Mavi Çember
Azize Kaya
Azize Kaya
Mavi Çember. Hikâyeler
Eşim NECATİ’ ye…
TAKDİM
Edebiyatımızın yeni yazarlarla, yeni eserlerle gelişeceğini; dilimiz, kültürümüz ve geleceğimiz açısından donanımlı bir yazarın, iyi bir eserin ne kadar önemli olduğunu biliyorduk. Edebiyat dünyamıza yeni yazarlar, yeni eserler kazandırmanın, milletimizin geleceğine yönelik büyük hizmetlerden biri olacağına inanıyorduk. Bu inanışla ulusal ve uluslararası bütün faaliyetlerimiz gibi yazar yetiştirmeyi de önemsedik. Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi olarak yazar yetiştirmek üzere başlattığımız atölye çalışmalarında altıncı dönemi geride bıraktık. Dönem sayısı arttıkça, ona paralel olarak sevincimiz, mutluluğumuz da arttı.
Kuruluş olarak yeni olmamıza rağmen Türkiye’de pek çok ilki gerçekleştirdik. Bu ilklerden biri de gerçek atölye çalışmalarıyla edebî ürünler üretilen yazarlık okuludur.
Hiçbir zaman geniş maddi imkânlarımız olmadı ama her zaman bize destek sunan dostlarımız oldu. İki dönem dışında yazarlık okulu atölye çalışmalarımızı bize ait olmayan, geçici mekânlarda yaptık. Bu işe, herhangi bir çıkar gözetmeden, sadece emeğimizi değil yüreğimizi de koyduk. Sonuçta beklediğimizden daha yüksek bir başarıya ulaştık. Yöntem arayışlarıyla geçirdiğimiz, biraz da acemiliğimize gelen hazırlık dönemi bir tarafa bırakılırsa, son beş dönemde Türk Edebiyatına beşi ortak, on üçü müstakil olmak üzere toplam on sekiz kitap kazandırdık. Bu kitaplarda yer alan ürünlerle edebiyat dünyamıza kırk civarında yazarın adım atmasına vesile olduk.
Bugün, AYB Edebiyat Akademisinde yetişen arkadaşlarımızın çeşitli yayın organlarında boy göstermeleri, yeni yeni eserler ortaya koymaları bizleri mutlu kılıyor. Ortak kitaplarımızla edebiyat dünyasına adım atan arkadaşlarımızdan yazmaya ve kendini geliştirmeye devam ederek müstakil kitaplar çıkaranlar var. Daha da ileri bir çalışkanlıkla nerdeyse her yıl yeni bir kitap yayınlayan, estetik seviyesini her kitapta biraz daha yükselten arkadaşlarımız var. Bunlar bizim mutluluk kaynaklarımızdır. Giderek böyle başarılı arkadaşlarımızın çoğalacağına, Türk edebiyatında farklı bir ses, farklı bir renk olarak iz bırakacaklarına içtenlikle inanıyoruz.
“Kardeş Sesler” her dönem sonunda çıkardığımız ortak kitabımız…
Kardeş Sesler 2014’te Ahmet Turgut, Azize Kaya, Bünyamin Zile, Büşra Demir, Büşra Konaktaş, Ebabekir Cambolat, Nesrin Askeran Ünal, Rumeysa Atasay, Sacide Uslu, Sema Tanrıverdioğlu Ersöz, Ülkü Taşlıova olmak üzere on bir arkadaşımız hikâye, deneme ve şiirleriyle yer aldılar. Bu ürünlerin tamamı altıncı dönem süresi içinde üretildi. Şiir atölyesinde eğitimci, şair Ali Akbaş, deneme atölyesinde eğitimci, yazar Hüseyin Özbay, hikâye atölyesinde eğitimci, hikâyeci Ataman Kalebozan gönüllü olarak, büyük bir özveriyle çalıştılar ve sonuç aldılar. Her metin; defalarca ilgili hoca tarafından estetik, konu, kurgu, ifade, yazım ve hatta noktalamaya varıncaya kadar titizlikle değerlendirildi. Bu değerlendirmeler ışığında yazarları tarafından son şekli verilen eserler, tekrar hoca onayından sonra çeşitli internet sayfalarında, dergilerde ve bu kitapta yer almaya hak kazandı.
Atölye çalışmalarını içeren Kardeş Sesler 2014’ün ilgiyle okunacağından kuşkumuz yok. Özellikle, içinde yazma sevdası taşıyan, istedikleri halde çeşitli sebeplerle çalışmalarımıza katılamayan yazar adayları, bu kitabı yüksek ilgiyle ve inceleyerek okuyacaklardır. Çünkü ortak konuların farklı yazarlar tarafından, farklı bakış açılarıyla, nasıl kurgulanıp, hangi yönleriyle öne çıkarıldığını görürlerken yazarlığın sırlarını ve sınırlarını da keşfetmeye çalışacaklardır.
Kardeş Sesler 2014 ve önceki yıllarda çıkarılan ortak kitaplar (Kardeş Sesler 2013, 2012, 2011, Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler) yine yazar yetiştirme programına bağlı olarak çıkarılan müstakil kitaplar (13 adet), Türkiye’de bir “ilk”in öncü kitaplarıdır. Bir yönden değil, pek çok yönden ilgiyle okunduğunu biliyoruz.
Ulaştığımız başarı seviyesinde en büyük pay, yazarlığın çilesini baştan kabullenmiş, eleştirileri dikkate alarak bıkmadan, usanmadan ve inanarak yazmaya devam etmiş katılımcı arkadaşlarımızındır. İki dönemde yazdığı hikâyelerden oluşan “Mavi Çember”in yazarı Azize Kaya bu arkadaşlarımızdan biridir. İlk kitabına aldığı hikâyelerdeki belirgin başarısından dolayı kendisini kutluyor, daha nice başarılı eserlere imza atmasını diliyor ve bekliyoruz.
Osman Çeviksoy
AYB Edebiyat Akademisi Bşk.
AZİZE KAYA
azize-kaya@hotmail.com
1979 yılında Sivas’ta doğdu. İlk orta ve lise öğrenimimi burada tamamladı. 1997 yılında Ankara’ya yerleşti. Evli ve iki çocuk annesidir.
Yazma serüveninin temelleri Rumeli göçmeni olan ailesinin hikâye ve masallarıyla atıldı. Sözlü edebiyatın güzel örneklerini babaannesinden dinledi. Her duruma uygun tekerlemeleri, manileriyle ve Kaf dağının ardındaki peri kızlarını anlatan masalları; çocuk yaşta değerlere farklı pencerelerden bakma fırsatını verdi. Edebiyatın zarif ve masum yanını büyüklerinin sayfalarca uzayan sevda mektuplarından öğrendi.
Her sohbetin edebiyata açılan bir kapısı vardı. Anadolu ve Rumeli kültürlerinin birlikte oluşturduğu ahenk her ne kadar yazıya aktarılmasa da çocuk ve ilk gençlik yıllarında Azize Kaya’yı edebiyata hazırlayan en önemli etken oldu.
Yıllarca hatıralarında ve günlüklerinde kalan yazma sevdası, 2012 yılında Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisiyle tanışması ile yeniden canlandı. İki yıl boyunca devam ettiği yazarlık atölyesinde Ali Akbaş Hocadan şiir, Osman Çeviksoy ve Ataman Kalebozan Hocalardan hikâye ve Hüseyin Özbay Hocadan deneme dersleri aldı.
Atölye çalışmaları yürütülen bu akademide yazdığı eserlerden bazıları Kardeş Kalemler ve Kurgan Edebiyat dergilerinde yayınlandı. Ayrıca belirli dönemlerde düzenlenen programlarla hikâye ve denemeleri okuyucuyla buluşturulup onların beğenilerine sunuldu.
Akademide geçen ilk yılın meyveleri “Kardeş Sesler 2013” adlı kitapta yayınlandı.
KADER
Bozkırın sonbahara teslim olduğu, dere kenarındaki söğütlerin ince hastalığa tutulmuşçasına tepelerinden başlayıp gövdelerine doğru usul usul sarardığı sıradan bir gündü. Göçmen kuşlar yeni memleketlerine doğru yol tutarken; sonbaharda yağan yağmurlarla bereketlenen küçük derenin soğuk sularına başlarını batırıp çıkarıyor, bu halleriyle obanın tüm çocuklarına seyirlik bir manzara sunuyorlardı.
İleride bir kadın mantisin üzerinde ısıttığı suyu; ateşten nasibini aldığı her halinden belli eğilip bükülmüş, eski kovaya doldurup, çocuklarını yıkamaya hazırlanıyordu. Çıplak, yalın ayak, küçük oğlan anasının çağrılarına aldırmadan çadırın etrafında dört dönüyordu. Genç kızlar rengârenk ve kocaman çiçekli eteklerini bir o yana bir bu yana sallıyor; az taranmış, bellerine kadar uzanan, siyah saçlarını kuzey rüzgârıyla savurarak, yetmişlik nenelerine nispet verircesine dans ediyorlardı.
Kader, yaşadığı çadırın babası tarafından sökülüp atılmasını daha fazla seyredemedi. Ağlayarak koşup uzaklaştığı obasına, tepedeki alıç ağacının üzerinden son kez bakarken, hâlâ neden orayı terk etmek zorunda olduklarını anlayamıyordu. Zümrüt yeşili koca gözlerinden hiç bu kadar yaş döküldüğünü hatırlamıyordu. Saçındaki örgüleri açarak, boncukları tek tek çıkardı. “Ne de olsa gidiyoruz. Tanımadığım insanlar için bunları takmama gerek yok.” dedi. Elindeki mavi yeşil boncukları hırsla attı. Alıç ağacının ince dallarından kurtulan boncuklar birer birer yere düştü.
Anası kap kacağı toplamış, renkli bir örtünün içine koyup, örtüyü dört ucundan sıkıca bağlayarak büyük bir çıkın hâline getirmişti. Kaynanasının delici bakışları altında; çaput kilimleri çırpıp tozlarından arındırdıktan sonra itina ile katlıyor, sökülen çadırın paslı demirlerinin yanında istifliyordu. Uçları açılmış kırmızı yazmasını, ensesinin üzerinden geçirerek başının tepesinde bir düğüm yaptı. Aynı diğer çıkınlar gibi sağlam ve kocaman… Kader’in etrafta olmadığını anlayınca, oğluna seslendi: “Şu kızı alıp gelesin. Yine ağaçların tepesindedir.”
Abisi hızlı adımlarla yürüyor, bir taraftan da sesini duyurmak için avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Ne de olsa şehre gitmeyi en çok isteyen oydu. Kader’i bulup, bir an önce yola çıkmak için can atıyordu. Abisinin sesini duyan kız çoktan ağaçtan inmişti. Şimdi sinirle attığı boncukları toplayıp eteğinin altındaki kahverengi pantolonun ceplerine sığıştırmaya çalışıyordu.
Abisini arkasında bırakıp, nefessiz kalıncaya kadar koştu. Ovaya vardığında, babasının çoktan işleri bitirip, eski minibüsün içinde kendisini beklediğini gördü. Turuncu renkli, üzerine beyaz çiçeklerle desenler atılmış, küçük farlarıyla ve toparlak gövdesiyle tıpkı bir tosbayı andıran bu araba, o gün eskisi kadar sevimli gelmiyordu Kader’e. Nenesinin boynuna öyle sarıldı ki abisi bile kenetli ellerini açamadı. “Nenem sen de gelesin, n’olur. Ya da beni burada bırakın, babam, ayırmayın nenemden. Ben ona bakarım, o da bana. Babam elini ayağını öpem, ayırma beni nenemden”…
Evlerini iki çıkın ve bir bavula sığdıran aile; bu hüzünlü vedanın ardından yola çıktı. Kader, minibüsün arka camına yapışmış nenesine ve obasına ağlayan gözlerle bakıyordu. Ne yol kenarındaki iğde ağaçlarının kokusu ne gelincik tarlaları ne de abisinin şakaları keyfini yerine getirmedi. Zaten en çok da ona kızgındı. Nerden çıkmıştı bu okuma sevdası? Bunun için insan evini, obasını, hele de nenesini nasıl bırakırdı? Gerçi nenesine çok ısrar etmişler ama o obasını bırakamayacağını söyleyerek kabul etmemişti. Yine de babasını anlayamıyordu. Nasıl da uymuştu yarım akıllı abisine, bir türlü aklı almıyordu. Ağlamaktan uyuyakalmıştı. Gözlerini açtığında köhne minibüs, büyük balkonlu, toprak tonlarında boyanmış, üzeri mozaik taşlarla süslenmiş, kocaman demirden kapısı olan beş katlı bir binanın önünde durmuştu. Annesi ve abisi heyecanla eşyaları içeri taşırken, Kader de çaresizce peşlerine takıldı. Girişten aşağıya bir kat daha inerek, açık bırakılmış kapıdan içeriyi süzdüler. Sonra tedirginliklerini bir kenara bırakıp, önde abisi ve annesi, arkada babasıyla Kader, odaları dolaşmaya başladılar.
Annesi en çok mutfak ve banyoya bakıyor, kızına her istediğinde banyo yapabilmenin rahatlığını anlatıyordu. Kader ise “N’olmuş, kasabadaki hamamda da sıcak su vardı, orda da yıkanırdık. Bunun için geldiysek boşuna geldik diyim sana!” diye umursamaz cevaplar veriyordu. Ne hayatında ilk defa gördüğü alafranga tuvalet, ne annesinin yemek yapmaya can attığı mutfak, ne de abisiyle paylaşacağı oda onu heyecanlandırmıyordu. Aklı hâlâ nenesinde ve bozkır ovasındaydı.
Günler geçtikçe bu küçük kapıcı dairesi, komşu kapıcıların da yardımı ile çiçekli perdeleri olan, yerde minder yerine kanepeler bulunan, sıcak suların aktığı, ocağında mercimek çorbasının piştiği sevimli bir ev hâlini almıştı. Öyle ki abisinin çalışabileceği küçük bir masası bile vardı. Yine de Kader, abisi için yapılan fedakârlığı anlamıyordu. Bu okuma arzusu ne kadar da gereksizdi. Ara sıra abisi onun da okula gitmesi gerektiğini söylese de Kader, “Sayıları biliyom, neneme de mektup yazıyom, daha napam okumayı?” diye söyleniyor; bir taraftan da abisine, mektuplarını nenesine ulaştıracağına dair verdiği sözü hatırlatıyordu.
Kader dışarı çıkmadığı zamanlarda pencerenin önünden ayrılmıyor, hayretle geleni geçeni izliyordu. Gözleri sokaktan geçen siyah döpiyesli, kısa kahverengi saçlı, siyah pabuçları ve kahverengi çantasıyla hızlı adımlarla ve asık suratla yürüyen kadına takıldı. Bir anda kendisini onunla kıyaslamaya kalktı. Kırmızı çiçekli eteğinin altındaki sarı pantolonu, yeşil hırkası, günlerdir örülmeyen dağınık ama uzun saçlarıyla o kadından ne kadar da farklı olduğunu düşündü. ”Abe bu şehirliler hiç bilmezmiş ya giyinmeyi, sankim cenazeye giderler.” demekten alamadı kendini.
