Ey Dünya Ey

Ey Dünya Ey
Beksultan Nurjekeuli

Beksultan Nurjekeulı
Ey, Dünya Ey!

TAKDİM
Yirminci yüzyılın başlarında ilk örneklerini görmeye başladığımız Çağdaş Kazak edebiyatının henüz yüzyılı devirmesine rağmen oldukça mesafe kat ettiğini söyleyebiliriz. Bu edebiyat içerisinde romanın özel bir yeri olduğunu belirtmek gerekir.
Bütün Türk dünyasında olduğu gibi Kazakların da her anı ve her kişisi adına roman yazılabilecek olaylarla doludur. Cedit dönemi, hemen ardından Alaş hareketi ve Bolşevik ihtilali, Sovyetlerin kurulması ve Özerk bir Kazakistan Cumhuriyetinin kabulü, 1930’lu yıllarda yaşanan Stalin’in aydın katliamı, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşananlar, Jeltoksan olayları milli bir romantizmin oluşması için çok önemli malzemelerdir. Bunlar düşünüldüğünde Kazakların bir milli romantizm oluşturabildikleri söylenemez. Ancak bunun oluşmamasında mazeret kabul edilebilecek sebepler vardır.
Bu sebepler, bütün Sovyetler sathında milli bir edebiyatın oluşmasının önüne geçmek adına yapılan sansürdür. Sovyetler bunu Sosyalist Realizm resmen devlet politikası olarak ilan edilene kadar gayri resmi olarak, sosyalist Realizmin ilanından sonra da resmi olarak yapmıştır.
Sovyetler Birliği Birinci Yazarlar Kurultayında edebiyat tanımlanmış ve amacı belirtilmiş, yazar tarif edilmiş ve tarifin dışına çıkana yaşama hakkı tanınmamıştır. Bu durum bütün sanat dalları için geçerlidir. Böyle olunca tek tip bir edebiyat meydana getirilmiş edebiyat bir rejim propagandası haline dönüşmüştür.
Sosyalist Realizmin ilanından önce verilen ve konulan standartlara uymayan eserlerin bile yayımlanması ve oynanması yasaklanmış, yazarlar takibe alınmış ve halktan özür dilemeye mecbur edilmişlerdir. Pek çok insan Sovyetlerin kuruluşundan önceki tavır ve davranışları ile verdikleri eserlerden dolayı yargılanarak mahkûm edilmiş, pek çok kişi hayatından olmuştur. Elbette bu şartlar altında milli bir edebiyatın oluşması ve milli romantizmin gelişmesi beklenemez.
Ancak her ne olursa olsun Sovyetlerin kuruluşundan yıkılışına kadar geçen sürede bir Kazak edebiyatı oluşmuş, edebiyatın farklı alanlarında pek çok eser meydana getirilmiştir. Bunları yok saymak da mümkün değildir. Standartları belirlenmiş, belli amaca dönük eserlerin verildiği bu döneme Sovyet dönemi Kazak edebiyatı demek mümkündür.
Bir topluluk veya milletin milli bir edebiyat meydana getirebilmesinin temel şartı bağımsızlığı ve bağımsız düşünebilen aydınlarının olmasıdır. Bağımsız düşünebilen aydınların yetişmesi ise çok zaman ve emek isteyen bir iştir.
Kazakistan bağımsızlığını Kazanarak bu şartlardan ilkini gerçekleştirmiştir. İkinci şartın oluşması için şartların çok müsait olduğunu söylemek zordur, zamana ihtiyaç vardır.
İhtiyaç duyulan zaman Kazak aydınlarının kendilerini ve geçmişlerini gerçek anlamda tanımaları için gereklidir. Çünkü Kazakistan’ın bağımsızlığını kazandığı ilk yıllarda pek çok Kazak aydını tarihte yaşanmış pek çok elim olayı bilmiyordu, milleti ve vatanı için katledilmiş, sürülmüş, acı çekmiş pek çok Kazak aydınından haberdar değildi.
İlerleyen zamanda Kazak aydınları yanında yeni yetişen nesil tarihte yaşanan acı olayların farkına varmaya başladı ve bu durum edebiyata da aksetti.
Aydınlar kendilerini ve içinden çıktığı toplumu, toplumun değerlerini, çevresindekileri, tarihi sorgulamaya başladı. Böylece milli bir edebiyatın temelleri atıldı, milli edibiyatın ilk eserleri ortaya çıktı.
Elinizdeki eser, 1916 yılında Türkistan’da yaşanan acı olayların Kazaklar arasındaki bölümünü anlatarak başlar ve bağımsızlığa kadar olan dönemi işler. Bu dönem içersinde Sovyetlerin kurulması, İkinci Dünya Savaşı, Kazakistan’ın bağımsızlığı öncesinde yaşanan Jeltoksan olayarı da vardır. Çok geniş bir dönem çok hacimli olmayan bir eserde ne kadar işlenebilir sorusunun cevabı romanın kendisidir. Ancak romanın 1916 yılında yaşanan olayları ele alarak başlaması şahsi kanaatim olarak önemli bir gelişmedir. Yaşananlar kısmen yazarın hayali ve kurgusu olsa da eserin Kazak tarihi romancılığı içinde önemli bir yer işgal ettiğini söylemek mümkündür.
Romanda çok fazla detaya girilmediğini, şahısların ve çevrenin çok fazla üzerinde durulmadığını söylemek mümkündür. Bunun, romanda daha çok olayların üzerinde durulmasından kaynaklandığını, yazarın daha çok olaylara odaklandığını söyleyebiliriz.

    Prof. Dr. Hikmet KORAŞ
    Editör

ÖN SÖZ
Çağdaş Kazak edebiyatında roman, 20. Yüzyıl başlarında yayımlanmaya başlamıştır. Romanlarda Kazakistan’ın siyasi seyrine uygun olarak genellikle farklı konular işlenmiştir. Kazakistan’da roman konusu üzerine yapılan araştırma ve incelemeler hâlâ yeterli değildir. Bu durum doktora tez konumu bir roman üzerinde dil ve üslup çalışması olarak belirleme sebeplerimden biridir.
Birkaç yıl önce yayınlanan B.Nurjekeulı’nın ‘Ey, Dünye-ey’ romanını incelemiştim. Eser en baştan beri beni kendisine çekti. B.Nurjekeulı’nın dili anlaşılır ve çağrışımlarla yüklüdür. Konuşma diline yakın bir dili yeğler. Cümlelerinde sık sık konuşma diline ait özelliklere rastlanır. B. Nurjekeulı’nın eserlerinde dil, sadece bir anlatım aracı değildir; geçmişten günümüze bir bağlantı, saklanması gereken değerleri muhafaza eden bir hazine ve en derin ıstırapları dile getiren özelliklere sahiptir. B. Nurjekeulı, bol miktarda deyim ve argo kelime de kullanır. Halk ağzından gelme kelimelere fazlasıyla yer verir ve eserlerinde ustaca kullanır. Bu gibi birçok özelliği sebebiyle bu eseri akademik bir çalışmaya konu olarak seçip Türk okurlara ulaştırabilmek amacıyla Türkiye Türkçesine çevirmeye karar verdim.
Tarihi konuları ele alan eserlerin kendine ait bazı özellikleri vardır. 1916 yılındaki olaylar, milli tarihin çok önemli konularından biridir. Bu olayla ilgili M. Avezov’dan başlayarak birçok yazar eserler kaleme almıştır. Fakat içinde bulundukları şartlar onların gerçekleri bütün çıplaklığıyla ortaya koymalarına engel olmuştur. Siyasi güç kimin elindeyse ona muhalif olunmadan eserler verilmeye özen gösterilmiştir. Yazar B. Nurjekeulı, Jetisu doğumludur. Çocukluğunda yaşadığı ve duyduğu olayları işlemesi, edebi esere konu etmesi takdir edilmelidir. Doğrusu Kazakların sıkıntılarını işleyen birçok eser yazılması gerekiyor. Bu konuda Avezov’un seviyesine ulaşmak zordur tabiî ki. O klasikleşmiş bir yazardır. Fakat çeşitli estetik zevkte okuyucuların da olduğunu unutmamak gerekir. B. Nurjekeulı’nın eserlerinin kendine has özellikleri vardır.
Kazak Edebiyatının önemli temsilcilerinden biri olan B.Nurjekeulı tarafından kaleme alınan ‘Ey, dünya-ey’ romanında 1916 olayları ile 1991 yılında Kazakistan’ın bağımsızlığını kazandığı döneme kadar olan olaylar konu edilmiştir. O dönemin toplumsal durumunu, Kazak topraklarında yaşanan tarihi olayları ve başka bir milletin hâkimiyeti altında sömürülmeye sabreden Kazak halkının kederi anlatılır.
Roman üç bölümden oluşur. İlk bölümü, Çarlık Hükümetinin, ikinci bölümü Sovyet Hükümetinin olduğu dönemi, son bölümü ise kahraman Şeyi’nin bakış acısıyla bu iki döneme ait değerlendirmeleri anlatır. Romanın kadın kahramanı Şeyi, Kazak toplumunun o dönemlerdeki durumunu en iyi şekilde yansıtan bir şahsiyettir. Yirmi dört yaşındayken kocası Tazabek Rusların kurşunuyla vefat eder, üç çocuğuyla dul kalan Şeyi 1932 yılının kıtlığını yaşar. 1941-1945 yıllarındaki Dünya savaşında oğulları Oralbek ile Kenesbek’i savaşta kaybeder. 1986 yılındaki Aralık olaylarında 16 yaşındaki torununun evladı vefat eder, Şeyi derin ıstıraplar çeker. Yazar, bir bunca olayları yaşayan Şeyi’nin kederini anlatırken bir yandan da tüm Kazak toplumunun kaderini, çektikleri sıkıntıları anlatır.
Yazar eserinde o zamandaki insanların konuşma dilini aksettirmek amacıyla bazı Rusça kelimeleri ve romandaki kahramanların isimlerini Kazak harfleriyle Kazakların telaffuzu ile yazmıştır. Bu duruma çoğunlukla diyaloglarda ya da kahramanın monoloğunda rastlanır.
Yazarın kendisinin bahsettiği bazı Rusça özel isimler ise orijinal halinde verilmiştir.
Bu durum bazı Kazakça özel isimler için de geçerlidir. Yazar bazı özel isimleri günlük hayattaki konuşma dilinde yapılan kısaltmalar veya yakın kişilerin yaptığı kısaltmaları olduğu gibi vermiştir.
Tarihi roman yazarlarından olan Beksultan Nurjekeulı gerek üslubu gerekse eserlerinde yer verdiği konular itibariyle kendinden sonraki nesillere, edebiyat dünyasına ufuk açan bir yazardır. Kendisi tüm eserleriyle Kazak dünya görüşünü yansıtan tam bir rol modeldir. Beksultan Nurjekeulı eserlerinde genel olarak Kazakların yaşadıkları zorluklar, Kazak kadınlarının kaderi, aşk, karı koca ilişkileri, evlilikteki başarısızlıklar gibi konuları işlemiştir.
Bu aktarma üzerinde çalışırken her türlü desteğini benden esirgemeyen, hatalarımı hoşgörü ile karşılayıp düzeltmek için değerli vaktini benim için ayıran her zaman gurur ve mutluluk duyduğum saygıdeğer hocam Prof. Dr. Hikmet KORAŞ’a sonsuz şükranlarımı bir borç bilirim.

ROMAN HAKKINDA
Beksultan Nurjekeulı’nın ‘Ey, Dünya Ey’ adlı eseri yüzyılı aşkın bir süreyi kapsayan, Kazak halkının başından geçen zor günleri anlattığı bir romandır. Roman konusunu tarihi gerçeklerden almıştır.
Romandaki olaylar 75 yıllık bir zaman dilimini kapsamaktadır. 1916 yılındaki katliamlar ve 1986 yılındaki Aralık olayları, roman kahramanı Şeyi’nin yaşadığı ve şahidi olduğu olaylardır. Zamanında alımlı ve güzel bir kız olan Şeyi ile ihtiyarlamış bir kadın olan Şeyi arasındaki zaman diliminde Kazakların bir asır boyunca yaşadığı zorluklar görülebilir. Kurtuluş Savaşının bayrağını göndere çeken Karkara, Kazakların şerefini kurtarmıştır. ‘Ey, Dünye Ey’ eserinde ölen Kazakların yaşadığı zorluklar, 1916 yılındaki olaylar, Alban kabilesinin hayatı üzerinden anlatılmıştır. ‘Ey, Dünye ey’ eseri, Kazakların bağımsızlığının 25. yılı ve Kurtuluş Savaşının 100. yılı anısına yazılmış sıradan bir eser değil cesur halkın yüreğinde ölümsüz bir iz bırakan, tarihte unutulmayan; işkence görmüş ve kendisi ile alay edilen Kazakların bağımsızlığını elde ettiği güne kadarki zamanı kapsayan tarihi bir edebi eserdir.
Roman, edebi bir dille nakış gibi işlenerek gerçekleri anlatan bir eserdir. Karkara, Mınjılkı ve Jarkent bölgelerindeki yaylaları iyi bilen yazar, tabiatı kısaca tasvir ederek, halkın kaygılarından dertlerinden bolca bahsetmeye gayret göstermiştir. ‘Ey, Dünya-ey’ romanındaki her bölüm, her epizot Kazak halkının mücadelesini anlatır. Adı geçen romanda iyi ve kötü insanlar, sevgi, nefret ve intikam, vatan, Kazak dağları ile bozkırı, milli birlik ve bağımsızlık hakkında düşünceler vs. hepsi bulunmaktadır.
Ben gördüm dünyanın zorluğunu,
Birinin yediğini çok kişinin etini,
Düşünen insana bir güzellik yok hayatta,
Çoğunun görünüşü tamam da, karanlık içi
    (Abay, V. A. Krylov)


GEÇMİŞ
On altı yaşına gelen Kazak kızının olgunlaşmış meyveye benzediğini, Şeyi iyi biliyordu. O yüzden mi yoksa gerçekten öyle mi bu sene on altısına gireli vücudunda bir değişiklik olduğunu kendisi de vücudu da hissediyor gibiydi. Karkara pazarındaki curcunalı ortamda bulunmayı çok seviyordu. Aynaya baktığında yaşından dolayı yüzündeki değişiklikleri kendisi de fark ediyordu. Yine de dikkatle baktığında önceki gibi düz sivri burunlu, güzel yüzlü bir genç kızdı. Neden tekrar tekrar aynaya bakıyorsun der gibi aynaya bakarak gülümsüyordu. Boyu da biraz eskisinden uzun gibiydi. Kendisi de farkındaydı, özellikle geniş alnı, kendini yaşından biraz yetişkin gösterdiği için etrafındakiler yaşı konusunda yanılıyordu. Yengesi Jüzük ile beraber pazar açıldıktan sonra birçok defa alış veriş için gitmelerine rağmen gözleri daha çok eğlencelerdeydi. Şeyi için insanların giydiği kıyafetler, konuşmalar ve tavırlar hepsi ilgi çekiciydi. Ara sıra delikanlılara göz diker, bazılarına hal hatır sorar, kimileriyle de dile düşerdi. Fakat henüz gönlünü çalan kimseyle karşılaşmadı, yakışıklı diye gördükleri kendilerini gökten zembille inmiş zannediyor, zeki diye gördükleri daha çok çekingen, diğerleri ise üzerlerine su dökülmüş gibi çirkindi.
– Jibekcan[1 - Kazak geleneğine göre gelin kayın biraderleriyle görümcelerinin gerçek adlarını zikretmeyip onlara ad takar.], hadi yürü! diyen yengesi Jüzük’ün sesini işitip Şeyi aniden baktığında yine birisi arkasından ‘Ey, Şeyi!’ diye seslendi. Tekrar dönüp baktığında kulağına bir şarkı sesi geldi. Söyleyen bayan mı erkek mi belli olmasa da Karkara’nın geniş ovası güzel sesiyle çınlıyordu.
Çağıran kişi pazardan tanıdığı Jameş’ti. ‘Hadi çabuk yürü! Orada Rus kızı Sopıya şarkı söylüyor!’ dedi sabırsızlanarak. Bunlara yengesi de katılarak üçü şarkı sesi yayılan beyaz çadıra doğru koştular. Fakat çadıra girmek mümkün değildi, etrafta o kadar insan vardı ki iğne atsan yere düşmezdi. Onlar tam girmek üzereyken maalesef şarkı da bitmişti. Şarkıyı sessizce dinleyen herkeste fısıldamalar başladı.
– Ne, güzel söylüyor!
– Evet, Kazaktan daha güzel!
– Sakin olun! dedi kara sakallı çatık kaşlı bir adam.
Biraz önceki ses tekrar şarkı söylemeye başladı. Milletin alkışından mı etkilendi bilinmez ama hemen ustaca çalıp şarkı söylemeye başladı.
Bir düşünsen bu dünya hayal dünya,
Evvelki dedelerden kalan dünya.
Varken oyna ve eğlen,
Bizden de geçer bu yalan dünya.
Yüzün görkemli hey,
Her gün görsem hey,
Aha-hey,
Küpeli nazlım hey!
– Vaay! dedi eski başörtülü, yaşlı bir kadın başını hayran hayran sallayarak.
– Sesin ne güzel, nazlı nazlı!
– Sakin olun! dedi az önceki kara sakallı yine sinirlenerek. Yaşlı kadın ona sert gözlerle bakarak dudaklarını kıpırdattı. Kara sakallı ona gülümseyerek göz kırptı. İki ihtiyarın davranışlarına Şeyi dayanamayarak güldü.
Şarkı bitince de halk dağılmadı. Belki de şarkı söyleyen Rus kızını kendi gözleriyle görmek istiyorlardı. Şeyi de beyaz çadırdan uzaklaşamadı. Kendi kulaklarıyla duyduğunu kendi gözleriyle görünceye kadar bu güzel şarkıyı bu kadar harika bir sesle bir Rus’un söylediğine inanamadı. ‘Bir Kazak şarkısının nakaratının, sözün anlamına göre ezgiyi değiştirmeden bir Rus nasıl bu kadar güzel söyleyebilirdi? Rus kızı dedikleri belki de Rus’a benzeyen bir sarışın Kazak kızı olabilir, kim bilir?’ diye şüphelendi.
O anda beyaz çadırdan dombırayla uzun boylu, sarışın, olgun tavırlı, yakışıklı bir delikanlı çıkmıştı. Şeyi’nin sağ tarafındaki kara zayıfça bir adam, ‘Bu Ködek ya’ diye fısıldadı. Şair Ködek’i, Alban halkı iyi tanırdı, Şeyi de ismini birkaç kere duymuştu, şimdi de kendisini görüyordu. Ködek’in arkasından dombırayı çalar vaziyette tutan, beyaz ipek elbise üzerine kırmızı kadifeyle yelek giymiş orta boylu, sarı saçlı, sarı renkli tam bir Rus kızı çıktı.
– Sopıya! Sopıya! diye halk tezahürat yaptı.
Sarışın kız, dombırasının üstünden başını kaldırarak gülümsedi, halk yine hep bir ağızdan,
– So-pı-ya! Tek-rar iste-riz! diye ortalığı inletti.
–‘Beş Karaker’i söyleyin! dedi az önceki kara sakallı; cırtlak, yüksek bir sesle.
– Evet, ‘Beş Karaker! Beş Karaker!’ diye kalabalık gürültüyle bağırdı.
Rus kızı dönerek kendisini süzen Ködek’e yan gözlerle bakarken Ködek de sessizce başını sallayarak ona selam verdi. Kız dombırasının gövdesini sıkıştırdığı halde kalabalığa bakarak başını eğmişti halk sessizce bekliyordu. Sopıya yüksek sesle şarkısını söylemeye başladı.
Önümde götürdüğüm beş Karaker[2 - At donu] at,
Beş yüzük, beş dana ver,
Vereceksen ver, vermek istemezsen onları,
Unutma, nerede olsan da hatırlarsın!
Şeyi, şarkı değil sanki herhangi bir Evliya’nın sesini dinler gibi can kulağı ile dinledi. Sarışın kızın yüzüne, sen gerçekten aldatmıyor musun, dercesine şaşkınlıkla bakıyordu. Kızın Rus olduğunu düşündüren sadece yüzüydü. Giydiği kıyafeti, sesi, hatta hareketleri hepsi bir Kazak’ı andırıyordu. Tanıdıklarından birisi Rus bir kızın Kazak şarkısını böyle güzel söyleyebileceğini söyleseydi asla inanmazdı, ancak şimdi bunu kendi gözleriyle görüyordu. Şeyi, böyle bir olaya şahit olduğu için kendisini olgun tecrübeli biri gibi hissediyordu. Çünkü bir Rus kızının bir Kazak şarkısını bu kadar güzel ve içten söyleyebileceğine bu topraklarda şahit olmak neredeyse imkânsızdı. Sopıya’nın şarkısından Karkara yaylası bile canlanır gibi oldu, at ve koyun pazarının Mınjılkı tarafındaki yamaçları da hareketleriyle şarkıya eşlik eder gibiydi. Yemyeşil yaylalar bile şarkıyı duyduktan sonra daha da güzelleşmiş gibiydi.
– Jibekcan! dedi yengesi yanındaki üç Kalmuk erkeğinin kötü kokusundan burnunu kapatıp.
– Buradan biraz uzaklaşalım, şunlar rüzgârın estiği tarafa durmuşlar.
Şarkının etkisinden henüz kurtulamayan Şeyi yengesinin arkasından sessizce yürüdü. Yengesinin peşinden giderken ortada çok iri bir Kalmuk’un kendisine baktığını gördü. Adam, deve gibi çok uzun boylu, geniş omuzlu, iri kemikli, kara bıyıklı, geniş yüzlü ve sert bir adamdı. Geniş yüzü bir kazana kapak olacak kadardı. Çok yemek yemekten çatlayan yüzüne baktığında haksız kazanç sağlamaya alışmış bir tüccarı andırıyordu.
Yaylada temmuz ayının başında güneş çok yakıyordu. Yüzünün terlediğini, susadığını, güneşin en tepeye çıktığını ancak şimdi fark etmişti. Biraz önceki, gerçekten adam mı yoksa dev mi, diye tereddüt ettiği iri Kalmuk’a şaşırarak yine göz attı. Onun da boynunu uzatarak peşinden ona dönüp baktığını fark etmişti ki kaş göz ederek, ‘Ne istiyorsun?’ demişti. ‘Tüh, ayıp oldu ya!’ diye baktığının hata olduğunu o zaman fark etti.
– Oooof! Çay içmeye gidelim ya! dedi sanki susuzluğunun suçlusu yengesiymiş gibi.
– Kanım çekildi çok sinirlendim galiba.
Susuzluğunu bastırdıktan sonra Jameş ile beraber köye gitmek üzereydi. Yanlarına güçlü, başı iri, çene kemikleri yana taşmış, kırmızı yüzlü, kara sık bıyığı yüzüne yakışan esmer bir delikanlı geldi ve eskiden tanıyormuş gibi,
– Nasılsınız? diye kibarca onları selamladı.
– İyiyiz! diye Jüzük ağzının içinden cevap verirken tükürüğü genzine kaçtığı için neredeyse boğuluyordu.
– Helal olsun Jüzük abla! Ne oldu gidecek misiniz?
Şeyi, ikisinin selamlaşmasından birbirlerini tanıdıklarını anladı. Jameş, onun yanına yaklaşarak omuzuna elini koyup, – Bize Mınjılkı’nın eteğine kadar eşlik etseydin! dedi.
Sanki kendisi de öyle yapacakmış gibi adam hemen kabul etti. O esnada iki sarışın delikanlı aniden gelip adamla konuşmaya başladı.
– Bizi yüzüstü bırakıp geldiğin yere bak!
– Evet, biz onu pazarda her yerde ararken o gelmiş kızlarla vakit geçiriyor.
Şeyi, bu davranış ve konuşmalara ayıplayarak bakıyordu. Esmer adam bu konuşmalardan utandığından bir arkadaşlarına bir de kadınlara bakıp ne yapacağını bilemedi. O kadar canı sıkılmıştı ki bu konuşmalardan dolayı bıyıklarıyla oynayıp ensesini kaşıyordu.
– Bırakın ya! Görüyorsunuz ki kardeşime geldim, dedi işaretle Jameş’i göstererek.
– Evet, görüyoruz! dedi iri yarı birisi dalga geçerek,
– Sen kardeşinle sohbetine devam et, biz de kardeşinin yanındaki kızla konuşsak yeter! Bu kızın ağabeyi Ağıntay, benim ablam Jüzük’i zayıflatmış. Onun hesabını kız kardeşinden alsam mı diyorum! dedi Şeyi’yi gözleriyle süzerek.
– Eee, yeter çocuk öyle davranma! dedi sarışın ve iriyarı olanına Jüzük surat asarak,
– Ablasına saygı gösterenin ablasının görümcesine de saygı göstermesi gerekmez mi?
– Ablacığım, görümcene bakmaktan gözlerimi alamıyorum, lüzumsuz bir şeyler dersem kusuruma bakmayın! Tazabek’i kıskandım vallahi.
– Tazabek’i kıskandıysan ne yapalım? Sen nasıl konuşuyorsun evlat?
– Jomart ağabey! ‘Altın görüp yolunu şaşıran melek’gibi Şeyi’yi görünce ağabeyimi kötülemek olur mu? Arkadaşını kötüleyen adam hakkında hangi kız iyi düşünür? diye Jameş ona bir ahlak dersi verdi.
– Eyvah, baldız! Görüyor musun kavga arasında kaldım, senin için bunlardan neler duymadım? Kendine koca seçerken bu halimi unutma!
– Dikkate alırız, dedi Şeyi şaka ile gülümseyerek.
İki delikanlı yollarına gittikten sonra her şey anlaşıldı. Tazabek Jameş’in öz ağabeyiymiş. Az önce şarkı söyleyen Sopıya Taldıbulak’ta değirmen ustası, meşhur tüccar Vasily’nin kızıymış, Tazabek ise onların at bakıcısıymış. Sopıya, Taldıbulak’ta Kazaklar arasında yetişip küçükken Kazak çocuklarıyla oynamış, Kazakçayı su gibi konuşması ondanmış. Kışın da Almatı’da eğitim alıp tüm yazı Kazaklar arasında yaylada geçiriyormuş. ‘Beş Karaker’ şarkısını Almatı’daki Kazaklardan öğrenmiş. Tazabek’in hayatı yıl boyu Vasily’nin köyünde geçiyormuş.
Şeyi ondan dolayı iyi tanımıyordu, ‘Ne zaman görmüştüm?’ diye düşünmüştü. Sonra bir iki defa kalabalık arasında gözüne çarptığını hatırlar gibi oldu. Belki çocuk gibi görmüş, ondan dolayı da Şeyi’yi fazla ilgilendirmemiş olabilirdi.
Pazardan uzaklaşınca Şeyi Tazabek’le sohbet etmek istedi. Bir şey sormak istediğini belli ederek atının dizginini Tazabek’e doğru çekti.
– İsmin neden Tazabek? Bey mi hatip mi olmayı istersin? diye laf attı.
– Yok ya! ‘Temiz’ kelimesinin anlamı bey ile hatipten güzeldir! Bundan otuz kırk sene önce, Almerek’te, Tazabek Pusırmanoğlu adında bir atamız yaşamış. Zamanında bey imiş, saygın, halkın itibar ettiği güçlü bir kişiymiş. Çin’e araştırmaya giderken evinde konakladığı adamla sohbet ediyormuş ve Şokan adında bir hâkim atamızdan çok şeyler derlemiş. Sonra bu atamız Ruslara bağlı kalmamak için Albanların hepsini yanına alarak Doğu Türkistan’a geçmişler. Geçişi de öyle kolay olmamış, Rus ordularıyla savaşmış. Onlara şimdiki Uzak atamızın babası Savrık ile onun Şaltabay adındaki mert kardeşi katılmış. ‘Benim ismim Şaltabay, çok değerli balta gibi’ ismini aldığı kişi o Şaltabay idi. Fakat Ruslar rahat bırakır mı Çin’den tutuklayarak getirdikleri Tazabek ile Savrık’ı ‘Hapishanede öldü’ diye yayıp Şaltabay’ı sürgüne göndermişler. Genelde Tazabek atamızın sülalesi önemli kişilerden oluşuyordu. Tezek, Sultanbek, Dambay adında oğulları vardı. Şimdiki Avbakir, Sadıkbek, Abilgazı, Jakıpberdi, Vakas, Şokpar abilerimiz o kişinin, Sultanbek’in oğullarıdır. Bütün çocukları üst seviyeye gelmiş. Avbakir ağabey yönetici olmuş, Jakıpberdi ağabey ise keskin nişancı olmuş. Babam ismimi verirken o Tazabek atamıza benzesin, kahraman olsun, halkı için gayret göstersin diye düşünmüş olabilir.
– Ama Tazabek atan halkı düşünüp Ruslara kaşı çıkmış, sen ise kendi rahatın için Ruslara hizmet ediyorsun!
Böyle azarlanmayı beklemeyen adam ilk önce susarak yavaşça iç çekti. Sonra,
– Ekmeğimi kazanıyorum, dedi yanlışı ortaya çıktığından utanarak düşük bir sesle.
– Sopıya’yı ekmeğini kazanmak için mi övüyorsun o zaman?
– Yok ya! Sopıya farklı! Onun tüm hayatı Kazakça, bizim için endişeleniyor ve bize destek veriyordu. Bana ve Kocaş’a Rusça okuma, yazmayı öğreten o idi. Sonunda bu kız bir Kazak’la evlenir.
‘Senle mi, Kocaş’la mı?’ diyecekti ama bunu söylememek için Şeyi dilini ısırdı. Fazla soruşturmayı ayıp saydı. Hâlbuki Ruslara baş eğmek istemeyen Tazabek atalarının hareketine bir türlü anlam veremedi. Ruslar Kazaklar için iyi düşünse, Kazakların Ruslara karşı ne tavrı var ki? Eğer Rusların niyeti iyiyse Çin’e geçerken Tazabek’i neden tutuklamıştı? Bunların hepsi Şeyi’nin bilmek isteyip de anlayamadığı kafasındaki sorulardı. Hâlbuki bu gördüğü insandan her şeyi detaylıca soruşturmak hem uygunsuz hem de edepsizce olurdu. Nezaket göstererek çok soru sormayı bıraktı.
Pazarın Tuzköl tarafından yukarı çıkıp Karkara nehrinden geçtikten sonra Tazabek bunlarla vedalaşarak geri döndü. Şeyi’ye bu adamda kimsede olmayan bir şey var gibi geldi ama onun ne olduğunu çözemedi. Düzgün konuşuyor, kendisini övmüyor; belki onun için mi hoşuna gitti yoksa çok iri fiziği mi? Ama Kalmukların da öyle çok iri fiziği olduğunu az önce görmüştü.
Jameş, Taldıbulak’a döndükten sonra Jüzük ile Şeyi, Karkara nehrinin kıyısından yürüdüler. Yengesiyle beraber dereden tepeden sohbet ederek Şokanaskan’a geçtiler. Şeyi, Tazabek hakkında bir şeyler öğrenmeye çalıştı.
– Sopıya’yla evlenmek mi istiyor, onu çok övüyor?
– Kimi alacağını sadece Allah bilir ama kimi istediğini ben bilirim, Jibekcan.
– Kimi?
– Geçen gün pazara geldiğinde seni dışarıdan görmüş ve ‘Kara küçük bir kız idi, ne kadar da güzelleşmiş?’ diyerek şaşırmış.
– Eee, ondan sonra Sopıya’dan vaz mı geçmiş?
– Yaa, Jibekcan! Sopıya’nın bununla ne ilgisi var?
– Kendisi söylemedi mi az önce, bir Kazak’la da evlenir diye.
– Eee, Kazak’la evlense bile bu Tazabek mi olacak? Birçok Kazak dururken.
– Peki, sonra?
– Öyle, senden hoşlanmış. O yüzden yanından ayrılamıyor, seninle konuşmak, seni görmek istiyor.
– Gördü, konuştu, başka ne istiyor?
– Bundan sonrasını o değil sen bilirsin.
– Neyi bilecekmişim?
– Beğenirsen evlenirsin, beğenmezsen evlenmem dersin.
– Hiç de beğenmedim, onunla evlenmek istemiyorum.
– Öyle yalan söyleme, Jibek! O, senin hoşuna gitti. Hoşuna gittiği için de Sopıya’dan kıskanıyorsun.
Şeyi’nin yüzü hemen kızardı. Kızardığını hissederek Jüzük görmesin diye yüzünü çevirdi.
– Sen çok kötüsün! Sen bilerek beni onun yanına getirdin, dedi kız sinirlenerek.
–O benim yengelik borcum canım! Çünkü sen mutlu olmadan bizler, baban, annen, ağabeyin, yengen mutlu olamayız. Jibekcan, bunu en iyi senin anlaman gerekiyor, çünkü akıllı kızsın.
Sonra Sırt’ın kıyısındaki evlere yaklaştığında Jüzük attan inip yavaşça Şeyi’yi omzundan tutarak,
– Canım, Jibek’im! dedi şımartıp şefkat göstererek. Kazaklar erkek çocukları için o kadar kaygılanmıyor, çünkü onlar hayatlarını kendi memleketinde geçirir, kız çocukları için ise beyaz sakallı dededen tut da oyun oynayan çocuğa kadar herkes endişelenir, çünkü kızın mutluluğu ailesinin dışında, öteki yuvaya bağlıdır.
Öyle olacağını Şeyi de biliyordu, o yüzden cevap vermeden yengesine hiçbir şey söylemeden sarıldı.
* * *
Tazabek’e göre Şeyi’nin güzelliği ile hareketleri, ağaçta oturan tüyleri yumuşacık, etrafına ürkek ürkek bakan serçe gibiydi. Minicik, çok sevimli kızın hemen, ‘Bey mi hâkim mi olmayı istersin? diyerek takılmasına çok şaşırmıştı. Öyle konuşması bile hem şımarıklığını hem de cesurluğunu gösteriyordu. ‘Böyle bir kızın gönlünü çelmek için ilk önce o görüştüğüm kadınla ilişkiyi kesmem gerekiyor’ diye karar verdi. Zavallı üç senedir iyice alışmışttı, ayrılmak nasıl olacaktı? Fakat ‘Elin eşi ele eş olmaz’ demişti atalar.
Daneker ile yirmili yaşlarında karşılaşmıştı. Buralarda at bakıcılarının hayatı çoğu zaman doğduğu yerin dışında geçerdi. Temmuzun sıcağı tepesine vurduğu için büyük çam ağacının altına sığınarak uzanmıştı. Atları da çam ağacı gölgesinin bir parçasında yayılıyordu. Budak’ın kulağına gelen çıtır çıtır seslere baktığında atlı bir kadının yanına yaklaştığını görmüştü. Hemen üzerini düzelterek yerinden kalktı. Kadın sağ eliyle atın eyerini tutup sol eliyle arkasında oturan çocuğu destekler vaziyette atın yuları yerde sürüklene sürüklene ve dizgini de düşecek gibi üzerinde oturana rahatsızlık verecek şekilde geliyordu.
– Ağabey tutar mısın? dedi ağlamaklı sesle yalvararak.
Sarışın kadını hemen tanımıştı. Taldıbulak’ın eteğinde oturan Kemelbay adında birinin karısıydı. Sürüklenen yulara at bastıkça yular atın başını ileri geri hareket ettirdiği için at da çok yorulmuştu, Tazabek atın yanına yaklaşarak ‘Dırrr’ deyince at hemen durdu.
Tazabek ilk önce sürüklenen yuları toplayarak kadının eline verdi. Ondan sonra atın boynundan düşen dizgini verip heybenin üzerinde uyuyan çocuğu da kucağına aldıktan sonra yolun kenarına yerleştirdi. Uyandı mı diye yüzüne bakmıştı ama çocuk ses vermedi, uykusu çok derinmiş zavallının. Kadın at üstünde yorgunluktan hareketsiz oturduğu halde hiçbir ses vermedi.
– Haaa, Senide mi kaldırmam gerekiyor? dedi dalga geçerek.
– Kaldırabilirsen kaldır! Attan inecek halim de kalmadı zaten.
– Gel! Nerden geliyorsun?
– Akrabalarıma gitmiştim.
Kadın sağ ayağını üzengiden çıkarıp, eğilerek inecekti ki sol eliyle atın dizininden tutarak Tazabek kadını kaldırdığında düşmesin diye önce bir elini sırtına dayayıp sonra bir eliyle de bacaklarına destek yaparak kucağına aldı.
– Ben seni tanıyorum, hep görüyordum dışarıdan! dedi kadın, herifin kucağındayken,
– Sen Tazabek’sin.
– Ben de tanıyorum seni, Daneker’sin. Seni her gördüğümde ‘Güzelliğine bak!’ diyordum.
– Ben de seni, ‘Çok yapılıymış!’ diye…
– Hım? ‘Çok yapılıyım’ diye hoşuna mı gitti?
Kadın onaylar gibi gülümseyerek gözünü kapattı sonra da başını salladı.
– Hayır, sadece hoşuma gitti.
– Neden?
– ‘Nasıl iri yarı biriymiş?’ diye.
– Nasıl olduğumu bilmek istiyorsan şöyle bir yanıma otur da bak ama beni boğacaksın, önce elini boynumdan çeker misin?
– Çekmesem ne yaparsın?
– Ne yapayım? Etrafımı göremiyorum düşeceğiz şimdi.
– Düşelim mi? Seninle karşılaşmasaydım zaten nerede düşeceğim acaba diye korkarak geliyordum. Allah’ım, şu çocuğun ağır uykusuna bir bak! Bir iki kere dokunduysam da hiç hissetmedi. Uykuculuğu tam babasına çekmiş, hatta babasını bile geçti. Ahıra kurt saldırsa bile uyanmaz. Seninle karşılaştıran Allah’ıma şükürler olsun! ‘Düşersem de orman da düşeyim ki en azından bir ağacın dalından tutarsam ölmem’ diye düşünüp duruyordum.
– Ölmediğine şimdi inandın mı? dedi Tazabek kadınla yüz yüze gelerek.
– Ayaklarım daha yere değmedi ki nasıl inanayım? dedi kadın gülerek.
– O zaman ayaklarını da değdirelim.
Attan yere indiğinde düşmediği için Daneker Tazabek’e gülümsedi.
– Şimdi neden bakıp duruyorsun?
– Eee, ne yapayım?
– Yaklaşsana! Yemeyeceğim.
– Ben belki yiyebilirim?
– Yersen yiyebilirsin. Beni kurtaran insan canımı istese bile kaybedecek bir şeyim yok! dedi.
Yanına gelip kollarının üzerine uzanıverdi, Daneker’in bakışları Tazabek’in boynuna düğümlendi. Kadının sıcacık nefesi kanı kaynayan Tazabek’in içindeki ateşi uyandırıverdi. Tazabek başını kaldırırken kadının göğsündeki düğmeleri açılınca heyecanlandı.
– Tazabek ağabey, yoldan biraz uzaklaşarak gidelim, dedi kadın hala kucağında yatarak.
– O zaman kalk!
– Kalkamıyorum, sen kaldırır mısın?
– Tut boynumdan o zaman!
Güçlü adam, kadını kolayca kaldırıp sık ormanın içine götürüverdi. İşte, o an ilk defa sevginin lezzetini o kadının kucağında tattı. Deneker’in kucağında olduğunda dünyadaki diğer her şeyi unutuyordu. İlk başta kendisine, ‘Bunun hepsi geçici, evlenene kadar’ diyordu. Şimdi ise ikisi kolay kolay ayırılacak gibi değildi. Kadın, geçen sene doğum yaptıktan sonra, ‘Bu senin oğlun’ demişti kulağına fısıldayarak. Belki de şaka söylüyordur diye sadece gülümsemişti. ‘İkiniz karşılaştığınızda dikkatle baksa, oğlumun kimden olduğunu eşim hemen anlar’ diye söylemişti kadın. ‘Ama Kemelbay beni zaten görüyor!’ dediğinde, ‘Şüphelenmiyor ki, şüphelenirse hemen fark eder! Ne oldu? Oğlun olduğuna inanmıyor musun?’ diye öfkelenmişti. Sonra Tazabek oğlunu görmek istemişti. Fakat artık oğlunu da oğlunun annesini de tamamıyla unutması gerekiyordu. Öyle yapmaktan başka çaresi yoktu. Çünkü Şeyi gibi bir kızla evlenmek için ilk önce hepsinden vazgeçmesi gerekiyordu. Erkeklik diyerek yaptığının bu kadar can yakacak sonucunun olacağını gençken fark etmemişti.
* * *
Şeyi içinden, ‘Önümüzdeki Cuma günü pazara gittiğimde Tazabek açık konuşur belki’ diye ümitlendi. Fakat iki günden sonra Tazabek ile Jameş köye kendileri geldi. Doğru mu yoksa bahane mi uydurdular söylediklerine göre anne babası göndermiş. Rusların düşünceleri değişmiş, on dokuz ile kırk beş yaş arasındaki Müslüman çocuklarını askere almak için liste çıkarıyorlarmış. Ağıntay ile Tazabek’ten ayrılsak hayatımız ne olacaktı? Taldıbulak’a taşınsak mı sonra oturup düşünelim, demiş. Tilevli, cevabını kesin söylemeden bir Ağıntay’a bir de Tazabek’e iç çekip bakarak,
– Bakarız, dedi homurdanarak,
– İstişare edelim. Yakın bir zamanda Ömeken’le kendim gidip görüşeceğim.
– Görüşeceksin de, diye karısı Ajiken bir şey söylemek istedi fakat kocasının surat astığını fark etti ve sustu.
– Haydi, Jibekcan! Misafirleri köyün dışına kadar bırakalım, diye Jüzük Şeyi’yi ailesinin yanından aldı.
Jameş, yolda ağabeyiyle dalga geçerek,
– Millet Ruslar askere götürecek diye kaygılanıyor, benim ağabeyim ise senin için kaygılanıyor! dedi Şeyi’ye at üzerinde eğilip yaklaşarak.
O lafın manasını Şeyi anladı fakat seslenmedi. Şimdi en zoru Tazabek’in kendini beğenip beğenmediğini bilmemekti. Çok iri bir kişi olması ve ciddi karakteri hoşuna gitse de kadına karşı şefkatli görünmüyor gibi geldi. ‘Yanındaki erkek seni düşünmüyorsa çok kötü’ diye kadınlar kendi aralarında konuşuyordu. Tazabek, Şeyi’ye tam da öyle kadınla ilgilenmeyecek birisi gibi göründü. ‘Güçlü kuvvetli olduğuna göre biraz serttir de! Erkek işte, arada bir de sert olması gerekmiyor mu?’ diye düşünse de şüpheleniyordu.
– Haydi, iyi yolculuklar size! diye Jüzük geri döneceklerini belirttiğinde,
– İyi, tamam! diye Jameş de atın başını döndürmüştü.
Tazabek tam o sırada Şeyi’ye karşı yürümüştü. ‘Bu ne yapıyor?’ diye kız rahatsız oldu. Dizgin tuttuğu sol eli titrerken sağ elindeki kamçı elinden kayıyordu ama bilerek tutmaya çalışmadı. ‘Çıt’ diye kamçı atın ayağının dibine düştü. Yaklaşan Tazabek atından inip kamçıyı Şeyi’nin eline uzattı. Kamçıyla birlikte elini de tuttu. Kürek gibi olan avucunda kızın eli kayboldu. Bu gerçekten sen misin diye kız inanamayıp Tazabek’in yüzüne şaşırarak baktı. Tazabek kıza yiyecekmiş gibi bakıyordu. Gözü yaşla mı doldu yoksa alevlendiğinden mi, gözünün içi mutluluktan parlıyordu. O ateş, kızın da yüzünü alevlendiriyor gibiydi. Ne diyeceğini ne yapacağını bilemedi.
– Uzatmadan anne babamı istemeye göndereceğim, dedi lafı eveleyip gevelemeden,
– Bundan sonra sen benimsin, dedi.
Aniden söylediği cümle Şeyi’yi öyle şaşırttı ki, yerinden hareket edemedi. Jüzük ile Jameş’in önünde Şeyi’nin elinden öptü. Rezalet! Şeyi, Tazabek’e biraz surat astı. Tazabek, Şeyi’ye bakmak istedi ama Şeyi gözlerini ondan kaçırdı ve sonra ikisi de bu durum karşısında kızardılar. İnsanın anlayamayacağı bir duygu kızın vücudunda alevlenivermişti. Sanki attan düşecek gibi hissetti kendisini. Şeyi, heyecanını Tazabek’ten gizlemek için yüzünü çevirirken Tazabek’in hala onu süzdüğünü fark etti. Allah’ım! Bu başka bir Tazabek mi? dedi sevinçle. Çünkü Tazabek onun gözlerine şimdi daha güzel göründü. Şeyi kendisinde Tazabek’e karşı oluşan duyguları fark ettirmemek için hemen atın başını köye doğru çevirdi. ‘Canımsın’ diyen Tazabek’in sesi onu şımartmaya yetmişti.
* * *
Tazabek ile Daneker, her biri pazarın bir tarafından gizlice çıkıp Karkara Irmak’ına yaklaştıklarında daha güneş tepelerindeydi. Bu, artık son görüşme olduğu için kırmadan vedalaşmak niyetiyle Daneker’e yaklaşmıştı fakat Daneker onun elini geri itti. Bu hareketi, şımarıyor diye yorumlayan Tazabek tekrar yaklaşınca kadın yine reddederek iki elini beline götürdü. Ne olduğunu anlayamayan Tazabek, Daneker’e hiçbir şey anlamamış gibi baktı. Kadının öfkeden patlayacak gibi kızarmış suratını görünce tiksindi.
– Sana ne oldu?
– Ne olmuş? Öğrendim senin kötü niyetini…
– Nasıl? Kötü niyet derken?
– Bugün pazara benim için gelmedin değil mi?
– Eee, kimin için gelmişim?
– Başka birisi için…
– Onu kim söyledi?
– Öğrendim.
– Kimden?
– Jomart’tan!
– Jomart’tan mı? Hangi Jomart?
– Kaç tane Jomart vardı? Kendi arkadaşın Jomart!
– O ne dedi?
– Senin Şeyi’yle evleneceğini söyledi.
– Eee, desin! Hakikaten Şeyi ya da başka birisiyle evlenmemde ne sakınca var ki?
– Başka birisini neden karıştırıyorsun? Jomart senin kesin olarak Şeyi’yle evleneceğini söyledi.
– Kesin olduğunu o nereden biliyormuş?
– O da Şeyi’yi istiyormuş ama ilk sen açılmışsın.
– Sana şikâyet mi etti onu söyleyerek? Onun seninle ne yakınlığı var da?
– Kimim kimsem değil ama o da bana yaklaşmak istemiş zamanında yine sen yaklaşmışsın ondan önce.
– Peki, benim sana yakın olduğumu kim söylemiş ona?
– Ben söyledim!
– Ne dedin ona? ‘Şeyi’ye git de söyle, o Daneker’le yaşıyor’ diye mi söyledin?
– ‘Söyle’ demedim. Sadece Tazabek benden artık uzak dursun dedim. ‘Nereye gitsem hep karşıma çıkıyor’ diye öfkelendiğinden senin Şeyi’yle evleneceğini birden bana söyledi.
– Bunların hepsini ne zaman söyledi sana?
– Özel olarak gelip söylemedi. Dayım, torununu sünnet yaptırdığında orada söylemişti. Jomart, bizim evdekilerle aynı yaşta; o yüzden bana ‘Yenge’ deyip şakalaşıyordu.
– Şakalaşması için yüz vermişsin herhalde!
– Yüz verecek kadar deli değilim!
– Deli olmasan da delirtmiş seni!
– Evet, delirtti! Nasıl deli olmayayım? Evdeki kocam koca değil, seni gerçek koca sanıp, senden çocuk doğurdum, senin yanındayken işkence olan evdeki hayatımı unutuyordum. Sen beni diri diri gömdün! Ne yapacağım? Sensiz nasıl yaşayacağım? Kendinle birlikte kalbimi de söküp götürecek gibisin. Bunun gönlümü ne kadar yaralayacağını bana daha önce söyleselerdi inanmazdım.
Tazabek’in göğsüne elleriyle vurup hıçkırarak ağlıyordu. Sonunda Daneker yavaş yavaş kendine geldi. Tazabek, ‘Allah’ım! Sana bu kadar bağlanacağımı nerden bilebilirdim? Bu gerçekten çok kötüymüş!’ diye içinden geçirdi. Korktu ve endişelendi. Fakat ikisi de bugün, bugün olmazsa yarın ya da gelecekte bir gün ayrılacaklarını önceden bildikleri için bu durumu belli etmeden susuyorlardı. Tazabek, Daneker’i avutacak bir kelime ve hakikat bulamadığı için sadece sessizce onu kucaklayarak ağlayan kadını sırtından okşadı.
– Zaten sonumuzun böyle olacağını önceden ikimiz de biliyorduk, diyerek ah çekti.
– Böyle bir durumla karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Ah, zavallı ben, ‘Oynaşma ateş gibi sıcaktır, zaman geçtikçe de çok kötü kokar’ sözünü kaç kere duysam da bunun kendi başıma geleceği hiç aklıma gelmezdi. Ara sıra bile olsa gelmez misin?
– Hayır! Öyle iki taraflı olamam!
* * *
Ağabeyi Ağıntay ve Tazabek askere alınırsa Şeyi için hayat nasıl bir hal alırdı? Daha yaşayamadığı hayat onun içinde mi kalsındı? Bütün zamanını bu korkunç ve kötü fikirleri düşünerek geçirmek onu içinden çıkılmaz bir hale soktu, sonunda bir çare bulamadan, – Pazara gidelim mi! dedi Jüzük’e.
– Tamam, gidelim!
– Babası Tilevli de bunlarla birlikte Taldıbulak’ın köşesine kadar gidecekti, bu arada ev bark işlerini de Ağıntay’a bıraktı.
Jüzük ile Şeyi pazarın her tarafını gezmelerine rağmen ne Jameş’i ne Tazabek’i görebildiler.
– Gelmemiş ki! dedi Şeyi üzülerek, – Gidelim!
– Tamam, gidelim! dedi Jüzük bilerek,
– Kızı aramayan erkeği biz mi arayacağız?
– Hangi erkeği, Jüzük? Ben Jameş’i arıyorum.
– Ben de onu arıyorum Jibek’im, Tazabek’le ikisi birlikte mi diye sadece!. Bak bak! Geliyor Jameş!
Jameş’in tek olduğunu görünce Şeyi biraz şaşırdı. Jameş, uzun zamandır görüşmemiş gibi onları hemen kucaklayarak selamladı. İlk önce Jüzük konuşmaya başladı.
– Yalnız mısın?
– Hayır! Tazabek de buralardaydı birden kaybettim.
– Buradaysa kendisi bulur. Gidelim pazarı dikkatlice dolaşalım! dedi. Pazarı iki kere dolaşsalar da Tazabek’le karşılaşmadılar.
– Yer yarıldı da içine mi girdi, nereye gitti? diye Jameş biraz kızdı.
Üçünün konuşmaları o kadar alakasızdı ki adeta her kafadan bir ses çıkıyordu. Şeyi’yi endişelendiren tek soru, ‘O nereye gedebilir acaba?” sorusuydu. Kardeşine kendisini kaybettirip başka yere gitmesine şaşırdı, ‘Acaba başına kötü bir şey mi geldi?’
– Ağabeyin önceden de kayboluyor muydu? dedi dayanamayarak.
– Hayır! dedi Jameş ne diyeceğini bilemeden,
– Öyle yapmıyordu!
– Şarkıcı Sopıya götürmüş olabilir mi? dedi Şeyi tahmin ederek.
– Ne Sopısı! O artık postanede çalışıyor, eskisi gibi gezemiyor!
– O zaman başka birisi götürmüş!
– Onu götürebilecek sadece sensin! Sen de buradasın, Senden başka kim götürebilir ki?
– Bizim bilmediğimiz başka birisi olabilir mi?
Şeyi, hemen dönüp atının bağlı olduğu yere yürüdü. Jüzük’ün, Jameş’e, ‘Ah, her şeyi mahvetti, bu zavallı. Git, ara bul onu! Yerin altına girse de bul!’ diyen yengesinin öfkeli sesini duyarak gidiyordu. Yengesinin arkasından geldiğini anlasa da hiç dönüp bakmadı. Tabi ki o yerin altına girmedi. Yirmi üç yaşındaki iri gövdeli koca adam gün ortasında nereye kaybolabilirdi ki? Kardeşi, aklını başından alan kadına gitmediyse başka nereye gidebilirdi ki? Öfkeyle akan gözyaşını Jüzük’ten saklayamadı.
– Sensin suçlu! Sensin onu bulan! diye Jüzük’ün göğsünü yumrukladı.
– Canım! Canım! Ağlama lütfen, etraftakilere ayıp olur. Erkeklerin işi her an çıkabilir, kötü düşünme! Pazara senin için gelmese başka kim için gelebilir ki?
– Artık ne pazarı ne Tazabek’i görmek istiyorum!
– İşte geliyor! Bak o! dedi arkalarından gelen Jameş nefesi daralarak.
Pazarın tam ortasında tek atlı gelen kişiyi Şeyi hemen ilk bakışta tanıdı. Pazara gelen kişi, o taraftan niye gitmiş olabilir? O taraf Karkara nehriydi. O nehrin kenarı sık ormanlarla kaplı. Tek başına orada ne arıyordu? Hayır, yalnız değildi. Taldıbulak tarafına giden kadın da o ormandan çıkmıştı.
– O giden kadını gördün mü Jameş? Ağabeyin, seni bırakıp onu ormana götürmüş! Ağabeyin bulundu! Benden ona selam söyle, bundan sonra gözüme görünmesin!
Daha da Jüzük’ün sesi uzaktan geliyordu fakat bu sefer hiçbir lafını işitmiyordu. Arkasına bakmadan atına binip gidiyordu. Artık bu olanlar çok ağır geldiği için duygularına hâkim olamayıp gözyaşı döküyordu. Şaşkına dönmüş, duygularından kendini alamıyordu.
Olan her şeyi Jameş’ten duyduğunda Tazabek, kalbi duracak gibi hissetti. Şeyi’yi avucuma aldım derken şimdi uçup gidiyordu. Ne yapabilirdi? Şimdi durduramazsa o zaman her şey biterdi.
– Jameş yürü gidelim, arkalarından yetişelim!
Arkalarından duyulan atın sesine ikisi de aniden dönüp baktılar. Aman Allah’ım, sevincinden Şeyi’nin gözlerinden yaşlar boşalıyordu.
– Ablacım, bu da ne? dedi Tazabek at üzerinde oturan Jüzük’ü kucaklayarak,
– Böyle yapacağına beni öldürüp gitseydin daha iyi olmaz mıydı Şeyiciğim, ‘Artık ben seninleyim’ demedim mi?
– Bana artık yaklaşma! Yaklaşma!
Tazabek Şeyi’nin atının üzengisini hemen tutuverdi. Onu gören Jüzük ile Jameş, önlerinden gitmeyi sürdürdüler.
– Canım! dedi Tazabek, Şeyi’nin dizginini kendisine doğru çekerek. İki at yan yana durdular. O elini uzatıverdi, diğeri öfkelenerek yüzünü çevirdi. Nasıl önüne alıp kucağında götürdüğünü fark etmedi Şeyi. Terkisine binmiş, Tazabek’in kucağında oturduğunu bir an fark etti. Güçlü delikanlı kızın karşılık vermesine aldırmadı. Kucağına almış yüzünden, boynundan, ağzından öpüyordu ve kokluyordu. Şeyi, çekingen bir tavırla utanıyor ve çırpınıyordu, sanki başı dönüp attan düşecek gibi oldu, Tazabek’in gömleğinden tutuvermişti. Düğmeleri açılıp çıplak göğsüne ıslak yüzü değiverdi. Kız o an ağladığını hissetti.
– Beni kalpten kıskandın sen, beni sevmesen böyle kıskanmazdın değil mi, canım?
‘Canım! Canım!’ derken bu hayatta başka hiçbir şey kalmamış gibi. Şeyi artık ne öfkelenebildi ne çekinebildi.
* * *
– Taldıbulak’a gidip Ömerali’yle görüşen Tilevli,
– Yarın merkeze taşınalım! dedi. Karar verdiğini biraz sert sesle belirleterek.
– Kendi alıştığımız yer, Orta Merki’ye yerleşelim. Sonra da orada durum nasıl olur bakalım!
Orta Merki’ye taşınalı Şeyi’ye her bir dağ-taşta felaket saklanmış gibi geliyordu. ‘Savaş ağır iş’ denilen bela sadece Tazabek’te ikisine kurulan pusu gibiydi.
Üç gün sonra gece pazardan gelen Ömerali homurdanarak oturdu ve karısı Kalişa ile kızı Jameş’in önünde Tazabek’i dövecekmiş gibi asık suratla baktı. Evdekilerin hepsi ürpererek sessiz kaldılar. İhtiyar aniden gözleriyle aşağı bakıp sol avucuyla yüzünü okşayıp sonra sağ avucuyla gözünü, burnunu sonra da yavaşça ağzını ovaladı.
– Oğlum! dedi sonra yavaş sesle.
– Benim bildiğim kadarıyla insanın ölümden başka her şeye acele etmesi gerekir. Kazak dediğin yarın yaşar mı yaşamaz mı, onu bir Allah bilir. Bana tez vakitte torun sevdirmezsen bu hayat boşunadır. Halkın başına bela geldi. Artık gamsız yürümen, öncelikle kendine, iyice düşünürsen halkına yaptığın düşmanlıktır. Bu kadar bekâr kaldığın yeter, evlenmen gerekir. Düşündüğün, aklında birisi varsa söyle, yoksa kendim birisine kız istemeye giderim.
– Eee! Ne oldu düşman kovar gibi acele ediyorsun? diye Kalişa kıpırdadı. İhtiyar öfkelenerek elini kaldırdı.
– ‘Düşman kovdu değil, düşman tepededir. Karısına asık yüzle baktığı gibi oğluna döndü.
– Düşündüğün birisi var mı yok mu?
– Evet baba! Var! Düşündüğü birisi var! dedi Jameş, Tazabek’ten önce cevap vererek.
Tazabek, Jameş’e bir şey diyecekti, ihtiyar elini kaldırıp konuşmasını engelledi.
– Kim o? dedi Jameş’e dönüp,
– Kimin kızı?
– Tilevli ağabeyinin kızı!
– Şeyi mi? dedi annesi, kızının yüzüne sevinçle bakarak.
– Evet.
– Tamam! dedi Ömerali yüzünü sıvazlayarak. Tilevli’nin kızı ise Allah dilediğimizi vermiş. Hatun, tatlılarını hazırla yarın ikimiz Tilevli ile Ajiken’e gidelim.
– Önceden haber vermeden, bir şey demeden nasıl olur acaba?
– Öyle olacak! Haber vermeden geldin diye Tilevli bizi evinden kovacaksa kovsun! Hem durumuzu anlatırız hem de ikram edilecek yemeğe çağırırız.
Tazabek, yerinden gülümseyerek kalktı. Jameş de ağabeyine gülümseyerek baktı. Kalişa da sevinçle kocasına baktı. Çoktandır çözülmeyen düğümü kolayca çözdüğüne hem şaşırdı hem de sevindi.
* * *
Güneş tam tepedeyken yamaçta oynayan Ağıntay’ın iki oğlu ve bir kızı Şeyi’ye koşarak geldiler,
– Abla! Jaydak Bulak tarafından iki atlı geliyor! dedi ikisi yarışırken. Şeyi, Jameş’in atını hemen tanıdı fakat üzerindeki o değil orta yaşlı bir kadındı. ‘Belki annesi olabilir, dedi tahmin ederek. O zaman yanındaki babasıdır’.
Misafir geldiğini ağabeyi ile yengesine kapıdan haber verdi ve kendisi evden uzaklaşarak gitti. Ağıntay ile Jüzük evden koşarak çıkıp misafirlerle yüksek sesle selamlaştı.
Şeyi’nin tahmini doğru çıkmıştı. Gelen Tazabek’le Jameş’in anne babası Ömerali ile Kalişa idi. Derhal koyun kesilip, hemen kavurma hazırladıklarına göre anne babasının razı olduklarını hissetti. Tazabek’in, ‘Tez vakitte anne babamı seni istemeye göndereceğim!’ diye sözünü tuttuğunu düşündü.
Babası Tilevli, Şeyi’ye göre katı yürekli ve adil, kimsenin düşünmediğini düşünen, kimsenin bilemediğini bilen, yapısı çok farklı bir kişiydi. Davranışı ve karakteri biraz farklıydı. Eski Kazakları över, şimdiki Kazakların çoğunu küçümserdi. Babasının konuşmalarına bakınca kendisi övüngen; tek atını sevdiği birisine üzerinden inip verecek kadar cömert, korktuğunu ve şaşırdığını belirtmek istemeyen gururlu birisiydi. Kendisinin yaptığı doğru, yanlış olsa da dediğinden vaz geçmeyen hem cesur hem inatçıydı. Birisinin kendisinden üstün olduğunu kabul etmeyecek kadar kıskançtı. Bugün birisinin ‘eee, tamam’ demesinin yarın kendisine kazılan çukur olduğunu fark etmeyecek kadar saftı; birisine hediye vereni seven ve almaya da kötü demeyen, her nasılsa tüm iyi ve kötülüğü kendisinde bulunan Kazaklar gibiydi. O, övülünce dağın zirvesi gibi gururla omuzları yükselen, beğenilmediğinde de yardan düşecek Kazaktır. İlginç olanı Şeyi’nin babası için tüm söyledikleri hakikat gibiydi. Kazak, gerçekten kimseye benzemeyen, masallarda yaşayan ilkel halkın kalıntısı gibi bir halktı.
Bunların hepsini bilen, herkesle sohbet ederek anlatan babası bugün tamamen başka birisiydi. İki kelimenin birinde ‘Ömeke[3 - Kazaklar kendisinden büyük kişilere saygıyla ismini kısaltarak hitap ederler.], Ömeke’ diye Tazabek’in babasının önünde kendini küçük göstermişti. Tazabek, babasına çekmiştir, İhtiyar Ömerali, bağdaş kurarak oturduğunda da büyük görünürdü. Konuşması ve karakteri de görünüşü gibi sertti. Şeyi, sofradayken babasının sohbetlerini dinledikten sonra iltifatını anladı. Ömerali, çok düşünen ve fikrini açık söyleyen açık sözlü bir kişiydi. Kazakları ağır işe alacak diye Çarın fermanına Albanların nasıl davrandığını Ömerali bizzat gördüğünü ifade etti.
İlk önce Akjelke-Podborkop, Albanların en iyileriyle beylerini pazardaki beyaz sarayına çağırıp ‘Üç gün içerisinde savaş için ağır işe gideceklerin listesini verin! diye emretmiştir. İki üç günden sonra pazarın arkasındaki Ait tepesinde toplanıp ‘Gençleri verelim mi vermeyelim mi?’ diye istişare eden yaklaşık üç yüz dört yüz kişi, arasında Ömeken de vardı. Jamenke hemen, ‘Çarın niyeti bozulmuştur. Artık ona akıl verecek değiliz, o da fikrimizi dinleyecek değil. Çar bizi düşünmezse, Çarı dinleyen Alban’da yoktur. Kısacası, direnme zamanı geldi. Onun konuşmasının ardından Uzak devam ederek, ‘Çar sözünü tutmadı. Biz ilk geldiğimizde, ‘Kazaklardan asker almayacağız, fakat her ocağa bir som yirmi kuruştan vergi vereceğiz demişti. O verilen sözü, yazılan mektubu baba Savrık, Tezek asilzadenin evinde kendi gözleriyle görmüştür. Vaad, Allah’ın sözüdür. Kendi sözüne bağlı kalmayan Çara biz de saygı göstermeyiz’ dedi. O arada Irakımbay biraz sakinleştirmek ister gibi, ‘Gençleri vermiyoruz diyelim, tamam. Fakat hükümet asker gönderip sulh olan milleti yok ederse ne yaparız?’ demişti, Jamenke ona karşı, ‘Bizim için dönülecek yol yoktur. Versek gençler ölecek, vermesek yaşlılar. Gençler ölmesin de yaşlılar ölsün! Gençleri vermeyeceğiz, bitti! Benim diyeceğim bu! Başkasını kendiniz bilirsiniz!’ dedi. Tazabek’in torunu Avbakir de bağırarak, ‘Çar, Kazakları asker verse de yok eder, vermese de yok eder. Çünkü ona halk değil, Rusları yerleştirecek toprak gerekir. Boşu boşuna oturup ölmek yerine insan gibi savaşıp ölelim. Gücümüz yetmiyorsa Çin’e kaçıp kurtuluruz. Fakat yerin, suyun sahibinin olduğunu Çara bir hatırlatalım!’ dedi. Sonra Uzak yine bağırarak, Kazak’ın topuzla sopadan başka silahı yoktur. Öldüreceğiz diye Ruslar yerinde duramıyorlar. Silahlanalım! Pişmanlık duymayalım! Çoluk çocuk ve kadınları yarın düşmanın bulamayacağı ormana götürelim. Kazaklar hiçbir zaman birisinin toprağını almak için savaşmamıştır, sadece kendi yurdunu korumak için savaşmıştır. Düşmana karşı çıktığında cesurluk nasıl şartsa, birlik de onun kadar lazım. Eğer aramızdan birisi memleketin birliğini bozarak ihanet ederse, kendisine de evladına da acımayacağız! Buna ant içeriz!’ diye yerinden kalktığında, halkın hepsi, ‘Ant içelim! Ant! diye yerlerinden fırlayarak kalktı.
– Eee! dedi babası, aklındaki bir şeyi hatırlayamamış gibi çatık kaşla düşünüp,
– Çıldırmış halkı durdurmak şimdi zor olur. Yoksa Irakımbay’ın dediği gibi tehlikelidir. Gençlerin hiçbirini askerlik için vermeyeceğiz desek, ona sinirlenen Ruslar hiç birimizi sağ bırakmadan öldürebilir. Onun da savaş için bahane aramadığını kim söyleyebilir?
– Doğru söylüyorsun! Bu, Ruslara çok iyi bir bahane olacaktır, ‘Çara karşı çıktı’, diyerek hepimizi yok ederler. Sonra Kazakları kim korur ve suçsuz olduğunu kim ispat eder? Avbakir konuştuktan sonra Saylıbay’ın oğlu Semtik, ‘Kahramanlığı sen de uygunsuz yerde yaparsın ya, zavallı’ diye küçümseyerek konuştu. Ben tam yanında oturuyordum. Yüzüne bakıvermiştim hiç çekinmedi. ‘Cesaret akıla eşlik edemez, kahramanın tevekkeline akıl eşlik edemez’ dedi imalı şekilde. Nasıl olur size göre gençleri vermemiz doğru mu? demiştim, ‘Kendinden güçlüye öfkeni değil aklını göster. Öfke, öfke çağırır, güçlünün öfkesi dediğini yaptırır, akıl ise aklı çağırır, zayıfın aklına güçlü de eğilir’ dedi.
– Doğrudur! Onun demek istediğini ben de anladım. Gençler ölünce sadece yaşlılar ölmeyecek, çoluk çocuk, koca karı hepsi ölecek anlamında. Durum Semtik’in dediği gibi olsa ne olurdu?
– Nasıl olsa milletin başına bela oldu, Tilevli. ‘Artık evlatları düşünmezsek mundar ölürüz’ dedi Ömerali evdekilerin hepsine tek tek bakarak.
– Çocuklardan sadece sağ salim kalan Tazabek’in kaderi için endişeleniyorum. Sonunda karımla birlikte sizlerle danışmaya geldik. Acele oldu fakat acele etmekten başka çare kalmadı. Tek çocuk diye hiç üstüne varmadık, o da evlenmeyi düşünmüyordu. ‘Eee, nasip olsa evlenir’ diye bizde gönlümüzü rahatlattık. Oğlumuzdan torun sevmezsek, bu tehlikeli vakit oğlumun kendisini kaybedecek gibi tehlikelidir. Bu konuda sizinle biraz konuşmaya geldik.
– Tabi ki, olur Ömeke, dedi babası Şeyi’nin oturduğu tarafa yan gözle bakarak.
Zaten konuşmanın nedenini fark eden Şeyi bu ahvali kendi kulaklarıyla duyduktan sonra nasıl kalkacağını nasıl oturacağını bilemedi. Onu babası fark edince hemen konuyu değiştirerek:
– Adil diye inandığımız Çar zalim oldu! dedi ah çekerek,
– Demek Rusları kendisine yaklaştırarak onlara güzel, görkemli yerleri verdi de eskiden o yerlere sahip olan Kazakları önemsemeden bozkırı verip kenara atıverdi. Yani bahanesi, ‘Siz çiftçilik yapmayı bilmiyorsunuz’. Neden bilmiyoruz ki? Gerekirse Kazak hepsini yapar. Kazaklara güvenmiyor bu Çar, küçük görüyor. Eline silah vermeyip ağır iş yaptırması da ondandır. Birilerinin anlattıklarına göre Kazak, Uygur savaş için değil savaşa kale yapmak için gidecekmiş. O kaleyi Alman uçurursa sen savaşsan da savaşmasan da ölmeyecek misin? dedi Tilevli kendisinin de hangisine inanacağını bilmediğini belirterek.
– Devletin politikasına uygun olur mu? dedi Ömerali Tilevli’ye yan gözle bakarak.
– ‘Hakikat’ ve ‘Adalet’i ilk önce onlar söyler fakat sonunda ‘Hakikat’ dediği entrika, ‘Adalet’ dediği aldatmak oluverir. ‘Hakikat’ dediğin kat kat sahne perdesi gibi değil midir? Onun ilk perdesini halka gösterir hükümet ve kalanını onun altına saklar. Halk, ağzı açık ona inanır ve diğer katlı perdenin altında ne saklandığını fark etmez. Örnek olarak köpeğin de kuşun da inanacağı bir hakikati ben size söyleyeyim. Benim bu karımı tanıyan ve tanımayan kişilere ‘Bu benim karım, Tazabek bizim oğlumuz’ desem hiç şüphesiz, belgesiz herkes inanır, çünkü onun için hiç akıl ve ilmin gereği yoktur. Daha sevimsiz birisi ‘Ömerali’nin Tazabek’i oynaşından doğmuştur’ dese, ben ‘Hayır, Tazabek öz evladım’ diye haykırsam da Kalişa ağlasa da bazısı inanır bazısı inanmaz.
– Çocukların önünde neler söylüyorsun? diye Kalişa kocasına bakakalmıştı, Ömerali de ona bakarak,
– Ne oldu? Benden gizlediğin bir şey mi var? Korkma! Ben sana güvenmesem de kendime güvenirim, oğlan benim, dedi karısını şımartıp gülümseyerek. Sonra Tilevli’ye döndü.
– İşte, Kazakların böyle kötü bir âdeti var, gerçeğe değil yalana çabuk inanırlar. Çünkü hakikat sert ve öfkeli söylenir, yanlış şeyler ise abartarak, aldatarak, okşanarak söylenir. İşte hepimizin söylediği fakat önem vermediğimiz cahillik dediğin budur. Sert söylenen hakikate değil, abartarak söylenen yalana inanılır. Akıl, ilim gerektirmeyen gıybet ve dedikoduya inana bilir de! Zihnin, akılla çözülecek şeylere şuuru yetmeyebilir! Ondan sonra cahil kendisini düşünür, sadece alıştıklarını yapar.
– Evet, doğru söylüyorsun, dedi Tilevli sevinçle başını eğerek.
İhtiyarın bu fikrini Şeyi de kabul etti. ‘Akıllı kişidir’ dedi söylediklerine hayret ederek. Milletin can kulağı ile dinlemeleri hoşuna gitti ki aksakal sohbetine devam etti.
– Tazabek atamız Ruslara karşı çıktığında ona destek veren Savrık, sonunda Kazakları bozan Ruslar dersiniz fakat o Ruslar bu bizim ata binen beylerden de iyi çıkabilir. Sonra Tazabek, ‘Ey Savrık, sen de ipin koparılacağı yerini biliyormuşsun’ dedi. Bu işin en zor tarafı, bugünkü tatlının ileride acı olacağını millete inandırmak. Ona ben inansam bile halkın inanmaması insanı bitkin düşürüyor değil mi? Ne kadar basiretle söylesen de birisi inanır birisi şüphelenir. Bugünkü hayata bakıp daha olmayan, fakat ileride olacak şeyi yorumlamak daha zordur. Bu zorluğu Kazaklara anlatamadan mı öleceğiz acaba? Taldıbulak’taki o Rus’u gördün mü? Hangi Kazaklara zarar verdi? Birisiyle akraba, birisine saygılı, Kazakların kendi kardeşlerinden daha iyidir. Onu görüp, ona inanan Kazakların, ‘O Rus, tek Rus’tur. İnsanlığı olan bir Rus’tur. Sayıları az olduğu için Rus bizimle kardeş olmak istiyor. Yarın o iki, üç, yüz olacak, sonra da seninle denk ya da senden üstün olacak ve onların hepsi o Rus gibi dürüst olmayacak, yediğini çalan, altındakini çekip alan zalim de olur. Tek Rus kardeştir. Beş Rus bir köy olur; yüz Rus’la mücadele edersin, bin Rus’a tabi olursun’ demeni Kazak anlar mı? Hangisi ona inanır? Bunun için Ruslarla savaşmadan önce ‘Ne saçma sapan konuşuyorsun?’ diyerek kendine karşı koyuyorsun. Şimdi bir düşün, Rus, Kazak’a gerçekten saygı gösteriyorsa, kendi memleketinde otururken neden saygı göstermiyor? Rus’a saygı değil senin toprağın, suyun gereklidir. Saygı göstermeye geldim diye hangi Kazak, Rus’un toprağına yerleşmiştir? Onlar, her vaade inanan, cahil halkı sözle kandırıp esir etmek istiyor. Yarın çoğaldıklarında seni dağa taşa, kuma çöle atarlar. Onlarda ilim, akıl, şuur varsa, sende hasetlik, fitne var! Doğruyu söylemek gerekirse akılla ilim kazanmazsa hasetlik ile fitne kazanır mı? Milletin gördüğü, işittiği bugünkü gerçektir. Allah’a çok şükür, şimdilik azıcık Rus, Kazaklara bağlıdır. Yarın onlar çoğaldığında durum değişir ve biz onlara bağlı kalırız’ demişti. Sonra Savrık, Tazabek’i kucaklayarak ‘Millet inanmazsa inanmasın, ben sana inanıyorum. Ölürsem birlikte öleceğim, yaşarsam ne zaman zor durumda olursan yanında olacağım’ demiş. İşte, sonunda Tazabek’in dediği oldu ‘Yüz Rus’la savaşacak veya yüz Rus’a baş eğecek’ zaman geldi.
– Evet, dediği oldu.
– Önceden Ruslar birkaç kişi olduğundan bizden çekiniyordu, şimdi çoğaldılar biz onlardan çekinmeye başladık. İşte, akıllının yorumu, kırk yıl önce Tazabek’in söylediği gerçek budur.
– Hayret, sanki bu günü görüyor gibi nasıl söylemiş!
– Kendi kellesini ortaya koyup halkın şerefini koruyacak Tazabek ile Savrık gibi erkekler bir daha doğmayabilir! O gibiler halkın felaket yaşadığı dönemlerde onların kaderini değiştirmek için elli yılda bir doğar. Fakat Tazabek, Savrık, Şaltabaylar ‘Bizim için kendilerini feda etti!’ diyen Albanlar da azalıyor. Benim fark ettiğim şey şudur ‘Unutulmuş şeref, gömülmüş köz gibidir, çok yatarsa söner; çok üflersen köz ateş haline gelir’. Yine de halkın başına bela gelince o Tazabek’in oğulları Tezek, Avbakir ile Jakıpbekler ve Savrık’ın oğlu Uzak halkın huzuruna çıktığında kaybolan değerlerin tekrar canlandığını görünce sevindim ve hayret ettim. Şerefli yaşamanın bedeli kanmış!
Şeyi, sofrayı hazırladığı için Ömerali’nin sohbetinin devamını duyamadı fakat onun buraya gelme amacının kendisini Tazabek’e istemek olduğu gerçeğini öğrendi. Sadece öğrenmedi öyle olduğunu düşündü. Anne babası, ağabeyi, yengesi hürmet gösterdiklerine göre hepsi onların tarafındadır demek. Hepsi öyle iyi düşünüyorsa, ben neden karşı olayım? Geçen gün Tazabek’in elimden ‘şap’ diye öpmesi, beni istediği içindir. Tavrında ve karakterinde bir kötülük yoktur.
Böyle kendi kendine düşünürken annesi elinden tutarak ağabeyinin çadırına götürdü.
– Sen artık yetiştin kızım! Bu kişiler seni istemeye geldiler! Farklı bir düşüncen var mı, ne dersin? dedi kızının yüzüne bakarak.
– Hayır! dedi Şeyi yüzünü çevirerek.
– Oh, akıllı kızım benim! dedi annesi yüzü mutluluktan parlayarak.
Tilevli’nin evinde derhal düğün hazırlığı başladı. Fakat düğün işleri için pazara giden Ağıntay kötü bir haber getirdi. Rus yöneticisi Jamenke, Uzak’ın emrindeki Albanların on seçme erini istişare edeceğiz diyerek kandırıp götürmüşler. Tazabek atamızın torunu Avbakir’i ve ta uzaktaki Ası’daki Kızılbörik’in yardımcısı Seribayı da onlarla birlikte hapsetmiş.
– Kazakların başına karabulut çökmüştür! dedi Tilevli, bunu duyunca asık yüzle,
– En saygınlarını önceden hapsettiğine göre çok kötü bir hareketin hazırlığındadır.
Gelin olacağı günü gün sayarak heyecanla bekleyen Şeyi, akşamüstü gelen Tazabek’i görünce kuşkulandı. Hapishanede tutuklu olan Albanların akrabaları, onları kurtarmak için yarın pazara baskın yapmaya karar verdiler. ‘Tilevli ile Ağıntay onlara katılır mı’ diye Ömerali soruyordu.
Kaşları çatık, biraz sessiz oturduktan sonra,
– Tamam, geleceğiz! dedi Tilevli başını eğerek. Tazabek giderken Şeyi’ye doğru ümitsizce bakıvermişti.
– Jibek’im! dedi Jüzük görümcesine fısıldayarak,
– Sana diyeceği var gibi, git görüş! Öylece Şeyi’yi dışarı sürükleyerek çıkardı. Arkasından Tazabek de çıktı.
– Şayken! dedi Tazabek, elinden tutarak. Bu karmaşa dönemi bizim güzel düğün yapmamıza izin vermiyor. Eğer darılmazsan seni kaçırsam, nasıl olur? Ayıp olur mu?
– Bugün mü?
– Hayır, ikimizin anlaştığı bir gün.
– Ne zaman?
– Onu Jüzük’le anlaşalım!
– Tamam, olur!
Delikanlının sevindiğini fark etti.
– Şayken! dedi heyecanla.
– Sağ olursam seni incitmeyeceğim canım!
– Kendine dikkat et, bir delilik yapma!
– Tamam canım! Senin için sağ salim olmaya çalışacağım. Gel, sarılayım!
– O bakıyor! dedi Jüzük’ü gözüyle göstererek.
– Tamam, canım! Kendim haber veririm!
Nikâhı yapılıp dünürler arasında koyun kuyruğu ve karaciğeri yendikten sonra Şeyi kendisinin Tazabek’in karısı sayıldığına, onun da giizlenmeden gelmesine hakkı olduğundan ve sözünü tuttuğundan gururlandı.
Tazabek gittikten sonra Ağıntay babasına gelip,
– Yarın ben kendim gidip geleyim! Sopayla topuzdan başka silahı olmayan Kazak, silahlı Ruslara ne yapabilir ki? dedi halının bir köşesine otururken. Yaşlı insan, başına bir şey gelirse diye endişeleniyorum!
Şeyi babasının cevabını nefesini içine çekerek bekledi. ‘Gitmezse cesaret edemedi’ diye düşündü.
– Oğlum! dedi Tilevli, oğlunun yüzüne bakıp oturuş şeklini değiştirmeden,
– Seni koruduğum için ölürsem, şehidim. Eskiden atalarımız evladı için kendilerini feda etmiştir. O geleneği bozup vicdansız olacak değilim. Seninse anne babanı, çoluk çocuğunu ve halkını korumak vazifendir. O yüzden çok konuşma, git ikimize de kayın ağacından iki topuz yap. Ne olursa olsun halkla birlikte yaşayacağız. Öyle yapmazsak ‘Andı bozanı ant çarpar’ oğlum! Geçen gün Ömeken anlatmamış mıydı Alban komutanlarının nasıl ant verdiklerini!
Bu sohbetten savaş hazırlığı hisseden Şeyi annesine korkarak baktı fakat annesi bir şey demedi. Çünkü erkeklerinin bu anlayışı terk etmesi, ‘Halk için savaşmayın, kim ölürse ölsün, siz sağ olun’ anlama gelirdi.
Babası ve oğlu henüz kurumayan topuzu ellerine alıp sabahleyin Karkara’ya gittiler. O gidişten geceye kadar dönmediler. Evdekiler meraklanmaya başladı. Herkes kendi düşünceleriyle fakat bir birine söylemeden ah çekiyordu. Üçüncü günü sabahleyin Ağıntay’ın tek başına gelip attan indiğini ilk gören Şeyi şaşırıp donakaldı. Ajiken ise hemen bağırarak,
– Evladım! Babanı nerede bıraktın? diye oğluna doğru koştu.
– Anne! Babam sağ salim! dedi yere otururken.
Şeyi’ye ağabeyinin gözleri biraz şişmiş gibi göründü. Ağladığı belliydi. Hemen söylemediğine göre bizi kandırıyor diye düşündü.
– Sağ salim ise nerede şimdi babam?
– Tazabek’in evinde.
– Yaralı mı yoksa? dedi annesi korkarak.
– Ömeken’i silahla vurdular, anne!
– Nasıl vuruldu? Sağ mı?
Ağıntay başını salladı,
– Pazara doğru yürürken karşıdan silahla vuruldu. Babam, ben, Tazabek ve Ömeken yan yana gidiyorduk. Ömeken atını kucaklayarak yıkıldı. Tazabek’le ikimiz yardım etmeye çalıştık. Fakat baktığımızda göğsünden vurulmuştu.
– Aman Tanrım! Ne yapacağız? dedi Ajiken telaşla korkarak. ‘Ne yapacağım?’ sorusu Şeyi’yi de korkuttu.
* * *
Ömirbek’i defnetmeye evdekilerle birlikte Şeyi de gitti. Daha gelin olmadan o eve uğursuzluk getirmiş gibi kendisini suçlayarak milletten uzak duruyordu. Bir an ağabeyinin yanına geldiğinde çevresindekilerin çoğunun konuşması askere alınma hakkındaydı.
– Ne için askere alacak, nereye götürecek, ben hala anlamıyorum, dedi iri yarı olan, kendisini güçlü olarak gösteren yüzü geniş delikanlı.
– Nereye mi götürecek? Ruslarla Almanların savaştığı yere götürecek! dedi birisi, bir şey biliyor gibi.
– Rusları kurşunlardan koruyacak derin çukurlar kazacakmışız! Ona da ‘siper’ deniyormuş!
– Eee, biz çukur kazdığımızda Almanlar çukuru kazıp bitirsinler diye bekleyecek miymiş? Ateş etmeyecek mi?
– Tabi ki ateş eder! Yoksa bu Kazak’mış diye acıyacak mı sanıyorsun?
– Bizim öyle göz önünde öldürülmemizin Ruslara ne faydası var?
– Bir faydası Almanlar, Rusların yerine bizi öldürürler, ikincisi, biz ölünce bizim topraklarımız, her şeyimiz Ruslara kalır. Sahipsiz kalan yeri sahiplenmekten başka ne yapılır? Zaten her sene çoğalıp, güzel yerlere yerleştiklerini görmüyor musun?
– Askere gitsen Rus diye Almanların elinde öleceksin, gitmesen, gitmedin diye Ruslar öldürecek diyorsun yani.
– Aynen öyle.
– Öyleyse sonuç hep ölüm! En azından kendi toprağımızda ölmeyelim mi?
– Ben de onu düşünüyorum!
Gençlerin böyle konuşmaları Şeyi’yi korkutsa da onların cesaretleri biraz güç verir gibi oldu. Fakat Tazabek’le ikisinin durumunun ne olacağını sadece Allah bilirdi. İnsanların hayal etmekte zorlanacakları zalimliklerin yaşanacağı bir devir gelmiş gibiydi., Düşünemediği korkunç olayları sanki insan dışarıda izliyor gibiydi.
Kendisinin Albanların içinde Sarı diye bilinen atalardan, annesinin Kızılbörik diye anılan soydan olduğunu biliyordu. Onlar her sene kışında Jalanaş’ın batı bölgesinde, yazın da Sırt’ta yaşıyordu. Orta Merki’de genelde bir iki gün kalırlardı fakat memleketin huzursuzluğundan dolayı bu sene uzun süre kaldılar. Tazabek, Albanların içinde Almerek ve onun Janibek diye bilinen kolundan geliyordu. Onun da annesi, Kızılbörik soyunun kızıydı. O taraftan ikisi akraba idi. Babalarının birbirlerine arada bacanak demesi ondan dolayıdır. Almereklerin yurdu Kulık dağının öteki karşı eteği ve Saha tarafının hepsidir. Kulık dağı, Şarın nehrinden doğuya doğru, Jalanaş dağı ise onun güney taraf karşısında İki Aşa’ya kadar uzanmaktadır. İkisinin arası doğuya doğru genişleyip bir birinden uzaklaşıyordu. Doğuya doğru sırayla Toğız Bulak, Şet Merki, Aral, Orta Merki, Jaydak Bulak, Kensu veya Bas Merki, İki Aşa denilen her yer, her su o Jalanaş dağının eteği olan yeşillik yerler. Bunlardan doğan nehir ve bulaklar Kulık dağının güney tarafından akan Keğen suyuna ve Aktoğay’la birleşip Şarın’a akar. Şarın’ın başı Aktoğay, ortası Köktoğay, eteği ise Sartoğay’dır. Suyun iki yakasındaki uçurumlar, su ile rüzgârın oluşturduğu mükemmel manzaralar, biri kahramana, biri ozana benzeyerek ilgi çekerken, diğeri de korkulu bir şeylere benzetilerek korkuturdu. Kazakları yöneten Rusların ilgisini böyle yerler çekmezse neresi çekerdi? Ruslar, şimdiden Jalanaş köyünü avucunun içinde oynatıyordu.
* * *
Babasının ölümü Tazabek’i birden yetiştirdi ve çok değiştirdi. Mal mülkün artık kendi sorumluluğunda olduğunu düşünüp Vasily’nin atlarını geri verdi ve akrabalarının oturduğu İki Aşa yaylasına ailesiyle taşındılar. Şimdi onun aklındaki tek şey babasının intikamını almaktı. Karkara pazarındaki birçok askere tek başına saldıramayacağını ancak bir Rus’u kurşunlamadan da yerinde duramayacağını biliyordu. Fakat sonunda bir çözüm bulacak gibiydi. O düşünceyle Vasily’nin verdiği silahı yanına alıp yine Karkara tarafına gitti.
* * *
Halk telaş içindeydi. Orta Merki’nin yukarısından Jalanaş’tan Karkara’ya, Karkara’dan Jalanaş’a doğru göçen halkı Şeyi her gün görüyordu. Tazabek’in şimdi pazar tarafını gözetlediğini bildiği için her kalabalığı gördüğünde yüreği ağzına geliyordu. Rusların eziyetine dayanamadığı için çatışan yiğitlerin ve onlar için telaşlanan milletin kaderinin nasıl olacağı belirsizdi. Hapiste yatan Avbakir’in akrabaları çok telaşa düşmüşlerdi fakat telaşın ötesinde çatışma, ölüm olduğunu kendileri bile anlayamayacak haldeydi. Ölümü tehlike değil cesurluk sayıyorlardı artık. Babasının bir övüp bir yerip durduğu Kazaklar için bu zulümden kurtaracak çare bulmak şimdilik belirsizdi. Şeyi, düşüne düşüne artık olgunlaşmış gibiydi. Ona göre, ölüm ile yaşam tercih noktasına geldiğinde insanın ilk önce yaşamayı düşünmesi gerekiyordu. Aklın ve fikrin de öyle işlemesi gerekiyordu. O yüzden gelenekleri ve inancı bir tarafa bırakıp hemen Tazabek’in ailesine gitmeyi doğru görüyordu. O düşüncesini güçlendirip batmak üzere olan güneşe; yalvararak, dua ederek baktı. Huzurlu doğup huzurlu batmasını diledi. Öylece eve doğru yürürken birden ödü koptu, annesi hiç ses çıkarmadan arkasından bakıyordu.
– Anne ya! Ödümü patlattın!
– Korkuttum mu, canım? Ortadaki durum beni de korkutuyor! Yanına yaklaşınca kucakladı,
– ‘İnsanın öfkesi artınca akıllı azalıyor’ derdi eskiler. Babasının intikamını alacağım diye koşan Tazabek’in başına bir şey gelirse ne olacak diye korkuyorum. Artık onlar için endişeleniyoruz, gidip onların ailesiyle birlikte yaşaman doğru olur kızım! Gördüğün gibi tüm Albanlar kendi yurdunda muhacir olacak durumdalar. Millet bu durumdayken bizim gelenek görenek dediğimiz şeyler ne işe yarar? ‘Aşı yok oruç tutar, işi yok namaz kılar.’ der büyükler, ‘Oruç, namaz tokluktadır’ Nikâhı düğünsüz yapalım. Baban da kabul eder, sen de düşün.
– Tamam, anne! Endişelenip evde oturmaktansa en azından Tazabek’in yanında olayım!
– Akıllı kızım benim! ‘Elli altmış koyunla yaklaşık yirmi büyük malı götürüp Kalişa dünürün yanına taşınalım mı?’ diye baban söylediğinde ‘Yaslı eve taşınmamız ayıp olmaz mı? Bir de kızımızı kendimiz götürmüş oluruz’ diye ben karşı gelmiştim. Şimdi düşünüyorum da yol kenarından uzak oturmamız daha iyi olur.
Ertesi öğleyin gibi Jalanaş tarafından birçok atlının geldiğini gören Şeyi korkup eve doğru koşarak geldi.
– Baba, birileri geliyor! dedi eliyle batı tarafını göstererek.
– Şimdi ne oldu? dedi annesi düşman baskın yaptı zannedip.
Hepsi telaşla dışarı çıktılar. Birçok atlı kişi yamaçta gidiyordu. Hiç birinin kıyafeti de ata binişi de Ruslara benzemiyordu. Ellerindeki mızraklar, takımlarındaki topuzlar, hepsi onların Kazak olduğunu gösteriyordu. Bunları fark edince atlı iki kişi gruptan ayrılarak Jaydak Bulak’a, bunlara doğru geliyordu.
– Tüh! Boşuna göründük gözlerine, dedi Ajiken mızmız ederek.
İki yiğit yaklaşınca yüksek sesle selamlaştılar.
– Hayırdır, yolculuk nereye? dedi Tilevli iki delikanlı ile selamlaşarak.
– Karkaraya gidiyoruz! dedi eski kalpak giyen kişi yanındaki arkadaşına çekinerek bakıp,
– Jalanaş’taki Rusları elebaşıyla birlikte kovarak evlerine soktuk. Şimdi Karkaraya doğru gidiyoruz. ‘Bize destek olan erkek varsa, bizimle gelsin!’ diye ikimizi Jakıpberdi ağabey yolladı. Yanında Tezek dedem de vardı.
– Jakıpberdi ağabey ile Tezek deden öndeyse biz de oğlumla ikimiz arkanızdan geliriz.
Baba ile oğul Karkaraya gittikten sonra ertesi gün Şeyi yengesiyle hayvanları otlatmaya çıktı.
Çiçek ile saman güneşin sıcaklığıyla kokmaya başladığında ikisi atlarını otlamaya bırakıp kendileri alt tarafın tamamını gören tepe gibi yere çıkıp oturdular. O zaman Şeyi’nin aklına Tazabek geldi. Bir an kocası gibi bazen kocası değil gibi kuşkulu durum onu çaresiz bıraktı. Arzulayıp, zor dayandığı Tazabek’in görünüşünden belliydi.
– Jibek’im! diyen Jüzük’ün sesi Şeyi’nin düşüncelerini kesti.
– Kendi kendine o kadar neyi düşünüyorsun? Böyle yalnız olduğumuzda konuşalım!
– Neyi?
– Ne olacak? Tazabek’le ikiniz beni endişelendiren!
– Onun neyini konuşalım?
– Hepsini! Tazabek bugün gelse bugün, yarın gelse yarın ikinizi bir yatakta kavuşturacağım. Onu bilmeni isterim.
– Hayır, Jüzük! Daha evlenmeyen kız öyle yapmaz. Ayıp olmaz mı?
– Hiç de ayıp değil. Koca yanında yatmak ayıpsa annelerimiz ile ninelerimize ayıp değil mi?
– Tazabek daha kocam değil ki!
– Onu kim söyledi. Beni dinle! Annen baban izin verdi mi, verdi! Dünürler iyi bir şekilde ağırlandı mı, ağırlandı! Bundan başka ne istiyorsun? Tazabek seni düşünüp bekliyor! Tazabek’in yerinde ben olsaydım çoktan gizlice gelip işimi bitirirdim.
– Tüh! Jüzük! Sen ne kadar zalim bir insansın!
– Ben zalim değilim! Bu benim yengelik görevim! Tazabek’le evlendiğinde mutsuz olursan beni ölene kadar görmeyebilirsin. Ama ne bileyim belki de ‘Kocama kavuşturan canım yengem’ diye her gece teşekkür edersin bana.
– Tamam! Yeter artık!
– Hayır, dinle! Erkeğin yanında yatmanın korkunç olduğunu kim söyledi sana? Korkunçsa ağabeyinin yanında ben neden yatıyorum? Korkudan ölmek için mi? Yoksa kocanın erkekliğini tatmak için mi?
– Tüh, ne kadar terbiyesizsin? Bu ne rahatlık, yeter!
– Tamam! Bakarız, kimin terbiyesiz olduğuna! ‘Vaay, böyle olduğunu neden daha önce söylemedin?’ diye bana sonra kızmazsın inşallah.
– Yeter artık! Hayvanlara gidip bir bak! Atlarla birlikte çam ağaçlarının arasına girerse dalların arasında koyun kalır, orda dilenci var.
– Tamam, gidiyorum! Fakat Tazabek geldiği gün görüştüreceğim, ona hazır ol! Jüzük konuşarak atına binip koşturarak gitti.
– Yavaş! Atından düşersin!
– Korkma! Düşersem yer sağlamdır!
Nezaket icabı öyle dese de içinden Jüzük’ün dediklerinin doğruluğunu kabul etti, hemen kavuşmak için dua etti.
* * *
Jakıpberdi’nin ‘Pazarı basacağız. Kardeşler, yardıma gelin!’ haberini duyduğunda ‘Allah’ım duam kabul oldu’ diye sevindi Tazabek. Avcılık yap diye Vasily’nin verdiği tüfeği boynuna asarak atına binip gitti.
O gün pazara varmadan yanındaki Beleksaz’da konakladı. Atından inip fark ettiği, her evin önünde yaklaşık on yirmi bağlı at ve köyde dolanıp koşan insanlardı. Bugün birçok kişi Jarkent’le irtibat kuran Temirlik’i, ikinci olarak Karakol ile haberleşen Taldıbulak postanesini yıkıp gelmişlerdi.
Gazaba gelen halk yarın Karkara pazarını basacaktı. İnsanları şöyle dursun Karkara’nın havası da bugün öfkeli gibiydi. Karabulut, ne yağdı ne dağıldı. Sanki Pazarın üstünü siyah tündük örttükçe örtmüş. Taldıbulak’a saldırdığında Tazabek, Vasily ve Daneker’e ne oldu acaba diye düşünmüştü fakat tekrar hemen unuttu.
Halk, ertesi gün pazarın arkasında toplandılar. İri yarı, sesi gür, suskun, öfkeli gibi kızarak bağıran Jakıpberdi emrederek görev verdi.
Ahali! dedi başındaki şapkasını yukarı kaldırarak. Atlı halk hiç ses çıkarmadan dinliyordu.
– Teee ataların yöneticilik yaptı, diye pazara saldırmayı bana görev olarak verdiniz. Düşmandan değil ben bu işin sorumluluğundan korkuyorum. Ben bu yolda ölsem bile pişman olmam. Çünkü bu memleket için vermeyecek hiç bir şeyim yok. Benim görevim, Rusların öldürdüğü Tazabek atalarımızın da Rusların tutukladığı Avbakir kardeşimin de intikamını almak değil, horlanan Kazakların şerefini korumak! Hepimiz bugün şerefimiz için toplandık, onun için ata bindik! Bir oldukça biz güçlüyüz. Pazarda silah çok fakat bize az. O yüzden memleketi korumak isteyen insan ilk önce kendisini korusun! Çünkü ölen kişi kimseyi koruyamaz! Ölümden korkmayan insan olmaz, fakat eceli gelen korksa da ölür, korkmasa da ölür! O yüzden iş, boşuna ölmeden düşmanını öldürmek suretiyle intikam almaktır! Düşmanın elinden ölmek yiğitlik değil, düşmanı öldürmek yiğitliktir! Bu aklınızda olsun! Haydi, gidelim!
Sinirlenip öfkelendi etrafını saran kardeşleri, hepsi bir anda bağırıştı. Millet de arkasından homurdanarak gitti. Pazarı dağıtacak gibi hepsi atla koşturdu, aniden birisi,
– Eyvah! Sağ tarafımızdan bir kalabalık geliyor! dedi boğularak.
Tazabek aniden baktığında dörtnala gelen yirmi otuz asker gördü.
– Bizi kuşatmak üzereler! Bakın! Ününe bakın! dedi yine birisi bağırarak.
Sol taraftan ellerinde tüfekleriyle birçok yaya yaklaşmak üzereydi. Tazabek en önde gelen birisini seçmeden ateş etti. Eceli mi gelmemiş yoksa kurşun mu tam yerine değmedi? Hayvanla insana ateş etmek farklıymış, insana ateş ettiğinde sadece elin değil yüreğin de titriyormuş. Etraf toz duman oldu. Kurşunlananların bağıran, boğulan sesleri her taraftan geliyordu. Sonunda sağ kalanlar dağa doğru kaçtılar.
– Durmadan ateş edin! diye Jakıpberdi’nin sesi duyuldu,
– Düşman çekinmeden ateş ederse hepiniz ölürsünüz!
Ne yazık ki Kazaklar iyi savaşamadılar. Ancak Jakıpberdi’nin yanındakiler biraz isabetli ateş etti, diğerleri ise bir iki kere öylesine ateş etti ve her biri bir yana dağılarak dağa kaçıştılar.
Tazabek atla dörtnala giderken ardına baktığında sık orman içinden karaltısı görünen bir askeri fark etti. Fakat silahını doldurana kadar kurşun değecek mesafeden uzaklaşmıştı. Yine de o tarafa doğru ateş etti, en azında çekinir diye. Yan tarafından gelen birisi atıyla birlikte yere yuvarlandı. Sağ tarafından gelen de atından düştü. Kazaklar öldüler.
Millet tepeyi geçtikten sonra ancak durabildiler. Tazabek kalabalık içinden kaynatasını ve Ağıntayı aradı. Kalabalığın arasından Tilevli belki sağ salim çıkmış olabilir diye yorumladı. İki üç grubun arasından bulamadı. Yeni bir grubun arasına girmek üzereydi yanından geçen birisi tanıdık geldi. ‘Nerden görmüştüm?’ dedi hatırlayamadan. O da öyle yapsa gerek, geçtikten sonra geri döndü.
– Tazabek ağabey! dedi o da sonra hatırlayarak.
– Sopıya! dedi kıza doğru atın sürerek. İkisi at üzerindeyken kucaklaşarak selamlaştılar.
– ‘Nerede görmüştüm bu yiğidi?’ diyordum, erkek gibi giyinmişsin!? Bunu nasıl anlayabiliriz? Sen kimin tarafındasın?
– Ben eskiden beri adaletsizliğe karşıyım! Onu Ruslar mı yapar, Kazaklar mı, benim için fark etmez! Tabi ki kendi halkıma ateş etmeyeceğim fakat elimden geldiğince Kazaklara yardımımı esirgemem! Çünkü ben onların toprağında yetiştim ve yaşıyorum!
– Tüh, Sopıcan! Keşke Rusların hepsi senin gibi olsaydı!
İkisi kalabalıktan ayrılarak çıktılar. Bir şey söyleyecek gibi Sopıya’ya tekrar tekrar bakıvermişti.
– Ağabey! Ne oldu? Kendi gözlerine hala inanamıyor musun?
– Hayır! dedi Tazabek hemen cevap vererek. Sana hayranlığımdan aklıma söyleyecek bir şey gelmiyor! Senin böyle yapacağını hiç düşünmemişim. Bunu anne baban, ağabeyin nasıl kabul ettiler?
– Onlar geri döndüler! Ben de Kojak’la birlikte Kazakların peşine takıldım!
– Hangi Kojak?
– Bildiğin değirmenci Kojak.
– Sığırcı Kojak mı? Neredeyse kalbim duracak!
– Tüh, bana dürüst bir Kazak’ı bulamaz mısın? Bak, işte Kojak da benim peşimden geliyor!
– Vaay! Sen Sopıya’yı nereye götürüyorsun? Gel teke tek çıkalım! dedi atından inerek.
– Gelsen gel! dedi Tazabek de karşı gelerek. İkisi bir birine yaklaşarak kucaklaştı.
– Kardeşim, nerelerdesin? Bir birimizi böyle savaşta mı göreceğiz, ne oldu böyle? dedi Kojak sesi değişerek.
– Nerede, nasıl görüşürseniz görüşün ama sağ salim görüştüğünüze şükredin! dedi dışarıdan birisi.
Elinde mızrağıyla Jomart’tı.
– Tam düşmanı yakalayacak yiğide benziyorsun! dedi Kojak dalga geçerek ve hürmet gösterdiğini belli ederek.
– Tazabek gibi korkup uzaktan ateş etmiyorum, düşmanın tam yanına gidip yüreğinden vuruyorum!
– Atın yaralanmış! Gidip yanına yaklaşabilirsin fakat geri dönmeden orada kalma!
– Düşmana dörtnala giden at düşmandan kaçmaya da yarar!
– İşte bu söylediğin doğru! Sen önceden kaçmayı düşünüp atını ayarlamışsın!
– Bakıyorum, sen benim bindiğim atı da kıskanıyorsun! Eğer güzel bir kadın alsam, o zaman kıskançlıktan patlarsın!
– Eee, yeter! Sen yenildin, dedi Sopıya Kojak’a gülerek bakıp. Senin topuzundan Jomart’ın mızrağı uzun, atından onun atı koşucu, senin kadınından onun almadığı kadın bile güzel, şimdi senin yenilmediğin başka ne kaldı?
– Hey! dedi Jomart kulak vererek,
– Sen ne zaman evlendin?
– Sen mızrağını eğlediğinde.
– Dalga geçme, doğruyu söyle, atla şakalaşsan da kadınla şakalaşılmaz!
– Sen işte benim kadınımla şakalaşıyorsun!
– Hey, bu ne! Ağzına geleni söylüyor? Kadının Sopıya mı?
– Evet! Aynen öyle, Jömeke! dedi Sopıya at üzerindeyken işaretle selam vererek.
– Bu deli ya! diye Jomart kahkahayla gülerek,
– Biz Ruslarla savaşıyoruz, bu ise onların kızını almış. Böyle yaparsam sağ kalırım diye düşünüp yaptığı kurnazlığa bak.
– Nasıl düşünürsen öyle düşün, Jomart! Senin gibi boş boş dizimi kucaklamaktansa Rus kızını kucaklamak daha iyidir!
– Jomart, konu Kojakta değil Sopıya’da! dedi Tazabek konuya girerek,
– Ruslar, Kazaklara baskın yapsa da bir Kazak’a gelin olan Sopıya’nın yaptığı hareket takdirliktir. Hayırlı olsun, mutlu olun! Ben de Allah’ın izniyle yakın zamanda evleneceğim, babam hayattayken Tilevli ağabeyin kızı Şeyi’yi istemişti. Kaynatam ile kayınbiraderimi vuruşurken gözden kaçırdım, onları arıyordum. Sopıya’ya rastladım, arkasından siz geldiniz biraz duraksadım. Hadi, gidip birlikte arayalım!
Ağıntay’ın önünde uzanan Tilevli’yi görünce Tazabek’in yüreği ağzına geldi. Sağ bacağına isabet eden kurşun kalça kemiğine saplanmış. Peşimizdekilerin eline düşmeden buraya kadar dayanıp gelmiş. Halk hekimliğinden biraz haberi olan Simtik adında bir ihtiyar eyerin altındaki keçeyi yakıp basarak kanını zor durdurmuş. Ağıntay’ın gömleğini yırtıp kalçasını onunla sardığında Tilevli gözlerini açtı.
– Ağıntay, dedi gözüyle oğlunu arayarak,
– Beni çabuk eve götür, oğlum!
Tilevli biraz kendine geldi. O an inleyerek arada huzurla yaşadığını söylüyordu.
– Kurşunu çekip alacak ya da delip çıkaracak bir sınıkçı bulsan daha çabuk iyileşirdi! dedi Simtik Ağıntay’a bakarak,
– Eğer ağrı şiddetlenmezse bundan ölmez!
– Bende iyot vardı! dedi Sopıya atından inerek. O arada birisi,
– Eyvah! diye bağırdı,
– Tepeye bakın!
– Eee, bu göç ne ki!
– Ne var? dedi hemen birisi.
– Göçün önünde giden beyaz bayrak kaldırmış atlıya bakın, koşumu tüm gümüş, güneşten parlıyor. Beyaz bayrak kaldırdığına göre biz barış istiyoruz demektir. Bizim taraftan bir topluluk değil, uzaktan geliyorla belki.
– Tüh! Çok büyük göçmüş! Yük develerinin sayısı bile yaklaşık kırk kadar, dağ yamacı koyun dolu, bir oba olsa gerek!
– Eyvah! dedi az önce bağıran ses, – Onlar imha edecek bizi!
– Tüh! Sulh isteyenler göçerler bizi neden imha etsin ki?
Tepeye çıkan birçok atlıyı yamaca saklananları göç edenler de bir anda gördüler. Göçün başındaki mavi atlı biraz duraksar gibi oldu, sonra beyaz bayrağı yere bırakıp, iki elini yukarı kaldırarak yere indi. Aniden bir gürültü koptu. Dört bir yandan karşı taraftaki sık ormana doğru koştular.
– Şimdi ne yapacağız? dedi Ağıntay şaşırarak.
– Kaynatamı bana verin! dedi Tazabek atına binerek.
Ağıntay ile Jomart ihtiyarı yerden kaldırdılar. Sopıya da yardım etti. Tilevli dişini sıkarak ses çıkarmadan dayandı. Tazabek onu kundaklanmış çocuk gibi kucağına aldı. Tepe taraftan gelen boğuk sesler gökyüzünü inletiyor gibiydi. Uçan ok vızıldıyorsa değdiğinde delerek çıkacağını Tazabek iyi biliyordu. ‘Öldürdüler! Öldüler!’ dedi ürkerek. Kalanların nereye kaçıp saklandığını ancak Allah bilir, buraları iyi bilen Tazabek sık ormana girdikten sonra, ‘düz yürü’, ‘sağa dön’ diyerek sonunda büyük iri taşın geniş tepesine götürdü. Tilevli’yi yere indirerek o arada Sopıya yarasına tekrar bakıp sardı.
– Kalçasını yarıp kurşunu çıkarsak daha iyi olurdu, yoksa iltihaplanır diye korkuyorum da ne bileyim? dedi Sopıya.
– Sen yarmasını biliyor musun? Korkmayacak mısın? diye Tazabek yüzüne şüpheyle baktı.
– Tilevli ağabey kendini vuran kurşundan korkmadıysa ben niye korkayım ki! Bende sadece alet yok!
– Onu nasıl bulacağız?
– Jalanaş’ta Sergeyçük adında bir sağlık memuru var. Kendisi gelip görse daha iyiydi! Gelemezse aletini verir!
– O zaman kaynatamı eve yetiştirelim. Ondan sonra Jalanaş’a ikimiz birlikte gidip gelelim.
– Hayır! Tazabek, sen hiç rahatsız olma! Sopıya’yı ben kendim götürüp geleceğim. ‘Sen kimi olursun?’ diye sorarsa, ben kocasıyım derim, sen ne diyeceğini bilemeden şüphelendirirsin!
– Vay be! Senin böyle kıskanacağını hiç düşünmemiştim?
– Kıskansam da kıskanmasam da eşimin başka bir erkekle gitmesine nasıl razı olabilirim?
– Tamam, tamam! dedi Sopıya yavaşça Kojak’ı omuzuyla dürterek,
– Şakalaşmayı bırakın! İlk önce yaralı kişinin durumunu düşünün!
Tazabek hemen kendi fikrini söyledi,
– Jomart ikimiz ormandan iki üç tane sırık bulup ondan sedye yapalım. Sonra kaynatam da biz de zorlanmayız.
– Ama dikkat edin! dedi Sopıya Tilevli’den biraz uzaklaşarak,
– Bu düşmanlar Fon-Berg’in cellatları olabilir! Onunla şakalaşmayın! O zalim tepenin önünde gizlenmiş olabilir.
– Berg de kim oluyorr? dedi Tazabek bir şey anlamadan Sopıya ile Kojak’a bakarak.
– Benim aslında Kazaklarla birlikte olmam o Berg’in sayesindedir. ‘Kötü kişi sırrını söyleyeceğim diye gerçeği söyler’ diyerek eğer Kojak alınmasa anlatayım sizlere.
– Anlatabilirsin, başka birisinden duyacağına, kendi kulaklarıyla senden duysun!
– Sizin haberiniz var mı yok mu bilmiyorum! Ben, Kojak’ın karısı olalı sadece bir gün oldu.
– Vaay! Ne ilginç! dedi Jomart gülerek,
– Ben bunlar çoktan evlenmiş diyordum! Hep birlikte yaşıyor, beraber oluyorlar, ne bileyim?
– Yalan söyleme, Jomart! Biz birlikte olmadık.
– Ruslar evlenene kadar birlikte yaşayabilir diyorlardı, ne bileyim?
– Şuna sus diyecek birisi yok mu, hiç konuşturmuyor ki?
– Tamam, yeter! Kaynatamdan utanmıyor musun? Berg denen zalim kimmiş öğrenelim.
– Tazabek ağabey! Onun babası da kendisi de Jarkent tarafında görev yapan kişilermiş. Fon-Berg dediğine göre kökü tam Rus olmayabilir. Dün sabahleyin babam dışarıdan üzgün geldi. ‘Dün Kazaklar Başarin ile Zubkov’un evini yıkıp kendilerini öldürmek istemişler. Ailenin hepsi ormana saklanıp sağ kalmışlar. Onlar bize de rast gelebilir! Başarin’e gidip kendi gözümüzle her şeyi öğrenelim’ dedi. Babamla ben ve ağabeyim arkasından gittik. Geldiğimizde evin etrafı asker doluydu. Saydım, Berg ile birlikte yirmi dokuz kişi vardı. Berg iki yardımcısıyla birlikte Başarin’in yanında oturuyordu. Babam durumu sormuştu, o an Berg bir başladı. Allah’ım, öyle övünen birisini hayatımda görmemiştim. ‘Beni Bakan Kravçenko’nun kendisi gönderdi, dedi tam Çar görevlendirmiş biri gibi. Kazaklar ‘Rusların arı kovanını yıkıp kendilerini de dövüyormuş. Gidip dağıtın onları’ diye emir vermiş Kravçenko. Sonra hemen yola çıkıp Karkara’dan Taldıbulak’a gece bir gibi gelmiş. Gece iki gibi Kazak güvenliğiyle karşılaşıp onu vurmuşlar. Tam savaşta gibi övünüyordu. Konuşmalarına dikkat edilirse Kazaklarla Ruslar arasında çok zorlu bir savaş oluyor gibi. Sabah beş gibi Tüp nehrinden geçip bir köye girmişler. Köyün dışında duran iki nöbetçiyi de vurup öldürmüşler. Onlar nöbetçi mi yoksa öylesine giden yolcu mu onu sadece Allah bilir. Çünkü onlar Berg’e karşı gelmemiş. Berg onlarla ne yaklaşmış ne konuşmuş, gürünce hemen vurmuşlar. O iki nöbetçinin feryat seslerinden köy uyanıp bunlara karşı öylesine ateş etmişler. Berg’in yaverleri köye baskın yapıp sabahleyin tatlı tatlı uyuyan Kazakların yaklaşık ellisini öldürmüşler. Kendisi, ‘Kazakları öldürdüm’ demiyor da ‘isyancıları öldürdüm’ diye övünüyordu. Bak, gördün mü onun isyancı dediği köylüler olaylardan habersiz uyuyan Kazaklardır. Diğerleri ise her şeyini bırakıp dağa kaçmışlar dedi hiç utanmadan. Silahsız kadın, çoluk çocuk başka nereye kaçsın ki? Dağın sığınak bir yer olmasına da şükürler olsun! Zor dayanıp dinliyordum, çok sinirlerim bozuldu. Sanki silahlı askerlerle savaşıyor gibi övünüyordu. ‘O saldırıda Aysa diye bir Taranşı[4 - Uygur halkı genellikle tarımla uğraştığı için daha önce Taranşı olarak adlandırılırdı.] cesurluk gösterip iki isyankâra ateş etti’ diye övündü. Silahsız Kazaklara saldırmayı cesurluk sayan akılsız kişiye ne dersin?
– Onların arasında Taranşı ne yapıyormuş? Kazaklara karşı onun ne kini varmış?
– Onu ben nereden bileyim Jomart! Berg’in kendi söylediği, işte! O köye saldırdıktan sonra başka köye gitmişler. ‘O köydekiler bizi görünce hemen mızraklarını ellerine alarak bize karşı çıktılar’ dedi Berg. Bunun isyancı dediği kişileri gördün mü, hepsi kendi köylerinde sakin yaşayan Kazaklar! Onun askerleri ikiye bölünüp köyü kuşatarak hepsini öldürmüşler. ‘Savaşta seksen kişiyi öldürdük ve on ikisini de yaraladık’ diyor hiç çekinmeden. ‘Savaşta’ diyor hiç utanmadan, sanki Kazaklar ellerine kılıç alıp başkaldırmış gibi! Dediğine göre burada da sağ kalanlar dağa kaçmış ve evlerini de yakmışlar! Fakat evin çoluk çocuk ve kadınlarının nereye gittiğinden hiç bahsetmedi. Karkara’ya doğru giderken yolda kendi elleriyle dört kişiyi öldürüp, on evi yakıp ve Başarin’e geldiği anmış. Ben dayanamadan, ‘Evi yaktığında o evin çoluk çocuğunu, kadınını nereye gönderdiniz? Yoksa onları da mı yaktınız? demiştim. Berg hemen yerinden kalktı. ‘Düşmanın çoluk çocuk, kadını olmaz yoksa onlara mı acıyorsun? dedi bağırarak. Ben de yerimden kalkarak ‘Savaş alanında kendinizle savaşan düşmana değil Rusya’nın kendi halkına, öz yurdunda kendi köyünde, kendi evinde uyuyan halka saldırdığın için hiç utanmıyor musun? En azından askerinin birini öldürdüğü için saldırdıysan o zaman anlarım. O zaman söyler misin o kadar insanı ne sebeple öldürdün? dedim. Titreyerek iki üç kere elini silaha götürerek ne yapacağını bilemeden çok sinirlendi. Sonunda, ‘Of, hain!’ dedi başını sallayarak. ‘Dikkat et, kelimelerine, görgüsüz! Baba! Ağabey! Sizler de mi bu zalimle birliktesiniz? Günahsız, silahsız halkı öldürdüğü için gururlanan sizin gibi Rus askerine lanet olsun! dedim ve evden çıkıp gittim.
– Vaay! Kurbanın olayım Sopıcan’ım! Hey! Sen öyle yapmazsan Sopıya olmazdın? ! diye Tazabek kucağına aldı. Dayanamayıp gözlerinden yaş aktı.
– İşte bu, cesaret! dedi Jomart gülümseyerek,
– O zaman babanla ağabeyine ne oldu? Onun yanında kaldılar mı yoksa seninle birlikte gittiler mi?
– İkisi peşimden koşarak yetiştiler. ‘Nerede, nasıl konuşacağını bilmiyorsun. Kendi devletine kendin karşı koyuyorsun. Onu da Kravçenko’yu da devlet görevlendiriyor ki? diye babam azarladı. ‘Artık bizi ne Kravçenko ne Kazaklar korur, boşuna öleceğiz’ diye ağabeyim kızdı. Sonra düşündüm ki, artık bu evde bana huzur yok. Üzerime giyecek bir şeyler alıp ‘Kojak neredesin?’ diye evden çıkıp gittim.
– Babanla annenin Kojak’la evlendiğinden haberi var mı?
– Haberi var ya da olmayabilir! Evden çıktığımda annem, ‘Kızım, nereye gidiyorsun?’ diye sormuştu. Ben de ‘Kazaklara’ dedim. Ama onu nasıl anladı bilmiyorum. Kojak’la ikimizin evlenmesinin sırrı işte bu Jomart ağabey!
– Eee! Berg zaliminin faydası Kazaklara olmasa da Kojak’a dokunmuştur.
– Az önce gelen barışçı göçerlere de saldıran onlardır. Onlar, Kravçenko’nun buradaki dalkavuklarıdır. Eminim ki yarın, ‘Beyaz bayrak tutan göçerlere değil isyancılara saldırdım’ diyerek övünecektir! Ona çok dikkat edin Tazabek ağabey! Kazakların sık ormana saklandığını gördüler ve oradan mutlaka çıkacağını da bilip bir yerde gizlice gözleyebilirler!
– Biz de gizlice gidip bakarız. Sedyesiz kaynatamı atla götüremeyiz.
* * *
Gizli gizli saklanarak tepeden aşağı indikten sonra Tazabek ile Jomart çalılığa sığınıp kulak kabarttılar. Şüphelenecek bir şey duymadılar.
– Ormanının içinden yukarıdan bakalım, dedi Jomart. İkisi tekrar ormana girdiler,
– Berg denen zalim Taldıbulak’ın etrafındaki kimseyi sağ bırakmamış! Onları da mı yok etmiş, yoksa kaçmışlar mı?
– Belki akrabalarının yanına sığınmak için gitmiş olabilirler?
– Ben de öyle tahmin ediyorum! Daneker’in ailesi Tasaşı tarafındaydı. Doğruyu öğrenecek kimse bulunamadı. Bulsam senden müjde isterdim!
– Tamam, kabuk tutmuş yarayı kaşıyıp ne yapacaksın? Şaka yapayım derken Şeyi’nin kalbini kırarsın.
– Tek başımıza olunca hatırlatmak istedim, yoksa gözünün tuttuğu herkesi kendine bağlıyorsun!
– Hayır, artık müsait değilim! Hepsi senin olsun.
– Şimdi hepsi karışık oldu! Kadını düşünmeyi bırak da kendimizi koruyabilir miyiz? Onu da sadece Allah bilir.
– Bekle!
– Ne oldu?
– Kulağıma bir ses gelir gibi oldu.
– Evet, birisi inliyor. Buradan geliyor ses!
Ilgın ağacının yanında kunduz kaftan giymiş bir delikanlı kana bulanmış yatıyordu. Sağ kolunda kılıç yarası var. Tazabek derhal atından inip damarını tutup göğsünü dinledi.
– Yaşıyor! dedi sevinerek.
– Hemen koş Jomart, Sopıya’yı getir!
– Kendin git ya! Ben orayı tekrar bulamayabilirim!
Tazabek koşarak acil Sopıya ile Kojaş’ı getirene kadar delikanlı ebediyete yürümüştü.
– Çok kan kaybederek ölmüş! Biraz erken bulsaydık belki sağ kalabilirdi. İleri gidip bir bakalım belki başka birilerine yardımımız olabilir.
İlk başta ürkerek, yalpalıyorlardı, biraz sonra alışmaya başladılar.
– Eyvah! Etrafta kimse yok ki! dedi Kojak tepe tarafa bakarak,
– Sanki hiçbir şey olmamış gibi!
– Eyvah! Orada birisi var!
Hepsi Jomart tarafına baktılar. Toplanan dokuz ceset dağınık eşyalar gibi yatıyordu. Ateş etmemişler fakat birisinin başına kılıçla iki üç kere vurmuşlar, diğerlerini de birkaç kere süngü batırarak öldürmüşler. Cesetlerin ellinde veya yanında ne topuz ne mızrak vardı sadece ileride yatan bir kişinin kamçısı elindeyken bayılmıştı. Dokuzunu da bir asker mi öldürdü acaba? diye düşündü Tazabek. Kaçan kalabalığı kovalayarak arkasından sırayla vurmuş olabilir. Aniden atı durdu, kendine gelip aşağı bakınca, birisi beynine iğne batırmış gibi, titreyerek ürperdi. Tam önünde yüklü bir kadın paramparça yatıyordu. Kılıç koltuğunun altından değip kadının karnını darmadağın etmişti. Kana bulanmış henüz rahmin zarı yırtılmamış bebeği görünce gayri ihtiyari bağırıverdi.
– Zalimler! dedi sesinin çıktığını ya da çıkmadığın kendisi duymadan. Sesi gırtlağından değil yüreğinden çıkar gibiydi. Gözü yaşla doldu bir şey göremedi. Bir şeyden ya da birisinden yardım isteyecek gibi etrafına bakıp at üzerinde sendeledi. Bir kişi öldüğünde kardeşim diye tüm Kazaklar ağlardı, şimdi hepsi ölünce nerede bunlar? Hepsi mi öldü yoksa vicdanları mı öldü? Vicdanı öldüren ne, korku mu yoksa? Korku, ölümün kendisinden de mi korkunç? Dirinin çektiği eziyet ölümden daha ağır, daha zor olabilir? Ondandı belki kendisinin de gözyaşları çıkmadan ağladığı? Fakat böyle yapan zalimlere mazlumun cevabı nedir? Ona tek cevap intikam almaktır. Tüm dağ yamacı dolu cesetti. Çoğunu başından, gövdesinden, içinden, birkaçını dört beş kere vurup, süngü batırıp, köpek silkeler gibi paramparça yapmışlar. Anlatsa inanılmayacak bir vahşetti. Rusların o kadar düşman olup kinlenmesinde bu zavallıların ne suçu vardı? Erkekleri karşılık verdi diye öldürebilirler, fakat kızları, kadınları, anaları, çocukları kılıçla öldüren asker nasıl asker olabilir ki? Ona insan demek içinden bile gelmiyordu. Katiller! Sadece katil değil vahşi katiller. Kazak olduğu için ölen zavallı gençler. ‘Ateş edin!’ diye zalim Berg emir verebilir fakat önünde kadın olduğunu ve onun yüklü olduğunu görünce elindeki silahını indirmeyen hangi hayvandı? Ona nasıl asker denebilirdi? Kadını düşman görecek kadar başlarına ne bela gelmişti bunların? Maksatlarının dünyadaki Kazakların hepsini yok etmek olduğu bellidir. Yoksa asker, karşısına çıkan askerle savaşmaz mıydı? Savunmasız halkla, çoluk çocukla, karıyla, kocayla ne işi vardı?
Tazabek’in beyni de duygusu da taş gibi katılaşmıştı. Bazı cesetlere bakmadan geçip gidiyordu. Baka baka gözü alışmış, korka korka yüreği yorulmuş, vicdanı da katılaşmış ölen insana kendisi de ölmüş bir gözle bakıyor gibiydi. Hevesle, zevk alana kadar öldürmüşler. Kurt, koyunu yemeden sadece öldürürdü, bunların hareketleri ona benziyordu. Suçsuz, günahsız birçok insan, birçok ömür bir anda gitti. Onu kim sayar, kim sorar? Allah neden bunların yaşamasını çok görmüş? Kazakların günahı ne? Uysal olduğundan mı yoksa kendilerini koruyamadığı için mi?
Korku, ölen kişinin gözüne saklanarak göz bebeğinin içine girip öldürürmüş. Bir insanın nasıl öldüğünü gözlerinden anlarsın. Hepsinin gözü yuvasından çıkmış gibi ama o çıkana kadar insanın canı çıkıp gidermiş. Her cesede baktığında kendin de ölürsün. Her cesedin göz bebeği öldüğü anı apaçık gösteriyordu. Bu ihtiyar kendisinin öldürüleceğine inanmadan ölmüş gibi görünüyor. Kalpağı bir yerde, kendisi başka bir yerde yatıyordu. Şakağından değen kılıç baş kemiğini kulağıyla birlikte ikiye ayırmıştı. Başka birisinin göz bebeği, ‘Bana ne oldu?’ der gibiydi. Bir kadın kocasına doğru elini uzatarak düşmüş. Beni koru mu dedi yoksa kendini koru mu demek istedi, zavallı! Nasıl olsa kolu uzun Çarın, bu karı kocayı Mınjılkı’nın tepesinde kovalayarak sonunda öldürmüştü. Bunları Berg mi öldürdü yoksa Berg’in sahibi mi? Emri Çar verdiği için o suçludur.
– Yaşayan hiç kimse kalmamış, yaralı olanın hepsini kana boğarak ölmüşler! dedi Kojak iç çekerek.
Tazabek atını durdurdu. Diğerleri de durdular.
– Cesetleri sayıp çıkalım, artık dolaşıp ne yapacağız? Bu gördüğümüzü unutursak bizi atalarımızın ruhu affetmez. Gidelim!
Bunlar hareket etmek üzereydi, Sopıya,
– Bekleyin! dedi nefesi kesilerek. Hepsi hemen dönüp baktılar.
– Bu cesetlerin önündeyken yalvarıyorum, bundan sonra bana Rus demeyin! Bugünden itibaren ben Kazak’ım. Kojak razı olursa Müslümanlığı da kabul ederim. Kazakların geliniyim ve Kojak’ın karısıyım. Alban’ım, Sofiya da değilim, Sopıya’yım. Benim anladığım kadarıyla Kazakların çekeceği daha geridedir. Taldıbulak’ın postanesinde oturduğumda kendi kulaklarımla duymuştum, Kazaklarla Kırgızları cezalandırmak için Jarkent’ten, Vernıy’dan, Taşkent’ten, Bişkek’ten her gün yardım istiyorlardı. Şimdi Kazakların yaşadığı bu ise o yardım gelince ne olur? O yüzden Çin’e kaçmak ölümden kurtulmaktır! Benim fikrim Kazaklar için sağ kalmanın başka yolu yoktur!
* * *
Tilevli’yi Orta Merki’ye yetiştirene kadar akşam olmuştu. Ertesi gün Jalanaş’a gitmesi için Kojak ile Sopıya orada konakladılar, Tazabekle Jomart ise geceleyip İki Aşa’daki kendi köylerine geldiler. Annesiyle Jameş daha uyumamışlar, bunların sesini duyunca kardeşi koşarak dışarı çıktı.
– Bir gidince uzun süre kayboluyorsun, nerelerdesin? diye hemen üstüne geldi,
– Annemle ikimiz meraktan ölecektik! Ben, ‘Şeyi’nin köyüne gidip yanında durmuş çıkamıyor olabilir’ diye düşündüm’. Annem ise ‘Karkara’ya gidip başına bir şey gelmesin’ diye korktu. Senin nereye gittiğini öğrenmek bizim için bilmece çözmek gibi oldu.
– Annemin de senin de düşündüklerin doğru! Karkaraya da gittim Şeyi’ye de uğradım. Sohbeti eve girdikten sonra yaparız, önce Jomart ağabeyinle selamlaştın mı?
– Ooo, ağabey! Nasılsın? Kendi ağabeyimi sağ salim gördüğüme sevinip sizi görmemişim!
– Kızlara baktıracak özelliğimiz olmadığı için zavallı biz nasıl öfkelenebiliriz?
– Eyvah! Jomart ağabey öfkelenmiş, şimdi ne yapsam? Küsmeyin, bundan sonra ilk sizinle selamlaşırım.
– Tazabek’i kucakladığın gibi beni de kucaklayarak selamlaş!
– Baş üstüne! Öyle yapacağım!
Tilevli’nin durumunu duyunca Kalişa çok üzüldü.
– Heeey Allah’ım! Neden bu belalar bizim başımıza geliyor? Şeyi’yi yine yakın arada eve götüremiyoruz? ! Jameş, git sen semavere çay hazırla, Jomart evladım çay içsin!
– Anne! Ben Jameş’e küstüm! dedi Jomart.
– Niye? Sana karşı bir şey mi dedi?
– Karkara’da Tazabek silahla, ben ise mızrakla dörtnala gittim! İşte benim hayatım Tazabek’ten daha tehlikedeydi. Fakat Jameş kendi ağabeyinin sağ salim geldiğine sevindi de bana hiç bakmadı! Bu yaptığı doğru mu?
– Yanlışlık yapmış! Ey Jameş! Jomart’ın gönlünü al, tatlılarını getir de güzelce çay ver!
– Baş üstüne anne, hazırlıyorum! Büyük insanın öfkesi de büyük olurmuş. Eve girmeden başlamıştı hala bitmedi. Jomart ağabey! Küsmeyin, ağabeyim yanında senin de sağ olman için annem de ben de dua ediyoruz.
– Şimdi bu lafından sonra öfkem dağıldı. Artık Tazabek’le ikimize hiçbir kurşun değmez! Kadının duası Allah’ın kulağına erkeklerden önce yetişirmiş!
Tazabek gülüverdi ve
– Onu hangi kitaptan okudun? dedi.
– Okuyanlardan işittim.
‘Bu, kardeşime bir kur mu acaba?’ diye Tazabek şüphelendi, öfkelenmeden kendine geldi. Ertesi öğleyin ikisi Orta Merke’ye doğru yola çıktılar. Yoldayken Jomart, ‘Kardeşin Jameş çok şımarıkmış!’ dedi. ‘Hım’ deyiverdi sadece Tazabek.
Kojakla Sopıya Jalanaş’tan çok geç geldiler.
– Neden geç kaldınız? dedi Jomart onlar attan iner inmez.
– Yaaa, Jomart! Sağ salim geldiğimize şükret! Kojak herkese elini uzatarak selam verirken durumu da anlattı,
– Onlar tam zalim bir Rus olmuş! ‘O Kazak nerede yaralanmış? Ruslarla vuruşmuşsa sen neden o Kazaklara acıyorsun? Bu yanındaki kim, kocan mı? Kazak’tan önce senin kendini öldürmen gerekir!’ diye Sopıya’yı azarlamaya başladı.
– Aletleri verdi mi? dedi Tazabek sabırsızlanarak.
– Hayır, vermedi, dedi Sopıya üzülerek,
– Ben onların çirkin yüzlerinden korktum ve sert tavır sergileyen o iki kardeş de adam öldürecek gibiydi. ‘O Kazak Orta Merki’nin neresinde oturuyor?’ diye ince ince soruşturmasından şüphelendim. Buradan hemen ayrılmamız gerekiyor!
– Mermiyi çıkarmadan nasıl gideceğiz? dedi Ağıntay Sopıya’ya üzülerek bakıp.
– Bakıyorum da, bu kurşundan ona zarar gelmeyecek, çünkü iltihaplanmadı! Yakılıp basılan keçenin faydası olmuş olabilir. Kemikle etin arasındaki kurşun belki kararıp yara iyileşir.
– Eyvah! Kurşun çıkmadan kendi kendine nasıl iyileşebilir?
– Tamamen iyileşmese de rahat olabilir, ağabey! Kurşunu alabilseydik tabi ki daha iyi olurdu, fakat onun için aletimiz yok ki!
– Tamam! Ben yarın Karabeldek’e gidip geleyim, dedi Tazabek,
– Orada bir Kırgız kırıkçı vardı, elinden her şey gelir diyorlar. Onu bulup getireyim!
– İşittiğime göre, Kırgızların durumu Kazaklara göre çok kötüymüş. O yüzden gidersek kalabalık gidelim, dedi Sopıya,
– Belki ‘Kırgızlarla anlaşmaya gelen Kazak’sın’ diye ateş eder ya da hapse atabilirler! Eğer yanınızda ben olursam, ‘Eee, aralarında Rus bir bayan da varmış’ derler.
Onlar böyle tartışırken evden Şeyi çıktı.
– Babam hepiniz için eve girsin diyor! dedi Şeyi.
Vedalaşmak mı istiyor diye Tazabek korktu.
– Ağrın mı var, ne oldu? Çocukları neden çağırdın? diye Ajiken de şüphelenerek korktu.
– İhtiyar başını salladı. Sonra biraz sessiz bekleyip gözünü kapatarak dinlendi.
– Tazabek! dedi bir an gözünü açıp, – Şeyi’yle ikiniz yanıma gelin! ‘Ey!’dedi Ajiken’e seslenerek, ‘İki evladını ellerinden tuttur’. Ajiken kızının elini Tazabek’e tutturdu. Dua edeyim ellerinizi açın, evlatlarım! Akşam yaşayan insanın sabaha çıkmayacağı bir devir oldu. Ömeken’in ruhu razı olsun, dünür olalım isteğini kabul edip şimdi hayattayken iki evladıma babalık duamı vereyim, Allah yardımcımız olsun!
Peygamber’imiz kollasın!
Kız oğlanlarınızı hiç eksik etmesin!
Allah bir birinize merhamet eylesin!
Birlikte zaman geçirmek için uzun ömür versin!
Allah, kaza beladan saklasın!
Kazakların mutlu günlerini görmeyi nasip eylesin!
Halkımızla birlikte çoğalın!
Âmin!
– Bu gün evlenseniz de itirazım yoktur, evlatlarım! Huzurlu zaman olursa inşallah düğününüzü de yaparız. Karıcığım, şimdilik elinden geldiğince gerekenleri yap da iki evladı birleştir!
Tazabek bir kızardı bir bozardı ne yapacağını bilemedi. Ne yapsam acaba der gibi bir Şeyi’ye bir Ajiken’e endişelenerek baktı. Sonunda,
– Baba! dedi sesi biraz kısık çıkarak. Dua ve niyetlerininiz için teşekkürler! Sağ salim oldukça Şeyi’yi üzmeyeceğim! İki ocağın bereketini ayırmayacağım, baba!
Sonra da ne yapması gerektiğini bilemeden Ajiken de kocasına endişeyle baktı.
– Çocuklar gitsin mi yoksa daha diyeceklerin var mı?
– Diğerlerini Jüzük’le ikiniz halledin! Kalişa’ya selam söyle, hazırlansın! Sen de acele et biraz, Çin’e gitmezsek burada artık huzur yok!.
– Eyvah! Bu halde nasıl gideceksin ki?
– Yetişirsem giderim, yetişmezsem canımın üzüldüğü yerde bırakırsınız! Ben kendim için değil o evlatlarımızı korumak için kaçacağım. Benim için onların hayatını tehlikeye atmak yerine, onlar için benim canımı feda edin!. Şeyi’yi kutlu yuvasına yerleştirelim de biz de yavaş yavaş kalkalım!
Sabahleyin Tazabekler Karabeldek’e doğru gittiler ve Şeyi ile Jüzük yine hayvanları otlatmaya çıktılar. Tilevli’yi dışarı çıkarmaya Ajiken’in tek başına gücü yetmeyeceği için Ağıntay babasının yanında kaldı.
Sessizce yanında gelen Jüzük aniden Şeyi’yi dürttü.
– Jibek, oraya bak!
Gösterdiği tarafa Şeyi dönüp baktı. Aktoğay taraftan gelen kalabalığa göç de denilemez çünkü yüklenmiş yükleri de yoktu. Hayvan bakan insan mı desem, hayır çoluk çocuk, köpekleri yanlarında beraber bunların evine doğru gidiyorlardı.
– Ruslardan kaçan Kazaklar bunlar! dedi Şeyi tahmin ederek.
– Her kim olsalar da bizi iyi tanıyan birileriymiş! dedi Jüzük düşünerek,
– Şimdilik hayvanlar aç uzağa gitmez. Gidip, anneme yardım edelim.
Göçüp gelenler Sultanbek’in Avbakeri’ymiş. Karakol’un hapsinden kaçıp Sarıkır’da oturan evine geldiğinde hepsi korkup Çin’e kaçmışlar. Yalnız kalan kadın çoluk çocuğunu alıp evini, mallarının çoğunu bırakıp Çin’e kaçanların peşinden gidiyorlarmış. Her zamanki gibi hal hatır sorduktan sonra Tilevli biraz yastığını yükselterek dik oturdu.
– Birisinden duysak, yalanı çok olurdu, kendin anlatır mısın, Karakol’un hapsinden nasıl kurtuldun? Yanındaki Jamenke nerede, Uzak nerede?
– Hepsi uzun hikâyedir! Dinlemek size ağır gelir, anlatmak da bana zor olur! Kısaca böyledir! Karkara’dan sürgün ederek Karakol’un hapsinde tam on gün yattık. On birinci günü altı asker gelip ben, Jamenke ve Uzak üçümüzü zincirleyip sürgüne gönderdiler. Jamenke hastaydı, ben destekleyerek götürdüm. ‘Sorguya alabilirler, hepimizin ifadesi aynı olsun’ dedim ikisine fısıldayarak. Mahkeme ilk önce beni sorguladı. ‘Orduya gençleri vermeye ne dersin?’ dedi tercümanla çevirterek. ‘Karşıyım’ dedim sesimi yükselterek o iki ihtiyar da duysun diye, ‘Sizden asker almayacağız diye pek çok vergi ödettirdiniz, birçok yün topladınız, evimizi bile aldınız. Asker vereceksek ilk önce onların hepsini ödeyin, geri verin!’ demiştim, tamam diye hâkim bir küfretti.
– O ne demek istemiş? dedi Tilevli.
– Ne bileyim, her nasılsa çok öfkeliydi! Masaya üç kere üst üste vurdu. Sonunda öleceğiz diye lafımı hiç esirgemedim. Benden sonra Jamenke’ye sıra geldi. ‘Sende mi asker vermeye karşısın?’ dedi kulak kabartarak. ‘Vermeyeceğiz deyin!’ demiştim, yanımda duran asker tüfeğiyle beni dürtüverdi. Ben de ona vurarak tüfeğini elinden aldım. Hepimizi vuracak diye hepsi korktular. Biri askere kızarak birisi tercümana bir şeyler söyleyerek aniden herkes telaşlanmaya başladı. Sonunda tercüman yalvararak tüfeği benden aldı.
– Tüh! Hiç olmazsa birisini bari vursaydınız ağabey, deyiverdi Ağıntay.
– O zaman bilemedim ki bizi öldüreceklerini! Bilsem, ne olursa olsun sonuç ölüm diye öyle yapardım! ‘Askere gençleri verecek misin?’ diye hâkim tekrar sordu. ‘Ben yetmiş altı yaşında ihtiyarım’ dedi Jamenke, ‘Vereceğim diye söz veremem. Birisinin çocuğu şöyle dursun kendi evladıma da sözüm geçmez’. ‘Neden geçmez? Kazak büyüklere saygı gösterir. Verdireceksin!’ dedi hâkim kızarak. ‘Sen büyüklere saygı gösteriyor musun peki? Onlar da senden öğrenmiyor mu? Verecek evladım yok! Vermedi diyorsan benim şanım olsun, şunu kesip al da pişirip yeyin!’ dedi iki eliyle göstererek. Tercüman onu çevirdikten sonra hâkim küfür ederek yine masaya vurdu. Uzak hemen, ‘Gençleri ver diyorsan bizi serbest bırak!’ dedi. ‘Serbest bırakmaya izin yok’ dedi hâkim. ‘O zaman hapiste yatıp sana toplayıp verecek gençlerim de yok’ dedi, hâkim hemen öfkelenerek küfür etti, mahkeme dağıldı.
– Sorularının hiç de önemi yok ki, dedi Tilevli hoşlanmadan.
Avbakir’in kızarak konuştukları gittikçe Şeyi’nin hoşuna gidiyordu. Söyleyeceklerini nerede olursa olsun çekinmeden herkesin yüzüne söyleyecek bir kişi olduğunu soğuk yüzü ve görünüşü belli ediyor gibiydi.
– Sonra üçümüzü tekrar hapse götürdüler. Biraz sonra bir asker Jamenke’ye ilaç getirdi. ‘İçmeyin, o zehir!’ dedim. Uzak, ‘O kadar da değil, korkutalım diye biraz tehdit etmiş olabilirler!’ dedi. Acıya dayanamadığından mı nedir, Jamenke ilacı içiverdi. İçtikten biraz sonra sağa sola dönüp kıvranarak öldü.
– Allah rahmet eylesin! Mekânı cennet olsun! İyi birisiydi, diyerek Tilevli ellerini yüzüne götürüp dua eder gibi yüzüne sürdükten sonra hepsiyle birlikte Şeyi de ellerini yüzüne sürdü.
– Ertesi günü Jamenke’yi defnettik! Ondan sonra tekrar altı gün yattık. Yanımızda yedi Rus vardı, birisi bayandı. Onları, bir şey oldu deyip de serbest bıraktılar. Hapiste sadece Kazaklar kaldık. Öğlen üç asker gelip, ‘Avbakir! Çarın size munapas[5 - Münâfeset: fesatlık, düşmanlık.] kararı var, saat ikide serbest olacaksınız’ dedi dalga geçerek. ‘Ey, bekle!’ dedim onlara, ‘Karar neden o Ruslarla birlikte gelmedi? Söyleseydin, saat ikide ateş edeceğiz diye, köpekler!’ deyiverdim. Kısaca öleceğimiz belli oldu. Namazımızı kıldık, atalarımızın ruhuna dua ettik. Biraz sonra az önceki üç asker yine geldiler. Birinin elinde beşli tüfek, diğerinde tabanca, üçüncüde ise bir tüfek vardı. Gelince hemen demir kapının deliklerinden bize ateş etmeye başladılar. Etrafımızı toz kalkarak duman kapladı. Hemen kalkıp şapkamı giyene kadar sırtımdan iki kurşun değdi. Dönüvermişim üçüncü kurşun yine değdi. Hemen demir kapının altına saklandım. Yanımdaki altı kişi de yerde yatıyordu. Zaten öleceğim dedim ve ateş eden askerin tüfeğini alta doğru çekiverdim. Silkerek çektiğimde asker korkarak bağırdı. Diğer ikisi yardım edip tüfeği aldılar. Askerin yırtılan gömleği elimde kalmıştı. Üçü birden etrafa bakmadan kaçtılar. Neden kaçıyorlar diye etrafa baktığımda içinde bulunduğumuz hapishaneyi ateşe verdiklerini gördüm.
– Tüh! Kurşundan ölmeyenler ateşte yanıp ölsünler demişler yani? ! diye Ajiken ürperdi.
– O an Uzak’ın, ‘Eyvah! Göğsüme kurşun değdi, diyen sesi duyuldu, ‘Nasıl olsa aydınlığa çıkıp öleceğiz, yıkın duvarı!’ dedi. Sallaya sallaya kapı tarafından bir tahtayı kopardım. Tahtayla vurup kapının dört çivisini çıkardığımda ağır kapı dışarı doğru düştü. Hepsi hemen dışarı koştular. Ben, Uzak, Sıbankul üçümüz en sona kaldık. Dışarı çıkınca hemen etrafı çevrili duvara doğru atıldık. Uzak’ı kucaklayarak duvardan ileri attım. Zincirli beş Kırgız’ı da ileri fırlatıp kendim de duvara atıldım. Ayaklarıma yapışarak Sıbankul da çıktı. Atlayarak yere indiğimde karşı evin yanında bize doğru silahla nişan alan askeri fark ettim. ‘Sıbankul, in!’ diye bağırdım. Yetişemedi, o anda kurşun değdi. Uzak’ı bulamadım. Yardım ettiğim beş Kırgız’ı görebildim fakat Uzak yoktu. Toz dumandan kaçıp bir Nogay’ın evine girmiştim fakat kapıdan dışarıya doğru sürükleyerek çıkardı.
– Eyvah, kâfirmiş ya? dedi Ajiken.
– Kim bilir, o da kendi canı için korkmuş olabilir. Kaçağı evinde sakladın diye çoluk çocuğuyla öldürürlerdi belki! Sonra hiç gücüm kalmadı, halsizdim. Bir ağaç bulmuştum o, dayanağım oldu. Ecelim gelmediğinden olabilir bir eski ahıra girip akşam olana kadar saklandım. Geceleyin yaya yürüyerek Balpak adında tanıdık bir Kırgız’ın evine sabahleyin zor yetiştim. O bir sınıkçı bulup üç kurşunu çıkardı. İltihaplanmasın diye yarama barut döktürdüm. Kırgızlar bir at buluvermişti. Köyüme gelsem ne göreyim, halk tamamıyla korkup Çin’e gitmişler! Ben de kadın, çoluk çocuğumu alıp onların peşine düştüm!
– Üç mermi yedikten sonra sağ kalman Allah’ın yardımı olabilir, diye Ajiken Avbakirle konuşurken kocasına da arada bakıyordu.
– Can alıcı yerime değmediği için sağ kalmıştım yoksa insan bir kurşundan da sağ kalmayabilir.
– Biz de bugün yarın gideceğiz diye hazırlık yapıyoruz. Sadece Avbakir’in kalçasındaki kurşunu çıkaracak birisini bulmak için çocuklar koşuşturuyor!
– Nerede ağabey, ben bakayım yaranıza! Kırgız sınık-çının kurşunu nasıl aldığını gördüm. Bir insanın yaptığını başka bir insan da yapabilir! Bana yardım edecek biriniz burada kalın diğerleri dışarı çıksın!
– Biz de yemek hazırlayalım o zaman! dedi Ajiken gelinine bakarak.
Babasıyla Avbakir’in yanında kalan Ağıntay bir an dışarı koşarak,
– Jüzük, sobayı ateşle! dedi ilgi göstererek. Kendisi bir kucak odunu eve götürdü.
Arkasından hemen çadırdan duman çıktı. Birazdan Ağıntay dışarı çıkıp tekrar bir kucak ağaç götürdü. Sonra evden Jüzük de dışarı çıktı.
– Ne yapıyorlar? dedi Şeyi sabırsızlanıp.
– Bıçağı ateşte ısıtıyor! Bıçakla kesip kurşunu alacak herhâlde.
– Eyvah! Zarar vermeden yapabilir mi?
Biraz sonra Tilevli’nin inleyen sesi duyuldu. Sonra da ‘Ah!’ diye bağırdı. Ondan sonra fısıldayan sesler duyulsa da dışarıdakiler hiçbir kelimeyi doğru düzgün anlayamadılar. Bir an yine ‘Ah!’ diye acı dolu bir ses çıktı ve sonunda fısıldamalar da kayboldu.
Birazdan domur domur terlemiş yüzünü kurulayarak Avbakir çıktı. Şeyi hemen yanına koştu.
– Ağabey! Ne oldu?
– İyi oldu! Baban artık atla dörtnala gidebilir!
– Vaay, Ağabey! Senin geldiğin çok iyi oldu! Bizim için uğurlu geldin ağabey!
– Ağzına sağlık, evladım! Sağ olun!
Keyifleri yerine gelince Şeyi ile Jüzük öğleden sonra tekrar hayvanlara bakmaya gittiler.
Jüzük, doğu taraftaki hayvanları geri kovarken Şeyi de batı tarafındakilere doğru yöneldi. Atını otlamaya bırakıp kendisi bir taşın üzerine oturduğunda aniden batı taraftan iki atlı çıkagelmişti. Onların Rus olduklarını Şeyi giyişlerinden ve silahlarından anladı. Korktuğundan eli ayağına dolaştı, Jüzük’i çağıracaktı fakat boğazı düğümlenip sesi çıkmadı. Hemen atına doğru koştu. İki üç adım atarak sürünüp düştü. Kalkıp yine süründü. Çok korkmuştu. Yine de sürünerek atına yetişmişti fakat arkasından bir Rus gelip hemen elinden tuttu. Nefesi daralmıştı, dönüp baktığında bıyıklı kişiyi gördü. Güldü mü yoksa öfkelendi mi dişlerini göstererek bir şey dedi.
– Benim suçum yoktur! dedi Şeyi, Rus’a zararı olmadığını bildirerek. Dövecek diye yüzünü korudu elindeki yular yere düştü. Eğilerek onu alana kadar ikinci Rus gelip arkasından kucakladı. Bıyıklı kişi cebinden bir şey çıkarır gibi oldu. Belki boğazlamak için bıçağını çıkarmış olabilir diye düşündü.
– Jüziiiik! dedi bağırarak. Çırpınarak arkasından kucaklayan Rus’un elinden kurtulup yine atına doğru koştu. O an kulağının dibinde bir silah patlayıverdi. Korktuğundan yere düştü. Yıkılıp düşerken henüz yaşadığını hissetti. Belki kurşun çok hassas bir yerine değmemiş olabilirdi. İki Rus hemen saldırdılar. Buna mı yoksa kendi aralarında birbirilerine mi ikisi bir şeyler söylüyordu. İki el arkasından tutup Şeyi’yi silkerek sırtüstü yere yatırdı ve bıyıklı olanı üzerine çıktı.
Elbisesini ikiye ayırıp yırtmasından onun amacının öldürmek değil başka bir şey olduğunu Şeyi anladı. Hemen hiddetlendi, çırpınıp, tekmeledi. Kolunu bükerek tutan Rus’un iri kolları ağzını da kapatıp hiç kıpırdatmadan boğuyordu. Her şey, bütün dünya karardı, kendisi de tamamen çaresiz kaldı. Çaresizlikten haykırdı. Bir an bağıran Jüzük’ün sesi tam kulağının dibinden duyuldu. ‘Ey, yaklaşma ona, bana gel! Ne yapsan bana yap, it! dedi bütün gücüyle bağırarak. Bacaklarının arasından sıcak bir şeyi hissettiğinde ‘Geç kaldın!’ dedi Şeyi, bitkin halde hıçkırarak. ‘İyi, öldürsünler!’ dedi bu halde rezil olmaktansa ölümü düşünüp.
Şeyi, kendisinin ölü mü diri mi olduğunu anlayamadı, can çekişir halde yatıyordu. Birisi bağırıp uzaktan silahla vurulmuş gibi oldu. Jüzük’ün sesi bir yaklaşıyor bir uzaklaşıyordu. Ağlıyordu, küfür ediyordu. Tam yakınında patlayan silahın sesi Şeyi’yi bir anda uyandırır gibi oldu. Başını kaldırıp baktığında Jüzük’ün bıyıklı Rus’a kamçısını kaldırdığı halde atıyla birlikte düştüğünü gördü. ‘Jüzüüüük!’ dedi sesinin çıkıp çıkmadığını kendisi de duymadan. Ölmek bu kadar kolay mıydı sözü Şeyi’nin aklına bir geldi tekrar kayboldu, tüm dağ, taş, çam ağacıyla birlikte yamaçtan aşağı doğru dönerek akıp gidiyordu. .
Kendine gelip gözünü açtığında başını kucaklayıp oturan Jüzük’ü görüp Şeyi tekrar kendini kaybediyordu.
– Jibekcan! dedi Jüzük eğilip gövdesiyle yüzünü kapatıp kucaklayarak,
– Lütfen, belli etmemeye çalış, kalk! Ağıntay ile Avbakir ağabeyler yanımızdalar!
Şeyi, hareket etmeye davranırken kendisini kötü hissedip yengesinin kucağına düşüverdi. Ölmediğine pişman oldu, hıçkırarak acıyla ağladı.
Destekleyerek Jüzük’ün ata bindirdiğini sonra da kendisinin arkasına kucaklayarak oturduğunu ve ağabeyinin atı sürükleyerek geldiğini hepsini Şeyi biliyordu fakat kendine gelip onlara bakmak istemedi. Bundan sonra tüm hayatı böyle yarı ölü yarı sağ olarak geçecek gibiydi.
Ağıntay ile Avbakir, Şeyi’yi attan indirdikten sonra Jüzük elinden tutarak eve götürdü. Hemen yatağı hazırlayıp kıyafetiyle yatırdı. O arada Şeyi kendine geldi fakat aklı başında bir insan gibi yataktan kalkmak istemedi, kimseyi görmek, konuşmak istemedi, her şeyden vaz geçip yok olmak istedi. ‘Rusların yaptığı rezaletten sonra Tazabek beni ne yapsın?’ Böyle düşünürken kendisinin bağırarak ağladığını fark etmedi,
– Anne-aa!
– Yavruum! diye Ajiken koşarak hemen yanına geldi,
– Allah’ım! Bu rezaleti göstermeden, benim canımı alsaydın? ! İnsanın acımadığına Allah da acımadı, şimdi ne yapacağım, evladım! Yakalarsam o katilleri param parça öldürürdüm, ne çare? !
– Anne! dedi Jüzük biraz öfkeli sesle,
– Yavaş! Babam duyacak! Siz o kişinin yanına gidin. ‘Attan düşmüş’ dersiniz. Hemen kötü bir şey düşünmeyelim. Benim bildiğime göre Jibek’e kötü bir şey yapmaya fırsat bulamadılar o hainler!
– Eee, Sen nereden biliyorsun?
– Gördüğüm için biliyorum! Biraz dışarı çıkar mısınız? Ben ilk önce üstüne başına bir bakayım!
Jüzük’e acıyarak bakıp sessizce çıktı.
– Jibekcan! dedi Jüzük kapı tarafına yan gözle bakarak. Sen bana her şeyi saklamadan anlatacaksın, tamam mı? O bıyıklı olan Rus ben gelene kadar sana bir şey yapmadı değil mi? Onu bana söyler misin?
– Söyleyecek ne var ki, zaten kendin gördün elbisemi param parça yırttı, hepsini üzerimden çıkardı, hainler.
– Evet, onu gördüm fakat onu sormuyorum, başka bir şey soruyorum. Başka sana dokunmadı mı?
– Bilmiyorum, boğuşurken ne ağrı ne acı hissettim.
– O boğuşmadan bakire kaldın diye ümitleniyorum. İşte, bir şey fark etmediysen bakire kalmışsın!
– Öyle kandırma beni, Jüzük! Her şeyi hissediyordum. Nasıl bakire kalabilirim?
– Öyle canım, bakiresin! Şimdi başını kaldır. Saklayacak bir şey yok! Tazabek’e ben her şeyi anlatacağım. İnanmazsa kendin ikna edersin!. Bitti, Allah’a çok şükür! Avbakir ağabeyi bizim köye gönderen Allah’ıma şükürler olsun! ‘Eyvah! Yukarı taraftan silah sesi geliyor!’ diye Ağıntay’dan önce o kişi koştu. O ağabey aşağıdan ateş etmeseydi o iki Rus hiçbir şeyden çekinmeden seni ve seninle birlikte beni de rezil ederdi. Off, Allah’ım inanamıyorum, bu olaydan sağ çıktık diye kim inanır! ?
– Ben senin attan düştüğünü gördüm! Sana ateş etti, artık her şey bitti diye bayıldım.
– Beni vurmadı ama atı mı vurdu sanıyorum? Allah beni de seni de korudu, Jibek’im. Şimdi Tazabek’i geri çevirme, ne zaman eşim ol derse hemen kabul et.
– Hayır! Gerek yok, böyle olmaz!
– Jibek’im, erkekler kadının dürüstlüğüne değer verir! Bir şeyi sakladıysan, onu öğrenince hiçbir zaman sana güvenmez! O yüzden kocanı sevmekten utanma, bilakis sevmediğine utan!
– Sen, bunların hepsini annemle konuşarak mı yaptın? Ben ise annemin hiçbir şeyden haberi yok diyordum, utanmadan!
– Gelinin kaynanasına nasıl söylemesi gerektiğini yakın zamanda kendin de öğrenirsin! Şimdilik benim dediğimi yapman gerek!
– Sen zalimsin, Jüzük! Hepsini önceden düşünüp, önceden hazırlamışsın!
– Eskiler, ‘İyi kişinin bir adı var zalim diye; kötü kişinin bir adı var korkak diye’ demiş. Zalimin elinden en azından bir şey gelir ölmez, ölse de bir hareket yapıp ölürdü. Korkaktan ise ne ümit ne hayır vardır? Ben zalimlik yaptıysam senin iyiliğin için yaptım canım! Onu ben yapmasaydım başka kimsenin yapmayacağını ve yapamayacağını iyi bilirim.
Bundan sonrasının fazla olacağını anlayan Şeyi yengesini kucaklayarak yanaklarından öptü.
– Akıllı zalimim! dedi fısıldayarak gözyaşlarını silip.
Kendileri bu durumdayken göze batan siğil gibi olmayalım mı dediler, yoksa gerçekten karanlığı mı beklediler Avbakir’in ailesi akşamüstü yola düştü.
– Kömirşi’de biraz duraklarız, dedi Avbakir Tilevli’ye,
– Çin bizi sevinerek mi bekliyor dersin? Malımızı koruyamazsak canımızı da koruyamayız.
– Yolunuz açık olsun! Sağ salim olursak görüşürüz inşallah!
Şeyi’nin durumu herkesi korkuttu. Tilevli hariç hepsi gece uyumadan bekleyip ancak sabaha doğru daldılar. Babasının dışarı çıkıp öksürdüğünü duyan Şeyi hemen kalktı. Babasının kendisinin dışarı çıkmasına sevindiğinden yanına koşacaktı fakat dünkü olayı hatırlayıp hemen duruverdi. Çıkarsa her şeyi babası yüzünden anlayacak gibi hissetti ya da kendimi tutamadan ağlarım diye kendine güvenemedi. O arada Tazabek yine aklına geldi. Hepsinden önce o ne yapardı, beni geri bırakıp gider mi, acaba Rus kirletti diye almayabilir mi diye düşündü.
* * *
Tazabek, kendisi yokken bir şey olduğunu Jüzük ile Şeyi’nin yüzlerinden anladı. Bir şeyi yanlış mı yaptım der gibi Jüzük Şeyi’ye yan gözle bakıyordu. Şeyi ise ona belli belirsiz surat astı.
– Abla, tekrar tekrar Şeyi’ye yan gözle bakıyorsun, ikiniz bir şey mi kaybettiniz yoksa?
– Kaybetmedik fakat az kaldı kaybedecektik. Allah’tan Avbakir ağabey yetişti, sayesinde sağ kaldık.
Jüzük’ün imasından Tazabek bu sefer ciddi kuşkulandı. Kırgız halk hekimi Tilevli’ye baktığında Jüzük Sopıya’yı ayrı bir çadıra götürdü. Arkasından Şeyi’yi de çağırdı. Hepsini dışarıdan fark eden Tazabek, ‘Eee, bunların sakladığı bir şey var’ diye düşündü.
– Avbakir iyi tedavi yapmış, dedi Kırgız halk hekimi dışarı çıkıp. Size söylemedi mi, onu hapiste yaralayan kurşunu ben aldım.
– Onu sorgulayacak durumda değildik. Acele Çin’e kaçıp gidiyordu! dedi Ağıntay suçsuz olduğunu göstererek.
O arada Sopıya da çadırdan çıkıp Tazabek’e gülümseyerek,
– Şeyi çağırıyor, ağabey!
Jüzük, ağlayan Şeyi’yi kucaklayarak oturuyordu.
– Gel! dedi Jüzük sert sesle.
– Şeyi’nin yanına otur!
Şeyi yengesine surat asıp inat ederek baktı.
– ‘Halkın kulağı ellidir’ Halk içinde her şey duyulur, hiçbir şey gizli kalmaz.’ diye bir söz vardır. Yine de başka birisinden duyarsın. Kuşkulanmaman için her şeyi bizzat şahit olan benden duyman gerekir.
Tazabek’in tüyleri diken diken oldu fakat belli etmeden donarak dinledi. Jüzük anlatmaya başlayınca Şeyi yüzünü el beziyle kapatarak sürekli hıçkırıyordu. Jüzük anlatıp bitince Şeyi’yi kucakladı, Tazabek ise saçlarını okşayıvermişti. Kız kucağına girip hıçkırarak ağladı.
– Rus acımasa da Allah acımış, dedi Şeyi’yi kucağında sıkarak,
– Abla, gerekenleri gündüz yapın! Bu akşam gelip Şeyi’yi alacağım. Annem ile Jameş de bekliyorlar!
Hemen koyun kesildi, yemek yapıldı. Kırgız’ın biraz imamlıktan da bilgisi varmış, nikâhlarını o kıydı.
Ne kadar sevinse de Şeyi’nin içini rahatsız eden şey gitmiyordu. O iki Rus’un yine gelmesi şüphesiz gibiydi. Avbakir biraz peşlerinden gidip birisinin sağ elini yaralamış. ‘Elinden silahı düştü, demiş. Bundan sonra onlar nasıl sakin yatabilirdi ki? Jüzük ile Sopıya’nın eve birlikte girip birlikte çıkması ve fazla samimiyet kurmaları Şeyi’yi şüphelendiriyordu. Sanki bunu kandırıyor gibiydiler.
– Sopıya, Jalanaş’ta gördüğün iki Rus nasıldı? Bıyıklı, zayıf olan değil miydi? dedi Jüzük.
– Evet, küçüğü aynen öyleydi.
– Büyüğü nasıldı?
– Onun yüzü korkunç, çok iri, çirkin birisiydi!
– O zaman gelenin ikisi de tam öyleydi!
– Dedim ya, onların düşünceleri çok kötü. Tekrar geri gelmeden buradan hemen ayrılmamız gerekiyor. Avbakir ağabey birisini yaraladıysa, o zaman kesin onlar hazırlanıyordur.
Kırgız halk hekimi, nikâh şerbetlerini içtirdikten sonra Tazabek ile Şeyi karı koca sayıldı. Yemek pişirilip sofra hazırlandı. Tilevli ile Ajiken, ‘Bunu da büyük düğün gibi kabul edip, ihtişamla oturun!’ diye hürmet ettikten sonra üstünlük Jüzük’ün eline geçti.
– Pazarda şarkını yakından duyamamıştım, şimdi kendi evimde rahat rahat oturup dinleyeyim, babamla annemin de biraz moralleri düzelsin! Yeni evlenen iki gencin hatırına bir şarkı söylesen, Sopıcan!
– Aynen! Bir türkü söyle yavrum! Kocam belki kendine gelir, bir sevinir!
– Jüzük yenge! Kazakların geleneklerine göre ilk önce “Avıldın altı avzı[6 - Bir kişinin gelen misafire şarkı armağan etme geleneği]” olmaz mıydı?
– Ayy! Sopıcan! Sen de olmayacak şeyleri söyleyip duruyorsun! Şimdi ne yaptım? Tamam, kalabalıkla söylemesek de kendim söyleyebilirim! Söyle derseniz hemen söyleyivereyim! Olur mu anne?
– Bugün senin dediğin her şey doğru, evladım! Bizzat kendin her şeyi hallediyorsun, türküye de kendin başlayıversen hiç kötü olmaz.
– İyi tamam o zaman başlayayım!
Avcılar dağ ile taşı dolaşır,
Kaçan av yarı gözetir,
Kötüler sağ canı yaralar.
– Ooo! Jüzük yengem çok iyi türkücüymüş? diye Sopıya sevindi,
– Dombırayla söylemeye alıştığım için yengem gibi söylemeye cesaret edemiyorum.
– Söyle yavrum, pehlivana sağ da sol da aynı değil mi? diye Tilevli destekledi.
Yerleşti İli boyuna Alban, Suan,
Yaşadığı kış yaz eğlencedir,
Can kurtarmak için Çin’e göçtüler,
Rus’un zulmü hepsini kovdu.
Olsa da adım Rus, eşim Kazak,
Kazak’ın çektiği acı bana da ortak,
Kazak kaçarsa ben de kaçarım,
Rus, Kazak’ın gelini diye alay eder.
– Eee, yavrum! Çok güzel söyledin! diye Ajiken de diğerleri de mutlu oldular.
Türküden türküye geçip Sopıya, ‘Kojak da benimle birlikte söylüyor’ dedi. İkisi Şanşar adlı şairin meşhur ‘Sırgalı erkemin’ türküsünü birlikte söylediler,

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/beksultan-nurjekeuli/ey-dunya-ey-69500152/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kazak geleneğine göre gelin kayın biraderleriyle görümcelerinin gerçek adlarını zikretmeyip onlara ad takar.

2
At donu

3
Kazaklar kendisinden büyük kişilere saygıyla ismini kısaltarak hitap ederler.

4
Uygur halkı genellikle tarımla uğraştığı için daha önce Taranşı olarak adlandırılırdı.

5
Münâfeset: fesatlık, düşmanlık.

6
Bir kişinin gelen misafire şarkı armağan etme geleneği
Ey Dünya Ey Beksultan Nurjekeuli
Ey Dünya Ey

Beksultan Nurjekeuli

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ey Dünya Ey, электронная книга автора Beksultan Nurjekeuli на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв