Ademler

Ademler
Alimcan İbrahimov

Çulpan Zaripova Çetin
AdemlerAraştırma-İnceleme-MetinAlimcan İbrahimov

ÖN SÖZ
Sovyet Tatar edebiyatının unutulan isim ve eserlerini yeniden okuyuculara kazandırma yolunda 1990’lı yıllarda Tatar bilim adamları tarafından ciddi çalışmalar yapıldı. Halkın hafızasından haksız şekilde silinmek istenilen eserlerin arasında XX. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan büyük Tatar yazar, gazeteci, eğitimci ve devlet adamı Alimcan İbrahimov’un 1923 yılında yayınlanan “Âdemler” adlı öyküsü de vardı.
1907 yılında Alimcan İbrahimov’un ilk hikâyesi yayınlanınca diğer büyük Tatar yazar Fatih Emirhan sevinçle şöyle der: “İşte bu, bizim Tatar edebiyatının istikbalidir! İşte onda kabiliyet kıvılcımları görünmekte! İşte o bize daha cilt cilt milli romanlar da yazacaktır!” Fatih Emirhan yanılmadı. Alimcan İbrahimov gerçekten de Tatar Türklerini dünyaya tanıtacak birçok hikâye, öykü ve milli roman yarattı. Onların arasında tarihi ve hayatın gerçeklerini belgesel nitelikte yansıtan “Âdemler” adlı eseri özel yer almaktadır.
2000’li yıllarda yazarın mevcut eserini Türkiye Türkçesine çevirmek istediğimde bazı Türk bilim adamları “Tatar Türklerini yamyam olarak tanıtan korkunç bir eseri çevirmekle Türkiye’de milletinize ne kazandıracaksınız?” gibi düşünceler bildirdiler ve çeviri, uzun yıllar devamında çekmecede kalmaya mahkûm oldu. Fakat “Âdemler” adlı öykü, unutulmayı hak eden bir eser değildir. Tarihte olan ve Tatar Türklerinin yaşadığı coğrafyada ortaya çıkan, bir taraftan doğal afet, diğer taraftan Sovyet siyasetinin çirkin bir parçası olan 1920’li yıllarda yaşanan açlık ve neticeleri, gelecek nesillere ibret olmalı.
Eser, Türkiye Türkçesine ilk kez aktarılmakta olup Türkiye’de ilk kez yayımlanmaktadır. Mevcut öykü ve incelemenin gelecekte bu konu üzerine daha kapsamlı ve geniş araştırmaların yapılmasına, ayrıca konuyla ilgili diğer Tatar yazarlara ait eserlerin de (örneğin, Mecit Gafuri’nin eserlerinin) çevrilmesine vesile olacağını umuyoruz.
Çeviri için öykünün 2007 yılında Kazan’da Tataristan Kitap Neşriyatında yayımlanan “İbrahimov, G. Hikeyaler, Povest, Roman. Tözüçè R. Akyégét.” adlı kitapta yer alan metni esas alınmıştır. İnceleme kısmında kullanılan alıntılar da sayfaların gösterilmesi açısından aynı kaynaktan Türkçeye aktarılıp verilmiştir.
Türkiye Türkçesine çevirdiğim eseri kontrol eden kıymetli öğrencim, Afyon Kocatepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Gülşah YILMAZ’a teşekkürümü bir borç bilirim.