Akşama yorgun argın eve gelen babasını, azıcık klarnet çaldığı takdirde, kendisinin de eskisi gibi oynayacağına dair ikna etti. Zavallı adam, günlerden sonra yüzü ilk defa gülen kızının ısrarlarına dayanamadı. Babası çalıyor, annesi “kara gözlü çingenem” diye şarkı söyleyerek eşlik ediyordu. Kader ise beline bağladığı zilli bir örtüyle tıpkı akşamları obada yaktıkları ateşin etrafında oynadığı gibi göbekler atıyor, el çırpıyordu. Birden hışımla çalınan kapının sesiyle irkildiler. Gelen apartman yöneticisiydi. Buranın bir apartman olduğundan başlayıp, çingene olmalarına rağmen onları kabul edip iş vermekle büyük lütufta bulunduklarından devam eden, daha fazla şanslarını zorlamamaları gerektiğiyle biten, uzun uzadıya cümleler kuruyordu.
Kader, babasının ileri geri konuşan bu adama tek kelime cevap vermediğini ve kasketini yüzüne doğru indirerek, başını yerden kaldırmadığını görünce çok şaşırdı. Babasının obadaki hallerini hatırladı. Bu lafların yarısını orada duysa çoktan tepesine binmişti adamın diye düşündü. Şehir hayatına olan hıncı iyice artmıştı. Babası, adamın söyledikleri karşısında renkten renge girmiş, kapıyı kapattıktan sonra kanepenin ucuna boş bir çuval gibi yığılmıştı. Dizlerini karnına kadar çekip, bakışlarını yere odaklayan adamı teselli etmek istercesine yanına sokuldu. “Aman be babam, bu uyuz herif ne anlar klarnetten. Zaten anlasa kızmaya değil acık da ben dinleyeyim demeye gelirdi. Boş ver be babam, takmayasın kafaya.” dedi. Küçük elleriyle babasının sırtını sıvazladı.
Apartmandaki çocuklarla bir türlü anlaşamayan Kader, o gün yine büyük bir kavgaya tutuşmuştu. Kaybolan misketin hesabını, çingene olduğu için Kader’den sormaya kalkan çocuklar, kalabalık olmalarına rağmen dayak yemekten kurtulamamış, ağlayarak annelerine şikâyete gitmişlerdi. Sonrası malûm… Utancından yerin dibine giren kadın, kızına veryansın etmişti. Küçük kız bir yandan “Bana ırsız diyemezler tamam mı? Ama görsen nasıl avalarını söndürdüm. Kaçacak delik aradı şehir bebeleri!” diye açıklama yapıyor, diğer yandan da kavga ettiği çocukların saçlarını parmaklarının arasından temizliyordu.
Bu kavga ona pahalıya patlamıştı. Annesi süregelen tartışmaların sebebinin şehir hayatına alışamayan kızı olduğunu düşündüğü için onun sokağa çıkmasını yasakladı. Kader’in yadırgadığı bu dünya ile bağlantısı yalnızca odasının küçük penceresiydi artık. Saatlerce cam kenarında oturup, geleni geçeni izlemekten başka yapabileceği bir şey kalmamıştı. Nenesine ve obasına duyduğu özlemle hayallere daldı. Bazen derede yüzdürmek için kese kâğıdından yaptıkları kayıkların alabora olmasından rüzgârı sorumlu tutup kızışını, bazen de dağların kekik kokusunu taşıyan rüzgâra minnettar oluşunu hatırladı.
Tam bu düşüncelere dalmışken; birden camın pervazında, kâğıttan yapılmış bir kayık gördü. Etrafta kimsecikler yoktu. Hızla camı açıp kayığı almak istedi. Karşısına kendi yaşlarında, beyaz tenli, iri siyah gözlü bir oğlan çıktı. Sokaktaki diğer çocuklardan alışkındı horlanmaya; kâğıttan kayığa uzattığı elini hemen çekip, pencereyi kapatmak istedi. Çocuk neden almadığını, gerekirse yenisini yapabileceğini söyledi. Kader şaşkındı. Kayığı aldı. Gülümseyerek camı kapattı. Bu oğlan çocuğu, onun şehirdeki ilk arkadaşı oldu.
Kaldırıma yakın, demir parmaklıklı pencereye her çıktığında gözü bu sevimli oğlanı aramaya başladı. Onu her gördüğünde aralarında oluşan sıcak sohbet hoşuna gidiyordu. Ona yeşil-sarı söğütleri, dere kenarındaki kurbağaları, nenesinin altın dişlerini, uzun uzun anlatıyor; kimi zaman da onunla bildiği tekerlemeleri paylaşıyordu. Ondan da yeni hikâyeler ve oyunlar öğreniyordu.
Günler sonra ilk defa, annesinden saçlarını örmesini ve uçlarına eskisi gibi boncuklar takmasını istedi. Mavi, yeşil boncukları cebinden çıkarırken gülümseyerek düşünüyordu. Belki de şehir zannettiği kadar kötü değildi.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi)
HAYAT
Hastane bahçesi ambulans seslerine karışan çığlıklarla inliyordu. Herkes bir yerlere koşuşturuyor zamanla yarışılıyordu. Aslı, her zamankinden farklı bir durumla karşılaştığını bordo bereli üniformalıları gördüğünde anlamıştı.
Birinin başına saplanmış bir şarapnel parçası vardı. Diğerinin büyük bir damar yırtığı ve üçüncü derece yanıkları.”Solunumunu kontrol edin, damar yolu açılsın” diyordu bir başkası için doktorlar. Acil kapısına yaklaşan her bir ambulans içinden indirilen askerler, soğukkanlılığını korumaya çalışan doktorlara emanet ediliyordu.
Aslı son yaralıyı almak için indirilen sedyeye yaklaştığında hayatının şokunu yaşadı. Yeşil şalvarlı, kafasına doladığı siyah beyaz puşisi kan içindeki, yaralının terörist olduğunu anladığı vakit içerden gelen sesler yükseldi.”Hastayı kaybediyoruz. Solunum yok. Nabız düşüyor.”Aynı anda “Hasta eks oldu.” diyen üç ayrı doktor ve beyaz çarşaflar üzerine çekilen üç gencecik hayat.
Yaralıya ilk müdahaleyi yaparken henüz şaşkınlığını atamamıştı üzerinden. Adamın beline dolanmış kemere takıldı gözü. Çoğu boş fişekliğin içindeki mermiler biraz önce eks oldu diye haykırılan genç bedenlerde miydi? Ya kalbinin üzerinde kıvranan elleri, onlarca insanın kanına girerken böyle titriyor muydu? diye düşündü.
Ne yapması gerektiğini bilemedi. Belki on dakika geç müdahale etse, yarasının üzerine bastırdığı tamponu çekse, belki bir sigara molası verse… Düşündüklerinden bulanan midesini küçük bir kaba boşalttı. Yüzüne hızlıca bir su çarptı. Duvardaki dolabın camından yansıyan sararmış suratını bir an için unutup hastanın ameliyata hazırlanması için talimat verdi.
Hastanenin tüm doktorları görev yerlerine çağırılmış, acil iki hasta için ameliyathaneler hazırlanmıştı. Bu arada tüm ülke bu çatışma haberiyle sarsılmıştı. Ölenlerin aileleri evlatlarının cansız bedenlerini almak için çoktan yola çıkmıştı.. Hastane bahçesi gazetecilerle doluydu.
Aslı bu manzaraya ilk defa şahitlik etmiyordu. Oysa ne büyük ideallerle gelmişti doğunun incisi dedikleri bu şehre. Tayininin çıktığını duyup üzülen tüm dostlarına hep aynı açıklamayı yapmıştı. Orası da vatan toprağı ve orada da hizmet bekleyen insanlar vardı. Nerden bilebilirdi hayat kurtarmaya geldiği bu şehirde hayatını bırakacağını.
Arkadaşları ameliyata girmemesi konusunda Aslı’yı ikna etmeye çalıştılarsa da bunu başaramadılar. Zamanla yarışılan o anda ağır ağır hazırlandı. Önce yeşil önlüğü giydi. Sonra eldivenleri taktı. Otomatik kapı açıldı ve tükenmiş adımlarla içeri girdi. Normalde olsa bu durum herkesi rahatsız eder ve söylenmelerine sebep olurdu. Oysa şimdi çıt çıkmıyordu.
Tüm personel durumun hassasiyetinin farkındaydı. Korku, yalnız gözlerin açıkta kaldığı bedenler de dahi hissedilebiliyordu. Aslı’nın ne yapmak istediğini bir türlü kestiremiyorlardı.
Bilinci kapalı hastaya uzun sürecek ameliyattan ötürü yeniden narkoz verildi. Göğsünde ve kasığında iki kurşun yarası vardı. Biri ciğeri parçalayarak çıkmış öbürü ise hala bedenindeydi. Kanama ise tam olarak durdurulamamıştı. Bisturiyi eline aldığında derin bir nefesle atmaya çalıştı öfkesini. Kapıda bıraktığı cansız bedenler geldi gözünün önüne. Elleri yanlarına düşmüş sararmış yüzler. Ana babasının yahut kavuşamadığı yârinin hasretiyle kapanan gözleri unutamıyordu.
Tüm hayalleri tek kurşunla sonlandırmak bu kadar kolay mıydı? Bir şans daha verselerdi beyaz örtüler altındaki gencecik bedenlere, belki tek bir gün, bir tek nefes… İki veda sözcüğü, belki bir gülücük… Ama olmazdı. Çalmak onların ruhuna işlemişti. Bu gün kaç evlat çalmışlardı gözü yaşlı ana babalardan. Annelerinin karnındaki kaç masum bebeğin ilk ve en özel kelimesini, pencere kenarında, sofra başında bekleyen kaç kadının kahramanını çalmışlardı.
Yaranın üzerinden derin bir kesik açarken işte tam da bunları düşünüyordu. Şimdi çalanlardan çalmak zamanıydı. Hayatlara son veren bu soğuk bedeni sona ulaştırmak oldukça kolaydı. Yüzde on yaşama şansıyla ameliyata girmiş biri için riskler çok, ölmek ise pek kolaydı.
İnsanları hayatta tutmak için eğittiği ince parmakları ilk defa birinin hayatını almak için hazırlanıyordu. Gözlerinden fışkıran kin zaten soğuk olan odayı iyice soğutmuştu. Keşke bilinci yerinde olsaydı da tüm nefretimi gözlerinin siyahına bakarak haykırıp verdiği son nefesin şahidi olabilseydim diye düşündü.
Ya verdiği sözler, ettiği yeminler. Hayalleri. Hani bu insanlar aslında masumdu ve sadece onları kullanan güçler cezalandırılmalıydı. Hani öldürmek çare değildi ve barış mukaddesti. Ölen her beden ateşi hararetlendiren bir çıraydı.
Canı yanmadan barış istemek kolaydı da ya aklıselimi sevdiğiyle beraber gömdüyse kara toprağa ve her gün yeniden yeşeren bir avuç nefretle dönüyorsa evine, affetmenin onurundan bahsedebilir miydi insan?
Ne çok şey yaşıyordu aynı anda. Acı öfke merhamet ve kin hepsi tüm hücrelerini dolanıyordu adeta. Tüm bunlara bir damla da gözyaşı eşlik etse belki rahatlayacaktı. Ama oldubitti sevmezdi ağlamayı. Öyle ya acizler ağlardı ve o bugün kendini her zamankinden güçlü hissediyordu. Kader hükmünü onun parmakları arasına gizlemişti.
Alnından tane tane dökülen terleri koluyla silecekken kafasını kaldırdı ve tepedeki lambanın metal uzantılarında gördüğü manzaradan ürktü. Elindekileri yere savurdu. Hızla çıktı soğuk odadan. İçerdeki herkes şaşkın ve acılıydı kimse gitmedi peşinden. Koşarak indiği merdivenlerin dibine yığıldı.
Dışarıdaki kalabalık içeriden gelecek habere kilitlenmişti. Canlı yayın araçları ve spikerler kapı önünde bekliyorlardı. Birkaç saat sonra hastaneden yapılan açıklama son dakika olarak verilmeye başlamıştı.
“Genç doktor üç ay önce evinin önünde sırtından tek kurşunla öldürülen eşi Savcı Selim Soylu’nun katil zanlısı olarak aranan ve dün geceki çatışmada yaralanan terörist C.A.nın hayatını, yaptığı zorlu ameliyat sonucu kurtardı.”
Aslı ise hıçkırıklarla ağlıyordu. Yaptıkları için mi yoksa yapmayı düşündükleri için mi ağladığını kendisi de bilmiyordu.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi)
CEMRE
Tek yapmak istediği, ablasının ısrarlarına dayanamayarak kabul ettiği o buluşmayı bir an önce bitirip eve dönebilmekti. Yorucu bir iş gününün ardından büyük bir alışveriş merkezinde biriyle buluşmak ne kadar zordu. İlk randevu için bu kadar gürültülü bir ortam seçilmesine de şaşırmıştı. Küçük pastanenin, mor çiçeklerle süslü, siyah kadife koltuklarından birine oturdu ve etrafı incelemeye başladı. Bir şeyler yiyip çabucak kaçmak için fırsat kollayan insanlar, alışveriş yapmak için kanlarının son damlasına kadar savaşan müptelalar ve arkadan gelen zayıf, ama rahatsız edici müzik. “Ne kadar çok ses var” dedi. Böyle bir yerde değil tanışmak, konuşmak bile zordu. Bunun yanlış bir seçim olduğunu düşünmesi, üstelik on dakikadır da bekliyor oluşu, buluşacağı kişinin karakteri hakkında olumsuz bir kanıya varmasına sebep oldu. “Başlamadan bitmiş bir randevu” diye söylendi.
Selim ise, Ela’nın aksine heyecanlıydı. İşten biraz erken çıkıp, eve uğramış ve yeniden tıraş olmuştu. Ne giyeceğine önceden karar vermesine rağmen, bir hayli uğraşmış ve bütün bunlar geç kalmasına neden olmuştu. Alışveriş merkezinin ilk randevu için uygun olmadığını o da biliyordu. Ama yine de kalabalık bir ortamda, Ela’nın kendini daha güvende hissedeceğini düşünerek böyle bir karar almıştı. Arabasını otoparka bırakıp, hızlı adımlarla pastaneye gitti. Önceden resmini gördüğü kızı hemen tanıyıp selam verdi. Tam karşısındaki koltuğa ilişti. Ufak bir tanışma merasiminden sonra, derin bir sessizlik oldu. Selim, genç kızın mesafeli duruşunu ve temkinli tavırlarını fazlaca soğuk buldu. Hevesi kırılmıştı. Yine de sıcak bir sohbet açmak için uğraştı.
Beş on dakikalık sessizlikten sonra, Ela gardını almış bir asker edasıyla konuşmaya başladı. Belli ki sınırlarını iyi çizmek istiyordu. Nasıl bir hayata tahammül edemeyeceğinden başlayıp, en sevmediği rengin kırmızı oluşundan, alerjisinden, ağır parfümlerden ve özellikle jöleli saçlardan nefret ettiğine kadar devam eden bir olumsuzluk listesi sundu. Selim’in de ondan pek aşağı kalır yanı yoktu. Bu sefer o başladı söze; anahtar kullanmaktan hoşlanmadığını, dolayısıyla onu kapıda karşılayacak bir eş istediğini, saatler süren alışverişlerden haz etmediğini ve tam bir işkolik olduğunu anlattı. Daha birçok kural ve kaide sıralayıp, karşılıklı uzun listeler hazırladılar. Oysa hayatın acelesi yoktu. Her şeyi zamanla ve yaşatarak öğretecekti onlara.
Tavandaki spot ışıkları birer birer genç kızın üzerine düştüğü vakit fark etti Selim karşısındakinin ismi gibi ela bakışlarının, hareli çekiciliğini. Sanki her yer karanlıktı da, bir tek o ışık saçıyordu. Ela ise ilk görüşte aşka kesinlikle inanmıyordu. O, sadece mantığın insana mutluluk getirebileceğini düşünenlerdendi. Buna rağmen Selim’in çocuksu mahcup bakışları, heyecanlı tavırları ve içtenliği karşısında etkilendiğini hissetti. İlk cemre düşmüştü. Ama yalnız gözlere… Bir iki önyargı, ufak bir hoşlanma ve birçok soruyla birlikte vedalaşıp ayrıldılar.
Birkaç gün sonra ilk arayan Selim oldu. Tekrar görüşebilmeyi rica etti. Sesi bambaşkaydı. Ela fazla düşünmediğini fark etti evet derken.
Bir, iki, üç derken görüşmeler evlilik yolunda atılan ilk adımlara dönüşüverdi. Ailelerin tanışması, oturulacak ev, eşyalar, nikâh mı düğün mü? Hummalı ve bir o kadar da yorucu koşuşturmanın ortasında olduklarını anladılar.
Kimi zaman onlar ailelerinin yerine konuştular, kimi zaman da aileler onların adına söz sahibi oldu. Küçük bir daire kiraladılar. Yatak odasını Ela’nın, oturma odasını ise Selim’in zevklerine göre döşemeye karar verdiler. Sevmediklerinden değil de, sevdikleri ve beğendikleri şeylerden oluşan listeler vardı artık ellerinde. Birbirlerinin hayatlarında açtıkları yerlere sığabilme çabalarıydı bunlar. Tabi alan kazanmak adına aldıkları taktikler de vardı. Mesela Ela’nın annesi, ona evliliğin ilk altı ayı nasıl olursa, gerisinin de öyle devam edeceğini, bu yüzden kendi kuralları konusunda diretmesi gerektiğini, savaşı ilk etapta kazanırsa bir daha hiç kaybetmeyeceğini, söyleyip duruyordu. Ela, tam olarak ne için direnmesi gerektiğini pek anlamasa da, annesinin tecrübelerine olan güveni sonsuzdu.
Selim’in annesi ise oğlunun eşyalarını elleriyle hazırlıyor, her parçayı koyarken valize, bir avuç da kendi özünden bırakıyordu. Aklında yer etmek adına söylediği her şey, Selim’in tedirginliğini artırsa da Ela’yı düşündükçe bu güvensizliğin yerini küçük tebessümler alıyordu. Ailelerinin ufak tefek serzenişleri arasında hazırlıklar devam etti.
Özenle hazırladıkları evin kapısındaydılar. Camlarda gülkurusu kadife perdeler, krem rengi deri koltuk takımı, yalnız küçük çiçekleri olan sade bir halı… Duvarlarda kendi çocukluklarına dair renkli fotoğraflar arasına yerleştirilmiş, siyah beyaz resimler… Kenarda menekşeler ve açelyalar… Ela, başını Selim’in göğsüne yaslamış izliyordu bu zarif ve sıcak manzarayı, sanki ilk defa görürmüşçesine. Havada yine cemre kokusu vardı. İkinci cemre düşmüştü, bu sefer gönüllere.
Nikâh günü gelmişti. Selim o anda dünyanın en güzel gelinini gördüğünü düşündü. Ela ise müstakbel eşinin huzur veren bakışları sayesinde hissettiği güven duygusuyla birlikte, attı imzayı. Ailesinden ayrıldığı için üzülse de, doğru bir seçim yaptığından emindi. El ele girdiler, menekşe kokulu evlerine.Yeni hayatlarına değişen öncelikleriyle başladılar. Aylar yavaş ve sakin geçiyordu onlar için. Birbirlerini tanımak adına başlattıkları sohbetler bazen kavga sebebi olsa da, ufak dalgalanmalar dışında pek problem yoktu hayatlarında.
Ela rengârenk örtüler ve peçetelerle, dergilerdeki kadar güzel sofralar kuruyor, yeni öğrendiği yemekleri eşinin üzerinde test etmekten, oldukça memnun görünüyordu. Selim ise eşinin şevkini kırmamak adına, ismi gibi naif tepkiler veriyor ama yine de her sofrada yanında bolca ekmek ve su bulundurmaktan vazgeçmiyordu.
O hafta sonu, Selim’in erkenden dışarı çıkması gerekiyordu. Ela, onsuz kahvaltı yaptıktan sonra sevimli evinin işlerini yapmaya başladı. Sırasıyla mutfak, banyo, odalar bir bir toparlandı. Âdeti olduğu üzere en son yemek için kolları sıvadı. Güzel bir kış çorbası yaptı. Güvecin altını kısarken, pilavı demlenmesi için tezgâha bıraktı.
Yorulduğunu hissedince çok sevdiği kahve ile dinlenebileceğini düşündü. Sütü cezveye koyarak altını yaktı ve kaynaması için beklemeye başladı. Cezvede iki kişilik süt ve tezgâhta içine kahveleri konulmuş iki fincan olduğunu fark etti. Şaşırdı. Gayriihtiyari kocası için de kahve hazırlamıştı. Fincanı alıp kenara koyacakken kapı çaldı. Merakla kapıya koştu.
Elinde kocaman bir kutuyla beklediğinden erken gelen eşiydi kapıdaki. Selim yorgun argın eve dönerken gittiği marketten, nedenini kendisinin de bilmediği bir şekilde tatlı reyonuna yaklaşmış ve en sevdiği tatlı yerine, koca bir paket acıbadem almıştı. Ela’nın küçüklüğünden beri en tatlı kaçamağıydı acı bademler. Ama bundan eşine daha önce hiç bahsetmemişti. Onun için bundan daha iyi bir sürpriz olamazdı.
Selim ise tezgâhtaki iki kişilik kahveyi fark etti. Ne zaman geleceğini söylememişti. Buna rağmen gördüğü manzara, bütün yorgunluğunu unutturmuştu. Birbirlerinin gözlerine bakarak, sıcacık gülümsediler. Havada cemre kokusu vardı. Üçüncü cemre düşmüştü artık, ama bu sefer ruhlara.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi)
BEYAZ
Bu gün Cuma ve bu kaçıncı mektubum bilmiyorum. Yazıp da gönderemediğim onlarca kâğıt destesi var başucumda. Hepsi sana ve kızıma olan hasretimle dolu satırlar. Ne kadar zaman oldu bu iç karartıcı beyaz odaya hapsedileli.
Dolaplar perdeler ve yatak; her şey kusursuz bir beyazlık içinde. Bu kadar aydınlık içinde boğulacağımı zannediyorum bazen. İşte o vakit senin kömür karası gözlerin geliyor aklıma, birden boğazımdaki yumru açılıyor ve nefes almaya başlıyorum.
Bazı sabahlar göğsümden akan sütün ıslaklığıyla uyanıyorum. Doktorlar ilaçlarla kesilebileceğini söyleseler de ben buna izin vermiyorum. Kızım daha çok küçük ve buradan çıkar çıkmaz onu doyasıya emzireceğim diyorum.
Küçük vücudunu göğsüme dayayıp yumuk parmaklarını açmaya çalıştığımı hayal ediyorum. O emdiği bir damla sütle yutkunurken ben tıka basa doyduğumu hissediyorum. Sizleri hayal etmek için ne gözlerimi kapatmama ne de uyumama gerek var. Bütün gün sanki sizinleyim bu odada. Birlikte yemek yiyor. Birlikte uyuyoruz. Bazen seyrediyorum sizi uyurken.
Hatırlayamadığım o kadar çok şey varken bazı anları film gibi anlatıyor olmama şaşıyor doktorlar. Mesela beni hastaneye yetiştirmeye çalıştığın o gün yüzündeki korku ve telaşı hiç unutmuyordum. Arabadaki hız ibresini gördüğümde sen yavaşla, ben arabada doğurmaya bile razıyım demiştim de bana aldırmamış devam etmiştin. Benimse korkudan sancılarım durmuş sayende doğum iki gün gecikmişti.
Ziyaret saatinin bittiğini söyleyen hemşirelerden saklanmak için girdiğin tuvalette kilitli kaldığını, ancak kızımızı kucağımıza aldığımızda her şeyi unuttuğumuzu ve kocaman bir aile olduğumuzu da anlattım onlara.
Daha iyi olduğumu söylüyorlar. Artık yemekhaneye gidebiliyor hatta çay saatleri için televizyon odasına çıkabiliyorum. Birkaç da arkadaşım var. Onlara hep sizi anlatıyorum. Kavuşmak için beklediğim ilk Cuma geliyor aklıma. Bu beyaz karartının içine uyandığımda buraya neden ve nasıl geldiğimi dahi bilmiyordum. Ama yatağın kenarlarına takılı demirlere bağlı ellerimi fark ettiğimde sizi bir daha göremeyeceğimi anlamıştım.
Karalıktan ne kadar korktuğumu en iyi sen biliyorsun. Bu yüzden ışıkta uyuyamamana rağmen her gece başucumuzda ki lambayı açık bırakmama müsaade ediyordun. Kâbusla uyandığım her uykuya senin kollarında tekrar dalıyordum. Şimdi ise sabahları yapılan iğnenin tenimdeki acısıyla uyanıyor sonra yeniden soğuk bir uykuya dalıyorum.
Sizden haber almak için o kadar yalvarmama rağmen kimse tek kelime etmiyordu. Demir kapıların üzerime kapatıldığı o gün kızımızın yüzünün duvarda canlandığını gördüm. İşte o zaman kaçmaya karar verdim.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/azize-kaya/mavi-cember-69499822/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.