. Belki deliydi ya da ciddi bir şekilde hastaydı. Bilemiyorum. Ama kız kendini yaktı. Ne yaptığının da farkındaydı.”
Wallander düşünceli bir şekilde başını salladı.
“Kızın buraya nasıl gelmiş olabileceğine ilişkin bana bir şeyler söyleyebilecek misin?”
“Köpekli arama ekibi gönderdim,” dedi Nyberg. “Ama büyük olasılıkla kızın izini bulamayacaklar. Benzin kokusu tüm toprağın kokusunu bastırdı. Köpeklerin kafasının karışacağından eminim. Bisiklet de bulamadık. E65’e uzanan traktör yolunda da bir şey yoktu. Bana sorarsan kız buraya paraşütle gelmiş olmalı.”
Nyberg ekipman çantasından bir rulo tuvalet kâğıdı çıkararak ter içindeki yüzünü sildi.
“Doktorlar ne diyor?” diye sordu.
“Henüz bir şey söylemediler,” diye karşılık verdi Wallander. “Bence onların işi de zor.”
Nyberg’in yüzünde birden ciddi bir ifade oluştu.
“İnsan neden kendisini yakar ki? İnsan kendisine bunca büyük bir acı çektirerek neden yaşamına son vermek ister? Yaşam bu denli kötü mü?”
“Ben de aynı soruları kendime sorup duruyorum,” dedi Wallander.
Nyberg başını iki yana salladı.
“Burada neler oluyor?”
Wallander karşılık vermedi. Söyleyecek bir şeyi yoktu.
Arabasına dönerek emniyete telefon etti. Telefona Ebba yanıt verdi. Wallander, Ebba’nın meraklı sorularından kurtulmak için çok acelesi varmış gibi davrandı.
“Tarlası yanan çiftçiyle konuşmaya gidiyorum,” dedi. “Öğleden önce oraya gelemeyeceğim.”
Ystad’a döndü. Hastanenin kafeteryasında kahve içip sandviç yedi. Sonra da Salomonsson’un nerede olduğunu öğrenmek için bir görevli bulmaya gitti. Karşısına çıkan ilk hemşireyi durdurarak kendisini tanıttı ve ne istediğini söyledi. Hemşire ona şaşkınlıkla baktı.
“Edvin Salomonsson?”
“Adının Edvin olup olmadığını bilmiyorum. Marsvinsholm’da dün gece çıkan yangından sonra buraya getirilen adam.”
Hemşire dikkatle onu dinliyordu.
“Onunla görüşmek istiyorum. Eğer konuşabilecek durumdaysa tabii ki.”
“Konuşabileceğini sanmıyorum,” diye karşılık verdi hemşire. “Öldü.”
Wallander ona şaşkınlıkla baktı.
“Öldü mü?”
“Bu sabah uykusunda kalp krizi geçirerek öldü. İsterseniz doktorlardan biriyle konuşun. Size daha ayrıntılı bilgi verebilirler.”
“Buna gerek yok,” dedi Wallander. “Ben onun nasıl olduğuna bakmaya gelmiştim. Artık öğrendim.”
Wallander hastaneden çıkarak kızgın güneşin altında yürüdü.
Ne yapacağını bilemiyordu.

5
Wallander arabasına binip evine doğru giderken eğer mantıklı düşünmek istiyorsa mutlaka yatıp dinlenmesi gerektiğini düşünüyordu. Yaşlı çiftçinin ölümünden ne kendisi ne de başka birisi sorumluydu. Sorumlu tutulacak biri varsa o da kolza tarlasında yangın çıkararak hem kendi hem de Salomonsson’un ölümüne neden olan genç kızdı. Tüm bu olaylar Wallander’i oldukça tedirgin ediyordu. Oturma odasındaki telefonu fişten çekerek kanepeye uzandı. Ne var ki bir türlü uyuyamadı. Yarım saat sonra da uyumaktan vazgeçti. Telefonu fişe takarak ahizeyi kaldırdı ve Stockholm’e, Linda’ya telefon etti. Telefonun yanındaki kâğıtta üstü çizilmiş bir sürü telefon numarası vardı. Linda bir yerde uzun süre kalmadığı için telefon numarası sürekli değişirdi. Telefon karşı tarafta uzun uzun çaldı ama açılmadı. Wallander bu kez kız kardeşini aradı. Telefon birinci çalıştan hemen sonra açıldı. Birbirleriyle öyle sıklıkla görüşmezlerdi, görüştüklerindeyse konuştukları tek konu babalarıydı. Wallander bazen babaları öldüğünde kız kardeşiyle olan bu telefon ilişkisinin de sona ereceğini düşünürdü.
Yanıtlarla aslında ikisi de ilgilenmeden karşılıklı bir iki kibar cümle söylediler.
“Aramışsın,” dedi Wallander.
“Babamı merak ediyorum,” diye karşılık verdi kız kardeşi.
“Bir şey mi oldu? Hasta mı?”
“Bilmiyorum. Onu en son ne zaman gördün?”
Wallander hatırlamaya çalıştı.
“Bir hafta önce,” dedi yüreğindeki suçluluk duygusunu bastırmaya çalışarak.
“Onu daha sık görme olasılığın yok mu?”
Wallander kendini savunma ihtiyacı duydu.
“Deliler gibi çalışıyorum. İşler çok yoğun. Elimizde yeterli eleman yok. Elimden geldiğince sık görmeye gidiyorum onu.”
Kız kardeşinin suskunluğu az önce söylediklerine inanmadığını gösterir gibiydi.
“Dün Gertrud’la konuştum,” dedi kız kardeşi, Wallander’in az önce söylediklerinin üstünde durmayarak. “Babamın nasıl olduğunu sorduğumda sanki bana baştan savma bir yanıt verdi gibi geldi.”
“Neden böyle yapsın ki?” diye sordu Wallander şaşkınlıkla.
“Bilmiyorum. Bu yüzden seni aradım ya.”
“Bir hafta önce yine her zamanki gibiydi,” dedi Wallander. “Acelem olduğu ve yanında daha fazla kalamadığım için bana ateş püskürdü. Ama orada olduğum süre boyunca da resim yapmayı sürdürerek sanki benimle konuşacak zamanı yokmuş gibi davrandı. Gertrud her zamanki gibi yaşantısından hoşnuttu. Ama babama nasıl dayandığını doğrusu anlayamıyorum.”
“Gertrud ondan çok hoşlanıyor,” dedi kız kardeşi. “Aşk söz konusu olunca insanlar birçok şeye dayanabiliyor.”
Wallander bu konuşmayı bir an önce bitirmek istiyordu. Kız kardeşi yaşlandıkça ona annelerini hatırlatıyordu. Wallander’in annesiyle hiçbir zaman iyi bir ilişkisi olmamıştı. Çocukluk ve delikanlılık yıllarında annesiyle kız kardeşi birlik olmuş ve babasıyla kendisine cephe almıştı. Aile gözle görünmez iki kampa ayrılmıştı. Wallander o günlerden beri babasına çok yakındı. On sekiz yaşına gelmeden kısa bir süre önce polis olmaya karar vermiş, bu da babasıyla olan ilişkisini olumsuz etkilemeye başlamıştı. Babası oğlunun verdiği bu kararı hiçbir zaman benimsememişti. Ama oğluna, seçtiği bu mesleğe neden karşı çıktığını ya da hangi mesleği seçmesi gerektiğini de açıklamamıştı. Wallander eğitimini tamamladıktan ve Malmö’de devriye polisi olarak göreve başladıktan sonra ilişkilerinde açılan yarık büyümeye başlamıştı. Birkaç yıl sonra da annesinin kanser olduğu ortaya çıkmıştı. Hastalık hızla ilerlemişti. Ocak ayında annesine kanser teşhisi konulmuş, mayıs ayında da ölmüştü. Kız kardeşi Kristina o yaz evden ayrılıp L.M. Ericsson adındaki bir firmada çalışmak üzere Stockholm‘e taşınmıştı. Orada evlenmiş, boşanmış ve sonra bir kez daha evlenmişti. Wallander kız kardeşinin ilk kocasıyla tanışmıştı ama şimdiki kocasını hiç görmemişti. Linda’nın halasını Kärrtorp’taki evlerinde bir iki kez ziyaret ettiğini biliyordu ama kızının anlattıklarından bu ziyaretlerin pek de iyi geçmediği izlenimine kapılmıştı. Wallander ilişkilerindeki eski soğukluğun hâlâ sürdüğünü hissediyordu. Babası ölünce bu soğukluk daha da artacaktı.
“Bu akşam onu görmeye gideceğim,” dedi Wallander salonun ortasında yerde duran kirli çamaşırlarını düşünerek.
“Dönüşte beni ararsan sevinirim,” dedi Kristina.
Wallander arayacağına söz verdi.
Sonra da Riga’ya telefon etti. Telefon açıldığında Baiba’nın sesini duyacağını sanmıştı. Sonra telefona yanıt verenin İsveççe bilmeyen Baiba’nın Litvanyalı ev sahibi olduğunu fark etti. Hiç konuşmadan telefonu kapattı. Telefon kapanır kapanmaz çalınca birden boş bulunup korkuyla sıçradı.
Ahizeyi kaldırınca Martinson’un sesini duydu.
“Umarım, seni rahatsız etmiyorumdur,” dedi Martinson.
“Gömleğimi değiştirmek için eve gelmiştim.” Wallander evde oluşuna ilişkin neden her zaman bir bahane bulmak zorunda hissettiğini anlayamıyordu. “Bir şey mi oldu?”
“Kayıp insanlara ilişkin birkaç telefon geldi,” dedi Martinson. “Gelen bilgilerle Ann-Britt ilgileniyor.”
“Doğrusunu istersen ben bilgisayarda neler bulduğunu daha çok merak ediyorum.”
“Tüm sabah programı yükledik,” diye karşılık verdi Martinson sıkıntılı bir sesle. “Az önce Stockholm’ü aradım. Sistemin bir saat içerisinde çalışacağını söylediler. Ama adamın sesi bana bunun mümkün olamayacağını söylüyor gibiydi.”
“Acelemiz yok,” dedi Wallander. “Bekleyebiliriz.”
“Malmö’lü doktor aradı,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson. “Kadın doktor. Adı Malmström. Senden telefon bekliyor.”
“Neden seninle konuşmadı?”
“Seninle konuşmak istedi. Genç kız ölmeden önce onu en son sen gördüğün için galiba seninle konuşmak istiyor.”
Wallander bir kalem alarak doktorun telefon numarasını yazdı.
“Bugün olay yerine gittim,” dedi Wallander. “Nyberg kan ter içinde çamurların arasında çalışıyordu. Polis köpeklerini bekliyordu.”
“Kendisi de polis köpeği gibidir,” dedi Martinson, Nyberg‘den hoşlanmadığını gizlemeye bile gerek görmüyordu.
“Hırçın ve aksi olabilir ama işini de çok iyi bilir.”
Tam telefonu kapatmak üzereyken birden aklına Salomonsson geldi.
“Çiftçi ölmüş.”
“Kim?”
“Dün mutfağında kahve içtiğimiz adam. Kalp krizi geçirip öldü.”
Telefonu kapattıktan sonra Wallander mutfağa giderek bir bardak su içti. Uzunca bir süre hiçbir şey yapmadan mutfak masasında oturdu. Malmö’ye telefon ettiğinde saat iki olmuştu. Malmström adındaki doktorun telefona gelmesini bekledi. Doktorun ses tonundan çok genç biri olduğunu anlamıştı. Wallander kendisini tanıttıktan sonra hemen arayamadığı için doktordan özür diledi.
“Genç kızın kendini neden öldürdüğüne ilişkin yeni bir bilgi var mı elinizde?” diye sordu doktor.
“Hayır.”
“O zaman otopsi yapmamıza gerek yok,” diye karşılık verdi doktor. “Bu, işleri daha da kolaylaştırır. Kurşunlu benzin kullanarak kendini yakmış.”
Wallander midesinin bulandığını hissetti. Genç kızın yanıp kül olmuş bedenini doktorun hemen yanındaymış gibi düşününce bulantısı daha da arttı.
“Kızın kim olduğunu bilmiyoruz,” dedi. “Hakkında net bir şey çıkarabilmemiz için onunla ilgili her şeyi öğrenmemiz gerekiyor.”
“Yanmış bir cesette bu sanıldığı kadar kolay değil,” dedi doktor sıradan bir sesle. “Kızın tüm derisi yanmış. Diş inceleme sonuçları henüz hazır değil. Ama dişleri sağlammış. Dolgu falan yoktu. Boyu bir metre altmış üç santim, bedeninde tek bir kırık kemik de yoktu.”
“Yaşını öğrenmem gerek. Bence bu en önemli unsurlardan biri.”
“Bunu öğrenmemiz birkaç gün daha sürebilir. Dişlerinden öğreneceğiz.”
“Bir tahmin yapabilir misiniz?”
“Yapmamayı yeğlerim.”
“Ben onu yirmi beş metre uzaktan gördüm,” dedi Wallander. “Bana kalırsa on yedi yaşındaydı. Yoksa yanılıyor muyum?”
Kadın doktor karşılık vermeden bir an düşündü.
“Tahminde bulunmaktan hoşlanmam,” dedi sonunda. “Ama bana sorarsanız daha gençti.”
“Neden?”
“Bunu tam olarak öğrendiğimde size de söylerim. Ama on beş yaşında çıkarsa sakın şaşırmayın.”
“On beş yaşında bir çocuk neden kendini yakmak istesin?” dedi Wallander. “Buna inanmakta zorlanıyorum.”
“Kendisini paramparça eden yedi yaşındaki bir kızın parçalarını daha geçen hafta bir araya getirmek zorunda kaldım,” diye karşılık verdi doktor. “Küçük kız her şeyi planlamış. Kendisinden başka kimseye zarar vermemek için özen göstermişti. Doğru dürüst yazamadığından da veda mektubu olarak bir resim çizmişti. Ayrıca dört yaşındaki bir oğlan çocuğunun babasından çok korktuğu için gözlerini oymaya çalıştığını duydum.”
“İnanılır gibi değil,” dedi Wallander. “Bu tür şeyler burada, İsveç’te olmaz sanırdım.”
“Ne yazık ki bu anlattıklarımın tümü de burada oldu. İsveç’te. Evrenin ortasında. Hem de bu güzel yaz günlerinde.”
Wallander gözlerinin yaşardığını fark etti.
“Kızın kim olduğunu öğrenemezseniz onu burada gömeriz,” diye sürdürdü sözlerini doktor.
“Bir şey sormak istiyorum,” dedi Wallander. “İnsanın kendisini yakması çok acı verici bir şey olmalı, değil mi?”
“İnsanlar bunun böyle olduğunu yüzyıllardan beri biliyor,” diye karşılık verdi doktor. “İşte bu yüzden de en kötü ceza ya da işkence unsuru olarak ateşi kullandılar. Jeanne d’Arc’ı yaktılar, büyücüleri yaktılar. Bu acının ne denli korkunç olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Ayrıca umduğunuz kadar çabuk da bilincinizi yitirmezsiniz. Alevlerin arasından kaçma içgüdüsü, acıdan kaçma isteğinden çok daha fazladır. İşte bu yüzden de bilincinizi yitirmemek için zorlarsınız kendinizi. Sonra da sınıra gelirsiniz. Yanan sinirler bir süre için uyuşur. Bedenlerinin yüzde doksanı yanan kişilerin kısa bir süre acı hissetmediklerine ilişkin birçok örnek vardır. Ama bu uyuşukluk geçmeye başladığında…”
Doktor cümlesini tamamlamadı.
“Bir meşale gibi yandı,” dedi Wallander.
“Artık bunu düşünmemeye çalışın,” dedi doktor. “Ölümün bazen kurtarıcı bir özelliği vardır. Bunu kabul etmek istemesek bile bu böyledir.”
Telefon konuşması bittiğinde Wallander ceketini alıp evden çıktı. Rüzgâr çıkmıştı. Kuzeyden gelen kara bulutlar gökyüzünü kaplamaya başlamıştı. Emniyete giderken araç servis istasyonuna uğrayarak arabasının bakımı için randevu aldı. Emniyete gittiğinde saat üçü biraz geçiyordu. Danışmada durdu. Ebba birkaç gün önce banyoda düşerek elini kırmıştı. Wallander ona nasıl olduğunu sordu.
“Bu olay bana yaşlandığımı hatırlattı,” dedi Ebba.
“Sen asla yaşlanmayacaksın,” diye karşılık verdi Wallander.
“Teşekkür ederim, ama bu doğru değil.”
Wallander odasına giderken bilgisayarda çalışan Martinson’u görünce konuşmak için durdu.
“Yirmi dakika önce çalışmaya başladı. Ben de şimdi bize verilen kayıp listesindekilerden birine uyup uymadığına bakıyordum.”
“Kızın boyunun 1.63 olduğunu da ekle bu bilgilere,” dedi Wallander. “Ve yaşının da on beşle on yedi arasında olduğunu.”
Martinson ona hayretle baktı.
“On beş mi? Böyle bir şey olamaz, değil mi?”
“Doğru olmamasını dilerim. Ama şimdilik bunu bir olasılık olarak değerlendirmeliyiz. Harflere ilişkin çalışmalar nasıl gidiyor?”
“Henüz başlamadım. Ama bu akşam geç saatlere kadar kalıp çalışmayı düşünüyorum.”
“Kimliğini tespit etmeye çalışıyoruz,” diye hatırlatmada bulundu Wallander. “Bir kaçak aramıyoruz.”
“Bu akşam evde kimse yok zaten. Boş bir eve gitmeyi hiç sevmiyorum.”
Wallander, Martinson’un yanından ayrılarak Höglund’un odasının açık kapısından içeri başını uzattı. Ama oda boştu. Acil olayların ve tüm telefonların yanıtlandığı hole geri döndü. Höglund bir polisle oturmuş bir dosyayı inceliyordu.
“Bir şeyler bulabildin mi?” diye sordu Wallander.
“Daha dikkatle incelememiz gereken bir iki şey var,” dedi. “Bunlardan biri iki günden beri kayıp olan Tomelilla Üniversitesi’nde okuyan bir genç kız.”
“Bizim kızımızın boyu 1.63,” dedi Wallander. “Dişlerinde tek bir çürük bile yok. Yaşı da on beşle on yedi arasında.”
“O kadar genç mi?” diye sordu Höglund şaşkınlıkla.
“Evet,” diye karşılık verdi Wallander. “O kadar genç.”
“O zaman üniversitede okuyan kayıp kız olamaz,” dedi Höglund elini dosyanın üstüne koyarak. “Söz konusu olan bu kız yirmi üç yaşında ve uzun boylu.”
Dosyayı karıştırdı.
“Bir tane daha var,” diyerek ekledi. “Mari Lippmansson adında on altı yaşında bir kız. Burada Ystad’da yaşıyor ve bir fırında çalışıyor. Üç günden beri işe gitmemiş. Bizi fırının sahibi aradı. Kızı çok merak ettiğini söyledi. Kızın ebeveyniyse buna aldırmıyormuş.”
“Bu kızı biraz daha incele,” dedi Wallander arkadaşını yüreklendirmek istercesine.
Ama aradıklarının bu kız olmadığını biliyordu.
Bir fincan kahve alarak odasına gitti. Araba hırsızlarına ilişkin dosya yerde duruyordu. Bu evrakı zaman yitirmeden Svedberg’e vermesinin iyi olacağını düşündü. Aynı anda da tatile çıkmadan önce önemli bir suçun işlenmemesi için içinden dua etti.
Saat dörtte toplantı odasında buluştular. Nyberg araştırmasını tamamlamış, olay yerinden yeni dönmüştü. Toplantı uzun sürmedi. Emniyet müdürlüğünden yanıtlaması gereken bir yazı geldiği için Hansson toplantıya katılmayacağını söylemişti.
“Uzun bir toplantı olmayacak,” dedi Wallander. “Yarın acil konuları bir kez daha gözden geçireceğiz.”
Masanın bir ucunda oturan Nyberg’e döndü.
“Polis köpeği bir şey bulabildi mi?”
“Köpek bir şey bulamadı,” diye karşılık verdi Nyberg. “Her yere benzin kokusu sinmiş, köpek koku alamadı.”
Wallander bir süre sonra konuşmaya başladı.
“Beş ya da altı benzin şişesi bulundu. Bu da genç kızın Salomonsson’un kolza tarlasına bir araçla geldiğini gösteriyor. O kadar şişeyi elinde taşıyamaz. Tabii oraya birkaç kez gidip gelmemişse. Göz önünde bulundurmamız gereken bir başka olasılık daha var. O da kızın oraya tek başına gelmediği. Ama bu olasılık pek mantıklı değil. Kendisini yakmak isteyen genç bir kıza kim yardım etmek ister ki?”
“Benzin şişelerini inceleyebiliriz,” dedi Nyberg kuşku dolu bir sesle. “Ama bunun gerekli olduğundan emin değilim.”
“Kızın kim olduğunu bilmediğimiz sürece bizi kıza götürebilecek her ipucunu sonuna kadar değerlendirmeliyiz,” diye karşılık verdi Wallander. “Başka bir yerden gelmiş de olabilir.”
“Salomonsson’un ahırına bakan oldu mu?” diye sordu Höglund. “Benzin şişeleri orada depolanmış olabilir.”
Wallander onaylarcasına başını salladı.
“Biri gidip bir baksın,” dedi.
Bu işi Höglund üstlendi.
“Martinson’un elde edeceği sonuçları beklememiz gerek,” dedi Wallander toplantıyı kapatmaya hazırlanarak. “Ve Malmö’deki pataloğun raporunu. Yarın bize kızın tam yaşını bildirecekler.”
“Altın kolye ne olacak?” dedi Svedberg.
“Kolyenin üzerindeki harfleri çözünceye ya da bir ipucu yakalayıncaya kadar bekleyeceğiz,” dedi Wallander.
Birden ta başından beri bir şeyi gözden kaçırdığını fark etti. Kızın arkada bıraktığı mutlaka birileri olmalıydı. Onun için yas tutan birileri. Onun yanan bir meşale gibi koştuğunu asla unutmayacak, olayı kendisinden çok daha farklı değerlendiren birileri mutlaka olmalıydı.
Toplantıdan sonra herkes işinin başına döndü. Svedberg araba hırsızlarına ilişkin soruşturma belgelerini almak için Wallander’in odasına gitti. Wallander ona dosyayla ilgili kısa ama öz açıklamada bulundu. İşleri bittiğinde Svedberg yerinden kalkmadı. Wallander onun konuşmak istediği bir şey olduğunu hissediyordu.
“Bir ara mutlaka bir araya gelmeli ve konuşmalıyız,” dedi Svedberg duraksayarak. “Teşkilatta olan bitenlerle ilgili.”
“Eleman sıkıntısından mı, yoksa zanlıların gözaltına alınması işini güvenlik şirketlerinin üstlenmesinden mi söz etmek istiyorsun?”
Svedberg asık bir yüzle başını evet dercesine salladı.
“Eğer işlerimizi eskisi gibi yapamazsak yeni üniformaların bize ne gibi bir yararı dokunur?”
“Bu konuyu konuşmakla bir yere varabileceğimizi sanmıyorum,” dedi Wallander baştan savma bir şekilde. “Bu konularla ilgilenmesi gereken bir sendikamız var.”
“Hiçbir şey yapmasak bile karşı çıkmalıyız,” dedi Svedberg. “Olacakları sokakta halkla konuşmalıyız.”
“Bence herkesin yeterince sorunu var,” diye karşılık verdi Wallander ama aynı zamanda da Svedberg’in haklı olduğunu biliyordu. Emniyetteki eleman kesintisinden kamuoyunun da haberdar edilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Svedberg ayağa kalktı. “Hepsi bu kadardı.”
“Bir toplantı düzenle,” dedi Wallander. “Toplantıya katılacağıma söz veriyorum. Ama bu toplantıyı yapmak için yazın bitmesini bekle.”
“Düşünürüm,” dedikten sonra Svedberg kolunun altına araba hırsızlığı dosyalarını sıkıştırarak odadan çıktı.
Saat beşe çeyrek vardı. Wallander pencereden dışarı bakınca yağmur yağdığını gördü.
Löderup’ta yaşayan babasını görmeye gitmeden önce pizza yemeye karar verdi. Bu kez haber vermeden gitmek istiyordu.
Emniyetten çıkmadan önce bilgisayarının başında çalışan Martinson’u görmeye gitti.
“Geç saatlere kadar çalışma.”
“Ama hâlâ bir şey bulamadım,” diye karşılık verdi Martinson.
“Yarın görüşürüz.”
Wallander yağmurun altında arabasına doğru gitti.
Tam otoparktan çıkarken Martinson’un ellerini sallayarak arabaya doğru koştuğunu gördü. Kızın kim olduğunu bulduk, dedi içinden. Camı açtı.
“Kızı buldun mu?”
“Hayır,” dedi Martinson.
Ancak o zaman Wallander, Martinson’un yüzündeki ciddi ifadeyi gördü. Önemli bir şey olmalıydı. Arabadan inerek, “Ne oldu?” diye sordu.
“Bir telefon geldi,” dedi Martinson. “Sandskogen dışındaki kumsalda bir ceset bulunmuş.”
Lanet olsun, diye geçirdi içinden Wallander. İzne çıkmamı bekleyemez miydi?
“Cinayet galiba,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson. “Arayan adam böyle söyledi. Adam alışılmışın dışında çok sakindi ama ben onun şok geçirdiğini sanıyorum.”
“Oraya gitmeliyiz,” dedi Wallander. “Ceketini al, yağmur yağıyor.”
Martinson kıpırdamadı.
“Arayan adam kurbanın kim olduğunu biliyordu.”
Wallander, Martinson’un söyleyeceklerinin korkunç bir şeyler olduğunu iliklerinde hissetti.
“Kurbanın Wetterstedt olduğunu söyledi. Eski adalet bakanı.”
Wallander, Martinson’a baktı.
“Bir daha söyle.”
“Kurbanın Gustaf Wetterstedt olduğunu söyledi. Eski adalet bakanı. Başka bir şey daha söyledi. Adamın kafasının derisinin yüzülmüş gibi durduğunu.”
Şaşkınlıkla bakıştılar.
22 Haziran Çarşamba günü saat beşe iki dakika vardı.

6
Kumsala ulaştıklarında yağmur daha da hızlanmıştı. Wallander, Martinson’un koşarak gidip ceketini almasını beklemişti. Kumsala giderlerken yol boyunca çok az konuşmuşlardı. Adres Martinson’daydı. Tenis kortlarını geçtikten sonra soldaki dar sokağa saptılar. Wallander kendilerini neyin beklediğini merak ediyordu. Korktuğu başına gelmişti. Emniyeti arayan adam eğer haklı çıkarsa tatilinin tehlikede olduğunu düşündü. Hansson tatilini ertelemesi için baskı yapacak, sonunda da bu baskılara dayanamayıp pes edecekti. Haziran sonuna kadar masasının üstündeki tüm acil işlerin temizlenmesini umarken şimdi umutlarının suya düşmesinden korkuyordu.
Rüzgârın yığdığı kum tepeciklerini görünce durdular. Bir adam yanlarına yaklaştı. Wallander adamın otuz yaşından fazla olmadığını görünce şaşırdı. Eğer öldürülen kişi gerçekten de Wetterstedt’se adalet bakanı emekli olup köşesine çekildiğinde bu adam on yaşından büyük olmamalıydı. Wallander de o günlerde genç bir polisti. Arabada kumsala doğru gelirlerken Wetterstedt’in yüzünü gözlerinin önüne getirmeye çalışmıştı. Saçlarını her zaman kısacık kestirirdi ve çerçevesiz gözlükler takardı. Wallander eski adalet bakanının her zaman güven dolu, hata kabul etmeyen, hoşgörüsüz sesini hayal meyal hatırlıyordu.
Onlara haber veren adamın adı Göran Lindgren’di. Üstünde şort ve ince bir kazak vardı. Çok heyecanlıydı. Adamın peşinden, boş kumsala doğru yürüdüler. Göran Lindgren onları ters dönmüş bir kayığın yanına götürdü. Kayığın altında derin bir çukur kazılmıştı. “Burada,” dedi Lindgren tedirgin bir sesle.
Wallander’le Martinson tüm bunların yanlarındaki adamın hayal gücünün bir ürünü olmasını ümit edercesine birbirlerine, sonra da yere çömelerek kayığın altına baktılar. Pek aydınlık değildi ama kayığın altındaki çukurda bir cesedin yattığını görebiliyorlardı.
“Kayığı kaldırmalıyız,” dedi Martinson, cesedin kendisini duymasından korkar gibi fısıltıyla konuşmuştu.
“Hayır,” dedi Wallander. “Hiçbir şeye dokunmayacağız.” Sonra hızla yerinde doğrularak Göran Lindgren’e döndü.
“Yanınızda bir el feneri olduğuna eminim. Aksi hâlde o kadar ayrıntıdan haberiniz olmazdı.”
Genç adam şaşkınlıkla başını sallayarak kayığın yanında duran bir poşeti açarak el fenerini çıkardı. Wallander feneri yakıp kayığın altına baktı.
“Lanet olsun,” dedi yanı başındaki Martinson.
Cesedin yüzü kan içindeydi. Ama yine de kafa derisinin yüzüldüğünü görebiliyorlardı ve Lindgren haklı çıkmıştı. Kayığın altındaki çukurda yatan gerçekten de Wetterstedt’di. Yerlerinde doğruldular. Wallander el fenerini uzattı.
“Onun Wetterstedt olduğunu nereden anladınız?” diye sordu.
“Evi burada,” dedi Lindgren, kayığın hemen solundaki yamacın tepesindeki villayı göstererek. “Ayrıca onu herkes tanır. Sürekli televizyona çıkan bir bakandı.”
Wallander kuşkuyla başını salladı.
“Ekibin buraya gelmesi gerek,” dedi Martinson’a. “Git ve onları buraya çağır. Ben burada bekleyeceğim.”
Martinson koşar adımlarla uzaklaştı. Yağmur artmıştı.
“Onu ne zaman buldunuz?” diye sordu Wallander.
“Saatimi takmamışım,” dedi Lindgren. “Ama yarım saatten fazla olduğunu sanmıyorum.”
“Bizi nereden aradınız?”
Lindgren poşeti işaret etti.
“Cep telefonum yanımdaydı.”
Wallander ona ilgiyle baktı.
“Ters dönmüş bir kayığın altında yatıyor,” dedi. “Dışarıdan görülmesi olanaksız. Onu görmek için eğilmiş olmalısınız, değil mi?”
“Bu benim kayığım,” dedi Lindgren sıradan bir sesle. “Daha doğrusu babamın kayığı. İşten gelince genellikle kumsalda yürüyüş yaparım. Yağmur yağmaya başlayınca da torbayı kayığın altına koymak istemiştim. Elim bir şeye takılınca eğilip baktım. Önce bunun bir tahta olduğunu sandım. Sonra ne olduğunu gördüm.”
“Biliyorum bu beni hiç ilgilendirmez ama,” dedi Wallander. “Yine de yanınızda neden el feneri taşıdığınızı merak ettim doğrusu?”
“Sandskogen ormanlarında yazlık evimiz var,” diye karşılık verdi Lindgren. “Myrgången’de. Yeni elektrik hattı çekmeye çalıştığımızdan orada şu anda elektrik yok. Babamla ben elektrikçiyiz.”
Wallander başını evet dercesine salladı.
“Burada beklemek zorundayız,” dedi. “Bir süre sonra bu soruları size yeniden soracağız. Herhangi bir şeye dokundunuz mu?”
Lindgren hayır dercesine başını salladı.
“Cesedi sizden başka gören oldu mu?”
“Hayır.”
“Bu kayığı siz ya da babanız en son ne zaman ters çevirmiştiniz?”
Göran Lindgren belleğini yokladı.
“Bir hafta önce,” dedi.
Wallander’in başka sorusu yoktu. Orada öylece ayakta durmuş düşünüyordu. Bir süre sonra kayığın yanından ayrılarak Wetterstedt’in villasına doğru yürüdü. Bahçe kapısını açmaya çalıştı. Kilitliydi. Bunun üzerine dönerek Göran Lindgren’e doğru gitti.
“Bu civarda mı oturuyorsunuz?” diye sordu.
“Hayır,” diye karşılık verdi. “Åkesholm’de. Arabamı yolun başına park ettim.”
“Burada oturmamanıza karşın yine de Wetterstedt’in bu evde oturduğunu biliyorsunuz ama?”
“Kumsalda uzun yürüyüşlere çıkardı. Ara sıra da babamla birlikte kayığı onarırken durup bizi izlemişti. Ama bizimle hiçbir zaman konuşmazdı. Bana kalırsa burnu havadaydı, bizleri beğenmezdi.”
“Evli miydi?”
“Babam boşandığını söylemişti bir keresinde. O da galiba bir dergide okumuş.”
Wallander evet dercesine başını salladı.
“Tamam,” dedi. “Poşette sizi yağmurdan koruyacak bir şeyler var mı?”
“Hayır, ama arabada var.”
“O zaman gidin ve onları alıp buraya dönün lütfen,” dedi Wallander. “Polis dışında başkalarını da aradınız mı?”
“Babamı aramam gerektiğini düşündüm. Ne de olsa bu onun kayığı.”
“Şimdilik kimseyi aramayın,” dedi Wallander. “Telefonu burada bırakın ve arabadan eşyalarınızı alıp buraya gelin.”
Göran Lindgren kendisine söylenilenleri yerine getirdi. Wallander kayığın yanına döndü. Orada öylece durarak burada neler olduğunu algılamaya çalıştı. Olay yerindeki ilk izlenimlerin genellikle yaşamsal önem taşıdığını biliyordu. Daha sonraları, uzun ve sıkıntılı soruşturma sırasında her zaman o ilk izlenimlerine geri dönerdi.
Bazı şeylerden şimdiden emindi. Örneğin Wetterstedt’in kayığın altında öldürülmesi söz konusu bile değildi. Biri onu oraya saklamıştı. Wetterstedt’in villası kumsala çok yakın olduğundan villada öldürülmüş olma olasılığı çok kuvvetliydi. Wallander ayrıca katilin tek başına bu cinayeti işlemediğini de hissediyordu. Cesedi kayığın altına koyabilmek için kaldırmaları gerekmişti. Bu da bir kişinin yapabileceği bir iş değildi. Çünkü kayık eski model ve ahşaptı. Oldukça ağırdı.
Sonra yüzülen kafa derisini düşünmeye başladı. Martinson ne demişti? Göran Lindgren telefonda adamın kafa derisinin yüzüldüğünü mü söylemişti? Wallander kafadaki yaranın başka nedenlerden de olabileceğini aklından geçirdi. Wetterstedt’in nasıl öldürüldüğünü henüz kimse bilmiyordu. Buna karşın cesedi bulan kişinin katilin kurbanın kafa derisini yüzdüğünü düşünmesi hiç de doğal bir yaklaşım değildi.
Wallander’in kafasında çizdiği tabloya uymayan bir şey vardı. Kendini çok tedirgin hissediyordu. Kafa derisinin yüzülmesine ilişkin bir şey onu işkillendiriyordu.
Wallander bunları düşünürken polis arabaları geldi. Martinson polislere sirenlerini çalıp mavi ışıklarını yakmamalarını söylemekle akıllılık etmişti. Polislerin kumdaki olası izleri bozmamaları için Wallander kayıktan yaklaşık on metre kadar uzaklaştı.
“Kayığın altında bir erkek cesedi var,” dedi Wallander polisler yanına gelince. “Bir zamanlar hepimizin amiri olan Gustaf Wetterstedt’in cesedi. Benim yaşımda olanlar onun adalet bakanı olduğu günleri hatırlar. Emekli olunca buraya yerleşmiş. Şimdi de öldü. Öldürüldüğünü varsayıyoruz. Onun için de bölgeyi kordon altına alarak işe başlamalıyız.”
“Neyse ki bu akşam maç yok,” dedi Martinson.
“Bu cinayeti işleyen her kimse onun da futbol hastası olduğu ortada.”
Dünya Kupası turnuvasından söz edilmesi yüzünden sinirlenmişti. Ama yine de duygularına hâkim oldu.
“Nyberg de az sonra burada olur.” Martinson arkadaşının kızmaya başladığını hissetti.
“Bu cinayet üstünde tüm gece çalışmak zorunda kalabiliriz. Bir an önce başlasak iyi olacak.”
Svedberg’le Ann-Britt Höglund ilk arabalarla, Hansson da onların hemen arkasından olay yerine ulaştı. Göran Lindgren üstünde sarı bir yağmurlukla geri geldi. Svedberg not alırken bir kez daha cesedi nasıl bulduğunu anlattı. Yağmur iyice hızlandığından kum tepeciğinin üstündeki bir ağacın altında duruyorlardı. Daha sonra Wallander, Lindgren’e beklemesini söyledi. Kayığı düzeltmek istemediğinden doktorun kayığın altına girip Wetterstedt’in gerçekten öldüğünü onaylaması gerekiyordu.
“Evli değilmiş galiba, boşanmış,” dedi Wallander. “Ama bunu onaylatmamız gerek. Birkaçınız burada kalın. Ann-Britt’le ben eve gidip bakacağız.”
“Anahtarlar,” dedi Svedberg.
Martinson kayığın yanına yaklaştı, yüzükoyun yere uzandı ve elini uzattı. Bir iki dakika sonra da elinde Wetterstedt’in ceketinin cebinden çıkardığı bir anahtarlık vardı. Martinson anahtarı Wallander’e uzatırken üstü başı kum içindeydi.
“Üstünü örtmeliyiz. Nyberg neden hâlâ gelmedi? Neden her şey bu denli ağır işliyor?” Wallander sinirlerini güçlükle kontrol ediyordu.
“Yolda,” dedi Svedberg. “Bugün çarşamba. Hatırlarsan çarşambaları saunaya gider.”
Höglund’la birlikte Wetterstedt’in villasına doğru gittiler.
“Onu polis akademisinden tanıyorum,” dedi Höglund birdenbire. “Biri onun resmini duvara yapıştırmıştı, sonra da resmi dart tahtası olarak kullanmışlardı.”
“Polis teşkilatında hiç de popüler biri değildi. Onun bakanlığı sırasında yeni bir uygulamanın başlamak üzere olduğunu fark etmiştik. Sinsi bir değişiklikti yapmaya çalıştığı. Kendimizi başımıza bir çuval geçirmişler gibi hissetmiştik. O günlerde polis olmak neredeyse utanç duyulacak bir meslekti. İnsanlar da artan suç oranından endişeye kapılmak yerine tutukluların hapiste nasıl yaşadıklarından endişeye kapılıyordu.”
“O dönemi net olarak hatırlamıyorum. Adı galiba bir skandala karışmıştı, değil mi?”
“O skandalla ilgili birçok söylenti vardı. Birileri bir şeyler söylerken başkaları da tam tersini söylüyordu. Ne var ki hiçbir şey kanıtlanmadı. O günlerde Stockholm’deki polislerin çoğunun canı sıkkındı.”
“Belki de adalet yerini buldu,” dedi Höglund.
Wallander ona şaşkınlıkla baktı ama bir şey söylemedi.
Kumsalı Wetterstedt’in arazisinden ayıran duvardaki bahçe kapısının önüne gelmişlerdi.
“Buraya daha önce gelmiştim,” dedi Höglund birden. “Sıklıkla polise telefon eder ve yaz akşamları kumsalda oturup şarkı söyleyen gençleri şikâyet ederdi. Bu gençlerden biri de Ystad’s Allehanda gazetesinin editörüne bir şikâyet mektubu yazmıştı. Björk de buraya gelip etrafa bir göz atmamı istemişti.”
“Neye göz atmanı?”
“Bilmiyorum,” diye karşılık verdi. “Ama Björk’ün şikâyetler konusunda ne denli duyarlı olduğunu sen de bilirsin.”
“Bu onun en iyi özelliklerinden biriydi,” dedi Wallander. “Ne olursa olsun hep bizi savundu. Bu, her zaman olmaz.”
Anahtarı bularak bahçe kapısını açtılar. Wallander bahçe kapısının üstündeki lambanın ampulünün yanmadığını fark etti. Çimlerin üstünde tek bir yaprak bile yoktu, bu da bahçeye çok özen verildiğini gösteriyordu. Bahçede, ortasında birbirlerine ağızlarından su püskürten iki çıplak çocuk heykeli olan küçük bir havuzla bir salıncak vardı. İri ve yassı kaldırım taşlarıyla döşeli terastaysa mermer bir masayla birkaç tane sandalye duruyordu.
“Oldukça bakımlı ve pahalı görünüyor,” dedi Höglund. “Böylesi bir mermer masa sence kaç paradır?”
Wallander sorunun yanıtını bilmediği için karşılık vermedi. Villaya doğru yürüdüler. Wallander villanın yüzyılın başlarında inşa edilmiş olabileceğini düşünüyordu. Kaldırım taşlı yolda ilerlediler ve evin ön kapısına geldiler. Wallander zili çaldı. Bir kez daha çalmadan önce kısa süre bekledi. Sonra da anahtarlıktaki anahtarları deneyerek kapıyı açtı. Işıkları yanan antreye girdiler. Wallander seslendi. Ama evde kimse yoktu.
“Wetterstedt kayığın altında öldürülmedi,” dedi Wallander. “Kumsalda da saldırıya uğramış olabilir ama ben hâlâ cinayetin burada işlendiğini düşünüyorum.”
“Neden?” diye sordu Höglund.
“Bilmiyorum. Yalnızca öyle hissediyorum.”
Elektrik düğmelerinin dışında hiçbir şeye el sürmemeye özen göstererek evi baştan sona araştırdılar. Bu yarım yamalak bir araştırmaydı fakat Wallander için yine de önemliydi. Özellikle somut bir şeyin peşinde olmadıklarından ne aradıklarını bilmiyorlardı. Ama birkaç gün öncesine kadar, şimdi kumsalda cesedi yatan adam bu evde yaşamıştı. Bu ani ölümün izlerini araştırmaktan başka yapacak bir şeyleri yoktu. Ne var ki evin hiçbir tarafında bir karışıklık yoktu. Wallander cinayetin işlenmiş olabileceği yeri arayıp durdu. Bunun bir hırsızlık olayı olabileceğini bile düşünerek ön kapının kilidini inceledi. Antrede durmuş, evin sessizliğini dinlerlerken Wallander, Höglund’a ayakkabılarını çıkarmasını söyledi. Bir kez de villayı baştan sona ayakkabısız dolaştılar. Wallander odaları izleyen arkadaşının bir yandan da kendisine merakla baktığını fark etti. Aynı deneyimi genç ve deneyimsiz bir polisken Rydberg’le yaşadığını hatırlamıştı. Bu gurur verici bir şey olması gerekirken Wallander içinin karardığını hissetti. Nöbet değişimi devam ediyor, diye geçirdi içinden. Aynı evde olmalarına karşın Höglund evin içinde, Wallander’se dışındaymış gibi bir duyguya kapılmıştı.
İlk karşılaştıkları günü düşündü, neredeyse bir yıl olmuştu. Polis akademisinden başarıyla mezun olmuş genç kadını solgun benizli ve kesinlikle çekici olmayan biri olarak değerlendirmişti. Genç kadın tanışır tanışmaz ona gerçek yaşamla ilgili okulda öğrenemediklerini kendisinden öğrenmeye can attığını söylemişti. Aslında tam tersi olmalıydı, diye geçirdi içinden, tam olarak anlayamadığı taş baskı resme bakarken. Doğrusunu söylemek gerekirse asıl ben ondan sürekli bir şeyler öğreniyorum.
Üst katta kumsala bakan pencerelerden birinin önünde durdular. Projektörler yerlerine konmuştu, sonunda olay yerine gelebilen Nyberg sinirli bir tavırla kayığın üstünü plastik bir örtüyle örten polisleri yönlendiriyordu. Kumsal polis kordonu altına alınmıştı. Yağmur olanca hızıyla yağmayı sürdürdüğünden polis kordonunun gerisinde çok az sayıda meraklı vardı.
“Yanıldığımı düşünmeye başlıyorum,” dedi Wallander plastik örtüyle kayığın üstünü sonunda örtmeyi başaran polislere bakarak. “Wetterstedt’in evde öldürüldüğüne ilişkin herhangi bir ipucu yok.”
“Katil ortalığı temizlemiş olabilir,” dedi Höglund.
“Nyberg evi baştan sona inceledikten sonra bunu öğreneceğiz. Şimdilik cinayetin evin dışında işlendiğini düşünüyorum.”
Konuşmadan aşağıya indiler.
“Ön kapıya bırakılmış posta yoktu,” dedi Höglund. “Ev tel örgülerle çevrili. Bir yerde bir posta kutusu olmalı.”
“Bununla daha sonra ilgileniriz,” dedikten sonra Wallander büyük ve geniş oturma odasına giderek odanın ortasında durdu. Höglund ona merakla bakıyor ama bir şey söylemiyordu.
“Neleri göremediğimi kendime sorarım genelde,” diyerek konuşmaya devam etti Wallander. “Ama nedense burada her şey açık seçik duruyor gibi. Bir adamın tek başına yaşadığı bir evde her şey yerli yerinde, ödenmemiş faturalar yok ve adamın yalnızlığı eskiden içilmiş bir puro kokusu gibi duvarlara sinmiş. Bu tabloda tek yanlış bu söz konusu adamın cesedinin kumsalda Göran Lindgren’in kayığının altında yatıyor olması.”
Bu sözleri söyler söylemez bir hata yaptığını anlayarak konuşmasını sürdürdü.
“Hayır, bir yanlış daha var,” dedi. “O da bahçe kapısının yanındaki lambanın yanmıyor olması.”
“Belki de ampul patlamıştır,” dedi Höglund şaşkınlıkla.
“Olabilir,” diye karşılık verdi Wallander. “Ama yine de garip.”
Kapı vuruldu. Wallander gidip açınca yağmurdan sırılsıklam olmuş Hansson’un kapının önünde durduğunu gördü.
“Eğer o kayığı düzeltmezsek ne Nyberg ne de doktor çalışmasına başlayabilecek.” Hansson sıkıntılı bir sesle konuşmuştu.
“Düzeltin o zaman,” dedi Wallander. “Ben de az sonra orada olacağım.”
Hansson yağmurun altında gözden kayboldu.
“Akrabalarını aramaya başlamalıyız. Evde bir yerde telefon defteri olması gerek.”
“Garip olan ya da senin deyiminle yanlış olan bir şey daha var aslında,” diyen Höglund devam etti. “Uzun politik yaşamından hatıralar, çıktığı yolculuklardan getirdiği hatıra eşyalar ve birileriyle çekilmiş fotoğraflar dışında tek bir aile fotoğrafı bile yok.”
Oturma odasına döndüklerinde Wallander etrafına daha bir dikkatle bakınca Höglund’un haklı olduğunu gördü. Bunu önce kendisinin fark etmemesine canı sıkıldı.
“Belki de yaşlandığının kanıtlarını çevresinde görmek istemiyordu,” dedi Wallander, bu sözlere kendi de inanmayarak.
Kanepenin yanındaki masada bir telefon vardı.
“Çalışma odasında da bir telefon var,” dedi Wallander. “Sen oraya bak, ben de burayı bir araştırayım.”
Wallander telefonun durduğu masaya yaklaştı. Telefonun yanında televizyonun uzaktan kumandası duruyordu. Wetterstedt telefonda konuşurken bir yandan da televizyon izliyordu, diye geçirdi içinden. Tıpkı benim gibi. Telefonda konuşurken kanal değiştirmekten hoşlanan insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Telefon defterlerini karıştırdı ama özel bir not ya da başka bir şey bulamadı. Sonra telefon masasının arkasındaki küçük çalışma masasının iki çekmecesini dikkatle açtı. Çekmecelerin birinde bir pul albümü, diğerinde de birkaç kutu yapıştırıcıyla bir kutu peçete halkası vardı.
Çalışma odasına doğru giderken telefon çaldı. Durdu. Aynı anda da Höglund çalışma odasının kapısında belirdi. Wallander yavaşça köşedeki kanepeye oturarak ahizeyi kaldırdı.
“Alo,” dedi bir kadın sesi. “Gustaf? Neden beni aramadın?”
“Kimsiniz?” diye sordu Wallander.
Kadının sesi birden ciddileşti.
“Ben Gustaf Wetterstedt’in annesiyim. Kiminle konuşuyorum?”
“Ben, Ystad emniyetinden Kurt Wallander.”
Yaşlı kadının nefesini duyabiliyordu. Gustaf Wetterstedt’in annesi olduğuna göre kadının gerçekten de çok yaşlı olması gerektiğini düşündü. Yanı başında duran Höglund’a bakarak yüzünü buruşturdu.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu yaşlı kadın.
Wallander nasıl davranması gerektiğini kestiremiyordu. Kurbanın yakın akrabalarına bu ani ölümü telefonda söylemek için bazı yazılı ve yazılı olmayan kurallar vardı. Ama bunlar için artık çok geçti çünkü az önce polis olduğunu ve adını söylemişti.
“Alo?” dedi yaşlı kadın. “Orada mısınız?”
Wallander karşılık vermedi. Çaresizlikle Höglund’a baktı. Daha sonra da nedenini hiçbir zaman tam olarak anlayamadığı bir şey yaptı. Telefonu kapattı.
“Kimdi?” diye sordu Höglund.
Wallander başını iki yana sallayarak karşılık vermedi. Sonra da ahizeyi kaldırarak Kungsholm’deki Stockholm emniyet müdürlüğüne telefon etti.

7
Akşam saat dokuzu biraz geçe Gustaf Wetterstedt’in telefonu bir kez daha çaldı. O vakte kadar Wallander, Stockholm’deki meslektaşlarından biri aracılığıyla Wetterstedt’in ölümünün annesine bildirilmesini sağlamıştı. Wallander’i Östermalm emniyetinden Hans Vikander diye biri aradı. Birkaç güne kadar, 1 Temmuz’da, eski adı değiştirilip “Şehir Polisi” olacakmış.
“Haber verildi,” dedi Vikander. “Kadıncağız çok yaşlı olduğu için bir rahiple birlikte gittik. Doksan dört yaşında olmasına karşın haberi çok sakin karşıladı.”
“Belki de o yaşta olduğu için sakin karşılamıştır,” dedi Wallander.
“Şimdi de Wetterstedt’in iki çocuğunun izini bulmaya çalışıyoruz,” diye sürdürdü konuşmasını Vikander. “Büyük oğlu New York’ta Birleşmiş Milletler’de çalışıyor. Kızıysa Uppsala’da yaşıyormuş. Bugün akşama kadar onlara ulaşmayı umuyoruz.”
“Peki ya eski karısı?” diye sordu Wallander.
Vikander alayla sordu. “Hangisi? Adam üç kez evlenmiş.”
“Üçü de,” dedi Wallander. “Daha sonra onlarla bağlantı kuralım.”
“İlgini çekebileceğini düşündüğüm bir şey daha var,” dedi Vikander. “Annesiyle konuştuğumuzda oğlunun kendisini her akşam saat tam dokuzda aradığını söyledi bize.”
Wallander saatine baktı. Dokuzu üç geçiyordu. O anda da Vikander’in söylediklerinin önemini algıladı.
“Dün aramamış,” diye devam etti Vikander. “Dokuz buçuğa kadar beklemiş. Sonra da kendisi aramış. On beş kez çaldırmasına karşın telefon açılmamış.”
“Peki, ya daha önceki gece?”
“Hafızası o kadar iyi değil. Unutma, kadın doksan dört yaşında. Yakınlardaki olayları hiç iyi hatırlamadığını söyledi.”
“Başka bir şey söyledi mi?”
“Daha fazla rahatsız etmek istemedik.”
“Onunla yeniden konuşmalıyız,” dedi Wallander. “Seninle tanıştığına göre, oraya yine senin gitmen iyi olur.”
“Temmuzun ikinci haftası izne çıkıyorum,” dedi Vikander. “O zamana dek sorun yok.”
Wallander telefonu kapatırken Höglund içeri girdi. Posta kutusuna bakıp gelmişti.
“Bugünün ve dünün gazeteleri. Telefon faturası. Özel bir mektup falan yoktu. Uzun zamandan beri o kayığın altında yattığını sanmıyorum.”
“Evi bir kez daha dolaş,” dedi Wallander kanepeden kalkarak. “Yerinde olmayan bir şey var mı bir kez daha bak. Ben de kumsala gidip cesede bakacağım.”
Yağmur daha da hızlanmıştı. Wallander koşarak arka bahçeden geçerken birden o akşam babasını görmeye gideceğini hatırladı. Yüzünü buruşturarak eve geri döndü.
“Bana bir iyilik yap,” diye seslendi Höglund’a içeri girerken. “Babamı ara ve çok acil bir soruşturmaya katılmak zorunda kaldığımı söyle. Kim olduğunu sorarsa ona yeni müdür olduğunu söylersin.”
Höglund tamam dercesine başını sallayarak gülümsedi. Wallander ona babasının telefon numarasını verdi. Sonra da yeniden dışarı çıktı.
Cinayet yeri projektörlerle aydınlatılmıştı. Yoğun bir tedirginlik duygusuyla Wallander geçici olarak konulan plastik örtünün altına girdi. Gustaf Wetterstedt’in cansız bedeni bir muşambanın üstünde yatıyordu. Doktor elindeki feneri Wetterstedt’in boğazına tutmuş inceliyordu. Wallander’in içeri girdiğini görünce durdu.
“Nasılsın?” diye sordu.
Doktor ağzını açıp konuşuncaya dek Wallander onu tanımamıştı. Bu birkaç yıl önce kalp krizi geçirdiğini sanıp acil servise geldiğinde kendisini tedavi eden doktordu.
“Bu olayın dışında, iyiyim,” diye karşılık verdi Wallander. “Tekrar aynı sıkıntıları yaşamadım.”
“Söylediklerimi yaptın mı?” diye sordu doktor.
“Elbette hayır,” diye mırıldandı Wallander.
Bir kez daha cesedin yüzüne baktı. Pıhtılaşmış kanla kaplı olmasına karşın bu yüzde inatçı ve acımasız bir ifade vardı. Wallander eğilerek saçla derinin kesildiği yere, alnın üst tarafındaki yaraya baktı.
“Nasıl ölmüş?”
“Belkemiğine yediği güçlü bir balta darbesiyle,” diye karşılık verdi doktor. “Hemen ölmüş olmalı. Kürek kemiğinin hemen altında belkemiği ciddi bir darbe yemiş. Büyük olasılıkla yere düşmeden öldü.”
“Bunun evde olmadığından emin misin?”
“Öyle sanıyorum. Belkemiğine vurulan darbe hemen arkasında duran biri tarafından gelmiş olmalı. Bence belkemiğine yediği darbenin gücüyle öne doğru düşmüş. Ağzında ve gözlerinde kum var. Büyük olasılıkla buralarda bir yerde olmuş olmalı.”
“O zaman buralarda kan izleri de olmalı.”
“Yağmur izleri siliyor,” dedi doktor. “Ama eğer şansımız yaver giderse, kumun üst tabakasını kazıyarak yağmurun silemediği kan izlerini bulabiliriz.”
Wallander, Wetterstedt’in derisi yüzülmüş kafasını gösterdi.
“Bunu nasıl açıklıyorsun?”
Doktor omuz silkti.
“Alındaki yarık keskin bir bıçakla yapılmış. Ya da bir jiletle. Saç ve deri yüzülmüş. Bunun belkemiğine vurulan darbeden önce mi, yoksa sonra mı olduğunu henüz söyleyemiyorum. Bunu Malmö’deki patalog söyleyecek.”
“Malmström’ün bugünlerde işleri bir hayli yoğun,” dedi Wallander.
“Kimin?”
“Dün kendini yakan bir genç kızdan geriye kalanları göndermiştik. Şimdi de kafa derisi yüzülen bir adamı gönderiyoruz. Bizimle çalışan pataloğun adı Malmström.”
“Başka bir patalog daha var. Bu sözünü ettiğin kadını tanımıyorum.”
Wallander cesedin yanına iyice yaklaştı.
“Neler düşünüyorsun?” dedi doktora. “Sence ne olmuş olabilir?”
“Arkasından saldıran adam ne yaptığını biliyormuş,” dedi doktor. “Keskin bir nişancı da bundan iyisini yapamazdı. Ama kafasının derisini yüzmek! İşte bence bu bir zırdelinin işi.”
“Ya da bir Kızılderili’nin,” dedi Wallander düşünceli bir sesle.
Yerinde doğrulurken diz kapaklarının ağrıdığını fark etti. Sancısız geçirdiği günler artık çok gerilerde kalmış gibiydi.
“Benim burada işim bitti,” dedi doktor. “Malmö’ye onu getireceğimizi söyledim.”
Wallander karşılık vermedi. Wetterstedt’in giysilerinde dikkatini çeken bir ayrıntı yakalamıştı. Pantolonunun fermuarı açıktı.
“Giysilerine dokundun mu?” diye sordu Wallander merakla.
“Yalnızca belkemiği çevresindeki balta yarasına dokundum.”
Wallander anladım dercesine başını salladı. Midesi bulanmaya başlamıştı.
“Bir şey sorabilir miyim?” dedi. “Wetterstedt’in pantolonunun içine bir bakıp orada olması gereken şeyin yerinde olup olmadığını söyleyebilir misin?”
Doktor, Wallander’e soru sorarcasına baktı.
“Biri kafasının derisini yüzdüğüne göre başka şeylerle de ilgilenmiş olabilir,” diye açıkladı düşüncelerini Wallander.
Doktor evet dercesine başını salladıktan sonra lastik eldivenleri eline geçirdi. Sonra da dikkatle elini açık fermuardan içeri sokarak yokladı.
“Burada olması gereken şey yerinde,” dedi elini çekerken.
Wallander başını tamam dercesine salladı.
Wetterstedt’in cesedi kaldırıldı. Wallander kayığın yanında yere çömelmiş duran Nyberg’e döndü.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Bilmiyorum,” diye karşılık verdi Nyberg. “Bu yağmurun altında tüm izler silinip gidiyor.”
“Kumları yarın yine kazıyalım,” dedi Wallander ve doktorun söylediklerini arkadaşına aktardı. Nyberg başını salladı.
“Eğer kumların arasında kan izleri varsa mutlaka buluruz. Başlamamızı istediğin özel bir yer var mı?”
“Kayığın çevresi,” dedi Wallander. “Sonra da bahçe kapısından kumsala uzanan yol.”
Nyberg kapağı açık çantayı gösterdi. Çantanın içinde delil poşetleri vardı.
“Cebinde yalnızca bir kutu kibrit buldum,” dedi Nyberg poşetlerden birini başıyla göstererek. “Sende de anahtarlar var. Giysileri ayakkabılarının dışında oldukça pahalı şeyler.”
“Ev dağınık değildi. Ama bu akşam bu söylediğim yerlere bakarsan çok sevinirim.”
“İki yerde birden olamam ki,” diye homurdandı Nyberg. “Eğer burada olası delilleri bulup çıkarmamız gerekiyorsa bunu yağmur tüm izleri yok etmeden yapmak zorundayız.”
Wallander yeniden Wetterstedt’in evine doğru gitmeye hazırlanırken birden Göran Lindgren’in hâlâ orada olduğunu fark ederek yanına gitti. Lindgren soğuktan titriyordu.
“Artık evinize gidebilirsiniz,” dedi Wallander.
“Babama telefon edip her şeyi anlatabilir miyim?”
“Evet.”
“Peki neler olmuş?” diye sordu Lindgren.
Wallander sıkıntıyla yanıtladı. “Henüz bilmiyoruz.”
Polis kordonunun hemen dışında meraklı birkaç kişi polisin çalışmasını izliyordu. Meraklıların bazıları civarda oturan yaşlılar, köpekli bir delikanlı ve mobiletli bir çocuktu. Wallander korku içinde kendisini bekleyen günleri düşündü. Belkemiği parçalanan, kafa derisi yüzülen eski bir adalet bakanına ilişkin haber; gazetelerin, radyonun ve televizyon kanallarının hiç zaman yitirmeden üstüne atlayacağı türdendi. Durumla ilgili tek iyi şey, Salomonsson’un kolza tarlasında kendini yakan genç kızın birinci sayfada haber olma şansını yitirmiş olmasıydı.
Sıkıştığını fark ederek denizin kenarına doğru gitti ve fermuarını açtı. Belki de her şey bu denli basit işte, diye geçirdi içinden. Gustaf Wetterstedt saldırıya uğradığında o da fermuarını açmış ve belki de işini görmek üzereydi.
Eve doğru giderken birden durdu. Bir şeyi gözden kaçırmıştı. Dönerek Nyberg’in yanına gitti.
“Svedberg’in nerede olduğunu biliyor musun?”
“Galiba muşamba bulmaya gitti. İzler silinmesin diye kumu örtmek istiyoruz.”
“Geri döndüğünde onunla mutlaka konuşmak istiyorum,” dedi Wallander. “Martinson’la Hansson neredeler?”
“Yanlış bilmiyorsam Martinson yiyecek bir şeyler almaya gitti,” dedi Nyberg ters bir tavırla. “Yemek yemeye kimin zamanı var acaba?”
“İstersen sana da bir şeyler getirmesi için birilerini gönderebiliriz,” dedi Wallander. “Hansson nerede?”
“Savcılara haber vermeye gitti. Ben bir şey istemiyorum.”
Wallander villaya döndü. Yağmurdan sırılsıklam olan ceketini ve çizmelerini çıkardıktan sonra birden karnının çok acıktığını hissetti. Höglund, Wetterstedt’in çalışma odasındaki masaya oturmuş, masanın çekmecelerini inceliyordu. Wallander mutfağa giderek ışığı yaktı. Salomonsson’un mutfağında kahve içişleri geldi aklına birden. Oysa Salomonsson artık yoktu. Ölmüştü. Eski çiftçinin mutfağıyla bu mutfağı kıyaslamak olanak dışıydı. Burası bambaşka bir dünyaydı. Duvarda pırıl pırıl parlayan bakır tencereler asılıydı. Mutfağın ortasında açık bir ocak ve hemen üstünde de kocaman bir davlumbaz vardı. Buzdolabını açarak bir parça peynirle bira aldı. Duvara dayalı tahta kutuların birinde ekmek buldu. Mutfak masasına oturarak hiçbir şey düşünmeden yemeğini yedi. Yemeğini bitirmek üzereyken Svedberg içeri girdi.
“Nyberg benimle konuşmak istediğini söyledi.”
“Muşambaların işi bitti mi?”
“Elimizden gelen en iyi şekilde kumu örtmeye çalışıyoruz. Martinson meteorolojiyi arayarak yağmurun daha ne kadar süreceğini sordu. Söylenilenlere göre yağmur gece boyunca yağacakmış. Sonra birkaç saat duracak ama yeniden başlayacakmış.”
Mutfağın zemininde Svedberg’in çizmelerinden akan sular yüzünden küçük bir göl olmuştu. Ne var ki Wallander’in içinden arkadaşına çizmelerini çıkarmasını söylemek gelmedi. Bu mutfakta Gustaf Wetterstedt’in ölümündeki gizemi bulabileceklerini pek sanmıyordu.
Svedberg masanın etrafındaki sandalyelerden birine oturarak mendiliyle saçlarını kurulamaya çalıştı.
“Bir zamanlar bana Kızılderililerin geçmişine ilgi duyduğunu söylediğini hayal meyal hatırlıyorum,” diye söze başladı Wallander. “Yanılıyor muyum yoksa?”
Svedberg ona şaşkınlıkla baktı.
“Hayır yanılmıyorsun. Kızılderililer hakkında birçok şey okudum. Onlar hakkında yalan yanlış bilgi içeren filmleri izlemekten hiç hoşlanmam. Kızılderililer konusunda uzman olan Uncas adında biriyle yazıştım. Bir keresinde yaptığı televizyon programı ödül almıştı. Ama galiba bu ben doğmadan önceydi. Neyse, yine de bana birçok şey öğretti.”
“Neden sorduğumu merak ediyor olmalısın,” dedi Wallander.
“Doğrusunu istersen etmiyorum,” diye karşılık verdi Svedberg. “Wetterstedt’in kafa derisinin yüzüldüğünü biliyorum.”
Wallander dikkatle ona baktı.
“Öyle mi?”
“Eğer deri yüzme işi bir sanatsa bu olayda bu iş hemen hemen kusursuzca gerçekleştirilmiş. Keskin bir bıçakla alnının ortasına derin bir yarık açılmış. Sonra da her iki şakakta derin yarıklar açmış. Bunu da kafa derisini sıkıca kavramak için yapmış olmalı.”
“Belkemiğine yediği bir darbeden öldü,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Omuzlarının hemen altına yediği bir darbeden.”
Svedberg omuz silkti.
“Kızılderili savaşçılar kafayı hedef alırlar,” dedi. “Belkemiğine vurmak kolay değildir. Baltayı bir açı oluşturacak şekilde tutman gerekir. Özellikle de öldürmeye çalıştığın insan hareket halindeyse bu daha da zor olur.”
“Ya kıpırdamadan ayakta duruyorsa?”
“Yine de bu pek Kızılderili tarzına benzemiyor,” dedi Svedberg. “Aslında insanlara arkadan saldırarak öldürmek Kızılderili tarzı değil.”
Wallander başını ellerinin arasına aldı.
“Neden bunları soruyorsun,” dedi Svedberg. “Wetterstedt’i bir Kızılderili’nin öldürmesi pek olası değil.”
“Kim kafa derisini toplar?” diye sordu Wallander.
“Yalnızca deliler,” diye karşılık verdi Svedberg. “Böylesi bir şeyi gerçekleştiren kişinin mutlaka delinin biri olması gerek. Onu en kısa zamanda yakalamalıyız.”
“Biliyorum.”
Svedberg kalkarak evden dışarı çıkınca, Wallander bir bez alarak yeri temizledi. Sonra da Höglund’u görmeye gitti. Saat on buçuğa geliyordu.
“Baban pek memnun olmadı,” dedi Höglund, Wallander genç kadının yanına gittiğinde. “Ama bence en çok da senin daha önce arayıp gelemeyeceğini haber vermemene bozuldu.”
“Haklı,” dedi Wallander. “Neler buldun bakalım?”
“Bir iki küçük şey. Dıştan baktığında hiçbir şeyin çalınmadığını görüyorsun. Çekmeceler kırılmamış. Bana kalırsa böylesine büyük bir evi bu denli temiz tutabilmesi için mutlaka bir gündelikçisi olmalı.”
“Neden böyle düşünüyorsun?”
“İki nedenden ötürü. Birincisi erkekle kadın temizliği arasında büyük bir fark vardır. Bu farkın ne olduğunu sorma ama öyledir.”
“Peki ya ikinci neden?”
“Ajandasını buldum ve ajandanın içinde de ‘gündelikçi kadın’ diye bir not vardı ve kenara tarih düşülmüştü. Aynı not ayda iki kez yazılmıştı.”
“‘Gündelikçi kadın‘ diye mi yazmıştı gerçekten?”
“Evet.”
“Kadının en son buraya ne zaman geldiğini biliyor musun?”
“Geçen perşembe.”
“Şimdi her şeyin neden bu denli temiz ve yerli yerinde olduğu anlaşılıyor.”
Wallander çalışma masasının önündeki koltuğa çökercesine oturdu.
“Sence nasıl görünüyor?” diye sordu Höglund.
“Belkemiğine indirilen bir balta darbesiyle anında ölüyor. Katil kafa derisini yüzerek kayıplara karışıyor.”
“Daha önce katiller demiştin, neden şimdi tekil konuşuyorsun?”
“Farkındayım ama şu anda bu olay canımı çok sıkıyor. İnsan yirmi yıldan beri tek başına yaşayan yaşlı bir adamı neden öldürür? Ve neden kafa derisini yüzer?”
Bir süre konuşmadan oturdular. Wallander tarlada kendini yakan genç kızı, kafa derisi yüzülmüş adamı ve sürekli yağan yağmuru düşünüyordu. Bir keresinde Danimarka’da Skagen’deki rüzgârın yığdığı kum tepeciklerinin arkasında Baiba’yla birlikte nasıl seviştiklerini düşünmeye çalışarak bu karamsar düşünceleri kafasından uzaklaştırmaya uğraştı. Ne var ki alevler içindeki genç kız gözlerinin önünden gitmiyordu bir türlü. Ve Wetterstedt de Malmö’ye gitmek için sedyede yatıyordu.
Bu düşünceleri bir kez daha kafasından uzaklaştırmaya çalışarak Höglund’a baktı.
“Durumu özetle bakalım,” dedi. “Sen ne düşünüyorsun? Sence burada neler oldu? Anlat bakalım. Hiçbir şeyi atlama.”
“Dışarı çıktı,” dedi Höglund. “Kumsalda yürümek istedi. Belki biriyle buluşacaktı. Belki de sadece yürümek istiyordu. Ama bu uzun bir yürüyüş olmayacaktı.”
“Neden?”
“Ayakkabılarından ötürü. Eski ve oldukça yıpranmışlardı. Hem de rahatsız. Ama kısa bir yürüyüş için sakıncası yoktu.”
“Peki sonra?”
“Cinayet gece işlendi. Doktor ölüm saatine ilişkin bir şey söyledi mi?”
“Henüz emin değil. Devam et. Neden gece?”
“Gündüz görünme tehlikesi çok büyük. Ve yılın bu döneminde de gündüzleri kumsal kalabalık olur.”
“Başka?”
“Ortada somut bir kışkırtma yok. Ama katilin bir planı olduğunu sanırım söyleyebilirim.”
“Neden?”
“Cesedi sakladı.”
“Neden sakladı dersin?”
“Bulunmasını geciktirmek için. Böylece kaçacak zamanı olacaktı.”
“Ama onu kimse görmedi, değil mi? Katilin erkek olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Evet. Çünkü hiçbir kadın birinin belkemiğini ikiye bölmez. Çaresiz ve gözünü öfke bürümüş bir kadın kocasının başına baltayla vurabilir. Ama kesinlikle kafa derisini yüzmez. Katil erkek.”
“Katil hakkında ne biliyoruz?”
“Hiçbir şey. Tabii sen benim bilmediğim bir şeyi biliyorsan o başka.” Wallander hayır dercesine başını salladı.
“Sen hepimizin bildiklerinin bir özetini çıkardın,” dedi. “Artık evi Nyberg’le adamlarına bırakma zamanı geldi.”
“Bu konuyla ilgili büyük gürültü kopacak,” dedi Höglund.
“Biliyorum,” diye karşılık verdi Wallander. “Yarın başlayacak. Yakında tatile çıkacağın için şanslı sayılırsın.”
“Hansson iznimi ertelememi istedi. Ben de kabul ettim.”
“Artık evine git,” dedi Wallander. “Diğerlerine soruşturma planını yapmak için yarın sabah yedide toplanmayı önereceğim.”
Wallander yalnız kalınca bir kez daha evi baştan aşağı dolaştı. Çok kısa bir zaman içerisinde Gustaf Wetterstedt’in kimliğine ilişkin somut bir resim oluşturmaları gerektiğinin farkındaydı. Şimdilik yalnızca tek bir alışkanlığını biliyorlardı, o da her akşam saat dokuzda annesini aramaktı. Peki ama ya bilmedikleri alışkanlıkları? Wallander mutfağa giderek çekmecelerde kâğıt aradı. Sonra da ertesi sabah yapacakları toplantı için gerekli notları aldı. Birkaç dakika sonra Nyberg içeri girerek ıslak yağmurluğunu çıkardı.
“Ne aramamızı istiyorsun?” diye sordu Nyberg.
“Cinayetin işlendiği yeri,” diye karşılık verdi Wallander. “Böylesi bir şeyin olmadığını biliyoruz. Ama onun evde öldürülmediğinden iyice emin olmak istiyorum. Her zamanki gibi evi baştan sona iyice aramanızı istiyorum.”
Nyberg tamam dercesine başını sallayarak mutfaktan çıktı. Sonra da Wallander, Nyberg’in elemanlarından birine seslendiğini duydu. Wallander eve giderek birkaç saat uyumak istiyordu. Ama gitmeden önce bir kez daha evi dolaşmaya karar verdi. Bu kez işe bodrum katından başladı. Bir saat sonraysa en üst kattaydı. Wetterstedt’in büyük ve geniş yatak odasına giderek dolabını açtı. Giysileri kenara çekip dolabın yerine baktı. Aşağıdan Nyberg’in öfkeli sesi duyuluyordu. Tam dolabı kapamak üzereyken köşede duran küçük bir çanta gözüne ilişti. Eğilerek çantayı aldı ve yatağın kenarına oturarak açtı. İçinde bir fotoğraf makinesi vardı. Öyle pahalı bir şeye de benzemiyordu. Bunun Linda’nın geçen yıl aldığı makineye benzediğini fark etti, makinenin içinde film de vardı. Otuz sekizlik filmden yalnızca yedisi kullanılmıştı. Fotoğraf makinesini çantanın içine koydu. Sonra da aşağıya Nyberg’in yanına gitti.
“Bu çantada bir fotoğraf makinesi var,” dedi. “İçindeki filmin bir an önce banyo edilmesini istiyorum.”
Wallander, Wetterstedt’in villasından ayrıldığında gece yarısı olmuştu. Yağmur hâlâ yağıyordu.
Doğruca eve gitti.
Dairesinden içeri girer girmez mutfak masasına oturdu. Filmin içinde nelerin ve kimlerin fotoğrafları olabileceğini merak ediyordu.
Olanca hızıyla yağan yağmurun sesi duyuluyordu.
Wallander içini bir şeylerin kemirdiğini hissetti.
Bir şeyler olmuştu. Bunların, çok daha büyük ve kötü şeylerin yalnızca başlangıcı olacağına ilişkin bir his vardı içinde.

8
23 Haziran Perşembe sabahı Ystad emniyetindeki hava hiç de neşeli değildi. Stockholm’ün önde gelen gazetelerinden biri olan Dagens Nyheter’in muhabiri, Gustaf Wetterstedt’in cinayete kurban gittiğini Östermalm polisinden öğrenince Wallander’i sabahın üçünde uyandırmıştı. Wallander tam yeniden dalmıştı ki bu kez Expressen gazetesinden aramışlardı. Hansson da gece defalarca uyandırılmıştı. Sabah saat yedide toplantı odasında buluştuklarında hepsi de son derece yorgun ve uykusuzdu. Wetterstedt’in evindeki çalışmalar sabahın beşine kadar sürmesine karşın toplantıya Nyberg de gelmişti. Toplantı odasına giderken Hansson, Wallander’i kenara çekerek bu soruşturmayı kendisinin yöneteceğini söyledi.
“Bana kalırsa Björk bunların başına geleceğini biliyordu,” dedi Hansson. “Bu yüzden emekli oldu.”
“Emekli olmadı,” dedi Wallander. “Terfi etti. Ayrıca geleceği görmek onun yetenekleri arasında değildi. Günlük kaygılar ona yetiyordu.”
Ama Wallander, Wetterstedt’in katilini ya da katillerini yakalama işinin sorumluluğunun kendisine verileceğinden emindi. İzin dönemi olduğundan eleman sıkıntısı vardı emniyette. Ann-Britt Höglund’un tatilini ertelemesine çok sevinmişti. Peki ama kendi tatiline ne olacaktı? Baiba’yla iki haftalığına Skagen’e gitmeyi planlamıştı.
Masaya oturarak çevresindeki yorgun ve bıkkın yüzlere baktı. Yağmur hâlâ yağmasına karşın bulutlar biraz yükselmeye başlamıştı. Önünde santral görevlisinin verdiği bir yığın telefon mesajı vardı. Mesajları bir kenara iterek kalemiyle masaya vurdu.
“Hemen işe başlamamız gerek,” dedi. “Olabilecek en kötü şey oldu. Tatil döneminde bir cinayet işlendi. Elimizden gelen en iyi şekilde organize olmalıyız. Ayrıca Yaz Dönümü Bayramı da başlamak üzere olduğundan polisler de yoğun olacaklar. Ama cinayet masasında, sorun yaratacak bir şey her zaman olur. Bu yüzden bunu unutmadan soruşturmamızı planlamalıyız.”
Kimse bir şey söylemedi. Wallander, Nyberg’e dönerek teknik araştırmanın nasıl gittiğini sordu.
“Yağmur birkaç saatliğine dursa iyi olacak,” dedi Nyberg. “Cinayet yerini saptamamız için kumun üst tabakasını kazımamız gerekiyor. Kurumadan önce de bunu yapmak neredeyse olanaksız. Aksi hâlde bir sonuç elde edemeyiz.”
Wallander sıkıntıyla konuşuyordu. “Her zaman bir aksilik çıkıyor. Yaz Dönümü Bayramı akşamı hava bozarsa bizim için iyi olur, işimiz kolaylaşır.”
“Bu kez futbol işimize gelecek,” dedi Nyberg. “İnsanların eskiden olduğu gibi bu bayramda çok içeceklerini sanmıyorum. Çoğu kişi televizyon karşısından kıpırdamayacak bile.”
“Ya İsveç, Rusya maçını kaybederse?” diye sordu Wallander.
“Kaybetmeyecek,” dedi Nyberg inatçı bir sesle. “Kazanacağız.”
Wallander, Nyberg’in fanatik bir futbol izleyicisi olduğunu bilmiyordu.
“Umarım haklı çıkarsın,” dedi.
“Her neyse, kayığın yakınında ilginç bir şey bulamadık,” diye sürdürdü konuşmasını Nyberg. “Ayrıca Wetterstedt’in bahçesi, kayık ve deniz kıyısı arasında kalan kumsalı da inceledik. Bir iki şey bulduk. Ama bunların hiçbiri izini sürdüğümüz cinayetle ilgili değil. Yalnızca belki biri dışında.”
Nyberg delil poşetini masanın üstüne koydu.
“Polis kordonunun dışında kalan alanı tarayan polislerden biri buldu bunu. Sprey kutusu. Saldırıya uğrama olasılığına karşın kadınların kendilerini korumak için çantalarında taşıdıkları türden göz yaşartıcı sprey.”
“Bunların İsveç’te kullanımı yasaklanmadı mı?” diye sordu Höglund.
“Yasaklandı evet,” diye karşılık verdi Nyberg. “Ama işte burada. Ya da daha doğrusu polis kordonunun hemen dışında kumların üstünde. Parmak izi olup olmadığına bakacağız. Belki bir şey çıkar.”
Nyberg poşeti çantasına koydu.
“O kayığı bir insan tek başına ters çevirebilir mi?” diye sordu Wallander.
“Çok güçlü olmadıkça hayır,” diye karşılık verdi Nyberg.
“O zaman iki kişi söz konusu olmalı,” dedi Wallander.
“Katil kayığın altındaki kumu kazmış olabilir,” dedi Nyberg duraksayarak. “Wetterstedt’in cesedini kayığın altında koyduktan sonra da kumu yeniden örtmüştür.”
“Elbette bu da bir olasılık,” dedi Wallander. “Ama sizlere mantıklı geliyor mu?”
Masanın çevresindekiler karşılık vermedi.
“Cinayetin evde işlendiğine ilişkin tek bir ipucu bile yok,” diye sürdürdü konuşmasını Nyberg. “Cinayete ilişkin ne bir kan lekesi ne de başka bir delil bulabildik. Kimse eve zorla girmemiş. Bir şeylerin çalınıp çalınmadığını tam olarak söyleyemiyoruz ama bu uzak bir olasılık.”
“Olağan dışı başka bir şey buldunuz mu?” diye sordu Wallander.
“Bana sorarsan evin kendisi başlı başına olağan dışı,” dedi Nyberg. “Wetterstedt çok varlıklı olmalı.”
Bir süre Nyberg’in söylediklerini değerlendirdiler. Sonra da Wallander söylenilenleri özetlemesi gerektiğine karar verdi.
“En önemli şey Wetterstedt’in ne zaman öldürüldüğünü öğrenmek,” diye söze başladı. “Cesedi inceleyen doktor cinayetin büyük olasılıkla kumsalda işlendiğini düşünüyor. Cesedin ağzında ve gözlerinde kum bulundu. Ama adli tıbbın incelemelerinin sonucunu beklememiz gerekecek. Cinayetin neden işlendiğine ilişkin elimizde bir ipucu olmadığına göre olayı çok geniş bir bakış açısıyla ele almamız gerekecek. Wetterstedt’in nasıl bir adam olduğunu öğrenmeliyiz. Arkadaşları kimlerdi? Kimlerle görüşürdü? Ne tür alışkanlıkları vardı? Karakterine ilişkin bir bakış açısı oluşturarak nasıl bir yaşam sürdürdüğünü saptamalıyız. Yirmi yıl önce onun çok ünlü biri olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz. Adalet bakanıydı. Bazı insanlar için popülerdi ama bazıları da ondan alabildiğine nefret ederdi. Adı bazı skandallara karışmıştı. Cinayet intikam için işlenmiş olabilir mi? Belkemiği baltayla kırılıyor ve kafa derisi yüzülüyor. Daha önce hiç böyle bir şey oldu mu? Bundan önceki cinayetlerde bu cinayete benzer bazı şeyler bulabilir miyiz? Martinson bilgisayarının başına geçip araştırma yapmalı. Ve bugün mutlaka konuşmamız gereken Wetterstedt’in evine gelen gündelikçi kadın var.”
“Ya bağlı olduğu siyasi parti?” diye sordu Höglund.
Wallander anladım dercesine başını salladı.
“Ben de şimdi ondan söz edecektim. Acaba çözüme bir türlü ulaşmayan siyasi bir ya da birçok gündem söz konusu olabilir mi? Partideki eski arkadaşlarıyla görüşüyor muydu? Bunları da açığa çıkarmalıyız.”
“Haber tüm ülkeye yayıldığından iki kişi telefon ederek cinayeti üstlendi,” dedi Svedberg. “Bunlardan biri Malmö’deki bir telefon kulübesinden aradı. O denli sarhoştu ki söyledikleri güçlükle anlaşılıyordu. Malmö’deki meslektaşlarımıza onu sorguya çekmelerini söyledik. Diğeriyse Österåker’deki bir mahkûmdu. Bu telefonlardan Gustaf Wetterstedt’in adının bile hâlâ bazı insanları etkilediği anlaşılıyor.”
“Bu meslekte yeterince uzun zamandan beri çalışan bizler, polis teşkilatının içinde de hâlâ ona diş bileyen bazı polislerin olduğunu biliyoruz,” dedi Wallander. “Onun adalet bakanlığı döneminde unutamayacağımız bazı olaylar oldu. Bugüne değin gelip giden adalet bakanlarıyla polis şefleri arasında bizler için küçük parmağını dahi kıpırdatmayan tek bakandı belki de Wetterstedt.”
Görev dağılımı yaptılar. Wallander, Wetterstedt’in gündelikçisini sorguya çekecekti. Yeniden öğleden sonra saat dörtte toplanmaya karar verdiler.
“Yapmamız gereken iki şey var,” diyerek konuşmasını sürdürdü Wallander. “Birincisi fotoğrafçılarla gazeteciler bizi rahat bırakmayacak. Bu, medyanın sevdiği türden bir olay çünkü. Kafa Derisi Yüzen Katil gibi gazete başlıklarına şimdiden hazırlıklı olmamız gerek. Onun için de bugün bir basın toplantısı düzenlesek iyi olacak. Basın toplantısını ben yönetmek istemem ama.”
“Yönetmek zorundasın,” dedi Svedberg. “Sorumluluğu üstlenmek zorundasın. İstemesen bile bunu en iyi sen yapıyorsun, bunu biliyorsun zaten.”
“Pekâlâ ama bunu tek başıma yapmak istemiyorum. Hansson’u ve Ann-Britt’i de istiyorum. Saat bir iyi mi?”
Herkes kalkmak üzereyken Wallander onlara biraz beklemelerini söyledi.
“Kolza tarlasında kendisini yakan kızın soruşturmasını bir kenara atamayız,” dedi.
“Aralarında bir bağlantı olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sordu Hansson şaşkınlıkla.
“Elbette hayır,” diye yanıtladı Wallander. “Ben yalnızca Wetterstedt cinayeti üstünde çalışırken bir yandan da kızın kim olduğunu öğrenmemiz gerektiğini söylemeye çalışıyorum.”
“Bilgisayarda işe yarar bir şey bulamadım,” dedi Martinson. “Harflerin bileşimine ilişkin bir şey de çıkmadı karşıma. Ama çalışmayı sürdüreceğime söz veriyorum.”
“Birileri onu merak ediyor olmalı. Genç bir kız. Kimsenin ortaya çıkıp aramaması çok garip doğrusu.” Wallander üzüntüsünü gizlemeye çalışıyordu.
“Yaz aylarında yaşıyoruz,” diyerek sözlerine devam etti Svedberg. “Gençler bu mevsimde sürekli yolculuk yaparlar. Onun yokluğunun fark edilmesi birkaç hafta sürebilir.”
“Haklısın,” dedi Wallander. “Sabırlı olmalıyız.”
Sekize çeyrek kala ayrıldılar. Hepsinin de işi yoğun olduğundan Wallander toplantıyı kısa kesmişti. Odasına gidince telefonuna gelen mesajlara bir göz gezdirdi. Acil bir şey yoktu. Çekmecesinden bir not defteri çıkararak sayfanın üstüne Gustaf Wetterstedt’in adını yazdı.
Sonra koltuğunda kaykılarak gözlerini kapadı. Onun ölümü bana ne anlatıyor? Kim bir adamın belkemiğine baltayla vurup kafa derisini yüzer?
Wallander yerinde doğruldu.
Not defterine yazmaya başladı: Gustaf Wetterstedt’in bir hırsız tarafından öldürüldüğünü söyleyecek herhangi bir delil yok elimizde ama yine de bu olasılığı göz ardı edemeyiz. Bu rastgele işlenmiş bir cinayet değil, tabii katil tımarhaneden kaçmış bir deli değilse. Katil hiç telaşa kapılmadan cesedi sakladı. Bu yüzden de intikam olasılığı hâlâ geçerli. Acaba Gustaf Wetterstedt’ten kim intikam almak ve onu öldürmek ister?
Wallander kalemini bırakarak yazdıklarını yüzünü buruşturarak okudu.
Daha çok erken, diye geçirdi içinden. Olanaksız sonuçlara ulaşmaya çalışıyorum. Oysa daha fazla şeyler öğrenmem gerek.
Ayağa kalkarak hızla ilerledi. Emniyetten çıktığında yağmurun durduğunu gördü. Sturup’taki meteoroloğun hava tahmini doğru çıkmıştı. Wallander vakit kaybetmeden doğruca Wetterstedt’in villasına gitti.

Kumsaldaki polis kordonu henüz kaldırılmamıştı. Nyberg işinin başına dönmüştü bile. Elemanlarıyla birlikte kumsaldaki muşambayı kaldırıyordu. Polisleri izlemeye gelmiş kalabalık bir meraklı topluluğu vardı.
Wallander, Wetterstedt’in anahtarlığındaki anahtarları deneyerek sonunda villanın kapısını açtı ve doğruca çalışma odasına gitti. Sistematik bir şekilde Höglund’un bir gece önce başlattığı araştırmayı sürdürdü. Wetterstedt’in sözcükleriyle ‘gündelikçi kadının’ adını öğrenmesi yarım saatini aldı. Kadının adı Sara Björklund’du. Kentin batı yakasındaki büyük depoların hemen arkasında, Styrbordsgången Sokağı’nda oturuyordu. Masanın üstündeki telefona uzanarak numarayı çevirdi. Telefon sekiz çalıştan sonra açıldı. Wallander karşısında sert bir erkek sesi duydu.
“Sara Björklund’u arıyordum,” dedi Wallander.
“Evde değil,” diye karşılık verdi adam.
“Onu nerede bulabilirim acaba?”
“Kimsiniz?” diye sordu adam baştan savma bir sesle.
“Ystad polisinden Kurt Wallander.”
Karşı tarafta uzun bir sessizlik oldu.
“Orada mısın?” diye sordu Wallander sabırsızlandığını gizlemeye gerek görmeden.
“Bunun Wetterstedt’le bir ilgisi var mı?” diye sordu adam. “Sara Björklund benim karım.”
“Onunla konuşmam gerek.”
“Malmö’de. Bugün akşama doğru dönecek.”
“Onu ne zaman bulabilirim? Saat kaçta? Net olmaya çalış!”
“Beşe kadar evde olacağını sanıyorum.”
“O zaman beşte sizde olacağım,” diyerek telefonu kapattı Wallander.
Evden dışarı çıkarak, kumsala, Nyberg’in yanına gitti. Polis kordonunun arkası bir hayli kalabalıklaşmıştı.
“Bir şey buldun mu?” diye sordu.
Nyberg bir elinde kum dolu bir kovayla duruyordu.
“Hayır, bulamadım,” dedi. “Ama eğer burada öldürülmüş ve yere kumların üstüne düşmüş olsaydı mutlaka kan izleri olacaktı. Belki kan sırtından akmayacaktı fakat başından mutlaka akacaktı. Ortalık kan gölüne dönmüş olmalı. Kafada büyük damarlar vardır.”
Wallander onaylarcasına başını salladı.
“Sprey kutusunu nerede bulmuştun?” diye sordu.
Nyberg kordonun arkasındaki yeri gösterdi.
“Onun bu cinayetle bir ilgisi olduğunu hiç sanmıyorum,” dedi Wallander.
“Ben de,” diye karşılık verdi Nyberg.
Wallander tam arabasına doğru giderken birden Nyberg’e bir sorusu daha olduğunu hatırladı.
“Bahçe kapısının yanındaki lambanın ampulü patlamış,” dedi. “Ona bir bakar mısın?”
“Nesine bakmamı istiyorsun?” diye sordu Nyberg merakla. “Ampulü mü değiştirmemi istiyorsun?”
“Lambanın neden yanmadığını öğrenmek istiyorum yalnızca. Hepsi bu.”
Emniyete döndü. Gökyüzü kara bulutlarla kaplanmıştı. Ama yağmur yağmıyordu.
“Gazeteciler sürekli arıyorlar,” dedi Ebba, Wallander danışmanın önünden geçerken.
“Saat birdeki basın toplantısına gelsinler,” dedi Wallander. “Ann-Britt nerede?”
“Bir süre önce dışarı çıktı. Ama nereye gittiğini söylemedi.”
“Ya Hansson?”
“Galiba Per Åkeson’un ofisinde. Arayayım mı?”
“Basın toplantısına hazırlanmalıyız. Toplantı odasına bir iki sandalye daha koydurt. Kalabalık olacak.”
Wallander toplantıda basına söyleyeceklerini hazırlamak üzere odasına gitti. Yaklaşık yarım saat sonra da Höglund içeri girdi.
“Salomonsson’un çiftliğine gittim. Sanırım kızın onca benzini nereden bulduğunu öğrendim.”
“Salomonsson’un ahırından mı?”
Höglund evet dercesine başını salladı.
“Hiç olmazsa bir sorun çözüldü,” dedi Wallander. “Bu da genç kızın oraya yürüyerek gelebileceğini gösterir. Arabayla ya da bisikletle oraya gitmiş olma olasılığını düşünmeye artık gerek kalmadı. Yürümüş olmalı.”
“Acaba Salomonsson onu tanıyor muydu?” diye sordu Höglund.
Wallander yanıt vermeden bir an düşündü.
“Hayır,” dedi sonra da. “Salomonsson yalan söylemiyordu. Kızı daha önce hiç görmemişti.”
“O zaman kız tamamen bir rastlantı sonucu oraya gitmiş olmalı. Salomonsson’un ahırına girerek şişeler dolusu benzini bulmuş ve yanına beş şişe alıp kolza tarlasına gitmiş. Sonra da benzini üstüne dökerek kendini yaktı.”
“Evet, hepsi bu işte,” dedi Wallander. “Kızın kim olduğunu öğrensek bile tüm olanları büyük olasılıkla hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.”
Kahve içip basın toplantısında neler söyleyeceklerini tartıştılar. Hansson yanlarına geldiğinde saat on bir olmuştu.
“Per Åkeson’la konuştum,” dedi. “Başsavcıyla bağlantı kuracağını söyledi bana.”
Wallander şaşkınlıkla başını kaldırıp baktı.
“Neden?”
“Gustaf Wetterstedt çok önemli biriydi. On yıl önce bu ülkenin başbakanı öldürüldü. Şimdi de eski bir adalet bakanı öldürülüyor. Bana kalırsa Åkeson bu cinayet soruşturmasına daha özel bakılıp bakılmayacağını anlamaya çalışıyor.”
“Eğer bugün hâlâ adalet bakanı olsaydı bu sözleri anlayabilirdim,” dedi Wallander. “Ama uzun zamandan beri kamu görevlerini arkasında bırakmış bir emekliden bahsediyoruz.”
“Åkeson’la o zaman bir de sen konuş,” dedi Hansson. “Ben onun söylediklerini aktardım yalnızca.”
Saat tam birde toplantı odasındaki küçük kürsüde yerlerini aldılar. Basınla yapacakları bu toplantıyı ellerinden geldiğince kısa kesmeye çalışma konusunda aralarında anlaşmışlardı. Toplantının en önemli amacı saçma sapan spekülasyonların önünü kesmekti. Bu nedenle de Wetterstedt’in nasıl öldürüldüğü sorusuyla karşılaştıklarında bilinçli olarak somut bir şeyler söylememeye karar vermişlerdi. Özellikle de kafa derisinin yüzüldüğüne ilişkin bir şey söylemeyeceklerdi.
Gazeteciler toplantı odasına doluşmuşlardı. Wallander’in tahmin ettiği gibi ulusal gazeteler Gustaf Wetterstedt’in ölümünün çok önemli bir olay olduğuna karar vermişlerdi. Wallander kalabalığa baktığında üç televizyon kanalının kameralarını gördü.

Daha sonra toplantı bitip de son gazeteci de salondan çıktığında Wallander toplantının alışılmışın dışında iyi geçtiğini fark etti. Soruşturmanın selameti açısından yanıtların sınırlı ve kısa olmasına gazetecilerden herhangi bir olumsuz tepki gelmemişti. Haberciler Wallander’le iş arkadaşlarının oluşturduğu görünmez duvarı delip geçemeyeceklerini anlamışlardı. Onlar gittikten sonra Wallander yerel bir radyo istasyonundan gelen muhabirin sorularını, Höglund da bir kameranın karşısında sorulan soruları yanıtlıyordu. Wallander arkadaşına bir göz atınca televizyon kameralarının önünde olmadığına şükretti içinden.
Basın toplantısının sonunda Per Åkeson dikkat çekmeden salona girerek en arka sıraya oturmuştu. Şimdi de yerinden kalkmış Wallander’in yanına gelmesini bekliyordu.
“Başsavcıya haber vereceğini duydum,” dedi Wallander. “Sana herhangi bir talimat verdi mi?”
“Her şeyden haberdar olmak istiyor,” diye yanıt verdi Åkeson. “Senin beni her şeyden haberdar etmen gibi.”
“Her gün sana yaptıklarımıza ilişkin kısa bir özet göndereceğim,” dedi Wallander. “Tabii ki olayda önemli ipuçlarını ele geçirdiğimizde de.”
“Somut bir şeyler bulabildiniz mi?”
“Hayır.”
Soruşturma grubunun toplantısı dörtteydi. Wallander artık rapor hazırlama değil çalışma zamanı olduğunun farkındaydı. Eğer soruşturmayı etkileyebilecek herhangi dramatik bir şey olmazsa ertesi sabah saat sekizde buluşmaya karar verdiler.
Saat beşe gelmeden Wallander emniyetten çıkarak Sara Björklund’un oturduğu Styrbordsgången’e doğru yola koyuldu. Burası, Wallander’in hiç gitmediği bir mahalleydi. Arabasını park ederek bahçe kapısından içeri girdi. O daha kapıya ulaşmadan kapı açıldı. Karşısında duran kadın tahmin ettiğinden de gençti. Wallander onun otuz yaşlarında olduğunu düşündü. Demek Gustaf Wetterstedt’in gündelikçi kadını buydu. Wetterstedt’in kendisine gündelikçi kadın dediğini bilip bilmediğini düşündü.
“İyi günler. Bugün daha önce telefon etmiştim. Siz Sara Björklund’sunuz, değil mi?”
“Sizi tanıyorum,” dedi kadın, başını evet dercesine sallayarak.
Genç kadın Wallander’i içeri davet etti. Oturma odasındaki masanın üstünde bisküviyle kahve termosu duruyordu. Wallander gürültü yapan çocukları azarlayan bir adamın sesini duydu. Ses yukardan geliyordu. Bir koltuğa oturarak çevresine baktı. Sanki babasının yaptığı resimlerden birini duvarda asılı görecekmiş gibi bir duyguya kapılmıştı nedense. Burada eksik olan tek şey aslında babamın yaptığı resimler, diye geçirdi içinden. İşte eski balıkçı, çingene kadın ve ağlayan çocuk. Tek eksik bu.
“Kahve içer misiniz, efendim?” diye sordu Sara Björklund.
“Bana efendim demene gerek yok. Evet, lütfen.”
“Gustaf Wetterstedt’le resmi olmam gerekiyordu,” dedi birdenbire Sara. “Kendisine mutlaka Bay Wetterstedt denmesini isterdi. Orada çalışmaya başladığımda bana talimatlarını birer birer yazdırmıştı.”
Wallander genç kadının hemen konuya girmesine çok sevinmişti. Cebinden küçük not defteriyle bir kalem çıkardı.
“O zaman Gustaf Wetterstedt’in öldürüldüğünü biliyorsun, demek?” diye söze başladı.
“Korkunç bir şey bu,” dedi Sara. “Kim yapmış olabilir?”
“Biz de aynı şeyi çok merak ediyoruz.”
“Gerçekten de kumsalda mı buldunuz onu? O çirkin kayığın altında mı? Üst kattan görülen o korkunç kayığın altında mı?”
“Evet, orada bulduk. Ama şimdi en başından başlayalım. Gustaf Wetterstedt’in evini temizliyorsun, değil mi?”
“Evet.”
“Ne kadar zamandan beri onun yanında çalışıyorsun?”
“Yaklaşık üç yıldan beri. İşsizdim. Bu evi döndürmek için paraya ihtiyacımız var. Ben de zorunlu olarak temizlik işleri yapmaya başladım. O işi de gazetedeki ilanla bulmuştum.”
“Oraya ne kadar sıklıkla gidiyordun?”
“Ayda iki kez. On beş günde bir perşembeleri.”
Wallander not almaya başlamıştı.
“Her zaman perşembeleri mi giderdin?”
“Evet.”
“Kendi anahtarın var mıydı?”
“Hayır. Bana evin anahtarını hiç vermedi.”
“Neden?”
“Evine temizliğe gittiğimde peşimden hiç ayrılmazdı. Bu da beni inanılmaz derecede sinirlendirirdi. Ama parası çok iyiydi.”
“Farklı herhangi bir şey dikkatini çekmiş miydi?”
“Ne gibi?”
“Evde her zaman yalnız mıydı?”
“Evet, her zaman.”
“Yemeğe konukları falan gelmez miydi?”
“Bildiğim kadarıyla hayır. Oraya gittiğimde mutfakta yıkanmayı bekleyen bulaşık hiç görmedim.”
Wallander konuşmasını sürdürmeden kısa bir an duraksadı.
“Onu insan olarak nasıl tanımlayabilirsin?”
Sara’nın yanıtı kısa ve özdü.
“İnsanın, canın cehenneme diyebileceği türden biriydi.”
“Bununla ne demek istiyorsun?”
“Sürekli bana patronluk taslardı. Ben onun gözünde önemsiz, sıradan bir temizlikçi kadındım. İşin en komik yanı da bir zamanlar temsilcisi olduğu siyasi parti bizlerin davasını sahiplenmişti. Temizlikçi kadınların davasını.”
“Ajandasında senden gündelikçi kadın diye söz ettiğini biliyor muydun?”
“Hiç şaşırmadım.”
“Ama yanında çalışmayı da sürdürdün?”
“Söylediğim gibi parası çok iyiydi.”
“Oraya son gidişini hatırlamaya çalış. Geçen haftayı.”
“Her şey her zamanki gibi olağandı. Cinayet işlendiğinden beri kendimi zorluyorum ama olağan dışı bir şey yoktu. O gün de her zamanki gibiydi.”
“Üç yıldan bu yana orada alışılmışın dışında herhangi bir şey olmadı mı?” Wallander, Sara’nın yanıt vermeden önce bir an duraksadığını fark ederek hemen dikkat kesildi.
“Geçen yıl bir keresinde garip bir şey olmuştu,” diye söze başladı Sara. “Kasım ayında. Neden bilmiyorum ama ayın kaçı olduğunu hatırlamıyorum. Perşembe yerine o hafta cuma günü gitmiştim oraya. Eve doğru yaklaşırken garajdan büyük ve siyah bir araba çıktı. Siyah camlı, içi görünmeyen bir arabaydı bu. Sonra da ben her zamanki gibi yine evin zilini çalmıştım. Kapının açılması uzun sürdü. Karşısında beni görünce çok öfkelendi. Kapıyı yüzüme kapattı. Beni kovacağını sanmıştım ama gelecek sefer gittiğimde hiçbir şey olmamış gibi davranıp bir şey söylemedi. Olanları tümüyle göz ardı etti.”
Wallander genç kadının konuşmasını sürdürmesini bekledi.
“Hepsi bu kadar mı?”
“Evet.”
“Garajdan siyah ve büyük bir araba çıktı?”
“Evet.”
Wallander genç kadının daha fazla bir şey bilmediğini anlamıştı. Aceleyle kahvesini bitirerek ayağa kalktı.
“Başka bir şey hatırlarsan beni ara lütfen,” dedi evden çıkarken. Arabasına binerek kente döndü.
Büyük siyah bir araba Wetterstedt’in evine gitmiş, diye geçirdi içinden. Acaba arabada kim ya da kimler vardı?
Saat altı olmuştu. Sert bir rüzgâr olanca hızıyla esiyordu.

9
Wallander, Wetterstedt’in villasına döndüğünde Nyberg’le ekibi evin içindeki araştırmalarına başlamıştı. Neredeyse tonlarca kumu kazmışlar ama cinayete ilişkin tek bir ipucu bile bulamamışlardı. Yağmur yeniden yağmaya başlayınca da Nyberg hiç zaman yitirmeden hemen kumu muşambayla örttürmüştü. Havanın düzelmesini beklemek zorundaydılar. Wallander, Sara Björklund’un perşembe yerine cuma günü temizliğe gitmesiyle büyük bir siyah araba görmesinin Wetterstedt’in içine girilemez dünyasında küçük bir kapı açtığını düşünüyordu. Aksi hâlde Wetterstedt’in Sara’ya öfkelenmesinin ya da genç kadını kovmamasının ve bu olaydan hiç söz etmemesinin başka bir nedeni olamazdı. Öfke ve sessizlik aynı mizacın iki farklı yüzüydü.
Nyberg, Wetterstedt’in oturma odasında bir koltuğa oturmuş kahve içiyordu. Wallander, Nyberg’in termosunun bir hayli eski olduğunu fark etti. Ellili yıllarda kullanılan termosa benziyordu. Nyberg olası izleri silmemek için koltuğun üstüne bir gazete kâğıdı sermiş, öyle oturuyordu.
“Cinayet yerini henüz bulamadık,” dedi Nyberg. “Şimdi de yağmur yağdığından çıkıp aramanın bir anlamı yok.”
“Umarım olay yerini muşambayla iyi örtmüşsündür,” dedi Wallander. “Yağmur hızlandı. Rüzgâr da sert esiyor.”
“Merak etme,” diye karşılık verdi Nyberg.
“Çalışma masasını bitirmek istiyorum,” dedi Wallander.
“Hansson aradı. Wetterstedt’in çocuklarıyla konuşmuş.”
“Yeni mi konuşmuş çocuklarla? Ben bunu daha önce yaptığını sanıyordum.”
“Bu konuda bir şey bilmiyorum. Ben onun söylediklerini yineliyorum yalnızca.”
Wallander çalışma odasına giderek masanın başına geçip oturdu. İyice görebilmek için masadaki lambayı yanına çekti. Sonra sol taraftaki çekmecelerden birini açtı. Çekmecede bu yılın vergi iadelerinin bir kopyası duruyordu. Wallander evrakı alarak masanın üstüne koydu. Wetterstedt’in gelirini yaklaşık bir milyon kron olarak beyan ettiğini gördü. Evrakı incelediğinde de bu gelirin büyük bir bölümünün özel emeklilik maaşıyla hisse senetlerinden olduğunu fark etti. Wetterstedt’in İsveç ağır sanayisinden hisseleri vardı. Bu gelirlerin dışında Wetterstedt, Tiden Yayınevi’nden gelen teliflerini de beyan etmişti. “Net Servet” bölümünün altına da beş milyon kron yazmıştı. Wallander bu rakamı ezberledi. Vergi iadesi evrakını çekmeceye geri koyarak bir sonraki çekmeceyi açtı. Bu çekmecenin içinde bir albüm vardı. İşte Ann-Britt’in merak ettiği aile fotoğrafları burada olmalı, diye geçirdi içinden. Albümü masanın üstüne koyarak açtı. Gittikçe artan bir şaşkınlıkla albümün sayfalarını çevirdi. Albüm eski moda porno resimlerle doluydu. Bazıları gerçekten de soluk kesiciydi. Wallander bazı sayfaların diğerlerine oranla çok daha kolay açıldığını fark etti. Wetterstedt’in genç mankenlerden hoşlandığı anlaşılıyordu. Dış kapının vurulduğunu duydu. Bir süre sonra Martinson içeri girdi. Wallander arkadaşını başıyla selamladıktan sonra albümü gösterdi.
“Bazı insanlar pul koleksiyonu yapar,” dedi Martinson. “Bazıları da bu tür resim koleksiyonu.”
Wallander albümü kapatarak yerine koydu.
“Malmö’den Sjögren adında bir avukat aradı,” dedi Martinson. “Gustaf Wetterstedt’in vasiyetinin kendisinde olduğunu söyledi. Sürpriz vârisleri olup olmadığını sordum. Yokmuş ve tüm varlığı yasal vârislerininmiş. Wetterstedt genç hukuk öğrencilerine burs veren bir vakıf kurmuş. Bunu uzun zaman önce yapmış ve vergisini de ödemiş.”
“Demek bildiklerimiz bu kadar. Gustaf Wetterstedt varlıklı biriymiş. Ama babası liman işçisi değil miydi?” diye merakla sordu Wallander.
“Svedberg geçmişini araştırıyor,” dedi Martinson. “Wetterstedt’le ilgili birçok şey bilen ve belleği güçlü eski bir parti sekreteriyle bağlantı kurduğunu duydum. Ama ben buraya Salomonsson’un tarlasında kendini yakan kız hakkında konuşmak için gelmiştim.”
“Kızın kim olduğunu mu öğrendin?”
“Hayır. Ama bilgisayar sayesinde o harflerin iki bin olasılığı içerdiğini öğrendim. Uzun bir liste çıkardım.”
Wallander bir an için düşündü. Şimdi ne yapacaklardı?
“Interpol’e vermeliyiz,” dedi. “Şu yeni kuruluşun adı neydi? Europol?”
“Evet.”
“Kızın bilgilerini içeren bir yazı gönder. Yarın da kolyenin bir resmini çekeriz. Meryem Ana kolyesinin. Wetterstedt’in ölümü öncelikli olmasına karşın yine de o kızla ilgili soruşturmayı sürdürmeye çalışmalıyız.”
“Kolyeyi bir kuyumcuya gösterdim,” diye yanıtladı Martinson. “Altın olduğunu söyledi.”
“Birileri mutlaka onu merak ediyordur,” dedi Wallander. “Hiç akrabasının olmaması pek mümkün değil.”
Martinson esnedikten sonra Wallander’e yardıma ihtiyacı olup olmadığını sordu.
“Yok,” dedi Wallander.
Martinson gittikten sonra Wallander bir saat daha çalışma masasının çekmecelerini inceledi. Ardından lambayı söndürerek bir süre de karanlıkta oturdu. Gustaf Wetterstedt kim, diye geçirdi içinden. Kafamda onunla ilgili oluşturduğum resim hâlâ net değil.
Birden aklına bir fikir geldi. Oturma odasına giderek telefon rehberinde birinin numarasına baktı. Saat daha dokuz olmamıştı. Numarayı çevirir çevirmez açıldı. Kendisini tanıttıktan sonra konuştuğu kişiye kendisini ziyaret etmek istediğini söyledi. Sonra da telefonu kapattı. Üst kata Nyberg’in yanına giderek bir işi çıktığını, daha sonra yine geleceğini söyleyip evden çıktı. Rüzgâr olanca hızıyla eserken yağmur da yağıyordu. Sırılsıklam olmamak için arabasına koşarak gitti. Sonra da yola koyularak Österport okulunun yanındaki binanın önünde durdu.
Zile basarak bekledi. Kapı açılınca üçüncü kata çıktı. Lars Magnusson kapının önünde onu bekliyordu.
“Görüşmeyeli epey oldu,” dedi Lars Magnusson, Wallander’in elini sıkarken.
“Evet,” diye karşılık verdi Wallander. “En son beş yıl önce görüşmüştük.”
Uzun süre önce Lars Magnusson gazeteciydi. Expressen gazetesinde uzun yıllar muhabirlik yaptıktan sonra büyük kentten sıkılmış ve doğduğu yere, Ystad’a dönmüştü. Arkadaş olan eşleri sayesinde tanışmışlardı. Bir sohbetleri sırasında ortak yanları olduğunu anlamışlardı. Bunlardan biri de opera tutkusuydu. Wallander eşi Mona’dan boşandıktan bir süre sonra Lars Magnusson’un tescilli bir alkolik olduğunu öğrenmişti. Ortaya çıkan bu gerçek bir bomba gibi patlamıştı. Wallander’in nöbetçi olduğu bir akşam bir polis devriyesi, Lars Magnusson’u sürükleyerek emniyete getirmişti. O kadar sarhoştu ki ayakta duramıyordu. O şekilde araba kullanmış ve direksiyon hâkimiyetini kaybederek bir bankadan içeri girmişti. Daha sonra mahkemeye çıkarılan Lars Magnusson’a yargıç altı ay hapis cezası vermişti. Hapisten çıktıktan sonra gazeteye geri dönmemişti. O sırada karısı da onu terk etmişti. İçmeyi sürdürmüş ama o kritik çizgiyi geçmemeyi de başarabilmişti. Gazetecilik mesleğini bıraktıktan sonra yaşamını gazetelere satranç problemleri hazırlayarak kazanmaya başlamıştı, içkiden kendini öldürmemesinin tek nedeni her gün en azından bir satranç problemi hazırlayıncaya kadar içki içmemesinden kaynaklanıyordu. Evinde artık faks makinesi olduğundan postaneye gitmek için sokağa çıkması da gerekmiyordu. Satranç problemlerini gazeteye evden gönderiyordu.
Wallander eski arkadaşının sade dairesine girdi. Evin içindeki kokudan Magnusson’un içmeye çoktan başladığı anlaşılıyordu. Masanın üstünde bir şişe votka duruyordu. Ama Wallander kadehi göremedi.
Lars Magnusson, Wallander’den bir hayli büyüktü. Beyaz saçları, kirli gömlek yakasına dek uzanıyordu. Yüzü kırmızı ve şişti. Ama Wallander arkadaşının gözlerinin net ve pırıl pırıl baktığını gördü. Kimse Magnusson’un zekâsına bir şey diyemezdi. Ortada dolaşan söylentilere bakılacak olursa, bir zamanlar yazdığı şiirleri Bonniers Yayınları basmayı kabul ederek kendisine bir miktar avans göndermiş ama kitabın tam basılma aşamasında Magnusson vazgeçtiğini söyleyerek avansı geri vermiş ve kitabının basılmasına izin vermemişti.
“Doğrusu seni beklemiyordum,” dedi Magnusson. “Otur. Ne içersin?”
“Bir şey almayayım, sağ ol,” diyen Wallander kanepenin üstündeki gazete yığınlarını yere koyarak oturdu.
Wallander’in karşısına oturan Magnusson ara sıra votka şişesini ağzına dayayıp içiyordu. Müziğin sesini kısmıştı.
“Uzun zaman oldu,” dedi Wallander. “Seni en son ne zaman gördüğümü hatırlamaya çalışıyorum.”
“İçki dükkânındaydı,” diye karşılık verdi Magnusson. “Yaklaşık beş yıl önce. Sen şarap alıyordun, ben de başka bir şey.”
Wallander evet dercesine başını salladı. Hatırlamıştı.
“Hafızan yine her zamanki gibi güçlü.”
“Kendimi öldürecek kadar içmiyorum ki,” diye karşılık verdi Magnusson. “Buna daha vakit var.”
“Hiç bırakmayı düşündün mü?”
“Her gün düşünüyorum. Ama buraya beni içkiden vazgeçirmek için geldiğini sanmıyorum.”
“Gazetelerde Gustaf Wetterstedt’in öldürüldüğüne ilişkin haberleri herhalde okumuşssundur?”
“Evet.”
“Bana bir zamanlar onun hakkında bir şeyler söylediğini hayal meyal hatırlıyorum. Onunla ilgili çokça skandalın söz konusu olduğunu ama bunların tümünün de örtbas edildiğini söylediğini hatırlıyorum.”
“Evet, hem de çok büyük bir skandaldı,” diye arkadaşının sözünü kesti Magnusson.
“Wetterstedt’in kim olduğunu anlamaya çalışıyorum,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Bu konuda belki bana yardım edersin diye düşündüm.”
“Söylentileri mi yoksa gerçeği mi öğrenmek istiyorsun?” dedi Magnusson. “Aslında söylentilerle gerçeği birbirinden ayırt edebileceğimden de emin değilim.”
“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz,” dedi Wallander.
Lars Magnusson votka şişesinin kendisine gereğinden fazla yakın olduğunu düşünürcesine şişeyi itti.
“On beş yaşımda stajyer olarak Stockholm gazetelerinden birinde çalışmaya başladım,” dedi. “1955 yılının ilkbaharıydı. Gazetenin gece sekreterliğini Ture Svanberg adında yaşlı biri yapıyordu. Şimdi benim olduğum gibi içkiye düşkün biriydi ama işine gerekli özeni de gösterirdi. Gazeteyi sattıran başlıkları yazmada üstüne yoktu. Çalakalem ve aşırı duygusal yazılara çok öfkelenirdi. Hatta bir keresinde bu tür bir yazıyı almış, paramparça ettikten sonra da kâğıt parçalarını öfkeyle yemişti. Kâğıtları çiğnemiş ve sonra da yutmuştu. Ve, ‘Bir süre sonra layık olduğu yere yani kanalizasyona gidecek,’ demişti. Bana gazeteciliği Ture Svanberg öğretti. İki tür gazeteci olduğunu söylerdi sık sık. Bunlardan birincisi gerçeği ortaya çıkarmak için, diğeriyse gerçeği örtbas etmek için elinden geleni yapar, derdi. O birinci gruptandı. Ve bu iki grup arasında da sürekli ve asla bitmeyecek bir savaş vardır. Bazı gazeteciler gerçeğin peşini bırakmaz ve bunu ortaya çıkarmak için gerekirse canlarını bile tehlikeye atabilirler. Bazıları da güç sahiplerine yalakalık yapar ve gerçeğin ortaya çıkmaması için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Gerçekten de bu söyledikleri doğruydu. On beş yaşımda olmama karşın bana öğrettiklerini çabucak öğreniyordum. Güç sahipleri sembolik temizlik firmaları ve cenaze levazımatçılarıyla ittifak kurarlar. Onların ayak işlerini yapmak için ruhlarını satmaya can atan birçok gazeteci vardır. Gerçeğin ortaya çıkmaması için güneşi balçıkla örtmeye çalışırlar. Skandalları örtbas ederler. Temiz toplum safsatalarıyla gerçeği tüm güçleriyle bastırırlar.”
Yüzünü buruşturarak şişesine uzanıp büyükçe bir yudum aldı. Wallander arkadaşının göbeklenmeye başladığını fark etti.
“Gustaf Wetterstedt’le ilgili o günlerde tam olarak ne olmuştu?”
Magnusson cebinden bir paket sigara çıkardı. Sigarasını yakarak dumanı havaya savurdu.
“Fahişeler ve sanat,” dedi. “Gustaf’ın karısından habersiz kiraladığı Vasastan’daki evine yıllarca, her hafta genç bir kız götürdüğünü herkes biliyordu. Bu işlerle ilgilenen özel bir yardımcısı vardı. O günlerde bu yardımcının morfinman olduğunu ve Wetterstedt’in ona morfin bulduğunu duymuştuk. Birçok doktor arkadaşı vardı. Aslında fahişelerle ilişki kurması biz gazetecileri pek ilgilendirmiyordu. Wetterstedt bunu yapan ne ilk ne de son İsveçli bakandı. Aslında burada bir kuraldan mı yoksa bir ayrıcalıktan mı söz ettiğimizi sormamız gerekir. Bazen bu sorunun yanıtını merak ederim. Her neyse, bir gün işler değişti. Fahişelerden biri, tüm cesaretini toplayarak Wetterstedt’i kendisine şiddet uyguladığı için polise şikâyet etti.”
“Bu tam olarak ne zamandı?” diye arkadaşının sözünü kesti Wallander.
“Altmışlı yılların ortalarında. Genç kadın, bakanın kendisini deri bir kemerle dövdüğünü ve ayaklarının tabanlarını jiletle kestiğini ileri sürdü. Büyük olasılıkla jilet yüzünden kadın onu polise şikâyet etti. Olay gittikçe ilginçleşiyordu. Tek sorun polisin, kraldan sonra ikinci olan, İsveç hukuk güvenliğinin en yüksek koruyucusu adalet bakanına karşı yapılan bu şikâyeti araştırmasının olanaksız olmasıydı. Bu yüzden de tüm olay örtbas edildi. Polis raporu ortadan kayboldu.”
“Kayboldu mu?”
“Yakıldı.”
“Peki, bakanı şikâyet eden genç kız, ona ne oldu?”
“Kız birdenbire Västerås’taki o pahalı butiklerden birinin sahibi oluverdi.”
Wallander şaşkınlıkla başını salladı.
“Tüm bunları nereden biliyorsun?”
“O günlerde Sten Lundberg adında bir gazeteci arkadaşım vardı. Tüm o karışıklığı çözmeye karar vermişti. Ama gerçeğe adım adım yaklaştığına ilişkin söylentiler ortaya çıkınca ânında kara listeye alındı ve işinden uzaklaştırıldı.”
“Ve o da buna ses çıkarmadı, öyle mi?”
“Başka bir seçeneği yoktu ki. Ne yazık ki onun da zayıf bir tarafı vardı. Kumarbazdı. İnanılmaz borçları vardı. Kumar borçlarının ânında ödendiği doğrultusunda söylentiler çıkmıştı o günlerde. Fahişenin polis raporu gibi bu da örtbas edildi. Ve hiçbir şey olmamış gibi Gustaf Wetterstedt morfinman adamını fahişelerin peşine salmayı sürdürdü.”
“Çokça skandal söz konusu olduğunu söylemiştin,” dedi Wallander.
“Adalet bakanlığı yaptığı dönemlerde, İsveç’te sanat eserleri kaçakçılığına adının karıştığına ilişkin söylentiler de çıkmıştı. Söz konusu kaçak tablolar asla bulunamadı ve bu tablolar şimdi büyük olasılıkla koleksiyoncuların kale gibi korunan evlerinin duvarlarını süslüyordur. Polis bir rastlantı sonucu aracı olduğu ileri sürülen bir adamı yakalamıştı. Bu adam Wetterstedt’in bu olayın içinde olduğuna yemin etmişti. Ama bu elbette kanıtlanamadı ve olay yine kapandı. Gerçeğin ortaya çıkmasını isteyenlerin sayısı istemeyenlerin sayısının yanında bir hiçti.”
“İyi bir tablo çizmedin doğrusu,” dedi Wallander.
“Sana az önce ne söylediğimi hatırlıyor musun? Gerçeği mi yoksa söylentileri mi istiyorsun, diye sormuştum. Çünkü Gustaf Wetterstedt’le ilgili çıkan söylentilere bakarsan o çok başarılı bir politikacıydı, partisine sadıktı ve çok hümanist biriydi. Ayrıca iyi bir eğitim görmüş ve yetenekli biriydi de. Ölüm ilanında bunlar yer alacak. Tabii kırbaçladığı kızlardan biri bildiklerini anlatmaya karar vermediği sürece.”
“Bakanlıktan ayrıldıktan sonra ne oldu?” diye sordu Wallander.
“Kendisinden daha genç bakanlarla iyi anlaştığını sanmıyorum. Özellikle kadın bakanlarla. O günlerde kuşaklar arasında büyük farklılıklar yaşanıyordu. Bana kalırsa tıpkı benim gibi o da zamanını doldurduğunu fark etti. Gazetecilikten istifa ettim. Ve Ystad’a geldikten sonra da doğrusu onu hiç düşünmedim. Şu âna kadar.”
“Onca yıldan sonra onu sence kim öldürmek ister?”
Lars Magnusson omuz silkti.
“Bu soruyu yanıtlamak olanaksız.”
Wallander’in bir sorusu daha vardı.
“Bu ülkede daha önce birinin kafa derisi yüzülerek öldürüldüğüne ilişkin bir şey hatırlıyor musun?”
Magnusson gözlerini kıstı. Merakla Wallander’e baktı.
“Kafa derisi mi yüzülmüş? Bundan televizyonda söz etmediler. Bilselerdi mutlaka sözünü ederlerdi.”
“Bu ikimizin arasında kalmalı,” dedi Wallander, başını tamam dercesine sallayan Magnusson’a bakarak.
“Bu haberi henüz kamuoyuna duyurmak istemiyoruz,” diye sürdürdü konuşmasını. “Soruşturmanın selameti açısından her şeyi söyleyemeyeceğimizi her zaman ileri sürebiliriz. Bu sözleri aslında polisin elinde fazla bir bilgi olmadığında söyleriz ama bu kez durum çok daha farklı.”
“Sana inanıyorum,” dedi Magnusson. “Ya da inanmıyorum. Artık gazeteci olmadığıma göre bunun bir önemi yok. Ama kafa derisi yüzen bir katil de hatırlamıyorum. Olsaydı mutlaka hatırlardım. Ture Svanberg böylesi bir haberin üstüne atlardı. Basına haber sızdıranları engellemeyi başarabilecek misin?”
“Bilmiyorum,” diye karşılık verdi içtenlikle. “Ne yazık ki bu konuda çok kötü deneyimlerim var.”
“Bu haberi satmayacağım, merak etme,” dedi Magnusson.
Sonra da Wallander’i kapıya kadar geçirdi.
“Polis olmaya nasıl dayanabiliyorsun?” diye sordu Wallander’e dışarı çıkarken.
“Bilmiyorum,” dedi Wallander içtenlikle. “Öğrenince sana da söylerim.”
Fırtına artmıştı. Rüzgâr olanca hızıyla esiyordu. Wallander, Wetterstedt’in evine döndü. Nyberg’in adamlarından bazıları üst katta parmak izlerini alıyorlardı. Wallander balkon penceresinden bakarken Nyberg’in bahçe kapısının yanındaki lamba direğine bir merdiven dayamış olduğunu gördü. Rüzgâr merdiveni devirmesin diye de direğe bağlamıştı. Nyberg tam merdivenden inerken Wallander gidip ona yardım etmeye karar verdi. Kapıda karşılaştılar.
“Ampulü sonra da değiştirebilirdin,” dedi Wallander. “Rüzgâr merdiveni de seni de uçurabilirdi.”
“Düşseydim mutlaka bir yerimi incitirdim.” Nyberg ciddi bir sesle konuşmasını sürdürdü. “Elbette ampulü daha sonra değiştirebilirdim. Ama unutabilirdim. Bu işin yapılmasını sen istediğin için, ben de yeteneklerine ve sana saygı duyduğumdan ampulü şimdi değiştirmeye karar verdim. Ama bunu sen istediğin için yaptım yoksa başkası isteseydi inan yerimden kıpırdamazdım.”
Wallander, Nyberg‘in bu sözlerine şaşırmıştı. Ama yine de şaşkınlığını belli etmemeye çalıştı.
“Ampul patlamış mı?” diye sordu.
“Hayır,” diye karşılık verdi. “Gevşetilmiş.”
Wallander bunun ne anlama gelebileceğini düşündü. Sonra da ani bir karar verdi.
“Bir dakika,” diyerek salona gitti ve Sara Björklund’a telefon etti. Telefonu genç kadın açtı.
“Gecenin bu saatinde rahatsız ettiğim için çok özür dilerim,” diye söze başladı. “Ama çok önemli bir şey sormak istiyorum. Wetterstedt’in evinde ampulleri kim değiştirirdi?”
“Kendisi.”
“Dışarıdakileri de mi?”
“Evet öyle sanıyorum. Bahçeyle kendi ilgilenirdi. Onun evine giren tek kişi belki de bendim.”
Siyah arabadakiler dışında, diye geçirdi içinden Wallander.
“Bahçe kapısının yanında bir lamba var,” diye sürdürdü konuşmasını. “Lamba genellikle açık mı olurdu?”
“Kışları, hava erkenden karardığı için evet, hep açık olurdu.”
“Hepsi bu kadar,” dedi Wallander. “Yardımların için çok teşekkür ederim.”
“Bir kez daha o merdivene çıkabilir misin?” diye sordu Nyberg’in yanına geldiğinde. “Yeni bir ampul takmanı istiyorum.”
“Yedek ampuller garajın içindeki küçük odada,” diyerek çizmelerini giydi Nyberg.
Yeniden fırtınaya çıktılar. Nyberg tırmanıp ampulü takarken Wallander iki eliyle merdiveni tuttu. Nyberg ampulü yerine taktıktan sonra merdivenden indi. Kumsala doğru gittiler.
“Şimdi çok daha farklı oldu,” dedi Wallander. “Lambanın ışığıyla denize dek uzanan yol birden pırıl pırıl oldu.”
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Nyberg.
“Bana kalırsa cinayetin işlendiği yer lambanın ışığının oluşturduğu dairenin içinde bir yerde. Şansımız yaver giderse lambanın üzerindeki parmak izlerini alabiliriz.”
“Katilin bu cinayeti planlayarak mı işlediğini düşünüyorsun? Ampul bilerek mi gevşetildi?”
“Evet,” dedi Wallander. “Böyle düşünüyorum.”
Nyberg merdiveni alarak bahçenin arkasına gitti. Wallander olduğu yerde kaldı. Yağmur olanca hızıyla yağıyordu.
Polis kordonu kaldırılmamıştı. Bir polis arabası kumsalın hemen dışında park etmiş bekliyordu. Mobiletli biri dışında kimseler yoktu.
Wallander arkasını dönerek içeri girdi.

10
Sabah saat yedi civarında bodrum katına indi. Çıplak ayaklarının altındaki zemin serindi. Kıpırdamadan durup çevreye kulak verdi. Sonra da kapıyı arkasından kapatarak kilitledi. Oraya son kez geldiğinde yere serpiştirdiği ince un tabakasını inceledi. Bıraktığı gibi duruyordu. Kimse dünyasına tecavüz etmemişti. Yerdeki unun üstünde ayak izi falan yoktu. Sonra da fare kapanlarını denetledi. Şansı yaver gitmişti. Dört kapanda dört fare vardı. Bunlardan biri de tüm yaşamında gördüğü en büyük fareydi. Geronimo bir keresinde, gençliğinde yenilgiye uğrattığı Pawnee savaşçısının öyküsünü anlatmıştı. Bu savaşçının adı Altı Parmaklı Ayı’ydı ve sol elinde tam altı parmak vardı. Bu onun ilk düşmanı olmuştu. Geronimo o günlerde çok genç olmakla birlikte ölümün eşiğine gelmişti. Düşmanının altıncı parmağını kesmiş, kuruması için güneşin altına bırakmıştı. Sonra da bu kesik parmağı uzun süre kemerinin altındaki küçük deri kesenin içinde taşımıştı. Bu öyküyü anlattığı zaman Geronimo yaşamının sonuna çok yaklaşmıştı. Baltalarından birini büyük farede denemeye karar verdi. Küçük farelerde de göz yaşartıcı spreyin etkilerini araştıracaktı.
Ama bunu hemen şimdi yapmayacaktı. Öncelikle bu değişimin sonuçlarına katlanması gerekiyordu. Aynanın önüne oturdu, ışık gözlerini kamaştırmasın diye lambayı ayarladı, sonra da dikkatle yüzüne baktı. Sol yanağını hafifçe kesmişti. Ama yara izi güçlükle görülüyordu. Bu onun değişiminin son aşamasıydı. Darbe kusursuzdu. Birinci canavarın belkemiğini parçalarken bir ağacı kesiyormuş gibi hissetmişti. İç dünyasına yoğun bir rahatlama ve doygunluk hissi yayılmıştı. Canavarı sırtından vurmuş, bir an bile duraksamadan kafa derisini yüzmüş, ait olduğu yere, toprağın altına gömmüştü. Yalnızca bir tutam saç görünüyordu toprağın üstünde.
Kısa bir süre sonra buna bir yenisi eklenecekti.
Aynada yüzünü incelerken bir yandan da birinci kesiğin yanına ikinci bir kesik daha yapmasının iyi olup olmayacağını düşünüyordu. Yoksa bıçağın, diğer yanağını kutsamasına mı izin vermeliydi? Aslında bunun hiç önemi yoktu. İşini bitirdiğinde tüm yüzü zaten kesikler içinde olacaktı.
Büyük bir titizlikle hazırlanmaya başladı. Sırt çantasından silahlarını, boyalarını, fırçalarını ve en önemlisi Görevler ve Tanrısal Esinler’in yazılı olduğu kırmızı kaplı kitabı çıkardı. Kitabı özenle masanın üstüne koydu.
İlk kafa derisini bir gece önce gömmüştü. Hastanenin çevresinde koruma vardı. Ama tel örgüyü nerede geçebileceğini biliyordu. Pencereleriyle kapılarında demir parmaklıklar olan, parka benzeyen büyük bir alanın ortasındaki binada kız kardeşini ziyarete gittiğinde onun odasının hangisi olduğunu belirlemişti. Odanın penceresi her zaman karanlık olurdu. İnsanın tüylerini ürperten bu kasvetli bina, koridorlardan gelen ışığın dışında hep karanlıktı. Kafa derisini gömmüş ve fısıltıyla kız kardeşine ilk adımı attığını haber vermişti. Canavarları teker teker ortadan kaldıracaktı. Ancak o zaman kız kardeşi yeniden dünyaya dönebilecekti.
Gömleğini çıkardı. Yaz olmasına karşın birden ürperdi. Kırmızı kaplı kitabı açtı ve artık var olmayan Wetterstedt adındaki adamla ilgili bölümü geçti, ikinci kafa derisi yedinci sayfada anlatılıyordu. Kız kardeşinin yazdıklarını okuduktan sonra bu kez daha küçük bir balta kullanmayı geçirdi aklından.
Kitabı kapatarak aynadaki görüntüsünü inceledi. Yüzü annesinin yüzüne çok benziyordu. Ama gözlerini babasından almıştı. Gözleri top ağzı gibi derin ve ürkütücüydü. Babasının o gözleri çocukluğunun ilk anılarındandı. Bir çift göz ona bakar, onu ürkütürdü ve o günlerden beri de babasını kocaman bir çift göz ve kükreyen bir ses olarak anımsıyordu.
Yüzünü havluyla sildi. Sonra da büyük ve kalın fırçalardan birini alarak siyah boyaya batırdı ve Wetterstedt’in alnında bıçağın delik açtığı yere, kendi yüzüne, kaşının hemen üstüne ilk çizgiyi çekti.
Polis kordonu dışında saatlerce kalmıştı. Ne olduğunu ve ters dönmüş kayığın altında yatan cesedi kimin öldürdüğünü anlamaya çalışan polisleri izlemek çok heyecan vericiydi. Birkaç kez içinden, ortaya çıkıp cinayeti kendisinin işlediğini açıklamak gelmişti.
Bu hâlâ üstesinden gelemediği bir zayıflıktı. Yaptıklarının, kız kardeşinin Tanrısal Esinler kitabından alınan bir görev olduğunu ve bunu yalnızca kız kardeşi için yaptığını iyice anlamalıydı. Bu zayıflığının üstesinden mutlaka gelmeliydi.
Yüzüne ikinci bir çizgi daha çekti. Değişime yeni başlamasına karşın yine de dışarıdan görünen kimliğinin büyük bir bölümünün kendisini terk ettiğini hissedebiliyordu.
Kendisine neden Stefan adının konulduğunu bilmiyordu. Bir keresinde, annesinin biraz ayık olduğu bir gün bunu sormuştu. Neden Stefan? Neden başka bir isim değil de bu isim? Annesi üstünkörü bir yanıt vermişti. Çok iyi hatırlıyordu. Stefan güzel bir isim demişti. Herkesin beğendiği, gözde bir isim, demişti annesi. O gün ona nasıl da kızmıştı. Annesini oturma odasında bırakarak öfkeyle kapıyı çarpıp dışarı çıkmıştı. Sonra da bisikletine binerek deniz kenarına gitmişti. Deniz kıyısında yürürken kendine çok farklı bir ad, Hoover adını seçmişti, FBI’ın başındaki adamın adını. Onunla ilgili bir kitap okumuştu. Adamın damarlarında Kızılderili kanı olduğuna ilişkin söylentiler çıkmıştı bir ara. Acaba kendi damarlarında da aynı kan var mıydı? Büyükbabası akrabalarının birçoğunun uzun yıllar önce Amerika’ya göçtüklerini söylemişti. Kendi damarlarında bu soylu kan olmasa bile belki ailesinde akıyor olabilirdi.
Kız kardeşi hastaneye kaldırıldıktan sonra o da Geronimo ve Hoover adlarının bir karışımını kullanmaya karar vermişti. Bu arada sürekli büyükbabasının minyatür askerler yapmak için kurşun ve kalay alaşımını eritip bunları alçı kalıplara döküşünü hatırlamaya çalışıyordu. Büyükbabası öldüğünde kalıplarla alaşım kepçesini bulmuştu. Bodrumdaki karton kutunun içindeydiler. Bunları kutunun içinden çıkarmış, Kızılderili bir polis şekli yapabilmek için kalıbı değiştirmişti. Herkesin uyuduğu ve babasının da hapiste olduğu bir gece mutfağa kapanarak büyük bir tören yapmıştı. Hoover’la Geronimo’yu bir arada eriterek kendi yeni kimliğini yaratmıştı. Artık o kendisinden korkulan ve damarlarında savaşçı bir Kızılderili’nin yürekli kanı olan biriydi. Kimse ona zarar veremezdi, istenilen intikamı almasını artık kimse engelleyemeyecekti.
Gözlerinin üstüne siyah çizgiler çizmeyi sürdürdü. Bu çizgiler gözlerinin daha da derinleşmesine neden oluyordu. Avına saldırmaya hazırlanan bir canavarın gözleri gibiydi. İki yırtıcı göz çevresini izliyordu. Kendisini bekleyen şeyi bir kez daha düşündü. Yaz Dönümü Bayramı’ydı. Havanın yağmurlu ve rüzgârlı olması işini güçleştirecekti. Bjäresjö yolculuğuna çıkmadan önce iyi giyinmesi gerektiğini biliyordu. Ziyaretine gittiği kişinin havadan ötürü içeri girip girmediği sorusunu bir türlü yanıtlayamıyordu. Ama bekleme yeteneğine güvenmesi gerektiğini kendine söyleyip duruyordu. Bu, elemanlarına her zaman bu öğüdü veren Hoover’ın erdemlerinden biriydi. Geronimo’nun da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Her zaman düşmanın dikkatinin azalacağı bir an mutlaka olurdu. İşte o zaman harekete geçmeliydi. Eğer ziyaret edeceği kişi havadan ötürü içeriye girse bile yine aynı kural geçerli olacaktı. Er ya da geç evden çıkacaktı. O zaman da harekete geçecekti.
Bir gün önce oraya gitmişti. Mobiletini ağaçların arasına bırakmış ve çevreyi rahat izleyebilmek için tepeye tırmanmıştı. Arne Carlman’ın evi Wetterstedt’inki gibi orada öylece tek başına duruyordu. En yakın ev çok uzaktaydı. Beyaz badanalı İskandinav ülkelerinin tipik çiftliklerinden birine uzanan yol ağaçlıklıydı.
Yaz Dönümü Bayramı hazırlıkları başlamıştı. Birçok kişinin, kamyonetlerinin arkasından katlanır masa ve sandalyeleri çıkardıklarını gördü. Bahçenin bir köşesine tente geriyorlardı.
Arne Carlman da oradaydı. Dürbünüyle bakınca ertesi gün ziyaretine gideceği adamın bahçede dolaşarak etrafındakilere bir sürü talimat verdiğini gördü. Üzerinde eşofman vardı. Başına da bir bere takmıştı.
Kız kardeşinin bu adamla birlikte olduğunu düşünmekten kendini alamıyordu. Adama bir kez daha bakınca midesinin bulandığını fark etti. Artık daha fazlasını görmeye gerek yoktu. Nasıl bir plan uygulayacağını biliyordu.
Alnını boyamayı ve gözlerinin çevresine gölgeler çizmeyi bitirdiğinde burnunun iki yanına kalın iki beyaz çizgi çekti. Geronimo’nun kalbinin göğsünde attığını hissetmeye başlamıştı artık. Öne doğru uzanarak yerdeki kasetçaların düğmesine bastı. Davulların sesi ortalığı kaplarken ruhlar beyninin içinde konuşmaya başladılar.
İşi akşama dek sürdü. Yanına alacağı silahları seçerek dört fareyi daha büyük bir kutuya koydu. Fareler şaşkınlık ve panik içinde kutunun kenarlarına tırmanmaya çalıştılar. Denemek istediği baltayı eline alarak en şişman fareye doğru kaldırdı ve olanca gücüyle indirdi. Fare ikiye ayrıldı. Her şey o denli çabuk olmuştu ki fare bağırmaya fırsat bile bulamamıştı. Diğer fareler telaşla kutudan dışarı çıkmaya uğraşıyorlardı. Duvarda asılı deri ceketinin cebindeki sprey kutusunu çıkarmak için uzandı. Ama kutu yoktu. Diğer cebine baktı. Orada da yoktu. Bir an için kaskatı kesildi. Yoksa sığınağına biri mi gelmişti? Sonra da bunun olanaksız olduğuna karar verdi.
Düşüncelerini toplamak amacıyla yeniden aynaların karşısına geçip oturdu. Sprey kutusunu mutlaka cebinden düşürmüştü. Gustaf Wetterstedt’e yaptığı ziyaretten sonra geçen günleri yavaş yavaş ve hiçbir olayı atlamadan hatırlamaya çalıştı. Polis kordonunun dışında onların çalışmalarını izlerken düşürmüş olmalıydı. Bir ara kazağını giymek için ceketini çıkarmıştı. O zaman düşürmüş olmalıydı. Sprey kutusunun herhangi bir tehlike içermediğine karar verdi. Herkes sprey kutusu düşürebilirdi. Bunda olağan dışı bir şey yoktu. Kutunun üstünde parmak izleri olsa bile bunlar polis kayıtlarında yoktu. FBI’ın başkanı Hoover bile bu işin peşine düşseydi herhâlde o da sprey kutusundan bir ipucu yakalayamazdı.
Aynaların önünden kalkarak farelerin yanına yaklaştı. Fareler onu görünce panik içinde kutunun içinde sağa sola kaçışmaya başladılar. Üç balta darbesiyle hepsini öldürdü. Kanlar içindeki fare leşlerini poşete koyup dikkatle bağladı ve daha büyük bir poşete koydu. Baltayı temizledikten sonra parmağının ucuyla baltanın keskin ucuna hafifçe dokundu.
Akşamüstü altıda hazırdı. Silahlarını ve fare leşleriyle dolu torbayı sırt çantasına koydu. Dışarıda hava yağmurlu ve rüzgârlı olduğundan çorap giyerek lastik pabuçlarını ayağına geçirdi. Işığı söndürerek bodrum katından dışarı çıktı. Sokağa çıkmadan önce kaskını başına geçirdi.
Sturup’a sapmadan önce bir otoparka giderek fare leşleriyle dolu torbayı çöp kutusuna attı. Sonra da Bjäresjö’ye doğru yola koyuldu. Rüzgâr durmuştu. Havada ani bir değişiklik olmuştu. Akşam güzel geçeceğe benziyordu.

Yaz Dönümü Bayramı, sanat simsarı Arne Carlman’ın önem verdiği bayramlardan biriydi. On beş yıldan bu yana yazlarını geçirdiği çiftlikte parti vermek artık bir gelenek hâline gelmişti. Carlman’ın yaz partisine bazı sanatçılarla galeri sahipleri davet edilirdi. İstediği sanatçıyı bir anda ülke çapında ünlü yapacak serveti ve ilişkileri vardı. Verdiği öğütleri dinlemeyenleri yok edebilecek güçteydi ya da söylentiler bu doğrultudaydı. Otuz yıl önce eski arabasıyla tüm ülkeyi dolaşmıştı. Zor günlerdi ama böylelikle hangi müşteriye hangi resmin satılacağını öğrenmişti. İşi öğrenmişti ve sanatın, piyasa denetiminin ötesinde bir şey olduğu fikrinden farklı düşünüyordu. Sonunda da biriktirdiği parayla Stockholm’de Österlång Caddesi’nde hem çerçeve satan hem de resim galerisi olan bir yer açmıştı. Dalkavukluğun, alkolün ve paranın acımasız karışımıyla genç ressamların resimlerini ucuza kapatmaya ve onları çevresine tanıtmaya başlamıştı. Rüşvet verdi, tehdit etti ve bol bol yalan söyledi. On yıl içerisinde İsveç’teki otuz galerinin sahibi olmuştu. Bir yandan da posta siparişiyle resim satmaya başlamıştı. Yetmişli yılların ortalarında artık oldukça varlıklı biriydi. Skåne’de bir çiftlik satın almış ve birkaç yıl sonra da yaz partilerini vermeye başlamıştı. Bu partiler kısa sürede ülke çapında bir üne kavuşmuştu. Her konuğa beş bin krondan az olmayacak armağanlar vermeyi kendine ilke edinmişti. Bu yıl da konuklarına İtalyan bir tasarımcının özel dolma kalemlerini armağan edecekti.
Arne Carlman, Yaz Dönümü Bayramı’nın sabahı karısının yanında uyandığında yataktan kalkarak pencereden dışarıya baktı. Yağmur yağıyordu ve rüzgâr olanca şiddetiyle esiyordu. Bir an için yüzü mutsuzlukla gölgelendi. Ama yıllar ona kaçınılmazı kabullenmeyi öğretmişti. Havayı değiştiremeyeceğini biliyordu. Buna gücü yetmezdi. Beş yıl önce, konuklarına özel olarak imal ettirdiği yağmurlukları armağan etmişti. Dışarıda kalmak isteyenler yağmurlukları sırtlarına geçirmişlerdi. Diğerleri de Arne Carlman’ın yıllar önce açık bir alana dönüştürdüğü üstü kapalı eski ahırda eğlenmelerini sürdürmüşlerdi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/henning-mankell/yanlis-yol-69401668/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Yanlış Yol Хеннинг Манкелль
Yanlış Yol

Хеннинг Манкелль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "BİRİNCİ SINIF BİR POLİSİYE: KURT WALLANDER SERİSİ

  • Добавить отзыв