ESERİN YAZARI HAKKINDA
Tatar millî edebiyatının temelini atan ünlü yazar, filolog, tarihçi, âlim, eleştirici, gazeteci, muallim, ünlü cemiyet ve devlet adamı Alimcan İbrahimov (1887-1938) Rızaeddin Fahreddin, Ayaz İshaki, Fatih Kerimi, Fatih Emirhan, Abdullah Tukay, Derdmend, Segıyt Remiyev gibi büyük Tatar yazar ve şairlerle aynı dönemde yaşayan Tatar halkının ve Tatar edebiyatının unutulmaz isimlerindendir. 1905 yılı Birinci Rus inkılâbı etkisinde edebiyat dünyasına katılan İbrahimov’un hayatı ve çalışmaları, Tatar halkının bir asırlık tarihi yaşamını, milletin hayatında yer alan hızlı değişmeleri, gönül dünyasını saran hayalleri, sevinçleri ve geçirdiği hayat badirelerini yansıtır (Yarullina Yıldırım, 2018: 285). A. İbrahimov, hayatının her döneminde Tatar merkezli Türk milliyetçisi olarak kalmayı da başarır (Kamalieva, 2017: 27).
Alimcan İbrahimov 12 Mart 1887’de Başkurdistan’da, Ufa şehrinin güneyinde bulunan Sultanmurad adlı bir Tatar köyünde doğdu. Okuma yazmayı eğitimli şehir kızı olan annesinden, hesap ve İslamiyet’in temel bilgilerini ise ilme açık, çocuklarına en iyi eğitim vermekte kararlı olan babası İrfan Bey’den öğrendi. Sonraki yıllarda Keşekli köyü medresesinde eğitim gördü, kendi köyünde bulunan ilkokulda Rusça dersleri aldı. 1898 yılında ailesi Alimcan’ı ağabeyi Şakircan ile beraber Orenburg’da “usul-i cedit” sistemiyle eğitim vermekte olan Hüseyniye medresesine gönderdi. Fakat 1905 yılında şakirtlerin ayaklanmasına katıldığı için bu medreseyi terk etmek zorunda kaldı. 1906 yılında eğitimine Ufa şehrinde Zıya Kamali tarafından aynı yılda açılan ve birçok Tatar ve diğer Türk boylarından edip yetiştiren Galiye medresesinde devam etti. Çünkü mevcut medreseye ileri görüşlü Başkurt ve Tatar öğrencileriyle beraber eğitim almaya Kazak, Kırgız, Özbek, Kumuk, Nogay, Çerkez ve diğer halklardan da öğrenciler gelirdi. Alimcan İbrahimov, Galiye medresesindeki ilk yılının yaz tatilinde Kafkasya’ya giderek çeşitli köylerdeki Nogay (Tatar) çocuklarına okuma yazma öğretti. Galiye medresesinden ayrıldıktan sonra Kazak bozkırlarında öğretmenlik yaptı, Ural’da çeşitli işlerde çalıştı, Astrahan bölgesinde muallim oldu. 1909 yılında üniversite kazanmak için Kazan’a geldi fakat bu hayalîni gerçekleştiremedi. Buna rağmen çok okudu, tarihi ve felsefeyi öğrendi, dünya edebiyatının klasikleriyle tanıştı. 1909–1912 yıllarında Kazan’da yaşadığı süre içinde “Yeşlernéŋ Tormışınnan Bér Levhe” (Gençlerin Hayatından Bir Örnek), “Tatar Hatını Niler Kürmi” (Tatar Kadını Neler Görmez), “Yaz Başı” (Baharın Başlangıcı), “Diŋgézde” (Denizde), “Yöz Yıl Élék” (Yüz Yıl Önce), “Söyü-Segadet” (Sevgi-Saadet), “Utı Süngen Cehennem” (Odu Sönen Cehennem), “Karak Mulla” (Hırsız Molla), “Kart Yalçı” (İhtiyar Irgat), “Yeş Yörekler” (Genç Yürekler) gibi eserlerini yazdı. Bu eserlerde medreselerde eğitim sisteminin çağa uygun olmaması, gönül arayışları, millete hizmette bulunma isteği, aile içi ilişkiler, sosyal eşitsizlik, kadın özgürlüğü gibi o dönemin önemli sorunları gündeme getirildi. Alimcan İbrahimov’un 1910-1912 yıllarında yazılan eserleri, yazarın maarifçi görüşlerini yansıtan romantik hikâyelerdir. Onlarda romantik ideal, insanın ruhunu ezen hayatın olumsuz gerçeklerine karşı koyulmuştur (Hesenov, 1986: 192).
1912 yılının sonunda Alimcan İbrahimov, Kiev şehrine gider. Kiev Üniversitesi’nde misafir öğrenci olarak derslere devam eder ve öğretmenlik yapar. Kiev’de Müslüman ve Rus sosyalist gençlerle görüşerek çar rejimi aleyhine çalışacak gizli bir teşkilat kurma çalışmalarına da katılır. Bir toplantı sırasında, toplantının ihbar edilmesi üzerine Lukyanovsk kazası hapishanesine atılır ve bu nedenle 1917 Devrimi’ne kadar polis gözetiminde yaşar. Hapisten çıktıktan sonra yine Kazan’a döner ve burada yayımlanmakta olan, o zamanın önde gelen “Aŋ” dergisinde çalışmaya başlar. Aynı zamanda görev icabı Odessa, Kiev ve Suhumi gibi çeşitli şehirleri dolaşır.
Alimcan İbrahimov, 1915–1917 yıllarında Ufa’da Galiye medresesinde hocalık yapar. 1913 yılına kadar yazdığı eserleri genelde romantizm temelinde kurulmuş olsalar, 1913–1917 yılları arasında yazdığı “Kötüçéler” (Çobanlar), “Tabigat Balaları” (Tabiat Çocukları), “Merhümnéŋ Defterénnen” (Merhumun Defterinden), “Béznéŋ Könner” (Bizim Günler), “Gabdérrahman Salihov” (Abdurrahman Salihov) gibi eserlerinde artık ön plana sosyal ve içtimai meseleler çıkar. Bu dönemde Alimcan İbrahimov, “Tatar Şagıyrleré” (Tatar Şairleri), “Tatar İmlası”, “Yaŋa Edebiyat” (Yeni Edebiyat), “Edebiyat Derésleré” (Edebiyat Dersleri), “Tatar Télén Niçék Ukıtırga?” (Tatar Dili Nasıl Okutulmalı?) gibi Tatar Türkçesi ve Tatar edebiyatı ile ilgili birçok bilimsel yazı ve ders kitabı da hazırlar. Eleştiri hizmetlerinde millî şuurun oluşması, edebiyat, müzik, millî tiyatro gibi sanat alanlarının ve folklorun gelişimi ile ilgili yazılar yazar. Fakat Alimcan İbrahimov’un edebî eleştiri, edebiyat teorisi ve tarih alanlarında yazdığı eserlerinin çoğu Sovyet döneminde yazılır.
Alimcan İbrahimov, 1917 Ekim Devrimi’nin ilk günlerinden itibaren aktif sosyalist olarak tanınmaya başlar. Galiye medresesindeki görevini bırakıp Ufa Müslümanları Arasında Halkçılığı Yayma Komitesi’nde görev alır. Rusların Sosyalist Revolüsyoner (Es-Er) partisine katılarak, 1917 yılında Fatih Seyfi Kazanlı ile birlikte “İrek” (daha sonra “Béznéŋ Yul” olarak çıkar) adlı bir gazetede çalışır. 1918 yılının Ocak ayında Stalin’in daveti üzerine Merkez Müslüman Komiserliği başkanı Mullanur Vahitov’un yardımcısı görevini üstlenir. 16 Ocak 1918’de Petrograd’da (daha sonra Moskova’da yayınlanır) çıkmaya başlayan “Çulpan” isimli gazetenin kurucusu ve redaktörü olur.
Alimcan İbrahimov’un yaratıcılığı 30 yıla yakın bir süreyi kapsayıp tarihin dönüm noktası olan XX. yüzyılın ilk yarısına denk gelir. Yazar, Rusya sınırları içinde yaşayan halkların hayatını kökten değiştiren devrimlerin ve İç Savaş’ın şahidi olur, bu olayları kendi eserlerine en samimi şekilde yansıtır. Mevcut dönemde yazılan “Yaŋa Kéşéler” (Yeni İnsanlar), “Kızıl Çiçekler”, “Tiren Tamırlar” (Derin Kökler) gibi sosyal içerikli eserlerinde yeni Sovyet hükûmetinin kazançlarını geniş epik planda tasvir eder. Tatarlar arasında çeşitli sosyal tabakaların oluşması, sosyal sınıflar arasındaki mücadele ve milletin geride kalma nedenleri gibi sorunları gündeme getirir.
1922 yılında Alimcan İbrahimov, bütün Türk boyları için ortak olan at sevdasını ele alan “Almaçuar” (Elma Benekli At) adlı eserini yazar. 1923’lü yıllarda, o yıllarda İdil-Ural bölgesinde yaşanan açlık faciasını en gerçekçi manzaralarla yansıtan, merkezinde Ölüm ve Yaşam gibi metafizik konu olan, insanın belli şartlarda insanlık sıfatlarını kaybedebildiğini anlatan “Âdemler” adlı eserini yazar. 1933 yılında yazdığı “Başkurt Kızı Gülbike” adlı eserinde ise Başkurt halkına özgü alışkanlıklardan ve bu topraklarda söylenen türkülerden bahseder. 1924 yılının Şubat ayında Alimcan İbrahimov, Moskova’da toplanan Tatar-Başkurt öğretmenler kurultayına katılır. Bu toplantıda millî okulların geliştirilmesi, eğitimin yeni usulde yapılması ve yeni programların hazırlanması sorunları üzerine çalışır. 1925–1927 yılları arasında Tataristan Cumhuriyeti Eğitim Bakanlığı’nın İlim Merkezi’nde görev yapar. 1927–1938 yılları arasında Alim-can İbrahimov, Kırım’da Yalta şehrinde verem tedavisi görür. Çok yönlü fedakâr hizmetlerinden dolayı Alimcan İbrahimov 1928 yılında Devlet Sanat Bilimleri Akademisi’ne akademik üye olarak seçilir. 1932 yılında aktif çalışmaları için Bütün Rusya Merkez Komitesi tarafından “Hizmet Kahramanı” ismine layık bulunur. Ağır hasta olmasına rağmen 1938 yılında tutuklanarak Kazan’a getirilir ve Tatarların millî bağımsızlığına önem vermek, devrim öncesi Tatar kültürünü yüceltmek, Tatar aydınlarının rolünü aşırı abartmak, solculara saldırmak, sağcıları görmezden gelmek, Rus komünistlerini çarlık jandarmasıyla kıyaslamak gibi suçlardan yargılanarak, “halk düşmanı” ilan edilir. O günden itibaren Alimcan İbrahimov’un eserlerini dile almak, okumak yasaklanır. Alimcan İbrahimov 21 Ocak 1938 yılında Pleten hapishane revirinde eceliyle ölür. Yazarın vefatından sonra hapiste kaldığı odasında bulunan komodin kapağının iç tarafına “Parti karşısında, halkım karşısında hiç bir suçum yoktur. Hakikat yerini bulur, tarih kendi sözünü söyler.” diye yazdığı yazı bulunur. Kazan’da Arhangel mezarında defnedildiği hususunda bilgiler olsa da Alimcan İbrahimov’un mezarı günümüzde bilinmemektedir (Minhaceva, 2002: 17). Korkunç otuzlu yılların sonunda hapishanelerde haksız yere yaşamını yitiren Alimcan İbrahimov’un aydınlık ismi, ancak 1955 yılında Stalin kültü faş edilince aklanır ve eserleri Tatar Türklerinin manevi yaşamına geri döner (Yarullina Yıldırım, 2007: 38).
1980’li yıllarda Rusya halklarının tarihi yeniden değerlendirilmeye başlayınca, Alimcan İbrahimov’un hayatı ve eserlerini de yeniden değerlendirme ihtiyacı gündeme gelir. Araştırmacılar onu “kızıla boyalı yazar” olarak tanıtmaya çalışır. Tabii, edibin Bolşevizm’e uyum sağlayarak yazılan tarihî ve gazetecilik ruhunda yazılan eserleri var fakat edebî eserlerinde o, her şeyden önce kendi halkının gelenek göreneklerini, geçmişini ve gerçek hayatını yansıtan büyük yazar olarak kalabildi. Bu yönde Alimcan İbrahimov’un eserleri Mansur Hasanov, Rezeda Ganieva, Ferit Hatipov, Albert Yahin, Ferit Beşirov gibi Tatar bilim adamları tarafından objektif olarak değerlendirildi (Minhaceva, 2002: 7). Sovyet döneminde Tataristan’da edibin üç ciltlik “Saylanma Eserler” (Seçme Eserler)i, dokuz ciltlik akademik baskısı, Türk lehçeleri ve Tatar Türkçesi ile ilgili eserleri ve birçok edebî eseri ayrı kitap olarak yayımlandı. Alimcan İbrahimov’un eserlerini çeşitli yönleriyle araştırıp yüksek lisans ve doktora tezleri savunuldu, monografiler, hatıra kitapları dünya gördü. Edibin yıldönümlerinde ulusal ve uluslararası bilimsel sempozyumlar düzenlenmekte. Alimcan İbrahimov’un hayatı ile ilgili roman ve uzun hikâyeler, belgesel eserler hazırlandı (Minnullin, 2007: 5). Ayrıca, 1967 yılından itibaren Tataristan Cumhuriyeti Bilimler Akademisi Dil, Edebiyat ve Sanat Enstitüsü yirmiyi aşkın hikâye, üç öykü, dört roman, beş piyes, ayrı kitap olarak yayımlanan on iki bilimsel makale, beş yüze yakın eleştiri ve gazetecilik makalesi, dil ve edebiyat ile ilgili ondan fazla ders kitabı yazarı Alimcan İbrahimov’un adını taşımaktadır.
Alimcan İbrahimov sadece Tatarların değil birçok Türk boyunun medeni ve tarihî bilincinin gelişimini sağlayan, bütün yaratıcılığı ve faaliyetleriyle kardeş halkların dostluğunu sağlamlaştıran yazarlardandır. Eserlerinde ne kadar ustaca Tatar halkının hayatını ve geleneklerini yazdı ise aynı şekilde diğer kardeş boyların günlük hayatı ve kültürel değerlerini de kaleme almıştır. Türkmen şairi Berdı Kerbabayev onu ilk üstadı olarak tanıyarak “Sovyet hâkimiyeti gerçekleştiği yıllarda Orta Asya edebiyatlarına nazaran Tatar edebiyatı çok ileriye gitmişti. Bunda A. İbrahimov önemli yer almaktaydı.” diye yazdı. Büyük Azerbaycanlı yazar Samed Vurgun, Alimcan İbrahimov’u Sovyetlerin içinde yer alan bütün Doğu halklarının büyük yazarı olarak nitelendirdi. Başkurt yazar ve edebiyat uzmanı Kirey Mergen de Tatar Türklerinin büyük oğulları Abdullah Tukay ve Alimcan İbrahimov’un usta kalemleri ile birçok Türk boyuna üstat ve kıble olduğunu anlatır. Başkurdistan’ın halk şairi Seyfi Kudaş, onu bir ekol bilir, diğer ünlü Başkurt edibi Davut Yultıy ise Alimcan İbrahimov’un Başkurt Sovyet edebiyatının temelini atmakta doğrudan emeği olduğunu söyler. Bu konuda Tatar yazarı Fervaz Minnullin’in sözleriyle bir sonuç yapacak olursak, “A. İbrahimov’un yaratıcılığı Kazak, Kırgız, Başkurt, Azerbaycan ve Özbek yazarları için de örnek ve tecrübe ekolü oldu.”(Hesenov, 1989: 199).
Alimcan İbrahimov Başkurdistan topraklarında bulunan Soltanmurad köyünde doğup büyüdü, köy hayatının düzenini, örf âdetlerini, çiftçi hizmetinin bütün inceliklerini ve zorluklarını kendi omuzlarında hissetti. Bu yüzden onun yaratıcılığında köy ve çiftçi hayatı önemli yer alır. 1915 yılında Alimcan İbrahimov Ufa’ya taşınıp eğitim gördüğü Galiye medresesinde dil ve edebiyat dersleri vermeye başlayınca Tatar ve Başkurt medeniyetini geliştirmek için aktif şekilde çalışır, Başkurt ediplerinin edebiyat meydanına çıkmalarına yardımcı olur. Şeyhzade Babiç, Seyfi Kudaş, Alimcan Nigmeti, Hasan Tufan, Bulat İşemgol gibi ünlü Başkurt ve Tatar şair, edip ve bilim adamlarının Alimcan İbrahimov’un şakirtleri olarak yükselmeleri edibin ne kadar etkili bir şahıs olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır (Akköbekov, 2007: 136). Böylece 1915-1917 yıllarında Galiye medresesi, Tatar ve Başkurt Türklerinin edebî ve medeni hareketinin bir merkezine dönüşür. Alimcan İbrahimov, Mecit Gafuri, Hasan Tufan, Seyfi Kudaş, Bulat İşemgol, Fatih Seyfi-Kazanlı, Segıyt Sünçeley, Sultan Gobeşi gibi edebiyat, medeniyet ve cemiyet adamları bu medreseden çıkar. Alimcan İbrahimov, “Başkort Kızı Gölbike” (Başkurt Kızı Gülbike) ve “Kazah Kızı” (Kazak Kızı) adlı kardeş Başkurt ve Kazak halklarının hayatını anlatan eserlerinde Türk toplumlarında o dönem Müslüman kız ve kadınların paylaştığı çelişkili kader gibi o zamanın en önemli konulardan birini işler. Alimcan İbrahimov, 1905 Rus İnkılabı döneminde şakirtlerin isyanına katıldığından dolayı Orenburg şehrinde eğitim gördüğü Veli Molla Medresesi’nden kovulur ve Kazak bozkırlarına gidip altı ay Kazak köylerinde öğretmenlik yapar. Böylece kardeş Kazak Türklerinin hayatını, geleneklerini, kültürünü Tatar yazarı bizzat kendi tanır. Halkın zengin söz varlığını, günlük hayatını yakından öğrenir, akınların söylediği “üleŋ” dedikleri türküleri dinleyerek ilham alır ve bütün gördüklerini, duyduklarını ve yaşadıklarını “Kazah Kızı” (Kazak Kızı) adlı eserinde usta bir kalemle tasvir edip Tatar okuyucularına sunar. Ünlü Türkmen yazarı Berdi Kerbabayev’in dediği gibi, İbrahimov bu eseriyle Türk boylarının edebiyatına kadın özgürlüğü konusu getirir. Ayrıca, “Kazah Kızı” (Kazak Kızı) adlı romanında İbrahimov, uçsuz bucaksız Kazak bozkırının güzelliğini, kardeş Kazak halkının günlük hayatını, hayat tarzını, hayat felsefesi ve millî değerlerini de ustaca tasvir eder. Bu yüzden mevcut roman, Kazak halkının yaşam ansiklopedisi niteliğinde değerlendirilmektedir (Zaripova Çetin, 2016: 9). 1915 yılında Alimcan İbrahimov Ufa’ya taşınıp eğitim gördüğü Galiye medresesinde dil ve edebiyat dersleri vermeye başlar ve eğitim sürecinde çeşitli kardeş Türk boylarının dile ve edebiyata eşit derecede haklarının olduğunu vurgular. 1916 yılında Rusya içinde bulunan bütün Türk boyları için “tek dil ve edebiyat” ideasına karşı çıkarak yazdığı “Télleré Başka Bulsa da Küŋélleré Bér” (“Dilleri Farklı Olsa da Gönülleri Aynı”) adlı makalesinde Kazak edebiyatı örneğinde, Kazak Türklerinin çok özel ruhi hayatının altını çizerek Alimcan İbrahimov şöyle yazar:
“Kazakları Tatar Türkçesi ve edebiyatına dâhil etme hayaline kapılmadan önce biz, kendi edebî mirasımızı zenginleştirme amaçlı Kazak halk edebiyatını bütün incelikleriyle öğrenmeliyiz.” (İbrahimov, 1978: 217-224).
Kazak Sovyet edebiyatının temel taşlarını atan Saken Seyfullin, Beyimbet Maylin gibi ediplerin de 1917 yılına kadar olan hayatı ve faaliyetleri Galiye medresesi ile ilişkilidir.
Görüldüğü üzere, Alimcan İbrahimov’un yaratıcılığı Tatar edebiyatı ile sınırlı kalmayıp diğer Türk boylarında da popülerlik kazanır. Yazarın ve eserlerinin etkisi bütün Türk edebiyatlarına tartışılmaz derecede büyüktü. Alimcan İbrahimov’un edebî geleneklerini Tatar yazarları dışında Özbek yazarı Abdulla Kadıri, Kırgız edibi Aalı Tokombayev ve birçok Başkurt ve Kazak yazarı da devam ettirdi. Hatta Kazak ve Azerbaycan Türkleri onu kendi yazarlarından saydılar. Daha Alimcan İbrahimov kendisi sağken Rus bilim adamı, edebiyat uzmanı P.S. Kogan şöyle yazdı:
“O, önemi kendi ülkesi sınırlarından uzaklara taşan yazarlardan bir tanesidir ve insanlık tarihinin en iyi edipleri arasında onurlu bir şekilde yer alabilir.” (Hesenov, 1989: 199).
Türkmen yazar Berdı Kerbabayev, üzerinde büyük etkisi olduğu zeki ve dâhi, adalet için amansızca mücadele veren Tatar yazar Alimcan İbrahimov’u zamana meydan okuyan, gücü ve ruhu ile mağrur olan bir kayaya benzetir ve haklı olarak şöyle yazar:
“Tatar edebiyatının klasik yazarı, edebiyatın büyük ve çetrefilli yolunda benim ilk ve tek üstadım olan Alimcan İbrahimov’un adını ne zaman ne de tesadüfler insanların saygın hafızasından asla silip atamaz.” (Kazan Utları, 2007: s. 94-95).

ESERİN YAZILIŞ VE YAYINLANMA TARİHÇESİ
Alimcan İbrahimov “Âdemler” adlı öyküyü 1923 yılında tamamlar ve eser, aynı yıl 3000 nüsha olarak Kazan’ın önde gelen yayınevlerinden “Şerèk” (Şark) neşriyatında dünya görür ve yayımlanır yayımlanmaz hemen eleştiri yağmuruna tutulur. Tatar eleştirmenler esere şüphe ile bakarlar. Örneğin, 1924 yılında ilk görüş bildiren yazar, edebiyat uzmanı Ömer Tolımbayskiy (1900-1939), “esere bazı eklemeler ve düzeltmeler yapılması, ayrıca işçi ve köylü sınıfı gözünden de geçirilmesi gerektiğini” yazar (“Tatarstan”, 9 Gıynvar). Bir başka Tatar yazar Şamil Usmanov da keskin bir eleştiri yaparak eserde “Sovyet hâkimiyetinin açlık ile mücadele eden fedakârlığı, açlık felaketi ile boğuşan köylere yardım eli uzatılması anlatılmamış” gerekçesiyle “Âdemler” öyküsü “Proletarya edebiyatı listesinden atılmalı” gibi bir sonuca varır (“Bèznèŋ Yul” 1924, N- 3). Aynı yıl ünlü Tatar edebiyat eleştirmeni Alimcan Nigmeti de Sovyet hâkimiyetinin açlık ile mücadele ettiğinin gösterilmemesini “eserin en büyük eksiği” olarak kabul eder (“Èşçè” 1924, 2 Fevral). Fakat daha sonraki yıllarda Alimcan Nigmeti görüşünü değiştirir ve “Âdemler” adlı öyküyü “klasik eserler arasında yer almaya layık bir eser” olarak tanımlar (Nigmeti, 1958: 124). 1925 yılında edebiyat uzmanı Aziz Gubaydullin de “Âdemler” adlı öyküyü diğer eserlerden ayırarak objektif görüşünü bildirir:
“Yazar, mevcut eserinde Tatar sosyal hayatın dar günlük hayat çerçevesinden sıyrılarak genel olarak insanlığa özgü çok ilginç soruna değindi… Tatar köy hayatı fonunda açlığın temelinde ortaya çıkan yamyamlığın psikolojik evrimini tasvir etti.” (Gubaydullin, 1925: 66).
1920’li yılların ikinci yarısında “Tatar Medeniyatè Nin-di Yul Bèlen Baraçak” (Tatar Medeniyeti Hangi Yolu Takip Edecek) adlı makalesi yayınlanınca Alimcan İbrahimov’un üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başlar. Atılan birçok suçlamalardan bir tanesi, “yazarın Sovyet hâkimiyeti siyasetini doğru anlamaması, eserlerine de hakikati yansıtamaması” idi. Böylece yazar “Âdemler” öyküsünü de yeniden gözden geçirmek zorunda kalır. On sekiz bölümden oluşan eser, on beşinci bölümün ortasına kadar aynı kalır. On beşinci bölümün ortasından sonra ise yeniden yazılır, açlıktan kırılmakta olan köye yardım geldiğini bildiren cümleler eklenir, bazı özel isimlerde ufak değişiklikler yapılır. Fakat yapılan değişiklikler, eserde anlatılan açlığın dehşetini hiç de azaltmaz. Sovyet döneminde de “Âdemler”, Alimcan İbrahimov’un sosyalistik realizm metodu prensiplerini tam anlamında kabul edemediğinden ortaya çıkan başarısızlığı olarak gösterilmeye çalışılır. Örneğin, 1960 yılında edebiyat uzmanı Gali Halit şöyle yazar:
“…Sovyet hâkimiyetinin bu faciadan kurtulma yolunda gösterdiği amansız mücadele sanki dipte, karanlığın içinde kalmış gibi.”(Halit, 1960: 324); “İbrahimov tarafından kaleme alınan açlıktan kırılan köyde ortaya çıkan feci kargaşa okuyucuyu derinden etkiliyor. Fakat yazarın parlak, usta psikolog kalemi bu eserde açlıkla mücadele eden insanlar arası sosyal ilişkileri açmaya değil, insanların biyolojik ve ahlaki çöküşünü detaylı ve çıplak bir şekilde tasvir etmeye yönelik.” (Halit, 2012: 102).
Diğer bir Sovyet dönemi edebiyat uzmanı Mansur Hasanov’un da “Âdemler” adlı eserle ilgili düşüncesi Sovyet ideolojisine bağlıdır. O, Alimcan İbrahimov’un mevcut öyküde natüralizme fazla yer verdiğini eleştirir ve konu ile ilgili “…Edebi eserlerde insanlara özgü şeyler bu kadar açık tasvir edilmemeli.” diye yazar (Hesenov, 1964: 160).
Sovyet döneminde 1920’li yıllarda İdil Ural bölgesinde halkın açlıkla mücadele ettiği hakkında konuşmaya, olayları resmî olarak belgelemeye yasak konulmuştu. Sadece Perestroyka adı ile bilinen, SSCB’de 1980’li yıllardan itibaren gerçekleştirilen ekonomik ve siyasi sistemi yeniden yapılandırma ve reform hareketleri sonrası edebi eserler de yeniden gözden geçirilir ve “Âdemler” adlı öyküyle ilgili Rkail Zeydullin, Flün Musin, Ferit Beşirov, Foat Galimullin, Ahmet Sahapov gibi Tatar edebiyat uzmanları ve bilim adamları değerli fikirlerini ortaya koyarlar. 1920’li yıllarda eleştiri topuna tutulan ve yayıma Alimcan İbrahimov’un vefatından sonra “halk düşmanı” olmadığı ortaya çıkıncı bile izin verilmeyen “Âdemler” adlı öykü, 1931 yılından sonra ancak 1990, 1997, 1998 yıllarında tekrar yayımlanır (Salyahova, 2004: 5). Örneğin, 1990 yılında “İdèl”, 1997 yılında da “Miras” dergilerinde, 1997 yılında ise Galimcan Gıylman editörlüğünde Kazan’da Tataristan Kitap Neşriyatında yayımlanan “Edebi Miras” (Dördüncü Kitap)’ta araştırmacı Ferit Beşir’in ön sözü ile dünya görür. 1920’li yıllar Tatar edebiyatının ve onun ışığında Alimcan İbrahimov’un “Âdemler” adlı öyküsünün de yeniden araştırılması gerektiği hususta Tatar bilim adamı Flün Musin de olumlu eleştiri yazısı yayınlar (Musin, 1997: 1991). 2000’li yıllardan itibaren “Âdemler” öyküsü artık Zöhre Selehova, Rife Rahman gibi çağdaş Tatar bilim adamları tarafından tekrar araştırılmaya başlar. Konu ile ilgili son on beş yılda yapılan en ciddi ve kapsamlı araştırmalar, Zöhre Selehova tarafından Kazan Devlet Üniversitesinde 2004 yılında savunulan “Naturalizm v Tvorçestve Galimdjana İbragimova” (“Alimcan İbrahimov’un Yaratıcılığında Natüralizm”) ve Milevşa Ahmetova tarafından Tataristan İlimler Akademisi İbrahimov Dil Edebiyat ve Sanat Enstitüsünde 2018 yılında savunulan “Otrajeniye Temı Goloda 1920h Godov v Tatarskoy Literature.” (“1920’li Yıllar Açlığının Tatar Edebiyatına Yansıması”) adlı doktora tezleridir (Salyahova, 2004; Ahmetova, 2018).

1920’Lİ YILLARDA İDİL BÖLGESİNDE AÇLIK
1919-1925’li yıllarda İdil bölgesinde gelişen ve XX. yüzyıl Rusya tarihinin en feci sayfalarından bir tanesi olan açlık, 6 milyona yakın insanın canını alır, her yaş grubu nüfusun hastalığa maruz kalmasına ve yaş olarak insan hayatının kısalmasına neden olur. Böylece 1920’li yıllarda İdil bölgesi köyleri yok olma tehlikesi ile yüz yüze gelir. Sovyetlerde ortaya çıkan açlık, köy ve köylülerin menfaatini görmezden gelen devlet siyasetinin ne gibi sonuçlara getirebileceğinin en manidar örneği olur (Polyakov, 2010: 39).
Tatarların yaşadığı bölgede açlık 1891-1892, 1898-1899, 1906, 1911-1912, 1921-1922, 1932-1933, 1946-1947’li yıllarda olur. Ama yine de en korkunç olanı, 1922 yılında yaşanır. Önde gelen nedenler olarak, 1921 yılının sıra dışı kurak geçmesi, İç Savaş’ın yıkıcı sonuçları, özel şirketlerin Bolşevikler tarafından yok edilmesi, şehirde yaşayanları doyurabilmek için köylülerden zorla erzak toplanması ve insan faktörü gösterilir. Fakat 1920’li yıllarda vuku bulan açlığın nedeni, devleti yönetenlerin göstermeye çalıştığı doğal afetlerden ziyade insanların uyguladıkları siyasette gizlidır. Yağmur dahi yağsa ekilmeyen bir tarlada mahsul nasıl yetişir? Geç de olsa ekilen topraklarda yağmurlar artık ne kadar etkili olur? Prodrazvyorstka adlı zorlama sistemi, ekin için ayrılan tohumların köylülerin elinden zorla alınması prensibi üzerine kuruluydu (Polyakov, 2010: 24). Komsomol’un 3. Kurultay’ında Vladimir İlyiç Lenin şöyle der: “Fazla olan tek bir pud[1 - Pud: Ruslarda kullanılan yaklaşık olarak 16 kiloya tekabül eden ağırlık ölçüsü.]ekmek dahi tek bir köylü evinde kalmayacak!” (“Komsomolskaya Pravda”, 1988, 2 Oktyabrya). Böyle bir siyaset uygulanmaya başlayınca köylülerin büyük kısmı hâkimiyete tepki gösterir ve köylülerin isyanı, İç Savaş’ın devamına dönüşür. Durum böyle olunca, baharda ziraat işleri de durur ve açlık, insanları ölüme bir adım daha yaklaştırmış olur. Elinde ekmeği olan köylüler ise Prodrazvyorstka siyasetini uygulamayıp her şeye rağmen ekin ekmeye devam edenlerdi (Polyakov, 2010: 36).
1921 yılında gerçekleşen açlık, yeni oluşan Tataristan Özerk Cumhuriyeti için korkunç bir facia olur. Tataristan, 1919 yılı Prodrazvyorstka planına göre 1920 yılında Sovyet devletine 10 milyon 200 bin tondan fazla ekmek vermeliydi. Tabii, Tataristan Özerk Cumhuriyetinin başında duran İvan Derunov, Şamil Usmanov, Yunıs Validov ve diğer şahıslar bu siyasete tepki gösterir. Çünkü onlar, köylülerin elinden böylesine büyük miktarda ekmeğin alınmasının halkı felakete sürükleyeceğini anlar. Ülkede vaziyet gerçekten kötüydü. Açlık öncesi 4 yıl devamında Tataristan’dan erkekler savaşa alınır. Hatta kadınlardan da bir tabur oluşturmayı düşünürler. Aynı zamanda açlık yıllarında ülkede İç Savaş da devam ediyor ve orduyu, köylüler besliyordu. Ayrıca, bölge kimin eline geçerse geçsin -Kızıl ya da Beyaz Ordu’nun- her ikisi de sıradan halkı yağmalıyordu (Latıpov, 2019).
1921 yılı kış mevsimi alışılanın üstünde aşırı soğuk gelir. Soğukta ısınmak için odun bulamayan insanlar, dondurucu ayaz bir kışa bir de ekmeksiz girer. Çünkü köylülerin ekin işleri için ayırdıkları 2 milyon ton tahıl, devlet tarafından zorla tohum hazinesine alınır. O yıllarda yazılan toplu bir mektupta köylüler acıklı bir şekilde şöyle haykırır: “Bin dokuz yüz yirmi bir yılında bizim tarlalarda ancak bir bitki yetişti, açlık!” (Knurova, 2007: 59). Bir de bu duruma ek olarak köylülerden 380 pud et, 652 pud patates, 17 milyon yumurta, 4639 pud kenevir yosunu ve çokça yağ, bal toplanır. Böylece, o zamanlar giysileri deriden ve kenevirden diken insanların elinden giysi dikme malzemeleri de alınmış olur (Geller, 2000: 114). İdil Ural bölgesinde yaşanan açlığı araştıran çağdaş Rus bilim adamı V. Polyakov’un da yazdığı gibi, 1921 yılından itibaren köylülerden yiyecek olarak alınmaya başlayan vergi, yiyeceklerin çeşidi ve miktarı olarak Prodrazvyorstka’yı bile geçer ve 1922 yılının baharında total ölümlere yol açar (2010: 36).
İlk zamanlarda Sovyet hâkimiyeti açlıkla ilgili açıklama yapmaktan sakınır. Fakat 1921 yılında artık bu sorunun üstesinden yalnız başına gelemeyeceğini anlar. 1921 yılının Temmuz ayında Rus yazar Maksim Gorki, Avrupa’nın birkaç önde gelen cemiyet adamına telgraf yollar. 2 Ağustos tarihinde de Sovyetlerin başında olan Vladimir İlyiç Lenin, uluslararası proletaryadan yardım isteğinde bulunur. Bu tarihi takiben 6 Ağustos’ta Sovyet hâkimiyeti dünyaya resmi bir şekilde ülkenin açlıkla boğuştuğunu duyurur. İstenilen yardımın büyük kısmı, 1921 yılı sonu-1922 yılı başında Milletler Cemiyeti’ndeki çalışmalarıyla 1922’de Nobel Barış Ödülü alan ünlü Norveçli gezgin, bilim adamı ve diplomat Fridtjof Nansen’in şahsen organize ettiği sosyal yardım kampanyasından ve Avrupa ile Amerika’da bulunan birçok özel şirket tarafından sağlanır. 1922 yılı sonbaharında yardım azalır. 1921 yılı Eylül ayından 1922 yılı Eylül ayına kadar Nansen’in yönettiği Rusya’ya Uluslararası Yardım Komitesi tarafından 90,7 bin ton yiyecek yardımı yapılır (Geller, 2000: 114). Tarih uzmanı T. Biktimerova, 1917 Devrimi sonrası yurt dışına muhacir giden Tatar tüccarlarının da İdil bölgesinde açlık başlayınca ellerinden geldiği kadar yardımda bulundukları hususunda bilgi verir. Tatar din adamları da yabancı ülkelere giderek İdil bölgesinde yaşayanlar için yardım isterler. Örneğin, âlim ve muallim Gubaydulla Bubi ile Mercani Camii imamı Tahir İlyasi Türkiye’ye, diğer bir imam Sadıyk İmankolıy da aynı amaçla Orta Asya’ya gider. Her ne kadar o yıllarda Türkiye kendisi de Atlanta ülkeleri ile savaş içinde olsa da İdil bölgesinde açlıktan ölen insanlara fedakârca yardımda bulunur. Erzak ve giysiyle dolu iki tane vapur Türkiye’den Kırım’a, Simferopol limanına ulaşır. Fakat vapurlardan bir tanesine el konulur. Bu yüzden açlık felaketiyle yüz yüze olan insanlara ancak bir vapur yiyecek ve giysi ulaşır (Latıpov, 2019).
Açlık yıllarında ölenlerin tam sayısı belli olmasa da ölümün en çok İdil ve Ural bölgesinde görüldüğü ve orada yaşayan nüfusun % 20,6 olarak azaldığı, 1922 yılı açlığı sırasında İdil bölgesinde bazı kasaba ve köylerde nüfusun % 95’inin öldüğü bilinir. Doğal olarak açlığa en çok köyde yaşayan, özellikle de süt veren hayvanı olmayan fakir kesim maruz kalır. Sovyet Merkezi Nüfus Sayımı Başkanlığı verilerine göre 1920-1922’li yıllarda açlıktan ölenlerin sayısı 5,1 milyona ulaşır. Birinci Dünya Savaşı ve İç Savaş sırasında şehit olanlar sayılmazsa 1921 yılında vuku bulan açlık, Orta Çağlardan sonra Avrupa tarihinde cereyan eden en büyük felaket olarak bilinir (Andreev, Darskiy, Harkova, 1993: 10; Payps, 2005).
Arşiv belgelerinden görüldüğü üzere, açlığın dehşeti arttıkça insanlar kara pazı, ağaç kabuğu, kızıl balçık ve sağlığa zarar veren, ağır hastalıkları ve ölümü tetikleyen diğer şeyler yemeye başlar. Bir de İdil bölgesi o yıllarda tifo, kolera ve benzeri salgın hastalıklarla boğuşur. İlaçların olmaması, tıbbi yardımın gösterilmemesi binlerce insanın ölümüne neden olur. Bahar gelince de kuraklık başlar. Yenilebilecek bitkilerin hepsi, güneşin altında kuruyup yok olur. İnsanlar, hayatta kalabilmek için kedi, köpek, fare gibi hayvanları yerler. Bir süre sonra onlar da tükenir. İnsanların birçoğu açlığa dayanamayıp ailecek intihar eder. Bölgenin yarısında insan eti yeme ve cesetle beslenme olayları kaydedilir (Polyakov, 2010: 30-38). Tataristan’da yabancı şirketleri denetleyen Moskova temsilcisi V.A. Muskat, 1922 yılında İdil bölgesinde gerçekleşen açlık hususunda Merkeze A.V. Eyduk’a gönderdiği bir mektupta şöyle yazar: “Ben size açlıktan ölen çocuklarını yiyen ebeveynlerle ilgili bilgilendirme amaçlı yazı gönderdim.” Demek, yamyamlık sıra dışı bir olay değildi. Daha fazlası, insanların komşularının çocuklarını da kesip yediklerine dair kaynaklar bulunur (Latıpov, 2019).
Yamyamlığı kanıtlayan gerçekçi belgeler, son 25 yıl içinde Tataristan’da yayınlanan birçok dergi (Örneğin, “Eho Vekov” 1997, N- 3/4) ve gazetede (Örneğin, “Şehri Kazan” 2000, 14 Mart) de yer aldı. Bütün yukarıda anlatılan durumlar, köylülerde Sovyet iktidarına ve komünistlere karşı nefret uyandırır. Bu nefretin sebebi, sadece hâkimiyetin aç insanlara yardım etmekte beceriksizlik göstermeleri değil, yiyecekleri dağıtmakla hükümlü olan insanların erzakları çalmaları da idi. Yabancı ülkelerden gelen yardım ise hem miktar olarak daha fazla, hem organizasyon olarak daha düzenliydi (Polyakov, 2010: 38).

DÜNYA VE TATAR EDEBİYATINDA AÇLIK
Açlık konusu, dünya edebiyatında çeşitli yıllarda çeşitli ülkelerde V. Hugo (Sefiller, 1862), K. Hamsun (Açlık, 1890), J. London (Beyaz Diş, 1906), D. Steinbeck (Gazap Üzümleri, 1939) gibi klasik yazarlar tarafından işlenir. Türk edebiyatında ise Refik Ahmet Sevengil’in “Açlık” (1937) ve Orhan Kemal’in “Baba Evi” (1949) adlı eserinde yer alır. Türk yazar Orhan Kemal, insanlığa açlığın dehşetini şöyle anlatır: “Ey açlık! Seni midemde, iliklerimde, kanımın yuvarlarında duydum. Ve sen, benim iyi, benim şefik ve rahim olan soyum, insan soyu, sen ebedi tokluğu fethedeceksin!”
Yukarıda da bilirtildiği üzere Tatarların yaşadığı bölgede açlık 1891-1892, 1898-1899, 1906, 1911-1912, 1921-1922, 1932-1933, 1946-1947’li yıllarda vuku bulur. Bu dönemde yazılan edebi eserlerde açlık sadece toplumsal ve tarihsel bir sorun olarak değil, etik ve ahlaki bir sorun olarak da ele alınır. Ayrıca, açlık keskin tırnaklarını sadece Tatar Türklerine değil, bölgede yaşayan diğer milletlere de batırır ve böylece onların edebiyatında da yer alır. Rus edebiyatında bu konuyu işleyen eserler olarak ünlü Rus yazar L. Tolstoy’un “Straşnıy Vopros” (Korkunç Sorun, 1891), “Pisma o Golode” (Açlık Hususunda Mektuplar, 1892), “Golod İli Ne Golod” (Açlık Mı Değil Mi, 1899), A. Çehov’un “Jena” (Karım, 1900), A. Gorki’nin “Golodnıy God. Nablyudeniya i Zametki İz Dnevnika” (Açlık Yılı. Günlükten Gözlemler ve Şerhler, 1893-1907), V. Korolenko’nun “Tsar-Golod” (Çar Açlık, 1908) gibi yazı ve eserler gösterilebilir. Çuvaş Türklerinin edebiyatında açlık konusunu ele alan eser, N. Şelebi’nin “Vışlıh Melkisem” (Açlık Gölgeleri) adlı şiiridir (“Suntal” 1924: 25-26).
Akılalmaz kıtlık, Sovyetlerde sadece Rusya ile sınırlı kalmayıp 1919-1922 ve 1929-1933 yıllarında Kazak yazar Smagul Elubay’ın da yazdığı gibi“Komünist iktidarın eliyle programlı olarak” Kazakistan’da da gerçekleştirilir ve 10-15 yıl gibi kısa sürede bir milletin yarısından fazlasının açlık yüzünden ölmesine neden olur. Kazak ve Türk bilim adamları Damira İbrahim ve Vahit Türk’ün hazırlayıp Türk okuyucusuna kazandırdığı “Kazakistan’da Kızıl Kıtlık (1929-1933) Stalin’e Mektuplar-Anılar-Röportajlar” adlı kitaptan da anlaşıldığı üzere, A. İbrahimov’un eserinde anlatılan insanların kedi köpek fare gibi boğazdan geçen her şeyi ve hatta insan eti yeme, pazarlarda insan eti satma, özellikle çocukların çalınıp kesilmesi gibi hadiseler Kazak bozkırlarında da çokça yaşanır (2016: 207, 118, 205, 222):
“Köpek ve kedileri çalarak etini yemek sıradanlaşmıştı… Hayatın ne denli değerli olduğunu anlamak için o insanların hayvanı yakaladıkları anda yaşadığı sevinci görmek gerekir.”; “Zura isimli abla yatarken beni sıkı kucaklayarak yatardı. Meğer aç insanlar geceleri çadırın altından küçük çocukları yemek için çalıyorlarmış.”
Fakat gazeteci, araştırmacı yazar Valeriy Mihaylov’un belirttiği gibi “1930’lu yıllardaki kolhozlaşma, halkın mallarının müsadere edilmemesi, halkın başına gelen afetler konusu tam anlamıyla incelenmediğinden” edebiyatta da bu konu arka planda tutulur (Kazakistan’da Kızıl Kıtlık, 2016: 215). Kazak Türkleri tarafından yaşanan açlık, ancak son 20 yılda Smagul Eluvbay’ın “Japandagı Jalgız” (2015 yılında G. Temenova tarafından Türkiye Türkçesine “Arasat Meydanı” başlığıyla aktarılmış, Bengü yayınevinden çıkmıştır) ve Adam Mekebayev’in “Kupiya Koyma” adlı romanlarında işlenir (İbrahim, Türk, 2016: 14). Ayrıca, Kazakistan’da vuku bulan kıtlık yıllarında insanların hayatında olup biten kan donduran olaylardan ne denli etkilendiğini Türkiye’de Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Ömeroğlu da “Kazak Gördüğün Azap” adlı hikayesinde anlatır (Ömeroğlu, 2020: 65).
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından 1946-1947 yıllarında insanları yamyamlığa sürükleyen korkunç açlık ve kıtlık yine Sovyetlerde, bu sefer Gagauziya’da yaşanır (Dobrov, 2020). Sovyetler Birliği tarafından elinde avucunda ne varsa alınan binlerce insan açlıktan kırılır ve iki yıl içinde Gagauz nüfusun yarısı yok olur (Argunşah, 2014: 9). Böylece, Gagauz önderi, şâir, yazar ve gazeteci, Gagauz Cumhuriyetinin millî marşı yazarı Todur Zanet’in bildirdiği üzere, 1946-1947 yıllarda Sovyet Sistemi tarafından Gagauzlara zorla uygulanan açlıkla Gagauzların soykırımı başlar (Zanet, 2014: 23). “1950’lerden itibaren başlayan ve henüz emekleme halinde olan” Gagauz Türklerinin yazılı edebiyatında To-dur Zanet 1946-1947 yıllarında halkına Sovyet hâkimiyeti tarafından uygulanan açlık ve kıtlık konusunu ele alarak 1998 yılında gerçek olaylara dayanan, kahramanları yaşadığı Konraz köyünden, ailesinden, yakınlarından birileri olan “Açlık Kurbanları” adlı dram eseri yazar ve kitap, 2014 yılında Türkiye Türkçesine çevrilip Gece Kitaplığı yayınevinde yayımlanır. Böylece, eseri çeviren bilim adamı Abdulkerim Dinç’in de dediği gibi, “Açlık Kurbanları ile tarihin bir dilimi, bir halkı yok etme plânları, nisyana gömülmekten kurtulur. Todur Zanet’in bu oyunu ile Türk okuyucusu hem Gagauz Türklerinin kültürel kimliklerini, millî karakterlerini tanır hem de sahifeler arasında bu acıya ortak olur…” (Dinç 2014: 15-16).
Söz konusu, mevcut dram eseri hem Gagauz Cumhuriyetinde hem Türkiye’de sahneye koyulmuştur.
Tatar edebiyatında ise açlık konusu daha çok XX. yy. başında ele alınmaya başlar. 1921-1923 yıllarında Tatar halkı için bir faciaya dönüşen açlık sorunu, artık edebiyatta da önde gelen bir sorun olur. Açlık yılları devamında Tatar yazarları açlıktan kırılan insanlara yardım etmek amaçlı aktif bir şekilde çeşitli edebi mecmualar yayımlar. Örneğin, Aç Halka Yardım Komitesi komisyonunu yöneten Tatar yazar Fethi Burnaş, “Açlar” adlı gazete çıkarmaya başlar ve A. İbrahimov ile beraber “Edebi Yardım Mecmuası” yayımlar (Ahmetova, 2018: 11,14).
Konuyu aydınlatan ilk edebi eser, Ayaz İshaki’nin “Télençé Kızı” (Dilenci Kızı, 1901-1908) adlı romanı olur. A. İshaki, 1906’lı yıllarda “Taŋ Yıldızı” gazetesinde “Açlık Başlandı” (Açlık Başladı) adlı makale de yayınlar. Daha sonra açlık konusu Tatar ve Başkurt Türklerinin ortak klasiği olan Mecit Gafuri’nin yaratıcılığında da aktif işlenmeye başlar. Şairin “Fekıyrlèk Bèrle Ütken Tèrèklèk” (Fakirlikle Geçen Hayat, 1904), “Açlık Yıl, Yeki Satlık Kız” (Açlık Yılı Ya Da Satılık Kız, 1906), “Yarlılar Yaki Öydeş Hatın” (Fakirler Ya da Aynı Evi Paylaşan Kadın, 1907) adlı öykü ve “Bay Hem Hèzmetçè” (Zengin ve İşçi, 1908), “Cellim” (Acıyorum, 1909), “Yarlı Bala” (Fakir Çocuk, 1909), “Yarlı” (Fakir, 1910), “Min Kayda?” (Ben Neredeyim?, 1912), “Cıla!” (Ağla!, 1915), “Ekmek!” (1917) adlı şiirleri buna en manidar örneklerdir. Ünlü Tatar dram ustası Aliasker Kamal’ın “Açlarga Yerdem Èşlerè” (Açlara Yardım İşleri, 1907) adlı makalesi, Ya. Veli’nin “Açlık Kuştı” (Açlık Emretti, 1908) adlı dram eseri ve Abdullah Tukay’ın “Közgé Ciller” (Güz Rüzgârı, 1911) adlı şiiri de açlık dehşetini bütün çıplaklığı ile gözlerin önüne seren edebi eserlerdendir. Açlık konusu, açlığın doruğa ulaştığı 1921-1923’li yıllarda Tatar edebiyatında daha keskin bir şekilde kaleme alınır (Hadi Taktaş’ın “Açlık Patşa” (Açlık Padişah, 1920) adlı şiiri ve “Külegeler” (Gölgeler, 1922) adlı uzun şiiri, Segıyt Sünçeley’in “Aç Kişi” (1920) adlı şiiri, Mecit Gafuri’nin 1923-1928 yılları arasında yazdığı eserlerini bir araya toplayan “Açlık Tırnagında” (Açlığın Pençesinde) adlı kitabında yer alan “Kèşè Aşavçılar” (Yamyamlar, 1922) adlı uzun şiiri ve “Aç”, “Sulgan Göller” (Solan Çiçekler), “Soŋgı Minutta” (Son Dakikada, 1921), “Cılıylar” (Ağlıyorlar), “Söndüler”, “Altın Terè, Berhèt Palas” (Altın Haç Kadife Yolluk, 1922) adlı şiirleri, Fatih Emirhan’ın 1921 yılında kaleme aldığı günlüğü, A. İbrahimov’un “Âdemler” adlı öyküsü, K. Emiri’nin “Açlar” (Aç İnsanlar, 1921), “Açlar Cırı” (Aç İnsanların Türküsü, 1922), “Yardem! Yardem” (İmdat! İmdat! 1922) adlı şiirleri ve “Açlık Könnerènde” (Açlık Günleri, 1921) adlı uzun şiiri, N. İsenbet’in “Aç Üle Tuganım…” (Aç Ölüyor Kardeşim, 1921) adlı şiiri, T. Çenekey’in “Aç Ülèm” (Aç Ölüm, 1921), Z. Beşiri’nin “Kürem” (Görüyorum), “Közgè Ciller” (Güz Rüzgarı), “Yardemge!” (İmdat!) adlı şiirleri ve vb. Yukarıda sayılan yazarlardan açlık konusunu eserlerine en sık ve en etkili şekilde işleyen şair, Mecit Gafuri oldu. Onun hem nesir, hem nazım olarak yazılan eserlerinde ıstırap, aşağılanma, fakirlik ve açlığı gören sıradan fakir insanların dramı XX. yy. başından itibaren önemli bir yer alır. Örneğin, şairin hayatı ve eserleri ile ilgili araştırma yapan yazar A. Ahunov, M. Gafuri’nin böyle bir hayatı kendisinin de yaşadığının altını çizerek onun 1904 yılında kaleme aldığı “Fekıyrlèk Bèrle Ütken Tèrèklèk” (Fakirlikle Geçen Hayat) adlı eseri hususunda “yaratıcılığında halkın günlük hayatı ve duygularını derinden hissederek yazması, detayların net olması hayret içinde bırakıyor” diye bildirir (Ahunov 1981: 9-11). Korkunç açlık dehşetini kendi gözleriyle gören ve açlıktan ölen insanları kendi elleriyle toplayan şair Segıyt Remiyev, 1920 yılında Ural bölgesinde bulunan Çilebé (Çilyabinsk) vilayetinde çeşitli milletlerle çalışma bölümünde müdür olarak görev yaptığı zaman “Kızıl Ural” gazetesinde “İblis Te Dèrdèredè” (İblis De Titredi) adlı felsefi eserini yayınlar. Ama ne yazık ki bu eser, günümüze kadar bulunmamıştır (Sadretdinov, 73: 51).
1921 yılında ünlü yazar Fatih Emirhan, Tatarların yaşadığı bölgede açlık vakasından Sovyet hâkimiyetini sorumlu tutacak ve sert bir şekilde eleştirecek güç bulur kendinde. Bu hususta o, arşivde bulunan belgelerin birinde şöyle yazar:
“Son yirmi beş yıl içinde bu açlık, Rusya’da artık üçüncü kez vuku bulmakta ve açlığın en dehşetlisi burada yaşanmakta. Bu açlıktan en çok zararı İdil ve Kama bölgesinde yaşayan Tatar halkı gördü. Çarlık döneminde de açlık yıllarında en çok acıyı Tatarlar çekti, Devrim sonrası da Tatarlar açlıktan kırılıyor… Şimdiki yöneticilerin, açlığı Tatar halkına musallat eden Saidgaleyevler-Mansurovlar akımını merkezi bir yere getirmekte ‘katkısı’ çok büyük. Harbi komünizmin dayanılmaz zorluğunu Tatar köylerine yükleyen Bolşevikler, köylülerin hayatını alt üst ettiler. Bütün bu çirkin işlerin sorumlusu, şüphesiz Saidgaleyev-Mansurovlar gibi yöneticilerden oluşan partidir.” (Arşiv-1).
Açlık konusu, daha sonraki yıllarda G. Gafurov-Çıgtay’ın “Açlık Kurbanları” (1926), K. Necmi’nin “Tukran Dalası” (Ağaçkakan Bozkırı, 1929), G. Ulyumbek’in “Açlık Külegesénde” (Açlığın Gölgesinde, 1930), G. Hamitov’un “Yaŋa Cirge” (Yeni Yere, 1931), İ. Gazi’nin “İkmek, Vintovka Hem Möhabbet” (Ekmek, Tüfek ve Muhabbet, 1962) adlı eserlerinde de devam eder. Sadece tek bir konuya -açlık konusuna- bugüne kadar Tatar şair ve yazarların birçok belgesel ve edebi eser yaratmaları, açlığın boyutunu ve dehşetini gösteren en büyük delildir.

“ÂDEMLER” ADLI ÖYKÜ ÜZERİNE

Öyküde, 1921-1922’li yıllarda İdil-Ural bölgesinde gelişen ve Tatar Türklerini Kafkasya, Sibirya ve Orta Asya taraflarına göç etmeye mecbur eden açlık vakası anlatılır. Bu hususta hemen başlığın altında A. İbrahimov kendisi de parantez içinde şöyle bildirir: “1921-1922 yıllarında İdil-Ural Bölgesinde Gerçekleşen Feci Olaylar.”
Mevcut öyküyü A. İbrahimov’un diğer eserlerinden farklı kılan, onun baştan sona koyu, karanlık ve trajik renklerle boyalı olmasıdır. Yazar, eserde bilerek üstünlüğü kara renge verir: “Kara ölüm”, “kara kanatlar”, “karanlık mezarlar”, “kara tufan dalgası”, “karanlık bir gecede, etrafa çöken karanlık ölüm”, “karanlık bir duygu”, “evin her tarafını yırtıcı karanlık örttü”, “küçük karanlık köy” vb. Ölüm kendisi de A. İbrahimov tarafından “etrafa kara kanatlarını seren” kocaman kara bir kuş olarak tasvir edilir.
Olaylar, yeryüzü bembeyaz karla örtülü kış mevsiminde gerçekleşir. Çünkü kış mevsimi ve sıkça dile getirilen zemheri, Tatar Türklerinin yaşadığı İdil bölgesinde soğuğun eksi 30-40’ların altına indiği ve doğada hiçbir yiyeceğin kalmadığı, açlığın doruğa ulaştığı, evlerin kar yığınları altında kaldığı, şiddetli esen rüzgar ve tipiyle bilindiği bir mevsimdir. Bir taraftan açlık, diğer taraftan zemheride ısınmak ve ocakta bir şeyler pişirebilmek için oduna olan ihtiyaç, insanların yaşadıkları acıklı durumu daha bir pekiştirir:
“Gerey, bu yıl kış boyunca ahırının ve evinin çatılarını söküp yaktı. Artık yakacak hiçbir şey kalmamıştı. Ancak dünyadan göçen komşusunun iki tarafta iki çiti kalmıştı. Kapıdan çıkar çıkmaz neyi yıksam diye biraz düşünen Gerey, doğru çite yaklaştı ve baltayı vurdu. Kızı biraz şaşırsa da seslenmedi. Beraber kucak dolusu ufak kuru odun hazırlayıp eve götürdüler.”; “Seki genişti, bütün tahtaları da sağlamdı. Bunlardan eni iki karış, kalınlığı bir elli, tahminen üç arşın olan tahtanın bir tanesini çekip aldı, birçok kez yardı. Güzel, kuru bir odun oldu.” (İbrahimov, 2007: 314-315)[2 - Bundan sonra eserden alıntı yapılırken parantez içinde sadece sayfa gösterilecektir.]
Yemek için yiyecek, ısınmak için odun bulamadıkları bir mevsimde ayakta kalmaya çalışan insanlar, kurtuluşu kış mevsiminin sona erip yazın gelmesinde görürler. Örneğin, çocuk Zeyni sürekli yazı ve bu mevsimle gelecek bereketi hayal eder:
“Babacığım, ne de olsa kış mevsiminin bitmesine çok kalmadı, değil mi, diye yaz mevsiminin geleceğini, onunla beraber çeşitli yiyecek bulabileceklerini hayal etmeye başladı.”; “Biz, geçen sene olduğu gibi kırdan başaklar toplarız… Ondan sonra ağaç yaprak açar, onu toplarız… Oltam hâlâ çatının altındaki odada yatıyor… Ben balığa giderim… Ondan sonra kurbağa, köstebek, kuş yakalarız… Ondan sonra, yeni ekinler yetişir. Öyle ya babacığım?” (300, 317).
Tatar bilim adamı M. Ahmetova’nın da altını çizdiği gibi, doğal olarak A. İbrahimov “Âdemler” adlı öyküde açlığın dehşetini her ne kadar bütün çıplaklığıyla tasvir etse de diğer Tatar yazar Fatih Emirhan gibi Sovyet iktidarını suçlama yolundan gidemez. Çünkü kendisi de bu iktidarın temsilcisi idi (Ahmetova 2016: 22). Bu yüzden yazar, facianın siyasi, ekonomik ve toplumsal sebeplerini dile almadan, açlığın sebebini daha çok doğada olup bitenlere bağlı olarak anlatır:
“Yaz boyunca bir damla dahi yağmur yağmadı. Bir tane ekin yetişmedi, ağaç ot hepsi kurudu. Hayvanlar, çamurlu kökleri yiyerek kırıldılar.” (322).

1. Eserde İnsanlar ve Açlık
Eserde anlatılan olayların içinde yer alan halkı üç gruba ayırmak mümkündür: 1. Açlık başlar başlamaz ekmeğin bol olduğu diyarlara göç edenler; 2. Açlıktan ölenler; 3. Köyde kalarak açlık ile mücadele edenler. A. İbrahimov’un da yazdığı üzere, “Kendilerinde kıpırdayacak gücü bulanlar korkuyla dünyanın çeşitli yerlerine kaçtılar.”; “Daha güz aylarında vebadan kaçarcasına, aç ölümün karanlığı üzerine çöken bu topraklardan belirsiz ülkelere dağılmışlardı.” (286, 287).
Fakat birçok insan bu kadar şanslı olamaz, yaşadığı köyde açlıktan can verir:
“Evde, sokakta ya da yolda direk elden ayaktan düşüp ölüyorlardı.” (288).
Eserde açlıktan can verenlerin dünyası olarak kiler tasvir edilir. Ölenleri toprağa verecek güçleri olmayan köylüler, cesetleri önceleri tahıllar için kullanılan ama artık “apayrı bir dünyaya”, “karanlık korkunç ölüm dünyasına” dönüşen bir kilere toplarlar:
“Bunlardan kenarda ayakları elleri yan yana dağılıveren beş altı çocuğun cesedi bir birlerine yapışarak donmuştu. Çocukların cesetlerini başına minder yaparak onlara yaslanan yaşlı bir ninenin cesedi, aşırı şişkin teniyle dağ gibi yığılıp uzanmıştı…” (289).
Fakat öyküden göründüğü üzere, kendi ecelinle ölmek o yıllarda “iyi” ölüm sayılırdı. Bazılarının cesedi parça parça köpeklerin ağzından toplanır (“karın üzerinde saçılıp yatan cesedin kanlı parçaları”, “İhtiyar’ın Aktırnak’tan kalan parçaları”), bazı cesetlerin parçaları yamyamlık yapan babasının elinden alınır (“Küçük sabi kızın pişirilmemiş zayıf elleri ve kaburgaları orada, sekide dağılıp yatıyorlardı.”) ya da bazıları yitirdiği aklı ve bulanık bilinci yerine gelince vicdan azabına dayanamayıp kendilerini asar (“Kirişin tam ortasına kemer bağlanmış, kemerin bir ucu asılmak için düğümlenmiş ve o, Gerey’in boyun kemiğini sıkmıştı.”). Açlığa dayanamayıp ölenler, bir nevi kanı donduran açlık dehşetinden kurtulmuş olurdu. Asıl faciayı hayatta kalan ve açlıkla mücadele etmek zorunda olanlar yaşar. Böyle bir acıya dayanarak yaşamak zorunda olanların durumu vahimdi:
“Esen kalanlar da ya çok kötü şişmişler ya da kanları çekilip iyice kuruduklarından ayaklarına zar zor basıyorlardı.” (302).
Eserde henüz ölmeyen, açlıkla baş etmeye çalışan aç insanlardan bahsedilirken onlar artık neredeyse ölü, yarı yarıya ölüler dünyasına ait olan “cesetler” ve “gölgeler” olarak tasvir edilir: “Bir kez ölüp yeniden dirilen canlı cesetler”, “ölüm gölgesi”, “halsiz gölgeler”, “korkuluk gibi birisi”, “mezardan dönmüş cesetler gibi”, “zayıf, ölü suratlı, kabirden çıkmışçasına korkunç gölgeler” vb.
Açlık kimseye acımaz, büyüklerin ve çocukların üzerine aynı etkiyi yapar. Açlıktan ölmek üzere olan insanların fiziksel görünümlerinde tokluk zamanların izi dahi kalmaz:
“Bu, uzun boylu fakat zayıflayınca yanakları çökmüş, dudakları çekilerek kurumuş ve ağzını kapatamaz hale gelmiş, yüzünde ve gözlerinde ölümün rengi beliren yürüyen bir cesetti.”; “Yaşı yirmi beşten geçmese de yüzünde altmış yaşın kartlığı vardı. Yüzünün derisi sarkarak buruşmuş, benzi sararıp kararmış, yüzünün suyu çekilmişti. Küçük gri gözleri kim bilir neler düşünerek şaşkın şaşkın bakıyordu.” (287, 304).
Aç insanların ayakta kalabilmek için açlığa çare aramaları da eserde değişik şekillerde gösterilir. Önceleri bu çare, insanların kışa hazırlık olarak doğadan toplayabildikleri yiyeceklerdir:
“Yaz boyunca oturacak zaman bulamadım… Elime çuval alıp kemik topladım. İşte at kafası, işte domuz kaburgası, işte köpek, köstebek, kedi kemikleri… Tek ben miyim? Hepiniz topladınız ve kurutarak, ununu öğüterek ya da çorbaya atarak yiyorsunuz!..”; “Yazın kurbağa, sıçan, köstebek vardı. Artık onlar da yok. Topladıkları otlar, yapraklar da tükendi.” (293, 296).
Buğday ve çavdar gibi tahıllar tükenince insanlar, ekmek ve çorbayı kara pazı unundan pişirmeyi denerler. Bunları da bulamayan ve aylarca ekmeksiz kalanlar, samanı öğütüp balçıkla karıştırarak yerler:
“Beş aydır eve çavdar ekmeği girmedi… Samanı öğütüp yediler. Ondan sonra açık renkte bir toprak çıktı, yumuşak bir şey… Buna saman ya da kara pazı unu katınca taş ekmek gibi bir şey oluyor… Karınlarının kazınarak çorba istemesi karşısında aciz oldukları zamanlar şu balçıkla un karışımını ılık su ile çiğnediklerinde karın ağrıları az da olsa diniyordu.” (296).
Sonra insanlar, ellerinin altında olan ve genelde deriden yapılan nesneleri kullanmaya çalışırlar:
“Biraz düşündükten sonra tavan arasına sıkıştırılmış eski yün karışımı kalın deri eldiveni alıp yavaş ve sessizce baltayla ufak ufak parçaladı. ‘Kızım, sen şunu çalkalayıp kaynamaya koy, deri az da olsa besleyici olur diyorlar,’ dedi.” (296).
Bütün bu gibi nesneler de tükenince insanlar, artık kendilerine dost bildikleri köpekleri kesip yerler:
“Köpek kemikleriyle yavaşça kaynayan çömlekten gözlerini alamayınca dört kişi uzun süre suskun oturdular.” (315).
Köylüler arasında açlıktan henüz elden ayaktan düşmedikleri dönemde ekmeği mesleğiyle, alnının teriyle çalışarak bulanlar da vardı elbet. Örneğin, balta ustası Gerey, önceleri açlığa çareyi Rus köylerinde ufak tefek marangozluk işleri yaparak bulmaya çalışır:
“İki yerde kızak düzeltti. Birisinde bir lokma ekmek, ikincisinde yarım kilo lahana ile üç patates yedirdiler.” (310).
Zaten Gerey’in diğer gidenlerle göç etmeden köyünde kalmasının nedeni de baltasına ve ellerine güvenmesidir.
Diğer taraftan köylüler, ayakta kalacak kadar tok tutacak una sahip olmak için köyün zengini ihtiyar Namacan’a eşyalarını rehin verirler:
“Son kazanlarıydı. Gerçekten acınacak bir durumdu. O iki kadak[3 - Kadak: 409 gramlık ağırlık ölçüsü.]unla beş tane aç can ne yapacak?” (298).
Gerey’in damadı Minlebay ise otuz kadak una büyük zahmetlere katlanarak ağaç tomruklarından inşa ettiği evini satar:
“Minlebay, on yıl önce yaptırdığı dört köşeli, girişinde tahtadan deposu olan, beş pencereli güzel evini Muhammedşa adlı birine otuz kadak una satmış.” (310).
Eserde kadınlar, erkeklere nazaran daha acınacak durumdadır. Kimisi ekmeğini dilenerek, kimisi varlıklı bir erkeğin yatağına girerek, yani kendi bedenini satarak bulmaya çalışır. Kimisi ailesi tarafından satılarak hem ailesini, hem kendisini açlıktan kurtarmış olur. Örneğin, köyün zengini ihtiyar Namacan, kadınları ekmekle kandırarak kendi yatağına alır. Açlıktan bitkin düşen kadınların çoğu bu duruma sevinerek razı olur:
“Aralarından sadece bir kadın, ihtiyarın sözlerine cevap vererek ‘Sakalın ağarmış, nasıl utanmıyorsun?’ deyip bu tekliften rencide oldu ve çekip gitti. Diğerleri ise bir lokma ekmek için yaşlının bütün isteklerini yerine getirdiler.” (308).
Eserde Meryem adlı nazlı genç kadın için de zengin bir ihtiyarın koynuna girmek, hayatta kalmanın en kolay yolu olur:
“Meryem ‘İsteklerini yerine getirirsem belki doyana dek yemek verir.’ diye ümitlendi.” (309).
Öyküde diğer bir kadın karakter Fatma, ağabeyleri tarafından önce ihtiyar Namacan’a, fiyatta anlaşamayınca da (“İhtiyar onun için on kadak kara pazı unu ile on kadak çavdar unundan fazlasını vermek istememiş. Kardeşleri ise bir pud un istemişler.”) köyden geçen bir yolcuya “dört kadak çavdar, on altı kadak kara pazı ununa” satılır. Kız, ağlayarak dayısının evine gelir fakat birkaç gün sonra yengeleri onu geri götürür ve ağabeyleri, köyden geçen başka bir adama satarlar. Anlaşılan, Meryem’i daha açlık başlar başlamaz birçok Tatar Türkünün göç ettiği, kış mevsiminin olmadığı, ekmeğin ise bol olduğu Orta Asya’ya götürüyorlar: “Fatma, bugüne kadar görmediği demir yollardan vagonlarda gitti. Aylar sonra onu, Taşkent garında ay parçası gibi yüzlü, uzun siyah sakallı, sarıklı, yeşilli sarılı kaftan giyen bir adama dört pud beyaz una sattılar. Bu işten yaklaşık beş kişi az çok kâr etmiş oldu.” (317).
Bu, açlık yıllarında sıkça görünen bir durumdu. Örneğin, Mecit Gafuri’nin 1906 yılında yazdığı “Açlık Yıl, Yaki Satlık Kız” (Açlık Yıl Ya Da Satılık Kız) adlı hikâyesinde de kıtlık yıllarda kızları satarak açlıktan kurtulan ve servet yapan insanlar anlatılır.
A. İbrahimov’un mevcut öyküsünde bazı köylüler, açlıktan kurtulma çaresini soygunculuk ya da eşkıyalık yapmakta ve bu gibi hareketlerin devamında gelen cinayette görür: “Birileri pazardan yarım pud un, bir-iki kadak bulgur, ekmek alıp gelirse hemen o gece elinden çaldılar. Karşılık verilince öldürme vakaları da oldu.” (306).
Eserde birçok aç köylü, zengin ihtiyar Namacan’ın evine yiyecek bulma amaçlı baskın yapar ve onu boğarak öldürür. Daha sonra evinden buldukları unla bir haftaya yakın bir süre ayakta kalırlar:
“Gerey, Gıylman ve diğerleri on beş kadak unu balçığa, samana katarak üstlerine çökmekte olan ölümü bütün aileleriyle bir haftaya yakın geciktirdiler.” (310).
Açlığa en son çare olarak, eserde yamyamlık gösterilir. Aç insanların bu çareye başvurması, üç kez görülür: 1. Yaşlı kadın Zebide’nin fakir çocuklarını kandırarak evine toplaması ve geliniyle beraber onları keserek yemesi; 2. Gerey’in öz kızı sabi Nefise’yi kesip yemesi; 3. Şehirde yaşlı bir kadının şehre kaçan küçük Zeyni’yi kesip insanlara yedirmesi.
Böylece A. İbrahimov, insanların açlıktan sadece dış görünümleri ve fiziksel özelliklerinin değil, psikolojilerinin de değiştiğini anlatır. Edebiyat uzmanı G. Gubaydullin’in 1925 yılında “Vestnik Nauçnogo Obşestva Tatarovedeniya” mecmuasında (N- 1-2) yazdığı gibi,
“Mevcut eserde materyalist yazar, açlığı tasvir ederek ve ekonomik durumu orta olan köylünün en sıradan psikolojisine bu açlığın korkunç bir şekilde etki yaptığını göstererek, cinayetin ekonomiye bağlı olduğunu ortaya koydu.”
A. İbrahimov’un tasvir ettikleri, bir istisna değildi. M. Gafuri’nin aynı dönemde yazdığı “Kèşè Aşavçılar” (Yamyamlar) ve Çuvaş şair N. Şelebi’nin “Vıçlıh Melkisem” (Açlık Gölgeleri) adlı eserler, açlığın o yıllarda insan psikolojisini derinden etkilediğine, insanlarda temel içgüdüleri ön plana çıkardığına en manidar örneklerdir.
Eserde anlatıldığı üzere açlığın başlangıcında insanlar henüz acıma, ağlama, yardım etme, kızma gibi insanlık duygularını açığa vurabilirler:
“Gerey’in kurumuş beyni bir anlık kıpırdamış gibi oldu, kalbindeki son damla kanı kaynadı ve zehir olup dökülüverdi dudaklarından.”; “Ama ıstıraplar içinde kıvranan ve taş kesilen gönlü birden çözülüverdi, kalbi dayanmadı ve bu facia, canının bir yerinde korunan eski tok hayatın bir damarını harekete getirdi, eli ayağı boşalıp ağlamaya başladı.” (288, 290).
Açlıktan ıstırap çeken Meryem de utanma duygusunu henüz tamamen yetirmemiştir. O, rezil bir duruma kendi köyünde düşmektense kimsenin tanımadığı yabancı bir köye gitmeyi tercih eder:
“Zamanında tok yaşamayı öğrenmiş vücut dayanamadı, üç gün taşı kemirecek halde aç dolaştı ve sonunda ‘Ne görürsem yabancıların arasında göreyim, hiç olmazsa utancı olmaz!’ diye yola koyuldu.” (308).
Fakat açlığın şiddeti artınca aç insanlar, artık iyice elden ayaktan düşer:
“Köpekten kalan ceset için kavga edecek gücü de bulamadı kendisinde.”; “Ambar ve kilerlerin kapıları ve çatıları demirden, duvarları taştan, kilitleri de büyüktü. İsteseler de onları kırıp içeriye girmeye güçleri yetmezdi.”; “Sayıklayarak bunları düşünmekten Gerey’in de artık dayanacak gücü kalmamış, gözlerinin önü kararmıştı.” (296, 312).
Daha fazlası, artık hiçbir şey düşünemez vaziyete gelirler:
“Dili fazla dönmedi, zihninin bir köşesinde kıpırdayan diğer düşünceyi de durduruverdi.”; “Ama Gerey, bunları düşünemedi.” (288, 304).
Aylarca aç kalan insanlar, sadece düşünme kabiliyetini değil duyu ve duygularını, etraftaki güzelliği görme kabiliyetini de yitirirler:
“Kendinde sövecek gücü de bulamadı.”; “Hepsinin üstü-başı yırtık, yüzleri gülümseme veya kızgınlık gibi duyguları çoktan yitirmiş.”; “Ay ışığıyla aydınlanan bir akşamdı. Dünya güzeldi. Ama Gerey, bu güzelliği görmedi.” (288, 304, 312).
Açlıktan dolayı cereyan eden ve eskiden ahlak dışı kabul edilecek olaylar ve ölüm, aç insanlar için artık sıradan bir şey olur. İnsanlar, açlıktan ölenlerin ölümlerini bile kanıtlamadan, onları diğer ölülerin yattığı kilere götürürler:
“Bugün sabahtan onu ‘Öldü ya da nasılsa ölecek.’ diye mi buraya getirip atmışlardı.” (290).
Eskiden yerine getirilen gelenekler, toplumda sarsılmaz bir yer edinen ve toplumun ahlakını ayakta tutan örf-adetler sorgulanmaz duruma gelir:
“Ölenlerin arkasından ağlama, onları kefenleme, mezar kazıp lahit oyarak toprağa verme gibi eskiden olan tokluk zamanının iyi adetleri çoktan unutulmuştu.”; “Bu gelenek başka türlü oluyordu sanki… Bu şekilde olur mu hiç?’ gibi sorular hiç kimsenin aklına bile gelmedi.” (288, 290, 311).
Ne yazık ki dini vecibeler de toplumda artık yerine getirilemez:
“Balta, kürek gibi nesneleri eline alıp kışın sert soğuğundan donarak taş kesilen toprağı kazacak, cenaze namazı kılıp mezarlığa götürecek kuvvet kimsede yoktu.”; “Allah’ın bendeleri ibadeti tamamen unutmasınlar diye camiye götüren yolu her gün kardan açıyorum fakat gelen yok… Gerey, hiç bir şey anlamadı. Bu sözler ona çok uzakta kalmış bir rüya ya da bir zamanlar olup biten bir olay gibi geldi. Beyninde ve kalbinde buna cevap bulamadı.” (288, 297).
Açlığın dehşeti önünde çocuk sevgisi, acıma, vicdan azabı gibi duygular da körerir ve unutulur:
“Gerey, Nefise’nin yüzünü bezle kapattı ve bıçağı boğazına bir kaç defa sürttü… Vicdan azabı diye bir şey hissetmedi. Ahlak, vicdan gibi insan tokken ortaya çıkan kavramlar ve kuvvetler çoktan onun aklında sönmüştü.” (319-320).
Açlığın pençesine düşen insanlar için artık hiçbir şey -hatta günlük hayatta yer alan uyku gibi bir durum bile!– eskisi gibi olmaz:
“Fakat bu, tok karna uyunan rahat bir uyku değil… Gerçek mi, rüya mı, cehennem mi ne olduğu anlaşılmayan bir uykuydu!” (302-303).
Korkunç açlığın acısından aklını yitirip yamyamlık durumuna gelen, insani sıfatlarını kaybeden âdemlerin yaptıkları, eserde sert, hatta fotoğraf çekercesine gerçekçi, dünya edebiyatının bütün dönemlerine özgü olsa da Sovyet edebiyatı eleştiri tarihinde “dekadan belirtisi” olarak kabul edilen natüralizme özgü bir şekilde tasvir edilir. A. İbrahimov’un yaratıcılığında her dönemde natüralizm yer alır “Zeki Şekèrtneŋ Medreseden Kuvıluvı” (Şakird Zeki’nin Medreseden Kovulması, 1907), “Âdemler” (1923), “Tiren Tamırlar” (Derin Kökler, 1928), “Bèznèŋ Könner” (Bizim Günler, 1920). Tatar edebiyat uzmanı Z. Salahova, A. İbrahimov’un eserlerinde natüralizmin üç türünü vurgular. Yazarın yaratıcılığının ilk yıllarında natüralizm, hayatı olduğu gibi tasvir etmekte belirir. Romantizm usulüyle yazılan eserlerinde natüralizm, insan biyografisinde her şeyi ele alarak gereğinden fazlasıyla tasvir etmekte gözükür. Sovyet döneminde yazdığı eserlerindeyse natüralizm, artık insanın biyolojik doğasını, fizyolojik durumunu ve temel içgüdülerini ön plana çıkarır. “Âdemler” adlı öyküde natüralizmin bütün bu üç türüne de rastlamak mümkündür (Selehova, 2002: 274-278). Örneğin, A. İbrahimov açlıktan hızla buruşup yaşlanan çocukları o kadar gerçekçi anlatır ki okuyanın kalbi zor dayanır:
“Çocuklar, elden ayaktan düşmüş yatıyorlardı. Onlar ayların devamında değil, gün ve saatler geçtikçe yaşlanıyorlardı. Elleri incecik kemiğe dönüştü. Kaburgaları, göğüslerinin iki yanına dizilen çıralar gibi çıkık duruyorlardı. Boyunları bilezik misali incelip çirkin bir şekilde uzadı. Sekiz yaşında olan güzel sabi Nefise’nin yüzü kırışarak kurudu. Yüzünün kemiklerinin her biri ayrı ayrı keskin bir biçimde öne doğru çıktı, derisi gevşeyip sarktı. Buruşuklar dolu küçük, hâlsiz yetmiş yaşında bir nineye benzedi.” (312).
Ama açlık sadece çocukların değil, artık büyüklerin de dayanamadığı boyuta gelir:
“Ah bir lokma ekmek verselerdi! Ölüyorum, ah ölüyorum!.. Sanki karnımı bir şeylerle kazıyorlar. Bir şeylerle kalbimdeki kanımı çekip içiyorlar…” (318).
1925 yılında edebiyat uzmanı Aziz Gubaydullin, “Âdemler” adlı öyküyü diğer eserlerden ayırarak objektif görüşünü bildirir:
“A. İbrahimov, mevcut eserinde Tatar sosyal hayatın dar günlük hayat çerçevesinden sıyrılarak, genel olarak insanlığa özgü çok ilginç bir soruna değindi… Tatar köy hayatı fonunda açlığın temelinde ortaya çıkan yamyamlığın psikolojik evrimini tasvir etti.” (66).
Yazar, açlığın safhalarını ve verdiği acıyı kaleme en gerçekçi şekilde alır:
“Açlığın ilk beş-altı günü pek acı, dayanılmayacak kadar zor oluyor. Ondan sonra ne denk gelirse insan onu bitene dek yiyor, o da olmadı yarı ölü gibi kendini de, dünyasını da unutmuş bir makineye dönüşüyor” (308).
Evet, eserde açlığın şiddeti artınca köylülerin en son noktaya geldiği, açlıktan birbirlerini kesip yemeye başladıkları anlatılır. Tabii, ilk sırada kandırılması kolay olan sabiler kesilir. Örneğin, yaşlı kadın Zebide, daha sonra Gerey ve en sonunda şehirde yaşayan yaşlı kadın, hepsi böyle bir cinayete sürüklenir. Köylüler, yamyamlık yaptığını açığa çıkarmak için Zebide’nin evine gittiklerinde ocakta pişmekte olan etin çocuk eti olduğundan şüphe etseler de kimse daha önce âdem eti görmediği için yanıldıklarını düşünürler ve açlığa dayanamayıp buldukları eti hızla yiyip bitirirler:
“Köpek eti mi çocuk eti mi hiç düşünmeden seki üzerinde pislik içinde yatan sıcak et parçalarını lap lop yutmaya başladılar.” (293).
Fakat daha sonra çömleklerden insan eti çıkınca yanılmadıklarını anlarlar:
“Kırılmış çömleğin içinden parça parça tuza yatırılmış et döşemelere dökülüverdi. Bunların arasında üst üste dizilen küçücük eller, tuzun içinde kırmızı renkte korunan butlar, parmaklar vardı. Bunu herkes gördü, şüpheler dağıldı, önlerine ölüm dikildi.” (294).
Artık yaşlı kadının gelini, gizledikleri cinayeti nasıl var öyle anlatmak zorunda kalır:
“Ağabeylerim öldürseniz yerindedir! Biz üç aydır insan kanı içiyoruz! Kestiğimiz çocukların hesabı yok, dedi.” (294).
Çocuk Zeyni ihbarı üzerine Gerey’in evine giden köylülerin de çocuğun doğru söylediğine inanmaları için ufak bir şüphe dahi kalmaz:
“Ferah, seki altından et kesme tahtasını çekip çıkardı. Kötü, soluk ve acıklı sesle yere bir şeyler fırlattı. ‘Millet, bakın! İşte eli, işte kaburgası!’ dedi ve kendi sesine boğularak elindeki çocuk kemiklerine şaşkın şaşkın bakarak, sırtıyla miçe yaslandı.” (321).
Eserde açlığın ne büyük bir facia olduğunu en iyi şekilde, çarın huzuruna çıkarak bütün olanları anlatacağını sayıklayan Minlebay’ın ağzından dökülen şu sözler ifade eder:
“Eşim açlıktan şişerek öldü… Küçük çocuğumu kestiler yediler! Madem sen beni sevmiyorsun haydi o zaman beni kesmelerini emret ve etimi ufalayarak dünyanın bütün çarlarına gönder, diyeceğim! Onlar da insan etinin tadına baksınlar… Öyle bıyık altından gülümseyip bakmasınlar, diyeceğim!” (301).

2. Eserde Diğer Canlılar
Alimcan İbrahimov’un usta ve keskin kalemi, o yıllarda yaşanan açlığın sadece insanlar için değil, aslında bütün canlılar için büyük bir facia olduğunu anlatır. Örneğin, insanlarla yan yana öyküde Aktırnak adlı köpeğin dramı da tasvir edilir. “Açlıktan tüyleri dökülmüş, kaburgaları ve çatı kemikleri derisini yırtarak dışarıya fırlamış kızgın bir köpek” Aktırnak, daha fazla dayanamayıp avluda karın üzerinde ölüp kalan Galim’in cesedinin “içinden çekip çıkardığı bağırsakları ve ciğeri yiyordu!” (286-287). İhtiyar Namacan’ın üzerine sopayla yürümesine rağmen cesedi yolmaya devam eden köpeğin ağzından şunlar söylenir:
“Bütün kış tek nasibim bu ceset oldu zaten. Ne diye bana dokunuyorsun? dercesine kızgın bir sesle hırlıyordu.” (287).
Bir zamanlar tokluk hayatta insanlara bağlı olan, onların elinde hayat bulan köpekler, artık hayatta kalmak için insanların cesediyle beslenmeye başlar:
“Onun hassas burnu hemen bir koku ayırt etti. İnsan mı, hayvan mı ayıramadı fakat bunun önemi yoktu. Önemli olan, orada bir etin, kanın, erzakın olmasıydı. …Ne görsün, henüz donmamış, şişmiş bir gövde –insan gövdesi- yatıyor. Alelacele cesedin karnını yardı, parçalamaya başladı. Bu arada etrafta hayatta kalan diğer köpeklerde yetiştiler.” (313).
A. İbrahimov, eserde köpek Aktırnak’ı aynen insan gibi düşüncelere ve duygulara sahip, açlık faciasını insanlarla beraber ve aynen onlar kadar uçlarda yaşayan bir canlı olarak anlatır. Aktırnak kızar, rencide olur, öfkelenir, kafasını kurcalayan birçok soruya cevap arar, şüpheye düşer, korkar, hayatta kalabilmek için temel içgüdülerine sarılır:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/alimcan-ibrahimov/ademler-69500140/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Pud: Ruslarda kullanılan yaklaşık olarak 16 kiloya tekabül eden ağırlık ölçüsü.

2
Bundan sonra eserden alıntı yapılırken parantez içinde sadece sayfa gösterilecektir.

3
Kadak: 409 gramlık ağırlık ölçüsü.
Ademler Alimcan İbrahimov

Alimcan İbrahimov

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ademler, электронная книга автора Alimcan İbrahimov на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв