Bir Pişmanlık Bir Ümit

Bir Pişmanlık Bir Ümit
Beksultan Nurjekeuli

Elmira Kaljanova
Bir Pişmanlık, Bir Ümit

Takdim

Canseyit TÜYMEBAYEV
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi
Kazak halkının asırların kültürel ve sanatsal birikimi sayılan Kazak edebiyatı, geçmiş ile günümüzün aydın dimağlarını yetiştirmiş, söz sanatına yeni bir boyut, yeni bir ufuk kazandırmış ve milletin kaderi açısından geleceği daha net görebilmek için kendine has rengiyle ve şivesiyle derin bir düşünce dünyasını oluşturmuştur. Kazak söz sanatı, her ne kadar zamanın devamlı değişen konjoktörüne bağlı kalarak şekillenmiş olsa da, insanı temel olarak ilgilendiren ortak değerlerini anlatmadan ve aktarmadan hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Bu da, şüphesiz sanat dünyasına sadık kalarak, millî ruhumuzun abidesini inşaa etmeye, kendi hayatlarını adayan sanat fedailerine, değerli yazarlarımızın sayesindedir. İşte yaşayan Kazak yazarından Beksultan Nurjekeulı da, millî edebiyatımızın sunturlu söz sanatçılarından biri olarak, asırlardan beri devam ede gelen bu önemli kültürel misyonunu en iyi şekilde yerine getirmektedir.
Beksultan Nurjekeulı, kendine has üslubuyla kimseyi tekrarlamayan önemli bir kuşak temsilcisidir. Edebiyat adlı sihirli dünyaya ter ü taze duygularla gelen yazar, yüksek sanatını sergileyerek yoğun bir okur kitlesine kendisini kabul ettirmiştir. Onun eserlerindeki hayatın ölümsüz kareleri gerçek pano ve resim şeklinde göz önünde canlanır. Kahramanlarının devamlı değişen hissiyatları ister istemez okurunu da etkiler ve onlarla birlikte yaşıyormuşcasına yeni duygular yaşatır. Yazarın kaleminden doğan her cümle doğal bir şekilde gönlünde yer edinir. Okur için yabancı olan kelimelerle boğmaz, resim üzerindeki boyaların üzerine fazla boya çalmaz. Dolayısıyla eserlerinde herşey yeri yerinde işler, söz edilir ve Kazak halkının doğal ifadeleriyle okurun hayal gücüne güç katar.
Beksultan Nurjekeulı’nın tüm eserlerinde, roman olsun, uzunöykü olsun, hatta hikayelerinde bile “aşk” adlı bir tek konu işlenir. Mesela, “Beklentiyle Geçen Hayat” romanında Etike ile Kaynıkeş gibi, “Bir Pişmanlık, Bir Ümit” romanında Şegen ile Bübiş, Şegen ile Şaziye gibi, “Suçlu Sevgi” uzunöyküsünde Zeren ile Nurcan gibi kahramanları bu aşk ölümsüz sembolleridirler. Evet, aşk ve sevgi. İnsan sevgisi. Beyaz güvercinlerinin sevdası. Karasevda. Bu konulardır yazarı yazar yapan. Bundan dolayı bu ünlü yazarı zaman zaman “Aşk Aşığı”, “Duyguların Ressamı”, “Kadın Doğasının Cevahircisi”, “Kadın Sırrının Bilgesi” diye adlandırırlar. Şüphesiz aşkı duyan yaşıyor demektir. Aşk ile sevgiyi ebediyete armağan ederek yaşatan da gerçek hayat sahibi olsa gerek…
Elinizdeki “Bir Pişmanlık, Bir Ümit” adlı romanın ana teması da bu kutsal sevgi ve aşktır. Yazar Beksultan Nurjekeulı aşk macerasını anlatan romanı hakkında: “Bu eser, hayatımın bir karesidir. Şahitlik ettiğim bir olaydır. Aslında hayatımın ta kendisidir de. Delikanlıyı büyüten, adam akıllı düşünmeye sevk eden aşk hissidir. Bu güçlü his insanı tamamen farklı bir boyutta yaşatır. O boyutta, hatta o ufukta yaşarken insan ister istemez farklı düşüncelerin peşine düşer, kendince fikirler üretmeye başlar. Aşk ile nefret, insanın iç dünyasındaki en güçlü duygulardır. Bu güçlü duyguların etkisiyle insanın kişiliği veya ahlaksızlığı, sadakati veya hainliği, utanma duygusu veya hayasızlığı oluşur. İşte bu konuya değinerek kendi zaviyemden değerlendirmek amacıyla bu romanı yazdım.”
Evet, aşk, edebiyat ve sanat dünyasında ebedi bir konudur. Herkesin ilgisini çeken ve yaratılıştan bu yana gönüllerde tazeliğini koruyan sihirli bir duygudur. Umarım, bu kitap okurlarımızın ilgisini çeker ve kardeş ülke Kazakistan’a, Kazak halkına, aşkın Kazakçasına karşı yeni bir sevgi hissini uyandırır. Değerli Kazak yazarı Beksultan Nurjekeulı’nın romanını Türk diline aktaran Elmira KALJANOVA’ya ve yayına hazırlanmasında emeği geçen Avrasya Yazarlar Birliği’nin “Bengü Yayınevine teşekkürlerimi sunar, bu kitabın okurlarımıza ve roman severlere yararlı olmasını dilerim.

Takdim

Yrd. Doç. Dr. Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı
Türk kültür ve sanat dünyası aşk eserleriyle doludur. Köroğlu ile Nigar’ın, Bircan ile Sara’nın, Ferhat ile Şirin’in, Leyla ile Mecnun’un destanlaşan aşkları nice aşk hikâyelerinin, aşk maceralarının ilham kaynağına dönüşmüştür. Dilden dile dolaşan bu hikâyeler günümüzde de büyük bir ilgiyle takip edilip sadece kitapların değil, minyatürden opera ve bale sanatlarının da eşsiz eserleri olarak kabul edilmektedir.
Gerçek ve saf aşkı zamanla sınırlamak mümkün olmadığını herkes bilir. Bu bağlamda Kazak edebiyatının usta yazarlarından biri olan ve aşk konusuna hayatını adayan değerli kalem sahibi Beksultan Nurjekeulı’nın “Bir Pişmanlık, Bir Ümit” adlı romanı, zamandan aşkın, mekândan üstün olan aşk ve sevgiyi temele alarak ter ü taze duygularla ustaca yazılan bir eserdir.
Beksultan Nurjekeulı, toplumdaki kadının rolünü, erkeklerde bulunmayan hasletleri ince noktalarına kadar inceleyen, kadının dünyaya bakış açısı ve düşünce dünyasını, gerçek manada araştıran bir yazardır. Onun eserinde kendine has bir karakter saklıdır. Tabiatında ne kadar doğru ve doğal ise, eserlerinde de bu doğruluğu ve doğallığı görmek mümkündür. Mesela, “Bir Pişmanlık, Bir Ümit” romanında kadının soluğu, ananın sesi, kız kardeşinin ve ablanın nefesi olmadan toplumdaki sorunları çözmek mümkün olmadığını okuruna ayan beyan gösterir ve bunu sanat yoluyla ispat eder. Türk okuru için her şeyden önce ilgi çekici olan, bu roman aracılığı ile Kazak kadınının tabiatı ile tanışmak olacaktır. İşte bu açıdan yazar, Kazak kadınının tabiatını, hürriyetini, toplumdaki yerini, hatta hissiyatını ustaca resmederek günümüzün okuruna yeni duygular yaşatır.
Kadın ve kadına bağlı olan güzellik dünyası, edebiyatın ezeli ve ebedî konusudur. Kazak edebiyatında tarihe yön veren birçok kadının söz boyasıyla çizilen eşsiz portreleri mevcuttur. Gabit Müsirepov’un “Ulpan” romanındaki Ulpan’ın resmi, Şerhan Murtaza’nın “Ay ile Ayşe” romanındaki Ayşe’nin portresi gibi kadın kahramanlarının çok net ve belirgin karakterleri sergilenmiştir. Beksultan Nurjekeulı’nın eserlerindeki kadın karakter ve figüranları unutmak mümkün değildir. Çünkü yazar gerçekten kadın resimlerini çizerek muhteşem galeri oluşturmuştur. Zeren’in resmi, Kaynıkeş’in portresi ustaca çizilen karakterlerdir. Yazar, alışa geldiğimiz aşk romanlarındaki klasik motiflerden ziyade gerçek hayatla yüzleşen aşıkların ortak kaderlerini belirler. Kadına işkence vermenin sadece bir tek insan tarafından değil, toplum tarafından yapılan bir zulüm ve suç olduğunu Zeren gibi, Kaynıkeş gibi karakterlerin gönül dünyası açısından anlatır. Zira kadına yapılan zulümler asırlar öncesinden günümüze kadar halen devam etmektedir. İşte bu zulme ve işkenceye kadının gözüyle bakabilmek önemlidir. Bundan dolayı Beksultan Nurjekeulı’nın kadın karakterleri, yaşadıkları dönem itibarıyla kaderin zorluklarına katlanarak yaşayan ve her şeye rağmen gerçek aşka aşık olan saf gönüllerdir.
Türk okurunun ilgisini çekecek bu güzel eseri Türkiye Türkçesine aktaran Elmira KALJANOVA’ya, baskıya hazırlayan Malik OTARBAYEV’e ve Kazak edebiyatının bayrağını Anadolu’da dalgalandıran Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Prof. Dr. Canseyit TÜYMEBAYEV’e teşekkürlerimi arz ederim.

VESİLE
“Kendi eşimi sevdiğim hâlde, bir başkasını unutamamam, hatta özlemem, çocukluğumdan beri birlikte büyüdüğüm dostumu en içten duygularla sevip saymama rağmen, onu sevmeyen insanlarla iyi geçinmem, bunların hepsi nasıl bir davranış türüdür: İnsanlık mıdır yoksa ikiyüzlülük müdür?”
Bu düşünceler aklına geldiğinden beri kendi hırsızlığını rastgele kendisi açığa çıkarmış bir insan gibi, Şegen’in içini bir şüphe kapladı.Tüm hayatı boyunca edindiği asıl amaçta aniden bir hata tespit etmiş gibi korktu. Ayıldıktan sonra bir önceki gün yaptığı, ancak hatırlayamadığı suçlardan dolayı cezasını bekleyen insan gibi ne yapacağını bilemeyip iyice rahatsız oldu. “Gerçekten insanlık mıdır, yoksa ikiyüzlülük müdür? Acaba hangisidir?” düşüncesinden sıkılınca alnından damla damla soğuk ter akmaya başladı. Bunca yılı rahat rahat geçirdikten sonra bu sorunun tam bugün aklına gelmesine ne dersin? “Yıkılana yumruk!” der gibi dünkü olaydan sonra sanki düşman biri özellikle yapmış gibiydi.
Yazarlar Birliği’nin dünkü yıllık toplantısından Şegen, “İnşallah şunu yazarım, bunu yazarım!” düşüncelerinin tamamı suya düşmüş olarak canı sıkkın çıktı. “Bu sene takdir kazanırım!” ümidiyle gitmişti oysa. Tanımadığı biri olsa neyse, kendisiyle beş yıl aynı okula giden dostu, arkadaşı Nurtay’ın o kadar eleştirmesi çok ağırına gitti. Keşke, eksiklikleri daha nazik bir şekilde, dolaylı olarak dile getirseydi. Dostluğun bir nişanı, hiç olmazsa destek denebilirdi. Oysa, elini bir daha kalem tutmasını istemezcesine “Dilinin güzel ve olayın ilginç olmasına rağmen, yazarın söyledikleri insanı inandırmaya yetmemektedir. Genel olarak Şegen’in yazdıklarında zamanın ruhu hissedilmemekte” diye özetlemişti. Eleştiri değil, acımasızca yargılamaydı. Neyse ki, topluma karşı demediğine şükretmeli.
Şegen, neyin ağırına daha çok gittiğini tam anlayamadı: Yapılan eleştirinin adaletsizce oluşu mu, yoksa kendisine yakın saydığı insandan duyması mı? Söylenenleri duyduğu an beyninde şimşekler çakmış, düşünme yeteneğini yitirerek tir tir titremeye başlamıştı. Sanki biri karnına bir şey sokup, karnını deşiyor ve bağırsaklarını kıtır kıtır kesiyor gibi karnına sancılar girmişti. Tam olarak anlaşılmayan bir ağrıydı. Bir taraftan eleştirilmesinden dolayı utanç duygusuna kapılarak, diğer taraftan Nurtay’ı haksız çıkaracak hazır cevabı olmadığına sinirlenerek neredeyse boğuluyordu. Dünyaya geldiğinden beri Nurtay’dan daha kötü düşmanının olmadığına, bu kadar kötü bir düşmanının olmadığına kesinlikle şu anda inanmış gibiydi.
Hem sinirliyken biriyle kavga edeceğim endişesiyle, hem insanlara bakmaya utandığından toplantıdan yavaşça ayrılmayı uygun buldu. Kimseye bakmadan, hiçbir yere dönmeden konferans salonu kapısından tam çıkmak üzereyken yan taraftan gelen biri bileğinden tuttu. Hem de kuvvetli bir şekilde tuttu. Çaresiz baktı. Bileğinden tutan Raybek’miş. İkisi kapıdan alelacele yanyana çıktı. Raybek söyleyeceğini daha kapıdan çıkmadan söyledi:
“Acelen intihar etmek için değil, değil mi?
Şegen donakaldı. Ne diyeceğini bilemeyip Raybek’in yüzüne hayretle baktı. Raybek şaka mı yapıyordu yoksa dalga mı geçiyordu anlayamamıştı. Raybek, sadece diliyle dişlerini temizler gibi bir defa çene kısmını şişirdi. Şegen’e, onun bu hareketi gülüşünü gizlemek için yapmış gibi geldi.
“İnsana hiç acımazsınız değil mi, Raybekciğim? Şakanız atılmış yumruktan daha beterdir. Tıpkı kedinin fareyle oynaması gibi, öyle değil mi?”
“Hayır, Sen işten korkma, iş senden korksun demek istiyorum.”
‘Yüreğine işleyecek
Sözlerle de sövseler,
Kaşını çatmaz er lazım
Bizim böyle işlere.’ derler. Hiç duymadın mı?”
“Bugün kaşımı çatmazsam, bende hiç kaş olmasın daha iyi.”
“En iyisi işi uzatmamaktır. Kazaklar ‘Lafı uzatan bela alır başına.’ derler. En iyisi bara gidip biraz sakinleşelim.”
İkisi bunları konuşurken, merdivenlerden aşağı inerek bara yaklaşmışlardı bile.
“Sen git şu köşedeki masaya otur. Zaten eleştirilerden canın sıkılmışken bir de para harcayarak moralini bozmanı istemem.” dedi Raybek.
Kahveyle konyağı tutan Raybek masaya yaklaştı. Şegen de artık dayanamayıp sırrını açtı:
“Fark ettim ki, normal zamanlarda övenlerin, karşılaştığında hep iltifat edenlerin hiçbiri Nurtay’ın sözlerinden sonra ses çıkarmadı. Acaba onun fikrine katıldıklarından mı ses çıkarmadılar yoksa ondan çekindiklerinden mi, anlamadım?
“Bunu bilmiyorsan, senin gerçekten biraz daha olgunlaşmaya ihtiyacın var demektir. Kimi insanlar kitabının yayınlandığını duymuş ama okumamış olabilirler. Kimileri de şimdi sunulan bildiriden öğrenmiş olabilir. Düşünsene, o insanlar seni nasıl savunabilirler? Savunmak için de deliller sunulmalıdır, değil mi?”
Şegen, birçok soru işaretli bakışlarla ve şaşkınlıkla Raybek’in yüzüne baktı. Raybek ise hiçbir şey fark etmemiş gibi rahat rahat konuşmasına devam etti.
“Sayın Satimov, affınıza sığınarak bir sır söylemek isterim: Tenkitlere karşı direnebilmek de yazarlıktır. En haksız eleştiride bile doğruluk payı olur. Eleştiri yazarı kızdırır, olgunlaştırır; sonuç olarak insanı normal hâlinin dışına çıkarır. Eserini hangi türde yazacağını seçmede yazar nasıl serbestse, eleştirmen de edebiyatı geliştirme adına yazarı eleştirmede serbesttir. Bu nedenle Nurtay tenkit etti diye değil, kamçıladı diye anla. Nurtay’ın acıtarak veye acıtmadan, sağ veya sol taraftan kamçıladığı sonuçta pek önemsenecek bir şey değildir.”
Şegen, gülümseyerek kafasını salladı ve:
“Beni mi azarlıyor, Nurtay’ı mı?” diye düşündü.
– Beni tesselli etmek için edebiyatta olmayan teorileri de ortaya atıverdiniz, maşallah!”
Raybek, burnunu kıvırarak gülümsedi ve sevinçli gözlerle Şegen’e baktı.
– Ne yani, Nurtay’ın kafadan eleştiriler uydurma hakkı var da, benim teori uydurma hakkım yok mu? Doğrusunu söylememi istersen, senin neden bu kadar kızıp da toplantıyı terk ettiğini anlamış değilim. “Benden yazar olur mu, olmaz mı?” diye düşünecek dönemden geçtin Allah’a çok şükür. Kendini ispat ettin. Böyle önemsiz tenkit duyduğuna bu kadar sinirleneceğine sevinmen gerektiğini düşünüyorum. Hadi bakalım bu sevincin şerefine!
Şegen, Raybek’in söylediklerinden memnuniyet duydu. Açık tenli, iri yarı, yiğit konuşmasına devam etmek istedi. Elini güzelce hareket ettirerek özenle kül tabağındaki sigarasına uzandı ve külünü silkti. Fırsattan istifade eden Şegen ondan önce konuşmaya başladı:
“Farkında mısınız, tenkitçilerin de kalitesi düşüyor gibi. Tahlil yapmadan, tam anlatmadan özet yapıyorlar. Ben bunlara bakarak onların kimi öveceklerini ve kimi yereceklerini önceden tespit ettiklerinden endişeleniyorum.”
“Sen şüphelendiğinden dolayı endişe duyuyorsan, ben bundan emin olduğumdan dolayı endişe duyuyorum. Ancak buna rağmen eleştirmenlerin haksız olduklarını öne sürmek yanlış olur düşüncesindeyim. Dünyada yılanın iki binden fazla türü olduğunu ve bunlardan 1500 kadarının tehlikesiz olduğunu bir yerden okumuştum. Ancak, biz insanlar yine de yılanların tamamını kendimize düşman biliriz. Tenkitçilerin durumu da aynıdır. ‘Bir uyuz keçi bir sürüyü boklar!’ misalidir. Yılanların tamamı nasıl zehirli olmadığından ve sokmadığından düşmanımız sayılmayacaksa, eleştirenlerin hepsi de iyi eleştirmen sayılmaz.”
Şegen, Raybek’in yüzüne tekrar şaşkınlıkla baktı. Bazen üstü kapalı olarak dolaylı yollardan, bazen de direk ancak mutlaka tasvir ederek, kimi zaman da şaka karışık anlatma tarzına sahip Nurtay’ın çok önemli bir tenkitçi olmadığını vurgulamak istiyordu.
“Ben kitabını okudum.” dedi Raybek, kaşlarını ve göz kapaklarını gerip gözlerini açarak. “Eksikliklerin var tabii. Ancak kitabın güzel. Fakat, kitabının daha iyi olması gerekirdi. Kitap için, daha doğrusu yazar için, daha da doğrusu para için hacim önemlidir tabi. Ancak edebiyat için hacmin değeri beş kuruştur.”
“Bunları ne amaçla söylüyor, acaba?” diye şüphelenmeye başladı Şegen. “Yumuşakça söyleyerek beni yermek mi istiyor, yoksa sakinleşmem için mi böyle bir ondan bir bundan bahsediyor?” diye düşündü.
“Yazmak güven ister. Bugün yapılan eleştiriden sonra bedende sinirden başka ne kalır?”
Çok düzgün olmasına rağmen parmaklarıyla saçlarını düzeltmeye çalışan Raybek düşünceye daldı. Tereddüt eder gibi kafasını salladı. Sönen sigara izmaritini yavaşça bir daha yaktı. İki-üç defa çektikten sonra kültabağına bıraktı.
“Bedende değil, kafada kalır. Kafanın kafa olduğu doğru ise o boş olmaz. Hiç konu bulamıyorsan çocukluğu yaz. Çocukluk, yazar için bitmez tükenmez kaynaktır. Toprak altında kalan ağaç nasıl ki çürüye çürüye madene dönüşüyorsa, çocuklukta ki etkiler akılda kalırken çok değerli düşüncelere dönüşür. Genel olarak, kendi bebekliğini araştırmayan insan, bebeklikten uzaklaşamaz. Ussuz çocukluğunu iyice anlamayan insanın ise uslu olarak büyümesi zordur.”
“Bu kuramınızı mantıklı buldum.”
“Öyleyse bugünlük bu kadar. Konuşma sıram gelmek üzeredir, acele etmeliyim. Gerisini inşallah, daha sonra duyarsın.”
* * *
Hava kararmıştı. Sokakta ki insanların yüzünü seçmek mümkün değildi, gölge gibi gözüküyorlardı. Şegen, evine acele etmeden yaya döndü. Uzun zamandır kar yağmadığından, yolun iki kenarında ki kürelenmiş karlar tozla karışıp alacalı bir hâl almıştı. Almatı’nın havası da çok ilginç; kış soğuğunun ne bittiğini, ne de başladığını söyleyebilirsin. Her an değişebilir. Şu anki hâli, Ocak ayından ziyade Ekim veya Kasım ayını daha çok andırıyor. Soğukluğu soba yakılmamış evin soğukluğu kadar.
Bedenine hakim olan sinir biraz yatışmış gibiydi. Raybek’in beklenmedik yerde sergilediği davranış Şegen’i epey rahatlatmıştı. Hani, gözünden ne kadar uyku akarsa aksın geceyarısı da olsa gözler sevinçten fal taşı gibi açılır ya, işte onun gibi uğradığı eleştiriden dolayı çok üzülmesine rağmen, Raybek’in söyledikleri moralini bayağı yükseltmişti. Hatta, birisiyle konuşmak, şakalaşmak isteyerek tanıdık arar gibi yanından geçenlere dikkatle baktı. Cam duvarlı bir binanın önünden geçerken karşılaştığı beyaz şallı kadın gülümser gibi oldu. Şegen birden durdu ve kadına baktı. Yüzü çok tanıdık gelmişti. Yoksa tanıyor muydu? Kadın da tanıdığı olduğunu düşünmüş olmalı ki dönüp baktı. O an yüzünü daha iyi görmüştü, açık tenli güzel bir kadın. Hem yüzü, hem bakışı tanıdık geldi. Allahım dili değil, gözleri konuşan bu kadın kimdi? Eyvah, tanımaması ne üzücü!
Kadın bir daha dönüp bakmadı. Şegen, arkasından uzun uzun baktı. O an azı dişleri zonklayarak bedenini kafa derisine kadar titreme almıştı ve kadını kime benzettiği aklına gelivermişti. Rastladığı kadın, Bübiş’e benzeyen yabancı bir kadındı. Bübiş bu şehre nasıl gelsin? Gelse bile böyle tek başına dolaşabilir mi? Tabi ki o değildi. Ama çok benziyormuş. Özellikle de gözleri. Demin ki kadının baktığı gibi ani bakışı insanın içini yakardı resmen. Öylesine güzel, öylesine tatlı huylu kadına aşık olmak da fani dünyanın mutluluklarından olmalıdır. Gençlik döneminin oldu ve bitti denecek geçici duygularından değildi onlar. Şegen’in bedenini dilim dilim kesseler bile o günlerin hatıralarını aklından zor atardı herhâlde.
Raybek doğru söyledi, insanın çocukluğu zengin bir kaynaktır. Çocukluğumuzu ister ağlarken, ister gülerken sık sık hatırlamalıyız. Şegen’in bedenini ani korku sardı.
“Arada bir çocukluğun hesabını yapmazsan şu anki yükselişin yükseliş de olmayabilir. Bübiş’le aramızda olanlar neredeyse bir tarihtir. Bu tarihi unutmak sadece kızı unutmak değil, aynı zamanda kendi soyunu, kökenini unutmaktır. Gençliğimizdeki sevincimiz, üzüntümüz, iyi niyetliliğimizle suçlarımız, hatalarımız, kısacası başımızdan geçen her şey şuanki varlık ve mizacımızın temelini oluşturmuştur. Hakikaten, neden ben o değerli günlerimi kitap olarak yazmıyorum ki?”
Şegen, çocukluk günlerini, özellikle Bübiş’le tanıştığı ilk günleri büyük bir özlemle hatırladı o an. Hey gidi güzel günler! Birilerinin cefasını çektiği, birşeylere üzüldüğü veya çok sevindiği kimi zamanlarda, Şegen çocukluk dönemini hatırlar. O dönem de Bübişsiz hatırlanmaz. Bübiş’in o günleri aklına getirip getirmediği ise belli değildir. Görüşmeyeli neredeyse yirmi yıl olmuş. Zaman nasıl da hızlı geçiyor? Herşey sanki daha dün olmuş gibi, saydığında ise inanıp inanmamakta güçlük çeker, şaşırırsın. Kim bilir, belki de Bübiş’i unutmamasının başka da nedenleri vardır. Çünkü Şegen’in bununla ilgili olarak hiç aklından çıkmayan ve çözemediği pek çok şey vardır. Böyle kuşkular ve bilmeceler belki de hiç giderilmeyecek ve çözülmeyecektir. Kim bilir, yaşama tat veren ve geçmiş ile bugünü birbirine bağlayan bunun gibi sırlardır.
Şegen, az önce durduğu yerde hâlâ hareketsiz durduğunun şimdi farkına varmıştı. Derin bir ah çekti ve yavaş yavaş evine doğru yürüdü. “İlginç, şu hâle bak!” dedi şaşkınlıkla kafasını sallayarak, “Evde ailemin beni beklediği aklımın ucundan bile geçmiyor, gençliğimdeki aşkımı hatırlayarak sokakta duruyorum. İçimdeki bu tür sırları Nurtay gibiler öğrense ne olur? Allah bilir, beni elâleme rezil ederler. Bir yandan düşünce dediğin şeyin insanın kendi kafasında oluşması ve sadece insanın kendisinin bilmesi ne iyi bir şey. Kötü kötü düşüncelere dalıyorsun, sonunda bastırıyorsun ve düşünceler kendi içinde kalıyor. Yoksa başkalarına zarar verebilirsin. İnsanın sır saklayabilmesi ne güzel nimettir.”
Şegen, birer, ikişer adımlar atarak yürümeye devam etti. Evine yaklaştıkça evine girmeye çekindi. Bugünkü eleştiriden dolayı kendini iyi hissetmiyordu ve az önceki düşüncelerini eşi okuyacakmış gibi geliyordu. Bu duyguların hepsini gizlemek için eve:
“Ayakkabılarınızı kapının önünden uzak tutun diye kaç defa söyleyeceğim ben,” diye, evdekileri suçlayarak girdi.
“Yabancı ayakkabı gördüğün için söylemedin, değil mi?” Yeldos’un her zamanki gibi gülümseyişiyle kendi evinde karşısına çıkıvermesi epey şaşırtmıştı Şegen’i.
“Hayırdır, hangi rüzgar attı seni buralara?”
“Rüzgâr atmadı, adresi kendim buldum. Ancak eve girene kadar Jagda’nın adresi doğru yazdığından şüphe ediyordum.”
Her zamanki imayla veya şakayla konuşma tarzı. Şu anda da anlaşılan Jagda ile barıştığını ima ediyordu.
“Jagda’yı bilirsin: Ya adresi hiç vermez, ya da tam adresi verir, kandırmaz. Yeldos.” Şegen’in bu söyledikleriyle ne demek istediğini anlamış gibiydi. İmalı konuşmasını uzatmadı.
“Aslında şehirlileri pek rahatsız etmek istemez insan. Ancak ne çare,” dedi konuyu değiştirerek. Oteller kış, yaz hiç boş olmaz. Üç dört otele gittim ve geri dönmek zorunda kaldım. Hâlini anlayan bazı kimseler eskiden:
“Hadi, verin pasaportunuzu!” derdi. Bugün kimse kılını kıpırdatmadı.
“Cebinde adres olmasına rağmen neden sıkıldın ki? Demek isteyerek değil, çaresiz kaldığın için geldin, öyle mi?”
“Yo, hayır. Gündüz gelirdim. Şehirde yatılı misafir ağırlamanın zor olduğunu biliyorum. O nedenle sizi rahatsız etmek istemedim. Zor da olacaksa önce kendime kalacak yer ayarlamak istemiştim”
“Kazaklar evinde yatıya kalmayan misafire misafir der mi hiç?”
“O eskidendi. Şimdi yavaş yavaş durum değişiyor. İnsan aç kalacağım diye endişelenmez tabi de ancak, beklenmedik zamanda gelip ev sahiplerinin planını bozarsın. Ondan sonra yüzüne gülümseyerek konuşan ev sahibinin içinden küfretmesi de bir ihtimaldir.”
Yeldos bunları söylerken, duyulur duyulmaz bir hırıltıyla karışık bir kahkaha attı. Şegen, Yeldos’un göbek bağlamaya başladığını ancak sandalyeye otururken fark etti.
Şegen, Yeldos ve Jagda hepsi aynı okuldan mezun olmuştu. Ona rağmen geçen sene, Yeldos önemsiz bir kırgınlık üzerine gitmiş, birilerine şikâyet dilekçesi yazdırarak Jagda’ya iftira attırmış. Jagda da bir ay uğraşmış, zor kurtulmuş beladan. Daha sonra şikayetçiler kendilerini Yeldos’un kandırdığını itiraf edince araları bozulmuş. Sonuç olarak, Yeldos’un yaptığı da Nurtay’ın bugünkü yaptığı gibidir.
“Nurtay derken…” diye düşündü kendi düşüncelerinden kendi korkan Şegen aniden, “Jagda’nın bir yerde Nurtay’ı ağırladığını öğrenirsem acaba ben ne yapardım? Allah bilir, neden ve nasıl olduğunu hiç sormadan hemen küserdim. Yeldos’un bizim evde kaldığını duyarsa Jagda da benim sırtımı sıvazlamaz herhâlde. Adresi de beni sınamak için özellikle vermiş olabilir miydi?”
“Sofraya geçelim, yemek hazır.” dedi Şaziya, Şegen’i ani sessizlikten tam zamanında kurtararak. Yeldos elini yıkamak üzere lavaboya gittiğinde eşi yanına gelip kaşlarını çattı:
“Söyle ona, yemeğini yesin ve defolsun. İsterse dışarıda yatsın, umurumda değil. Sen söylemezsen ben söyleyeceğim. Bana ne yapabilir ki? Rezil olacağına kendin söyle. Öyle yalandan gülümsemesiyle benim merhametimi kazanacağını düşünerek beni aptal zannetmesin. Jagda’nın düşmanı, bizim de düşmanımızdır. Ben başka bir şey demiyorum. Adresi de onun verdiğine inanmıyorum. Köyde ilk tanıştırdığında sevmemiştim zaten. Gülüşü ile şakasında bile içtenlik yok onun.” dedi.
“Yavaş, ayıp olur. Kazaklıktan çıkmak çok kolay. Evinden kovmakla ona bir şey yapmış olmazsın. Olan bize olur, millete rezil oluruz. ‘Evlerinden kovdu!’ diye gider, özellikle herkese söyler. Sus. ‘Kötülük her kişinin kârı, iyilik er kişinin kârı.’ derler.” dedi Şegen.
“Söylemedin deme. Sonunda sen ‘Sus, ayıp olur!’dediğin için pişmanlık duyacaksın. Utanma duygusu sahibi olanlara karşı ayıp olabilir ama utanma duygusu olmayanlarla ayıbı düşünmeden konuşmalıdır.”
“Peki, tamam!”
Yeldos, lavabodan çıktı ve karı koca da hiçbir şey olmamış gibi iki tarafa gitti.
Şaziya’nın deminki söylediklerinden sonra Şegen’in içine kurt düştü. “Sahiden!” diye düşündü kendi kendini suçlayarak, “Jagda’dan nefret edenden ben neden nefret etmiyorum?
Dostluk ile düşmanlık arasında bir sınır yok mudur? ‘Arkadaşım olmasına rağmen kötülük yaptı’ diye Nurtay’a kızıyorum. Aynı kötülüğün içine ben de batmıyor muyum? Daha dün Jagda’ya kötülük yapan Yeldos’u bugün evimde misafir etmeme ne demeli? Ben neler yapıyorum? Bübiş’i hatırlamam Şaziya’ya ihanet değil mi? İnsanları sövmesine sövüyorum, peki bana kim sövecek?”
İçine düşen kurt geçmek yerine onu daha çok kemirmeye başlamıştı. Sonuçta işte bugün, “İnsanlık mı, ikiyüzlülük mü, hangisi?” sorusunu sorup duruyordu. Başkasının sorduğu soruyu bir şekilde atlatırsın ama kendi kendine sorduğun sorudan nereye kaçabilirsin ki?
Yeldos gittikten sonra Şegen: “Bugün Cumartesi. Nurtay’ın dünkü eleştirisinin de, şüpheli sorusunun cevabının da acele etmeden etraflıca üzerinde dururum” diye düşünmüştü. Ancak Şaziya buna engel oldu. Bugün iyice patladı, dünkünden daha beter konuştu: “Arkadan söylenen sözler söylendiği yerde kalır. Yüzüne söylersen utanır. Utanmazsa da çekinir. Hiç olmazsa bir daha öyle kötülük yapmaz. Yaparsa da çekinerek yapar. Sen ilgilendin, ağırladın, hafif üstü kapalı konuştun. Oysa o daha çok imalı imalı konuştu. Sen kendince seviniyorsun ‘Düşüncelerimi üstü kapalı ilettim’ diye. O gitti ‘Dürüstlüğümü ispatladım’ diye. Bu mu sizin nezaket anlayışınız. Bunu da insanlık ve iyi niyet mi zannediyorsunuz? Yüzüne söylersen ödü mü kopar adamın? Onu kırmak istemezsin, ona acırsın da, Jagda’nın kırılabileceğini düşünmez misin?”
Aslında, Şaziya’nın söylediklerinde doğruluk payı vardır. Ancak, ağzına gelen her şeyi söylemekle ne kazanırsın? Suçluyu yermek, suçsuzu övmek herkesin elinden gelir. İnsanlığı sadece bununla ölçeceksek onun hiçbir değeri kalmaz ki. Az bir dürüstlüğün arkasında büyük ihanet gizli ise bunun neresi adalet olur. Aynı şekilde birine gösterdiğin saygıyı başkasına yapılan ihanet sayarsan, insanlar arasında ki uyum nasıl sağlanır? Herkesin biriyle az çok anlaşmazlığı, kırgınlığı mutlaka vardır. O kırgınlığı bahane edip herkes birbirini azarlarsa o insanların oluşturduğu toplum ne hâle gelir? İnsanlar küskünlükten daha yüksek değerlere sahip değil mi yani? Uzun lafın kısası kırgınlığı büyütmek mi daha doğru bir davranıştır yoksa elinden geldiğince barışa katkı sağlamak mı daha doğrudur?
Şegen, çalışma masasının yanında otururken bunları düşündü.
“Bana göre Şaziya gibi insanları suçlular ve suçsuzlar olmak üzere iki gruba ayırmak da suçtur.”
Şegen, biraz sonra kendisini düşüncelerinden kurtulmuş ve beyaz kâğıdı alıp yazmak üzere donakalmış olarak buldu. Ancak ne yazmak istediğini hatırlayamadı. Hatırladığı, dünden beri sürekli düşündüğü ve kendisini rahatsız eden sorulara cevap aradığıydı sadece. Fark etti ki o soruları bir iki cümleyle cevaplandırmak kolay değil; anlatacağı, karşılaştıracağı, yorumlayacağı çok şey vardı. Muhtemelen tartışmalı ve zor bir cevaptı. Cevap, Şegen’in yaşam birikimiyle neticeye bağlanacağından, insanların yaşam birikimleri farklı olduğu ve insanların birbirine benzemediği veya benzeyebildiği gibi o cevabın kimileri tarafından beğenilme, kimileri tarafından da kuşkuyla karşılanma ihtimali de vardır. Kesin olan tek şey, ne olursa olsun cevabın sadece Şegen’in kendi cevabı olacağıdır. Bu cevap da kendi özgeçmişinden oluşmalıdır.
“Evet,” dedi Şegen bu kararı üzerinde durarak, “Bundan sonraki kitabı kendi hayatımdan yazmalıyım.
Nurtay’la kavga edeceğime, yazar olduğumu kitap yazarak ispat etmeliyim. Geçmiş olmadan bugün olmaz. İlk tanışmamızı, daha sonra nasıl arkadaş olduğumuzu yazmazsam, Bübiş’i hâlâ unutamadığımı nasıl anlatırım? Dahası Bübiş’i sevdiğim hâlde Şaziya’yla neden evlendiğimi, nelerin sebep olduğunu hiçbir şeyi gizlemeden, içtenlikle yazmazsam milletin beğenisini kazanabilir miyim? Aynı şekilde Jagda’yla ikimizin dostluğunu ayrıntısıyla anlatmazsam Şaziya’nın niçin sinirlendiğini kim anlar? Kısacası, yazacaksan hiçbir şeyi saklamadan samimiyetle yazmalısın.”
Şegen, hemen yazmaya başlamaya cesaret edemeyip biraz düşünmeye karar verdi. Yerinden kalkıp kanepeye uzandı. Aniden aklına gelen düşünceye hâlâ pek inanamıyor, kendisini biraz daha kontrol etmek istiyor gibiydi. Kendisine tam güvenemiyordu. “Yazacaksam nasıl yazmalıyım? Peki, tamam dersem hangi olaydan ve hangi dönemden başlamalıyım?” gibi sorulara cevap bulamayan Şegen’in kafası allak bullak olmuştu. Uzun uzadıya düşündü ve sonunda Pazartesi’ye kadar çocukluğunu zihninde yazmayı denemek istedi.
Böylece kafasında yazma kararı aldı.
Kanepeye rahat rahat sırtüstü yattı. Kendini bilmeye başladığından itibaren bildiğin her şeyi yazmak, zihinde de olsa, kolay değilmiş. Aklına gelen kopuk kopuk olayları düzene sokmakta uzun süre zorlandı.
Gözlerini kapatıp düşünceye daldı. Ortaya bir şeyin çıkıp çıkmayacağı belli değildi.
“Kendi eşini sevdiği hâlde bir başkasını unutamamasının, birlikte büyüdüğü dostunu sevip saydığı hâlde, onunla arası kötü olan insanlarla iyi geçinmesinin” sırrını açıp açamayacağı da belli değildi; bunları kendisi de bilmiyordu. Ama yine de denemek istiyordu. Güzelim gerçek insanlarla birlikte dönmeze gitmeyip, açığa çıkmalıydı.



ÇOCUKLUK DUYGU

* * *
Çocukluk dönemlerinden birini Şegen şöyle canlandırdı:
* * *
Köy, yaylaya daha yeni taşınmıştı. Kadın, erkek herkes acele ediyor, hep birlikte çadır dikmekle uğraşıyordu. Acele etmekten başka çareleri yoktu. Henüz öğle saatleriydi ama daha tayları bağlayacaklar, kısrakları sağacaklardı; ocak yapıp yemek hazırlayacaklardı; iş baştan aşkındı.
Boyları yaklaşık aynı gözüken, biri bu sene dördüncü sınıfa geçecek, diğeri yakında sekiz yaşını dolduracak iki çocuk, büyüklerden ayrı, aşağı vadiye doğru koştu. İkisi aşağı doğru indi ve iki üç kıvrımdan sonra yamaçtan sağ tarafa doğru yukarı çıkmaya başladı. Dik bir kısma denk geldiler, bu sene daha hayvan bile ayak basmamış yumak otları çok korkutucuydu. Kaymaktan korkan iki çocuk bazen emekleyerek tırmanıyordu. Yükseldikçe, dağ daha da dikleşiyordu. Epey bir çıkan çocuklar yamaca yapışıp tamamen emekleyerek ilerlemeye geçtiler. Karınlarını biraz yükseltirlerse dengelerini kaybederek, aşağı doğru yuvarlanacak gibiydiler. Dağ sallanıyordu sanki. Aşağıdaki suyun sesi bazen duyuluyor, bazen duyulmuyordu. Önde gelen sarışın çocuk kafasını kaldırıp arkasına baktı.
“Şegen aşağıya bir baksana! Dimdik, kayarsak işimiz biter.”
Peşinden tırmanan esmer çocuk, ensesinde çıban varmış gibi boynunu azıcık döndürüp arkasına baktı. Bir demet yumak otundan destek alan ayağı aniden kayıp yerinden oynadı. Kafasından soğuk su dökülmüş gibi bedenini titreme sardı. Sıkıca yere yapıştı. Dağ sanki gökyüzüne bağlanmış salıncak gibi dönmeye başladı. Elini azıcık serbest bırakırsa aşağıya yuvarlanacak gibiydi.
“Hey, ne oldu?” diyen Marat’ın, korkudan ödü kopmuştu. Sürüklenerek geldi ve Şegen’i kucaklayıverdi.
“Gözlerini aç! Yoksa başın dönmeye devam eder!” diye akıl öğretti. “Dağın tepesine bak! Yukarıya bak!”
Şegen, gözlerini zar zor açarak yukarıya baktı. Tepeye ulaşmalarına çok az kalmıştı. Tam ulaşmışken korktuğundan utandı ve bir an önce devam etmek istedi. Sesini çıkarırsa korktuğu belli olacağından, Marat’a gözleriyle “Devam edelim.” işareti yaptı. Deminki zayıflığını telafi etmek isteyerek tepeye onunla yanyana tırmandı.
“Nihayet!” dedi ve yüzüstü uzanıverdi tepede. İkinci defa, “Nihayet!” diyerek sırtının üstüne uzandı. “Tepeye çıkmak ne güzel!” Demin bembeyaz olan yüzüne kan gelmeye başlamıştı.
“Böyle bir güzellik olmaz olsun! Tepeye çıkana kadar canımız da çıkıyordu neredeyse.” Dedi, kötü bir şey olursa büyüğün suçlu tutulacağını bilen Marat. Neyse ki kötü bir şey olmamıştı. Bu fırsattan yararlanarak, “Demin aşağı yuvarlanacaksın diye nasıl korktuğumu bilsen! Jet hızıyla yanına geldim. Düz yerde bile öyle hızlı gidemem,” diye, puan kazanmaya çalıştı. Şegen ise daha alçak bir sesle konuştu:
“Ayağım kaydı. Kendimi dağın eteğinde bulacağımı düşünmüştüm. Yere yapışmasaydım gitmiştim!” diye kendisinin pek korkmadığını hissettirmeye çalıştı.
Bunların bulunduğu kısımda dağ ikiye ayrılıyormuş. Çatallaşan iki tepenin arası ise güneşli, taşsız ve dümdüz imiş. Dağın güneşe bakan alnı gibiydi. Sülün’ün kuyruk tüyüne benzeyen sarımsı beyaz çiçekli ışgınlar göz kamaştırıyor. Güney taraf süslene, püslene düğüne giden güzel kadınlarla dolmuştu sanki.
“Işgın, dağın sadece bu ensesinde güneşli tarafta yetişir.” dedi Marat, bildiklerini başkasından önce söylemeye çalışma alışkanlığıyla nefes nefese kalarak, “Diğer taraflarda daha çok kuzey kısmında, taşların arasında yetişir.”
Konuşmayı uzatmayıp öne doğru koştular. Açgözlülükle kopardıklarını soymadan ağızlarına koydular. Işgının yaprakları kuzukulağı, daha taze olan koçanları ise kuzu eti gibi idi. Tadınca tadı damağında kalıyordu. Sadece ikisi büyük bir servete kavuşmuş gibi rahat rahat yiyor, rahat rahat topluyordu. Tam bir cennetti. Olmamış koçanların biri diğerinden lezzetli, biri diğerinden yumuşaktı.
Biraz sonra Şegen’in kulağı çınlayıverdi. Uğultuya veya ıslığa benzer zayıf bir ses duyuldu. Arkasından üzerine korkunç bir şey çullandı. Daha bakmasına fırsat bırakmadan başına bir şey sarıldı. Korkudan gözlerini kapattı. Uzun ve dağınık tüylü bir hayvan mıydı, yoksa ince ve yumuşak bir kumaş mıydı, anlamamıştı? Serin ve nemli bir şey yüzüne, boynuna değmiş, dokunmuştu. Derhal boğacak, ısıracak diye bekledi, yapmadı. İnanmakta güçlük çekerek şaşkınlıkla yavaşça gözlerini açtı. Etrafı zifiri karanlık kaplamış, hiçbir şey gözükmüyordu. İki üç defa gözlerini açıp kapattı. Ayağının altını seçmekte zorlanıyordu. Deminki korkusu bir şey değilmiş meğer korkudan tir tir titredi. Dünyanın sonu gelmişti herhâlde. Zifiri karanlıktı. Hareket etmek istedi. Ancak uçurumun ne tarafta, düzlüğün ne tarafta olduğunu hatırlayamadı. Adım atarsa yerin deliğine düşecekmiş gibi geliyordu.
“Şegen neredesin?”
“Marrat!”
Kurt görmüş kuzu gibi meledi. Güzelim şerefin sınırını nasıl aştığını fark etmedi bile. –
“Korkuyorum, yanıma gelsene!” Topladığı ışgınları bir daha ihtiyacı olmayacakmış gibi yere attı.
“Korkma, ben yanındayım zaten.”
Marat’ı görünce dünyaya bir kötülük gelmediğini anladı.
“Tüh, sis mi bu, Marat?”
“Ne sisi. Bulut. Gezgin bulut. Şimdi geçer. Sis olursa kötü olur, uzun süre geçmez.” Dedi Marat. Onun da sesinde korku veya şüphe gibi güvensizlik hissediliyordu. Şegen: “Marat beni kandırıyor!” diye kuşkulandı.
O an güneş parladı ve hemen tekrar kayboldu. Dünyanın yerinde olduğuna emin olunca Şegen çok sevindi. Hava bir süre arka arkaya bir açtı, bir kapandı ve sonunda Marat’ın söylediği gibi bulut geçti gitti. Az önce korkmasına neden olan şey artık Şegen’in ilgisini çekmeye başlamıştı. Öbek öbek olarak yavaşça geçmekte olan bulut, o an ürkmüş koyunu andırıyordu. Kıvır kıvır beyaz bulutlar kesilmiş ineğin işkembesine de benziyordu. Biri alıp sürüklüyordu sanki, karnı kâh yere değiyor, kâh değmiyordu.
“Dönelim mi?” dedi Marat daha kendine gelememiş bir sesle. “Hava kararacak. Biraz aşağıya inip çam ağaçlarının içinden geçersek pek tehlikeli olmaz; ağaçların arasında ağaçlar ne kadar dik olursa olsun insanın başı dönmez.”
Eve hava iyice karardıktan sonra gelebildiler. Büyükler endişelenmiş, bunları aramaya başlamıştı. Dedeler atla aramak üzereymişler. Nineler bunları görür görmez konuşmaya, sorular sormaya başladılar. Neyi kızarak, neyi sevinerek söylediklerini ayırt etmek mümkün değildi. Yeni kurulmuş çadıra eşyalarını toplarken dışarıya çıkan Şegen’in babaannesi Batjan çocukları ilk gören olduğundan kızma ve azarlama payı daha çok ona düştü:
“Allah koruyasılar, neredeydiniz? Üzerinize titrerken ailelerinizi ne kadar endişelendirdiğinizin farkında mısınız siz? Dağ dağdır. İki ayaklı insan şöyle dursun, dört ayaklı hayvan bile kayar düşer o dağda.”
Onların sağ salim dönmelerine sevinen dedeleri ise pek kızmadı.
“Işgın için onca zahmete girmişsiniz!” dedi, Şegen’in dedesi Mamet biraz kızarak, “Allah bilir güney tepeye de gitmişsinizdir?” diye devam etti ve “Nasıl bildim!” der gibi kendinden memnun bir şekilde gülümseyerek kızıl kahve renkli sakalını sıvazladı.
“Evet!” dedi Marat ile Şegen övünerek. Eli boş dönmediklerini göstermek için koltuklarına sıkıştırdıkları ışgınları düşürmek içinkollarını hareket ettirip yukarı çektiler.
“Gevezeliğin babana çekmiş, maşallah!” diyerek arkaya bakıp yere tükürdü Şegen’in dedesi, torununa değil, başka birine söylüyormuş gibi. Sesi azarlıyor gibi değil, seviyor gibi çıkmıştı.
Bir daha bir yere kaçacağından korkarcasına Batjan ile Mamet, Şegen’i eve iki tarafından tutarak soktu. Yere serili kilimi daha yeni süpürmeye başlayan Jamihan, bunlar girince elindeki süpürgeyi atıp şaşkınlıkla kafasındaki eşarbını düzeltti. Şegen, çadırın nasıl kurulduğuna, düzüldüğüne baktı. Az ve öz eşyayla düzülmüştü. Ondan sonra elindekini koyacak uygun bir yer arayarak etrafına göz gezdirdi ve yorulmuş bir insan gibi:
“Şunu saklar mısın,” diye Jamihan’ın eline verdi.
“Kalsın, istemem. Yarın yedin diye başıma bela olursun sen.”
“Yere atıver. Toprağın serinliği ile iyi korunur,” dedi kayınvalidesi, isteksizce tavsiyede bulunarak.
“Getirsene,” dedi Mamet, ışgını tutan gelinine değil, Batjan’a seslenerek. “Merak ettim, bir tadına bakalım.”
“Duyuyor musun? Dediğini yap!” der gibi Batjan gelinine baktı. Jamihan, kayınpederi ile kayınvalidesine ikişer tane verip kendisi de bir tanesinin kabuğunu soymaya başladı.
“Satim çok severdi bunu,” dedi bir ah çekerek. Savaşa giden kocasının adını zikretmişti beklenmedik bir anda. Çok kötü bir hata yaptığını geç fark ederek büyüklerin yüzüne çekinerek baktı. Taze ışgını zevkle yemeye başlayan Batjan ile Mamet’in yedikleri boğazında kalmıştı. Hareketsiz kalan yaşlıların yüzlerinden “Nemize ışgın yiyip zevkten dört köşe oluyoruz ki. Nasıl oldu da Satim’i unuttuk?” ifadeleri okunuyordu. Jamihan yere bakar hâlde dışarı çıktı.
* * *
Şegen, kafada yazma işine biraz ara vererek farklı bir düşünceye daldı: “Zaferden bu yana o kadar yıl geçmesine rağmen, dönmeyen oğullarının nerede olduğunu düşünüyorlardı babaannemle dedem. Ellerine, öldüğüne dair belge ulaşmayınca ümit ışığı sönmemişti herhâlde.”
Şegen’in aklına bir olay geldi.
* * *
Atlı köy, araya on adım kadar bırakılarak dikilen iki evden oluşuyordu. İki de at bakıcısı vardı: Şegen’in dedesi Mamet ve Marat’ın dedesi Taybek. Bu iki yaşlı adamın dostluğu hayatlarındaki bazı benzerliklere dayanıyordu: İkisi de sigara içerdi, bıyık ve sakal bırakırdı, atlara çok düşkünlerdi. İkisinin de tek oğullarından kalan birer torunları vardı. Kaygıları da aynıydı. Akjazık Kolhozuna[1 - SSCB’de üretimin, mülkiyetin ve tüketimin kolektif olduğu bir kooperatif biçimidir] gelen ilk ölüm belgesi Taybek’in oğluna aitti. Gelinleri uzun süre onlarla kaldı ve bir sene önce evlendi. Ancak, yaşlılara kıyamayıp onlara destekçi olsun diye Marat’ı onlara bırakıp gitmişti. Ona da şükrediyorlardı. Savaş bitmesine rağmen Mamet’in oğlundan herhangi bir haber gelmemişti. Hem gelinleri, hem torunları onlarla birlikteydi. Hayatında savaş görmeyen yaşlı adam için bu savaşın açılmamış sırları çoktu. “Günlerin birinde oğlumdan iyi bir haber gelir.” umudu da, “Günlerin birinde gelinim evi terk etmek ister mi?” şüphesi de taşıyordu. İçi rahat değildi. Babasız yetişen çocuğun büyüyünce annesinin peşinden gideceğinden endişelenirdi Taybek’le Mamet. Kısacası, her iki ihtiyarı da içten yiyip bitiren epey dert vardı.
Şegenlerin oturduğu evin girişinde çöken deve gibi hantalca yatan pürtüklü büyük taş bulunuyor. Kısrak bağlanan ipin kazığı bu taşın dibine çakılı. İki evin arka tarafında dağın eteği, gitgide dikleşen yamaç; ön tarafı ise karşı yamaca kadar giden engin çayır.
Sabah vakti idi. “Fazla uzaklaşmayın! Acıktığınızda koşarak eve gelmeniz kolay olur, şu çayırda oynayın!” dedi Marat’la Şegen’e zorla birer kâse ayran içirirken Batjan. Jamihan torbayla eve girdi ve girer girmez iki çocuğa bakıp:
“Amcanlar at yakalayacaklarmış, dışarı çıksanıza!” dedi azarlar bir sesle. “Sonra yine dünkü gibi kaybolmayın, kımız karıştıracaksınız. Şegen, sen dışarıya çıktığın an evi unutuveriyorsun.” Annesi Şegen’e, dedesi ile babaannesinin yanında bu şekilde sert konuşarak sevgisini gizleme uyanıklığı yapardı. Böylesinin kayınvalidesi ile kayınpederinin hoşuna gittiğini bilir, özellikle yapardı.
“Şırakay’ın mı?” dedi Batjan, torbaya bakarak, “Pazardan getirdiği elma, erik birşeyleri varsa versene şunlara!”
“İsterseniz siz verin, ben karıştırmayayım,” diyen annesi, torbayı sürükleyip kayınvalidesinin yanına götürdü.
Marat ile Şegen gülümseyerek birbirine baktı. Hoş bir şeylerin beklediğini ikisi de anladı. Şırakay’ın gerçek adı Kabi’dir. Kolhozdaki hayvan çiftliğinin başkanıdır. Mamet’le ikisinin babaları kardeş, anneleri aynıdır. Anneleri “Amengerlik Geleneği”[2 - Eski Kazak geleneğinde ağabeyi ölen kardeşin yengesini eş olarak alma geleneği] gereği kayınbiraderi ile evlenmiştir. Yakın kayınbiraderi olduğundan, Batjan onun gerçek adını söylemeyip “Şırakay” derdi[3 - Kazak geleneğine göre gelin kayınbiraderleriyle görümcelerinin gerçek adlarını zikretmeyip onlara ad takar]. Herhâlde “Çırağ, çırağım.” anlamında kullanıyordu. Kabi’nin adını diğer insanlar da pek kullanmaz, “Çiftlik” derdi. Herkes anlardı. Millet hem sayar, hem bazen arkasından gülerdi. Biraz kılıbıktı, kadınların yaptığı işlere de utanmadan karışırdı. Sağ kolunun başparmağı dışındaki parmaklarını savaşta kaybetmiştir. Sol elinde de sadece üç parmak vardır. Ona rağmen çok güçlüdür. Fiziksel olarak güçlü olmasına rağmen yumuşak huyludur; kimseyle tartışmaz, kavga etmez. Kendisine dokunanlara da sadece gülümseyerek cevap verir. İki yanağında küçük sivilce gibi kırmızı noktaları vardır. Dişleri ise insanı utandıracak şekildedir. Güldükçe ön dişlerinin yerinde kırmızı diş etleri gözükür, onun arkasından da yorgansız yatan çıplak insan gibi kırmızı dili çıkıverir. Onun gülüşüne, karşısındaki insanın gülesi gelir. Kabi’nin asi kısırakları yakaladığını gören ise gülmekten kırılır.
Ayranlarını alelacele içtikten ve Batjan’ın verdiği bir avuç elma ve erikleri ceplerine ayaküstü attıktan sonra, Marat’la Şe-gen dışarı doğru koşuştu. Marat’a hediye olarak verilen at ile uysal kısrak direkte eyerli olarak bağlı duruyordu. Önce Şegen’i ayağından kaldırarak kısırağa bindirdikten sonra, Marat kendi atına bindi.
“Yakaladıkları atları yine savaşa mı götürecekler Marat?”
“Manyak, şimdi ne savaşı? Kolhoza götürüp arabaya koşacaklar veya çobanlar binecek.”
Atlarına binen iki çocuk, at bakıcılarının bulunduğu tarafa doğru koyuldu. Yarışarak gittiler ve Kabi’yi görüp selamlaştılar.
“Oho, epey büyümüş dedelerinin çocukları!” diye gülümsedi Kabi, bunları severek.
“Hadi, atları bir araya toplayalım. Siz ikiniz diğer tarafa geçin!” dedi Mamet sanki ikisinin gelmesini beklercesine. Büyükler de grup grup ayrılarak atları toplamaya başladılar.
Tayların bağlandığı yere atlar çabuk toplandı. Mamet, atları yakalamak için kullandığı uzun sırığı elinde, coşan atların tam ortasındaydı hep. Arkasında Kabi. Mamet yaklaşıp sırığını aniden koyu doru renk ata doğru atıverdi. Asi at boynuna ip takılır takılmaz şaha kalktı. Mamet, ipin ucunu daha dizlerine sıkıştırmadan huysuzlaşan doru at ipi elinden çekip götürdü. Gözü açıp kapayıncaya kadar sürünün içinden sıyrılıp, ipi sürükleyerek yamaca doğru koştu. Atını koşturarak önünden kamçıyla çıkan Taybek’i görünce iki çocuğun bulunduğu tarafa doğru yön değiştirdi. Marat’la Şegen atlarının üzerinden ellerini sağa sola hareket ettirerek ve bağırarak korkutmak istemişti, hiç umursamadı bile. Az bir dönüp Şegen’in bindiği kısrağın kuyruk kısmına çarparak hızla geçti. Kısırak kasılarak sendeledi. Şegen, hayvanın sağrısında, eyerin yan tarafından sıkıca tutarak oturduğundan düşmekten kurtulmuştu. Korkusundan eli ayağı titreyerak ağlayayazdı. En korkunç olanı ise, asi atın gözlerini yakından görmesiydi: Gözleri buz tutmuş cam gibi olmuştu, önünde uçurum da olsa durma niyeti olmayan bir bakışı vardı.
“Ay, ay!” diyen Mamet’in ödü koptu. “Öldürüyordu çocuğu hayvan!” diyerek, hemen torununun yanına geldi ve onu kucakladı. “Bir yerini acıtmadı, değil mi yavrum?”
Gözlerini kırpıştıran Şegen, sadece kafasıyla “Hayır!” işareti yaptı. Asi atın bu davranışı, Kabi’yi de çok sinirlendirdi. Kızgın bir hâlde doru atın peşinden gitti ve atların yanına geri getirdi. Sürüye katılan at karşı tarafa kaçmaya çalıştı. Kabi de hiç peşini bırakmadı. Artık kurtulamayacağını anlayan at yavaşlamaya başladı. O sırada Kabi yaklaştı ve atın sürüklediği ipe uzanmak üzere elini boynuna uzattı. Doru at aniden arkaya dönüp iki ayağıyla çifte attı. Toynakların değdiği kemik parçalanmıştı sanki. “Çat” diye yakınlardaki kayadan yankılanan ses geldi. Kabi’nin atı kafasını yukarı kaldırıp sersemledi.
Yakınır gibi, hüngür hüngür ağlayan insan gibi acıklı bir şekilde kişnedi. Kabi zıplayarak attan indi.
“Versene atını!” dedi, yanına yaklaşan Mamet’e. O da sessizce inip bindiği aygırı Kabi’ye verdi. Asi at aygırın gücünü hissetmiş olmalı ki dönüp at sürüsüne doğru yöneldi. Kabi tekrar yaklaştı. Eğilip sol eliyle kuyruğundan tutuverdi. Eli hisseden at hızla kurtulmak istedi. Ancak tutan el çok güçlüydü ve ufak ufak yavaşlatarak aygıra doğru çekiyordu. Çifte atmak için kalçasını kaldırmıştı. Kabi hızla çekti ve kuyruğu dizin iç kısmından geçiriverdi. Kafası aşağıda, kuyruğu yukarıda olan asi at donakaldı. Kabi gülümseyerek arkaya baktı.
“Dizgin getirin!”
Asi at, bundan sonra sadece gem vururken biraz huysuzluk etti. Onun dışında yenildiğini kabul etmişe benziyordu. Dönmüş gözlerinde sinirden ziyade korku vardı.
“Taybek, eyerinizi şuna vurun!” dedi, Kabi Taybek’e. “Gününü göstereyim ben bunun!”
Mamet ile Taybek ikisi birlikte asi atı çabuk eyerledi. Çift kayış bağladılar. Hareket ettiğinde kuyruğu kopacak olan asi at pek direnmedi.
“Dikkatli ol! “dedi, Mamet kardeşine. “Pek huysuzmuş, böyleleri körden beter olur, önünde uçurum da olsa bakmaz.”
İki ihtiyar, atı iki tarafından tutarak Kabi’yi bindirdi. At, bilincini kaybetmiş gibi bulunduğu yerde bir süre dönüp durdu ve sonra inat edip yana doğru tırıs gitti. Demir yemlik canını acıtmış olmalıydı, tekrar tekrar ağzını buruşturarak yemliği kıtır kıtır çiğnedi. Ağzını ikiye parçalayacak olan beladan kurtulmak ister gibi kişneyerek ağzını yamulttu ve şaha kalktı. Ayaklarını yere indirdiğinde dengesini kaybedip yokuş aşağı tepe takla yuvarlandı. Kabi de atın biraz ilerisine pat diye düştü. Bakanlar “Eyvah!” deme fırsatı bile bulamadı. At da, Kabi de yerinden hemen kalkamadı. O an herkesi korku sardı. Kabi’nin yanına itile kakıla herkesten önce Mamet geldi. Hemen kafasını kucağına aldı ve “Bissimillah.” diye kardeşinin başının arka tarafı toprağa değen yere üç defa avucuyla vurdu ve üç defa tükürdü. Kabi zar zor gözlerini açtı. Taybek de diz çöküp oturdu ve Kabi’nin başını dizine koydu. Kötü bir şeyin olduğunu anlayan Batjan ile Jamihan da dağ yamacına doğru koştu.
“Allahım, ne oldu? Savaş kurşunundan sağ salim dönmüştü, eceli asi attan mı gelecekti? Allahım, çoluk çocuğuna bağışla!” dedi. Batjan gelir gelmez kayınbiraderinin elini tutup damarını tuttu. “Şırakay, neresi?” diye sordu, ağladığını göstermemek için gözlerini aceleyle elleriyle silerek.
İyi olduğunu belirtmek isteyen Kabi zoraki gülümsedi.
“Marat bıçağını versene!” dedi Taybek, sinirden veya korkudan titreyen sesle. “Eskinin adetlerindendir, tüm kötülükler bu atla gitsin, keseyim onu. En kötü ihtimal kolhoza değerini öderiz.”
“Aklı başında bir insan böyle eğimli bir yamaçta asi at eğitir mi?” dedi Batjan “hHerşeyin sorumlusu sensin!” der gibi kocasına bakarak. “Kaldırsanıza artık, yığıldığı yerde yatmasın.”
Gidip kayınbiraderinin bir kolundan tuttu. Mamet’le ikisi eve götürmek istedi. Kabi doru atın yattığı yere bakıp durdu.
“Bu adam olmaz,” dedi Taybek.
Böylece eli ayağı titreyerek, boynunu kaldıramadan gözleri yuvalarından fırlamak üzere olan atın boğazına bıçağını sokuverdi. Daha az önce şaha kalkıp kişneyen güçlü atın boğazından kan fışkırıyordu ve çaresiz atın nefesi azalıyordu. Onunla boğuşan Kabi’nin de şimdiki hâli iç açıcı değildi. Çok kısa sürede meydana gelen olaylardan Şegen’in başı döndü ve yaşamın acımasızlığından korktu. Belirsiz bir korku bedenini sardı ve titremeye başladı. Midesi bulanarak kusmak istedi. Dünkü tepedeki hâli aklına geldi. Az daha kendisi de şu doru at gibi düşerek ölecek miydi? Kendisini rahatsız eden düşüncelerden kurtulmak için gözlerini kapattığı an, dik yamaçtan düşüyormuş gibi başı döndü. Ayakları tutmadığından etrafında dayanak aradı ve yere çömeldi.
“Güzel yavrum benim, çok korkmuş!” dedi, onu fark eden Batjan.
Çocuğun durumu herkesi korkutmuştu. Başkaları şöyle dursun, hâlâ beli ağrıyan, omuzunu kaldıramayan ve kafası zonklayan Kabi bile rahatsızlığını unutmuştu. Şegen, üşümekten tir tir titriyordu. Ancak ateşi eli yakacak kadar yüksekti. Batjan, torununun kolundan tutup eve getirdi ve kat kat yorganın altına yatırdı. Arada bir ürkerek düşüyormuş gibi etrafında tutunacak şey arıyordu Şegen. Onun bu hâlini gören herkes çok endişelendi. Sorulan sorulara cevap yerine sayıklayarak anlamsız şeyler söylüyordu. Köy birden ne yapacağını şaşırmıştı.
Jamihan, koşarak gidip doru atın düştüğü yerden üç fiske toprak getirdi ve kayınvalidesine verdi. Batjan toprağı Şegen’in alnına, ensesine ve kürek kemiğine bastırarak başının üzerinden geçirdi ve okuyup üfledi. Ağlamaya veya kucaklamaya cesaret edemeyen Jamihan, sırayla kayınvalidesiyle Şegen’in yüzüne ürkek bakışlarla bakıyordu. Sadece ayağını kapatıyormuş gibi yapıp yorganın dışından okşuyordu.
“Yavrum çok korkmuş. Biricik oğlundan kalan biricik torununa babaannesi kurban ola!” diye fısıltıyla yalvarıyordu Batjan.
Mamet daha sakindi.
“Yaramaz çocuk, amcana mı acıdın yoksa asi ata mı? Demek ki sen de baban gibi yumuşak huylusun.” diyordu, Şegen’in bu davranışından memnun olmadığını sergileyerek. Eşine de kızdı, “Rahat bırakın çocuğu, biraz dinlensin. Uyursa unutur her şeyi.”
“Senin suçun, çocuğu heveslendirdin. Bunlara at mı kovalattırılır.” Diyen Batjan, kocasını suçlayarak kızmaya başlamıştı. Ancak kocasının çatılan kaşlarını görünce hemen sustu. Şaşkınlıkla, çocuğun yastığını düzeltir gibi yastığı hareket ettirdi. Dikilip duran kocasının kötü bakışlarından “Çocuğun yanından ne zaman ayrılacaksın?” sorusunu okuyunca, dudak hareketleriyle itiraz etti ve yerinden kalktı. Hâlâ güçlü, pembe yanak, tombul yüzlü ihtiyar, üstün gelişine memnuniyetle gülümsedi ve alaycı bir yüz ifadesiyle sessizce dışarı çıktı.
Şegen, biraz sonra kalktığında kendisinin kapıya bakar vaziyette yattığını fark etti. Omuzu cansızlanşmış, kolları uyuşmuştu. Hareket etmek istedi. Deminki baş dönmesi de, mide bulantısı da geçmiş gibiydi. Kendini hafif ve iyi hissediyordu. Üzerine örtülmüş kalın yorganı yavaşça aşağı itti. Babaannesinin sesi geliyordu. Sesinden kızgın olduğu anlaşılıyordu ancak neler söylediğini anlamak zordu. Jamihan da bir şeylere kızmış gözüküyordu. Şegen’i uyandırmamak için fısıltıyla konuşuyorlardı. “Marat” mı dedi yoksa ona benzer bir ad mı zikretti Jamihan? Şegen, bu sefer kulaklarını daha çok açtı. Ancak dinlemek istedikçe kulakları daha çok çınlamaya başlamıştı. İkisinin fısıltısı anlaşılmayan bir gümbütüye dönüşmüştü. Bir an babaannesi derin bir “Ah!” çekti. Yerinden kalkıp Şegen’in yattığı yöne doğru bakıp söylemiş olmalı ki, “Allahım yardımını esirgeme! Ecelden kurtardın, şimdi de hastalıktan kurtar yalnızımı!” diye yalvaran sesi çok net duyulmuştu.
Şegen’in kafasında soru işareti oluştu. Yalnızım dediği kendisiydi, hastalık dediği şu anki durumuydu, peki eceli neydi? Yoksa öleceğim diye mi korkmuşlardı. Marat’la ne alâkası vardı? O an aklına dağın güney tepesi geldi. Yoksa Marat olan biteni anlatmış mıydı? “Ben olmasaydım düşmüştü” diye övünmüştür. Sır tutmasını bilmeyen Marat seni! Bir daha uzakta oynamalarına izin vermeyeceklerdi. Yamaç bir daha aklına geldi. Dağ tekrar sallanıyormuş gibi geldi. Dağ mı sallandı, deprem mi oldu? Dağ nasıl sallanır ki? Acaba doru at düşerken ona da mı dağ sallanıyormuş gibi gelmişti? Sanki biri bağırsaklarını söker gibi vücudu titredi. Yer sallanıyor, bir tarafa doğru eğiliyordu. Düşmemek için tutunmak istedi; yoksa elleri ve ayakları mı tutmuyordu, hiç tutunamadı. Yer sallanarak dönüyordu. Korkusundan bağırıverdi. Sesinin çıkıp çıkmadığını bilmiyordu. Sadece ölmemek için durmadan bağırıyordu. Birine seslenerek mi bağırmıştı, hatırlamıyordu. Tek hatırladığı düşmekte olduğu ve düşmemek için can attığıydı. Durumu hızla dönen çarka yapışan sineğin durumu gibiydi.
Şegen, gece yarısına kadar birkaç defa hem kendisi korktu, hem evdekileri korkuttu. Sonunda iyice yorularak dedesinin kucağında uyuyakaldı. Mamet, torununu uyandırmaktan korkarak derin uykuya dalana kadar yerinden kıpırdamadı. Şegen’i rahat yatağa yatırdıktan sonra bile uyanıp uyanmadığını kontrol etmek için yüzüne bakarak epey bekledi. Atların başında bekçilik yapan Taybek’le ancak sabaha doğru yer değiştirdi.
Şegen, o gece derin derin uyudu ve öğleye doğru ancak kalktı. Korkmadan, fırtına sonrası açan güneş gibi sakin sakin gözlerini açtı. Çadırın güneşliği daha açılmamıştı, içi gölgeli ve serindi. Dışarıdan duyulur, duyulmaz insan sesleri geliyordu. Nasıl olup da kendisini yalnız bıraktıklarına şaşırmıştı. Başkası bırakmış olabilir ama babaanesi kesin yakınlardaydı. Burnuna ekşimsi bir koku geldi. Bu koku kımız kokusu değildi. Çok acıktığını fark etti. Yorganı üzerinden atarak kalktığında eli sopsoğuk ışgına değdi. Yanına bir demet soyulmuş ışgın koymuşlardı. Hiç düşünmeden bir tanesini ağzına atıverdi. Yumuşacık ve tazeydi. “Kurnaz Marat’tır bunu getiren!” diye geçti aklından. O sırada kapı ardından ayak sesleri duyuldu. Yorganını kafasına geçirdi. Ancak babaannesi fark etmişti.
“Gözünü seveyin, esmer kuzum!” diye sevmeye başladı. Dinç uyanmasına sevinerek yorganı açıp saçını kokladı. “Geceyi korkuyla geçirdik. Baş ağrın geçti mi? Babannesinin yavrusu! Kuzum! Sevinç kaynağım! İyice acıkmışsındır, kalk da bir şeyler ye! Hiçbir şey yemedin.”
“Işgınları kim getirdi?”
“Kim getirecek? Deden tabi. Sabah sağılacak kısrakları getirdiğinde bırakmıştı. Seni sevindirmek istemiştir. Canı çıktı adamın. Hepimizin canı çıktı. Babanın hayatta olup olmadığını öğrenemezken senin böyle hastalandığını görünce bizde can kalır mı?”
Taze koçanı memnuniyetle yiyen Şegen, bir an babaannesine şaşkınlıkla baktı.
“Eyvah, yoksa o bütün gece atları orada mı otlattı?”
Batjan, torununun ne demek istediğini anlamadığı hâlde, onu memnun etmek niyetiyle:
– Evet, orada otlattı yavrum, orada otlattı.” diye teyit etti.
Bunları duyan Şegen yerinden fırladı ve giyinmeden yalın ayak dışarı koştu.
“Dur! Dur, nereye gidiyorsun çırılçıplak?”
“Dede! Dede!” Şegen’in bağıran sesi, dışarıdakilerin hepsini kendisine baktırdı. Endişelenen babaannesi de evden çıktı. Atların yanında duran Mamet de Şegen’i görerek şaşkınlıkla ona doğru yürüdü. Gelip boynuna sarılacağını düşünürken, torunu yanına gelip durdu. Rengi atmıştı. Kucaklamak üzere elini uzattığında izin vermeyip geri çekildi. İhtiyarın kalbi cız etti. Sara hastalığına yakalandığını düşündü. Çocuğun bir şeyler söylediğini de geç fark etti.
“Atları nerede otlattın?”
Dedesi bir şey anlamamıştı. Onu niye soruyordu ki?
“Güney tepede.” dedi. “Allahım ne işine yarayacak bu?”
“Tamam işte. Tahmin ettiğim gibi. Atlar ışgınların hepsini mahvetmiştir.”
Sorduğu soruya ancak şimdi anlam verebilmişti Mamet.
“Şimdi anladım demek istediğini esmer yaramaz. Atlar onları yemez. Atları kendin mi zannettin, onları yesin?”
“Yemez ama üzerine basarlar ve ezerler.”
Mamet buna hemen karşılık veremedi.
“Ezmez. Gece gece ışgınları görür mü ki onlar?”
“Görür müymüş, görmezlerse nasıl otlanırlar? Mahvoldu hepsi.”
Şegen hemen döndü ve eve doğru koştu. Eve gelip kendini yatağa attı.
“Allah iyiliğini veresi, ne demiştin yine?” dedi Batjan, kocasına kızgın bir şekilde. Bu sefer Mamet eşinin suçlamasına sadece gülümsemeyle cevap verdi.
“Yaramaz yavrum benim!”dedi torununa yalvararak. “Hadi kalk, yemeğini ye! Sonra kula aygıra binip gidelim güney tepeye. Işgınların bıraktığın gibi durduğunu göstereyim sana. Atlar çam ağaçlarının olduğu kısımda otladılar, ışgınların bulunduğu tarafa geçmediler.”
Çocuk kafasını kaldırdı. Ağlamamıştı ama ağlamak üzere olduğunu belirterek burnunu çekmişti.
“Yalan söylüyorsun. Götürmezsin!”
“Götürürüm. Neden götürmeyeyim? Sen istersen güney tepeye değil, yerin dibine götürürüm. Deden senin için hayattadır.”
Dedesi dediğini yaptı. Kazak usulü eyere kalın minder döşeyip Şegen’i önüne oturttu. Eyerin gümüş kaplamalı ön kısmı kaplumbağanın burnu gibi minderin altından zor gözüküyordu. Şegen soğuk demire dokundu ve dedesinin kucağına girerek arkaya doğru oturdu. Dedesi de dizgini tuttuğu sol eliyle arada bir sıkı sıkı sarılıyordu koltuğunun altından. Herhâlde “Korkma, iyice tutuyorum!” demek istiyordu. “Geçen sefer bizim gittiğimiz yerden gidersek…” diye düşündü Şegen, gittikleri yolun at için çok tehlikeli olduğunu düşünerek. Ne yapacağını bilemeyip keyfi kaçmaya başlamıştı. Dedesi o an atın kafasını farklı bir yöne çevirdi.
“Nereye?” dedi Şegen, dedesinin kandırmış olabileceğini düşünerek.
“Nasıl nereye?” dedi dedesi de, onun sorusundan kuşkulanarak. “Siz geçen sefer hangi yoldan gitmiştiniz?”
“Şey, biz…” Demek babaannesi Marat’tan duyduklarını dedesine anlatmamıştı. Babaannesinin sır saklayabilmesinden büyük memnuniyet duydu Şegen. “Biz çayırın bitiş kısmından yukarı çıkmıştık.”
“Deli misiniz siz? Çok tehlikeli bir yoldur orası. Dik eğimden nasıl gittiniz? Evin dibinde düzgün yol varken.”
“Herşeyi biliyorsa, bu yolu neden bilmiyormuş ki?” diye, kafasında Marat’ı suçladı Şegen. Dedesi onu Koyunlu köye göndermeseydi o da gelirdi. Tüh!”
Kula at, genelde hızlı yürürdü. Belki de sürekli yukarı çıktığından bu sefer üzerindekileri sarsmadan dikkatli ve yavaş gidiyordu. Ayrıca çok korkuyor gibiydi, hep kulağını dikerek etrafta kendisini korkutacak bir şeyler arıyordu sanki. Ardıç ağaçlarının, taşların arasından uçan serçelerin bile sesi onu ürkütmeye ve o yönden kendini çekmeye yetiyordu. Atın o anlarda ki vücut titremesini hem ata değen dizleriyle hissediyor, hem de dedesinin dizgini çekişinden anlıyordu. Keşke kula ata bindiğini Marat görseydi.
Uzaktan bakılınca dağın üst tarafı bıçağın sırtı gibi incecik gözükür. Gidip baktığında ise oldukça geniş olduğunu görürsün. Kimi açık yerlere bir ahır koyun bile sığardı herhâlde. Kimi yerlerde yağmur suyunun biriktiği büyük büyük çukurlar da vardır. “Keşke şu yolu önceden bilseymişiz!” diye pişman oldu Şegen. Geçen sefer bu yoldan gitselerdi kesin ne ayağı kayardı, ne de rezil bir duruma düşerdi.
Dağın en tepesine çıktıklarında soğuk rüzgâr esti.
“Sakın üşümeyesin! Şu soğuk insanın ciğerine işliyor maşallah!” diyen dedesi, hemen Şegen’in göğüs kısmını kapattı.
Artık, ardıç ağaçları yavaş yavaş bitiyor, kat kat taşlar çoğalıyordu. Yol da daralmış, yürümek zor oluyordu. Mamet, dizgini tuttuğu eliyle Şegen’i desteklemesini yeterli görmeyip, sağ eliyle de sıkıca tutuyordu onu. Kula at da ayakları taşların arasına sıkışacağından korkmuş gibi arada bir zıplayıveriyordu. Atın böyle sak, şüpheci ve hiddetli oluşu dedesinin hoşuna gidiyordu. “Ağzındaki gem ile boğuşmayan at, at olur mu hiç?” diye övünürdü hep. Böyle bir ata binmek Şegen için de büyük onurdu. Bu nedenle kula atın bazen ürkerek zıplamasından korksa da, dedesi gibi olmak için pek çaktırmıyordu.
Birazdan yamaçtan aşağı inmeye başladılar. Tekrar ardıç ağaçlarının yoğun olduğu bir bölgeye geldiler. Sık yetişen ağaçların kimilerinin hacmi neredeyse keçe çadırın hacmi kadardı. Ağaçlar, yüzünü, ayaklarını tırmalayarak rahatsız ediyordu. Bu şekilde yola devam ederken, bir an aygırın ayaklarının altından, ağacın içinden patır kütür ses geldi. Kula at, köze basmış gibi yerinden fırladı. Şegen’in minderi eyerden kayıverdi. Dedesi sağ eliyle tutuyor olmasaydı çoktan uçmuştu.
Şegen, korkusundan bir yerinin acıyıp acımadığını bile anlayamadı. Sadece “Bu hiddetli hâliyle bizi dağdan aşağı yuvarlatmazsa iyidir!” diye korktu. Demin, at fırladığında dizinin ata değen iç kısmına sancı girmişti, şimdi de uyuşmuştu. Aygır huylandıkça kuyruğu ile eyer kısmı, havan sapı ile döver gibi vurmasına rağmen ağrı hissedilmiyordu. Sinirlenen dedesi ise ata küfrederek ve bağırarak hızlandırmak için kamçıyla vuruyordu. Şegen’in gözleri kararmış, bayılıyordu. Bu bitmez tükenmez bir işkence gibiydi.
Mamet, aygırı zor durdurdu. Aygır, ancak iyice yorulunca, deminden beri yaptıkları pekiyi sonuçlanmadığı için utanmış gibiydi. Burnundan pır pır ses çıkaran ve tir tir titreyen aygır nefes nefese kalmıştı; o an düşüverecekmiş gibi duruyordu.
“Şegenciğim, neren ağrıyor yavrum?” dedi Mamet, kollarında yarı cansız bir şekilde yatan çocuğun yüzüne endişeyle bakarak.
Çocuk zar zor inledi. İhtiyar adam bir kötülük hissederek yere atladı. Torununu da kollarına alıp attan indirdi.
“Ben ne yaptım?” derken, sesi titreyen ihtiyar endişeye kapıldı.
Çocuk ayakta duramadı, attan iner inmez dedesine doğru yıkılıverdi. Butlarının iç tarafı bıçakla doğranmış gibi sızlıyor, canını acıtıyordu. Ağrısından ağlamaya bile gücü kalmamıştı; inleyip duruyordu. Bir eliyle aygırı yularından tutan Mamet, diğer eliyle Şegen’i yavaşça yere yatırdı. Ardından dikkatlice pantolonu indirdiğinde gördükleri karşısında şaşkınlığa döndü.
“Yavrum benim, güzel yavrum!” dedi çaresiz ve ağlamaklı bir sesle. “Kula ata ne diye bindirmişim! Ne yapacağım şimdi? Eyvah eyvah, ne yapacağım?”
“Kimsenin olmadığı dağda, ihtiyar ne yapacağını bilemeyip torununun etrafında dönüp duruyordu. Şegen’in iki bacağının arası kanlar içindeydi. Mamet, gördüğü manzara karşısında buz gibi olup, kaskatı kesilmişti. Şaşkın kelebek gibi kâh aygıra, kâh Şegen’e doğru koşuyordu. Dedesinin hâlini gören Şegen daha çok korkmuştu.
İhtiyar, az sonra kendisini sakinleştirmeye çalıştı.
“Ne yapacağım? Kanamasını nasıl durduracağım? Eyvah, böyle yatmaya devam ederse kan kaybından ölür çocuk.” dedi. “Ölür!” kelimesi beynini kemiriyordu. “Allah’ım,” diye yalvardı, “Bundan sonra Satimimi göstermeyeceksen de, çocuğunu bana bağışla! Senden başka bir şey istemiyorum, sadece torunum yaşasın!”
Mamet, hayatında hiç bu kadar korkmamıştı. Her zaman sahip olduğu kibirlilikten, güvenden ve sabırdan eser kalmamıştı. Sadece telaş ve şaşkınlık içindeydi. Önce yaşayıp yaşamayacağından endişeleniyordu. Sonra da bu felaket sonucu sakat kalacağından korkmaya başladı.
Hemen önlem almazsa sonucunun kötü olacağını çabuk anladı. Hemen kayışı çekip, atın üzerine örtülen keçe örtüden bir parça kopardı. Aygırı yakınlardaki ağaca bağladı ve keçe parçasını kibritle tutuşturarak Şegen’in kanayan yerine sıcak hâlde cız diye bastırdı. Torununun hareket etmesinden, canının acımasından dolayı bu sefer eli titremedi. Gömleğini cart diye iki parçaya ayırdı ve ince ince yırtarak yarayı sarabildiği kadar kalınca sardı. Daha sonra pantolonunu giydirip torununu yerinden kaldırdı.
“Şegenciğim, gel sırtıma bin!” diye dizlerini kırarak eğildi. Çocuk kararsızca kalakaldı. Torununun sırtına binmeye utandığını anladı. “Yavrum, kaldırmazsam ata kendin binemezsin. Hadi bin. Yaran daha kötü bir hâl almadan bir an önce eve gidip babaannene tedavi ettirelim.”
Başka çare kalmadığını çocuk da anladı. Utanma, çekinme duygularına şimdilik aldırmamalıydı. Ayaklarının arasını açarak yürüdü ve dedesinin boynundan kucakladı. Dedesi tam doğrulmuştu ki, Şegen dayanamayıp bağırıverdi. Bacaklarının arasına çivi çakılmış gibi bir ağrı girmişti. Mamet tekrar yere indirdi. Hiçbir şey sormadı. Canının çok acıdığını sesinden anlamıştı zaten.
“Eyvah, şimdi ne yapacağım?” dedi şaşkınlıkla. “Gel, seni kucağımda taşıyayım. Pek ağır değilsin zaten.”
Şegen, dedesinin ön tarafına geçerek boynundan kucakladı. Dedesi bir eliyle baldırından tutarak kucağına aldı. Tekrar canını acıtmamak için dikkatlice gelerek, ağaca bağlı yuları çözüp bir eliyle aygırı yedeğine aldı. Aygır ise hâlâ sakinleşememiş sağa sola bakıp duruyordu. Bir iki defa kuvvetle çektiği an yaşlı adamın elini sürtünce, eli acıyan adamın ağzından gayriihtiyari kötü küfürler savruldu. Bu şekilde uzağa gidemeyeceğini anladı ve torununu yere indirdi. Aygırın yanına gidip “Sana nasıl bir ceza çektirsem?” der gibi biraz bekledi. Şegen de “Acısını aygırdan çıkarmak istiyor.” diye düşündü. Ancak, dedesi öyle yapmadı, bileğinden ipi sallanan kamçısı yukarı kalkmadı. Sessizce önce binilen taraftaki üzengiyi, daha sonra kamçıların bulunduğu taraftaki üzengiyi deliğinden eyerin yanına asarak üstünden yularla sıkıca bağladı. Yavaşça gemi alıp, dizgini boynuna sardı. Eyerin yanına kamçısını da sıkıştırdı. Şegen dedesinin ne yapmak istediği sorusunu daha kendine sormadan, dedesi avucuyla atın sağrısına vuruverdi. Aygır “Gık” diye yürümeye başladı.
“Köye gidedursun,” dedi Mamet, Şegen’e yaptıklarını anlatarak. “Evdekiler üzengiyle, dizgini kıvırdığımızı görünce attan düşmediğimizi anlayacaklardır.”
Atı gözden kaybolunca ihtiyar, torununu tekrar kucağına aldı.
“Dayan, Şegenciğim. Eve varırsak babaannen yaranı hiç acıtmadan iyileştirir.”
Daha demin, kula aygırın arasından ürkerek geçtiği yoğun ardıç ağaçlarının içinden Mamet şimdi yolu zor seçiyordu. Ardıç kütükleri aksi bir şekilde, çocuğu taşımaktan zor nefes almaya başlayan ihtiyarın ayaklarına vuruyordu. Dalları ise kâh yüzüne vuruyor, kâh kıyafetine takılıyordu. Çok geçmeden yorgunluktan kan ter içinde kaldı. Bir ara tökezleyerek düşeyazdı.
“Keşke demin eğerin terkisine cüppemi de bağlasaydım!” dedi kendi kendine kızarak. Biraz durup nefes aldı. Gözlerine, ağzına dökülen acı teri avucuyla sildi. Torununu indirmeden biraz dinlendi ve tekrar devam etti. “Hiç olmazsa bir an önce yokuşa varsam!” dedi ileride daha beter yorulacağını düşünerek. Az önce geçtikleri yüksekçe yere vardıklarında Şegen’i yere indirdi. Sigara içmek istedi. Boğazıyla burnunun sigara dumanı isteyerek kaşınmasına artık dayanamıyordu. Dağın en yüksek tepesinin de, taşlı ve engelli kısımlarının da daha önlerinde olduğunu düşünerek çabuk yorulmamak için kendisini zor tuttu. Yavaş da olsa ilerlemek için pek beklemedi.
Düşündüğü gibi, taşlı yerler kendisini çok uğraştırdı. İki kolu, beli zonkluyor, ayağının azıcık sürçmesinden dizleri bükülüyordu. Acı ter gözlerine girdiğinden bulanık görüyordu. Yolunu zar zor seçiyordu. Dişlerini sıkarak dayanmaya çalıştı. Yüzünü kaplayan acı teri azaltmak için kafasını hareket ettirdiğinde hâlsizlikten düşeyazdı. “Ya gözlerim kararır, bir yerde yığılırsam!” diye korktu. Çaresizce bir daha mola verdi.
“Şegenciğim, çok ağırıyor mu? Biraz daha dayan yavrum, az daha yürürsek ilerisi yokuş.”
“Yokuşa ulaşırsak, hızlı gideriz.” demek istemişti. Kendisini de, torununu da avutuyordu böylece. Şegen’e dayanmasını söyledi ama kendisi dayanamadı. Cebindeki katlanmış gazeteyi hemen buldu eli. Kenarından kopararak sigara sardı. Kokusu bile mest etmeye yetmişti. Yalayarak gazetenin kenarını kapattı. Tutuşturdu ve iştahlı bir şekilde iki üç defa çekti. Vücudunda güzel bir uyuşma hissetti. Bir an gözleri Şegen’e dikildi ve endişeye kapıldı. Gözleri uyku basmış gibi neredeyse kapanıyordu.
“Güzel yavrum benim,” dedi kalbi sızlayarak, “Canın çok yanmış olmalı. Açıp baksam mı?” diyerek sigarasını atıverdi. “Bakmayayım. Bir an önce eve götüreyim. Babaannesi tedavi etsin, yoksa görünüş kötü. Sakat mı kalacak yavrum.” Çaresizin tek silahı yalvarmaktır. Ümidi iyice kesildiğinde tekrar Allah’a yalvardı. “Ya Allah! Yalnız oğlumu göstermeyeceksen de, onun çocuğu yaşasın, yavruma sıkıntı çektirme!”
İhtiyar torununu bir daha kaldırdı. Dişlerini sıkarak sinirlerini yatıştırmaya çalıştı. Acele yürümeye devam etti.
“Dede, yoruldun mu?” dedi Şegen, hem dedesine acıyarak, hem de kendisini taşımak zorunda kaldığına sıkılarak.
“Yorulmadım, aslanım. Niye yorulayım? Sana şifa bulana kadar ben yorulur muyum?”
Genelde sakin ve sabırlı dedesinin sesinden endişeli olduğunu anladı çocuk. Yarası canını çok acıttıysa da belli etmemeye çalıştı. Dedesinin terlemiş alnını yavaşça sildi avucuyla. Köy tarafına baktı: Daha ev filan gözükmüyordu. İçine korku düştü. “Herhâlde bugün varamayacağız!” dedi ev tarafına bakmaktan vazgeçerek. Köye ulaşamayıp dağda kaldıkları canlandı gözünün önünde. Zifiri karanlık, etrafta hiçbir şey gözükmüyor. Hareket ettiğin an uçuruma düşecek gibisin. Ağır ağır nefes alan dedesi uyuyakalmış. Şegen ise gözleri açık dedesinin kucağında oturuyor. Aniden altlarında ki toprak kaymaya başladı. Korkuya kapılan Şegen dedesinin boynuna yapışıverdi. İçi geçmiş, ürkerek gözlerini açtı:
“Şegenciğim ne oldu? Ağrın mı var?” dedi merhametli ses.
“Hayır, yok. Sadece ayağım uyuştu.”
“Tamam, kuzum, indireyim o zaman.”
Çocuk dedesini dinlendirmek için bahane bulduğuna çok sevinmişti. Ağrı ve sancıları azalmıştı sanki.
Bunlar tepeden indikten ve Atlı köy gözüktükten sonra da epey yürüdüler, epey sıkıntı çektiler. Öğleden sonra olalı da çok olmuştu. Öksürmeye başlayınca Mamet iki defa mola vererek sigara yakmıştı. Yorulduğunu hiç belli etmedi, sadece sigarasını üst üste çekip durmadan tükürdü.
Köyün çok yakınındaki kıvrım yere ulaşıp aşağı doğru inmeye başladıklarında, karşıdan atlı biri bunları fark ederek dörtnala bunlara doğru geldi. Gelenin Marat olduğunu gören ihtiyar bir daha mola verdi. Kötü bir şeye maruz kaldıklarını tahmin eden Marat, iyice yaklaşıp sağ salim olduklarından emin olunca sevinmeye başladı. Ancak, genelde cesur ihtiyarın neredeyse ağlayacak gibi olan yüzünü görünce:
“Dede ne oldu? Şegen’e ne oldu?” derken, gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi.
“İt kula at ürktü …” diye, zor cevap verdi nefes nefese kalan Mamet.
“Düştünüz mü?”
“Hayır. Şaha kalkınca eyer Şegen’i kötü yaralamış. Ata binemeyince kucağıma aldım. Aygır köye döndü mü?”
“Geldi. Babaannemlere söylemedik. Dedemle ikimiz tam aramaya çıkmıştık ki sizi gördük. “Üzengiyi kıvırmışlar, atı özellikle mi bırakıvermişler yoksa otlasın diye mi serbest bıraktılar?” diye, dedemle ikimiz çok endişelendik. Sizi görünce dedem: “Hadi koş. Şegen’i kucağına almış, başına bir şey gelmiş olmasın!” dedi. İşte kendisi de geliyor.
Gözleri evlerinden uğramış olan Taybek de geldi o sırada. “Eyvah, eyvah. Her şey yolunda mı?” diye atından atlayarak indi ve yanlarına yaklaştı. Olan biteni öğrendikten sonra, Şegen’i artık Taybek kucağına aldı. Mamet ise Taybek’in atına binip köye önce geldi.
Bütün yol gık demeyen Şegen babaannesini görünce dayanamayıp ağlayıverdi.
“Babaannesinin kuzusu. İnşallah sakat kalmazsın!” dedi Batjan, torununa sarılarak ağlamaklı bir sesle.
Dünkü kalın yatak tekrar serildi. Mamet başköşede sessizce oturuyordu. Olanları anlatıp bitirmiş gibiydi. Evin ortasına demir ocak kurulup ateş yakıldı. Şegen’i yatağa yatırdıktan sonra babaannesi kimseyi yaklaştırmadan yarayı kendisi açıp baktı. “Bir tanem. Yarası derinmiş!” dedi endişeyle, duyulur duyulmaz bir sesle ve evin içinde koşuşturmaya başladı. Tekrar keçe tutuşturup yaraya bastırdı ve kuyruk yağı kızdırarak sürdü. Daha sonra Şegen’e temiz çamaşır giydirdi.
Batjan dışarı çıktı ve uzun süre kaldıktan sonra aceleyle eve girdi.
– Şegenciğim güneş batmak üzere. Gel dışarı çıkıp üfleyelim. Tüm kötülükler kara koyunun akciğeri ile geçmiş olsun. Özellikle kestirdim. Bir koyun değil, koyunların tümü kurban olsun sana.
Babaannesi ile dedesi, Şegen’in çekinmesine bakmadan yalvar yakar, neredeyse sürükleyerek çıkardılar onu evden. Taybek, etleri parçalamıştı bile. Üflemek fazla zaman almadı. Çabucacık eve sokup yatağa yatırdıkları an Şegen uyuyakalmıştı. Tedavisini işe yaramış olarak yorumlayan Batjan, fısıltıyla daha çok dua etmeye başladı.
Tenceredeki taze etin güzel kokusu ile ocaktaki ateşten gelen sıcaklık eve dağılarak evin içine biraz da olsa neşe sokmuştu. Evdekilerin sohbeti de gitgide koyulaşıyordu. Felaketi atlattıklarına sevinen Mamet, Şegen’in başına gelenleri bu sefer ayrıntılı olarak tekrar anlattı. Ardıç ağacından uçuveren belirsiz kuşa küfrettiler, ondan ürken aygırı azarladılar. Böylece birbiriyle yarışarak yorum yapan, şaşkına dönen ev ahalisi iyi sonuçlanan olayı büyük ilgiyle dinledi.
Şegen, bir ara uykuda inledi. Herkes sessizleşip çocuğun yattığı tarafa döndü. Batjan hemen yerinden fırladı. Yanına gidip yorganı sıkıca örttü. Bir işaret verip vermeyeceğini bekleyerek uzun süre yüzüne baktı. Ancak çocuk ne ses verdi, ne de hareket etti.
Evdekiler tekrar sohbete daldıklarında, Şegen ağlayarak uyandı. Evdekiler korkudan sıçradı.
“Babaanne!” dedi, duyulur duyulmaz bir sesle.
“Ne oldu, bir tanem? Yoksa yaran mı ağrıyor, canım?”
Batjan koşarak torununun yanına geldi.
“Tuvalete gitmek istiyorum.” dedi, Şegen sızlanarak.
“Kuzucuğum, ona da ağlanır mı? Hemen çocuğum.”
Çabucacık dışarı çıkıp kapının önündeki leğeni getirdi. Çocuk leğene tuvaletini yapmak istemeyince, üzerine Mamet’in cüppesini giydirip Batjan ile Jamihan iki tarafından tutarak dışarıya çıkardılar. Evden fazla uzaklaştırmadan:
“Nasıl olsa karanlık. Şuraya …” dedi Batjan.
“Sen git,” diye Jamihan’ı dirseğiyle itti Şegen.
“Sen git, Allah iyiliğini veresi,” dedi, babaannesi de bileğinden tutup geri çekerek, “Senden utanıyor, gidip Marat’ı gönder.”
Batjan sessizce bekledi. “Yanacaktır. Dayanamayıp ağlayacak şimdi.” diye kendi kendini hazırladı. Jamihan da eve girmeyip kapının ağzında onları dinliyordu. Şegen önce bir şımarır gibi yaptı ama sonra aniden çığlık atıverdi. Tekrar korktuğunu düşünen Batjan ile Jamihan, ikisi iki tarafından sevip okşayarak yatıştırmaya çalıştırdılar. Ancak çocuk bir türlü sakinleşmiyordu. İnleyişinden ıstırap çektiği belli oluyordu. Vücudunu geriyor, çırpınıyordu. Evdekiler de korkmuş, dışarı çıkmışlardı. Batjan iyice şaşkına dönmüştü.
“Yavrum ne oldu?” dedi. Neresi olduğunu tahmin ettiği hâlde, “Neren? Neren yavrum?” diye, etrafında dönüp duruyordu.
“Yapamıyorum!” dedi çocuk ağlayarak.
“Canım benim, ne kadar eziyet çektin.” dedi, Jamihan da dayanamayıp yüksek sesle. “Ne yapsam? Sana nasıl yardımcı olsam? Anne, doktora götürmezsek idrar torbası patlar ve çocuk ölür.”
“Yeter!” dedi, her şeyi duyan Mamet kızgın bir sesle. İhtiyarın sert çıkan sesinden bir çözüm düşündüğü anlaşılmıştı. “Marat sen evden ateş getirip burayı aydınlat çocuğum. Şegentay sen erkek değil misin, az bir sabret yavrum. Gündüz yaralandığında bile böyle ağlamamıştın. Şimdi ise hepimizi ayağa kaldırdın esmer yaramaz.”
Marat evden ateş getirdi ve kurumuş ağaçlarla ateş yakarak etrafı hemen aydınlattı. Şegen’in utanacak hâli kalmamıştı. Gözlerini kapatmış, alt dudağını ısırmış bir hâlde babaannesinin kucağında yarı cansız yatıyordu. Onun bu kadar eziyet çektiğini gören ev halkı iyice panikledi. Canının yanmasından çocuğun yüzü kasılıp çözülüyordu. Ağzı ile burnu, kaşı ile gözü yüzünün hareketine göre değişik şekiller aldıkça çok ıztırap çektiğini anlayan yanındakiler bakmaya tahammül edemiyordu. Yüzünü kaplayan ter, gözyaşıyla karışıyor, çocuk gitgide kötüleşiyordu.
Dedesi tutup sevdi ve yüzünü ateşe doğru baktırdı. Yaranın bulunduğu yeri eliyle sıvazlarken yaranın ucunu çekiverdi. Çocuk bir çığlık attı ve yarasını tuttu. Kanamıştı ama idrarı çıkabilecek bir delik bulunmuştu. Batjan ile Jamihan da rahat bir nefes alıp sevinçle gözyaşlarını sildiler. Yaradan kanın akmakta olduğunu önce anlamamışlardı. “Yavrum şimdi rahatladı işte!” diyerek, Şegen’in yanına giden Batjan. “Eyvah, kan akıyormuş!” diye bağırıverdi.
“Bir şey olmaz.” dedi sabırlı ve soğukkanlı bir sesle Mamet, eşine müdahale ederek. “Keçeyi tekrar tutuşturup bastır. Hadi, boşuna panik yapma.”
Şegen, yarası sarılınca ne yemek yedi, ne de konuştu. Yorgun düşerek uykuya daldı. Büyükler de oflaya puflaya siyah koyunun etinin tadına baktılar. Mamet’in evindeki mum o gece hiç sönmedi.
Geceki işkence sabah tekrar etti. Sertleşen yara ağzı, idrarını yapmasına izin vermeyip Şegen’e burnu sıkışmış tay misali çığlık attırdı. Gece kullandığı yöntemi uygulamaya bu sefer Mamet cesaret edemedi. Zaten çocuk da bağırarak yanına yaklaştırmadı.
Şegen’in durumu Atlı köyü gerçekten korkutmuştu. Çözümden daha çok panik hâkimdi. Çocuğun bu hâliyle ata binerek ilçedeki hastaneye gitmesi mümkün değildi. Çağırabilecekleri bir doktor yoktu. Kendilerinin iyileştirebilecekleri hafif bir yara da değildi. Bunların hepsini düşünüp çaresiz kalan Mamet, Taybek’ten derman olacak bir akıl bekledi. O da umut ışığı yakacak bir akıl veremedi.
“Taybek, Marat’ı Kabi’ye mi göndersek, ne yapsak?” dedi ne yapacağını bilemeyip. “O köyden daha ayrılmamıştır. Kabi, sıhhiye memuru veya hasta bakıcısı gibi bu işten anlayan birini bir an önce bulmazsa çocuğu kaybedebiliriz. Yarasının kabuğunu her gün çekmeye kalkarsak çocukta hiç can kalır mı?”
“Haklısın. Ben hemen göndereyim,” dedi Taybek, bir çare bulunduğuna sevinerek. Yerinden fırlayarak evine doğru koştu.
Durumu öğrenen Marat da acele etti. Alelacele üzerini giyip çabucacık atına bindi. Ta yamacı geçene kadar Şegen’in durumunda bir değişiklik olup olmadığını merak ederek arkasına bakıp durdu. Marat gözden kaybolur kaybolmaz, Şegen tekrar çığlık atmaya başladı. Ardından iğne deliği kadar yerden zar zor sızan idrar az da olsa rahatlatmıştı.
Yanına, Öken adlı sıhhiye memurunu alıp geç de olsa Kabi geldi. Memur hiç beklemeden çocuğa yöneldi. Sızlamasına, yakınmasına hiç aldırmadan yarayı tuttu, eliyle yokladı ve döndürdü. Yara olmayan yerlerini bile eliyle kontrol etti.
“Tehlikeli bir durum yok.” dedi, sonra emin bir şekilde. “Çabuk iyileşir. Sadece dış tarafı yaralanmış. Teyze ılık su getirir misiniz?” dedi Batjan’a bakıp. “Hemen çocuğum. Ayran yaptığım bir çanak var, işe yarar mı?”
Öken gülümseyerek kafasıyla “Evet!” işareti yaptı. Batjan, ılık suyu da, temiz kabı da hemen hazır etti. Öken, yarayı permanganatla yıkadı ve iyot tentürü sürdü. İdrarını yapmasını engellemeyecek şekilde yarasını beyaz sargı ile sardı.
“Nasıl sardığıma bakın. Günde üç defa permanganatla yıkayıp kanayan yerlere iyot tentürü sürün,” dedi Batjan’a ilaçlarını verirken.
“Allah iyiliğini veresi, yüreğimizi ağzımıza getirdi. Yarası gerçekten dışında mı, yoksa içinde de var mı? Bizi kandırmayın, doğruyu söyleyin.”
“Teyze kandırmıyorum. Endişelenmeyin, sadece derisi ile eti ezilmiş, çabuk iyileşir.”
“İnşallah dediğin gibi olur, yavrum. Tek tesellimiz bu çocuktur. İnşallah bir an önce iyileşir. İki üç gündür zavallı çocuğun başına gelmeyen kalmadı.”
Her şeyin suçlusu oymuş gibi Mamet, Kabi’ye kaşlarını çatarak baktı.
“Bir koyun hediye et!” dedi Öken’i işaret ederek.
“Hayır amca olmaz, ayıp olur!” diye sıhhiye memuru hediyeyi kabul etmek istemedi.
Memurun söyledikleri sinirlerine dokunan sarışın ihtiyar, Öken’in yüzüne kızgınlıkla, azarlamak istercesine baktı. Daha sonra torununu iyileştirdiği aklına gelmiş olmalı ki rengi hemen değişiverdi.
“Sana ücret karşılığı olarak mı verdiğimi düşündün. Tedavi ettiysen yabancıyı değil, kardeşini tedavi ettin. Onun için hediye mi istersin benden. Bu “İyileşecek.” dediğin müjdeli sözün karşılığıdır.
* * *
“Evet,” dedi Şegen, kanepeden ah çekerek kalkarken. Odasının içinde ileri geri biraz dolaştıktan sonra iki avucuyla yüzünü ovuştururken kitap raflarının yanında bir süre durdu. “Çocukluğumda bile başımdan büyüklü küçüklü, ilginç olan veya olmayan birçok olay geçti. Ancak okuyanlar o olaylardan ne anlayacak? Birinin başından geçenler başkasını ne ilgilendirir? Belki kimileri ‘Zavallı çocuk!’ diye bana acır, kimileri ise geleceğim için endişe duyar. Yani ben kitabı milleti endişelendirmek için mi yazacağım? Böyle bir durumda tenkitçilerin tenkidine uğramaktan başka bir kazancımın olmayacaktır.
Eyvah, aslında ben Bübiş hakkında yazmayacak mıydım? Babaannemle dedemi anlatıp konudan uzaklaşmışım. İnsanın kendi düşündüğü şeyleri kendisinin kontrol altında tutamaması ne ilginç! Ancak dedemleri anlatmazsam çocukluk dönemim hiç çocukluk olur mu? Sözlerine ‘Yavrum’ ve ‘Kuzum’ diye başlayan dedemle babaannemi yazmayacaksam elime kalem almamam daha iyi değil mi?”
Şegen şaşırıp kaldı. Birkaç defa başka şekilde yazmayı denedi ama olmadı. Hem başka şekil kafasında hemen oluşmadı, hem de aklına başladığı şeylerin devamı gelerek rahatsız etti. Hem böyle çok beklerse anlatmaya başladığı olayların düzeni bozulabilirdi. “Tamam. Devam edeyim. Nasıl olsa kâğıda yazmıyorum. Akıldakini değiştirmek kolay nasıl olsa” diye tekrar kanepeye uzandı. Gözlerini kapatarak yarası iyileştikten sonraki günleri getirdi aklına.
* * *
Atlı köyde sabahtan beri bir telaş vardı. İki yere kurulmuş ocağın üzerindeki tencerelerden buhar buram buram yükseliyordu. İki evde de çadır desteğine asılı duran kaplara konmuş kımız, sabahın köründen beri sallana sallana kıvamını çoktan bulmuştu. “Düğün gibi eğlenceli olacak herhâlde” diye düşündü Şegen. Evin içine güzel değişik minderleri döşeme, yorgan ve yastık gibi ev eşyalarının üstünü güzel örtülerle kapama, evin içini silip süpürme gibi işlerle uğraşan Jamihan herkesten daha heyecanlıydı. Üstüne de güzel elbise yakıştırmıştı. Dedesi, babaannesi, Marat’ın evindekiler hepsi çok telaşlıydı.
“Geliyorlar!” dedi biri.
Çayırın diğer tarafından beş altı atlı gözüktü. Biraz sonra koca ağacın yanına gelip atlarından indiler. Koca ağacın yanı, gelenlerin atlarını tutanlar ve atlardan inenlerle doldu. Kısa boylu, boynu ve karnı büyük, etrafını süzen esmer adamla özel bir ilgi ve saygıyla tokalaşıyorlardı. Hem eşlik edenler, hem karşılayanlar çok ilgi gösteriyordu. İki çocuk, evin yanındaki büyük taşa çıkıp, avuç kadar düz kısmında aşık oynuyordu. Büyüklerin kumar dediği bu oyuna kendileri “Üyirmekil” diye ad takmıştı. Büyükler arasında telaş başlayınca onlar da taştan indi. Gelenlerin içinde tanıdıkları bir tek Kabi vardı. Gülümseyerek çocukların yanına geldi ve sırtlarından sıvazladı. Sonra Şegen’e bakıp:
“Nasıl, iyileştin mi? Artık aygırdan korkmazsın, değil mi?” diye güldü.
Göbekli adam yanlarına yaklaşıp dik dik baktı.
“Amcaya selam ver!” dedi Kabi, Şegen’in omzuna elini koyup. Onun çekingenliği hoşuna gitmeyip yaklaş anlamında avucunu bastırdı.
“Selamünaleyküm!” dedi Marat çekinerek. Şişman adam cevap vermedi. Somurtarak Şegen’e pis pis baktı. Yüzü gülümser gibi bir şekil aldı ve:
“Neden selam vermiyorsun, bürokrat ihtiyarın çocuğu?” dedi. Sesi kısılmış gibi boğuk çıkıyordu. Tüylü yüzüne yakından bakan Şegen’in eli ayağı titredi. Şu anda hatırlayamadığı bir yerde böyle korkunç bir haşere görmüştü. Geriye çekilerek, kendisine saldıracakmış gibi yüzünü korumaya çalıştı. Etrafındakiler çocuğun davranışından dolayı utandılar.
– Çekiniyor ağabeyi, çekiniyor.” dedi Taybek, ortamı yumuşatmaya çalışarak.
Millet eve girdikten sonra Şegen’in Marat’a sorduğu ilk soru:
“Kimdir bu?” oldu.
“Yönetici Botaş.”
“Çok korktum! Yüzü ne kadar tüylü, tırtılın sırtı gibi!” dedi benzettiği haşereyi şimdi hatırlayarak.
“Sus!” dedi Marat, korkarak ev tarafına baktı. Birileri duyar diye yüz rengi değişiverdi. Botaş’ın gücünü şimdi anlayan Şegen de korktu. Yaşı onun üzerinde olan ve dördüncü sınıfa geçen Marat, büyüklerin durumunu kendisinden daha iyi biliyordu tabi.
Marat ile Şegen, tekrar evin yanındaki büyük taşın üzerine çıktı. Aşık oyunlarına devam ederken arada bir merakla ev tarafına kulak veriyorlardı. Yemek hazır olduğunda Jamihan iki parça et getirmişti. Ardından yemek dolu bir tahta kapla Batjan da yanlarına geldi. Tok karınla ilginç oyunlarına devam eden çocuklar kulaklarını sadece evden gelen sıra dışı seslere veriyordu. Evdeki konuşmanın kızıştığını oyundan sıkılmaya başladıklarında fark ettiler. Hangisinin tartışma, hangisinin şaka olduğunu ayırt etmek zordu. Sesler bazen öfkeli ve kızgın, bazen neşeli çıkıyordu. Kulaklarını dikip ne hakkında konuştuklarını anlamaya çalıştılar. Tek başına konuşanın söyledikleri net duyuluyordu. Birbiriyle yarışarak konuşanların ne söylediklerini seçmek zordu. Bu durumda ikisi birbirine bakıp omuzlarını kaldırıyorlardı. Bir an kalabalığın sesi kesildi ve az bir sessizlikten sonra Botaş’ın kısık sesi duyuldu. Sesler ağzından değil de, karnından geliyor gibi boğuktu. Söylediklerinin bazıları duyuluyor, bazıları duyulmuyordu. Yine de Şegen sohbet konusunu anlamıştı. Galiba evlilikle ilgiliydi. Konuşma arasında “Jamihan” adını duyunca yüreği boğazına takılmıştı. Bedenini korku sarmış, kalbi bir kötülük hissetmişti. Marat ise tamamen anlamış gibiydi, hiç konuşmadı. Ardından dedesinin kızgın sesi duyuldu:
“Başkasından beklerdim. Ama Satim’e karşı düşmanlığı senden beklemezdim, Allahın cezası. Ben seni misafir ederken sen benim hayatımın içine mi tükürüyorsun?”
Boğuk ses de sert çıktı. Ancak ne söylediği net anlaşılmadı. Evden hızla çıkan Jamihan ardından biri kovalarcasına koşarak Maratların evine girdi. “Dedemin kızmasının nedenlerinden biri de bu mu?” diye şüphelendi Şegen. Pat diye bir ses çıktı. Kâse ve tabakların çarpışan gıcırtılı sesleri geliyordu. Dedesi ağırlık kaldıran bir insan gibi nefes nefese kalmış yüksek sesle bağırdı:
“Bırak beni, karnını yarayım!”
Şegen hemen taştan zıpladı ve eve doğru koştu. Taybek ile Kabi, Mamet’i iki tarafından tutmuş, bırakmıyordu. Sakalı ile bıyığı tir tir titreyen dedesi, sürekli yutkunarak sanki bir şeyle söylemek istiyor da söyleyemiyor gibiydi. Şu hâli Botaş’a saldırmak isteyen birinden ziyade ağlamak üzere olan birinin hâline daha çok benziyordu.
“Çık evimden!” dedi titreyerek. “Göğe direk de olsan, yap yapacağını da göreyim!”
“Sen, ihtiyar delirdin herhâlde,” dedi Botaş, oturduğu yerden somurtarak. Ondan sonra aklına aniden bir şey gelmiş gibi Mamet’ten gözünü ayırmadan: “Ne? Beni dövmek mi istiyorsun? Döv de demir parmaklıklı evden yer bulayım sana.” Dedi.
Mamet o an kendini Botaş’a doğru attı. Şegen sonrasını pek göremedi. Evdekilerin hepsi ayağa kalkmıştı. Ancak evdeki curcuna bittikten sonra dedesinin göğsünün açık, cüppesinin sol omzundan inmiş olduğunu gördü. Gözünün önünde huysuz at canlandı bir daha. Dedesi de onun gibi kafasını tutamayıp yere mi yığılacak? Önce bedenini belirsiz bir korku sardı. Ardından aklına bir düşünce geliverdi. Dedesi dayak yedi ya, onun yardıma ihtiyacı vardır. Ona yardım etmeli! Destanlardaki kahramanlar daha beşikteyken güçlerini göstermiyorlar mı? Dedesine derhal yardım eli uzatmalı. Gecikirse korkmuş sayılacak. Çocuğun yüreği balık gibi yerinden oynadı. Kenardan giderek sandığın arkasındaki eski tüfeği aldı.
“Dede tut! Tut!” diye uzattığı an, dedesinden önce davranan Kabi elinden hızla çekiverdi. Şegen kendi hızıyla yüzükoyun düşüverdi. Mamet hiçbir şey söylemeden Kabi’nin alnına yumruk atıverdi. Kabi yüzünü bir daha gelebilecek yumruktan korumak isterken elindeki tüfeği kaptı. Namluyu hemen Botaş’a doğrulttu ve öfkeli gözlerle dikildi.
“Çık dediysem çık evimden! Vururum!”
Taybek:
“Mamet dur, yapma!” diye yanına yaklaşıp tüfeği çekip aldı ve sandığın arkasına attı. Sonra da Şegen’i sürükleye sürükleye evden çıkardı. Bundan daha iyi çözüm olmadığını düşünen diğer insanlar da yavaş yavaş kapıya doğruldular. Botaş; evden çıkar çıkmaz hiç beklemeden herkesten önce atına bindi. Ona eşlik edenler de alelacele atlandılar. Kimse bir şey demedi. Atlı köye bir an sessizlik çökmüştü. İlk önce konuşan, olanlardan sorumlu tutulacakmış gibi herkes susuyordu. Botaş’la mı gideceğine yoksa ağabeyi ile mi kalacağına karar veremeyen Kabi, ev ile atların bağlandığı koca ağaç arasında dolanıp duruyordu. Evden son olarak, önce Taybek, ardından Mamet çıktı. Onları gören Kabi yere tükürdü ve bir yere acele edermişçesine çayıra doğru gitti.
“Hey!” Mamet bağırarak onu durdurdu. “Ne oldu? Onun arkasından gidemedim diye mi sinirlisin? Git! Birlikte geldin, birlikte git. Demin beni korumadın. Şimdi beni hangi düşmanımdan korumak için kalıyorsun.”
Kabi, zorla dönüp eve doğru yürüdü. Yavaşça boğazını temizleyip gülümser gibi oldu. Hemen gülümsemeyi kesti ve ensesini kaşıdı.
“Ne yapabilirim ki ben ona? İyi veya kötü, sonuçta patron, diğer taraftan kardeş.”
“Kardeşini yesinler! Sana Satim değil, o kardeş olmaya başladı, öyle mi?”
“Satim değil diyecek kadar ben ne yaptım ki?”
“Bundan daha fazla ne yapacaktın ki? Ne yapmışmış? Misafirin geleceğini söyleyip iki ayağımızı bir pabuca sokan sen değil miydin? Arkamızdan çevireceğini çevirdikten sonra, yanımıza gelip hesabı pak, yüzü ak oluverdin ha?”
“Ne bileyim?” dedi Kabi, itirazını Mamet’e bakan dik bakışlarıyla da belli ederek. “Ben nereden bileyim? Yemek yiyip kımız içecek zannettim. Botaş benimle istişare mi etmiş?”
– İstişare etmediyse etmesin. Demin söylediklerini duyduğunda neden boğazını sıkmadın? İtoğlu it! Kuvvet sahibi değilmişsin, onu anladık. Küçücük çocuğun elindeki tüfeği ne diye çekip alıyorsun? Utanmadan nasıl alabildin? Yıllardır bozuk olan tüfeğin Botaş’a doğrulduğunda çalışıvereceğinden mi korktun yoksa? O tüfeği bozan sen değil miydin? Gücünün yetmeyeceği biri olsa neyse anlarım. Hiç olmazsa dövmeden, etmeden neden evimden iteleyip çıkarmadın ha?”
“Kendisi gitti ya zaten.”
“Söylediklerine bak şunun! Kendisi gitmişmiş. Yiyeceğini yedikten, diyeceğini dedikten sonra gitmeyip de ne yapsın? Savunmasıza dişini geçirmeyip de kime dişini geçirir bu Kazak? Geçmişini bilmesem neyse anlarım. Bu koca göbekliye güzel eşini kaçırırken benim Satimim yardımcı olmuştu.” Biraz sessiz kaldı ve kafasını salladı. “İtoğlu it şimdi de Satimimin eşini başkası için istiyor. Demin bunu söylerken ağzını kıraydın ya köpeğin. İşte o zaman beni memnun ederdin.”
“Evet, Mametciğim,” dedi Taybek, bir taraftan durumu anladığını, diğer taraftan da ondan anlayış beklediğini sergileyerek ve gülümseyerek. “Kabi ne zaman idareye el kaldıracak kadar güçlü olmuştu ki? Kabi’nin gücü çalışırken, iş yaparken kendini gösterir. Kavganın meydana geldiği ortamlarda Kabi’nin gücünün nereye kaybolduğu bir tek Allah’a malûmdur. Bu onun karakteridir. Bir insanın yaradılışını değiştirmek zordur. Onu azarlayacağına Şegen için sevinsene! Ateşten kalan kor olan torununu düşün, sevin. Bugün onun seni korumasına sevinerek ziyafet vereceğine, kızılmayacak şeylere kızmaya başladın. Hadi, eve girip biz bize kımız içelim!”
Şegen, söylenenlerden pek anlam çıkaramadıysa da Kabi’nin haksız olduğunu anlayabilmişti. Güçlü, huysuz atlardan bile korkmayan kuvvetli birinin Botaş’ı hiç olmazsa itmemesine doğrusu üzülmüştü. Ağabeyini korumaması Botaş’ı sevmesi anlamına mı geliyordu? Onu ağabeyine nasıl tercih eder? Hangi iyiliği için? Ancak, Kabi kendisini seviyor gibiydi. Huysuz atı kovalarken at beni neredeyse düşürürken çok kızmamış mıydı? Eğer kendisini seviyorsa dedesinden neden nefret eder? Kabi, hem kendisini, hem dedesini, hem de Botaş’ı, herkesi aynı sevebilir mi? Botaş’ı daha önce seviyorsa da bugün dedesiyle dövüştükten sonra ondan nefret etmesi gerekmez mi? Dedesi Kabi’ye kızmakta haklıydı herhâlde.
Çocuğun küçücük yüreği kaynamıştı.
* * *
Şegen’i yüzündeki bir kıpırtı uyandırdı. Gözlerini açınca yanında oturan Jamihan’ı gördü. Oymuş yanaklarından öpen: Gözleriyle de severek gülümsüyordu. Jamihan’ın öyle bir şey yapma hakkı olmadığı aklına geliverdi.
“Neden öpüyorsun?”
“Yavaş! Deden duyabilir.”
“Duysun. Söyleyeyim de gününü göstersin!”
“Ne olur bağırma! Sen akıllı bir çocuksun. Eğilirken ağzım istemeden yüzüne değdi. Dedenler Maratların evinde çay içiyorlar. Birazdan taşınıyoruz. Eşyaların hepsini paketledik. Çadırı yıkmak istiyoruz. Uykunu bozmamak için seni kaldırmadık. Burada kalmayasın diye uyandırmaya gelmiştim.”
“Yalan söylüyorsun. Babaannem kendisi uyandırır.”
O sırada Batjan konuşarak eve girdi.
“Şegenciğim daha kalkmadın mı, yavrum? Hadi kalk, hava çok ısınmadan evi yıkalım.”
“Nereye taşınıyoruz?”
“Kosötkel’e yavrum. Deden yaşlandı, artık atlara bakamayacak. Tarlada bekçilik yapacak.”
Şegen, babaannesinin bir şeyleri gizlediğini sesinden anladı. Hemen yataktan kalkıp dışarı çıktı. Evin önünde iki deve çömeltilmişti. Tayları urganlara Marat tek başına bağlıyordu. Şegen’i görünce ona doğruldu. Yüzü asıktı, yine de buna yaklaşırken gülümsedi.
“Artık herhâlde sonbaharda görüşeceğiz.”
“Neden?” dedi Şegen, bir anlam veremeyip.
“Sen okula gideceksin. Belki yurtta birlikte kalacağız.”
“Yurt mu?”
“Evet. Yatılı okula giden çoban çocuklarının kaldığı yerdir.”
Şegen, olumsuz bir şeyin olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlamıştı. İnsanların canlarının sıkkın olduğunu fark etti. Genelde gürültüsüz patırtısız taşınılmaz. Marat her şeyi biliyor gibiydi. Yüzüne bakmıyor, sürekli gözlerini kaçırıyordu. Anlaşılan canını sıkan bir şey vardı.
“Taşınmamızı isteyen kimdir?”
“Sabah sen uyurken iki deveyle Kabi amcan geldi. Deden küfürleri savurarak kovdu. İdare taşınmanız talimatı vermiş.”
“Botaş mı?”
Şegen sırtına iğne batırılmış gibi hissetti. Eli ayağı buz kesilmişti.
“Benim yüzümden! Tüfeği almam yüzünden!” diye düşündü. Ne yapacağını bilemedi. Dedesi ile babaannesi de kendisini suçlayacakmış gibi geldi.
Çadır yıkıldı, parçaları deveye yüklendi. Herkes suç işlemiş gibi yere bakıyordu. Şegen de büyüklere ayak uydurarak şımarıklığı bir kenara itti.
“Hadi Mamet güle güle git!” dedi Taybek sert bir sesle. “Seninle benim verdiğimiz emekle döktüğümüz teri bilmeyen yoktur. On beş yılımız şu atların peşinde geçti. Allah bilir, yaşadığımız sürece daha çekeceğimiz çok şey vardır. Kaderimize razıyız. Yeter ki Şegen’le Marat sağ salim büyüsünler. Diğerlerinden bir hayır gelmez.”
“Hoşça kal Taybek! Rabia görüşmek üzere!” Marat, kalacak olan yaşlılarla vedalaştı. “Sadece babasız çocuk değil, çocuksuz baba da yetimmiş. Taybekciğim, bu beni daha çok üzüyor ama ne çare! Biricik çocuklarımızı kaybettiğimizde de ölmedik, ayaktayız. Bizi yıkmak için yapıyorsa bir itirazımız yok.” Ata binerken Taybek desteklemek istedi ama o daha elini kaldırmadan kendisi çok kolay biniverdi.
Batjan ile Rabia, ters dönüp gözyaşlarını sildiler. Gözyaşlarını kimden gizledikleri belli değildi: Zaten herkes görüyordu. Taybek eğilip Şegen’i alnından öptü ve kaldırıp dedesinin önüne oturttu. Şegen’le Marat vedalaşırken sadece göz göze geldiler. Bakışlarıyla “Daha görüşeceğiz, görüşeceğiz ya!” diyerek birbirlerini avutuyorlardı.
* * *
Şegenler, Kosötkel’e gelince, keçe evlerini ambara bakan dul kadının evinin yanıbaşındaki açık yere kurdular. Kosötkel, doğudan batıya uzanan iki dağın ortasındaki ince ovanın adıdır. Akjazık Kolhozunun merkezi ile yaylanın tam ortasındaki mola yeridir. Çobanlar hem yaylaya giderken, hem de yayladan dönerken buraya uğramadan gitmezler. Karaotkel[4 - Çift geçit] adını iki dağın ortasından geçen ve yaylaya giden yol ile ovadan giden yan yolun kesiştiği yer olmasından dolayı almıştır.
Şimdi Karaotkel’e bomboş düzlük denebilir. Yaylaya giderken ve yayladan dönerken uğrayanlar dışında ambarcı kadından başka oturan yoktur. Ona ait birkaç hayvan dışında hiç hayvan da yoktur. Şegen, geldiği gün yalnızlıktan çok sıkılmıştı. Oyun oynayamadı. Oyun dediğin şey en az iki kişi olmazsa oynanmıyormuş. Köpeği Taymas dışında bir uğraş bulamadı.
Ambarcı Kadın Salima, bunları geldikleri gün evine çaya davet etti. Şegen, güler yüzlü, güzel esmer kadını görür görmez beğenmişti. Omuzlarını dik tutarak nazlı nazlı yürüyüşünü, güzel tebessümünü, babaannesinin anlattığı masallardaki güzellere benzetmişti. Gündüz bunları karşıladığında, babaannesi ve dedesiyle selamlaştıktan sonra hemen kendisiyle ilgilenmeye başlamıştı. “Satim’in esmer yaramazı kocaman olmuşsun!” diye kucaklamış, alnından ve yanaklarından öylesine nezaket olsun diye değil; içtenlikle ve özlemle öpmüştü. “Baban gibi yakışıklı delikanlı olmuşsun! Maşallah! İnşallah dedenle babaannene de bakacak duruma geleceksin. Allah iyiliğini versin, şuna bak utanıyor.” dedikten sonra Jamihan’a gidip kulağına bir şeyler fısıldamış ve ağzını kapatarak kıkır kıkır gülmüştü. “Deli!” diye Jamihan da kayınpederi ile kayınvalidesinden utanarak ters dönmüştü. Marat ile Jamihan, Salima’nın dediklerini duymasalar da birbirlerine bakıp gülümsemişlerdi.
“Tek ev olunca sıkıcı oluyordu,” demişti Salima onlara bakarak. “İyi ki geldiniz.”
Şegen, çaktırmadan gizli gizli bakmıştı. “Jamihan’dan daha güzelmiş!” diye düşünmüştü kıskanırcasına. Yabancı bir kadının kendisini bu kadar sevmesine, içtenlikle öpmesine çok şaşırmıştı. “Neden böyle yaptı. Yoksa bize akraba mı oluyor?” diye düşünmüştü nedenini bulamayıp.
Evlerine gidince, Salima’nın iki kızı olduğunu öğrenmişti. Büyüğü tıpatıp annesiydi, beyaz tenli ve güzeldi. O da insana gülümseyerek ve sevgiyle bakıyordu. Daha önce kızlarla hiç oynamayan Şegen’in onunla anlaşması kolay olmamıştı. Kız olmadık şeyleri sorarak bayağı rahatsız etmişti. Hatta büyükler gibi çeşitli ilginç şeyler anlatıyordu.
“Benim adımı Bübiş diye askere gitmeden babam koymuş, Ya seninkini?” diye sormuştu.
“Babaannem.” Şegen cevabı kısa kesmişti.
Şegen, kızın tamamen üste çıktığını fark edince konuşmadan çekilmeye başlamıştı. Çok şey soruyor ve çok şey anlatıyordu. Sorduklarının çoğunu Şegen bilmiyordu. “Hadi şimdi sen anlat!” dediğinde bir şey anlatamıyordu. Karizma adına bir şey kalmamıştı. “Ne kalın kafalıymışsın!” diye düşünmüş olmalıydı ki kız fazla ısrar etmemiş, konuşmana pek ihtiyacım yok der gibi birazdan o da tamamen susmuştu. Beğenmemiş gibi davranmıştı. Şegen, kendi kendine kızdıysa da bir şey söylemeye çekinmişti.
Şimdi ise canını sıkan yalnızlıktan kurtulmak için Bübiş’e gitmek istiyordu ama cesaret edemiyordu. Oynamaya geldiğini mi söyleyecekti, ne diyecekti ki ona? Öyle bir durumda kız kesin kendisiyle dalga geçecekti. Hazır cevap kurnaz birine benziyordu. Güzel olmasına çok güzeldi. Öyle bir kızla oynamak da güzel olmalıydı aslında. Nasıl oynayacak? Nasıl yaklaşacak? Bütün sorun buydu. Özellikle gitmek istemiyor, tesadüfen karşılaşmış olmak istiyordu. Öyle bir şey olursa güzel olurdu.
Yaylanın suyundan ayrılan ve Kosötkel’in tam ortasından akan ince kanal, Şegenlerin evinin yanıbaşından geçer. Daha sonra kolhozun ambarı ile Bübişlerin elle yapılmış evinin yakınından aşağıya doğru akar. Suyun kenarından geçiyormuş gibi yapıp iki üç defa ileri geri yürüdü Şegen. Bir gözüyle de elle yapılma eve baktı. Ancak kızlar gözükmedi. Birazdan öyle suyun kenarında dolanmaktan da sıkıldı. Taymas’ı alıp büyük suya gitmeye karar verdi. Eve giderken Bübişlerin evi tarafından çıkıveren sarı bir köpekten korkarak kalakaldı. Köpek önünden geçti. Kim olduğunu sorar gibi Şegen’e bakıp burnunu kaldırıp duruyordu. Şegen, çaresizce köpeği dolanarak geçmek zorunda kaldı. Köpek, bunun korktuğunu anlamış olmalıydı. Geçtiği yeri koklayarak peşinden geliyordu. Sanki ayak izlerinden bir şeyler arıyordu. Şegen’e göre daha hızlı yürüyor olmalıydı, aralarındaki mesafe gitgide kısalıyordu. Kaçarsa da kurtulamayacağını biliyordu, çünkü bunun iki üç defada attığı adımı köpek bir defada atacaktı. Yavaşça evine doğru da gidemiyordu, köpek önüne almış götürüyordu kendisini. Bir an, geçenlerde Bübişlerin evinden çıkarken Bübiş’in “Alıpsok, sakin ol!” diye köpeğe seslendiği aklına geldi. Dedesi köpeklerin tanıdıklarına saldırmadıklarını söylemişti.
“Alıpsok git buradan!” dedi sesini kontrol etmeye çalışarak. “Evet, beni tanıyor.” diye düşünmüş olmalıki Alıpsok burnunu yerden kaldırıp Şegen’e daha da yaklaştı. Hemen çözüm bulunmazsa köpek sorun çıkaracak gibiydi.
“Git, git burdan!”
Alıpsok şaşkın şaşkın donakaldı. “Kendin çağırmamış mıydın?” diye suçlar gibi bakıyordu. Ne kadar kurnaz bir köpekti. Başını eğerek bu sefer ayağının altındaki otları koklamaya başladı. Neden öyle yaptığını bir tek kendisi biliyordu. “Ben kendi kendime geliyorum. Seninle bir işim yok” diyordu herhâlde. Fakat Şegen’e de gizli gizli bakmayı ihmal etmiyordu. Köpeğin ne yapmak istediği anlaşılmıyordu. Yavaşça takip ediyor, uslu uslu yürüyor, ne kovalıyor, ne de peşini bırakıyor. Ne istiyordu? Yoksa evden uzaklaştırmak mı istiyordu. Masallardaki konuşan köpeklerden miydi?
“Taymas! Taymas!”
Sahibinin sesini duyan siyah köpek evin yanındaki ısırgan otunun arasından fırlayıverdi. Kendisine niçin ihtiyaç duyulduğunu da hemen anladı. Koşarak geldiği gibi sarı köpeğe atladı. Böyle ani bir saldırıyı beklemeyen Alıpsok yerde yuvarlanarak kalktı ve oturduğu yerde hırladı. Taymas artık saldırmadı, durduğu yerde heybetlenerek Şegen’den komut bekledi. “Bir daha yuvarlatayım mı, yoksa bu kadarı yetti mi?” der gibi kuyruğunu sallıyordu. Taymas, Alıpsok’a üstünlüğünü hemen göstermişti. Alıpsok’un insanlara saldırmayan, sakin bir köpek olduğunu Şegen şimdi anladı. Ona da acımıştı nedense.
“Taymas hadi eve.”
“Baksana, köpekle ne işin var? Yoksa ekine zarar mı verdi?”
Şegen sesin çıktığı tarafa baktı. Bübiş’ti. Kendisine yumruğunu gösteriyordu.
“Ekinde köpeklerin yiyeceği bir şey bulunmaz.” dedi Şegen, hiç olmazsa kızın yanlışını düzeltmek amacıyla.
“Onu köpekle oynayan sen biliyorsundur. Ben bilmem.”
“Allahım şunun diline bak. Yetişkin kadın gibi konuşuyor” diye düşünen Şegen:
“Köpekle oynasam da seninle oynamam.” dedi
“Oynamazsan oynayanlara bak. Yayladaki koyunlarına bak. Oynamak şöyle dursun ben senin gibileri yanıma bile yaklaştırmam. Git siyah köpeğinle oyna!”
“Sen de sarı köpeğinle oyna!”
Bübiş’in arkasından önce kardeşi, ardından Salima gözüktü.
“Satim’in oğlu ne oldu? Baban gibi sende kavgacısın demek ki! Gelir gelmez kızlarımla kavga mı ediyorsun? Gel bakayım yanıma! Şegen! Hey Şegen! Şegenciğim buraya gel diyorum! Delikanlı isen gelirsin, kız isen gelmezsin. Bakalım hangisisin?”
Şegen’i ter bastı. Gidip gitmemekte kararsız kaldı, hâlinden çok utandı. Herşeyden önce kızların yanında söylemesi canını çok sıkmıştı. Çaresiz onların bulunduğu tarafa yürüdü. Taymas da bir süre yanında gittikten sonra ayrıldı.
Salima, evine davet ederek Şegen’le kızlarına birer kâse ayranla birer dilim ekmek verdi. Ondan sonra:
“Doydunuz mu? Doyduysanız hadi gidin, oynayın. Ben Jamihan’a gidip geleyim,” diye evden çıktı.
Az bir sessizlikten sonra:
“Hadi dışarı çıkıp oynayalım!” dedi Bübiş. Şegen’le Sakıp sessizce onu takip etti.
* * *
Ağız kavgası yaparak barıştıktan sonra Şegen’le kızlar hergün birlikte oynamaya başladılar. Artık, Şegen eskisi gibi kız olduğu için Bübiş’le oynamaktan çekinmiyordu. İkisi de çok rahattı. Birlik olalı beri sık oynuyor, değişik değişik oyunlar icat ediyorlardı. Arada bir anlaşamadıkları da olmuyor değildi. Şe-gen daha çok erkek çocuklarının oynadığı oyunları tercih ederken, Bübiş de daha çok kızların oynadığı oyunları oynatmak isterdi. Onların oyunlarından bazen engel olarak, bazen de yarar sağlayarak Sakıp da geri kalmazdı.
Boyu daha kısa ve ince yapılı olduğu için Şegen, Bübiş’i kendisinden küçük sayıyordu. Aslında Bübiş ondan iki yaş daha büyüktü. Büyüklüğü bazen konuşmalarından anlaşılırdı. Diğer davranışlarından pek belli olmuyordu.
Şegen, bugün de her zamanki gibi, sanki kendi kendine suyun kenarında dolaşıyordu. Bübiş’in evine gitme niyeti yokmuş gibi kanaldan aşağı indi. Kızın da her zamanki gibi yan taraftan çıkıvereceğini düşündü. El yapımı evin yanından geçerken kızların evinin kapısının kütükle kapatıldığını gördü. Yüreği ağzına geldi: Komşularıyla vedalaşmadan, bir şey söylemeden aniden nereye gider bunlar? Şegenler komşu oldukları hâlde onların gittiklerini nasıl fark etmemiş olabilirler? Acil bir durum mu vardı, acaba? İnsan bir nedeni olmadan kapısını kapatıp gitmez ki. Şegen’i nedense belirsiz bir korku sarmıştı.
Bübiş, ona bugün bir yere gideceklerini söylememişti. Her ne kadar özellikle gelmemiş gibi yapıp kurnazlık yapıyorsa da onunla oynayacağından emin olup sevinerek gelmişti. Bu durum karşısında morali bozuluverdi. O olmayınca hiç bir oyunun kendisini sarmayacağını ancak şimdi anlamıştı. Daha önce nasıl da anlamamıştı. Karaötkel dümdüz, uçsuz bucaksız, bakılacak bir yeri olmayan bomboş bozkırmış. Hâlâ gözlerine inanamayıp etrafına bakınıp duruyordu. Şegen’in içi şu bomboş bozkır gibi boşalmıştı sanki. Ona alışmış mıydı, yoksa gerçekten sevmiş miydi? Böyle Marat’ı bile aramamıştı. O an evin yan tarafından:
“Şegen! Şegen!” diyen tanıdık bir ses duyuldu. Sevinçten çocuğun kalp atışları hızlanıverdi. Deminki düşünceleriyle şu anki davranışından utanarak yanakları kızardı. Herhâlde bir yere saklanmıştı, kızın sesi birşeyin arkasından geliyordu. Etrafına bakınarak Bübiş’in nereye saklandığını bulmak istedi. Etrafta fır fır dönerek epey uğraşmasına rağmen bulamadı. Meğerse evin yakınlarında değil, ta ötede, çalılarına arasındaymış. Taşın üzerine çıkıp kendisine el sallayan Bübiş’i görünce sevinçten gözleri yaşardı. Gördüğü an ona doğru yürüdü. “Oyun mu oynuyorlar? Issız bir yerde ne işleri var?” diye düşündü koşarken, “Anneleri nerede?” Neyse gidince öğrenirdi. Tüm cesaretini toplayarak gelen Şegen, kendini kızların yanına bulduğunda onlar yalnızdı.
“Ne yapıyorsunuz buralarda?”
“Tezek topluyoruz.” Gördüğün hâlde niye soruyorsun der gibi Bübiş eteğindeki iki üç tezeği topladıkları tezeklerin üzerine atıverdi. “Bir ekmek yapacak kadar topladık, şimdi oynayacağız.”
“Annen nerede?” Onlara güvenmiyormuşçasına etrafa göz gezdirdi.
“Annemi ne yapacaksın? Biri mi soruyor?”
“Bir yere gittiğinizi düşündüm. Baktım ki kapınız kapalı.”
“Sen kimi arıyorsun, annemi mi?”
“Hayır, ben seni aramıştım,” dedi Şegen, gerçeği söyleyerek. Ancak yalan söylemiş gibi utanarak yüzü kızarmıştı. Ne yapacağını şaşırdı.
“Annen nerede? Neden gözükmüyor?”
Salima’nın ne evde, ne de burada olmaması Şegen’in kafasında gerçekten soru işareti oluşturmuştu. Ancak Bübiş onun sorusunu pek önemsemedi.
“Nereye gidecek, odun getirmeye gitti!” dedi çok sakin bir şekilde. “Ne oldu? ‘Annen nerede, annen nerede’ deyip duruyorsun. Annemi mi özledin yoksa?”
Kız ciddi mi söylüyordu, şaka mı yapıyordu? Şegen onun sesinden veya yüz ifadesinden hangisi olduğunu ayırt edemedi. Durduk yerde kendisi zor durumda kaldı. “Özledin mi?” de ne demek? Ne söylüyor? Böyle şeyleri büyükler söylemez mi? Şe-gen de büyüklerin söyldediklerinden bir şeyler söylemek istedi. Ancak hemen söyleyecek bir şey bulamadı. “Anneni değil, seni özledim.” derse kız tabi çok sinirlenecek. Ondan sonra kendisiyle oynamak da istemeyecek. Bu kızın işte böyle iğneli konuşma gibi kötü alışkanlığı vardır. Kendisiyle bu şekilde konuştuğun zaman da kızar. Böylece de kendi sözünü geçirir.
“Sana ne oldu? Dilini mi yuttun?”
Daha demin art arda sorular soran Şegen’in aniden susması kızı çok şaşırtmıştı.
“Neden sustun?”
Gülümseyerek baktı. Şakacı gözleri gülücükler saçmıştı.
“Annesinden daha güzel!” diye hayranlıkla baktı Şegen.
“Ne biçim insansın sen! Ne diye insana böyle dik dik bakarsın? Tanımadın mı? Deli midir nedir? Oyuna çağırıyoruz, bu ise gözünü kırpmadan insana bakıp duruyor. Ne korkunç! Oynamayacaksan git evine!” Kız küsmüş gibi suratını astı. Ancak gözlerinden şaka yaptığı belli oluyordu. Isırdığı dudakları hindibanın tüy toplarına benziyordu. Yanakları ise yeraltından kabararak çıkan su gibi şişip iniyordu. Kızın ciddi olarak değil, şakasına kızdığını ondan anladı Şegen. Kızı tanımaya, ona alışmaya başladığını fark etti.
“Ohoo!” dedi Bübiş gözlerini açarak. “Annem ta ardıç ağaçlarının oraya gitmiştir.” Ekinlerin ötesindeki yüksek tepeye baktı. “Biz onun yanına gidene kadar o odunlarını toplamış olur bile. Onun yerine vadiye gidip üçümüz evcilik oynayalım.”
“Ne kum var, ne de toprak. Evi neyle yapacağız?”diye sordu Şegen. Aslında canı pek istemiyordu. Evcilik ona göre kızların oynadığı bir oyundur. Ama Bübiş rahat bırakmadı.
“Bu çocuk da hiçbir şey bilmiyor ya. Ev taştan da yapılır. Kışlaklarda hiç görmedin mi? Evleri de, ahırları da taştan yapılmıştır. Hadi gidelim, nasıl yapılacağını ben gösteririm,” diye düşünmeye fırsat bırakmadan Sakıp ile Şegen’in ellerinden tutup vadiye doğru götürmek istedi. Şegen de itiraz etmeye çekindi ve “Hadi, kim önce gidecek?” diye koşmaya davet etti. Bübiş, Şegen’le Sakıp’ın ellerini bırakıp koşmaya başladı. Şegen ise önce bilerek kızın önüne geçmeyip aynı sırada koştu ve sonra vadiye yaklaştıklarında öne geçerek önce ulaştı. “Gelin, insanın sığabileceği bir ev yapalım.” dedi etraftaki taşların çokluğuna sevinerek. Bübiş ise ne taşları, ne Şegen’i, ne de Şegen’in söylediklerini umursadı. Gelir gelmez vadinin karşı tarafına geçip etrafına baktı ve açık bir yere gidip oturdu.
“Hadi!” dedi, ondan sonra Sakıp’la Şegen’e yetişkin gibi sert bir sesle, “Boş durmayın artık! Soğuklar başlamadan evimizi yapalım. Siz ikiniz vadiden yassı taşlar getirin. Hadi!”
Şegen kulak asmak istememişti ama çaresi kalmadı. Küçük Sakıp ağzını açmadan vadinin aşağısına inmeye başladı bile. Taş getirmeken başka bir çare olmadığını anladı.
Bübiş hemencecik eski kışlalardaki harabe taş ahırların kalıntısı gibi bir ev yapıverdi. Girişe eşik diye bir çubuğu yatay bıraktı. Pencere olarak iki yerden delik yaptı. Koşarak gidip yakınlardaki ısırgan otlarının arasından iki büyük yaprak getirdi ve kilim diye yere döşedi.
“Evet, ev bitti!” dedi Sakıp’la Şegen’in yüzüne sevinçle bakarak. “Şimdi ziyafet vereceğiz, misafir davet edeceğiz. Sen.” dedi Şegen’e, “Yayladakileri davet et. Sen.” dedi Sakıp’a, “Şehirdeki akrabalara git. Bu akşam hepsi gelsin.” Sakıp’la Şegen’in şaşkın şaşkın bakmaları hoşuna gitmedi, ikisini iki tarafa doğru itti. “Hadi!”
“Kimse yok, nereye gideceğiz?” dedi Şegen.
“Sen de başıma bela oldun ya, hiçbir şey anlamaz mısın sen çocuk? Misafir diye küçük küçük taş getireceksiniz. Eve yaklaştıklarında karşılayacak, atlarını bağlayacaksınız. Onlar bana ev hediyesi verecekler, ‘Yeni evin hayırlı olsun.’ diyecekler. Hiç oyun bilmiyorsun sen.”
“Kendi getirdiğimiz misafiri kendimiz nasıl karşılayacağız?” diye sormak istedi Şegen. Ancak yine “Birşey bilmiyorsun.” lafını duymamak için vadinin aşağı tarafına doğru koştu.
Bir süre sonra, misafirler oval oval taş kapının önüne gelip atlarından indiler. Biraz sonra da hamuru yapraktan, eti topraktan yapılmış yemeği taş tabaklara koyup iştahla yemeye başladılar.
“Şimdi biriniz ziyafete başlayın!”[5 - Şarkı söyleyerek düğüne veya ziyafete başlama geleneği] diye buyurdu Bübiş.
“Ben başlayayım!” Eşik olarak atılan çubuğu eline alan Şe-gen onu dombıra[6 - Bir çeşit müzik aleti] gibi çalmaya başladı. “Haylaylo, lolo!”
“Öyle değil,” diyen Bübiş, Şegen’in elindeki çubuğu çekip aldı ve yerine koydu. “Şimdi ben başlayacağım. Sözlerini biliyorsan sen de bana eşlik et. Ziyafete başlama şarkısını hep birlikte söylemek iyidir.”
Şegen yine hayret etti. “Bunların hepsi nereden biliyor?” diye. Bübiş her zamanki gibi içten gülümseyerek kaşlarını kaldırırdı. Bunu birini taklit ederek yapıyordu veya onun için bir alışkanlıktı. Ondan sonra büyükler gibi rahat rahat şarkı söylemeye başladı:
“Ziyafete başlayayım, böylece başlayayım,
Kutlu olsun diyerek ben başlayayım.
Sazlı nehrin kamışı hey,
Unutma bizi, tanıdık hey.
Ardıç topluyorum, böylece topluyorum,
Kaldıramayıp ardıcımı yoruluyorum.
Görmeyeli yüzünü yıllar oldu,
Askerdeki babamı özlüyorum.”
Şegen, Bübiş’in sesinde, şarkı söyleme tarzında bir olgunluk fark etti. Ona hiçbir zaman kendi sözünü geçiremeyeceğini, sadece onu dinleyerek oynaması gerektiğini anladı. Kızın kendisine olan özgüveni, rahatlığı Şegen’in özgüvenini sarsmıştı. Şarkısını bitirir bitirmez:
“Misafirlerimiz çay içsin.” diyen Bübiş, misafir taşları tek tek yaprak sofraya eğdi. Şegen’le Sakıp da önlerindeki misafirlere aynısını yaptılar.
“Misafirlerin gitme zamanı gelmedi mi?” diyen Şegen, elindeki taşı kapıya doğru götürdü. Hâkimiyetine karışılması Bübiş’in hoşuna gitmedi Şegen’e kötü kötü baktı ama bu sefer itirazı olmadı.
“Peki, tamam, sen başla. Misfirler evlerine dönsün.”
Taş misafirlerden boşalan başköşeye Sakıp uzanıverdi.
“Oley, buraya ben yatacağım.”
“Kalk ordan!” dedi ona Bübiş sert bir sesle. “Sen bizim kızımızsın. Başköşeye büyükler yatar, kalk!” Ondan sonra kendisine katılıp katılmayacağını sorar gibi Şegen’e baktı. “Buraya biz ikimiz yatacağız, sen benim kocamsın, değil mi?”
“Efendim?”
“Ne, olmayacak mısın? Öyleyse ben senin kocan olayım.”
“Peki, olacağım.”
“Sakıp sen orada uyu.” diyerek kendisi Şegen’in yanına uzanan Bübiş ona kapı tarafını işaret etti.
Onlar, yan yana yatarak uyumaya hazırlanırken yakın bir yerden deve sesi duyuldu. Üçü birden korkarak yerlerinden fırladı. İki deve yedekleyen bir kadın çocukları görünce bunlara doğru döndü. Çocuklar suçluymuş gibi korkuyla birbirlerine baktılar. Şegen’in içinde kuşku uyandı: “Kızın yanına yattım diye bana kızacak herhâlde?” Çekine çekine kadına baktı. Esmer ve güzeldi ancak sert görünüyordu. Şegen, kadının sivri burnunu ve yuvarlak yüzünü birine benzetti. Aklından “Bir yerden görmüş gibiyim. Kimdir bu?” diye geçirirken, kadın:
“Şegenciğim sen misin?” dedi, atın üzerinden ellerini uzatarak. “Gel de yanaklarından öpeyim ve susuzluğumu gidereyim; çok susadım yahu. “Deli midir nedir?” diye düşündü Şegen hafif korkarak. Kadınla ilgili bir şeyler hatırlar gibiydi ancak ne olduğunu aklına hemen getiremedi. Kadın gelmesi için ısrar edip duruyordu. Şegen boynunu büküp taş evden atladı ve ters döndü. “Şu kadına bak, yanaklarımdan öpmek istiyormuş. Yabancı kadın şöyle dursun, yanaklarımdan Jamihan’a bile öptürmezken. Üstelik şu kızların yanında hayatta öptürmem!” Yetişkin gibi gözükmek istemeye başlayan Şegen’e kadının isteği tuhaf gelmişti. “Hey!” dedi kadın bu sefer sert bir sesle. “Kaçak gibi kaçma, dur bakayım! Öyle yapacak olursan dedenle babaanneni götürür, seni Jamihan’a bırakırım. Gördün mü iki deve getiriyorum. Şu yaptıklarının karşılığında dedenle babaanneni götürürüm, bekle de gör!”
Dağdan yuvarlatılan taş pat diye yere düştüğünde yer sallanır gibi olur ya; atlı kadının şu sözleri de Şegen’in kalbini o taştan beter sallamış, kafasını allak bullak etmişti. İki deve getirmesi bir rastlantı değildir tabi. Dedesi ile babaannesini götürebilir. Dizleri titreyerek durduğu yere yığılacak gibi oldu ve bir iki adım attıktan sonra kendisini toparlamaya çalıştı. Şaşkınlıkla bir kadına baktı, bir evine. Şu develer ısırgan otlarının arasından geçerek yolu sapmışlar. Doğru yoldan koşarak giderse kadından önce ulaşabilir evine. Bir denemeli. Önemli olan dedesi ile babaannesine önce varmak, geri kalanına sonra bakar. Yavaş yavaş gerileyerek evine doğru koşmaya başladı. “Baksana!” diye bağıran kadının sesi geldi kulağına, geri kalanını duymadı. Tek emin olduğu, peşinden kovalayan atlı birinin olmadığı idi.
* * *
“Herşeyi olduğu gibi ayrıntılı anlatmam doğru mudur?” diye düşündü Şegen buraya kadar gelince. “Çoluk çocuğun başından geçenlerden okuyucu sıkılır mı? Yoksa ‘Çocuğun yaptıklarından da bir ders alırım.’ diye mi düşünürler?”
“Babaanne, bizi götürmek üzere bir kadın geliyor!” dedim nefes nefese eve gelir gelmez. Babaannem hemen batıya, Kürenbel tarafına baktı. Demek ki kim olduğunu hemen anlamıştı. Ben nereden bilebilirdim ki? Şu kadın gelene dek bilgi sahibi olsunlar diye kadını, iki devesini, bindiği atı alelacele tarif ediyorum. O kadar şeyi anlatıp bitirene kadar kadıncağız sabırla dinlemişti beni. Uğradığımız bu felâketten nasıl kurtulacağız der gibi yüzüne baktığımda:
“Gelen Kameş’tir, senin baban Satim’in öz kız kardeşi, yani benim kızım. Senin halan,” dedi, derin nefes alarak başımdan okşarken. O da benim gibi bir sorunun olduğunu anlamış gibiydi: Esmer yüzünün rengi değişivermiş, yaşarmış veya sinirlenmiş gibi değişen merhametli gözlerinde daha önce fark etmediğim ışıl meydana gelmişti. Sinirlenerek kendi kendine bir şeyler söylüyormuş gibi dudakları kımıldadı. Hiçbir zaman küfretmeyen babaannemin küfrettiğini düşündüm. Tabi ki atlı kadına küfrettiğini düşündüm. Tabii babaannem benim duyabileceğim fazla bir şey söylemedi. Bize doğru gelmekte olan atlı kadına hızla bir baktıktan sonra aklına bir şey gelmiş gibi eve dönüp:
– Kameş geliyor.” diye evdekilere haber verdi ve geri döndü. Atlı kadına doğru biraz yürüdü ve daha fazla adım atarsa ayaklarının kayacağını fark eden insan gibi kendisini öne atıp biraz sallanarak durdu. Atlı kadın ise yaklaşıp atından erkek gibi zıplayarak indi ve yularını elinde tuttuğu gibi babaannemi kucakladı. Yüz renginin babaanneme, yüz hatlarının ise, özellikle de burnunun deliğinin biri özellikle parmağıyla bastırmış gibi yuvarlak oluşunun dedeme çektiğini o an fark ettim. Önce babaannemin kızı olduğuna pek inanamamıştım, şimdi ise hiç şüphem kalmadı. Kameş, gelir gelmez ağlamaya başladı:
“Sizi tek başınıza buralarda bırakıp da nasıl yaşarım? Size yardım eli uzatmamam ne rezalet! O yalnız oğlun yerine benim canımı alaymış Allah!”
Önce kendisi de ağlayan babaannem, kızının söylediklerinden sonra neden olduğu belirsiz, aniden sertleşti.
“Yeter, sus!” dedi kızına kızarak. “Ölüm haberimizi almış gibi ne ağlıyorsun? Kötülük davet etmeden git babanla doğru dürüst selamlaş.” Kameş’in elindeki yuları çekerek aldı ve atını bağlamak üzere koca ağaca götürdü. Kameş ancak o sırada kapıda dikilip duran beni gördü.
“Hey ağzına ..!” dedi erkek gibi küfrederek. Şaka yaptığını anladım ama yine de bana yöneldiğinde vücuduma bir titreme geldi. Hemen yanaklarımdan, burnumdan, boynumdan, şakaklarımdan, ensemden kısacası gövdemin üst kısmında bir yer bırakmadan öptü.
Hatta kulağımın birine dişi değmişti herhâlde canımı acıtmıştı. Nefesi dedeminki gibi sigara kokuyordu. Böyle öpücük yağmuruna daha önce tutulmamıştım. Tenime babaannemle dedemden başkasının dokunmasına izin vermeyen ben hemen avuçlarımla öptükleri yerleri silmeye başlamıştım ki, “Ay kaybolan babanın ağzına..!” diye bir daha küfretti. “Ne oldu, yüzünü köpek mi yaladı zannettin? Kokunun Satim’in kokusuna benzeyip benzemediğini öğrenmek için öptüydüm. Sanki kokusunu unutmuşum. Gelsene bir daha öpeyim!”
“Benden bu kadar!” diye düşündüm ciddi küfretmediğini anladığım hâlde kendimi pekiyi hissetmeyerek. “Uzak durulması gereken biriymiş.” Tekrar geri geri gidip kaçmaya yeltendim. O da beni kovalamaya pek istekli görünmüyordu. Üstelik benim öptürmeyeceğimi bildiğinden özellikle yapmışa benziyordu. Benim kaçmam ve onun beni kovalaması Allah bilir neyle biterdi? O sırada tezek toplama, eve su getirme gibi ev işleriyle uğraşan Jamihan geldi ve Kameş’ten hâl hatır sormaya başladı. Artık benimle uğraşan kalmadı. Jamihan ve Kameş eve girdiler.
Babaannem atı bağladıktan sonra eğerin terkisindeki heybeyi aldı ve biraz uzakta ısırgan otlarının arasında rahat rahat dolaşarak ağızlarını hareket ettirip geviş getiren iki deveye bir süre kızgın bir şekilde baktı. Şaşırmış, hayrete düşmüş gibi bir hâli vardı. Eve girmek için acele etmedi.
Kameş’in o gelişi, Bübiş’le ikimize birbirimizi daha yakından tanıma imkânı sunmuştu doğrusu. “Korkak, atlı kadından ne diye o kadar kaçtın?” diyeceğini düşünerek, Bübiş’le bir sonraki görüşmemizde ondan çok çekindim. Ancak kız tam tersine bana destek çıktı. “İlk gördüğümde benim de ödüm koptu. Seni kovalayacağından korktum. Sen kaçtıktan sonra bize bakıp güldü. ‘Salima’nın kızları mısınız?’ diye sordu. Annemi tanıyormuş. Sakıp’la ikimize heybesinden şeker çıkarıp verdi. Senin halanmış.” diye yüzüme hayretle baktı. “O kadar yakın akrabanı tanımıyor musun?” diyen suçlama vardı sesinde. Bübiş’in dikkatli oluşuna hayret etmiştim: “Herhâlde kendisi patron, insanlarla sert konuşuyor.”demişti. Öyle düşünmek, örneğin benim rüyama bile girmezdi.
Daha sonra öğrendiğime göre Kameş halam, Bübiş’in dediği gibi genç yaşta ata binmeye başlamış. Büyük patronluk yapmasa da kimi zaman işçi grubunda, kimi zaman da hayvancılık alanında hep idarede büyüklü küçüklü işlerde çalışmış. Bübiş’in hoşuna nasıl gittiğini bilmem, ben kendim ona uzun süre alışamadım. Her ne kadar ilgi göstererek sevgisini belli etse de ona karşı duyduğum güvensizlik beni hiç bırakmadı. Kameş’i tam çözemedim, ancak Jamihan’ı pek sevmediğini ilk gün anlamıştım. Çay içerken:
“Şegenciğim,” dedi o bana, “Sen kimden doğdun, söyle bana gerçeği?” diye sordu ve Jamihan’la benden gözünü ayırmadan sırayla bakıp durdu. O bakışların altında gizli bir şey yattığını hissettim ve her zaman hazır olan cevabımı söylemeye çekindim. Fakat tamamen susmanın ondan daha beter olduğunu çocuk beynim hissettirmişti.
“Babaannemden,” dedim, sesimi mümkün olduğunca kontrol etmeye çalışarak.
“Peki, buna inanalım,” dedi, inanmadığı anlaşılan bir sesle.” Babaanneni mi seversin, yoksa” çay koymakta olan Jamihan’ı işaret ederek, “Şu kadını mı?” diye kurnazlıkla gülümsedi.
“Babaannemi,” dedim hiç şaşırmadan. Aslında gerçekten öyleydi. Sadece kimileri beni şaşırtmak için sürekli böyle sorular sordukları için düşünmeden böyle cevap vermeye alışmıştım.
“Öyle mi?” Kameş hayretle kafasını salladı. “Bak bana öyle yalan söyleme!” dedi aniden renk değiştirerek. “Daha dün Salima’nın kızına Jamihan’ı sevdiğini söylemişsin,” dedi. “Sen kimi kandırıyorsun?”
“Yalan söylüyorsun.”
“Ben sen miyim ki yalan söyleyeyim. Söylemezsen söyleme.”
“Jamihan’a küfedersen babaanneni gerçekten sevdiğine inanırım!”
Gözlerimi açıp babaanneme baktım. Çünkü daha önce böyle bir sınava tabi tutulmamıştım.
“Çocuğu rahat bırak!” dedi babaannem derhal müdahale ederek. “Çocuğa öğrettiğin şeylere bak. Çocuk ne bilsin, küfret dersin küfreder. Onu öyle günaha sokmak da eğlence mi yani? Yapma babacığım.” diye babaannem bu sefer bana baktı, “Başkasına küfredeceksen de ona küfretme! Sev sevme sana sütünü verdi ya. Benden süt çıkmayınca birkaç gün o emzirdi,” diye sözlerini bitirince Jamihan’a gözlerini kıstı.
“Ben tabi o sözlerin altında bir gerçeğin yattığını biliyorum. Öyle olduğu hâlde bilmezlikten gelmem gerektiğini de hissediyorum.
İşte bunları yazarsam okuyucu bundan ne çıkaracak? Asıl konudan saptığım için yine eleştiriye uğramaktan başka kazancım olacak mı? Bence okuyucu daha çok Kameş’in bu gelişinin neyle sonuçlanacağını merak eder. Okuyucu onun annesi ile babasını Kürenbel’e götürüp götürmeyeceğini; götürürse niçin götüreceğini, götürmezse de niçin götürmeyeceğini bilmelidir. Öyleyse kafayı karıştırmadan onları yazmam daha doğru olacaktır”.
Şegen, bu karara vardıktan sonra evin içinde bir ileri, bir geri dolanarak epey vakit geçirdi. Acıktığını fark etti. Sessizce mutfağa gidip bir dilim ekmeğin üzerine ince tereyağı sürüp yedi. “Böyle bahanelerle ara vermemeliyim,” diye düşündü çalışma odasına giderken, “Zaten kâğıt üzerine değil, aklımda yazıyorum. Daha sonra düzeltmek için uğraşmayacağım. Şu an önemli olan ne yazacağımı, nasıl yazacağımı bir düzene sokmaktır.”
Oturarak akılda yazmayı denedi. Olmadı, pek rahat değildi. Oturan insana, akılda yazmaktan kâğıda yazmak daha uygundu. Tekrar gidip kanepeye uzandı. Kafasında yazma işine devam etti.
* * *
İlk geldiğinde söyledikleri bir şey değilmiş Kameş’in. Asıl konuya sonra geçti.
“Sizi götüreceğim!” dedi, kesin kararlılıkla net söyleyerek. “İtiraz edenlere gününü gösteririm!” der gibi, bunları söyledikten sonra bir süre mosmor kesilerek evdekileri sessizce süzdü. Birini düelloya davet eder gibi bir hâli vardı.
Gözlerini kırparak kayınvalidesi ile kayınperderine yalvarır bakışlarla bakan Jamihan’ın taşınmak istemediği her hâlinden belli oluyordu: İstemediğini belli etmemeye çalışarak kâh çay içtiği kâseyi hareket ettiriyor, kâh beyaz çaydanlığı düşerken yakalamış gibi tutup yerini sağlamlaştırıyordu. “Söz sahibi ben değilim, budur.” anlamında Batjan, yandan Mamet’e bakıp duruyordu.
Kesin kararı verecek olan Mamet, Kameş’in dediklerini pek ciddiye almamış gibi yaptı. Bir ara yatışmamış sinirine kapılarak “İnadına taşınsam mı?” diye geçirdi kafasından. Eşiyle gelininin tepkilerini merak ederek durumu biraz zorlaştırmak istedi.
“Taşınmak zor değildir.” diye, üstü kapalı olarak başladı konuşmaya. “Sessizce kaçar gibi ayrılamayız. Koyun kesip insanları davet edelim, vedalaşalım.”
“Ne yani, taşınmak mı istiyorsun?” Mamet’e bakan Batjan, kızgınlığını gizlemedi.
“Taşınmayıp da ne yapacağız? Yapayalnız burada oturmaya devam mı edeceğiz?”
“Taşınmak istiyorsan kendin taşın. Ben burada kalıyorum.”
“İstediğin başka biri ise burada da bulabilirsin. Hiç engel olmam. Ben Şegenimle, Jamihan’ın yanında olurum.” Düzgün durmasına rağmen eşarbının bir tarafını eliyle yana çekti ve ardından tekrar eski hâline getirdi.
“Bunu neden daha önce söylemedin?” dedi Mamet, eşinden gözlerini ayırmadan. Ciddi mi söylüyordu, şaka mı yapıyordu belli değildi. “Tam taşınmak üzereyken ortalığı karıştırıyorsun. Çok konuşma, düşünecek bir şey kalmadı. Onun yerine git Salima’dan ödünç bir koyun getir. Sonra Kabi ona yayladaki koyunlardan verir.”
Deminden beri kocasının söylediklerini her zamanki şakalarından zanneden Batjan, artık ciddi ciddi korkmaya başladı. “Bu inatçı taşınırım der ve taşınır,” diye düşündü iyice panikleyerek. Fikrini söylemek istediyse de kendini tuttu. – Şimdilik net bir şey söylemedi ya. Sinirlenir, daha çok inadı tutar. Sıcağı sıcağına bir şey demeyeyim. Belki sakinleşince fikrini değiştirir, taşınmaktan vazgeçer.”
Develeri getirip taşınmakta ısrar eden kızının da huyunu iyi biliyor Batjan. Dediği dedik olan Kameş, inat konusunda babasını geride bırakır. Bunlarla sadece yumuşak konuşarak baş edilebilir. “Şu aksiliğe bak. Yanımızda hiç olmazsa bir erkek olsaydı,” diye kızdı Batjan, kendi kendine. “Şırakay’ı nasıl çağırsam?” Kocasını biraz da olsa yumuşatmak amacıyla gülümseyerek baktı.
“Evinde oturup talimatlar verip duracağına atına binip biraz dışarı çıksana. İyi veya kötü sonuçta kardeşindir Şırakay. Buradan geçen birilerinden haber gönderip çağırsaydın ya. Kardeş kardeşi bıçaklamış, dönmüş yine kucaklamış. Büyüğüm diye kibirleneceğine sen de biraz alçakgönüllü olsana!”
“Hazırda habercim mi bekliyor ki haber göndereyim? Habersiz taşındık diye endişelenecek olursa arar bulur. Yerin dibine taşınmıyoruz ya.”
“Annem delirdi herhâlde?” dedi Kameş, sinirli ve sert bir sesle. “Şu kimsesiz yere getirip bırakan işte o kardeşi değil miydi? Haberci gönderip aldıracak kadar önemli biri mi o? Ona akıl danışacak kadar aklımı yitirmedim. Baba benim, anne benim. Nereye götürmek istersem oraya götürürüm. O bana kesinlikle karışamaz. Eğer önüme çıkarsa uyarmadı demeyin, Şırakayının gırtlağını keserim. Onun yerinde başka bir erkek olsaydı şu yaptıkları için Botaş’ın kafasını çoktan kırmıştı. Ezik doğmuş erkek! Ona erkek bile denemez. ‘Satim’in babası senin de baban sayılmaz mı?’ diye, iki laf etmeye cesaret edemeyen o hayırsızı haberci gönderip aldıralım diye delirtme beni!”
“Sen kendine bak!” Sırtına düşen eşarbının ucunu tekrar tekrar aşağı çeken Batjan yerinden kızgın bir şekilde kalktı. “Birinin ayıbını yüzüne vurmayı kahramanlık mı zannediyorsun? İnsanları birbirine kötüleyerek aralarını açma! Allah yumuşak huylu yarattıysa Şırakay’ın ne suçu var? Kendisi için kızıyorsunuz, Botaş için yine kızıyorsunuz. Babanı ikiniz, onu tarafınıza hediye olarak verilmiş eşek mi zannettiniz? Botaş’a sözünü geçiremez o. Assanız da, kesseniz de cesaret edemez. Bunu bildiğiniz hâlde ne diye sövüp duruyorsunuz? Yapabilecek durumda bile olsa kimseye kötülük yapmaz o!”
“Evet, bütün dünyadaki tek melek senin Şırakayındır!” Kameş annesinin Kabi’yi o kadar savunmasına sinirlenmiş, küplere binmişti. Durmadan yutkunuyor, dudaklarını ısırıyordu. Kendisini zor tutmuştu. Sanki sinirden boğazı düğümlendiği için çaresiz durmuştu.
“Yeter! Kendinden büyük insanla böyle konuşmaya utanmıyor musun?” Batjan kızına kızarak yüzünü buruşturdu. Söylediklerinin eşini kızdırıp kızdırmadığını öğrenmek için Mamet’in yüzüne baktı ve kızacak olursa kaçmayı düşünmüş gibi kapıya yaklaşıp durdu. “Sizinki ‘Vur abalıya.’ Babanı, ikiniz hemen üste geçmeye çalışır, kendinizden aşağı görmeye başlarsınız. Akrabası saymayan insanı başkaları sayar mı hiç? Biraz daha ister misiniz? İsterseniz devam ederim.” der gibi heybetlenerek, kocası ile kızına kötü kötü baktı. Fakat daha fazla devam etmeyip evden çıktı. Babaannesinin eşarbına bağlanmış gibi Şe-gen de onunla birlikte çıktı.
Bir şeyler söylerse başına bela alacağından çekinen Jamihan ağzını açmadan yere baktığı gibi oturmaya devam etti.
Batjan’la birlikte Salima’nın evine Şegen de gitti. Odun toplamaktan dönen Salima henüz sofraya geçmişti. Bunlar eve girince yerinden kalkma teşebbüsünde bulundu.
“Teyze buyurun, daha yeni oturmuştum. Yorulmuşum,” dedi, hemen kalkmadığı için özür dilercesine.
“Kalkma. Ben geçerim,” diye cevap verdi, özür dileyecek bir durum olmadığını fark ettirir bir sesle.
“Bübiş, teyzenin altına minder getirsene kızım!” dedi, Sa-lima yorgan ve yastıkların bulunduğu tarafı işaret ederek. Kız hemen anlayarak ince ve uzun, kırmızı renk ağırlıklı minder getirip seriverdi. Eğildiğinde aşağı düşen iki tarafa örülmüş saçlarını geriye atarken Bübiş, Şegen’e bakıp gülümsedi. “Gel sen de otur. Senin için de serdim.” diyordu sanki. Bübiş ne demek isterse istesin, bu gülümseyişi Şegen’i mutlu etmişti. Nedenini kendisi de bilmeden Şegen de kıza gülümsedi.
“Allah iyiliğini versin, zahmet etmeseydin!” diye nezaketini ifade eden Batjan’ın sesinden çok memnun kaldığı da belli oluyordu. “Şu Kürenbel’de oturan kız, Allah iyiliğini versin!” diye hemen ziyaret nedenine geçerek acele ettiğini de belirtti. “Gelir gelmez başladı yaygaraya. Millet dedikoduya meraklı biliyorsun. Herhâlde birileri ‘Annenle babanı Botaş sürgün etmiş’ demiş olmalı, bizi tamamen götürmek üzere iki deveyle gelmiş. Kız da olsa misafirdir. Bize ödünç olarak bir koyun ver, onuruna keselim. Bizim hayvanların hepsi yaylada, Şırakay ilgileniyor, alıp veririz sana. Bir ricam daha var. Bir yolunu bulup bugün yarın Şırakay’ı aldır. Ağabeyi ile yeğeni inatçıdır. İkna edemiyorum, bir şekilde evi taşıyacaklar bu gidişle.”
“Tamam, teyze, istediğin koyunu hemen seç. Şırakay’a bugün haber gönderemeyiz. Birazdan hava kararacak.”
Salima haklıydı. Ancak böyle zor durumda ondan başka yardımcı olabilecek kimse de yoktu. Batjan sıcak çayı yudumlarken: “Bu gece biri gitse bile Şırakay ancak yarın akşam gelebilecek. Yarın akşama kadar Kameş’i kim durduracak? Salima’yı gönderirse kendisine taraftar olacak kimse de kalmayacak” diye düşünüyordu.
“Teyze taşınıverin. Neden bu kadar sorun ediyorsun? Kürenbel şurası. Ha Akjazık da oturmuşsun, ha Kürenbel’de.”
Salima’nın özellikle kendisinin tepkisini görmek için söylediğini Batjan fark etmedi.
“Allah Allah, ne diyorsun?” Ağzına götürmekte olduğu kâseyi sofraya geri koydu. “Deli miyim ben. Taşınacağıma ölürüm daha iyi. Hiç anlamıyorsunuz. Bizim gerçek varlığımız tek oğlumuzdan kalan şu çocuktur.” Utanarak kendinden uzaklaşmasına bakmadan Şegen’i çekip alnından kokladı. “Şu esmer yaramazım yanımda olduktan sonra ben su ile doyarım. Hiçbir mal mülk şu yalnızımın yerini tutamaz. At bakmayacaksak kendimize bakarız. Hiç umurumda değil, açlıktan ölecek değiliz ya. Birilerine kızmaya, birileriyle inatlaşmaya ne gerek var? Önemli olan şu esmer yaramazımdır. Yeter ki bu sağ salim olsun.” Tekrar eğilerek torununu sevmek istedi. Torunu kendini tekrar geri çekti. Şegen, Bübiş’in yanında daha büyük görünmek istedikçe babaannesi onu beşikteki bebek gibi sevmek istiyordu.
“Taşınırsanız Jamihan’la Şegen burada kalmayacak ki! Sizinle gelecekler.”
Salima’nın ne öğrenmek istediğini bu sefer anlamıştı Batjan. Ancak, doğruyu gizleyip yalan söyleyemedi.
“Her şey o kadar kolay olsa keşke! Taşınmakla, gitmekle sorun çözülse. Benim tanıdığım Jamihan’la Kameş aynı çatı altında kesinlikte yaşayamaz. Mamet bunu düşünemiyor. Kendisini sinirlerine kaptırmış vaziyette. Ben nasıl dik dik baktığında susup hemen uzaklaşıyorsam, diğer herkesin önünde titremesini bekler zavallım. Kürenbel’e giderse torunundan olabileceği aklının ucundan bile geçmiyor.”
“Ne olur böyle kötü şeyler getirmeyin aklınıza! Jamihan sizleri ağlatır mı hiç?”
“Ne olur, ne olmaz. Kızla gelinin birbirleriyle atışmasından endişeleniyorum. İçini kurt yemiş kuru ağacın kırıldığı gibi bir gün bozuluverir araları. Taşınmasına taşınırız da, ikisi geçinemedikten sonra hayatımızın bir anlamı kalır mı? İşte bunları düşünmek hayatımı zehir ediyor.”
“Evet, evet,” dedi Salima kadının endişesini anlayışla karşılayarak. Şegen’in yanında pek bir şey söyleyemedi. Sadece derin bir ah çekip derdine ortak olduğunu hissettirdi. “Annesi giderse, buzağı da durmaz diyorsunuz.”
Geliş amacı aniden aklına gelen Batjan tekrar konuya döndü:
“Salimacığım, tek komşumsun. Az önceki ricamı bir daha tekrarlıyorum. Senden başka güvenebileceğim kimse yoktur. Geç kalırsam evdekilerin anlaşamayıp kavga edeceklerinden korkuyorum. Benim için çok fedakârlık ettin. Satim için bir fedakârlık daha yap: Gece de olsa Şırakay’a haber götür, gelsin. Şu ihtiyar ne kadar kızarsa kızsın onu yanında biraz sakinleşir. Beni endişelendiren taşınmak değil, az önceki söylediklerimdir. Anladın, değil mi?”
Salima, bir süre susup düşündü. Ne cevap vereceğini bilemedi. Çok zor durumda kalmıştı. Batjan’ın söylediklerinden anladığı, Jamihan açık açık itiraz etmese de taşınma taraftarı değil. Kayınpederi ile görümcesinin ise bunu taktıkları yok. Şu zeki kadın, şu anki anlaşmazlığın ileride daha kötü sonuçlar doğuracağından endişeli. Olabilir. Sürekli baskıya genç kadın nasıl dayansın? Günlerden bir gün patlayıverir. Kadın söylediklerinde haklıdır. Ama Kabi’yi getir demesi zor bir konu. Onu bir gecede yaylada bulmak, bırak kadını, bir erkek için de zordur. Kabi’nin bu sene Suvıksay’a yerleştiğini duymuştu. Ancak o çalışan biridir. Hayvanları kontrol etmesi gerekir, çobanlara görevler vermesi lazım. Evinde bulunmayabilir. Evinde bulamazsa yaylanın neresinden bulacak? Onun bulunduğu yeri öğrenmek de epey uğraştıracak kendisini.
Cevabını ne zaman söyleyeceksin der gibi Batjan, sesli olarak derin nefes aldı ve gidecek gibi oldu.
Ne cevap vereceğini bilemeyen Salima şaşırmıştı. Kabul etmek istiyordu, ancak görevinin üstesinden gelebileceğinden emin değildi. Öte yandan Batjan’ı da kırmak istemiyordu. Seçenek hakkı da bırakmıyordu kadın. Zor durumda olduğunu gördüğün hâlde yardım elini uzatmamak insanlık sayılmaz. Riske girip gece yola çıkar, Kabi’yi bulursa ne âlâ; bulamayıp eli boş dönerse ayıp olacak. “Satim için!” demesine baksana bir de. Son isteğiymiş gibi.
“Teyze, ne yapsam acaba? Beni çok zor durumda bıraktınız. Atı nereden bulacağım?” dedi aniden bahane bulduğuna sevinerek. Batjan’ın da rengi bozuluverdi.
“Eyerin var mı?” dedi yüzüne bakıp.
“Kötü bir eyer vardı.”
“Öyleyse bizim ihtiyarın atını al. Sorumluluğunu ben alırım. Onun için dayak yiyeceksem yerim. Allah iyiliğini versin, yeter ki Şırakay’ı bul!”
“Eyvah teyzeciğim sonra ben de sizinle birlikte dayak yemeyeyim.”
“Sana öyle bir şey yapmaya hakkı yoktur. Benim gönderdiğimi söyleyeceksin.”
“Çok zor bir durum! Gece kızlarım korkar mı acaba? Etrafta kimse yok, giden geçen kötü niyetli insanlar rast gelirse.”
“Onlar için hiç endişelenme. Akşam şu esmer yaramazı getiririm, insan sayısını çoğaltsın. Uyuyana kadar kendim göz kulak olurum. Gece de yanlarına Jamihan’ı gönderirim.”
Batjan iyice sıkıştırmıştı. Salima’nın kabul etmekten başka seçeneği kalmamıştı.
“Bu arada,” dedi Salima, bir bahane daha söylemeye çekinerek, “Koyun istemiştiniz ya. Koyunu tek başıma yakalamak zor olacak. Jamihan gelip bana yardımcı olabilir mi?”
“Tamam. Diğer konuda sana güveniyorum. Sen bana iyilik yaparsan, Şegenim de sana iyilik yapar.” Batjan “Ȃmin.” deyip sofradan kalktı. “Hey Allah, belim tutulmuş.”
Bübiş’e “Ben de çaresiz babaannemle gidiyorum” anlamındaki bir bakış atan Şegen de yerinden kalktı.
* * *
Batjan, ertesi gün şafak vakti evden çıkıp alelacele Salima’nın evine doğru gelirken uykulu gözlerini ovuşturarak gelen Jamihan’a rastladı.
“Beni ararsınız diye erkenden eve geliyordum,” dedi, esneyen ağzını eliyle kapatarak.
“Seni aramıyorum, Salima’ya geliyorum. Şırakay’ı bulmuş mu? Bütün gece uyuyamadım. Döndü mü kendisi?”
“O yaylaya gitmemiş?”
“Ne? Allah iyiliğini versin, neden?” Rengi değişen Batjan neredeyse ağlamak üzereydi. Üzgün sesinden “Her şey mahvoldu öyleyse.” anlamında çaresizlik ve pişmanlık; gözlerinden “Yoksa sen mi karıştırdın?” diyen şüphe hissediliyordu. Kayınvalidesinin renginin atmasından korkan Jamihan bir an önce durumu izah etmeye çalıştı.
“Evden çıkınca yaylada kayınbiraderini bulup bulamayacağından endişelenmiş, bulamazsa ayıp olacağını düşünmüş. Sonra da iki deveden kurtulmanın yollarını aramış. Gece develeri Kürenbel’e götürüp bırakmış. Kendisi az önce geldi ve yattı.
Batjan sinirlendi ve sustu. Bir sorun yokmuş gibi hiç acele etmeden şakaklarındaki saçlarını eşarbının altına soktu. Her zaman sabırlı olan ciddi küçük gözleri sopsoğuk taş gibi donakalmıştı. Az önceki gibi değildi, yüzüne renk gelmeye başlamasına rağmen canının çok acıdığını Jamihan anlamıştı.
“Eh, ne yapalım?” dedi deminden beri düşünürken aldığı kararı gelinine duyurarak, “Yapacak bir şey yok. Kaderimiz neyse göreceğiz.”
Jamihan eve gelir gelmez ev işlerine başladı. Önce çay koydu, ekmek yapmak amacıyla hamur mayaladı, tencereyi alıp dışarı çıktı ve fırını hazır etti; hiç oturmadı. Taşınma konusunun tekrar açılacağını ve sonucunda kavga çıkacağını hissederek canı sıkıldı. Daha çok, Kameş’in iki devesini bulamayınca göstereceği tepkiden korkuyordu. Güvendiği tek kişi olan kayınvalidesi de epey endişeli görünüyordu. Kameş’in gelmekte olduğunu eğilip semavere odun atarken fark etti. Görmezlikten gelmek istediyse de cesaret edemedi. Kafasını kaldırıp zorla gülümsedi:
“Abla nasılsınız? İyi uyuyabildiniz mi?”
“Böyle uyku mu uyunur? Yatağı eğik yapmışsın, bütün gece kaymaktan doğru dürüst uyuyamadım.” Kameş’ten bunları duyan Jamihan, onu görmezlikten gelmediğine pişmanlık duydu. “Sen neredeydin? Salima’nın evinde mi kaldın?”
“Evet, ev dar olunca …”
“Yalan söyleme. Böyle bir evde yirmi kişi kalmıştık. Seninki ise Salima’nın dedikodusunu dinlemek için bulduğun bahanedir. Biz de biliyoruz bazı şeyleri. Onunla çok yakın olmuşsun. Allah sonunu hayır etsin. O kadının şu küçük kızını kimden doğurduğunu biliyor musun? Söylemiştir.”
Kameş’in demek istediğini anlamıştı Jamihan. Salima’nın, Sakıp’ı kocası askere gittikten sonra doğurduğu gerçekti. Ancak o konu şu anda açılacak bir konu değildi. Sen de öyle yapmak istiyorsun diyordu kendisine. Jamihan çok sinirlendi. Ani sinir onun cesaretini arttırmıştı.
“Ne tuhaf bir insansınız. Milletin kızının ne zaman, kimden doğduğundan bana ne? İster söyler, ister söylemez.” Kendini tutamayıp titreyerek sinirle semavere üflediğinde, semaverin odun atılan yerinden önce simsiyah duman yükseldi, ardından da tutuşup yanmaya başladı. “Issız bir yerde oturan iki aile birbirimizle konuşmayacak mıyız?”
Kameş’in iki yanağı büzüle çözüle, şişe ine değişik haller aldı. Tıpkı kaynamak üzere olan çorbaydı. Jamihan’a yiyecekmiş gibi kötü baktı. Her ne kadar sinirlenirse sinirlensin adı gelin olunca ondan böyle bir cevap beklemiyordu. Kanı beynine sıçramıştı. Yanına gidip kafasını semaverin deliğine sokmak istedi. Ancak gelinin siniri cesaretini kırmıştı. Bir tane lafına beş tane laf hazırdı sanki. Akıllı ve sabırlı olarak sinirini yenebileceğini sergilemek amacıyla kendini tuttu ve dişlerini sıkarak kıs kıs güldü.
“Bakıyorum Salima’ya laf ettiresin yok. Allah kendi ağzıyla tutulmaktan korusun. Öylesine durumu izah ettiğime bu kadar sinirlendin, bir dövmediğin kaldı.”
Dünden beri kendini tutmaktan, sabretmekten yorulan Jamihan, yersiz patlak verdiğini anlamıştı. Verecek cevapları ağzından dökülmeye hazır bir şekilde bekliyor olmasına rağmen suçunu hafifletmek amacıyla bundan sonra ne olursa olsun susmaya karar verdi. Yüzüne bakarsa yine bir kusur bulacağını veyahut bir şeyleri hatırlamasına neden olacağını düşündüğünden, semaverin etrafında odun kesme ve semavere kor atma gibi işlerle uğraştı. Ancak, onun öyle ters dönmesini Kameş kibirlilik olarak kabul etti.
“Bana bak,” dedi, Jamihan’a yaklaşıp, “Sen beni kulağı işitmeyen sağır, gözleri görmeyen kör mü zannediyorsun? Geldiğimden beri dikkat ediyorum: Elinden gelse vuracaksın beni. Çaresizce dinliyorsun. Senin taşınmak istemediğini ben adım gibi biliyordum. Taşınmazsan gör bak, ölene dek düşmanın olacağım. Taşınmaya kıyamayacağın kayınpederinle kayınvalidenden daha yakın biri mi var? Öyle biri mi var? Seni tahrik edenlerin kimler olduğunu çok iyi biliyorum ben. Botaş, Kabi, üçünüzün ağızbirliği yaptığınızı, ilk dedikodu çıktığında hissetmiştim. Aslan gibi ağabeyimin yuvasını bozmak istediniz değil mi? Yuva bozmanın nasıl olduğunu gösteririm ben size? Ölürsem yapacak bir şey kalmaz ama ben hayattayken Satim sahipsiz kalmaz. Onun adına iğnenin deliği kadar leke sürecek olan kişi benim has düşmanım olur. Başka her şeyi affederim ama böyle bir şeyi kesinlikle affetmem. Çünkü ben onun için hayattayım. Sadece onun için!”
Jamihan da sinirden patlamak üzereydi: “Daha ortada bir şey olmadığı hâlde nasıl suçlar? Başkasının sinirini neden benden almak ister? Benim çok mutlu olduğumu mu düşünüyor. Eğlence düşkünü fahişeymişim gibi nasıl azarlar?” O kadar sinirlendi ki hemen saçını başını yolmak istedi.
“Şu zehir saçan ağzını paramparça etsem!” diye bağırdı kanı beynine sıçrayarak.
Büyük felâketin yaklaştığını anlamıştı Batjan. Mamet, bunların konuşmalarını duyup da evden çıkacak olursa asıl fırtına o zaman kopardı. Hemen durdurmazsa iyice kızıştıktan sonra bunların sakinleşmeleri zor olacaktı. Çok kızmış gibi bir yüz ifadesiyle Jamihan’ın yanına gelip elindeki maşayı çekip aldı.
“Utanın halinize! Daha ağzınıza bir lokma koymadan kavgaya başladınız. Aklınızı mı yitirdiniz siz?” Jamihan’ın elinden çekti ve: “Git, iki kova su getir! Tencereyle su ısıtıp bulaşıkları yıkasana!” dedi.
Kayınvalidesinin bunları kendisine özellikle söylediğini anladı gelini. İki kovayı alıp oradan uzaklaştı. Kameş’le ikisini başka şekilde ayırmak mümkün değildi.
Kahvaltıdan sonra Kameş, tamamen karara bağlanmış bir konu gibi:
“Taşınma hazırlıklarına başlamayacak mısınız?” dedi, emrivaki bir sesle babasına bakıp. “Düşünüp taşınmaya devam mı edeceğiz?”
Mamet kıs kıs güldü ve ardından hemen toparlandı.
“Evi ve eşyaları, tamam develere yükleriz. Peki, insanları nereye bindireceksin? Atlara ikişer ikişer binerek mi gideceğiz?” dedi, sonunda sormak için sakladığı bir soruyu sorarcasına. Taşınacak birine hiç de benzemiyordu. Tam tersine: “Beni yerimden kıpırdat da göreyim.” der gibi bir hâli vardı. Kameş o an kem küm etti ve hızlıca o soruna da çözüm buldu:
“Sorun değil. Jamihan’la biz devenin semerine biner gideriz.”
Mamet itiraz edemeyip yere baktı. Bahanesi işe yaramayınca hayal kırıklığına uğramışa benziyordu. Ben de bu karara katılıyorum der gibi sessizce yerinden kalktı. Yorgan ve yastıkların toplu olduğu duvardaki kamçısını alıp elinde oynattı ve kafasına geçirecekmiş gibi gözleri yuvalarından fırlayarak karısına baktı.
“Şu ekinin halka ait olduğunu biliyor musun?” dedi. Bunu neden kendisine sorduğunu anlamayan Batjan da kocasına şaşkın gözlerle baktı. “Bu ekini sahipsiz bırakmakla Botaş’tan intikam almış sayılmazsınız. Biriyle haber göndereyim. Bekçilik görevimi sağ salim teslim edeyim. Yaşlandığımda milletin günahını alamam.”
Kameş, bunlara karşı gelmeye cesaret edemedi. Babası o hâlde dışarı çıktı. Ondan haberi kiminle göndermeyi düşündüğünü sormaya da kimse cesaret edemedi. Şu ıssız yerde kimi bulacaktı da gönderecekti? Kendi giderse nereye gidecek? Yaylaya mı, yoksa Kolhoz Merkezine mi? Bugün eve dönüp dönmeyeceği de belli değildi.
“Ben dışarı çıkıp develere bakayım.” dedi, Kameş de yerinden kalkıp.
* * *
Kameş, eve öğle vakti döndü. Jamihan, kapının önünde ev işleriyle uğraşıyordu. Attan inen Kameş’in sinirden kudurmuş olduğunu fark etti. İki avurdu aşağı inmiş, yutkunan kurbağanın solungacı gibi kâh kalkıyor, kâh iniyordu. Yüreği ağzına gelen Jamihan, Kameş’in gözüne görünmemek için evin arka tarafına yöneldi. Hızlı yürümekten elbisesinin eteği şıkırdayan, kollarını hızlı sallamaktan koltuğu sürtüşerek kütür kütür ses çıkaran Kameş’in üzerine çullanmakta olduğunu tüm vücudu titreyerek hissetti. “Anne!” diye arkasına döndü. Ok gibi atılan kartalın tıslaması gibi bir ses duydu. Kameş hiç konuşmadan pat diye Jamihan’ın boğazına yapıştı. İki eliyle tutup yere atıverdi. Daha canı pek acımayan Jamihan pek karşılık göstermedi, sadece yüzünü elleriyle kapatmak suretiyle başını korumak istedi. “Şu iki kadın delirdi mi nedir?” dediğini duyunca kayınvalidesinin hemen yardıma koştuğunu anladı. Kendisine destek geleceğini bildiğinden sesini çıkarmadı. Tam o sırada ağzına ani bir tekme yedi. Dilinin ucuna tuz konmuş gibi ağzında ilk önce ekşi bir tat hissetti. Ardından ılıklaşan tat değişiverdi. Kan olduğunu anlamıştı. Sinir ve öfke beynine sıçradı. “Ne suçum var? Suçum kardeşinin ocağını tüttürmem mi?” diye düşündü ve yerinden fırlayarak tüm gücüyle Kameş’i göğsünden itiverdi. Kameş sallanarak yere yığıldı. Durum iyice zorlaşıyordu. Kameş de yerinden hemen kalktı ve demin odun kesilen yerdeki baltayı eline aldı. “Öldür…” dediğini duydu sadece Jamihan. “Öldürdü” mü demişti, yoksa “Öldürürüm” mü demişti? Sözünün sonunu duyamamıştı. Ancak, artık kendisine acımayacağını kesin biliyordu. Görümcesine el kaldırmanın büyük bir ayıp olduğunu, kendini aklamanın da zor olacağını, hepsini anladı. Korkusundan deminki öfkeden bir şey kalmamıştı. Sadece kaçarak kurtulmayı düşünerek Salima’nın evine doğru koştu. Elinde baltayla kovalamaya yeltenen Kameş’in önünü Batjan kesti.
“Allahın cezası, delirdin mi sen? Bırak şunu! Onun ne suçu var?”
“Suçu çok onun. Öldüreceğim o kancığı!”
“Giderken her şey normaldi. Ne oldu da kanın beynine sıçradı yine? Babanla ikiniz beni öldüreceksiniz. Hep kavga dövüş içindesiniz.” Batjan kızının önünü kapatıp elinden baltayı aldı. “Bir insanı öldürmek kolaysa, beni öldür! Böyle işkenceni çekeceğime ölmeyi tercih ederim.”
Annesinin feryatla söylediği sözler Kameş’i durdurdu. Hemen sakinleşemeyip kendini savunur gibi konuştu:
“Benim kendimi cennette hissettiğimi mi zannediyorsun? Hayatta olanının da, olmayanının da namusunu koruyacağım diye öleceğim herhâlde.”
“Ölmezsin. Ondan öleceksen milletin dedikodularına kulak asma. Milleti dinlersen millet ne demez.” Şaşkın şaşkın kızının yüzüne baktı. “Sana karşı gelecek kimse yok burada. Aniden ne oldu da böyle küplere bindin?”
“Getirdiğim iki deve yok olmuş. Bakmadığım yer kalmadı. Geç uyandım ve sorunun kimden kaynaklandığını ancak iyice yorulduktan sonra anladım. Kadın geceyi neden evde geçirmedi diyordum, meğerse develeri yok etmek içinmiş! Daha dur, göstereceğim ben sana gününü, kurnaz! Sana inat, taşıyacağım evi! İhtiyarlara bu çektirdiklerin de yeter. Her şey senin yüzünden!”
“İhtiyarlar, ihtiyarlar! Bizden kurtulmadan kavganız bitmeyecek anlaşılan sizin. Bizi böyle düşüneceğinize hiç düşünmez olaydınız. Beynimizi kemirip bitirdiniz iyice. Senin yanına taşınınca göreceğimiz bu mu, yani?” Kızına kızarak kaşlarını çatan Batjan ters döndü ve elindeki baltayı bir daha ihtiyaç duyulmayacak bir eşyayı atar gibi odunların yanına atıverdi. “Kavga etmeden konuşmayı bilmez misin sen? Sabahtan beri huzurumuzu kaçırıp duruyorsun.”
“Anne, birileri geliyor!” dedi Jamihan hem uyarıcı, hem korkulu bir sesle.
İki atlı yaklaşmıştı. Ev sahipleri kendi işleriyle uğraşıyormuş gibi yapıp durumu belli etmemeye çalıştılar.
Yaylaya gitmekte olan iki kişiye çay ikramında bulunuldu. Batjan, ileteceklerinden pek emin olmasa da Kabi’ye gelmesi için haber gönderdi. Çabuk yetişmesi için Kürenbel’e taşınmak üzere olduklarını söyledi.
* * *
Bir kâse ayranı alelacele içip dışarı çıkan Şegen, günün sakin ve sessiz başlamasına sevindi. İki devenin de yok edildiğini duyunca hemen taşınmayacaklarını anlayıp gönlü hoş oldu ve rahat rahat oyuna koyuldu. Taşa taşı vururken evden bayağı uzaklaşmıştı. Uzaklaştığını fark ederek arkasına döndüğünde yayla tarafından hızla gelen bir atlıyı gördü ve hemen tanıdı. Gelen amcası Kabi idi. Eve koşup babaannesine müjdeli haberi vermek istedi ama Kameş’ten çekindi. Oyuna devam etmesi daha doğru olacaktı. Ancak evde olacakları kaçırabilirdi. Gidip kendi gözleriyle görmeliydi.
Mamet, ihtiyacımız olmayan bir zamanda sen de nereden çıktın der gibi kardeşinin yüzüne ilgisizce baktı ve soğuk bir şekilde selamlaştı. Dün kolhozun ekinini bahane ederek evden çıkarken aslında ekini teslim etme gibi bir düşüncesi yoktu. Kardeşini de beklemiyor değildi. Kabi’nin geleceğini, Batjan’ın Salima’nın evine sık sık gitmesinden anlamıştı. Kameş’in iki devesinin aniden kaybolmasının da karısı ile Salima’nın işi olduğunu sezmişti.
Hem sır vermemek için, hem de Kabi’yi daha çok endişelendirmek için Mamet, özellikle ilgisiz ve kayıtsız davrandı. Kıs kıs gülerek: “Bunca yoldan ivedi gelip de ne diyecek acaba? Ta yayladan geldiğine göre bu zavallım da birilerine acıma, birilerini düşünme yeteneğine sahipmiş!” diye dalga geçiyordu içinden onunla.
Mamet, hafif öksürerek yan gözle Kabi’yi inceledi. Kaşı çatık olmasına rağmen yüzünde fazla korkutucu bir heybet yoktu. Kızgın bir insandan ziyade kırılmış bir çocuğa daha çok benziyordu. Her zamanki alışkanlığıyla eli sürekli ensesindeydi. Kaşıdığı veya sıvazladığı belli değildi. Elini hep ensesine götürüyordu. Kameş ise kendisini zor tutuyor gibiydi. Kabi ağzını açtığı an saldırmaya hazır bekliyordu. Ev işleriyle uğraşan gelin nezaket icabı her ne kadar sesini çıkarmıyor ise de, onun da karakterinin maşallahı vardır. Allah işte ondan korusun. Bir kızarsa, bakmaz nezakete icabete, patlar. Ne yapsın, tek sevinç kaynağı olan şu yaramaz Şegen için bazı şeyleri alttan almak zorundadır. Doğrusunu söylerse herkesin iyi geçinmesini sağlayan şu küçücük esmer hanımıdır. Anlaşamayanı barıştıran, herkesin gönlünü hoş eden, arabuluculuk yapıp yaklaştıran Batjandır. Kadıncağız herkesi idare eder. Ne kadar söylense söylensin her şeye dayanır. Eğriyi doğrultur, doğruyu eğrilttiği olmamıştır.
Herkesin sessizce kendisini beklediğini fark eden Kabi çaresizce konuşmaya başladı.
“Nedir bu söylenenler? Kürenbel’e taşınıyormuşsunuz.” Kime sorduğu, kime hitaben söylediği belli değildi. Ancak kendisini zor tutan Kameş, daha fazla bekleyemedi, patlayıverdi.
“Taşınmayıp da ne yapacaklar? Kış, yaz şu bıraktığın ıssız yeri mi koruyacaklar? Milletten uzak, gözden ırak güzel yer bulmuşsunuz. Botaş’la ikinize minnettarlar. Size güvenip de annemle babamı dışarıda bırakacak değilim. Öleceklerse yanımda ölsünler.”
Kabi, kısa parmağıyla alnını sıvazladı. Şıp şıp terleyerek tüm yüzü tam olmamış çileğin küçük tomurcukları gibi kıpkırmızı oldu. Gözlerini kırparak Kameş’ten gözünü ayırmadan:
“Söylediklerine bak!” dedi bir şey ısırmış gibi ensesini kaşıyarak. “Botaş at bakıcılığına son verdi diye herkese küsmeleri mi gerekir? Başka işte çalışanlar geçinemiyor mu yoksa? Kürbelen’e götürünce rahat ve saadet içinde mi yaşayacaklar? Bir ihtiyaçları olmayacak mı?”
“Herkesi kendin mi zannediyorsun? Allah’a şükür ikisine bakacak kadar durumum var. Şöyle ıssız yerde kalacaklarına halkın ortasında oturmaları daha iyidir.”
“Bakacağım lafını, dilenerek önüne gelirlerse söyle; geçinemiyorlarsa söyle. Sen kızdın diye millete sırtlarını çevirecek değiller, bana sırtlarını çevirecek değiller. Yanlarında yaşayan gelin ve çocuk vardır.”
“Maşallah, nasıl da koruyor! O kadar güçlüysen bir iki çift laf etseydin ya Botaş’a. At bakıcılığını elinden almasına engel olsaydın, laflarına mı kıyamadın? Yoksa Botaş’a gelince konuşma yeteneğini mi kaybettin?”
“Botaş’ı karıştırma! O yaptıklarından kendisi sorumludur.”
“Bak sen, nasıl da koruyor Botaş’ı! Nasıl savunursan savun ikiniz birlikte hareket ediyorsunuz. Bunların hepsini ikiniz anlaşarak yaptınız. Bunlara aklım ermeyecek kadar akılsız mı zannediyorsunuz beni? Utanmadan ‘Bana sırtlarını çevirecek değiller.’ dersin. Senin endişenin milletin diyeceği ‘Ağabeyi ile yengesine sahip çıkmadı!’ lafı olduğunu çok iyi biliyorum.”
“Zaten sen her şeyi biliyormuşsun. Ben hiç konuşmayayım, sen devam et.”dedi. “Sen neden susuyorsun?” der gibi de alaylı bir yüz ifadesi ile ağabeyine bakıp: “Kızını dinle!” dedi ağlamak üzere olan çocuk gibi bağırarak. “Ne zaman sen beni insan yerine koyup da dinlemiştin ki? Taşınmak istiyorsan kendin taşın. Gelinle çocuk burada kalacaklar. Kameş’le siz anlaşabilirsiniz ama onlar anlaşamazlar.”
“Sen öyle ağzına geleni kusma! Anlaşamayan ben değilim, sensin. Ağabeyinle yengeni uzak bir yere gönderdim diye mi övünüyorsun. Gelinle çocuğu neden ayrı tuttuğunu biliyorum ben. Senin istediğin kardeş değil, Jamihan’dır. Onu vermezsen Botaş sana çiftliğin idaresini vermeyecek değil mi? Gelinle çocuğa himayeci oluverişine bak! Satim’in savaştan dönmemesi işine yaradı değil mi?”
“Fesatçı! Söylediklerine bak!” diyen Kabi, yerinden fırladı ve dövecekmiş gibi tir tir titreyerek Kameş’in yanına gitti. “Keşke dilini koparabilsem!”
Konuşma kendisi etrafında dönmeye başlayınca Jamihan hızla dışarı çıktı. Kameş hiç tepki göstermedi. Söyleyeceğimi söyledim, bana ne yapacaksın der gibi donup kaldı.
“Dil koparmada ustaysan Botaş, gelinini Torsan’ın oğluyla evlendirmeyi teklif ettiğinde neden onun dilini koparmadın?” dedi, daha beter üsteleyerek.
Kabi çok şaşırdı. Ne Kameş’e el kaldırabildi, ne de delilli bir cevap bulabildi. Sadece kendi çaresizliğine yanarak dayanamayıp gözlerini kaydırdı. “İftiracı!” dedi sinirden dişlerini gıcırdatarak.
“Hey!” diyen Mamet ayağa kalkacak gibi olup geri oturdu. “Sana iftira atarak bir yere sürgüne gönderme niyetinde değiliz Senin fitnelerinden uzaklaşmak için kendimiz gidiyoruz.” Yuvalarından çıkacakmış gibi olan gözleri korkunç bir şekilde kanlanmıştı. Ağabeyinin çok sinirli olduğunu Kabi anladı. “Botaş’la ikinize bir daha evime gelmemenizi söylememiş miydim? Şu durduğun yerin kana bulanmasını istemiyorsan çık git evimden! Defol!” Yerinden fırlayan Mamet elleriyle kapıyı işaret etti. Yüzünün rengi atan Kabi bembeyaz olmuştu. Ne yaparsa yapsın yaranamayacaktı. İnsan saydığı yok, sürekli bağırıp çağırmalar. Yeter bu kadar eziyet çektirdikleri. Keserse kessin. Aniden meydana gelen öfke çabuk hareket etmesine neden oldu. Tek adımla ağabeyinin önüne attı kendisini. Düğmelerini paramparça kopararak iki eliyle gömleğini iki parçaya ayırdı.
“Al işte, öldür! Kızınla ikiniz canlı canlı yiyin beni!”
“Allah Allah, ne yapıyor bunlar? Fitne sokmaktan başka bir şey bilmez misin sen?” Batjan, Kameş’in yanına gidip omuzundan itti. “Kan dökülmesini istemiyorsan git tut babanı!”
Yengesinin çaresizce aralarına girmesinden Kabi’nin sinirleri boşaldı.
“Keşke Satim’le birlikte kaybolaymışım… Ne şanssızmışım ben. Faşistin kurşunundan kurtulup sağ salim dönmüş olmam size dert olduysa öldürün de kurtulun benden!” diye sızlayarak kırılmış çocuk gibi yerine oturdu ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Gerçekten de abarttığının farkına varan Mamet, biraz bekledi ve sessizce yerine gidip oturdu. Kavgaya neden olduğundan dolayı kendisini aklamak mı istediği, Kabi’yi iyice yerin dibine mi sokmak istediği belli olmayan Kameş:
“Hı,” dedi alaylı alaylı gülerek. “Şimdi de duygu sömürüsü mü yapmak istiyorsun? Ağlamak benim gibi kadının işidir. Sen erkeksin. Erkekler gibi erkeklere karşı durmasını bil! Satimimi aşağılatma! Olgunlaşacağına ne diye hüngür hüngür ağlarsın?”
“Söylediklerine bak şunun!” – dedi Batjan, kızına kızarak. Kötü kötü baktı. “İnsanı iğnelemezsen gönlün hoş olmuyor senin değil mi? Geldiğinden beri kavga üstüne kavga. İyice huzurumuzu kaçırdın.” – Yerinden sinirle kalkarak kötü bakışlarla bir daha baktı ve hızla evi terk etti.
Devam etmenin fazlalık olacağını Kameş de anladı. Ancak, Kabi’nin Satim’in itibarını düşünmemesi, namusunu korumaması, Botaş’a hiç olmazsa arkasından zerre kadar kızmaması sinirlerine dokunarak öfkesi ile üzüntüsü kanını beynine sıçratıyordu. “Botaş, daha dün birlikte oynadığı, birlikte büyüdüğü, birlikte güldüğü Satim’in babası ile annesini işinden ve yerinden ederken onları korumayan, Botaş’a karşı bir tek kelime etmeyen kardeş, kardeş olmayıversin” diye düşündü.
Kızgın bir şekilde evden çıkan Batjan çıktığı gibi eve geri geldi.
“Botaş geliyor.” dedi, bir türlü suçlu ve uygunsuz bir zamanda gelmesine üzülmüş bir sesle.
“Eee, geliyorsa ne yapalım, evden mi kaçalım?” Mamet kızarak memnuniyetsizliğini belirtti. Ancak uygunsuz bir anda gelmesi onu da endişelendirmişti.
“Karşılayıp atını bağlasana!” dedi Kameş, Kabi’yle dalga geçerek.
“Gerçekten atını bağlasam mı, ne yapsam?” diye düşünen Kabi, zor durumda kaldı. Kararsızca düşünüp dururken ve dışarıda misafir attan inerken, evde oturamayıp Batjan’a bir şey söyler gibi yaparak peşinden dışarı çıktı. Onun “Odunu hazırlayıvereyim.” demesinin sadece bir bahane olduğunu tahmin eden ve zaten sinirleri tepesinde olan Kameş’in içi kan ağladı.
“Gurursuz, utanmasız köpek!” dedi, sinirden titreyerek. “Bunun böyle yumuşaklığını gören baskı yapmaz mı? Destekçi olup koruyacağı yerde dert kaynağı olan beceriksiz!”
Atını kendisi bağlayarak kibirle adım atan Botaş, Kabi ve Batjan’la karşılaştı. Durmadı. Elini de uzatmadı. Sadece yüzlerine somurtarak baktı ve:
“Nasılsınız?” dedi, bunu sormaya nefesi ancak yetmiş gibi hırıldayarak. Yüzü sinirli, bakışları soğuktu. Elinden geldiğince çekinmeden tartışmaya hazır bir hâli vardı. Eve girince biraz durdu.
“Selamünaleyküm!” dedi, kendini kasarak hırıltılı bir sesle. Mamet cevap vermedi. Dudaklarını bile kımıldatmadı. Başkan yine de gidip elini uzattı. Yaşlı adam çaresizce elinin ucuyla tokalaştı. Botaş, kimsenin “Buyur!” demesini beklemeden, müsaade istemeden gidip Mamet’in yanına, yanına derken onun oturduğu yerin daha yukarısına oturdu. Kameş tarafına özellikle bakmadı. O sırada Kabi ile Batjan da eve girdi.
“Taşınıyormuşsunuz,” dedi, o da Kabi gibi direkt olarak. Kameş, Kabi’ye yaptığı gibi söz saldırısına geçti hiç beklemeden.
“Oturup senin buradan da kovmanı mı bekleyecekler? Bir önceki iyiliğinden sonra aklımız başımıza geldi çok şükür.”
“Hım!” diye kıs kıs güldü Botaş. Kameş’in dedikleri hoşuna gitmeyip ona “Sen de duman vermezsen duramazsın” der gibi dik dik baktı. “İster kötülük olsun, ister iyilik olsun kolhoz ahalisi her şeyi idareden bilir. Dolayısıyla benimle alay etmeye can atanlar sensiz de yetiyor. Aklım dolup taştığından başkan olmadım, yönetim tayin etti beni. Bu nedenle bana verilen görevi elimden geldiğince yerine getiriyorum. Kolhoz halka ait olduğundan gören göz ve duyan kulak da çoktur. ‘Kovdun, şunu yaptın, bunu yaptın’ diye üstü kapalı konuşmana gerek yok.”
“Sen kovmadın da, on beş yıldır iyisiyle kötüsüyle yaptığı işi kendisi mi bıraktı? Kabi ikinizden hayır gelmeyeceğini anladım. Dediğim dedik: Sağ salimken götüreceğim.”
“Her şeye böyle olumsuz gözle bakma!” dedi. Botaş’ın yüzü sinirden simsiyah olmuştu. Sinirli gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibiydi ve soğuk bakışları namlu gibi keskindi. Kameş’in vücudu, omurgasından yılan geçmişçesine buz gibi soğudu. “Zalimin bakışları ne kötü!” dedi, bedeni titreyerek. Dedesinin savaşçı, kahraman olduğu; Kalmak kahramanını mızrakla öldürdüğü söylenirdi. Kameş, aklına bunlar gelince kendi kendine korktu. Korku hissi uyandırdığını anlamış olmalı ki, Botaş aniden değişti ve gözlerindeki soğukluk yavaş yavaş kaybolarak, kırılmış çocuk gibi ağzını şişirip deminki gibi bağırmadan daha yumuşak bir sesle konuştu:
“Beni kötüleyenle birlikte kötülersin sen hep. Münker ve Nekir de olsan sözlerime azıcık kulak versene. Hiç laf ettirmiyorsun. Kavga eden kazanacak olsaydı, babanla ikimiz kazanırdık bugüne kadar.” diyerek, yan gözle Mamet tarafına baktı hafif çekinerek. “Utancımızdan o gün bu gündür görüşemiyoruz.”
“Birinin utanması gerekiyorsa o sensindir. Biz ne diye utanalım? Yapacağını yaptıktan sonra yaltaklık edersin hep. Yoksa şu olanların o kavganın sonucu olduğunu bilmeyen var mı? Kuyruğunu nasıl sallarsan salla, babamın görevini elinden alman düşmanlıktır. Evet, böylece Satim’den intikamını almışsındır. Satim’in yaptığı iyiliklerin karşılığını da ödemişsindir. Onu biz bilemeyiz, Allah bilir.”
Botaş gerçekten sıkışmıştı. Kameş’in kolay kolay pes etmeyeceğini anladı. Onunla atışmaya devam ederse Mamet’in de sabırla dinlemeye devam etmeyeceğini biliyordu. Sarışın ihtiyar patlarsa her şey mahvolacak demektir. Gerçeğin gerçek olduğuna ikna edememesine kızdı. Ne olursa olsa sarışın ihtiyar gürültü koparmadan bir şeyler söylemeliydi.
“İşsiz kaldıysa şikâyet edebilirsin. Babanın altında atı, elinde işi var. Bir şey kaybetmedi.”
“Söylediklerine bak! Yayladan kovman ceza değil iyilik, öyle mi? Tabi, tabi. Kabi’yle ikinizin hilenizin haddi var mı ki?”
“Kabi’yle ikimizin hilesi sana eziyet çektiriyorsa bizden kurtulmanın yolunu söyleyebilirim. En kolayı hakkımızda şikâyet dilekçesi yazar ilçeye gönderiverirsin. Görev, görev derken akrabalara düşman olduk. Bundan kurtarırsan sadece şükran borçlu oluruz.”
“Ne acı! Zavallımın durumu, kimselerin bulunmadığı yere bırakılan şu iki ihtiyardan daha betermiş de bilmiyormuşuz!”
“Nasıl dalga geçmek istersen, öyle dalga geç! Benim yerimde olsaydın sen de aynısını yapardın. Halkın başında olunca halkın gönlünü hoş etmek istersin. Doğrusunu istersen ben Kabi’ye akraba olduğu için destek olmuyorum. Bunun iyi yönü dediğimi aynen yerine getirmesidir. Hiçbir zaman kötülük düşünmez, çelme atmaz. Yetişemediğim işleri kendisine güvenir, devrederim. Diğerleri gibi bahane aramaz, ensesini kaşıyarak gidip yapar. Yazın ekinle uğraşırken hayvanlarla ilgilenme işinde buna güvenirim. Millet aslında Kabi’nin bana destekçi olduğunu bilmiyor, benim onu desteklediğimi düşünüyor. Millet araya fitne sokmak için, beni kötü göstermek için konuşuyor. Her şeyden haberim var ama hangi birinin ağzını kapatayım?”
“Akıllım bana bak. Başkasını istediğin gibi yönetebilirsin, ona karışmam. Sen bana şu ihtiyarları atlardan neden uzaklaştırdığı söyle! Neden uzaklaştırdığını biliyor musun? Ya da unuttun mu?”
“Sok, sokabildiğin kadar!” Botaş kafasını salladı. Kameş’in tuttuğunu koparan huyuna hem hayran kaldı, hem de sinirlendi.
“Kızınızı susturmayacak mısınız?” der gibi Mamet’le Batjan’a şikâyetçi gözlerle baktı.
“İfademi alan hâkim gibi maşallah! Bilmek istersen söyleyeyim. Doru atı öldürdüğü için uzaklaştırdım. Atı Kabi’nin öldürdüğünü de biliyorum. Ancak milletin diline düşmeden kardeşinin suçunu ağabeyinin üzerine attım.”
“Attan uzaklaştırmayıp bedelini ödetsen olmaz mıydı?”
“Kendine sert davranmazsan başkasına laf dinletemezsin. Kabi’nin görevine devam edebilmesi için ağabeyine sert davrandım, kabul ediyorum.”
“İşini elinden alman görevinle ilgiliymiş, onu anladık. Peki, evindeki gelinini, Torsan’ın boşboğaz oğluyla baş göz etmek istemeni nasıl izah edersin?”
Botaş’ın gerçekten sıkıştığı bu sefer yüzünden belli olmuştu: Rengi değişmiş, gözlerini kırpıp duruyordu. Sürekli kapı tarafına bakarak Jamihan duyar diye sıkıldı.
“Gelinle ilgili Kabi’yle konuşmuştum.” dedi, suçunu itiraf ederek hırlayan sesiyle. “Amacımız nabız yoklamaktı, sonuçta kavga ederek ayrıldık. Bunun gizlenecek saklanacak bir tarafı yoktur. Jamihan, daha genç bir kadındır. Böyle hayatı boyunca kayınpederi ve kayınvalidesi ile kalırsa ne iyi, ancak yarın öbür gün biriyle evlenerek onları terk etmek isterse hangimiz engel olabileceğiz?”
“Neden engel olamayacak mışız? Ben hayattayken ihtiyarları bırakıp evlenmek istesin de göreyim!”
Kameş’in söyledikleri hoşuna gitmeyen Botaş sinirli gözlerle baktı ve konuşmasına devam etti.
“Sonuçta gidecek olduktan sonra bence gelinin şimdi gitmesi daha iyidir. Sonra Şegen büyüyünce birbirlerine iyice alışırlar, ne kadın çocuğu bırakmak ister, ne de çocuk annesinden ayrılmak ister. Satim’i artık görüp görmeyeceğimiz belli değildir. Hayat devam ediyor. Bundan sonraki tek sevinç kaynağımız Şegen değil midir? Ben bu düşüncedeyim. Geçen sefer işte bunları dile getirmeyi denemiştik. Evden mi kovulduk, yoksa kendimiz mi kaçtık anlamadım? Sonu kavga dövüşe dönüşünce çok şükür kendimizi zor da olsa kurtarabildik.” Gülmek istedi. Ancak rahat rahat gülmeye cesaret edemeyip iki omzunu sarsmakla yetindi. Gözleriyle Mamet’i yokladı. İhtiyar sessizce oturmaya devam edecek gibiydi. Demek ki buna katılıyordu. Kabi gülümseyerek çenesini sıvazladı. Kavga çıkmadığına sevinmişti.
“Allah, belim!” diyen Batjan, eliyle belini tutarak yerinden kalktı. “Jamihan nerede kaldı? Çayı hızlandırsın. Şırakay su hazırla, ellerini yıkasınlar.”
“Ekin olgunlaşmak üzereymiş.” dedi Botaş, Mamet’e bakıp. Deminden beri hiç tartışma yaşanmamış gibi samimiyetle konuştu. “Çaydan sonra Kabi, üçümüz harman için yeni bir yer bakalım. Geçen seneki harman, akıtma oluğunun oradaydı, yağmurda az kalsın buğdayı götürüyordu. Bizi çok uğraştırmıştı. Bu sene biraz yüksek yer ayarlasak diyorum. Dönünce yanına dört beş adam gönderirim. Kendin göz kulak olur, güzelce harman yaptırırsın. Harmanlama işi bitene dek harmanın patronu sensin.”
Mamet ses çıkarmadı. Evdekiler onun ses çıkarmamasına sevindi. Sadece Kameş içinden “Yalaka!” dedi Botaş için, ancak yüzüne karşı bir şey söylemedi.
* * *
Keçe evin içi alacakaranlık, lamba evi çok az aydınlatabiliyordu. Lambanın dibinde, sırtıyla karşı duvarın ışığını engelleyen Jamihan, Şegen’in gömleğine yama vuruyordu. Karanlık duvar tarafında, büyük iki katlı keçenin üzerine döşenen yatakta Şegen’i ortalarına alan Mamet’le Batjan yatıyordu. Yatar yatmaz uyuma alışkanlığı olmayan çocuk, babaannesi ile dedesine değişik sorular soruyordu.
“Kabi amcam Kameş halamdan neden korkuyor? Gücü yetmiyor mu?”
“Korkmuyor, saygı duyuyor. Erkek adam, aklında bulunsun, kız kardeşine hiçbir zaman güç kullanmaz. Ayıp olur.”
“Benim kız kardeşim kimdir?”
Hemen ne diyeceğini bilemeyen Batjan, az bekledikten sonra cevap verdi:
“Şırakay’ın büyük kızları abla, küçük kızları kız kardeş olurlar.”
“Ya oğulları?”
“Her iki oğlu da senden büyüktür. Amankeldi ile Yeskeldi sana ağabey olur.”
“Ben kime ağabey oluyorum?”
“Sen…” Batjan yine sustu ve duyulur duyulmaz sesle derin bir nefes aldı. “Az önce söyledim ya, Şırakay’ın küçük kızları sana kız kardeş olur diye. Sen de onlara ağabey oluyorsun.”
“Peki büyük kızlarına?”
“Onlara kardeşsin.”
“Bübiş benim neyim olur?”
“Salima’nın kızı mı? Allah iyiliğini versin, o senin arkadaşın. Yaşça yakın olan insanlar birbirlerine arkadaş olurlar.”
“Senin arkadaşın kim?”
“Benim arkadaşım, işte senin öbür tarafında yatıyor.”
“O, dedem mi? O arkadaşın mı oluyor? Hep ‘Beyim, beyim!’ diyorsun ya.”
Çocuğun söyledikleri herkesi güldürdü. Yama vurduğu gömlekle yüzünü kapatıp Jamihan da katıla katıla güldü.
“Şegen yeter artık, uyusana!” dedi utandığından.
“Ee, sana ne?” dedi Batjan, torununa sıkıca sarılarak. “Bize sormayacak da kime soracak? Ağız onun, sorsun!”
Batjan’ın araya girmesinden cesaret alan Şegen, yastıktan kafasını kaldırıp:
“Babaanne şarkı söyleyeyim mi?” dedi hevesle. Çocuğu kırmak istemeyip:
“Söyle yavrum, söyle!” dedi Batjan. Aslında çocuğun söyleyecek şarkısını merak etmiyor değildi.
“Evet,” diye düşünürken, Şegen hem dedesi tarafına, hem de Jamihan tarafına gururla baktı. Onların da dikkatle kendisini beklediklerini görüp, “Çok şarkı biliyorum!” dedi övünerek.
“Ancak sen öyle bakma babaanne. Yanılabilirim, gözlerini kapat!”
“Tavşan yürekli yavrum benim. Ben yüzüne bakınca yanılacak olursan nasıl delikanlı olacaksın? Peki, kapattım gözlerimi.”
Onların da bakmalarını istemediğini belli ederek dedesi ile Jamihan’a da elleriyle işaret etti. Dizleri üzerinde oturdu ve hafif sallanarak şarkısına başladı.
“Dağdan esen melteme bak,
Faşistlerin zulmüne bak.
Böyle türkü söylersem,
Gelir mi babam batıdan.”
Şegen bunları söyledi ve hemen kafasını yorganın altına sokuverdi.
“Ağzına sağlık yavrum! Gelecek babası, neden gelmesin? Şu söylediklerini duyarsa hiç durmaz gelir.” dedi, yorganı açıp Şegen’in saçlarını koklayan Batjan ağlamaklı bir sesle. Jamihan’ın hareketsiz kaldığını, dedesinin yavaşça derin bir nefes aldığını, gurur duygusuna kapılan çocuk fark etmemişti. Yastıktan kafasını kaldırıp:
“Bana güzel bir türkü öğretsene!” dedi babaannesine. “Kimsenin bilmediği bir türkü olsun. Ben de onu Bübiş’e öğretirim.”
“Eyvah, eyvah! Babaannen şu hâliyle türkü söyleyebilir mi sanıyorsun?” Batjan gülerek önünde sadece altı yedi kadar dişi kalan ağzını gösterdi. “Türküyü dişleri tam olan deden öğretsin. Söylesene Satim’in söylediği türkülerden birini.”
“Ben türkücü müyüm? Söylesene kendin.”
“Hadi, çocuğu kırma! Bir şey söyleyiver. ‘Aridaşay’ türküsünü öğretsene.”
“Aridaşay’ı söylemeyeli çok zaman geçti.” Mamet, yastığını kıvrıp yükseltti ve gövdesini kaldırarak yattı. Biraz sessizlikten sonra yavaşça mırıldanmaya başladı. “Hey, hey Aridaşay hey.” Ondan sonra kendi tükürüğünde boğularak öksürmeye başladı.
“Bir şeyden korkuyor gibi söylemeyip biraz sesli söylesene!”
“Rahat bırak beni! Çok cesursan kendin söyle.” İhtiyar devam etti:
“Hey, hey iki al don at,
Yelesi bağlım.
Yalan dünyada yalnızım hey,
Canım sevgilim.
Hey, hey Aridaşayım hey!”
“Sesi ne güzeldi aslanımın.” dedi Batjan, derin nefes alarak. “Görürse çekinir diye düğün yapan evin kapısında gözükmeden dinlerdim yavrumu. Şu esmer yavrum da babası gibi şarkıcı mı olacak?” Batjan torununu kendine doğru çekerken beyinin gözlerinin yaşardığını fark etti. Şegen’in gömleği ile yüzünü kapatan Jamihan da sessizce ağlıyordu. “Ne oluyor?” dedi Batjan, kızgın bir sesle. Daha demin kendisinin de sinirlerinin boşaldığını tamamen unutarak. “Geceyarısı ağlayıp da uğursuzluk getirmeyin eve.”
“Güzel yavrum!” dedi Mamet, dudaklarını bükerek. Jamihan’ın da hüngür hüngür ağlayan sesi duyuldu. “Aslanım benim!” dedi için için ağlayan Mamet. “Ölümüne kıyamadığım, hayatta olduğundan emin olamadığım yavrum benim! Ne ölüm haberi alabildik, ne yaşam haberi. Neşeden mahrum, üzüntü dolu hayata mahkûm eden yalnızım benim!”
“Şükret!” Gözlerini avuçlarıyla sert sert silen Batjan kocasına dik dik baktı. “İstersen bin kere ağla, yine de Allah’ın takdiri olur. Kaybolan yalnızının arkasından ağlayıp duracağına yanımızdaki yalnızımızın hayatı için dua etsene!”
“Güzel Şegenciğim!” diyen Mamet, Şegen’i kendisine çekip alnından kokladı. “Yeter ki oğlum babasını arayacak duruma gelene dek hayatta olalım.”
“Şu hâlinle hayatta kalacağından şüpheliyim. Sadece kendini değil, hepimizi yiyip bitireceksin sen. İnsan kendisinin zayıflamaya başladığını fark etmiyor herhâlde. Onunla da kalmayıp başkalarına bağırmasına ne demeli?”
“Hanım! Sana ulaşamayacağımı mı düşünüyorsun? Şegen gibi yiğidin dedesi ağlar mı hiç? Bir an duygulanıvermiş işte. Önemli bir şey değil. Esmer yaramazım sağ salim büyüsün. Kaybolan babasını aramayacağım. Ocağımızın sahibi artık Şegen’dir. Şegenciğim, bir türkü daha söylesene yavrum. Demin babaannene söyledin. Şimdi de bana söylesene!”
“Sana mı? Hangisini söyleyeyim?” Şegen tavana bakarak kaşlarını çatıp düşündü. “Ben çok türkü biliyorum!” diye tekrar övündü. Ondan sonra kafasını kaldırıp dedesinin yüzüne baktı. “Şimdi. Ardı-ı-ç. Dur, baştan.” dedi.
“Ardıç topluyorum, böylece topluyorum,
Kaldıramayıp ardıcımı yoruluyorum.
Sazlı nehrin kamışı hey,
Unutma bizi, tanıdık hey.
Görmeyeli yüzünü yıllar oldu,
Askerdeki babamı özlüyorum.
Sazlı nehrin kamışı hey,
Unutma bizi, tanıdık hey.”
Duygulanan iki yaşlı, iki taraftan Şegen’i sevmeye koyuldu. Yaşaran gözlerini birbirinden gizlemek istercesine torunlarını iki taraftan öpe koklaya severek, uzun süre tek kelime etmediler.
“Yavrum,” dedi, biraz sonra Batjan hâlâ ağlamaklı bir sesle, ağladığını belli etmemek için sert bir şekilde, “Babası gibi türkücü olacak. Sen küçücük şu halinle babanı özlüyorsun. Peki biz nasıl dayanalım bu özleme? Sesini yer babaannesi. Derdimi unutturan bülbülüm benim! Bunların hepsini kimden öğrendin? Allah bilir Salima’nın kızından öğrenmişsindir. Akıllı bir kızdır o. Sesi de çok acıklıdır kendisinin. Allah nasip ederse o kızı babacığıma eş olarak alacağım.”
“Anne, ne tuhaf insansın,” diyen, Jamihan annesine gülümseyerek itiraz etti. “Bübiş, Şegen’den iki yaş büyük değil mi? Satim askere giderken Şegen daha anne sütü alıyordu. Bübiş ise konuşmaya başlayan ve yürüyen bir kızdı.”
“Eee, ne olmuş? Sen de Satim’den iki yaş büyüksün. Bu da babası gibi kendinden büyük bir kızla evlenecek. Bübiş’le evlenir misin Şegenciğim? İyi bir kız mıdır kendisi?”
“Evlenirim. İyi kızdır.”
“Evlenecek benim yavrum. Allah nasip ederse benim yavrum büyüyecek. O kız benim oğlumla evlenmeyecek de, kiminle evlenecek? Yeter ki Allah bize o günleri göstersin. Demin söylediğin türküleri o mu öğretti sana?”
“Evet. Ben de ona öğreteceğimi söylemiştim. Deminkini bir daha söylesene, unuttum.”
Türkü öğretme işiyle uğraşarak epey geç uyudular o gün.
* * *
Bübişlerin evine yabancı dört beş kişi geleli beri Şegen, o eve eskisi gibi rahat gidemiyordu. Nedense, o insanlarla selamlaşırken yaptıkları şakalarında terbiyesizlik hissetmişti. Özellikle iriyarı sarışın adamın söyledikleri hiç hoşuna gitmemişti.
“Nasılsın, bakalım?” derdi Şegen’i her görüşünde. “Annen iyi mi? Şu ıssız yerde nasıl yaşıyor? Arada sırada yanımıza uğrasın, söyle.”
Diğerleri onun söylediklerine kıs kıs gülerdi. Şegen’in işte o gülüşler hoşuna gitmiyordu. “Annen” demesi de çok dokunuyordu kendisine. Annesi Batjan’dır. Babaannesi hep: “Ben doğurdum. İyice yaşlanınca zar zor doğurdum.” derdi. Şu sarışın herifin ise annen derken kastettiği tabi ki Batjan değil. Çünkü onun babaannesiyle öyle şakalaşmaya hakkı yoktur. O yaşlı insandır. Annen dediği Jamihan’dır. Ona Şegen hiçbir zaman anne dememiştir. Diyemez de. Öyle bir durumda babaannesi ile dedesi kırılır. Bunların hepsini kurnaz sarışın herif gayet iyi biliyor. Bildiği hâlde özellikle dalga geçiyor. Keşke babasına söylese de dövdürse! Bunları söylerken gözleri nedense etrafı süzer, oynardı. O sarışından çekindiğinden son zamanlarda Bübiş’le doğru dürüst oynayamıyordu. Adamlar harman yapmaya gittiklerinde gider, onlar yemek yemeye dönünce Şegen’de hemen evine kaçardı.
“Hey, kaçma, annene dokunmayacağız. Beklesene, biraz konuşalım.” derdi yine de sarışın adam.
“Çocuğa sataşma!” diye bazen Salima kızardı ona. “Çocuğa saçma sapan şeyler söyleyip durma. Sinirlernirsem kovarım evimden deli. Ne o, yetim ve dullarla dalga mı geçmek istiyorsun? Şegenciğim korkma canım. Ağzı olan konuşuyor işte. Birazdan hepsi gider. Sen yine gelip Bübiş’le oyna. Allah nasip ederse büyür, bunları da geçersin sen. Büyüyünce Bübiş’i sana vereceğim. İster misin? Şegenciğim bana doğruyu söyle!”
Şegen, öyle zamanlarda Salima’ya cevap veremezdi. Ne diyeceğini bilemez, utanırdı. Sesini çıkarmadan evine doğru koşardı. “İstiyorum, istiyorum!” derdi yolda giderken.
Bübişsiz oynamak büyük sıkıntıydı onun için. Akşama kadar evine birkaç defa gelir giderdi. Sürekli aramasının nedenini bilmiyordu. Belki de özlüyordu.
Bugün hava açık, güneşli! Dağınık ve seyrek buluttan başka tehlikeli bir şey yok gökyüzünde. Oynamak için çok elverişli bir gündür. Harman yapan işçiler atlarına binip uzaklaşınca, sabrı tükenmekte olan Şegen de Bübiş’in evine doğru yola koyuldu. Peyniri kurutma yerine koymakta olan Batjan:
“Şegenciğim,” dedi arkasından seslenerek. “Öğlen gelip yemek yemeyi unutma babacığım. Kozı Körpeş[7 - “Kozı Körpeş Bayan Suvlu” destanındaki erkek kahraman] gibi olan yavrum benim. Salima’nın kızına gitmek için acele etmekten yemeğini de zamanında yemez oldun.”
Bübiş ile Sakıp, ev ile ahırın arasındaki açık alanda evcilik oynuyorlardı. Şegen’i gören Bübiş sevinerek ayağa kalktı.
“Gel, ikimizin ortasına otur,” dedi elinden çekip. “Misafir davet etmiştik. Koyun kesecek kimse yok, ne yapacağımızı bilmiyorduk. Ne iyi ettin de geldin. İşte koyun, işte bıçak. Hadi!” diye ikisini getirip Şegen’in önüne koydu.
“Koyunu böyle tamtakır yerde kesmezler. Pislenir. Çimenlerin olduğu yere gidelim!” dedi Şegen. Düşündüğü kızları evin yanından uzaklaştırmaktı. Ev işiyle uğraşırken eve girip çıkan Salima’nın bunların konuşmalarını duyması pek mümkündü. Biraz sonra harmancılar da yemeğe geleceklerdi. Bunların hepsi güzelce oynamalarına engel olacaktı. Oyunu rahat rahat oynamak istiyordu Şegen. Ancak, Bübiş bunu kabul etmedi.
“Burada devam edelim. Şunların hepsini bozup tekrar yapmamız gerekecek. Uğraşmayalım.” Bübiş’in yaptığı ev gerçekten bozmaya kıyamayacak kadar güzeldi. Eşyaları yerli yerine koymuş, minderleri döşemişti. İmrenilecek bir biçimdeydi.
“Millet yaylaya taşınırken biz burada oturmaya devam mı edeceğiz?” dedi Şegen, taşınmaya bahane bulmaya çalışarak.
“Evet, biz de yaylaya gidelim,” dedi Sakıp, Şegen’e katılarak. Bübiş kararsız duruyordu.
“Ay ne kadar inatçısın!” dedi Şegen’e, nazlanarak kaşlarını çatıp. “Olmadık şey bulursun hep. Evine misafir davet eden ev taşınır mı hiç? Taşınırsak misafirlerimiz bizi nasıl bulacaklar? Kırılırlar, ayıp olur.”
“Sakıp gitsin bir daha davet etsin.”
“Önce taşınalım, sonra ben hızlıca gidip davet ederim.” dedi Sakıp, ablasına bakarak. “Hadi yıksana evini! Kocan taşınalım diyor sana.”
“Kim? Nerede benim kocam? Onu kim öğretti sana? Terbiyesiz!”
“Terbiyesiz sensin. Her zaman oynarken o kocan, ben kızın olmuyor muyuz?”
“O oynarken. Şimdi kimse oyun oynamıyor.”
“Oynamayıp da ne yapıyoruz? Ne tuhaf bir kızsın.”
“Defol burdan. Bundan sonra bizimle oynamayacaksın, oynatmayacağız.”
“Oynatmazsan oynatma. Büyüyünce seni Şegen’e vereceğini annem de söylemişti.”
Bübiş kıpkırmızı oldu. Gözlerini kırpıştırarak neredeyse ağlamak üzereydi.
“Ne zaman? Ne terbiyesiz kızsın sen!” dedi, alçak bir sesle kardeşini azarlayarak. “Yalancı!”
Kardeşlerin, aniden böyle tartışmalarından ve buna kendisinin neden olmasından Şegen çok rahatsız oldu. Kardeşlerin arasının bozulmasını istemiyordu. O zaman oyun kesin bozulurdu.
“Bübiş’le evlendireceğim” diye babaannem de bana söylemişti.
“Gerçekten mi?” der gibi Bübiş, Şegen’in yüzüne şüpheyle baktı. Pek bir şey anlamasalar da birbirlerinden utanarak yere baktılar.
“İşte şu deli onların söylediklerini duyup insanla dalga geçer.” Bübiş bu sefer kardeşine daha yumuşak konuştu. Hatta gülümsedi.
“Bundan sonra misafirlerini davet etmeye gitmeyeceğim.” dedi Sakıp somurtarak.
“Tamam,” dedi Bübiş sert bir sesle. “Başka oyun oynayacağız. Misafir davet etmeyeceğiz. Koyun da kesmeyeceğiz. Hadi ‘Kozı Körpeş’ oynayalım. Ben, Bayan olacağım; Şegen Kozı, Sakıp Kodar olacak.”
“Ben oynamayacağım. Ben sürekli Kodar’ın rolünü mü oynayacağım. Kendin Kodar ol. Bana hep kötü insan rolünü veriyorsunuz, oynamayacağım.”
“Peki, kimin rolünü almak istersin?” Bübiş, sırayla Şegen’le Sakıp’a bakıp çekinerek güldü. “O zaman Bayan ol.”
Sakıp düşündü. Hatta şaşırdı. Korkarak gözlerini açıp Şegen’in yüzüne baktı. Ondan sonra “Hayır” anlamında kafasını salladı.
“Hayır, ben kız olmak istiyorum.” dedi şaşkın şaşkın. “Kodar erkek ya. Ben Bayan’ın yanında olmak isterim.”
“Öyleyse Tansık ol. Tansık’ın kim olduğunu biliyor musun? Bayan’ın arkadaşı. Kodar’ı kandırıp Kozı ile Bayan’ın tarafını tutacaksın.”
Sakıp hemen gülümsedi. Zıplayarak Bübiş’le Şegen’in ortasına geçti.
“Ben Bayan’ı da, Kozı’yı da seviyorum!” dedi sevinçle.
“Öyle deme, deli!” dedi ablası, gülümseyerek. “Kozı’yı Bayan sever.”
“Tansık da sever.” Sakıp ablasıyla tartışarak bir türlü ikna olmuyordu.
“Bayan, şu tarafa gidip atlara bir bakalım mı?” Kozı rolündeki Şegen, Bayan rolündeki Bübiş’in elinden tuttu. Bayan Kozı’ya bakıp gülümsedi.
“Körpeş, elinizi çekin!” dedi, Tansık rolündeki Sakıp sert bir sesle. “Bayan’a yaklaşmak için önce bana hediye vermelisiniz.” – Şegen’le Bübiş’in ellerini Sakıp ısrarla birbirinden ayırdı. Bübiş, çaresizce boyun eğip suçlu gözlerle kardeşinin yüzüne baktı ve sustu. Yüzünden “Kızın dediği olsun, yoksa oyuna engel olacak!” ifadesi okunuyordu.
“Tansıkcığım sana ne versem acaba?” dedi Şegen, ceplerini karıştırırken. Davranışının Kozınınkinden ziyade dedesininkine benzediğinin, tabi farkında değildi. “Evet, al işte! Sen oynayadur, biz geliyoruz.”
“Şuna bak. Kız çocuğa aşık değil, mendil verirler.”
“Mendil yoksa nereden verecek? Yürü, Kozı gidiyoruz!” dedi Bübiş, Şegen’e elini uzatıp. Aniden söylenenler karşısında Sakıp ne diyeceğini bilemedi. Kızın elinden tutup Şegen koşmaya başladı. İkisi el ele tutuşup anında gözden kayboldu. “Bübiş beni seviyor!” dedi Şegen, heyecan ve sevinçle. “Ben de onu seviyorum!” Başından veya göğüs kısmından, nereden başladığı belli olmayan güzel bir sıcaklık tüm bedenini sarmıştı.
* * *
Temmuz’un sonunda hava çok ısındı ve Kosötkel’in ekini hemen olgunlaştı. Ak Kümbez denen mezarlık yerine, yakın harman yapılınca etraf birden canlandı. Kosötkel kalabalıklaştı ve hareket arttı. Harmanın başından insanların kalacağı üç baraka ve yemek yiyecekleri bir baraka yapıldı. Kısacası harman büyük bir köye dönüştü.
Önce insanların emekleriyle ekin biçildi, bağlandı. Daha sonra anızlıktaki buğday harmana götürüldü. Bunların hepsi hızlı bir şekilde yapıldı. Çünkü dağlı yerin havası yazın ortasından sonra güvenilir değildir. Hava beş gün açarsa, altıncı gün değişiverir. Pişmanlık duymamak için hızlı hareket etmek gerekir.
Durumu anlayışla karşılayan insanlar kapris yapmazlar, gece gündüz demeden çalışırlar.
Aşağı yukarı bir hafta içinde harmanda epey iş yapıldı. Kimileri buğdayı taşa attı, kimileri temizliyordu. Yavaş yavaş, temiz buğdayı Kosötkel’deki ambara; tohumluk olanı merkeze taşıdılar. Böylece insanların rızkı da artıyordu. Harmandaki iş, sabah erkenden başlayıp gece geç saatlere kadar devam ederdi. Anızlıktaki biçilen ekin ile harmanın bekçiliğini yapmak Mamet’in görevi idi. Jamihan da aşçılık yapıyordu. Sürekli çalışıyor, çoğu zaman geceyi harmanda geçiriyordu. Salima, buğdayı temizleme görevini üstlendi. Sabah erkenden geliyor, hava kararınca dönüyordu. Evindeki iki kızını bakma gibi komşuluk görevi de Batjan’a düşmüştü. Şegen, üçünü getirip öğle yemeğini yediriyordu mutlaka.
Harman ile Salima’nın evinin arasındaki mesafe aşağı yukarı üç dört kilometredir.
Harman başlayalı beri Şegen ile Bübiş’in de oyunu değişti. Eskisi gibi evin yakınında oynamıyorlar, bazen yanlarına Sakıp’ı da alıp yaya olarak harmana gidiyorlardı. Harman onlar için bir düğün yeri gibiydi. İnsanlar sadece çalışmıyorlar, arada bir şarkı söylüyorlar, şakalaşıyorlardı. Tartışanlar da oluyordu, hatta dövüşenler bile vardı. Onların hepsi çocuklar için çok eğlenceliydi. Büyüklerin dikkat etmedikleri anda olgunlaşmış buğdayın üzerine kendini atıvermek ne kadar güzeldi! Yeni buğdayın güzel kokusuna, otun ekşimsi kokusu karışarak burnunu gıdıklardı. Sıra sıra dizilen erkek ve kadınlar buğday temizlerken küreklerin tekdüzen ve yumuşak tıkırtısı uçan kuğunun ötüşü gibi olurdu. Rüzgâra uçurulan buğday taneleri cıvıldaşarak yağmur gibi tahılların üstüne dökülür, birbirleriyle fısıldaşmış gibi, özlemle kavuşmuş gibi hoş sesler çıkarırdı. Kürekçilerin birbirleriyle şakalaşmasına baktığında onların zor bir iş yaptıkları aklının ucundan bile geçmezdi. Oyun oynayan çocukları andırırlardı. Bunların hepsinin savaştan sonraki yıllara ait yüksek moral, yaşamın değerini iki kat veya ondan daha fazla anlayan insanların barış arzusu olduğunu çocuklar bilmiyordu.
Bir defa da olsa Şegen, buğday öğütme taşını döndürme şerefine nail oldu. Küçük çemberin sürekli dönmesi başını hafif döndürse de büyükler attan indirene kadar belli etmedi, dayandı. Bir taraftan utandı, diğer taraftan övündü.
“Maşallah, dedesi Mamet gibi değil mi? Bakın atı nasıl güzel yönetiyor. Baksanıza hiç yanılmadan döndürüyor çemberi. Oğlu büyüyüp taşı döndürünce Mamet bir koyununa kıyıp ziyafet verir herhâlde.” Diye, Şegen’i öve öve sonunda yedi sekiz yaşlı adam onların evinde bir koyunu ve kellesini yemişti.
Çocuklar için harmandaki en güzel eğlence arabaya binmektir. Salima’nın evine yakın yapılan ambara üç arabacı bütün gün temiz buğday taşır. Konvoy hâlinde peşisıra giderler hep. Çocukları gördükleri an seslenip arabaya bindirirler. Aynı arabaya yük olmasın diye üç arabaya birer birer oturturlar. Çocuklar birbirine bakıp gülümseyerek çok sevinirler. Masallardan duydukları uçan halının üzerinde uçuyormuş gibi övünürler. Arabacı kadınlar, öküzlerin yavaş hızını unutmak ve yolu kısaltmak için arada bir türkü söylerler. İlginç olan yanı da üçü üç ayrı arabada oturmasına rağmen aynı türküyü aynı anda hep birlikte söylemeleridir. Diğer ilginç yanı da, köye yaklaşınca türkü söylemeyi hemen kesip bazen birlikte ağlarlar, bazen kahkaha atarlar. Onların hepsini akıllı Bübiş hemen ezberler ve ertesi gün Şegen’le, Sakıp’a aynen söyler.
Salima evine her gün son arabayla döner, sabah harmana ambara gelen ilk arabayla gider. O daima ortadaki arabada oturur. Arabacılar mı istiyordu, yoksa kendisi mi seçiyordu, belli değildi. Sabah sesini çıkarmaz. Bazı akşamları ise harmandan uzaklaşır uzaklaşmaz türkü söylemeye başlar. O söylediğinde ona kimse eşlik etmez, tek söyler. Genelde çok şakacı olan kadın türkü söylediğinde hep acıklı türküler söyler. Şegen onu, nefesini tutarak pür dikkat dinlerdi. Salima’nın nağmeli ve etkili sesi tüm vücudunu gevşeterek, sardıkça kendisini büyüyormuş gibi hissederdi.
“Barkörney’i, gidenler yüksek sanar,
Buluta değer tepesi diye döner.
Yiğit ünlü olmazsa kahramanlıkla,
Vatanını severek ünlü olur.
Barkörney’i bulut kaplar tekrar tekrar,
Savaş çıktı yoksun edip eğlenceden.
Çocuklara mutluluk nasip olsun,
Akjazık’ın halkına da huzur gelsin.”
Salima bunları söylerdi. Hatta bunu ondan başka kimse söylemezdi. Bilenler bile. Sanki sadece Salima’ya aitti. O yokken mırıldananlar olur, ancak yanında kimse söylemezdi. Aslında bu türküyü herkes severdi. Dinlemek istediklerinde Salima’dan isteyip ona söyletirlerdi.
Bübiş’in türkü söylediğini bilen Şegen, Salima’nın böyle bir yeteneğe sahip olduğunu bilmezdi. Harman başlayalı beri ona eskisinden daha fazla saygı duymaya başlamıştı. Güzel kadının bu kadar türkücü olması, onun güzelliğe karşı olan hevesini daha da arttırmıştı. Güzellik, şuuruna büyük bir nimet olarak yerleşiyordu. Taze güzelliği Bübiş’ten de gördükçe eskisinden daha çok değer veriyor, seviyordu. Büyüyünce hayata onunla birlikte devam etme hayallerine dalıp güzel ümitlerin verdiği mutluluğu yaşardı. Harmandaki eğlencelere şahit olan Şegen’in, bazen zor durumlarda kaldığı da oluyordu. Dikkat ettiğine göre büyüklerin çoğu eğlence olsun diye şakalaşırdı. Bübiş’in ve kendisinin yanlarında olduklarına bakmaksızın aralarında değişik şakalar yaparlardı. Şegen bazen utancından terler, yerinden kalkıp bir an önce onlardan uzaklaşmaya bakardı. Jamihan’ı dürtüp kulağına bir şeyler fısıldayarak ardından kahkaha atanlar da birçok defa dikkatini çekmişti. Özellikle harman yapmak için gelen sarışın adamın şakaları hoşuna gitmezdi. Şimdi o da buğday temizleme işinde çalışıyordu. Mola verildiği an su içmeyi bahane ederek Jamihan’ın yemek yaptığı barakaya doğru koşardı. Şegen de hiç kaçırmayıp hemen sarışını takip ederdi. Ancak sarışın ondan hiç çekinmeden Jamihan’a abuk sabuk şeyler söylerdi. Kötü olanı da, Jamihan’ın da onunla şakalaşarak, gülerek konuşmasıydı. Kızacak, azarlayacak diye ne kadar ümit bağladıysa da nedense Şegen’in ümidini boşa çıkarmıştı. Bundan cesaret alan sarışın bir defasında buna da ağır şaka yapmıştı.
“Baksana,” dedi, mutlu bir şekilde gülerek, “Senin baban benim. Annen bugüne kadar gerçek babanın kim olduğunu söylememiş. Şimdi öğrenmiş oldun.”
Şegen, söylenenlerin şaka olduğunu anlamıştı. Yine de kendisine çok dokunmuştu.
“Saçmalama, sen benim babam değilsin! Jamihan’dan uzak dur!” Nereden cesaret kazandığını Şegen kendisi bile anlamamıştı. Sinirden ağlayacak gibi oldu.
“İte bak! Ağzına… Şuna bak, tekrar annenin karnına sokmamı ister misin?”
“Ben senin ağzına…”
“Kapat ağzını!”
“Kapatmayacağım!”
“Şegenciğim yeter! Kendinden büyük insanla öyle konuşma, ayıptır. O senin ağabeyindir.”
Jamihan’ın, kendi tarafını tutacağına o adamı savunması çocuğu daha çok kızdırmıştı. Sinirden patlamak üzereydi.
“Neden küfretti?” dedi Şegen.
“Küfretmedi, şaka yaptı.”
“Şimdi ben ona göstereyim!” diyen çocuk, sızlanarak yerden taş aradı. O sırada harmana gelip attan inmekte olan dedesini fark etti. Sinirden patlamak üzere olan çocuk:
“Dede!” diye, tüm gücüyle bağırıverdi. “Dede!”
Dedesi korkuyla ona baktı. Hemen kamçısıyla atına vurarak torununun yanına geldi.
“Şegenciğim ne oldu sana? Kim üzdü seni?”
“Şu adam. ‘Senin baban benim’ dedi bana.”
“Ne?” İhtiyar önce şaşkınlıkla sarışına baktı. Ondan sonra: “Ben senin ağzına…” diye tüm gücüyle küfretti ve hiç beklemeden kamçısıyla adamın kafasına vurdu. İriyarı adam kıvrılarak yere çöktü. “Benim babam da sen olmayasın?” Öfke dolu Mamet, atın üzerinden eğilerek kamçısıyla iki üç defa daha vurdu adamın kafasına.
Adam, o an yerinden kalkıp ihtiyarın elindeki kamçıyı çekip aldı ve uzağa atıverdi. Kulağının üst tarafından aşağı doğru akan kıpkırmızı kanı avucuyla sildi ve kanı Mamet’e gösterdi.
“Gelininize şaka yapan herkesin kafasını böyle kıracak olursanız köyde sizden başka kafası sağlam kimse kalmayacaktır.” dedi.
Bağırıp çağırmadan, hiç sinirlenmeden sabırla söylenen sözler Şegen’i çok şaşırttı. Ancak onun alaylı konuşması Mamet’i daha çok sinirlendirdi. Paramparça etmek niyetiyle adama doğru yürümüştü ki toplanan kalabalık tutarak izin vermedi. İhtiyar harmana inmeden Şegen’i de alıp evine gitti.
O olaydan sonra Jamihan’a kırılan Şegen, bir daha harmana gitmedi. Olayı kendi gözleriyle gören ve etkilenen Bübiş de gitmesi için ısrar etmedi. Gitmek istediklerinde Sakıp’la ikisi giderdi. Ancak, Şegen’in tepeye çıkıp harman tarafına sık sık baktığını Bübiş hissediyordu. Kendisini gözetlediğini düşünerek sevinirdi. Aslında Şegen tepeye sadece Bübiş’e bakmak için çıkmazdı. Arabacı kadınların söyledikleri türküleri de özlerdi. Uzaktan duyulan sesin büyüleyici bir etkisi olduğunu o son zaman fark etmişti. Gözlerinin ulaşamadığı mesafeden gelen ses, gözlerinin ulaşamadığı mesafeye götürürmüş. O türküler sıradan türküler gibi duyulmuyordu, çok özel etkisi olan türkülerdi. O sesler kendinden önce yaşayanların sesi gibi geliyordu. Anında babaannelerin anlattığı masallar gelir aklına. Türkünün etkisine kapılır, uzaklara gidersin. Genelde rüyanda bile aklına gelmeyen acayip düşünceler o türküleri dinlerken gelir, gerçekle hayal karışıp değişik duygular içinde kalırsın. Dilsiz bir duygu vücudunu sararak dille ifade edilemediğinden gözlerinden yaş olarak dökülür.
Hareket ettiğin, azıcık kımıldayarak etrafına göz diktiğin anlar duygu dolu etkili sesin etkisini kaybedersin. O nedenle hareketsiz, içtenlikle ve duyguyla dinlediğinde zevk alırsın. O zaman bile sözler kulağına bazen net, bazen kesik kesik geldiğinden en iyi kısmını kaçırmaktan endişelenir, tüm hayatın o türküyü dinlemeye bağlıymış gibi iyice huzurun kaçar. Karanlık çöker çökmez Şegen, Taymas’ı yanına alıp tepeye giderdi. Son arabaya binip Salima da o sıralarda evine dönerdi. Çocuğun Salima’nın sesine karşı olan sevgisi aşk derdinden daha beterdi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/beksultan-nurjekeuli/bir-pismanlik-bir-umit-69499816/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
SSCB’de üretimin, mülkiyetin ve tüketimin kolektif olduğu bir kooperatif biçimidir

2
Eski Kazak geleneğinde ağabeyi ölen kardeşin yengesini eş olarak alma geleneği

3
Kazak geleneğine göre gelin kayınbiraderleriyle görümcelerinin gerçek adlarını zikretmeyip onlara ad takar

4
Çift geçit

5
Şarkı söyleyerek düğüne veya ziyafete başlama geleneği

6
Bir çeşit müzik aleti

7
“Kozı Körpeş Bayan Suvlu” destanındaki erkek kahraman
Bir Pişmanlık Bir Ümit Beksultan Nurjekeuli
Bir Pişmanlık Bir Ümit

Beksultan Nurjekeuli

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bir Pişmanlık Bir Ümit, электронная книга автора Beksultan Nurjekeuli на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв