Taç ve Divit

Taç ve Divit
Azize Kaya

Azize Kaya
Taç ve Divit

AV
İçeriye sinirle girdi. Elindekileri odanın ortasına atıp çocuk gibi tepinmeye başladı. Kravatını söküp attı. Sırasıyla ceketini ve gömleğini de çıkarıp savurdu. Evin ayna kaplı duvarına yaklaştı. “Ben de Ali isem bunları size ödetirim. Ben yıllarca sizin gibi beş para etmezlerin emir eri olmak için okumadım. Savaş baltalarını kuşanmanın vakti geldi. İşim bittiğinde Kapital Holding’in esamesi bile okunmayacak iş dünyasında” dedi. Ama nasıl?
Günlerce ne yapması gerektiğini düşündü. Büyük ekran televizyonun karşısındaki koltukta yaşıyordu adeta. Burada yiyor, içiyor uykusu gelince yine burada uyuyordu. Her şeyden umudunu kesmek üzereydi ki açık televizyonda gözüne bir şey ilişti. Uzandığı yerden doğrulup dikkatle izlemeye başladı. Programı geri aldı. Durdurdu. Bir daha, bir daha izledi. Newton için başına düşen elma neyse Ali için de bu program öyleydi. Zihninde yanan ampuller gözünde çakan şimşeklerle birleşti. Oda aydınlandı. “Buldum” dedi. Ayağa kalkıp etrafta turlamaya ve sevinç çığlıkları atmaya başladı.
Büyük mermer masaya geçti. Bilgisayarını açıp plan yapmaya başladı. Her şey tamam da tüm bunları hayata geçirecek güvenilir birini bulmak en zoru diye düşündü. Nedense güvenilir kelimesi hep aynı ismi getirdi zihnine. “Yılmaz.” Ama bu imkânsız gibi bir şeydi. Yıllar önce yaptıklarını düşündüğünde bir ateş sardı her yanını. Başka çaresi olmadığını idrak edince şansını denemeye karar verdi. On yıldır görmediği adamın telefonunu bulmak zordu ama imkânsız da değildi. Hatırlı birkaç arkadaşın yardımı yeterli oldu. Aldığı numarayı ararken içten içe konuşmaya başladı.
“Off, şimdi bir sürü tantana yapacak ama ondan başka güvenebileceğim kimse de yok. İdare edeceğiz artık. Malûm, köprü ve dayı meselesi… Nasıl olsa ikna ederim.”
Karşıdan gelen sesi duyunca telaşlandı. Çekingen bir tavırla söze girdi.
“Alo! Yılmaz! Ben Ali, hatırladın mı? Hani eski evdeki eski arkadaşın.”
Yılmaz, telefonu açtığında karşısına çıkan sesin Ali’ye ait olacağını düşünmemişti. Şaşkınlığını çabucak attı üzerinden. Çünkü zihni saniyeler içinde Ali ve yaptıklarıyla ilgili videoyu yeniden izletmişti Yılmaz’a.
“Ooo, Ali beyimiz… Hatırlamaz mıyım? Bir sor bakalım unuttun mu diye? Yalnız senin o eski ev dediğin, benim için hâlâ oturduğum ev. Yani bazılarımızın eskileri, bazılarımız için mecburiyetten hâlâ yeni gibi.”
Yılmaz’ın öfke dolu sesine rağmen Ali, sakince konuştu. Ne de olsa ona muhtaçtı.
“Özür dilerim Yılmaz. Ne olur beni affet. O fare yatağında kalmaya daha fazla dayanamadım. Sen de kaçsaydın kurtarsaydın kendini.”
“Atladığın bir şey var. Ne senin gibi bir fakülte mezunuyum ne de senin kadar satılığım. Hoş, okuldan atılışımın nedeni de sendin ama bunu hatırlatmama sanırım gerek yok. Şimdi utanmadan beni mi arıyorsun?”
“Tam on yıl oldu Yılmaz. Hâlâ unutmadın mı?”
“Bodrum katı küflü bir evde oturunca unutamıyor insan. Sonra uzun kuyruklu misafirlerim oluyor. İstesem de unutamıyorum. Ama sen de haklısın ‘Darvincan’ın söylediği gibi, ‘Güçlüler yaşar zayıflar ölür.’ Neden? Çünkü güçlüler, zayıfları yiyerek hayatta kalır. Tıpkı senin de benim hayatımı yediğin gibi. Pislik! Bir daha da sakın arama.”
Ali bu kadar zor olacağını düşünmemişti. Bir an panikledi.
“Dur, dur kapatma ne olur! Sana bir şey anlatmak istiyorum. Lütfen… Dün bir belgesel izledim.”
Yılmaz’ın kulaklarından adeta ateş çıkıyordu.
“Belgesel mi? Dalga mı geçiyorsun? Yıllar sonra arayıp izlediğin belgeseli mi anlatacaksın gerçekten? Git belanı başkasından bul Ali.”
“Bir dakika… Hayatını değiştirecek bu anlattıklarım. Hatta ikimizin de… Orada mısın Yılmaz?”
“Beş dakikan var.”
“Tamam, Yılmaz. Bak, geçen hafta Kapital Holding’ten kovuldum. Hem de hiçbir sebep yokken. Orada çalışmak için neleri feda ettiğimi biliyorsun.”
Yılmaz alaycı bir sesle konuştu:
“Bilmez miyim neleri feda ettiğini? Mesela beni, en yakın arkadaşını… Hem de hiç acımadan…”
“Yılmaz lütfen. Beni gömmen için sana daha çok fırsat vereceğim. Ama önce başkalarını gömmemiz gerekecek. İki dakika sus ve dinle.”
“Peki, anlat.”
“Her şeyin bittiğine o kadar inanmıştım ki! Ta ki o belgeseli izleyene dek. Bildiğin vahşi hayatı anlatan bir şeydi. Bir yaralı ceylan vardı. Masum… Tek başına… Tepesinde bir kartal dönmeye başladı. Onları çalıların arasından izleyen bir aslan belirdi. Belli ki saldırmak için uygun ânı kolluyordu. Ama şaşıracaksın, aslanın arkasında da yerli, yarı çıplak genç bir adam vardı. Onun da amacı, büyüdüğünü ve cesur bir erkek olduğunu kabilesine kanıtlamak. Bunun için bir aslan avlaması gerekiyor. Dehşet bir manzaraydı. İnanamazsın. Hepsi aynı anda hamle yaptı.”
“Eeee…” diyerek ilgisizliğini belli etti Yılmaz.
“Ne oldu biliyor musun?”
“Ceylanın kolu bacağı havada mı uçuştu?”
“Hayır. Ceylan kurtuldu.”
İlgilenmiyor gibi görünse de merak etmiş olacak ki “Nasıl?” diye sordu Yılmaz. Avın kafese girdiğini hisseden Ali, kendinden emin söze başladı:
“Kartal ceylana doğru alçalınca, aslan kartalın üzerine atladı. Bir pençeyle onu yere yapıştırdı. Tam o anda genç adam da mızrağını aslana attı ve aslan da yere serildi. Şaşkın ceylan seke seke oradan uzaklaştı.”
“Vay, çok ilginç olmuş da… Hâlâ bunu bana niye anlattığını anlayamıyorum.”
“Yani, kartal aslanın, aslan adamın avı oldu. Ve ‘Darvincan’ yine yanıldı. Güçlüler öldü zayıf ise hâlâ hayatta…”
Yılmaz bir süre sessiz kaldı.
“Yılmaz orda mısın? Duyuyor musun beni?”
“Buradayım. Duyuyorum.”
“Bir şey demeyecek misin?”
“Ceylan için sevindim.”
“Off Yılmaz, hâlâ aynısın. Kabiliyet yüz, idrak sıfır.”
“Hakaret etmen bittiyse kapatıyorum ben.”
“Tamam, tamam, alınma hemen. Bak bir planım var. Oraya gelmem ve yüz yüze konuşmamız lazım. İkimizin de hayatı kurtulacak.”
“Ben bu sözleri üniversite yıllarından hatırlıyorum.”
“Yeter artık, eski defterleri açıp durma. Herkes ikinci bir şansı hak eder. İlk ve son defa soruyorum. Var mısın?”
Yılmaz yine sessizdi. Kafası allak bullak olmuştu. Hayatını mahveden adam şimdi onu kurtarabilir miydi? Aslında soru şuydu, onu satan birinin bir daha bunu yapmayacağından emin olabilir miydi? Ya da onu satanı satmak için ayağına bir fırsat mı gelmişti? İsteksiz bir şekilde “Tamam.” dedi. Ali sevinçten olduğu yerde zıpladı. “Evet, oldu bu iş. Yarın erkenden ordayım.” diyerek telefonu kapattı.
Gece her ikisi için de zordu. Ali, yeni düşmanları için planlar kurarken, Yılmaz, eski düşmanından yeni dost olup olmayacağını düşünüyordu. Ali, sabah erkenden kalktı. Yol üstünde bir markete uğradı. Kahvaltılık malzeme, içecek, kurabiye ve simit aldı. Eski mahallesine yaklaşırken tedirgindi. Son model, pahalı arabasını birkaç sokak öteye park edip indi. Montunun kapüşonunu kafasına geçirdi. Yuvarlak camlı güneş gözlüklerini taktı ve elindeki poşetlerle yıllardır gelmediği evi aramaya başladı. Kendisi gibi her şeyin değiştiğini düşünüyordu ama yanıldı. Zaman burada hiç akmamış gibiydi. Eski sokaklar… Sıralı ahşap evler… Kimi kırmızı kimi sarı boyalı pervazlar… Sokakta top koşturan küçük çocuklar… Her şey aynı eskilikte ve yıpranmışlıktaydı. Hatta ağızlardaki küfürler bile. Oysa Ali’nin küfürleri bile değişmişti. Artık bu mahalleye nazaran daha saygın ve delici küfürler ediyordu. Eski, boyasız binanın önüne geldi. Apartman kapısı açıktı. İçeri girdi. Bodrum kata doğru inen merdiveni takip etti. Mavi boyalı demir parmaklığı olan kapıya geldiğinde basacak bir zil aradı ama bulamadı. Elini parmaklığın arasından uzatıp yıpranmış ahşap kapıya iki defa vurdu ve etrafına bakmaya devam etti. Burada geçirdiği vakitleri hatırladıkça yüzü asılmaya başladı. Ardından kapı açıldı. Yılmaz ve Ali, iki eski dost, yine eskisi gibi karşı karşıyaydı. Yılmaz, “İçeri gel!” deyip arkasını döndü. Yürüdü ve tek göz odadaki kanepeye oturdu. Ali elindeki poşetleri yere bıraktı. “Bir şeyler getirmiştim.” diye geveledi. Yılmaz’ın karşısındaki sandalyeye oturdu. Odada seyyar bir ocak ve iki kapaklı dolaptan oluşan açık bir mutfak vardı. Minderleri çökmüş eski sarı bir kanepe, sadece yoldan geçenlerin ayaklarının görülebildiği camın tam karşısındaydı. Kırık ayakları tutkalla yapıştırıldığı belli olan küçük masa ile iki sandalye ise diğer küflü duvara dayanmıştı. “Hiç değişmemiş.” dedi Ali. Yılmaz dik dik baktı.
“Değişmesi için bir sebep söylesene.”
“Yaşıyorsun.”
Yılmaz sinirle ayağa fırladı. Ali’nin yakasından tuttu ve suratına bir yumruk attı. İki eski arkadaş, eski defterler, hepsi yerle bir oldu.
“Yaşıyorum öyle mi? Ben en yakın arkadaşımın beni sırtımdan vurduğu gün yaşamaktan vazgeçtim.”
Ali, burnundan akan kana baktı. “Mecburdum.” dedi. Yılmaz’ı sertçe itti ve yere düşürdü. Neden sonra boğuşmaları bitti ve sakinleştiler. İkisi de yerde boylu boyunca yatıyordu. Ali, tavandan sarkan kireç ve boya artıklarına baktı. “Ne sefil bir manzara… Bu adamın kendini neden burada yaşamaya mahkûm ettiğini anlamıyorum.” diye düşündü. Genç, becerikli ve sağlıklıydı. İstese yapabilirdi. Ne var ki az önce “Vazgeçtim.” demişti. Oysa Ali için vazgeçmek zayıflıktı. Hatta gururunu ayaklar altına alıp buraya gelmesinin nedeni de asla vazgeçemeyeceğini düşünmesindendi. Güçlüydü Ali. Sahip olduklarını tek başına ve deli gibi çalışarak kazanmıştı. O yaptığına göre herkes yapabilirdi. Sessizce vicdanını rahatlamaya çalışıyordu ki Yılmaz’ın buğulu gözlerini fark etti. Mırıldandı Yılmaz.
“Buradan birlikte kurtulabilirdik. El ele verir çok çalışırdık. Biz kardeş gibiydik.”
“Bu düzen insanı sadece çok çalışarak zengin olacağına inandırmıyor Yılmaz. Bunu tek başına yapması gerektiğine inandırıyor.”
“Peki, ne değişti? Şimdi neden buradasın söylesene bana. Tek başına her şeyi yapabileceğine olan inancını mı yitirdin?”
Ali konuşacaktı ki Yılmaz fırsat vermedi:
“Ben sana söyleyeyim. Tek başına kazanmanın en kötü tarafı kaybederken de yalnız olmandır. Ve sen bunu hak ettin.”
Ali, hazırlıklı olduğunu düşünse de bu kadarını beklemiyordu. Sustu. Bakışları boşlukta gibiydi. Ve o boşluk, eski arkadaşı, eski evi ve geçmişiyle doluydu. Yılmaz’ın sırtına basarak kazandıklarını kaybetmemek için yine ona muhtaç olması kaderin cilvesi miydi? Belki de düşmanlarına teslim olmamak için yaptıkları onu kaderin ellerine teslim etmişti. Kafası allak bullak oldu. “Keşke hiç gelmeseydim.” diye düşündü. Ayağa kalktı. Üstüne başına çeki düzen verdi. Saçlarını eliyle düzeltti ve söylenerek küf kokan evden ayrıldı. Yılmaz, onun tek çıkış yolunu da kapatmıştı. Ne diyebilirdi ki? Sonuna kadar haklıydı.
Günlerce evden çıkmadı. Vicdan yükünün altında ezildiğini hissediyordu. Oturduğu rezidansın cam duvarından dışarı baktı. Birbirleriyle yarışan gökdelenleri ve karınca gibi görünen arabaları izledi. Her şey ne kadar da yapaydı. Tıpkı hayatı gibi… Normal şartlarda olsa sahip olduklarıyla gurur duyar, almak için verdiklerini hiç düşünmezdi. Ama bugün sanki her şey değişmişti. Yılmaz haklıydı. Yalnız kazananlar, yalnız kaybederdi. Cama yaslandı ve evin içini sanki ilk defa görüyormuşçasına tek tek inceledi. Deri koltuklar, kristal avizeler, tasarım mutfak, kullanmaya fırsat bulamadığı şömine ve dev ekran televizyon… Milyonlara aldığı evin değerini tekrar düşünmeye başladı. Ama sadece verdiği parayı hatırlayabildi. Gittikçe derinleşen düşüncelerinden onu kurtaran, çalan kapı zili oldu. Gelen Yılmaz’dı. Ali o kadar şaşırmıştı ki arkadaşını içeri davet etmeyi unuttu. Allah’tan Yılmaz davet edilmeyi beklemeden içeri daldı. “Vay vay vay… Gözünü sevdiğimin kapitalizmi, sen nelere kadirsin.” dedi ve evin içinde birkaç tur attı. Koltuklara, masaya hatta duvarlara bile dokundu, her şeyi tek tek inceledi. Ali şaşkınlığından kurtulup “Nasıl buldun burayı?” deyince toparlanıp deri koltuklardan birine hoyratça bıraktı kendini.
“Şirketi aradım. Koskoca Kapital adını hâlâ unutamamış. Sekretere ‘Ali Sağlam’ın adresini verebilir misiniz?’ dediğimde ‘Şirketimizin Ali Bey’le sözleşmesi feshedilmiştir.’ diyerek telefonu kapattı. Ben tekrar arayıp ‘Müvekkilimi dolandırdı hanımefendi icra takibi için adresine ihtiyacım var.’ diye ısrar edince seve seve verdi. Haa, bir de kallavi bir küfür gönderdi sana ama onu ben söylemeyim. Sahi, sen ne yaptın o kıza? Aaa, benimki de soru mu şimdi? Üniversite yıllarında hep ne derdin? Kumaş mendil dönemi bitti. Artık kâğıt mendiller var. Kullan at, kullan at…”
“Bunları söylemek için geldiysen gerek yoktu. Ben zaten biliyorum ne kadar pislik olduğumu.”
“Ne oldu, zoruna mı gitti söylediklerim? Seni affedip her şeyi unutacağımı sanmadın herhâlde. Ben sadece iş için geldim. Ne yapacaksak yapalım.”
Ali cama yaklaştı. Hiç konuşmadı. Yılmaz ise arka arkaya cümleler kurmaya devam ederken, Ali’den gözünü ayırmıyordu. Onun acı çekmesinden duyduğu mutluluk yüzüne yansıyordu.
“Hadi başlayalım artık. Kimin canına okunacak söyle. Sonra benim payım ne? Ayrıca ben paramı nakit alırım ona göre.”
Ali, şaşkın şaşkın, Yılmaz’a bakıp “Ne kadar da değişmişsin? Çocukluğumdan beri tanıdığım Yılmaz bu değil.” dedi.
“Eee!” dedi, Yılmaz: “İnsan kaybedince sadece kaybetmeyi öğrenmiyor.”
Haklıydı. Ona kaybetmeyi de kaybedince neler yaşayacağını da öğreten kendisiydi. Belki bir daha kaybetmemek için yapılacakları da. Hesaplaşmaya ara verdiler. Kapital Holdingi batırmak için plan yapmaya başladılar. Büyük mermer masanın etrafına oturdular. Ali her şeyi en başından anlattı:
“Peru’da eski bir altın madenini satın aldım. Maden şimdiki raporlara göre verimsiz ve âtıl durumda. Biz sahte raporlarla çok verimli altın damarları olduğunu gösterip Kapital’in satın almasını sağlayacağız. Böylece hayatımıza Holding bünyesindeki küçük bir şirket olarak devam edeceğiz. Sonra küçük şirket sansasyonel bir batışla büyük şirketi de dibe çekecek. Buna benim yıllardır Kapital’in vergi ve rüşvet gibi pisliklerine dair topladığım belgeleri de ekleyince kaçınılmaz sona Kapital bile dayanamayacak. Tabi ki öncelikle bu madeni senin üzerine yapıp seni saygın ama talihsiz bir girişimci olarak tanıtacağız. Medyada parayla yönlendirebileceğim arkadaşlar var. Seni başarılı, idealist bir iş adamı olarak tanıtıp Kapital’in dikkatini çekeceğiz.”
Yılmaz, Ali’ye güvenilmeyeceğini düşündüğü için tüm ayrıntıları bilmek istiyordu.
“Birincisi sahte raporları nasıl alacağız. İkincisi ise Kapital gibi bir şirket neden bizi satın alsın ki?”
Ali, Yılmaz’ın şüpheciliğini anlayabiliyordu. Onu inandırmak için sakin ve emin bir şekilde anlatmaya devam etti.
“Madenin başındaki adamımız tuzlama yöntemiyle daha önceden alınan altın tozunu çıkarılan toprağın içine karıştıracak ve bunu analiz eden uzmanlar gerekli raporları verecek. Gerçek ortaya çıkana kadar da bizim işimiz bitmiş olacak. İkincisi aslanım, Kapital bunca serveti küçük şirketlerin çöküşlerini hızlandırıp kendi bünyesine katarak yaptı. Birkaç değişiklikle eskisinden daha itibarlı hâle getirerek az parayla aldığı şirketleri parlatıp yeni fiyatıyla piyasaya sunar. Her şeyin bir fiyatı vardır düsturuyla iş yapmak çok gerilerde kaldı. Yeni trend, satın alacağın her şeyin etiketini kendin belirlemektir. Biz madeni iyi bir av olarak sunabilirsek, Kapital onun kokusunu mutlak alacak ve tepesinde dönmeye başlayacak.”
Yılmaz kalktı. Buzdolabından bir bardak su aldı. Gözünü Ali’ye dikti ve meydan okurcasına baktı. Suyu bir nefeste içip bardağı sertçe masaya bıraktı. Tüm bunları yaparken düşündüğü tek şey Ali’nin telefonda anlattığı belgeseldi. Maden, ceylan; Kapital, kartal; ben de aslan. Peki, avcı genç kim? Tabi ki Ali… Birden yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. “Hiçbir şey planladığın gibi olmayacak.” dedi içinden. Ali neden güldüğünü sordu. Yılmaz, “Yok bir şey” diye geçiştirdi. Bütün gün ve hatta geceyi, yapacakları her şeyi planlamakla geçirdiler.
Sıra, Yılmaz’ı allayıp pullamaya gelmişti. Pahalı takım elbiseler, ayakkabılar ve marka saatlerle sanki eski arkadaşından af diliyordu Ali. Zira tüm bu yaptıklarını sadece iş olarak tanımlamak mümkün değildi. Sanki geç kalınmış bir borcu ödemenin verdiği vicdan rahatlamasını yaşıyordu. Tıpkı eski günlerdeki gibi birlikte yaşamaya başladılar. Yılmaz’a pahalı bir araba kiralayıp birkaç fotoğraf ve sosyal medya üzerinden röportajlar ayarladılar. Son derece sofistike bir görünüm ve ezberlenmiş cümleler Yılmaz’ın entelektüel bir girişimci olarak algılanmasını sağladı. Özellikle Peru’da bir maden alması ve işletmek için yaptığı fedakârlıklar, sosyal medyada konuşulmaya başladı. Yılmaz ballandıra ballandıra madenin rezervlerinden bahsediyor, ufak yatırımlarla neler yapılabileceğine dair planlarını anlatıyordu.
Çalan telefonla, Kapital ve Yılmaz arasındaki randevu kesinleştirildi. Yılmaz ve Ali oldukça heyecanlıydı. Ali durmadan Yılmaz’a direktifler veriyordu.
“Onları, ne kadar kararlı olduğuna ve kazanmak için her şeyi yapabileceğine inandırman gerekiyor.”
Yılmaz, haftalardır birlikte olmalarına rağmen laf çarpmaktan hiç vazgeçmemişti. Kolay değildi. Çöpe atılmış on yılı vardı. Acı çektiği, nefret ettiği hatta suçluluk hissettiği on yıl… Ali’nin yaptığı şeyi bir türlü kafasında oturtamıyor “Ben olsaydım ‘asla’ yapmazdım.” diyordu. Geçmişe dalıp gittiği anlarda sesi kalınlaşıyor, tavırları sertleşiyor adeta ateş püskürüyordu. İşte Ali’nin sözleri, artçı depremler gibi ona hemen geçmişi hatırlattı. “Biliyorum.” dedi. “Kazanmak için her yol mubahtır. Önümde senin gibi bir örnek varken hata yapmam, merak etme. Senin bana yaptıklarını, ben de onlara yapacağım. Bu kadar basit.” Ali başını eğdi ve sessizce Yılmaz’ın evden çıkışını bekledi. Bir anda bütün hevesi kaçmıştı. Geçmişi hatırlamak eskisinden daha fazla canını yakmaya başlamıştı. Şöminenin önündeki mindere oturdu. Alevin cılızlığından rahatsız oldu. Birkaç odun parçası attı. Biraz daha, biraz daha… Yükselen alev ve çıtırdayan odunlar Ali’nin hıçkırıklarını kendisinin bile duymasını engellemeliydi. “Keşke her şeyi geri sarmak mümkün olsaydı” dedi. Daha on yedi yaşında Anadolu’daki küçük bir kasabadan yola çıktıkları zamanı hatırladı. Ne kadar da heyecanlılardı. Aynı üniversiteyi kazanan iki arkadaş o küflü evi kiralamış, eskiciden aldıkları kırık dökük eşyalarla yeni bir hayat kurmuşlardı. Zaman zaman şikâyet etseler de hayallerini gerçekleştirmek için ellerinden geleni yapacak, mezun olup İstanbul’un en prestijli şirketlerinden biri olan Kapital’de çalışacaklardı.
Hatta, son sene Kapital Holding’in danışmanlarından olan finans hocalarının, tüm sınıfa verdiği ödev, onları bu hayallerine bir adım daha yaklaştırmıştı. Hoca, ödev neticesinde başarılı olan öğrencinin tek ödülünün iyi bir ortalama değil aynı zamanda iş imkânı olduğunu söylemişti. Bir aylık süre içinde ne Ali ne de Yılmaz ödevi hazırlayamamıştı. Ali bu şansı kaçırmayı göze alamadı. Hocaya bir şantaj mektubu gönderip fakültede duyduğu şehir efsanelerini sıraladı. Buna karşılık istediği ise Kapital’deki işti. Bu çocukça planın başarılı olacağına kendi bile inanmamıştı ama hırsı, mantıklı düşünmesine engel olmuştu.
Hiçbir şey beklediği gibi gitmedi. Bu saçma teşebbüs hocanın, mektubu Ali’nin odaya bıraktığını anlamasıyla son buldu. Çaresizce yaptığını itiraf etmek üzereyken dört yıl boyunca fakültede ona öğretilenleri hatırladı. “Bir sorunu çözmede önemli olan çözümdür. Neyi feda ettiğin değil. Doğru yöntemi bulursan her şeyi pazarlayabilirsin. Kazanmak için her yol mubahtır.” Bunca şeyi boşu boşuna öğretmemişlerdi ya. Uygulamanın zamanı gelmişti. O da öyle yaptı. Masumiyetini pazarladı. Kapitaldeki iş fırsatını aldı ve en yakın arkadaşı Yılmaz’ı sattı. Hocaya, mektubun da içinde bulunduğu dosyayı odaya kendisinin bıraktığını ama bunu ondan yapmasını isteyenin Yılmaz olduğunu söyledi. Üstelik, içindekilerden haberi olmadığını eklemeyi de ihmal etmedi. Birden inandığı dinin “İftira büyük günahtır.” düsturu çınladı kulaklarında. Eli yüzü kızardı. Sonra derin bir nefes aldı ve başka bir çınlama duydu. “Din afyondur.” Zor da olsa hocayı ikna edip suçlunun Yılmaz olduğuna inandırdı. Hoca, belki olayı fazla dallandırıp budaklandırmak istemediğinden, belki de yıllardır savunduğu fikirlerin hayata geçirilişine şahitlik ediyor oluşundan fazla ses etmedi. Bütün zincirlerinden kurtulan Ali, mezun olup Kapital’deki iş imkânına kavuşurken Yılmaz disiplin cezasıyla okuldan atıldı.
Ali, geçmişi hatırlarken kalbinin sızladığını hissetti. Yılmaz’ın yaşadıklarını ve hâlâ o küflü evde oturuyor oluşunu sindiremedi. Yılmaz’ı beklerken her şeyi tekrar tekrar düşündü. Hatta bu kirli işten vazgeçmeyi bile… İsterlerse sadece alın teriyle her şeyi yeniden yoluna koyabilirlerdi. İki eski arkadaş geçmişi geride bırakıp tertemiz bir sayfa açabilirdi. Heyecanlandı. Gözü saatte, Yılmaz’ı bekledi. Geldiğinde onunla konuşup bu saçma oyundan vazgeçmeyi teklif edecekti. O anda kapı açıldı ve Yılmaz içeri girdi. Yüzünde gururlu bir gülümseme vardı. Elindeki çantayı koltuğa fırlattı. Kollarını açıp Ali’ye baktı.
“Beni tebrik et. Karşında Kapital’le harika bir anlaşma imzalayan genç bir iş adamı var. Adamlar sözleşmeyi imzaladıkları gibi kendilerine danışmanlık yapmamı da istedi. Düşünebiliyor musun?”
Yılmaz’ın sevincine ortak olmaktan başka şansı olmadığını anladı Ali. Kalktı. Tebrik etmek istedi. Kollarını açarak kucaklamak için yaklaştığında Yılmaz eliyle durmasını işaret etti. Onun delici bakışlarından kurtulma imkânı olmadığını bir kez daha anladı. Yavaşça kalktığı yere yeniden oturup bekledi. Yılmaz ile on yıl önce yaptıkları son konuşmayı hatırladı. Yılmaz’ın gözleri kıpkırmızı ve şişti. Tüm umudunu yitirmiş bir zavallı gibi bakmıştı Ali’nin yüzüne. “Sen bu olmazsın. Neden?” demişti sadece. “Neden?” Bu soruya “Ben buyum artık. Hatırlasana bize ne öğretildi yıllarca. İnsanı şartlar şekillendirir ve şartlar beni buna mecbur bıraktı” diye cevaplamıştı Ali. Yıllarca hatırlamadığı bunca şeyi şimdi kare kare hatırlıyor oluşu tesadüf müydü? Belki de hayat onunla pazarlık yapıyor, sahip olduklarına karşılık sahip olmadığı bir şeyi, vicdanını geri veriyordu. Yılmaz’a hissettiklerini anlatsa inanır mıydı? Her şeye rağmen konuşmaya karar verdi.
“İstersen vazgeçebiliriz.” dedi. “Benim şimdiye kadar biriktirdiklerim yeni bir hayat kurmamıza yeter de artar bile.” Gözlerini Yılmaz’a dikti ve heyecanla cevabını bekledi. Yılmaz alaycı bir ifadeyle Ali’ye yaklaştı.
“Ne oldu. Şimdi de başarımı mı kıskandın? Seni atan Kapital bana iş teklif etti diye mi bu hırsın? Yoksa seni aldatıp her şeyin üzerine yatacağımdan mı korkuyorsun? Olmayacak şey değil doğrusu.”
Ali, zamanın sadece kendini değiştirdiğini düşünmekle hata etmişti. “Sen bilirsin.” dedi. Yapabileceği tek şeyi yaptı. Kapıyı çarptı ve çıktı. Günlerce, sadece izledi arkadaşını. Yılmaz artık her şeyi tek başına planlıyordu. Gündüzleri anlaşmalar için koşturup duruyor, Kapital’e güya danışmanlık yapıyor, gece ise kuyusunu kazıyordu.
O sabah Ali, pencere kenarındaki koltukta oturuyordu. Koyu renk eşofmanı nerdeyse üç gündür üzerindeydi. Sakindi. Yılmaz ise elindeki kumandayla kavga edercesine haber kanallarını tarayıp durdu. Alışkanlık edindiği üzere sert ve sade bir kahve aldı. Sonra birden hareketlendi. Ayağa kalktı. Ali’ye seslenip yanına çağırdı. Kanalın son dakika olarak verdiği haber, “Kapital’e ait Peru’daki bir altın madeninde sahte raporlarla verimlilik oranı yükseltilerek, borsa üzerinden dolandırıcılık yapıldığı.” iddiasındaydı. Haberin ayrıntıları ise Holding’in vergi kaçırma ve ihalelere rüşvet karıştırmakla da suçlandığı, bundan dolayı Kapital’in borsadaki hisselerinin hızla düşüşe geçtiği, emniyetin ise kendilerine gönderilen gizli belgeler ışığında inceleme başlatıp Kapital Holding’in mal varlıklarına tedbir koyduğu yönündeydi.
İki eski arkadaş bütün bu haberleri rezidanslarındaki dev ekrandan izliyordu. “Başardık.” dedi Yılmaz, büyük bir sevinçle “Sonunda Kapital’den intikamımızı aldık.” Heyecandan evin içinde dönüp duruyor, bir kartal gibi kanatlarını açıp, süzülüyordu. Ali ise hâlâ aynı koltukta oturuyordu. Bir süre baktığı ekrandan yüz çevirip arkasını dönerek pencereden dışarıyı izlemeye devam etti. Onun tepkisizliği Yılmaz’ın dikkatini çekti.
“Ne oldu vicdan mı yaptın yoksa? Ama doğruyu söylemek gerekirse, ben yemedim. En yakın arkadaşını satan Ali’nin bu masum pozlarına inanmayacak kadar tanıyorum seni. Ama sen beni tanımıyorsun Ali. Daha doğrusu yeni beni… Sana anlatacaklarım var otur karşıma.”
Ali’nin yüzünde acı bir tebessüm vardı. Önceden hazırladığı küçük valizi dolaptan çıkardı ve sessizce kapıya yöneldi. Duyulan tek ses, valizin tekerleklerinin sesiydi. Yılmaz şaşırmıştı. Bağırmaya başladı. “Ne oldu. Yenemedin beni bu sefer. Artık karşında yaralı bir ceylan değil bir avcı var. Bana bak, kaçma ve seni nasıl sattığımı dinle. Maden, zannettiğin gibi verimsiz değildi. Aksine Kapital’i kandırmak için söylediğimizin iki katı rezerv vardı ocakta. Ve ben Kapital’e satmadım madeni. Senin gibi onları da aldattım ve verimlilik raporlarıyla başka bir maden üzerinden anlaşma yaptım.” dedi.
Ali her şeyi biliyormuşçasına hareketlerine devam etti. Montunu giyip kapıyı açtı. Koridora çıkıp asansörün düğmesine bastı. “Seni bu hâle getirdiğim için üzgünüm. Avukat yarım saat içinde burada olacak. Her şeyi ona anlatırsın.” dedi ve gelen asansöre bindi. Yılmaz sinirden köpürüyordu. Ali’nin peşinden evden çıktı. Asansörün kapısını yumruklamaya başladı.
“Kaçamazsın, beni dinlemek zorundasın. Ben artık bir iş adamıyım. Tıpkı senin gibi acımasız, zeki ve her şeyi pazarlayabilecek bir iş adamı.” Hırsını alamadı. Eve girdi kapıyı çarptı ve avukatı beklemeye başladı. Yaptıklarından haberdar mıydı Ali? Yoksa yine mi aldatılmıştı? “Olamaz, yeniden aptal yerine koymasına izin vermeyeceğim.” diye bağırıp odadaki eşyaları kırıp dökmeye başladı. Bir süre sonra siyah takım elbiseli avukat geldi. Çantasından çıkardığı dosyaları Yılmaz’ın önüne koydu ve onları imzalamasını istedi. Yılmaz titreyen ellerini saklamaya çalıştı. “Sahtekârlar! Arkamdan ne çevirdiniz. Söyle.” diye bağırdı. Avukat sakin olmasını ve belgelere göz atmasını istedi. Yılmaz tedirgindi, neyle karşılaşacağını kestiremiyordu. Madeni kendi üzerine geçirmişti ve buradan gelecek para onun garantisiydi. Tüm bunları Ali’den habersiz ince ince planlamıştı. Tam da hem Kapital’den hem de Ali’den intikam aldığını düşündüğü bir zamanda ne olabilirdi ki? Ali ile iş yaptığı için kendinden nefret etti. O her şeyi yapabilecek bir adamdı sonuçta.
Yılmaz belgeleri incelerken avukat açıklama yapmaya başladı. “Bu rezidans ve kullandığınız araba üzerinize geçirildi. Madenin kaydı daha önceden yapılmıştı zaten.” Yılmaz’ın kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Suratı bembeyaz oldu. Karnına yumruk yemiş gibi hissetti. Nefesini toplamaya çalıştı. “Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Ali’nin yeni oyunu bu mu? Birazdan içeri girip kahkahayla gülecek aptallığıma değil mi?” dedi. Kapıyı açıp dışarıya doğru bağırdı. “Ali neredesin çık hadi! Oyun bitti!” Elindeki dosyaları yere fırlattı.
Avukat “Sakin olur musunuz? Ali bey gitti.” dedi.
“Ne demek gitti? Nereye?”
Ali bey tüm bu işlemlere haftalar öncesinde başlamıştı zaten. Ayrıca madenin veriminden de ondan gizli yaptığınız planlardan da haberdardı. Buna rağmen her şeyi size devretti.”
“İyi ama neden?”
“Bilmiyorum, bu zarfı vermemi söyledi. Belki orada nedenini açıklıyordur.”
Yılmaz koltuğa oturdu. Eliyle yüzünü ovaladı ve derin bir nefes alarak zarfı açtı. İçinde kısa bir not vardı.
“Hani sen bana ‘Kaybedince öğrendiğin tek şey kaybetmek olmuyor.’ demiştin ya. Kazanınca da öğrendiğin tek şey kazanmak değilmiş Yılmaz. Artık ne av ne de avcıyım. Sana bıraktıklarım, bana hatırlattıkların için… Umarım bir gün beni gerçekten affedebilirsin. Ali.”



KAHVE ve LÂLE
Yine kâbuslarla uyandı. Ter içindeydi. Doğruldu ve etrafına baktı. Tek pencereli odasındaydı. Oysa daha biraz önce sekiz yaşındaki hâliyle Amsterdam havaalanında bir başınaydı. Kavruk siyah bir oğlan… Elinde küçük bir çanta… İçinde alelacele konulmuş birkaç kıyafet… Etrafta koşuşturan insanlar… Dev ekranlara yansıtılan sayılar ve sefer bilgileriyle yanıp sönen ışıklı panolar. Art arda yapılan anonslar… Tanıdık kimse yok. Bir başına küçük Ömer sanki olduğu yere çivilenmiş de etrafındaki her şey hareket ediyor. Birden uzaktan bir ışık görüyor. Lâle’nin beyaz yüzü… Altı yaşında… Ağabey diye koşuyor. Çok yakınlar ama bir türlü kavuşamıyorlar. Aniden birisi bileğinden kavrayıp kucaklıyor. Sanki bir un çuvalı gibi… Ömer, sadece bakıyor. “Lâle, Lâle…” diye bağırmak istiyor. Ama sesi çıkmıyor.
Her sabah saat 06.00’da kâbuslarla uyanmaya başladığından beri alarm kurmaktan vazgeçmişti. Yataktan çıktı. Banyoya geçip elini yüzünü yıkamak istedi. Nefret ettiği aynayla yeniden yüz yüze geldi. Dünyadan yok olmasını istediği şeylerden biriydi bu aynalar. Baktığında hep geçmişle karşılaştığını düşünürdü ve geçmişin hesabını kapatmak için beklediği gün gelmişti artık. Belki de geçmiş diye bildiği şey sadece bir yalandan ibaretti. On sekiz yaşına girdiği bugün aynada uzun saçlı, esmer, yakışıklı hâlinin yanında beliren; subay tıraşlı sekiz yaşındaki küçük oğlanla benzeştikleri tek şey kara üzüm gibi gözlerdi ve o gözlerde insanı içine çeken derin bir boşluk vardı. İşte bu yüzden sevmezdi aynaları. Elini yüzünü yıkadı. Üzerine özensizce, siyah bir kot pantolon ve siyah tişört geçirdi. Evin direk bahçeye açılan arka kapısından sessizce çıktı.
Bisikletine binerek dik çatılı evlerin, pencere kenarlarındaki çiçeklerin etrafından şehri ikiye bölen kanala doğru ilerledi. Her sabah yaptığı gibi kanalın yanından bisikletle geçti. Yolun karşısındaki çiçekçiden bir demet lâle alıp iki sokak ötedeki kafeye geldi. Bisikletini dar kaldırımdaki demir korkuluğa bağladı. Kafenin geniş cam kapılarını açarak sonuna kadar dayadı. Siyah önlüğünü beline taktı. Tezgâhın arkasına geçerek kavrulmuş kahve çekirdeklerini çekmeye başladı. Bir anda etrafı kahve kokuları sardı. Yarım saate kalmaz işe gidenlerin, kâğıt bardaktaki kahveleri almak için kuyruk olacağını biliyordu. Acele etti. Kahveler pişerken lâlelerin demetini çözdü. Saplarını kısaltıp her masaya birer tane bıraktı.
Bu lâleler duvarları ve tavanı siyah boyalı kafenin tek rengiydi. Ömer ve lâleler, gurbete çıkmış iki kader ortağıydı sanki. Kokusu yoktu ama kahve kokusunun olduğu bir yerde başkasına da ihtiyaç yoktu. Ama onun lâlelere olan düşkünlüğünün başka bir sebebi vardı. Amsterdam’a getirildiği günden beri bağ kurduğu şeylerden biriydi lâle. Diğeri ise kahve… Lâle onun en büyük özlemi ve acısı, kahve kokusu ise çocukluğuydu. Bu kahve dükkânında çalışmasının nedeni de buydu. Çocukluk hatıralarıyla mutlu olanlara karşı, masum bir kıskançlık beslerdi. O, hayatının en büyük hatasıyla çocukluğunu yitirmişti. Hatırlamaktan vazgeçemediği anılarını bir kahve fincanı içindeki lâleyle mühürlemişti sanki. On yıldır bugünü bekliyordu. Yeni bir sayfa açmak için hesaplaşmaya, af dilemeye ve hatta affetmeye ihtiyacı vardı. Belki bu yüzden anıları artık hiç peşini bırakmıyordu.
Gün boyu çeşit çeşit kahve yaptı. Kimini sütle köpürttü, kimine uzun plastik kutulardan krema sıktı. Zihni ise sekiz yaşından beri ona ana babalık yapan dayısı ve yengesine Türkiye’ye gideceği haberini nasıl vereceğiyle meşguldü. Uçuşu gece yarısıydı. Patronuyla öğlen mesaisini bitirip çıkmak üzere anlaşmıştı. Arkadaşlarıyla vedalaştı. Bisikletine binerek eve doğru yola çıktı. Her zaman yaptığı gibi bahçe kapısından içeri girdi. Dayısı ve yengesinin salondaki doğum günü hazırlıklarını gördüğünde işlerin daha zorlaşacağını hissetti. Masada kurabiyeler ve içecekler, duvarlarda ise doğum günü kartları vardı. Karı kocanın heyecanlı hazırlıkları Ömer’in seslenmesiyle son buldu. “Ben geldim.” Kadın şaşırdı. “Sen bu saatte gelmezdin. Bütün sürprizi mahvettin.” dedi. Ömer gönüllerini almak için ikisine de sarıldı.
“Önemli değil. Ben her şey için teşekkür ederim. Bana kucak açtığınız ve hep sevdiğiniz için…”
Tüm bunları söylerken ağlamamak için arada bir yutkunuyor ve hızlı hızlı nefes alıyordu. Adam bir terslik olduğunu fark etti.
“Sen iyi misin oğlum?”
“İyiyim dayı. Ama sizinle konuşmam gereken bir şey var. Ne olur bitirene kadar beni dinleyin.”
Onları kanepeye oturttu, kendi de tam karşılarına geçti. Kadın adamın elini sıkıca tuttu. Ömer’in söyleyeceklerinden kendisini korumasını istiyordu âdeta. İçten içe biliyorlardı bu konuşmanın bir gün yapılacağını. Ama her seferinde bunun olmaması için dua ediyorlardı. Ömer derin bir nefes aldı ve söze başladı:
“Gece uçağıyla Türkiye’ye gidiyorum.”
Ömer’in cümlesini bitirmesiyle kadın ayağa kalktı. Büyük bir tedirginlikle odanın içinde bilinçsiz adımlar atıyor, ağlıyor ve sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu.
“Hayır! Asla, asla müsaade etmem. Gidemezsin.”
Ömer, bu denli bir tepki vereceklerini tahmin etmemişti. Ama hayatını borçlu olduğu bu insanlara kararlı olduğunu göstermek zorundaydı. Yengesinin başını elleri arasına aldı ve gözlerine baktı:
“Sizi çok seviyorum. Yıllardır benim için neler yaptığınızı biliyorum. Siz annesinin bile istemediği bir çocuğu, üstelik katil bir çocuğu bağrınıza bastınız.”
Dayısı, Ömer’in bunu bir daha telaffuz etmemesi için elinden geleni yapsa da bir türlü başaramamış, Ömer’i suçlu psikolojisinden kurtaramadığı için de vicdan azabı çekmeye başlamıştı. Sinirlendi ve hemen lafını kesti.
“Böyle söyleme. Sen katil değilsin. O bir kazaydı ve sen bunun bedelini ödedin. Hem neden? Neden gideceksin? Her şeyi yeniden hatırlayıp acı çekmek sana ne kazandıracak?”
“Dayı, lütfen… İkimiz de biliyoruz Lâle’nin ölümüne sebep olduğumu. Bu hiç bitmeyen bir azap. Ben artık nefes alamıyorum. Görmüyor musunuz? Gidip her şeyle yüzleşmem, en azından Lâle’nin toprağıyla helalleşmem lazım. Belki o zaman, birazcık huzur bulurum. Hem neden bu kadar karşısınız anlamıyorum. Senden istediğim tek şey bana nerede yaşadıklarını söyle.”
“Bizden bunu isteme oğlum, yalvarırım. Onlar seni suçladılar. Sekiz yaşındaki bir çocuğa katil muamelesi yaptılar. Bir kere olsun aramadılar. Yeniden yanlarına dönmene izin vermem. Seni bizden alacaklar biliyorum”
Ömer dizlerinin dibine çöktü. Ellerini tuttu.
“Bununla daha fazla yaşayamam. Bütün yüklerimden kurtulmak için gitmek zorundayım.”
Kadın, oturduğu yerde ayaklarını sallıyor adeta tüm vücudu titriyordu. Ömer’in ellerini iteledi.
“Dönmeyeceksin biliyorum. Bir daha asla dönmeyeceksin.”
Ömer karşılarında dimdik durdu.
“Başka bir yol yok. Bunu anlamak zorundasınız”
Adam, her şeyin sonuna gelindiğini biliyordu ve sonlar hep başlangıçları hatırlardı. Başlangıçlar, hataları ve pişmanlıkları… Bu koca delikanlının babası olmaya karar verdiği günü hatırladı. Buz mavisi duvarlarıyla soğuk bir hastane koridorunda, yoğun bakım odasının önünde ağlamaktan perişan, saçı başı dağılmış ablasıyla birlikteydi. Ömer, içerde makinelere bağlı kardeşi Lâle’yi odanın penceresinden görebilmek için kocaman bir demir sandalyeyi sürükleyerek getirmeye çalışıyordu. Ablası daha fazla dayanamadı ve fenalaştı. “Allah’ım ben ne yapacağım. Biri öldü diğeri katil oldu!” deyip saçlarını koparmaya ve bağırmaya başladı. Bir anda kadının etrafını hemşireler sardı, sakinleşmesi için iğne yaptı. Usulca gözlerini kapatan kadını kıpırdamadan izleyen Ömer, ölümün ne olduğunu babasından biliyordu ama katil olduğunu o an öğrenmişti. Sandalyeyi bırakıp nereye gideceğini bilmeden koştu ve bir duvarın dibine sindi. Küçük elleriyle gözlerini ovalayıp hıçkırarak ağlamaya başladı. İşte adam, sekiz yaşında bir çocuğun bunları hak etmediğini ve bir süreliğine de olsa Ömer’i Amsterdam’a götürmesi gerektiğini o gün düşünmüştü. Ama şimdi çaresizdi. Ne olacaksa olacaktı. Hiçbir şey sonsuza kadar gizli kalmazdı.
Karısını susturup sakinleşmesini sağladı. Zaten yapacak da bir şey yoktu. Ömer her şeyi planlamıştı. Ona engel olmaya güçlerinin yetmeyeceğini anladılar. Kadın birden hiçbir şey olmamış gibi hızla kalktı ve Ömer’in odasına girdi. Dolabın üstündeki valizi çıkardı. Sırayla pantolon ve tişörtlerini koydu. “Sen hatırlamazsın, bu mevsimde hep yağışlıdır.” diyerek montunu, “Güneş çok çıkmaz ama çıkarsa fena yakar.” diyerek de güneş gözlüğünü ve kremini koydu. Bir yandan iç çeke çeke ağlıyor bir yandan da valizi hazırlıyordu. Ömer, yatağına oturmuş hiç çocuğu olmamış bu kadının, kendisine yaptığı anneliği düşünüyordu. Valizin kapanma sesiyle irkildi ve kendine geldi. Her şey tamamdı. Vakit ayrılık vakti… Kadın ve adam defalarca sarıldı Ömer’e. Dayısı cebine küçük bir kâğıt parçası bıraktı.
“Bu on yıl önce oturdukları evin adresi. Hâlâ ordalar mı bilmiyorum.”
Kadın, oğlunun ardından bakakalmıştı. Ağlayarak salona geçti. Duvarlardaki resimleri söktü. Masada ne var ne yok yere attı. Adam omuzlarından yakalayıp kendine doğru çekti karısını. Bu sefer ikisi beraber hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Kadın sürekli “O bir daha gelmeyecek, anlıyor musun? Buna izin vermemeliydik!” deyip duruyor, adam ise başka çarelerinin olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Oğullarının on sekizinci yaş gününü kutlamaya hazırlanırken onu kaybetmeye bu kadar yakın olduklarını hiç düşünmemişlerdi. Umutları, Ömer’in bir gün her şeyin onun iyiliği için olduğunu anlaması üzerineydi.
Ömer, dayısı ve yengesinin geri dönmeyeceğine dair korkularını tam olarak anlayamamış olsa da yaşattıkları için suçluluk duymaya başladı. Ama bu duyguyu pek garipsemedi. Ne de olsa alışıktı. Hatta bütün çocukluğu görünmez kelepçeler içinde geçmişti. Sekiz yaşındaki bir çocuğun küçük kardeşinin katili olduğunu bilerek yaşaması çok büyük bir yüktü ve Ömer yıllar boyunca bu yük altında ezildiğini hissetti. Havaalanına geldi. Elinde valiziyle ortalık yerde durdu. Etrafını seyretmeye başladı. Sefer takip panolarına ve etrafta koşuşturan insanlara baktı. Devam eden anonsları dinledi. Bir anda sesler uğultuya, insanlar ise sadece ışık huzmesine dönüştü. Tıpkı on yıl öncesi gibi ayaklarının yere mıhlandığını ve her şeyin etrafında döndüğünü hissetti. Tek fark artık koca bir delikanlıydı ve yanında dayısı yoktu. İçini müthiş bir korku sardı. Gitmek ve kalmak arasındaydı. Ama başka çaresi olmadığını düşündü. En azından Lâle’ye bunu borçluydu. Uçak tam vaktinde kalktı. Dakikalar içinde yükseldi ve Ömer’le onu büyüten ailesinin arasına mesafeler koymaya başladı. Belki hiç kapanmayacak, belki hep hatırlanacak mesafeler…
Küçük bilgisayarını aldı. Planlarını yaptığı dosyayı açtı. Üç saat sonra İstanbul, oradan aktarmayla Trabzon’a geçecekti. Zaten bildiği tek şeyde buydu. Ne yaşadıkları beldeyi hatırlıyordu ne de mahalleyi. Dayısının verdiği adresin işe yarayıp yaramayacağını kestiremiyordu. Yıllardır en ufak bir iletişimleri olmadığını biliyordu. Dayısı küçükken sorduğu soruları “Öz oğlunu kabul etmeyen bir kadınla ilgili konuşmak istemiyorum.” diye cevaplardı. Bu cevapla Ömer sadece dayısının ne kadar fedakâr olduğunu değil, istenmeyen bir çocuk olduğunu da hatırlardı. Oysa neler vermezdi annesi tarafından sevilen bir çocuk olarak kalmak için. Hatta Lâle’nin yerine kendisinin öldüğünü düşlemişti yıllarca. Annesi tarafından sevilen, ölü bir çocuk olmayı ne kadar da isterdi. O zaman katil ve sevilmediğini bildiği bir hayata katlanmak zorunda da kalmazdı. Yazık ki tercih hakkı yoktu ve her doğan gün ona gerçekleri hatırlatmaya devam ediyordu. Rüzgârın çaldığı ıslıkta, yağmurun toprağa düştüğündeki ses de hep aynı şeyi söylüyordu sanki. “Katil çocuk… Katil çocuk…”
Yol boyu ne yapması gerektiğini düşündü durdu. Amacı Lâle’nin mezarını ziyaret edip ondan af dilemek olsa da annesiyle de karşılaşacağını biliyordu. Belki hiç konuşmamak en iyisiydi. Ya da içindeki tüm nefreti kusmak… Belki annesi de pişmandı. Belki onu affetmişti. Ya Ömer annesini affedebilecek miydi? Ömer kendini affedememişken annesini affedebilir miydi? Ne çok hesaplaşacak şey var diye düşünürken uçağın İstanbul’a geldiğini fark etti. Sekiz yaşından beri Türkiye’ye hiç gelmemişti. Trabzon uçağı için henüz vakit varken havaalanında dolaşmaya karar verdi. Ait olduğu yeri tanımak istercesine her şeye dikkatlice bakıyordu. Bir kahve dükkânı gördü ve hiç düşünmeden içeri girdi. Sipariş ettiği Türk kahvesi ve lokum gelince bir süre öylece baktı. Artık içindeki deniz kabarıyor ve her dalga yeni anılarla kıyıya vuruyordu. Kahve içmek, annesinin her sabah saat 10.00’daki alışkanlığıydı. Ömer ve Lâle içinse eğlence vakti… Lâle annesini şirinlikleriyle oyalarken Ömer tabağındaki lokumları aşırıp bahçede koşmaya başlardı. Kadın ise her seferinde şaşırmış gibi yapıp “Sizi küçük hırsızlar!” diye çocukları kovalardı. Ömer, bunları düşünürken fark etmeden gülümsüyordu. Yazık ki dalgalar her zaman iyi hatıraları getirmiyordu. Hesabı masaya bırakıp kaçarcasına uzaklaştı. Kulaklarında hâlâ annesin “Katil oldu.” sesi yankılanıyordu.
Trabzon uçağının anonsları yapılmaya başladığında vazgeçmeye yaklaştığını hissetti. Geç kalmış olabileceğini hiç düşünmedi. Ceketinin cebinde taşıdığı lâle ona ne için orda olduğunu yeniden hatırlattı. Uçağa bindi ve sadece uyumaya çalıştı. İçinde kâbusların ve hatıraların olmadığı kısacık uyku ona iyi gelmişti. Artık düşünmenin faydası yoktu. Sadece yaşamalıydı. Havaalanı önündeki taksilerden birine bindi. Elindeki adresi şoföre uzattı. Yol boyu lacivert denizi, çam ağaçlarını, balık pazarını geçip taş evlerin olduğu mahalleye geldiler. Kafası cama yaslanmış etrafı izlerken, hiçbir şeyin tanıdık gelmemesine şaşırdı. Ama adam evlerinin olduğu mahalleye gelip arabayı durdurduğunda, parça parça resimler belirmeye başladı zihninde. Taksiden indi, valizini aldı. Sokağın başındaki evi gördü. Oraya kadar hızlı adımlarla ilerledi. Boyasız, tek katlı evin bahçe duvarına yaklaşıp içeriye baktı. Annesinin kahvesini içtiği kırık dökük masa ve duvar dibindeki bostanlarla bahçe hâlâ aynıydı. Tek fark masaya gölgelik eden koca çınarın uzun bir kütükten farksız, budanmış hâliydi. Belli ki annesi Ömer’le birlikte çınarı da cezalandırmıştı.
Bahçe duvarı Ömer’in bedenini tutan tek şeydi. Zihni ise kurumuş ağacın dibinde ve on yıl öncesindeydi. Koca çınarın tepesinde beyaz tenli kıvır kıvır saçları yüzüne dökülmüş küçük Lâle… Korkudan sessiz sessiz ağlıyor, Ömer ise bir kahraman gibi “Atla ben seni tutacağım korkma.” diyordu. Lâle aralarında iki yaş olmasına rağmen güvenirdi abisine. Sokakta karşılaştıkları köpeklerden de korurdu abisi, çocuklarla tutuştuğu kavgadan da. Bu yüzden hiç tereddüt etmedi. Aşağıda bekleyen abisinin kollarına bıraktı kendini. Artık duvar bile tutamadı Ömer’i. Hatırlamak yaşamaktan da zor gelmişti. Kanının çekildiğini hissetti. İçeri girmeye cesaret edemeyip dakikalarca oturdu duvar dibinde. Sonra doğruldu ve tekrar bakmaya başladı. Bahçenin duvara yakın, aşağı kısmındaki mezarlara dikkat kesildi. Dedesi ve babasının mezarını hatırladı. Eskiden beri adetti bahçe içindeki mezarlar. Bu iki mezarın yanındaki küçük olanı fark etti. Valizi bahçenin dışında öylece bıraktı, hatta unuttu bir valiz taşıdığını. İçeride kiminle karşılaşabileceğini bile hesap etmedi. Hedefe odaklanmış bir kurşun gibi fırladı. Hızlı adımlarla mezarın dibine kadar geldi. Ayakucunda durdu. Cebindeki, kurumuş lâleyi yere bıraktı. Toprağı kucakladı ve hıçkırarak ağlamaya başladı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/azize-kaya/tac-ve-divit-69500167/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Taç ve Divit Azize Kaya

Azize Kaya

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Taç ve Divit, электронная книга автора Azize Kaya на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв