Seçme Eserler

Seçme Eserler
Alimcan İbrahimov

Alimcan İbrahimov
Seçme Eserler

ALİMCAN İBRAHİMOV
(1887-1938)
Dünya edebiyatında öyle yazarlar vardır ki eserleriyle sadece kendilerini değil mensup oldukları halkı da en güzel şekilde temsil eder ve tanıtırlar. Dahası, sadece kendi halkını değil birlikte yaşayıp tanıdıkları diğer halkların hayatını da usta kalemleriyle en ufak ayrıntılarına kadar anlatmayı başarırlar. 12 Mart 1887 yılında Başkurdistan’da, Ufa şehrinin güneyinde bulunan Sultanmurad adlı bir Tatar köyünde dünyaya gözlerini açan, köy hayatının düzenini, örf âdetlerini, çiftçiliğin bütün inceliklerini ve zorluklarını kendi omuzlarında hisseden, Başkurdistan’ın masalsı doğasını içine, kalbine sindirip neredeyse bütün eserlerinde hayranlıkla tasvir eden, kardeş Başkurt halkının hayat tarzını, gelenek ve göreneklerini yakından tanıyıp benimseyerek yetişen, doğup büyüdüğü toprakta konuşulan dilin zenginliğiyle birlikte doğa, günlük hayat, çiftçilik hayatı ve giyim kuşamla ilgili Ural bölgesinde yaşayan Tatar ağızlarında bulunan diyalektik sözleri başarılı bir şekilde kullanarak halk dilinin zengin bir kaynak olduğunun altını çizen ünlü Tatar yazar, bilim adamı, eleştirmen, gazeteci, öğretmen, tarihçi ve siyaset adamı Alimcan İbrahimov da işte o yazarlardan.
Başkurt Türklerinin ünlü şairi ve aksakalı Mostay Kerim, Alimcan İbrahimov’u “Başkurdistan topraklarında doğup büyüyen, Başkurdistan’ın havasını soluyan, yırlarını (türkülerini) söyleyen, sularını içerek yetişen bir edip.” olarak nitelendirir.[1 - Gimaziyev, Y. (1982). Talant Hem Hĕzmet: (Galimyan İbrahimov İcadı Turahında Ezebi Publitsistik Mekaleler.) Başkortstan Kitap Neşriyatı, Öfö, s. 145.] Alimcan İbrahimov’un birçok eserinde olduğu gibi, mevcut kitapta Türkiye Türkçesine aktarılan “Almaçuar” ve “Tatar Hatını Niler Kürmi” (Tatar Kadını Neler Görmez) adlı eserlerinde de olaylar, Başkurdistan toprakları sınırları içinde bulunan Tatar köylerinde gerçekleşir. Yazar, Tatar ve Başkurt halkının hayatını, millî özelliklerini, zengin halk edebiyatını ve eşi benzeri olmayan doğasını en içten duygularla tasvir eder.
Zamanının en önde gelen medreselerinde eğitim alan, yaz tatilinde Başkurt köylerine, Kazak bozkırlarına, Astrahan’a ve Kafkasya’ya giderek çeşitli köylerde Nogay (Tatar) ve kardeş Türk topluluklarının çocuklarına okuma yazma öğreten, Ural’da çeşitli işlerde çalışan, Galiye medresesinde öğretmenlik yapan Alimcan İbrahimov, bu köylerde gördüğü ve bizzat deneyimlediği gelenek görenek, örf âdet ve kültürel değerleri ancak o boydan olan bir yazarın yazabileceği kadar ustaca eserlerine aktarır.[2 - Zaripova Çetin, Çulpan. (2016). Alimcan İbrahimov’un Eserlerinde Tatar, Başkurt ve Kazak Türklerinin Kültürel Değerleri. Bengü Yayınevi, Ankara.] Tatar edebiyatı ve bizzat Alimcan İbrahimov’la ilgili araştırmaları olan bilim adamı Mustafa Öner’in de yazdığı üzere, “A. İbrahim’in geniş edebiyat mirası, sadece köklü bir medrese eğitimine ve ilaveten aldığı Rusça bilgisine değil, aynı zamanda hayatının ilk otuz yılında biriktirdiği, çok geniş alandaki bu büyük görgü ve insan tecrübesine de dayanıyor.”[3 - Öner, Mustafa. (2012). “Alimcan İbrahim ve Tatar Medeniyeti.”, Galimcan İbrahimov Mirası hem Türki Dönya. Galimcan İbrahimovnıñ Tuvuvına 125 Yıl Tuluvga Baġışlangan Halıkara Fenni-Gameli Konferantsiya Materialları, 17.04.2012, Kazan, s.11-14.]
Üniversitede okuma hayalini gerçekleştirememesine rağmen Alimcan İbrahimov bireysel olarak çok okur. İlmin temellerini, tarihi ve felsefeyi öğrenir, dünya edebiyatı klasiklerinin eserleriyle tanışır. 1909–1912 yıllarında Kazan’da yaşadığı süre içinde dönemin önemli sorunlarını gündeme getiren, medreselerdeki eğitim sisteminin zaman taleplerine cevap vermediğini, bir şahsın gönül arayışlarını, millete hizmette bulunma isteğini, aile içi ilişkileri, sosyal eşitsizliği, kadın özgürlüğünü ele alan “Yeşlernĕñ Tormışınnan Bĕr Levhe” (Gençlerin Hayatından Bir Örnek), “Tatar Hatını Niler Kürmi” (Tatar Kadını Neler Görmez), “Yaz Başı” (Bahar Başı), “Diñgĕzde” (Denizde), “Yöz Yıl Élĕk” (Yüz Yıl Önce), “Söyü-Segadet” (Sevgi-Saadet), “Utı Süngen Cehennem” (Odu Sönen Cehennem), “Karak Mulla” (Hırsız Molla), “Kart Yalçı” (İhtiyar Irgat), “Yeş Yörekler” (Genç Yürekler) gibi maarifçi görüşlerini yansıtan romantik eserler yazar. Onların hepsinde romantik ideal, insanın ruhunu ezen hayatın olumsuz gerçeklerine karşı koyulur.[4 - Zaripova Çetin, Çulpan. (2018). “Vefatının 80. Yılında Saygıyla Anıyoruz.”, Kardeş Kalemler, Sayı 134, Şubat, s. 78-86.]
Alimcan İbrahimov’un en önemli eserlerinden biri olan Tatar Hatını Niler Kürmi (Tatar Kadını Neler Görmez) adlı uzun hikâyesi 1910 yıllarında yazılır. Despotizme dayanan örf âdetlerin hukuksuz kurbanı olan kadınların kaderi, demokratik ruha sahip olan Tatar ediplerini XX. yüzyıl başında en çok endişelendiren konulardandı. Tatar edebiyatı uzmanı, çağdaş bilim adamı Ferit Beşirov’un da belirttiği üzere, bir taraftan onlar bu meseleyi ayrı bir şahsın kaderi örneğinde izlemeyi amaç edindiler, diğer taraftan da mevcut içeriği daha geniş planda, Tatar milletinin o günkü vaziyeti ve geleceğiyle bağlantılı olarak açma niyetindeydiler.[5 - Beşirov, Ferit. (2002). XX Yöz Başı Tatar Prozası. Fikĕr, Kazan, s. 97.] Eserin 1929 yılında yapılan 3. baskısının “Müherrirden” diye adlandırılan giriş kısmında Alim-can İbrahimov şöyle yazar: “Tatar Kadını Neler Görmez hikâyesi 1909 yılında Ural’da Miass fabrikasında yazıldı. 1910 yılında şimdiki Başkurdistan Cumhuriyetinin kanton şehirlerinden olan Sterlitamak’da Kalem kütüphanesinde ilk baskısı yapıldı. 1911 yılında aynı kütüphane eserin 2. baskısı yapıldı. Bu 3. baskıda hikâyenin genel anlamı içtimai temelde bir değişikliğe uğramadı. Fakat edebi malzemeleri ile kompozisyonu tamamıyla yeniden işlendi.”
Görüldüğü üzere Alimcan İbrahimov, söz konusu eseri 1909 yılında Ural’da Miass fabrikasında çalıştığı dönemde yazar ve 1910 yılında Başkurdistan’ın Sterlitamak kazasının Kalem kütüphanesinde yayımlar. 1911 yılında eserin ikinci, 1929 yılında da üçüncü baskısı yapılır. Aslında uzun hikâyenin iki sürümü mevcuttur. 1908 yılında yazılan sürümünde Tatar kadınının toplumsal baskıya ve ailedeki hukuksuzluğa karşı protestosu daha değişik bir şekilde tasvir edilir. Eserde Gülbanu adlı kadın, erkek kıyafetiyle eşinin evinden kaçar. Fakat eserin 1920’li yıllarda yazılan ikinci sürümünde Alimcan İbrahimov, artık Gülbanu’nun kaderini gerçek hayat şartlarına bağlı olarak anlatır. Ekim Devrimi öncesi Tatar köyünün günlük hayatı, sosyal yapısı ve gelenekleri de bu sürümde daha dolu ve daha renkli tasvir edilir. Babası tarafından hiç tanımadığı ama saygın ve varlıklı bir aileden olan komşu köyün genciyle evlendirilen Gülbanu’nun, kaynanasının eziyetlerine ve eşini kışkırtmalarına, kocası tarafından dövülmeye, yani kaynanasıyla eşi tarafından gördüğü zulme ve evlât acısına (Gülbanu, sürekli dövülme sonucu ikiz bebeklerini ölü doğurur) dayanamayıp kendisini nehre atmasında çok derin felsefi bir anlam var. Yazar, toplumda köklü değişimler olmadığı sürece Tatar kadınının özgür olmasının imkânsız olduğunu gösterir. Bu yüzden eserin kıymeti sadece Tatar edebiyatıyla da sınırlı kalmaz. Bu konu, Sovyetler bünyesinde olan bütün Türk boyları için ortak ve güncel bir konu olur ve onu Orta Asya, Kazakistan ve Kafkasya halklarından olan neredeyse her yazar kaleme alır. Eserin adına gelince, o sadece Gülbanu ve onun kaderiyle sınırlı kalmaz. İhtiyar Nuri’nin merhametsizce davrandığı önceki altı tane talihsiz eşi, eşine yedinci eş olarak gelen ve hayatı boyunca ondan korkarak yaşayan Fethiye Nine, çocuğu olmadığı için üzerine kuma getirilen ve artık kendi evinde hizmetçilik yaparak yaşamak zorunda olan Gülbanu’nun güzel yengesi Meftuha, kızken eniştesi tarafından kandırılan ve karnındaki bebeğini aldırtmak zorunda kalan görümcesi Hayırnisa, kanton Şibay’a kim bilir kaçıncı eş olarak gelen ve kötü huyundan dolayı kocasından sürekli dayak yiyen Sabire’nin kendisi ve onun eziyetine dayanamayan kumaları, eserde hangi kadının hayatına bakılırsa bakılsın hepsi kendi başına ayrı bir dram, ayrı bir trajedidir. Böylece edip, Gülbanu’nun evlilik hayatının o dönem için yaygın olduğunu vurgulama amaçlı, onun etrafında feci kadere sahip olan başka gerçekçi kadın karakterler de yaratır. Dahası, Alimcan İbrahimov Gülbanu’yu felakete sürükleyen dinî ve sosyal hayatın nedenlerini de açıklamaya çalışır. Bu sebeple öykünün ikinci sürümünde Tatar kadınının kaderi artık aile içi ilişkiler, Müslüman kadınların toplumdaki yeri, İslam dini, şeriat kanunları vb. birçok faktörle belirlenir.[6 - Hesenov, Mansur. (1989). “Galimcan İbrahimov.” Tatar Edebiyatı Tarihı. Altı Tomda. 4 Tom. Tatar Sovĕt Edebiyatı (1917-1941). Tatarstan Kitap Neşriyatı, Kazan, s. 193.] Eserde Başkurdistan gerçekleri de dolu ve özel bir yankı bulur. Olaylar, malını Başkurt halkının hakkını yiyerek biriktiren kanton Şibay’ın ailesi etrafında gelişir. Ayrıca Alimcan İbrahimov, bu öyküde bir araya gelip yaşayan Başkurt ve Tatar Türklerinden sıradan insanların arasında olan yakınlığı, ılımlı münasebeti, onların türkülerle ve örf âdetlerle değiş tokuş yapıp yaşadıklarını canlı bir şekilde anlatır ve hizmet sever Başkurtların topraklarının Şibay gibi zengin insanların eline geçmeye başladığına üzülür.[7 - İslamov, F. F. (2000). Tatar Edebiyatın Ukıtkanda Milletara Beylenĕş (İdel Buyı Hem Ural Yagı Halıkları Ürnegĕnde). Tatarstan Fenner Akadĕmiyasĕ Tarih İnstitutı, Kazan, s. 101-102.] “Tatar Hatını Niler Kürmi” (Tatar Kadını Neler Gçrmez), köydeki sosyal farklılığı, eski Tatar aile yapısını, Tatar Türklerinin aile içi –ayrıca düğün geleneğinin bütün safhalarını- ve mevsimlerle ilgili geleneklerini, yüzyıllarca süregelen örf âdetleri, aile içi ve akraba ilişkilerini, Tatarların hayat tarzını, hukuki ve dinî haklarını, yeme içme, giyim kuşam gibi kültürel değerlerini, yani bir halkın soyut ve somut mirasının neredeyse tamamını detaylı bir şekilde ortaya koyan eşi benzeri olmayan bir eserdir.[8 - Zaripova Çetin, Çulpan. (2016). Alimcan İbrahimov’un Eserlerinde Tatar, Başkurt ve Kazak Türklerinin Kültürel Değerleri. Bengü Yayınevi, Ankara, s. 26-28.]
1913 yılına kadar yazdığı eserleri genelde romantizm temelinde kurulmuş olsa da onlarda sosyal ve içtimai meseleler de ön plana çıkar. Alimcan İbrahimov’un 1913 yılında yazdığı “Kötüçĕler” (Çobanlar) hikâyesi, köyde çoban olarak çalışan yaşlı Eptireş’in oğlu Vahit’in ağzından anlatılır. Tıpkı babası gibi kendisi de daha çocukken sürü gütmek zorunda kalan, köylüler tarafından sık sık azarlanan Vahit, yaşadığı yoksul hayata boyun eğmek istemeyen, güzelliği seven gururlu bir çocuk olarak, hastalanan babasının köylüler tarafından nöbetle evden eve geçerek bakılacağını duyar ve köylülerin aşağılayıcı söz ve tavırlarına daha fazla dayanamayıp isyan eder ve köyünü de babasını da terk edip gider. Uzun süre karanlık ormanın içinde belirsiz bir yöne gitmeye çalışan ve bir müddet baygın yatan Vahit, gözlerini şehir şifahanesinde açar. Bu şifahanede tedavi görmesi ve onunla ilgilenen melek gibi hemşire Sara, Vahit’in hayatında bir dönüm noktası olur. Sara Vahit’i müzeye götürünce o, orada bulunan Hazreti İsa ve odun toplayan yaşlı adam tablolarını görünce çok etkilenir ve sürekli geçmişini, babasını düşünür. Daha fazlası, bu tablolar derinden hüzünlenen Vahit’in talihsiz insanların çektikleri acılardan kimin sorumlu olduğunu ve neden insanların yüz, hatta bin yıllardır hâlâ mutlu olamadıklarını sorgulamasına sebep olur. Gururlu, eşitsizliğe başkaldıran, özgür olmayı düşleyen ve insanlık âlemiyle ilgili felsefi düşüncelere dalan delikanlı Vahit’in anlattıkları her ne kadar gerçekçi olsa da hikâye romantizm çerçevesinde değerlendirilir. Çünkü romantizm estetiği kanunlarına göre, hikâyede kahramanın iç dünyasını daha dolu bir şekilde açmak için aşk kültüne bir de doğa ve sanat (müzik, resim vb.) kültleri de eşlik eder. Yaşlı Eptereş’in ölüm haberini almasıyla Vahit’in gözünün önüne bu çileli hayatta yaşayıp ölmüş milyonlarca fakir insan gelir.[9 - Yarullina Yıldırım, Ramilya. (2016). Tatar Nesri ve Romantizm Estetiği. Kesit Yayınları, İstanbul, s. 85.] Eserde, eziyet çeken topluluk ve medeniyet elçileri olan “çobanlarla” ilgili felsefi düşünceler de önemli yer alır. Tatar araştırmacı Rezeda Ganiyeva’nın belirttiği üzere, eserin adı sadece çoban Eptereş ve oğlu Vahit’le ilgili olmayıp dünyaya gelip göçmüş peygamberlere, filozoflara ve bilgin insanlara da işaret eder: “Akil insanları böyle adlandırma, eski Şarktan gelen bir gelenektir. Milattan önce Hindistan’da okuyan kişiler ‘çobanlar’ olarak adlandırılırdı. Müslüman medeniyetinde, örneğin, hadislerde insanlar için önemli bilginleri ve peygamberleri ‘çobanlar’ olarak adlandırma bulunmaktadır. Türklerin ilk klasik manzumesi Kutadgu Bilig’de de bilginler için ‘halk sürüsünü güdenler’ denilmekte. Tatar Türklerinde halk imajını sürüyle karşılaştırma; bilgin, filozof, ressam, yazarları da ‘çoban’ olarak adlandırma, XX. yüzyıl sonuna kadar devam eder.”[10 - Ganiyeva, Rezeda. (2002). Tatarskaya Literatura: Traditsii i Vzaimosvyazi. İzdvo KGU, Kazan, s. 229.]
1922 yılında Alimcan İbrahimov “Almaçuar” adlı eseri yazar. Hikâyenin isminden de görüldüğü üzere, edip bu sefer bütün Türk boyları için ortak olan ve Tatar Türkleri için de çok önemli bir konuyu, at sevdasını ele alır. Tatar Türklerinde at konulu 600’e yakın atasözü ve deyim, çok güzel, anlamlı türküler ve ilginç inanışlar da mevcuttur.[11 - Nadirov, İlbaris. (1977). “Traditsionnıyı Obrazı Tatarskoy Narodnoy Liriki”, Razvitiye Gumanitarnıh Nauk. Tatarstan Kitap Neşriyatı, Kazan, s. 134.] Diğer halkların mitolojisinde ve kahramanlık destanlarında olduğu gibi, Tatar Türklerinde de at, “aydınlık ve hız simgesi, erin kolu kanadı, mertebeli ve kutsal varlık olarak sayılır.”[12 - Yarullina Yıldırım, Ramilya. (2021). “İr Kanatı At Bulır – Erin Kanadı At Olur (Modern Kazan Tatar Nesrinde At Motifi).”, TÜRÜK Uluslararası Dil, Edebiyat ve Halkbilimi Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, s. 67.] Hikâye, Zakir adlı iyi yürekli, hakkını yedirmeyecek kadar güçlü, istediklerini elde edecek kadar azimli bir çocuğun ağzından geçmişte yaşanan bir olay olarak anlatılır. O henüz 7-8 yaşındayken babası Hafız’a Alem-gol adlı kişiliğinden şüphe duyulan bir Başkurt, Tatarların “burlı biye” dedikleri aklı kızılımsı renkte olan bir kısrak hediye eder. Yazar, Alemgol’un atı hediye etme serüvenini halk edebiyatı örneklerini de ustaca kullanarak heyecanlı bir şekilde anlatır. Kısrağın gelişi Hafız’ın ailesinin en zor dönemine denk gelir ve sıkıntı, yoksulluk içinde yaşayan eve geldiği günden itibaren bereket ve bolluk getirir. İlk yavrusunu düşüren kısrak, nihayet ikinci yavrusunu dünyaya getirir ve Zakir için yeni bir hayat başlar. Tayına çok düşkün çocuk, onu ev işlerine koymadan Sabantuy bayramında gerçekleşecek at yarışına hazırlar. Bütün bu çabaların sonucu olarak Zakir’in Almaçuar’ı yarışı kazanıp ödülü almayı hak eder. Fakat bu mutluluk fazla sürmez, kısa bir süre sonra Almaçuar hastalanır ve ölür. O günden sonra Zakir, hayatta hiç kimseyi ve hiçbir şeyi artık içten sevemediğini söyler. Almaçuar’ın hastalanıp ölmesinden dolayı Zakir’in dünyaya ve her şeye küsmesi, sevgisini yetirmesi, çocuklukta ilk kez ölümle karşılaşan ve en sevdiği varlığını kaybeden bir çocuğun derin duyguları olarak anlatılır. Almaçuar adlı hikâyede anlatılan olaylar da Başkurdistan sınırları içinde bulunan bir Tatar köyünde geçer. Bu hikâyede 1917 Ekim Devrimi öncesi Tatar köyü, çiftçi hayatı, onun toprak ve su, doğa ve atla ilgili günlük meşakkatleri, sevinçleri, dertleri, köylü insanların hayat tarzı, uğraşları, bayramları –özellikle de Sabantuy bayramı- çok zengin etnografik bezeklerle, dolu ve dürüstçe tasvir edilir. Tatar halkı köyde tarımla uğraştığından dolayı atın köy hayatında pahası biçilmez bir değeri vardır. Örneğin, eserde Zakir’in yoksulluk içinde yaşayan ailesi, hediye edilen atın sayesinde toparlanır.[13 - Zaripova Çetin, Çulpan. (2017). “Alimcan İbrahimov’un Almaçuar Adlı Eserinde Tatarların Milli Bayramı Sabantuy.”, 22 Uluslararası Türk Kültürü Sempozyumu ve Karma Türk Sanatları Sergisi. Üsküp-Makedonya, 5-9 Mayıs 2017, Bildiriler ve Katalog, Halk Kültürü Araştırmaları Kurumu Yayınları: 61, Ankara, s. 58-67.] Atın bereket simgesi olarak izlenmesi, bütün Türk boylarına ortak bir inançtır. At, Türklerde eskiden ilahî bir güce sahip hayvan olarak kabul edilirdi. Türklerin ata taptığı dönemler de vardı.[14 - Hudyakov, Mihail. (1933). “Kult Konya v Prikamye.” İzvestiya İGAİMK, M., N-100, s. 271–273.] Bu yüzden Türkler ata canları gibi bakar, ona büyük sevgi ve saygı duyarlar. “Tatar toplumunda ata sahip olmak, özgürlük, güç ve zenginliğe eşdeğer sayılır ve günümüzde bile atları koruyan ruhların olduğuna inanılır.”[15 - Yarullina Yıldırım, Ramilya. (2021). “İr Kanatı At Bulır – Erin Kanadı At Olur (Modern Kazan Tatar Nesrinde At Motifi).”, TÜRÜK Uluslararası Dil, Edebiyat ve Halkbilimi Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, s. 67.] Çünkü at, insanların bütün işini görür ve büyük fayda sağlar. Fakat atlar Tatarlarda sadece tarla ve ev işlerinde kullanılmaz, onların arasında Sabantuy bayramında düzenlenen at yarışlarının göz bebeği olan koşucu atlar da yer alır. “Almaçuar”da Alimcan İbrahimov’un bir köylü çocuğun atına olan sevdasını Tatarların millî ve geleneksel bayramı Sabantuy içinde vermesi de büyük anlam taşır. Eser, bir Sabantuy bayramını anlatmakla başlar ve diğer bir Sabantuy bayramında yaşananlarla sona erer. Tayın Zakir’in evine gelme tarihi de çocuğun babasının Sabantuylarda gösterdiği bahadırlığıyla yakından ilgilidir. Sabantuy, baharda ekimin başlaması, üretime geçilmesini temsil eder. Birlik, beraberlik ve dayanışma bayramı olarak bilinen Sabantuy, Tatar Türklerinin millî kimliğini, gelenek ve göreneklerini, yaşayış şeklini ve insan ilişkilerini gösterme açısından da son derece önemlidir. Çünkü toplumlar, “kederlerini, sevinçlerini, aşklarını, üzüntülerini, beklenti ve taleplerini kendi genlerindeki hissiyatın birikimiyle oluşturdukları gelenek ve göreneklere döker, yaşam tarzları, ekonomik ve coğrafi şartlarının da etkisiyle oluşan bu güçlü ifade biçimi ile davranmaktan mutlu olurlar.”[16 - Kamalieva, Alsu. (2018). “Mirhaydar Feyzi’nin “Galiyabanu” Dramında Tatar Gelenek ve Görenekleri.”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi/Journal of Turkish World Studies, 18/1 Yaz, s. 283.] Ayrıca, Sabantuy bayramı sırasında uygulanan at yarışı, Tatar Türklerinin Orta Asya’da yaşamakta olan başka Türk boylarıyla aynı kökten olduğunu bildiren önemli unsurlardan biridir. Alimcan İbrahimov’un birçok eserlerinde olduğu gibi bu hikâyede de Tatar Türklerinin gelenek göreneklerine, örf âdetlerine, sosyal hayatına, halk edebiyatına ve kültürel değerlerine büyük önem verir. “Alimcan İbrahimov’un makalelerinde sosyalist fikirler olsa da, kendisi de görev gereği Bolşevizm’e hizmet etse de, eserlerinde Tatar halkı, Tatar yaşam tarzı, gelenekleri, ilerlemesi, aydınlanması ve Tatar kültürü her zaman ilk sırada olmuştur.”[17 - Kamalieva, Alsu. (2017). “Alimcan İbrahimov’un Fikir ve Edebiyat Yaşamını Besleyen Fikri Temeller.”, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 62, Aralık, 19.] Tatar edebiyat uzmanı G. Halit’in de yazdığı gibi “sosyal olayları, insanlar arası ilişkileri ve tiplerin sadece onlara özgü karakterini günlük hayat, örf âdetler, etnik boyalar (efsaneler, inanışlar, inançlar, türküler, atasözleri, deyimler) aracılığıyla açabilme ustalığı, Alimcan İbrahimov’un kabiliyetine özgü bir sıfat.”[18 - Halit, Gali. (1957). “Galimcan İbrahimov (Tormışı Hem İcatı). Kĕrĕş Mekale.” G. İbrahimov. Saylanma Eserler. Öç Tomda. 1 Tom. Tatarstan Kitap Neşriyatı, Kazan, s. 37.]
Alimcan İbrahimov’un yaratıcılığına gelince o, eserleri hariç Tatar Türkçesi ve Tatar edebiyatıyla ilgili birçok bilimsel yazı ve ders kitabı da hazırlar. Çoğu Sovyet döneminde kaleme alınan eleştiri, edebiyat teorisi ve tarih alanlarında yazdığı hizmetlerinde millî şuurun oluşmasını, edebiyat, müzik, millî tiyatro gibi sanat alanlarının ve folklorun gelişimini ele alır. Ufa Müslümanları Arasında Halkçılığı Yayma Komitesi’nde görev alan, Rusların Sosyalist Revolüsyoner (Es-Er) partisine katılarak 1917 yılında Fatih Seyfi Kazanlı ile birlikte İrèk (daha sonra Béznéŋ Yul olarak çıkar) adlı bir gazetede çalışan, 1918 yılının Ocak ayında Stalin’in daveti üzerine Merkez Müslüman Komiserliği başkanı Mullanur Vahitov’un yardımcısı görevini üstlenen, 16 Ocak 1918’de Petrograd’da (daha sonra Moskova’da yayınlanır) çıkmaya başlayan Çulpan isimli gazetenin redaktörü ve kurucusu olan, 1924 yılının Şubat ayında Moskova’da toplanan Tatar-Başkurt öğretmenler kurultayına katılıp bu toplantıda millî okulların geliştirilmesi, eğitimin yeni usulde yapılması ve yeni programların hazırlanması sorunları üzerine çalışan, 1925–1927 yılları arasında Tataristan Cumhuriyeti Eğitim Bakanlığı’nın İlim Merkezi’nde görev yapan Alimcan İbrahimov, Rusya sınırları içinde yaşayan halkların hayatını kökten değiştiren devrimlerin ve iç savaşın şahidi olur. Bütün bu olayları kendi eserlerine en samimi şekilde yansıtır (Yaŋa Kéşéler (Yeni İnsanlar), Kızıl Çeçekler (Kızıl Çiçekler), Tiren Tamırlar (Derin Kökler) vb.), sosyal içerikli eserlerinde yeni Sovyet hükûmetinin kazançlarını geniş epik planda tasvir eder, Tatarlar arasında çeşitli sosyal tabakaların oluşması, sosyal sınıflar arasındaki mücadele ve milletin geride kalma nedenleri gibi sorunları gündeme getirir. 1920’li yılların başında o yıllarda İdil-Ural bölgesinde yaşanan açlık faciasını en gerçekçi manzaralarla yansıtan, merkezinde Ölüm ve Yaşam gibi metafizik konu olan, doğasına özgü olarak yemek yeme ihtiyacı artarak onu zayıf düşürdükçe insanın insanlık sıfatlarını kaybedebildiğini, açlıktan ölmemek, hayatta kalmak için hatta kendi çocuğunu yiyebildiğini anlatan “Âdemler” adlı eserini yazar.[19 - Zaripova Çetin, Çulpan. (2020). Alimcan İbrahimov. Âdemler. Araştırma-İnceleme-Metin. Bengü Yayınevi, Ankara.]
1927–1938 yılları arasında edip Kırım’da Yalta şehrinde verem tedavisi görür. Çok yönlü fedakâr hizmetlerinden dolayı 1928 yılında Devlet Sanat Bilimleri Akademisi’ne akademik üye olarak seçilir. 1932 yılında aktif çalışmaları için Bütün Rusya Merkez Komitesi tarafından “Hizmet Kahramanı” ismine layık bulunur. Ağır hasta olmasına rağmen 1938 yılında tutuklanır ve Kırım’dan Kazan’a getirilir. Tatarların millî bağımsızlığına önem vermek, devrim öncesi Tatar kültürünü yüceltmek, Tatar aydınlarının rolünü aşırı abartmak, solculara saldırmak, sağcıları görmezden gelmek, Rus komünistlerini çarlık jandarmasıyla kıyaslamak gibi suçlardan yargılanır ve “halk düşmanı” ilan edilir. O günden itibaren Alimcan İbrahimov’un eserlerini dile almak, okumak yasaklanır. Onun adı ve eserleri Tatar halkına ancak Stalin kültü açığa çıkınca geri döner. Alimcan İbrahimov Pleten hapishane revirinde eceliyle ölür. Kazan’da Arhangel mezarında defnedildiği hususunda bilgiler olsa da mezarı ne yazık ki günümüzde bilinmemektedir.
1980’li yıllarda Rusya halklarının tarihi yeniden değerlendirilmeye başlayınca, Alimcan İbrahimov’un hayatı ve eserleri yeniden gündeme gelir. Sovyet döneminde Tataristan’da edibin üç ciltlik Saylanma Eserler (Seçme Eserler) kitabı, dokuz ciltlik akademik baskısı, Türk lehçeleri ve Tatar Türkçesiyle ilgili hizmetleri ve birçok edebî eseri ayrı kitap olarak yayımlanır. Alimcan İbrahimov’un hizmetleri çeşitli yönleriyle araştırılıp yüksek lisans ve doktora tezleri savunulur, monografiler, hatıra kitapları dünya görür, hayatıyla ilgili roman ve uzun hikâyeler, belgesel eserler hazırlanır. Edibin yıldönümlerinde düzenli ulusal ve uluslararası bilimsel sempozyumlar gerçekleşir, Tataristan Cumhuriyeti Bilimler Akademisi Dil, Edebiyat ve Sanat Enstitüsü de doğal olarak Alimcanov İbrahimov’un adını taşır.
Alimcan İbrahimov’un birçok eseri Rusçaya ve başka dillere çevrildi. Böylece, yaratıcılığı Tatar edebiyatıyla sınırlı kalmayıp diğer Türk boylarında da popüler oldu. Yazarın ve eserlerinin etkisi bütün Türk edebiyatlarına tartışılmaz derecede büyüktü. Çünkü sadece Tatarların değil birçok Türk boyunun medeni ve tarihî bilincinin gelişimini sağladı. Ufa’da zamanın en ünlü medreselerinden olan Galiye medresesinde öğretmenlik yaptığı yıllarda Tatar ve Başkurt medeniyetini geliştirmek için aktif şekilde çalışan Alimcan İbrahimov, Başkurt ediplerinin edebiyat meydanına çıkmalarına yardımcı oldu. Şeyhzade Babiç, Seyfi Kudaş, Galimcan Nigmeti, Hesen Tufan, Bulat İşemgol gibi ünlü Tatar ve Başkurt şair, edip ve bilim adamlarının onun şakirtleri olarak yükselmeleri, edibin ne kadar etkili bir şahıs ve eğitici olduğunu bir kez daha kanıtlar.[20 - Akköbekov, R. (2007). “Bĕẕẕĕñ Böyök Yaktaşıbıẕ.” Galimcan İbrahimov Hem XXI. Gasır. Tuvuvına 120 Yıl Tuluga Bagışlangan Halıkara Fenni-Gameli Konfĕrĕntsiya Matĕrialları. İYALİ AN RT, Kazan, s. 136.] Alimcan İbrahimov’un edebî geleneklerini Tatar yazarları dışında Özbek yazarlar A. Kadıri ve Aybek, Kırgız edip A. Tokombayev ve birçok Başkurt ve Kazak yazarları da devam ettirdi. Hatta Kazak ve Azerbaycan Türkleri onu kendi yazarlarından saydılar. Büyük Azerbaycanlı yazar Samed Vurgun, Alimcan İbrahimov’u Sovyetlerin içinde yer alan bütün Doğu halklarının büyük yazarı olarak nitelendirdi. Başkurt yazar ve edebiyat uzmanı Kirey Mergen de Tatar Türklerinin büyük oğulları Abdullah Tukay ve Alimcan İbrahimov’un usta kalemleriyle birçok Türk boyuna üstat ve kıble olduğunun altını çizdi.[21 - Zaripova Çetin, Çulpan. (2022). “Türk Dünyasında Bir Ekol: Tatar Yazar Alimcan İbrahimov.”, Kardeş Kalemler, Sayı 184, Nisan, s. 73-77.] Daha Alim-can İbrahimov kendisi sağken Rus bilim adamı, edebiyat uzmanı P.S. Kogan şöyle yazdı: “O, önemi kendi ülkesi sınırlarından uzaklara taşıyan yazarlardan bir tanesidir ve insanlık tarihinin en iyi edipleri arasında onurlu bir şekilde yer alabilir.”[22 - Hesenov, M. (1989). “Galimcan İbrahimov.” Tatar Edebiyatı Tarihi. Altı Tomda. 4. Tom. Tatar Sovet Edebiyatı (1917-1941). Tatarstan Kitap Neşriyatı, Kazan, s. 199-200.]
Türkiye’de 2016 yılında Bengü yayınevinde yayımlanan “Çulpan Zaripova Çetin. Alimcan İbrahimov’un Eserlerinde Tatar, Başkurt ve Kazak Türklerinin Kültürel Değerleri.” adlı kitapta Alimcan İbrahimov’un dolu biyografisi verilmiş olup “Tabigat Balaları” (Tabiat Çocukları), “Tatar Hatını Niler Kürmi” (Tatar Kadını Neler Görmez), “Almaçuar”, “Başkort Kızı Gölbike” (Başkurt Kızı Gülbike) ve “Kazah Kızı” (Kazak Kızı) adlı eserleri Tatar, Başkurt ve Kazak Türklerinin kültürel değerleri açısından incelendi. 2020 yılında yine Bengü yayınevinde yayımlanan “Çulpan Zaripova Çetin. Alimcan İbrahimov. Âdemler. Araştırmaİnceleme-Metin.” adlı kitapta yazarın açlık konusunu işleyen eseri incelendi ve Türkiye Türkçesine çevrildi. Elinizdeki kitapta ise Alimcan İbrahimov’un Tatar ve Başkurt hayat tarzı, hayat felsefesi, gelenek ve görenekleri, örf-adetleri ve millî değerlerini en güzel şekilde yansıtan “Kötüçéler” (Çobanlar) adlı hikâyesi ile “Almaçuar” ve “Tatar Ha-tını Niler Kürmi” (Tatar Kadını Neler görmez) adlı uzun hikâyeleri Türkiye Türkçesine çevrildi. “Kötüçéler” (Çobanlar) ve “Almaçuar” eserlerinin orijinal metni 2007 yılında Kazan’da Tataristan Kitap Neşriyatı’nda yayımlanan “G. İbrahimov. Hikâyeler, Povest, Poman. (Tözüçe R. Akyeget) kitabından alındı. “Tatar Hatını Niler Kürmi” (Tatar Kadını Neler Görmez) adlı uzun hikâyesi ise 1957 yılında Kazan’da Tatarstan Kitap Neşriyatı’nda yayınlanan “G. İbrahimov. Saylanma Eserler. 3 Tomda. 3. Tom.” kitabından alındı. Eserdeki dipnotların çoğunluğu çevirmen tarafından verilmekle birlikte orijinalden alınan dipnotların sonuna Alimcan İbrahimov’un ismi kısaltılarak “(A.İ.)” şeklinde belirtilmiştir.
Kitap, Alimcan İbrahimov'un doğumunun 135. yılı anısına hazırlanmıştır.

    Çulpan ZARİPOVA ÇETİN

ALMAÇUAR[23 - Almaçuar: Açık renkli lekeleri olan boz veya koyu kırmızı ile sarı arasında bir renkteki at donu (Tatar Tĕlĕnĕñ Añlatmalı Süzlĕgĕ. (1977). Öç Tomda. I A-Y. Tatarstan Kitap Neşriyatı, Kazan).]

I
Tamam, böyle giderse, ben de bir isteğime kavuşacağım gibi!
“Almaçuar tay olmaz” diyor türküler.
Boş lafmış!
Almaçuar tay olur ama kulun olamazmış.
Dünyada birçok şey görmüş geçirmiş, çok tay yetiştirmiş ihtiyarlar, her ne kadar doğuştan başka bir renkte olsa da azıcık büyüdükten sonra kulunun Almaçuar’a dönüşeceğini önceden biliyorlarmış.
Hardala çalan renkte doğan bazı tayların yavruluk tüyleri biraz uzayınca, yeryüzüne serpilen beyaz çiçekler veya beyaz yüzde çıkan sevimli siyah benler gibi pul pul olup beneklenmeye başlıyormuş.
Yaklaşık yedi sekiz yaşımdayken korkunç kara yüzlü, kor gibi yanan kara gözlü bir Başkurt, hiç beklenmediği bir anda gelerek siyah üzerinde tane tane beyaz tüyleri olan boylu poslu iri yarı semiz kısrağını bize hediye etti. Öyle böyle değil, kendi eliyle avlumuza getirip kapı önündeki bir büyük taşa oturdu ve insanların önünde dua okutarak verdi.
Köylüler bu işe önce çok şaşırdılar. Etrafta kötülüğü ve cimriliği ile bilinen merhametsiz güreşçi Alemgol, neden durup dururken ömürlük düşmanı Hafız’a (babamıza) bir kısrak getirip Fatiha okutur ki?
İşe yaramayan bir hayvan olsa anlaşılırdı! Ama kısrağa bak kısrağa! Etrafa nam salmış elma çilleri gibi benekli dona sahip iki koşucu atın annesi o! Bu kadarı yetmezmiş gibi bir de karnında bir yavru taşıyor!
Bu duruma kimsenin aklı ermedi. Bizim komşu Fatiha nine, Başkurt bahadırın gözü önünde:
– Çocuklar, bu işte bir iş var! Muhakkak bir hile var, demesin mi!
Bizim akraba Safa dede de kır sakalını sıvayıp bu sözleri destekleyerek şöyle dedi:
– Kitaptaki gibi söyleyecek olursam ‘Taştan su çıkar, kavak ağacı elma verir, Ebu Cehil imana gelir.’ ama Alem-gol Ağa, bu meşhur kısrağı karnındaki yavrusuyla durup dururken getirip Hafız’a vermez. Sakın burada bir itlik olmasın çocuklar!
Başkurt, bunları bir müddet sessizce dinledikten sonra hafifçe gülümseyip kara gözlerini daha da parlatarak durumunu anlatmaya başladı. Hikâye tamamlandıktan sonra halkın şüphesi sevince, hayır duaya dönüştü.

II
Bizim babamızın adı Muhammedhafız olmalı. Boyu uzun olduğu için ona Uzun Hafız diyorlar.
Gençliğinde meşe gibi sıhhatli, kartal gibi keskin bakışlı, aslan gibi güçlü kuvvetliymiş diyorlar. İster savaş ister güreş meydanına çıksın, yöremizde ondan daha güçlü kimse yokmuş. En büyük Sabantoylarında[24 - Sabantoy: Kazan Tatarlarında bahar mevsiminde ekin işleri bittikten sonra kutladıkları çift sürme bayramı.] da o, etraftan gelen ünlü güreşçileri aldatıp kaldırıp atıyormuş.
Bir gün Çeşme köyünde büyük bir Sabantoy düzenlenmişti.
Asilzade koşu atları, kendi memleketlerinde nam kazanmış güreşçiler, iyi koşan gençler, hepsi bu bayrama güçlerini sınamak, kendilerini göstermek ve nam kazanmak için yüzlerce kilometre uzaktan geldi.
Güreş başladı.
Ne dersin? Hafız’a kim dayanır!
Babamız, karşısına çıkan bir güreşçiyi biraz oynatıp sonra sırtüstü yere atıyordu.
Daha sonra meydana sıska esmer bir Başkurt çıktı.
Her iki bahadır birbirinin belinden birer defa çekip denediler ve birbirlerinin sırtlarına ellerini koydukları vaziyette milletin gözü önünde yuvarlak meydanda dönmeye başladılar.
Ya Hüda! Bu ne iş?
Şanlı Hafız, ansızın yuvarlanıp yüzükoyun yere düştü!
Meydandan bir uğultu yükseldi. Babamın arkadaşları bu rezilliğe dayanamadılar, “Başkurt haksızlık yaptı, ayağına çelme taktı!” diye itiraz ettiler, güreşin yeniden başlamasını istediler.
Her iki taraf da bunu kabul etti. Bahadırlar, yine yuvarlak meydanda. Millet yine nefesini tutup bu büyük güreşten gözünü ayırmadı.
Ön ayaklarını birbirinin sırtına atan kahramanlar, aslan ile pars gibi yarım saat kadar birbirinin belini tutar vaziyette meydanda döndüler.
Yine ansızın, hiç beklenmedik bir an kahraman Başkurt, çaktırmadan Hafız’ın belini sıkarak kendisi sırtüstü yere yattı ve Hafız’ı öyle bir güçle üzerinden fırlattı ki Hafız, uzağa, çok sert bir şekilde sol kolu üzerine düştü.
Yine millet uğuldamaya başladı. Meydan kaynadı!
Babamız hemen bir tarafa çekilip Zarif ustaya kolunu gösterdi:
– Kırılmış mı, çıkmış mı?
– Zararı yok, sadece çıkmış, diyor usta.
O zamanlar ben çok küçüktüm, ama gene de o gün bir türlü gözümün önünden gitmiyor. Sabantoy, eskisi gibi çok uğultulu bir şekilde devam etti. Babam birçok bahadırı yenerek kazandığı kırmızı nakışlı havlularla yeşil çapanı omzuna atıp zedelenen kolunu kırmızı bel bağı ile boynuna astı ve yavaş yavaş eve doğru gitti.
Ben ona seslenmeye korktum. Yorulduğundan mı sinirlendiğinden mi bilmem ama yüzü kararmıştı.
Çok kırılmıştı galiba.
– Yeter artık, zamanında çok güreştik, bu son olsun, dedi ve sözünden dönmedi. Ondan sonra Sabantoylara ayak basmadı (Kahramanlıkları sadece dillerde destan olarak kaldı.).

III
Olayların üstünden çok zaman geçmesine rağmen o sahne, köy halkının aklından bir türlü çıkmadı. Bu yüzden Başkurt’un babamla güreşerek ona galip gelmesini anlatırken:
– Biz bunları biliyoruz… demişlerdi.
Alemgol sinirlenip millete bir bakış atıp:
– Öyle mi? Siz Tatarlar bunları biliyor musunuz? Ancak sonrasında güreşi kazanan şu Başkurt’un yüreğinde olup bitenleri rüyanızda bile görmemişsinizdir. Hafız Ağa, ben seni yere düşürürken hile yaptım… Sana da, güreşi izleyen millete de hiç çaktırmadan sağ ayağına çelme taktım… Bir anlık vicdan azabı duydum. Fakat kendimi tutamadım. “Oluruna varır, belki de Huda’m bir seferliğine affeder” dedim ve seni o hile yardımıyla başımın üstünden fırlattım… Ancak boşuna “Gönül, evliya” dememişler. Doğruymuş. Sabantoydan eve gelir gelmez yatağa düştüm. Midem bulandı, sol kaburgamın altına bir sancı girdi. Üç ay boyunca acılar içinde kıvrandım, canım ne bir şey yemek, ne de bir şey içmek istedi… İşte o şiddetli hastalığı geçirirken kendime söz verdim. “Bu hastalık, Hafız’a karşı hile yapıp onu incittiğim için geldi başıma. İyileşirsem, siyah üzerinde parça parça beyaz tüyleri olan kısrağımı ona verip hayır dua alacağım!” diye adak adadım. İyileştim. Fakat nefis şeytanmış. “Hadi be, o Tatar’ın bedduası mı tutar!” diye düşündüm. Kısrağı vermeyi göze alamadım. Aradan birkaç yıl geçti, yine aynı hastalığa yakalandım. Midem bulandı, sol kaburgamın altına bir sancı girdi… Takatim kalmadı, kafam durdu. İşte o zaman çoktan vefat eden rahmetli dedem, uzun kır sakalı, ak kefeni ve büyük yeşil asası ile benim rüyama girdi. Bana suçlayarak baktı ve öfkeli bir sesle:
– Aptal çocuk! Canın mı daha kıymetli, kısrağın mı, dedi ve hemen kayboldu. “İyileşirsem bir gün dahi gecikmeden kısrağı götürüp vereceğim.” diye yine adak adadım. Görüyorsunuz işte, iyileştim. Adağımı yerine getirmek için de buradayım.
İhtiyarlar anlatılanlara çok şaşırdılar. Safa dede, Başkurt’un sırtını sıvazlayıp:
– Kitaba yazılmış gibi konuşuyorsun. Aklın ve dilin sadece itliğe değil, iyi söze de yatkınmış, dedi.
Diğerleri de teşekkür edip tekrar dizlerinin üzerine çöküp dua ettiler.
– Hafızın en zor yıllarıydı. Oğluyla kızından ayrıldığı bir dönemdi. Kısrağı uğurlu ayağıyla gelsin. Bu eve bereket getirsin, dediler.
Başkurt gitti, ihtiyarlar da evlerinin yolunu tuttu.

IV
İhtiyar adamlar doğru söylüyordu, bizim ailenin gerçekten zor zamanlarıydı. Babam kadar cüsseli, sıhhatli, güçlü ağabeyim bir iftiraya uğradı. Köyümüzde çok zengin birisi vardı. Parasının çok olduğunu söylerlerdi. Göğsüne göğüslük yaparak paralarını her zaman yanında taşırmış. Millet böyle anlatıyordu. İşte o zengin adamla babamız arasında, bir arsadan dolayı çok eskiden beri düşmanlık sürüyordu. Kışın, o Karun kadar zengin adamı yolda yakalayıp ormana götürmüşler ve köyden bir kilometre uzakta, güpegündüz boğazlamışlar. Boğazını kesmeye çalışanlar da adamın öldüğünü sanmışlar. Fakat adam ayılıp güç bela evine dönmüş. Ölmeden önce kendine gelince de “Diğerlerini tanıyamadım… Ama birisi Uzun Hafız’ın oğlu Şayahmet’ti.” diye ağabeyime iftira atmış.
Ağabeyimi hemen ellerine kelepçe vurup götürdüler. Mahkeme oldu.
Babam, zavallıyı iftiradan kurtarayım diye gece gündüz koşturdu. Köylüler, zengin melunun sadece düşmanlıktan böyle konuştuğunu anladı tabi. Babam ise yavrumu kurtarayım derken son atından ve ineğinden de oldu. Ağabeyimi yirmi yıl kürek cezasına mahkûm ettiler… Biz iyice fakirleştik…
Sanki bu bela yetmiyormuş gibi, biricik ablam da köyün öbür ucunda yaşayan, garmun[25 - Garmun: Akordeona benzer bir müzik aleti.] çalmakta mahir olan Fahri’ye kaçtı. O, gençliğinde de çok dengesiz bir kızdı. Büyüklerin olmadığı evlere oturmaya geldiğinde dans eden de şarkı söyleyen de garmun çalan da hatta gençleri eve alarak ayaklarından tavana asıp maskara eden de oydu.
Yaptıklarından dolayı dillere düşmekle kalmadı bir de babamın “Bu sene çok ağır geçiyor, biraz sabredelim.” demesine kulak asmayıp Fahri ile komşu köye gidip nikâh kıydırdı. Sonra da “Bize hayır duanızı verin, biz karı koca olduk.” diye utanmadan babamın huzuruna geldiler.
Annem çok ağladı.
– Öz evladın sonuçta, affet, dedi.
Babam ise:
– Damada sözüm yok, bolluk zamanı olsaydı düğün de yapardım. Ama Gayniye benim zor zamanımı hiçe saydı, diye onları evden kovdu.
Annem, her fırsatta, bu olayla ilgili söz açılınca gözyaşlarını silerek:
– Kocacığım, eğer kızmazsan çocukları misafir edelim diyorum, diyerek yalvarmaya başlardı. Ama babam sözünden dönmezdi:
– Ben ölünce çağırırsın, deyip kestirip atardı.
İhtiyarların “zor yıllar” dedikleri işte bunlardı. Onların duası kabul oldu. Başkurt’un kısrağı evimize uğurlu geldi ve bereket getirdi. Atsızlıktan aciz kalan babam, bu zamana kadar boynu kemer görmeyen semiz kısrağa iki gün içinde hamut giymeyi öğretti ve bütün gücüyle çalışmaya başladı. O kadar bereket oldu ki, babam sonbaharda topladığı ekinleri sattığı paraya bir at daha aldı. Evi avluyu da epey düzene koydu.
Hediye gelen, siyah üzerine parça parça beyaz tüyleri çıkan kısrağın sayesinde işte böyle ayağa kalktık. Ancak… Ancak bu sonbaharda benim içime büyük bir dert çöktü. Yollar kötüyken babam kısrağı koşup ormana götürdü. Eve dönüş yolunda nehirden geçerken ayağı kayan kısrak, karnındaki tayı düşürdü. Babam, düşen kulunun ancak üç dört aylık olmasına rağmen tüylerinin bile çıktığını söyledi. Boyu ise kediden büyükmüş.
Bunu duyunca ben gece gündüz ağladım. Nasıl ağlamayım, bu kısrak iki koşucu Almaçuar veren ünlü kısraktı! Hâmile olduğunu öğrenince, ben hemen onun doğacak kulununu koşucu Almaçuar olur, diye aklıma koymuştum. Arkadaşlarıma da hava atmaya başlamıştım. Lânet olası kaygan yol beni büyük mutluluktan mahrum etti!
Annem, ağladığım için bana hep kızardı:
– Bir çocuk bu kadar mı deli olur? Doğmamış bir tay için bu kadar mı ağlanır, dedi.
Babamsa kızmazdı. O, zaten iki büyük çocuğunun üzüntüsünden sonra bana gönlünü daha sıkı bağlamış olmalı ki beni çok seviyor, sözümü de dinliyordu. Her zaman başımı okşayıp:
– Ağlama, yavrum. Artık iki atımız oldu. Başkurt’a götürüp Almaçuar at ile çiftleştirir, gelecek yaz da hiç yormayız onu. Sana da Almaçuar tay olur, diyordu.
Ben sadece yazı kışı değil, haftaların, günlerin geçmesini bile parmakla sayıyorum… İşte kış geçiyor, ama yine de tayın doğmasına daha çok var…

V
Beklenen gün yaklaştı.
Burlı[26 - Burlı: siyah üzerinde parça parça beyaz tüyleri ya da beyaz üzerinde parça parça siyah tüyleri olan at donu.] beyaz tüyleri olan kısrak artık hâmileydi. Biz artık onu koşup yormuyorduk. Koşsak da yakın yere giderken sadece hafif işe koşuyorduk.
Annem de buna sinirle söyleniyordu:
– İki tane atın varken ne diye fakir gibi tek atı koşuyorsun, diyordu.
Babam da onu tek bir sözle susturuyordu:
– Ya bırak söylenmeyi, niye boşu boşuna çocuğu ağlatıyorsun?
“Çocuk” dedikleri ben oluyorum.
Gerçekten de ağır yük yüklemeye ya da uzun yola hazırlamaya başladıklarında ben hemen babama sokulup dert yanıyordum, o da benim gözümden akan yaşları görünce bıyık altından gülümseyip başımı sıvazlıyordu:
– Zakir, boşuna ağlama… Tamam, kısrağa yük yüklemeyiz, diyordu.
Sevinçten dünyalar benim oluyor! Gün içinde ayağımın nereye bastığının farkına varmıyor, ne buyursalar hemen yapıyordum.
Bazılarının kısrağı, kar erimeye başlayınca hemen kulunladı. İlkbaharda çift sürmeye çıkarken artık köyde her evde bir kulun vardı.
İşte o kulunlar artık oynamaya başladılar. Annelerinden azıcık arkada kalsalar hemen genç, çınlayan sesleriyle kişniyorlardı ve onların sesleri, etraftaki bütün dağlarda, ormanda yankılanıyordu.
Ah, ne zaman benim kulunum da böyle olacaktı? Aslında çok bekletmeyecek gibiydi. Kısrağımızın karnı büyüdükçe büyüyordu. Safa dedeye göre tayım, çok yakında dünyaya gelecekti. Göz kulak olmam gerektiğini söylüyordu.
Benim arkadaşlarım hep:
– Müjdeye ne vereceksin Zakir, diye şakalaşıyorlardı.
– Sessiz olun, vereceğim şey çoktan hazır bile. Yeter ki doğsun tayım!
Son günlerde babamla epey aram bozulmuştu.
Kurtlar kulunun etini çok seviyor olmalı. Fahri’lerin güzel bir kulunları vardı. Geceleyin onu kurtlar yaralamış. Dün bu olayı duyar duymaz babama bile haber vermeden, dizgini aldım ve kısrağın yanına koştum. Artık onu tek başına bırakmak olmazdı. Kim bilir, belki kurt gece gelip yeni doğmuş kulunu yerdi!
Kısrak fazla uzakta değilmiş. Hemen buldum. Onu yakalamak için biraz ekmek kurusu da götürmüştüm. Eskiden azıcık elimi uzatsam hemen yaklaşırdı… Şu aralar çok değişik bir hâli var. Boş yere kızıyor, yaklaşırsan üstüne yürüyordu.
Gene de yaklaştım. Ekmeği gösterip çağırdım. Nerede o eskisi gibi kolayca yakalatmak! Değişik bir ses çıkararak sebepsiz yere huysuzlanıp kızıp duruyordu. Ben onu yakalayamayınca ağlayarak eve döndüm ve babama yalvarmaya başladım:
– Yavrulama zamanı geldi, artık onu evden ayırmayalım… Ben ona kendim bakarım, dedim.
Babam razı olmadı:
– Yedirecek yem yok. Bir şey olmaz, orada çayırda nehir kenarında kalsın, dedi.
Ben ağlamaya başladım. Kurdun yaptıklarını anlattım. Babam ise inat etmeye devam etti:
– Aptal olma, köyün yakınındaki çayıra kurt gelmez. Evde kısrağa yedirecek adam akıllı yem yok, burada kalırsa yavrusu gelişmez. Gene de çok korkuyorsan arkadaşların ile birlikte gündüz nöbet tut, geceleri de eve getirirsin, dedi
“Kısrağı iyice beslemezsen yavrusu sağlıklı doğmaz” sözü, beni düşüncemden vazgeçirdi. Babamın teklifine razı oldum.
Kümese girip yumurta çaldım. Bir yere sakladığım kibritleri de alıp, arkadaşlarımı bunlarla kandırarak nöbet tutmak için kısrağımın yanına gitmeye hazırlandım.
Hava güzeldi. Bahar güneşi gözlerimi okşuyordu, galiba sevinçli olduğumu anlayıp biraz gülümsedi.
Bende yumurtayla kibrit olduğunu öğrenen arkadaşlarım, zıplaya zıplaya benimle birlikte nöbete gelmek istediler.

VI
Ben bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyordum: Hem kısrağı göz önünden ayırmamak, hem de balık yakalamak. Balık derken, arkadaşlarım beni Kunduzlu gölüne çağırıyorlardı:
– Orada iyi balık yakalanıyor, kocaman turna ve perki balıkları var…
Fahri’nin oğlu gözlerini parlatarak hikâyesine başladı:
– Evvelki gün sabah mallar sürüye çıkınca gitmiştik, akşama kadar balık tuttuk. Otuzunu Galevi, yirmi dördünü de ben yakaladım… Arada bilek kadar kızılkanatlar da vardı. Kocaman bir yayın balığı yakalamıştım ama oltanın ipi dayanamadı, oltayı kırıp götürdü balık…
Bunları duyunca diğerleri de hemen gaza geldi ve Kunduzlu gölüne doğru koşmaya hazırlardı.
Kızılkanat, yayın balığı deyince ben de bir an unutup arkadaşlarımla gidecek oldum ama bugün yarın doğuracak hamile kısrağım aklıma gelince hemen durdum:
– Hayır, ben gelemem. Haydi, Üzen Nehri’ne gidelim, orada da iyi balık yakalanır, diyerek onları, kısrağımın bulunduğu tarafa çekmek istedim.
Ben yalnızdım.
Ancak buna rağmen yine de ben kazandım. Çünkü arkadaşlarım, beyaz keçe şapkamdaki yumurtayla kibriti hatırlayınca hemen razı oldular.
Daha önce konuşan Apuş bile:
– Haydi, bu sefer Üzen Nehri’ni deneyelim… Orada da ben geçen sene büyük bir sazan ile turna balığı yakalamıştım, dedi.
Oltaları, solucanları, ekmekleri, yumurtaları ve kibritleri alıp kıble tarafına, güneşi seyrederek çayır boyunca Üzen Nehri’ne doğru koştuk…
Perki mi, sazan mı yakalarız yoksa eve boş mu döneriz, benim umurumda bile değildi. Önemli olan, yakında kulunu olacak kısrağımın Üzen Nehri kenarında dolaşmasıydı. Babam onu tek kement ile boynundan bağlayıp bırakmıştı. Kemendin diğer tarafına kırmızı bir koşum yayı bağlanmıştı. Benim aklım hep o kement ile koşum yayını yerde sürükleyip nehir kenarında, söğütlerin arkasında yavaşça dolaşan siyah üzerine pul pul beyaz tüyleri olan kısraktaydı…
Köyden ayrıldığımızda hava güzeldi. Rüzgâr da esmiyordu. Çayıra vardığımızda kuşlar ötüyordu. Yakında doğacak tayımın annesi ise Acılı Damak’ın kıyısında bir şey yiyip içmeden başını eğmiş vaziyette duruyordu. Sanki bir şeyler düşünüyor gibi geldi bana. “Malcağızım, neler düşünüyorsun?” Kısrağı gören arkadaşlarım benimle dalga geçmeye başladılar. Biri doğacak tayı aygır olur, diğeri de kısrak olur, diyordu… Bana göre hiç fark etmez, yeter ki sağ salim görmek nasip olsun!

VII
Kısrağımın gezdiği yerin yakınında büyük bir girdap vardı. Acılı Damak’ın aşağısındaydı ve oraya çok yakındı. Burada üç taraftan üç nehir birleşiyordu. Onlar, birleşerek oraya kadar ufak bir “kol” şeklinde akan Üzen Nehri’ni birden genişletiyorlardı. Onların sularını kendisine katan Üzen Nehri ise büyüdükçe büyüyüp ihtişamlı bir vaziyette akmaya başlıyordu.
Köyümüzü seviyorum. En çok da kuzey tarafını kaplayan ulu dağları! Ama onlardan daha çok, dağların üstünde binlerce yıl hışırdayan büyük yaşlı ormanı seviyorum!
Doğru, artık bu orman bizim değildi. Onu zengin birisi her nasılsa elimizden almış ve şimdi, bize o ormandan bir parça dal koparmak bile yasaktı! Buna rağmen, o ormanın yapraklarının hışırtısı, özellikle orada baharda yetişen kuzukulağı, yazın açan çiçekler, sayısızca çilek, böğürtlen, Frenk üzümü, en çok da sonbaharda yetişen fındık, benim gönlümü o ormana çekiyor, onu cana yakın ve çok sevimli yapıyordu…
Bu ormandan ziyade üç taraftan akan “kol”ların suyunu içine alınca coşkun bir şekilde akmaya başlayan sabırlı, sevimli Üzen Nehri’nin kıyıları benim için eşsiz değerler taşıyordu…
Bu nehirlerin kaynağının nerden çıkıp nerelere döküldüğünü bir bilsem!
Biliyorum, iyi biliyorum: dağlardan, çayırlar boyunca gelerek bizim köyün etrafından akan bu nehir Örşek nehrine, Örşek nehri ise Dim’e, Dim nehri de Akidil’e dökülüyor. Ancak Akidil nereye dökülüyor, bunu bir Allah bilir.
Ama yine de güngörmüş Safa dede arada bir anlatır: sonbaharda kuşların gittiği yerde Eçterhan[27 - Eçtérhan: Rusya Hazar gölü kıyısında bulunan Astrahan şehri.] adında çok büyük bir şehir varmış. Hanlar şehri. Onun diğer tarafında da kocaman bir deniz varmış. İşte Akidil birçok köyün, şehrin, dağın ve karanlık ormanın içinden geçerek aylar yıllar boyunca akıyor ve sonunda gidip suyunu o kocaman denize döküyormuş. Siz buradan bir kereste parçası atarsanız o, Örşek, Dim ve Akidil nehirlerinden geçip işte uzaktaki o denize düşermiş…
Ah, keşke görebilseydim o denizleri!
Farklı bir şeyler düşünerek atımın çevresinde dolaşıp gözlerimi onun üzerinden ayıramazken nehir kenarında balık tutan arkadaşlarım bağırarak beni çağırdılar:
– Zakir, Zakir! Kibritle yumurtaları getir, hemen ateş yakalım da yumurtaları külde pişirelim, dediler.
Oltaları bırakıp yanan ateşin etrafında oynayıp şakalaşarak yumurtaların pişmesini bekliyorlardı.
Bizim yanımızdan Üzen Nehri akmaya devam ediyordu… Bense dedemin sözlerini hatırladım.
– Biliyor musun Apuş, bu nehir nereye dökülüyor, diye sordum.
Apuş, çok zeki ve akıllı bir çocuktur.
– Bir yumurta fazladan verirsen söylerim, dedi.
– Tamam. Veririm, dedim.
O, eline ıslak balçık alıp onu yuvarlak bir top hâline getirerek gözden kaybolacak kadar uzak bir yere fırlatıyor ve parmakları ile sayarak anlatmaya başladı:
– Üzen Nehri’ni görüyor musun? Görüyorsan bir bak… Bu nehir on iki kilometre geçtikten sonra Örşek’e dökülür, Örşek de Dim’e katılır. Dim ise güzel çayırların arasından geçip Ufa adında büyük bir şehrin yakınında, kocaman dağların karşısında bulunan Akidil’e dökülür…
Birisi onun sözünü kesti:
– Peki, Akidil nereye dökülüyor?
Apuş, yine ıslak balçığı yuvarlayıp top yaptıktan sonra üzerimizden uçan leylekleri hedef alıp havaya atıyor.
– Akidil mi? Akidil, ormanlar, dağlar ve şehirlerin arasından akarak Eçterhan denizine[28 - Eçterhan denizi: Hazar gölü.] dökülüyor, dedi.
Arkadaşlarım bağrışmaya başladılar:
– Yiğitsin Apuş, al şu yumurtayı, dediler.
Apuş, vermemi bile beklemeden hemen yumurtayı elimden kapıp yemeye başladı.
Ayağımın altında bir kereste vardı. Onu elime aldım ve arkadaşlarıma göstererek:
– Söyleyin bakalım, bu keresteyi Üzen Nehri’ne atarsam şu kıble tarafındaki uzak denize düşer mi, düşmez mi, dedim.
Keresteyi de kükreyerek akan Üzen Nehri’nin göğsüne attım.
Dalgalar, keresteyi kucaklayıp hızlıca kendileriyle aşağıya doğru sürüklüyorlardı.
Arkadaşlarım tartışmaya başladı.
Apuş:
– Durmaz ve batmazsa denize düşer, dedi.
Diğerleri de:
– Ulaşamaz, su ile ağırlaşıp batar ya da yan tarafa çekilip kamışlara takılır, dedi.
Akşam oldu…
Yumurtaları yiyip bitirdik ve oltalarla balıkları omzumuza alıp Üzen Nehri’nin kıyısından eve doğru yol aldık. Arkadaşlar “Buraya boşuna gelmedik” diye konuştular. On on beş tane balık yakalamışlardı. Aralarında kocaman kefal, perki ve kızılkanatlar da vardı.
Kısrağım gözümden kaybolana dek dönerek ona baktım. O hâlâ aynı yerde duruyor: yemiyor, gezinmiyor, kafasını yere eğmiş öylece duruyordu. Benim güzel kısrağım neler düşünüyordu acaba?

VIII
Evde bir tencere dolusu patates haşlamışlardı. Ben kurt gibi açtım. Gözüm kararmıştı, kaz yumurtası büyüklüğündeki patatesleri tuzlayıp çavdar ekmeği ile beraber hızlıca yemeye başladım.
O arada ağızım yemek doluyken durmadan kısrağımdan bahsediyordum.
Annem gülse mi, kızsa mı bilemiyordu:
– Seni at cini çarpmış olmalı. Kalkınca aynı laf, yatınca aynı laf. Başka bir şey bildiğin yok, diyordu.
Annemle tartışmak için tam ağzımı açacaktım ki köyün diğer ucundan Fahri’nin oğlu Seper pencereden başını sokup sanki bir yerde yangın varmışçasına bağırmaya başladı:
– Zakir, Zakir! Müjde! Atın yavrulamış, dedi.
Ne yapacağımı bilemedim.
Annem de şaşırıp:
– Ah şu çocuk, atı için canını verecek, diye peşimden bağırdı.
Ben de sofra bezi ile tabaktaki patateslerin üzerinden zıplayıp, dışarıya fırladım.
Babam bahçede at arabasını düzeltmeye çalışıyordu. Doğru ona koştum.
– Baba, baba! Haydi, çabuk ol, atımız kulunlamış, diye bağırdım.
Ben babamı çok seviyorum! O hiç kızmadı, beni duyar duymaz hemen yerinden kalkıp çite asılı at yularını aldı ve tek bir soru sordu:
– Kim söyledi, müjde hakkını verdin mi?
O arada bahçe kapısından Fahri’nin oğlu Seper müjde karşılığını sormaya geldi.
Ben, kazın kanatlarını ve paçavra satarak kazandığım altı kuruş parayı müjdeyi verecek kişi için hazırlamıştım. İşte o parayı hiç düşünmeden, hemen sakladığım yerden alıp Fahri’nin oğluna verdim.
Biz babamla beraber Üzen Nehri kıyısına yavruyu almaya gittik.

IX
İyi hayvan doğar doğmaz ayağa kalkarmış.
Doğru olmalı.
Biz gittiğimizde tay, henüz güçlenmeyen incecik ayakları ile sakınarak yürümeye çalışıyordu.
Zavallım, galiba aç doğmuş. Bir bu tarafa, bir öbür tarafa geçerek annesinin sütle dolmuş memelerini emiyordu.
Bu günlerde, siyah üzerinde pul pul beyaz tüyleri olan kısrağım çok sinirli olduğundan ona yaklaşmaya korktum. Babam yularla yaklaştığında kısrak, yavrusunu vermek istemeyen dişi aslan gibi acayip sesler çıkartarak onun üzerine sıçradı. Isırmaya, kükreyip kulunun etrafında tekme atmaya çalıştı.
Ama babam korkmak nedir bilmezdi. Onun böyle birisi olduğunu mallar bile anlıyordu sanki. Atın sinirlendiğini, ısırmaya, tekme atmaya çalıştığını dikkate almadan babam yaklaşıp onun boynuna yular taktı. O arada, siyah üzerinde pul pul beyaz tüyleri olan kısrağımın kafası yuların içine girip yerleşti. Bense bu işe şaşırıp, hayran kaldım. Sevindim mi sevinmedim mi, hiç anlayamadım.

X
Atı eve getirip kuyu direğine bağladıktan sonra ancak kendime gelebilmiştim.
Yavru gerçekten acayip bir şeydi!
Bacakları ufak ufak atlıyordu, kaval kemikleri uzun ve o kadar inceydi ki böyle kaval kemikleri ancak koşu atlarında olur derler. Daha yeni kurumaya başlayan kuyruğu ile yelesi, ince ve kısa olmalarına rağmen, ipek harman gibi kendinden kıvrılıp dalgalanıyorlardı. Yuvarlak sırtının tam ortasında, kuyruktan yeleye kadar parmak kalınlığında siyah kurdele gibi ipeksi bir yün şeridi geçiyordu. Uzunca ve akıllı kafasının geniş alnındaki uzun sakar, bu yavruyu binlerce, milyonlarca arkadaşından ayırarak onun güzelliğinin eşi benzeri olmadığını gösteriyordu. Bütün bedenine sanki Allah’ın eli ve meleklerin yardımıyla düzgün, güzel bir şekil verilmişti. O kadar güzel, o kadar asil kemik olarak yaratılmıştı.
Rengi konusunda tamamen şaşırıp kalmıştım. Siyah desen siyah değil, boz desen boz değil. Annesininki gibi siyah üzerinde pul pul beyaz tüyleri de yoktu. Kendine özgü mavimsi bir çiçek rengi gibi parlayıp duruyordu.
Semaver kaynayacak kadar zaman ya geçti ya da geçmedi, eve çoluk çocuk toplandı. Ağızları açık, hayretler içerisinde benim asilzade kulunuma bakıyorlardı.
Bir yerden duymuş olmalı, Safa dede de kır sakalını rüzgâr gibi estirip bizim eve gelmişti. O, civarda atları tanıması ile meşhurdu.
“Ya Rabbim! Ne diyecek acaba?” diye gözlerimi ona dikmiştim.
Kulunumu görünce dedenin yüzü parladı:
– Suphanallah… Suphanallah… nazar değmesin. Bu kulun da bir önceki kardeşleri gibi pek güzelmiş, dedi. Sessizce bir daha izlemeye koyuldu ve “Evet, öyle ya! Yanılmıyorum. Bu da tam kardeşleri gibi…” diye tekrarladı.
Babam, bana çaktırmadan daha önceden küçük gümüş bir çıngırak almıştı. Annem de kırmızı bir kurdele verdi.
İhtiyar sakince, büyük bir ustalıkla yanaşıp kulunu birden kucağına aldı ve:
– Bismillah… Suphanallah… Allah, kötü gözden, kurttan, köpekten korusun, diye dualar okuyup aygırımın boynuna annemin verdiği kırmızı kurdele ile babamın aldığı çıngırağı taktı. Bir daha kenardan baktı ve babama:
– Biliyor musun Hafız, bu da tam kardeşleri gibi olur, rengi de yakında almaçuara dönüşür… Hayırlı olsun! Derdin büyüktü, iki çocuğunun sorunları seni çok yıprattı. Siyah üzerinde pul pul beyaz tüyleri olan kısrak bu eve uğurlu ayağıyla geldi, bereket getirdi, dedi.
Büyük çocuklarının hatırlanması, babamın her zaman zoruna gidiyordu. Böyle bir zamanlarda onun sesi değişiyor, ağzından çıkan kelimeler de bir değişik oluyordu. Ben şaşkınlıkla “acaba ağlıyor mu” diye babamın gözlerine baktım.
Hayır, babam ağlamamış. Ama yine de duygulanmış. Derinden gelen bir sesle:
– Evet ya Safa dede, o iki çocuğum insandan ziyade şahindi, aslandı. Kendileri günyüzü göremedikleri gibi, benim de saçlarıma yaşlanmadan ak düşürdü, dedi. Biraz duraksadıktan sonra:
– Yazgım böyleymiş… Artık bütün ümidim küçüğümde, dedi.
Safa dede yine iyi dileklerde bulunarak kulunu methetti ve şakacıktan kulağımı çekip:
– Zakir, şansın varmış! Başkurt’un burlı kısrağı babanın durumunu düzeltti, sana da almaçuar kulun verdi. Bu yavru da kardeşleri gibi tam bir asilzadedir… Nazar değmesin, bu da koşucu olur, diye söylene söylene gitti.
Dünyalar benim oldu! Bir gün içinde birden boyum uzamış gibi oldum. Şaka mı, benim kulunum var. O, bir aygır! Rengi de almaçuara dönüşecek! Çevrede meşhur olan kardeşleri gibi o da koşucu olacak!
Bakın nasıl gür bir sesle kişniyor! Asil, kemikli vücudu ile nasıl da güzelce zıplayıp oynuyor!

XI
O günden beri Almaçuar benim hayatımın merkezi olmuştu. Sevinçlerim, üzüntülerim ondan gelip yine ona dönüyordu. Rüyalarımda da onu görüp sayıklıyordum. Sabah kalkınca elbisemi giymeden, yüzümü yıkamadan Almaçuar’ın iyi olup olmadığını öğrenmek için dosdoğru ahıra koşuyordum. Sağlıklı, pek sağlıklı!
O, destan bahadırları gibi gece büyüyor, gündüz büyüyor, günden güne biraz daha da güzelleşip asilleşiyordu.
Artık köyde ona sataşan yok, herkes ona:
– Nazar değmesin, suphanallah! Gerçekten asil kemik bir kulunmuş! Sağlam nesildenmiş!” diyerek izliyorlardı.
Civarda sadece asaleti ve güzelliği ile değil, sesi, hafifliği, hızı, yakışıklılığı ve akıllıca oyunları ile benim Almaçuar’ıma benzeyen başka bir kulun daha ne görülmüş ne de duyulmuştu.

XII
Yaz, ardından da güz geçip gidiyordu. Kim bilir nasıl karlı, yağmurlu, bulutlu bir mevsim gelip çatacaktı. Ertesi sabah Pakrow[29 - Pokrov: Hıristiyan takviminde yer alan bir bayramın adı.] bayramında erkenden kalksam da yataktan çıkmak istemiyordum.
Bir yerden birilerinin panik içinde konuştuğu duyuluyordu.
Birden yüreğim hop etti.
Kulak kabarttım. Babam ile annem perdenin arkasında fısıldaşıyorlar. Seslerinde bir endişe var. Korkuyorlar mı, üzülüyorlar mı yoksa birisinden bir şeyler mi saklamak istiyorlar? Bilmiyorum.
– Sen ona sezdirmemeye çalış! Duymasın, dedi babam ve elindeki kemendi sırtına atıp hızlı bir şekilde evden çıktı.
Ben korku içinde:
– Ne var, anne, ne oldu, diye sordum ve annemin eteğine asıldım.
– Hayır, yavrum, yok bir şey… Kalkman için erken değil mi, git biraz daha uyu… Ben sana şimdi fırında akıtma pişireceğim… Semaver kaynadıktan sonra sıcak akıtma ile çay içeriz, dedi.
İçim daraldı, yatsam bile gözüme uyku girmedi.
Annem fırında cızbız bir şeyler pişiriyor, ben ise apar topar üzerime bir şeyler giyip dışarı çıktım.
Karşıma Apuş gelip:
– Ah arkadaşım, şansın varmış… Sağ kalmış, bir şey olmamış, dedi.
Ben şaşırdım:
– Ne var? Ne olmuş? Kim sağ kalmış?
Apuş hayretler içerisinde:
– Ah şaşkın çocuk! Onu da mı bilmiyorsun? Bugün dağa bir sürü kurt gelmiş. Dört tane kulunu boğup öldürmüşler… Senin Almaçuar’ın ölmemiş, azıcık yaralanmış, o kadar, dedi.
Kafamda sanki şimşekler çaktı, dilim tutuldu, söyleyecek bir şey bulamadım.
Apuş vaziyetimi görünce:
– Deli misin, ne duruyorsun! Git koşsana! İşte bak getiriyorlar, diye köyün öbür ucundaki köprüyü gösterdi…
Gerçekten de o taraftan köy halkı bir sürü at, kısrak ve tay getiriyordu.
Kendimden geçip, onlara doğru koştum.
Ne göreyim!
Büyük arabaya bizim alaca at koşulmuş, arabanın kenarına burlı kısrağımız bağlanmış, durmadan kişniyor ve dizgini atmaya çalışıyordu.
Arabanın yanında da babam geliyor…
Biraz daha yaklaşınca içim yandı. Almaçuar’ımı ayağını, kolunu bağlayıp arabaya yatırmışlardı…
Ne yapacağımı bilemedim. Şaşırdım. Dondum kaldım…
– Baba, bizim yavruyu da mı öldürmüşler, diye hıçkırıp ağlamaya başladım.
Babam beni sakinleştirmeye çalıştı ve koluma girdi:
– Ağlama Zakir… Dört tane kulunu öldürmüşler… Bizimki sağ kalmış… Sadece arka bacağından hafifçe ısırmışlar… İşte o yaradan kan akmasın diye bağladım ve arabaya yatırdım, dedi.

XIII
Yarası fazla derin değilmiş. Gece gündüz onun başında nöbet tutup azimle onu iyileştirme çabalarım nihayet olumlu sonuç verdi. Şansım varmış ki bir haftaya kalmadan Almaçuar’ım eski haline döndü. Yara olarak sadece kurdun iki dişinin izi sağ bacağında ak tüy şeklinde bir süre kaldı…
Almaçuar’ım ile beraber ben de hasta olup yemeden içmeden kesildim, gözüme uyku girmedi. O iyileşip oynamaya başlayınca, ben de ondan geri kalmadım. İşte böylece kışı da geçirdik.

XIV
Bizde tay iki yaşına bastığında baharda onun yelesi ve kuyruğu tamamen kırkılıyor. Ben, yelesiyle kuyruğunun o kadar kısa kesilmesini istemedim, perçemini sadece gözüne gelmeyecek şekilde dümdüz kırkmalarına izin verdim.
Önden bakınca benim kulunum Rus boyarlarının[30 - Boyar: Rus asilzade.] güzel kızlarına benziyordu. Yelesini de diğerlerinde olduğu gibi tamamen kırktırmadım. Sadece çeyreği kadarını bırakıp kendinden kıvrılıp kabaracak şekilde düzelttirdim.
Atımın yelesini iki tarafa toplayıp annemden aldığım kurdeleler ve püsküllerle süsledim. Öbür çocukların hepsi, tayın kuyruğunu da yeni yetişmiş lahana gibi çirkince kırkıp mahvediyorlardı. Bense böyle yapılmasına karşıydım. Kuyruğunu kemiğin alt tarafından kestiler ve sevimli yarım daire şeklinde bıraktılar. Bunun tam tersi yapılan taylar ise bahar sabanı üzerinde gezinen tüysüz kargalar gibi sevimsiz sevimsiz dolaşıyorlardı. Benim Almaçuar’ım ise misafirliğe gitmeye hazırlanan yakışıklı genç bir Rus boyara benzedi.
Babamın yevmiyeli ot biçmeye gittiği zamanlarda Apselem Beylerde görmüştüm. Biz de Almaçuar’ı öyle yapalım dediğimde babam karışmadı, sadece:
– Ah oğlum, bu kadar emeğin karşılığında inşallah daha sonra üzülmezsin, diyerek benim istediğim gibi yaptı.
Arkadaşlarım ise tayımı görünce şaşırıp hayran kaldılar… Ondan sonraki yıllarda herkes tayını benim gibi kırkmaya başladı.

XV
Yaz geçti, güz geçti, kış geçti, ilkbahar geldi.
Almaçuar’ım üç yaşına bastı. Köyde, bu yaşa basan taylara “ilk sabana girdi” diyorlar. Onları artık yavaştan koşmaya başlıyorlar.
Ben ise böyle yapmalarına izin vermedim.
Almaçuar’ın dışında iki tane atımız daha vardı. Siyah üzerinde pul pul beyaz tüyleri olan kısrağımız bu sene kısır kaldı. Bayağı bir semirdi, tek başına beş ata değerdi. O kadar kuvvetli ve sıhhatliydi. Kula aygırımız da ondan aşağı kalmaz. Böyle olunca babam da Almaçuar’ı işe kullanmayı söz konusu bile etmiyordu. Safa dede’nin “Bu tay önceki kardeşlerine benziyor, koşucu olur.” sözlerini de unutmuyor olmalı. Ama “Dikensiz gül olmaz” atasözü doğruymuş. “Darıyı yumuşak toprağa saçarsan ot basıp harap eder” derler ya, babam da Kısıldık Başkurtlarından hiç ekilmemiş bir tarla satın aldı. Demir saban dayanacak gibi değil, bazı yeri taşlı, bazı yeri de çalılıydı. Bu yüzden çoktandır kullanılmayan büyük, ağır sabanı çıkardılar. Onu iki at zor çeker, dört en azından üç tane güçlü kuvvetli at gerekiyor.
Kendi aralarında konuşarak üçüncüsü olarak benim Almaçuar’ı değerlendirmek istemişler. Bunu duyunca az kalsın ağlayacaktım, hemen babama koştum.
– Hayırdır? Birisi bir şeyler mi yaptı, diye sordu babam.
– Hayır, kimsenin bir şey yaptığı yok! Niye benim Almaçuar’ımı sabana koşuyorsunuz, dedim ve dayanamayıp ağlamaya başladım.
Sesime annem de geldi. O, beni Almaçuar’dan kıskanıyor olmalı. Onun hakkında söz ettim mi hemen kızıyor çünkü. Şimdi de babam daha sözünü bitirmeden, annem bana kızdı ve azarlamaya başladı:
– Aman Allah’ım, bir belaya uğradı diye ödüm koptu… Bir tay için insan bu kadar mı bağırır? Sen onu hayatın boyunca hiç işe koşmadan mı yaşamayı düşünüyorsun? Şu deliye bakar mısınız?
Babam zaten bir şey demiyor, hiç kızmıyor da. Sadece beni sakinleştirmek istiyor:
– Aman Zakir, o kadar da ağlama. Bir şey olmaz, biz onu sabanın kolay yerine koşarız… Sen de onu dikkatli olarak takip edersin.
Ben daha çok öfkelendim, daha çok ağlamaya başladım. Yemeğe çağırdılar, gitmedim. Semaver kaynamış dediler, ona da tepki vermedim. Hiç durmadan ağlamaya devam ettim. Böylece, ağlamaktan yorulup bahçedeki tahtaların üzerine yatıp uyuya kalmışım.
Uyanınca, kendimi avluda döşeğin üzerinde buldum.
Güneş batıyor. Dünya bir anda huzur içinde kalmış. Avluda kimse gözükmüyor. Ne saban, ne araba var ortada. Bahçe kapısı da sonuna kadar açık kalmış.
Hemen kalkıp ahıra koştum.
Gidince ne göreyim! Benim Almaçuar’ım dizginlenmiş vaziyette yem kabının etrafında bir o yana bir bu yana geziniyor… Beni özlemiş olmalı, görür görmez kişnemeye başladı.
Dillerimiz konuşmasa da biz birbirimizi çok güzel anlıyorduk. Beni görünce çok sevindi. Onun üzerini, saçlarını, kuyruğunu düzeltip yüzünü okşayınca tayım hiç durmadan “ihi… ihi…” diye yumuşakça kişneyip nazlanmaya başladı.
Yemek oluğunu düzeltip tayımı kuyuya su içmeye götürdüm. Daha sonra eve döndüm.
Babam yarı kızgın yarı neşeli bir şekilde karşıma çıktı:
– Huysuz çocuk seni! Gene sen kazandın! Vildan amcanlar var ya? Onların tarlaları da bizimki ile yan yanaymış, onlarla sıraya koyup ekmeye karar verdik, dedi.
Sevinçten içim içime sığmıyor. Yer, gök, sanki bütün dünya benim sevincimden oynamaya başlıyor.
Bugün annemin peşinden hiç ayrılmadım. Bütün isteklerini yerine getirdim.
“Odun getir” dedi, getirdim. “Kazın yavrularını Üzen Nehri’ne götür” dedi, götürdüm. “Tavuklar yumurtlamıştır, git bak” dedi, hemen kümese koştum.
Babam tarlaya çalışmaya giderken yoğurt hazır değilmiş, ekmek de tam pişmemiş, bu yüzden yanlarına yiyecek almadan yola çıkmışlar. Onlara yemek götürmem gerekiyordu.
– Git, Muhtar’a söyle, çapraz sopaya asıp beraber tarlaya ekmek ile yoğurt götürün, dedi annem.
Sözünü kesmedim, sadece:
– Anne, ben bunu yalnız başıma da yapabilirim, dedim.
– Yapamazsın, yoğurdu döker israf edersin. En iyisi beraber götürün, dedi.
Tarlaya geldiğimizde bizimkilerin yanında, saban süren arkadaşım Apuş da vardı. O beni gülerek karşıladı:
– Aferin sana! Gene sen kazandın, Almaçuar’ı saban işine koşturtmadın! Haydi, Zakir, pes etme, koşucu olacak asilzade tayını bundan sonra da tarla işlerinde hiç harcatma!
Bu sefer ben kazandım, ama…
Ama bu tür kazançların bana çok pahalıya patladığı zamanlar da oldu.
Tartışmaya başladın mı, hemen Almaçuar’ı katıyorlar.
– Fazla konuşma! Fazla konuşursan, Almaçuar’ı alır orman işine koşarız, haberin olsun, diye korkutuyorlardı.
Ben de susuyorum, dilim tutuluyor. Tayımın yerine beni koşsalar daha iyi, yeter ki ona dokunmasınlar.
Atları iyi tanıyan meşhur Safa dede:
– Bu tay kardeşlerine benziyor, koşucu olur, demişti.
Herkes öyle diyor. Ormana dağa tarlaya koşarsam, sabanda kullanırsam o nasıl koşucu olur? Onda hiçbir koşucu hissi kalmaz ki! Ne olursa olsun, zor işlerde kullandırmayacağım, üzerine binip koşmayı öğreteceğim, onu civarın en iyi koşucusu yapacağım!

XVI
Nihayet çoktandır beklediğim gün geldi çattı.
Bugün Sabantoy!
Bu seneki Sabantoy, geçen senelerdeki gibi ufak tüfek bir şey değil ha! Bu civarda nadir görülen türden, en büyüğü, en iyisi! Meşhur koşucu atlar ve güreşçiler bir araya toplanıyor. Belki bugün, Almaçuar ile benim için de hayatta ancak bir defa yaşanabilecek günlerden biri olur, kim bilir. Atım defalarca sınandı. İki yaşını bitirince binek at yaptık. O günden beri köyümüzde çok at yarışı oldu. Söylemeye gerek var mı bilmem ama hiç kimsenin atı benim Almaçuar’ım ile kıyaslanamadı. Atım koşmaya başlar başlamaz ben uçuyorum, diğerleri ise gözle görülmeyecek kadar arkamızda kalıyorlar.
Komşu köyde yetişen atlarla da yarış yaptık. Onların arasında Sabantoy bayramında birinci ve ikinci gelen atlar da vardı. Almaçuar onları da kolayca geçiyordu.
Ama… Ama bu seneki Sabantoy değişik. Yarışlara hiç tanımadığımız, dağlarda yaşayan Başkurtlar, ünlü koşu atlarıyla katılıyor dediler. Aralarında gök rengi kısrağı ayrıca methediyorlar. Geçen sene Ufa şehrinde yarışırken, bütün atları arkada bırakıp rezil etmiş diyorlar.
Başkalarını düşünmüyorum. Ama şu gök rengi kısrak beni korkutuyor. Nereden çıktı şimdi o kahrolası kısrak!
Babam ile Safa dede benim durumumu anlıyorlardı. Koşu atları bambaşka bir şekilde hazırlanmalıymış. Zamanında birçok koşu atı yetiştiren Safa dede, ilkbahar gelir gelmez babama bunun usullerini öğretti. Yiyeceği içeceği ne olmalı, nasıl her gün azar azar gezdirilmeli, hepsini tek tek anlattı. Daha da fazlası her gün geldi, baktı ve yeni bir şeyler öğretmeye başladı.
Sabantoy’a bir hafta kala atı yarışa hazırlama işleri daha da bir hızlandı. Almaçuar’a samanın en kuru olanından koyuyorduk. Parça parça yulaf veriyor, azar azar unlu su içiriyorduk…
Babam hiç üşenmeden gece gündüz demeden Almaçuar’a çok iyi bakıyordu. Ben de onun peşinde geziyordum. Zaten asilzade olan Almaçuar’ım, bakmaya doyulmayacak kadar güzelleşti. Yelesi, kuyruğu ipek gibi dalgalanıyordu. Karnı da kemerle sıkılmış gibi dümdüzdü. Boyu da sanki biraz daha uzamış gibi geldi bana. Adımları o kadar hafifti ki sanki hiç yere basmıyor, belki de görünmez kanatları ile uçuyordu.
Almaçuar eskiden de yemek seçerdi. Yarış günlerinin yakınlaştığını hisseder gibi iyice seçici oldu… Onu dizginlemek de epey zorlaştı.
Atıma hiç kimseyi bindirmez, gezmeye çıktığımda da yalnız kendim binerdim. Bir yere giderken, arkadan gelen bir at onu geçmeye çalıştığında kısrağım hemen gemini ısırıp kanatlanıp uçardı.
Şüphesiz, Almaçuar yakında Sabantoy olacağını biliyordu. Kendisinin de katılacağını hissederek iyice hazırlık yapıyordu. Ben de hazırlıkta ondan geride kalmıyordum tabi.
Bazen babam ile Safa dede, şaka mı yoksa gerçekten mi bilmem, Almaçuar’a başka bir çocuğu bindirip koşturmak hakkında konuşuyorlardı:
– Sen daha çocuksun, Almaçuar da zor ve büyük yerlerde koşmayı henüz bilmiyor, diyorlardı.
Ben bu düşünceye yaklaşmıyordum bile. Her söz açıldığında gözlerim yaşarıyordu.
Safa dede dayanamayıp, beni yatıştırmaya başlıyordu:
– Tamam, tamam oğlum, ne olacaksa senden olsun, yensen de yenilsen de sen yap, diyordu.

XVII
Bugün köyün altı üstüne geldi. Yüzlerce atlı genç, yeni gelin alan evlerden havlu topluyor. Çocuklar kimisi atın sırtında, kimisi yayan ev ev dolaşıp yumurta toplamaya çıkmışlar. Onlara verilecek yumurtaları rengârenk boyayıp hazırlamışlar. Kadınlar telaş içinde giyinip süslenmek için evden eve koşuşturup duruyorlar.
Diğer Sabantoylarda ben de arkadaşlarımla kaynaşıyordum. Fakat bu sefer canım yumurta toplamak istemiyor.
Almaçuar’ım heyecandan yerinde duramıyor. Heyecanı yatışsın diye birkaç kez dolaştırdım.
Safa dede diyor ki “Heyecanlanmazsa en iyi atlar bile arkada kalır.”
Kamçının da en iyisini hazırladılar. Babama kamçıyı bileziğe tutturmak için kanca yaptırdım. Üzerime de kırmızı, ince pamuk ipten dokunan gömleğin kalın olanını giydim. Tübetey[31 - Tübetey: Tatar erkeklerine özgü bir çeşit millî şapka.] koşu sırasında baştan düşüyor diyorlar, bu yüzden koşuya katılan arkadaşların çoğu onu takmadı. Başlarını yazmaya benzeyen bir bezle örttüler.
Ben de anneme sandığından bir tane yeşil başörtüsü buldurdum. Kırmızı renkte olan başörtüsü sevmem. Benim atım güzellikte birinci, ona binen çocuk da kötü gözükmesin istiyorum.

XVIII
Müezzin öğle ezanını okumak için minareye çıkar çıkmaz Safa dede gelip:
– Atların gitme zamanı yaklaşıyor. Haydi, meydana gidelim, dedi.
Kalbim küt küt atıyor, bütün vücudum tir tir titriyor. Bilmem neden göğsüm sıkışıyor.
Almaçuar benden beter huzursuz.
Babam aygırı dizgininden tuttu, ben de ayakkabımı ve pantolonumu çıkarttım ve elime kamçı ile yeşil örtüyü aldım.
Üçümüz beraber Cemali dede geçidinden doğruca meydana gittik.
Bizim köyün güneşin battığı tarafında bir tepe var. Sabantoy bayramı her zaman orada düzenlenirdi.
Bir tarafta allı pullu, kırmızılı yeşilli bez denizi dalgalanıyor, bunlar, kadınlardı. Öbür tarafta ise erkekler, çok sıkı bir çember oluşturup güreş izliyordu. Kenarlarda ise çoluk çocuk, köyün ihtiyarları, satıcı filan, at, araba ve bilmem daha kimler, daha neler kara bulut gibi tepeye çökmüştü.
Biraz uzakta, tarla çitinin hizasında atlar geziniyordu.
Bazı atların üzerine başı örtülü delikanlılar binmiş, bazılarını ise başka bir ata binen biri gezdiriyordu… Bütün atların karınları düzleşmiş. Hepsi ilk bakışa sülün gibi mallar. Hepsi koşu atı.
Biz o insan denizinden sola, atların toplandığı yere doğru gittik. Onlara yaklaştıkça benim Almaçuar’ım daha da sabırsızlanıyordu.
O arada karşımıza at sırtında Sadık amca çıktı. Elinde, ucuna kırmızı iple işlenen havlu bağlanan uzun bir sopa vardı. O, koşu atlarına yaklaşarak yüksek sesle:
– Vakit tamam, gidebilirsiniz. Önce gidenler yalnız kayın ağacı yanında beklesin, dedi.
Almaçuar’a binmeme yardım ettiler, başıma örtüyü bağladılar. Kelepüşümü[32 - Kelepüş: Aynı tübetey gibi Tatar erkeklerine özgü bir çeşit mllî şapka.] babama uzattım.
Bir şey demediler.
Ancak Safa dede:
– Koşmaya başladığın zaman hemen gaza getirme, koşu çizgisinin bu tarafına çıkınca hemen vur, hiç acıma! Aman dizginini gevşet! Bu hayvan, çekiştirilerek koşmayı seven bir hayvan değil, diye üst üste söyledi.
Biz yalnız kayına bakarak, kendi nefeslerinin kuvvetiyle uçup gitmeye hazır olan atlarımızı zar zor sakinleştirerek yola koyulduk.

XIX
Yalnız kayın bizden on beş kilometre kadar uzaktaydı.
Önceki yıllarda, koşu çizgisi yedi-sekiz kilometrelik uzaklıktaydı. Bu sene ise farklı yörelerin meşhur koşu atları toplandığından dolayı daha uzağa çizmişler. Yalnız kayına nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Bu, tam bir ıstıraptı. Elbette yavaştan, adımlayarak gitmek gerekiyor. Fakat Almaçuar’ı sakinleştirmek ne mümkün! Önde ya da arkada bir atı görünce hemen gemini ısırıp uçmaya başlıyor. Geldiğimde atların birçoğu artık oradaydı. Fazla uzağa gitmeden sürekli geziniyorlardı.
O atları görünce şaşkına döndüm. Her biri birbirinden güzel, asil hayvanlar! Ümidim gittikçe azalıyordu. Çünkü bunların hiç birisi Almaçuar’dan daha kötü değildi!
O meşhur gök rengi at da geldi. Ben ondan gözümü alamadım. Acayip bir malmış: kısa yeleli, seyrek kuyruklu, zayıf bedenli. Kalçası dar, sanki bir yana daha eğik. Sırtı azcık kamburdu ama göğsü aslan göğsü kadar geniş ve sağlam gözüküyordu. Dizleri de yan yana kaymış, kaval kemikleri ise o kadar uzun ki, hayatımda böyle bir şey görmedim. Kocaman gözleri parıldayıp ateş saçıyordu. Üzerine başı çıplak esmer bir Başkurt çocuğu binmiş. Ufacık olsa da yarışlara çok katılmış olmalı, hiç heyecanlanmıyor. Atının huyunu da iyi biliyor gibi gözüküyor.
Koşu atları arasında en rahat duranı, o gök renkli kısraktı.
Atlar bir araya toplandı. Sadık amca bizi sıraya dizmeye başladı. O da zor bir işmiş. Tam sırayı sağladım derken atlardan birisi ileri çıkıyor ya da başkasının atı yerinde duramıyor, geri geri gidiyor. Ama gene de başardı Sadık amca. Bizleri bir sıraya dizdi ve:
– Bir, iki, üç! Haydi, kardeşlerim, diye bağırdı.
O “haydi” kelimesinin “h”sını söyleyip bitirmeden atlar sanki kanatlanıp uçtular.
Diğerleri nereye gitti, geçtiler mi yoksa geride mi kaldılar bilemedim. Çıkış çizgisinden kalkan, üç attı. Yani Almaçuar, o gök rengi kısrak ve kırmızımsı donlu at yan yana uçuyorduk.
Yerden mi koşuyorlar, yoksa gizli kanatlarını açıp havadan mı uçuyorlar bir türlü anlayamıyorum. Ağaçlar, nehirler, büyük bataklılar gözüme takılmadan onları şimşek gibi geçiyoruz.
Ayırkol denen bir kaygan nehir var. Orası söylentilere göre bu yolun üstündeki en korkunç yerlerdi.
Uçan kuşlar gibi birbirimizi ayakaltında ezip geçerek, heyecanlanarak üçümüz birden o bataklık nehirde bulduk kendimizi. Ama kıyıya sadece o gök rengi kısrakla benim Almaçuar’ım çıkabildi. Üçüncümüz -kırmızımsı ata binen çocuk- yüzükoyun o bataklıkta kalmış olsa gerek.
Şimdi ikimiz yarışıyoruz…
Güçlerimiz eşit. Bir baktığımda onun atı benden arkada kalmış, tekrar baktığımda benim atımın başı gök rengi kısrağın kuyruğunun yanında kalmış.
Gene bir bataklık. Başım dönüyor, sanki şimdi attan düşecekmiş gibi oluyorum. İçime şüphe düştü. Gözlerimi kapatıp Almaçuar’ın yelesine yapıştım. Gözlerimi bir açtım ki bataklıktan çıkmışız ama gök rengi kısrak, Almaçuar’ın üç dört adım önüne geçmiş.
Meydana yaklaşıyoruz olmalıyız ki köy camilerinin minareleri gözüküyor gibi oldu.
Büyük bir gayretle yuları çekip kamçım ile sağa sola sinirlenerek vurdum. Almaçuar’ım bir “ıh” çekip göz açıp kapatıncaya kadar gök kısrağın önüne geçti…
İşte köy. Önde gözüken de tarla kapısı. İşte tepeyi örten kara bulut yerinden oynuyor!
Meydanda olan insan bulutu bizi görünce, yavaştan çekilmeye başladı.
Koşu atlarının sahipleri at sırtında bize doğru geliyorlardı. Ara sıra onların arasında babamı da görmüş gibi oluyorum.
– Haydi, Zakir. Bir daha vur! Bir daha! Daha!
– Haydi Almaçuar! Haydi, Gök kısrak!
– Haydi, Almaçuar!
– Haydi, Gök kısrak!..
Her iki taraftan da bize tezahürat yapıyorlar… Bağırıyorlar, çağırıyorlar, gürültü yapıyorlardı.
Fakat Almaçuar ile o Gök kısrak, meydana neredeyse yan yana geldiler.
Bir daha çektim, sağa sola bütün gayretimle bir daha vurdum…
Almaçuar, bir kez daha ıhladı ve biz, Gök kısrağı yarım arşın[33 - Arşın: Eskiden kullanılan, 68 santimetreye eşit bir uzunluk ölçüsü.] kadar arkada bırakarak meydana girdik…
İnsan bulutu ikiye yarıldı.
Gök kısrağın başı Almaçuar’ın kaburgalarının yanındayken yarış çizgisini geçiyoruz!
Millet uğulduyordu, gürültü patırtı, koşturmaca! Mahşer günüydü sanki!
Muhtarın bir elinde yeşil kaftan, bunu birinci gelene verecek. Diğer elinde de büyük bir havlu, bunu da ikinci gelene verme kararı alınmıştı.
Toz ve uğultu içinde kalan muhtar, yanlışlıkla olmalı, yeşil kaftanı Gök kısrağa binen çocuğa uzattı. Almaçuar’ı-mın boynuna ise büyük havluyu attı.
– Sen ikinci geldin galiba, dedi.
Ne yapacağımı şaşırdım, gözüm karardı. Kamçıyı dolandırıp muhtarın yüzüne vurdum ve Gök kısrağın sahibinden o yeşil kaftanı kaparak siyah insan bulutu içinden kenara çekildim. Kamçı, muhtarın yüzüne geldi mi gelmedi mi göremedim…
Bunlarla ilgilenecek zamanım yoktu. Hızla koşup gelen atı birden durdurmanın çok tehlikeli olduğunu herkes bilir. O arada Safa dede, babam ve komşular gelip beni atımdan indirdikten sonra kucaklayıp övmeye ve teşekkür etmeye başladılar.
Safa dede ise başımı okşayıp:
– Yiğitmişsin oğlum, yüzümüzü kara çıkarmadın, dedi.
Babam, Almaçuar’ı gezdirmeye başladı. Ben, başörtüsünü çıkartıp tübeteyi giydim ve kaynayan halk tufanına katıldım.
Arkadaşlar beni korkutmaya başladılar:
– Kamçı ile muhtarın yüzünü mahvetmişsin. Görürsün gününü, dediler.
O arada muhtar kendisi de geldi. Yüzünü gerçekten fena yaralamış olmalıyım ki beyaz bir bezle gözünün aşağısından bağlamıştı.
Ben ondan korkmadım. Ama çok şaşırdım. O, bana kızmak bir yana, beni kucaklayıp başımı okşadı ve:
– Gençliğimde ben de ata binerek çok koşardım… Galip gelip de ikinci olanın hediyesini verirlerse nasıl dayanılır… Ben sana kızmıyorum. Yorulmuşsun. Dinlen artık, dedi ve bana 20 kuruş gümüş para verdi.
Dünyalar benim oldu! Tüm civarda meşhur olan Gök kısrağı geçmek, Almaçuar için akıl almayacak bir mutluluktu.

XX
Ama bu mutluluk kısa zamanda büyük bir mutsuzluğa dönüştü. Bilmiyorum, atımı hızlı koşturmakla mı yaktım yoksa muhtarla tartıştığım zaman duraklatmakla mı mahvettim. Bilmiyorum. Bir şeyler oldu, Sabantoy’un ertesi günü Almaçuar ayağa kalkamadı, yemeden içmeden kesildi. Zavallım, insanlardan daha akıllıydı, gözleriyle herkese uzun uzun bakıp bir hafta boyunca ıhlayarak yattı ve cuma günü sabah saat onda dünyadan göçtü.
Almaçuar can verdiğinde ben onun başucundaydım. Ağlayamadım. Kalbim taş kesilmişti.
Bu olaydan sonra dünyada hiçbir mala, hiçbir şeye ne gözüm ne de gönlüm düştü. Hiçbir şeyi sevemedim.
Almaçuar benim yüreğimdeki yere, göğe, insanlara ve her şeye olan sevgiyi alıp kendisiyle birlikte götürdü.

    Kazan Şubat, 1922.

ÇOBANLAR

I
Ben aşağıdan, hayatın ta dibinden yükseldim.
Babam çobandı; uzun boylu, geniş alınlı bir ihtiyar.
İsmi, Eptireş. Annemi hatırlamıyorum. Ben bir buçuk yaşıma gelmeden kara toprak almış. O çok mu güzeldi yoksa çok mu mukaddesti, her ne özelliği varsa artık, herkes annemi iyi birisi olarak yâd ediyor, birçok insan onu gözyaşı ve özlemle anıyordu. Babama annemi birkaç kez sordum ama cevap vermedi. Babam, her zaman az konuşan, ağır hareketli bir adamdı.
Sadece biraz büyüyüp insanların arasına karışmaya başlayınca annemin feci ve güzel hayatını başkalarından duyarak onu zihnimde biraz da olsa canlandırmaya başladım.
Lâkin annemin zihnimde canlanan görüntüsü sisli ve yarı karanlıktı.
Annem, büyük bir dağın arkasındaki zifiri karanlık ormanın içindeki tek evde yalnız başına yaşayan derebeyinin biricik kızıymış. Gençliğinde babam onların ırgatıyken annemle babam birbirlerini sevmiş, şafak sökerken su kenarındaki bahçede buluşmaya başmışlar. Daha sonra derebeyi bu buluşmaların farkına varmış ve ırgatını da kızını da evinden kovmuş galiba. Tam olarak bilmiyorum ama bunun gibi birçok hikâye anlatıyorlardı. Onları çok duydum fakat bir türlü anlam veremedim.
İnsanların ormanı anmaları, oradaki yalnız ihtiyar bir derebeyinin kızına duydukları özlemi anlatmaları, o kızın babamla tan vaktinde birbirlerine açılarak bir yerlere kaçtıklarını söylemeleri, bunların hepsi bana masalların birinde anlatılan bir ihtiyarın incitilmiş küçük oğluyla kaderini ona bağlayan padişahın kızını hatırlatıyordu. Çünkü elinde kırbacıyla yürüyen yırtık giysili, kırışık yüzlü, sert bakışlı ihtiyarla halkın dilinde destan olan gencin heyecanlı suratını ne kadar çabalasam da bir araya getirmeyi başaramıyordum.

II
O zamanlarda bir değirmencinin yanında yaşıyorduk. Bir yanımızda çıplak gri taşlarıyla gökyüzüne yükselen yüce dağ, diğer yanımızda ise gece gündüz uğuldayan karanlık orman vardı. Biz de tabiatın bu iki kuvveti arasında sıkışmışız. Dağın yanık büyük taşları arasından gürüldeyerek kuvvetli bir ırmak akıyordu. Bizim değirmenimiz burada kurulmuş.
Ben burada yalnız büyüdüm.
Babam gün boyunca sürüyü güdüyor, akşam eve döndüğünde ise sessiz sedasız karanlık bir köşeye çekiliyordu. Sabah kalktığımda onun gittiğinin farkında bile olmuyordum.
Değirmenimiz köyden uzak olduğu için ben köye çok nadir giderdim. Hayat, önceleri bana bu değirmenden ibaret gözüküyordu. Su coşarak akıyor… Orman uğulduyor… Hayat da gece gündüz bu değirmenin etrafında dönüyordu. Ben, sanki bu akışa kapılmış ömrümün nasıl geçip gittiğini ve oyuna dalmanın, çocukluğun ne olduğunu bilmeden yaşıyordum.
Rüyalarım gerçeğe benziyordu. Gerçekte olanlarla rüyalarımı birbirinden ayırt edemiyordum. İşte her zaman benim peşime takılıp dolaşan kocaman kulaklı, gür tüylü, sakin yaşlı köpeğim Sarbay. İşte değirmencinin gecesi gündüzü yokmuş gibi görünen hayatı, sürü sürü kazları ve ördekleriyle uğraşan eşi… İşte ırgat; geniş enseli, uzun sakallı, her yeri una bulanmış bir dede. Ömrüm, bunların arasında geçip gidiyordu. Lâkin bilmiyorum, bunlar düş mü yoksa gerçek mi?
Yaz ayları bambaşka, onlar tekdüze geçiyordu. Gündüz dağların arasında dipsiz derin çukurların kenarında yürüyordum. Akşamları eve dönünce yavaşça esen rüzgâr ile ağaçların hafifçe uğuldamalarından dolayı yüreğimi saran korkudan karanlık köşeye çekilip uyuyordum.
Yaz böyle geçiyordu ama kış ayları çok zor. Irmaklar donuyor, yaşlı orman kefeni andıran beyaza bürünüp daha da yaşlanmış gibi görünüyordu. Günler kısa, geceler ise uzun, ağır, sakin ve korkunçtu. Bunlar yetmiyormuş gibi insanlar da kurtlardan söz etmek için fırsat kolluyordu.
Gerçekten de var mı, yoksa korkumdan mı kaynaklanıyordu bilmiyorum ama ormandaki ağaçları çatırt diye yaran kara kışın ayaz gecelerinde, aç kurtların gökyüzüne bakarak uluduklarını duymuş gibi oluyordum. Sabah olunca bazı günler evin önünde yeni izler görünüyordu. Irgat Dede, bunların kurt izleri olduğunu söylüyordu.
Benim için ancak güz günleri kolay geçiyordu.
Ekin biçme işleri bitince tahıllar toplanıyor ve değirmenin içi insanlarla doluyordu. Çoğu zaman babaları ve ağabeyleriyle birlikte çocuklar da geliyordu. Onlarla oyun oynar ve bambaşka bir dünyada yaşıyor gibi hissederdim kendimi.
Bir gün babasıyla birlikte çok güzel bir kız geldi. O küçücüktü fakat acayip canlı, kıpır kıpır ve oyunbazdı. Derler ya, bazı insanlar, Allah’ın emriyle ezelden beri beraber yaratılırmış.
Sara’yı ilk gördüğümde, işimi gücümü bırakıp onların arabasına yaklaştım ve gözlerimi gözlerinden alamadan konuşmaya başladım. Birkaç dakika sonra biz, artık ömürlük dost olmuştuk.
Ben onu dağlara, ormanlara götürdüm. Ona ufak, rengârenk ve pırıltılı dümdüz taşlar ve güzel çiçekler topladım. Köye döneceği zaman Sara beni çağırdı. “Benim birçok bebeğim var. Atım da var, birlikte oynarız,” dedi. Babası da arabalarına binip onlarla köye gelmeme razı oldu.
Bense, beraber olduğumuz o bir iki saat içinde ona küsmeyi bile başarmıştım. “Bugün burada kalayım, yarın gelebilirsem gelirim,” dedim.
O günden sonra köy, beni kendine çekmeye başladı.
Sabahları uyanınca oraya gitme ve güzel Sara’m ile birlikte oynama ümidi, kalbimi heyecanla dolduruyordu.
Fakat oraya gidince heyecanım azalıyor, Sara’nın bir sürü oğlan çocukla birlikte oynaması, beni de onlardan biri olarak görmesi kalbimi kırıyordu.
Oyunlarına katılmadan bir müddet Sara’ya gözlerimi dikerek kenardan seyrediyorum, sonra da kimseyle konuşmadan evime dönüyorum.
Kalbim kırılıyor, bu durum bana çok ağır geliyordu. Böyle zamanlarda nedense annemi özlüyordum. Kendimi kucağına atıp uzun uzun ağlamak istiyordum. Dünyanın bana acımasızca davranmasından dolayı yüreğimde oluşan kederi gözyaşlarımla boşaltmak istiyordum. Fakat annem mezarda… Başka kimse de beni onun gibi şefkatle sevmiyordu… Kimse benimle ilgilenmiyor, ben de hiç kimseyi kendime yakın görmüyor, hiç kimseyi sevmiyor ve sevemiyordum…
İşte o an yalnızlıktan canım acıyordu. Allah’ın karşısında diz çöküp ağlayarak hangi günahım için bu kahırlara uğradığımı sormak ve yalvarmak istiyordum.
Lâkin o uzakta, benim yakarışım ona erişemiyor!

III
Şimşek çakınca değirmene yıldırım düştü ve değirmenimiz yandı. Ben şaşırdım kaldım. Şimdi biz ne olacağız, bizi artık nereye gönderirler? Fakat babam sanki rahat bir nefes almış gibi görünüyordu. Sanki bu yıldırımı Allah’tan gelen bir uyarı olarak görüyordu.
O, çoktandır:
– Buradan göçmek lâzım, diye düşünüyordu. Azıcık canı sıkıldığında:
– Neredeyse bir Rus’un evinde can vereceğim, görüyor musun Allah’ım, diye çok üzülüyordu. Yıldırım onu kurtardı.
Babam, kışın orman bekçiliği yapıyordu. Galiba çok iyi bir bekçiydi çünkü köye gitmek istediğini söyleyince, Rus adam:
– Ne olur, gitmeyin. Değirmeni yeniden inşa edeceğim, en iyi şekilde yaptıracağım. Size rahat bir oda da ayırırım. Senin gibi dürüst bir insan bulmak zor, diye yalvarsa da babam onu dinlemedi.
– Olmaz, epey yaşlandım. İmamdan, camiden uzakta yaşamak istemiyorum artık, dedi.
Böylece, değirmeni terk ettik.

IV
Köyün zengini Sadık Bey’in harmanının arkasında küçük bir ev varmış. Onun sahibi hırsız Nuri, insan öldürdüğü için ya ömür boyu kürek cezasına mahkûm edilmiş, ya da Sibirya’ya sürgüne gönderilmişti. Birkaç yıl sonra eşi de kocasının peşinden gitmiş. Çocukları olmadığı için evleri tamamen sahipsiz kalmış.
Babam köye yerleşmek istediğini söyleyince Sadık Bey, on ihtiyar ile muhtarı yanına alıp danışmış ve:
– Nasıl olsa boş duruyor, çitten yapılan o evi ihtiyar Eptireş’e verelim, demiş.
Sonunda diğerleri de galiba buna ikna olmuşlar. Böylece biz, Allah’ın izniyle Cuma günü oraya taşındık.
Belli ki bir sajin[34 - Sajin: 2.13 metre uzunluk ölçüsü.] çitten yapılmış olan, içi dışı kızıl balçık ile sıvalı bu evin döşemeleri topraktandı. Kapatınca açılmayan, açılınca da kapatılamayan ağır kapısı, hayvan zarından yapılan pencereleri vardı. Çatısı da çok basitti. Babam onu değiştirmek için fazla çaba göstermedi. Evin üzerinde biten uzun pelin ve kara pazı otlarını yoldu da benim için sobanın yanına, kendisi için seki köşesine saman döşeyerek yatak hazırladı. Böylece, biz orada yaşamaya başladık. Bu evde semaverin olduğunu, mum ve lamba yakıldığını, eve etli bir yemeğin kokusunun yayıldığını hiç hatırlamıyorum. Yazın başkalarının yardımıyla karnımızı doyuruyor ve evimize ancak yatmaya geliyorduk. Kış mevsiminin uzun gecelerinde babam, Sadık Bey’in karını kürüyor, odununu kırıyordu. Bu işlerin karşılığında aldığı çavdar samanını geniş kucağında getirip acele etmeden sobanın yanına koyuyor ve kıvırdığı samanla yavaştan ocağı yakmaya başlıyordu. Ben, gürül gürül yanan samanla ısınıp sobanın karşısında oturuyordum.
Babamın yazın sürekli süt kaynattığı, isten simsiyah olan demir bir demliği vardı. Ona su koyup ateşte kaynatıyor ve birimiz ağaç kaptan, diğerimiz bilmem kaç yerinden yapıştırılarak tamir edilen kâseden çay içiyorduk. Yatsı namazını gecikerek kıldıktan sonra babam karanlık köşeye çekilip kıbleye doğru oturuyor ve yavaşça mırıldanmaya başlıyordu. O, ezberlediği sureleri mi okuyor yoksa türkü mü yakıyor, hiçbir zaman anlayamadım. Fakat babamın uzun kış gecelerinde dışarıdaki boranın acı ıslığına eşlik ederek evin karanlık köşesinde yalnız başına ağır bir hüzün içinde oturması, yüreğime asla dağılmayacak zehirli bir kan pıhtısı olarak yerleşti.

V
Yıllar geçti. Ben de kırbaç sürükleyip ineklerin arkasından koşacak yaşa geldim. Böylece, iyice yaşlanmış babama yardım etme, onunla beraber çoban olarak sürüyü gütme vakti gelmişti.
Bunlardan korkmadım, hatta ilk gün çok meraklandım. Ayaklarında çabata[35 - Çabata: Ihlamur ağacının lifinden örülen bir çeşit pabuç.], belinde ve boynunda iple takılmış ekmek çuvalı, elinde kocaman yılan misali kıvrılan uzun kırbaç. Uygun zamanda evirip çevirip bütün çayırda yankılandırıp bir şaklatsan, sürüden ayrılan azgın sığırların sırtına derilerini yaracak şekilde bir indirsen hemen gücünle ve yeteneğinle övünmeye başlarsın. Hele o an arkadaşlarından biri seni görürse başın göğe erer.
Lâkin bu durum uzun sürmedi. Birkaç saat sonra sabahki gururlu sevincimin yerini yorgunluk ve bitkinlik aldı. İhtiyar Gerey’in birbirinden arsız üç tane ineği var. Allah bunları galiba bize ceza olsun diye yaratmış. Diğer hayvanların peşinden koşarak azıcık gözden kayboldun mu onlar hemen harmana doğru koşuyorlardı.
Sığırların peşinden koşmaktan bitap düştüm. Kırbacım elimden sarktı, göğsümde bir hırıltı oluştu. Sıcakta hayvanlar otlamıyormuş. Hayvanları sabahın serinliğinde çayırda dolaştırıyorlar, öğlen vakti güneş iyice yükselince de sürüyü su kenarına götürüyorlardı.
Şimdi düşeceğim, işte cehenneme uçacağım korkusuyla büyük bir ıstırapla kıldan ince, kılıçtan keskin Sırat köprüsünü geçen bir insan kendisini nasıl hissediyorsa büyük suyun kenarına hayvanları götüren ben de kendimi aynen öyle hissettim. Ayaklarım tutmuyor, bütün vücudum ezilmişçesine ağrıyordu. Daha birkaç sajin gidilecekse büyük bir ıstıraba dönüşecekmiş gibi bir vaziyette nihayet su kenarına ulaştım. Elimde kırbacım, belimde çuvalım kıyıya ulaşınca elden ayaktan kesilip ölüm uykusuna daldım. Böylesine sıcak günlerde sürüyü uzun uzun otlatırlar, dört beş saat geçmeden otlaktan çıkarmazlarmış. Fakat bu dört beş saat benim için göz açıp kapayıncaya kadar geçti.
İşte otlağa uzanıp artık gözlerimi tam kapatmıştım ki babam:
– Vahit, Vahit, kalk… Öğlen vakti geçti, hayvanlar yerinde durmuyor, diye bana acıyarak omuzlarımdan tutup silkelemeye başladı.
Sanki bütün vücudumu büyük bir taşla ezmişler, sanki ellerim ve ayaklarım istesem de tekrar yerine gelemeyecek şekilde dağılmış, o kadar yorulmuşum ki hareket edemiyordum. Benim açımdan zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş gibi olsa da aslında hayli bir zaman geçmişti. Güneş alçalmış, hava da soğumaya başlamıştı. Diğer çobanlar sürülerini otlaktan çoktan çıkarmışlardı. Biz ise babam beni uyandırmaya kıyamayıp ya da istese de uyandıramayınca böyle gecikmiştik.

VI
İnsan neler görmüyor, nelere alışmıyor ki!
Yavaş yavaş ben de genç bir çoban olmaya başlıyordum. Artık bu iş eskisi gibi yormuyordu beni. İhtiyar Gerey’in arsız inekleri de artık eskisi gibi koşamıyorlardı. Bir gün yine her zamanki gibi ekinlerin olduğu tarafa bakmaya başladıklarını görünce onları köyün aşağı ucunda yaşayan çoban Vildan ile birlikte taşların arasına sıkıştırıp arka ayaklarındaki ince tendonlarını az kalsın kılla bile kopacak şekilde sıkı bağladık. Bundan sonra ineklerimiz çok değişti, tam anlamıyla terbiye edildiler.
Köyde altı sürü varmış. Otlakta onların hepsi bir yere toplanıyordu.
Önceleri diğer çobanlar:
– Ne oldu Vahit kardeş, sonunda seni de mi çoban yaptılar, diye bana tepeden baksalar da kısa zaman içinde hepsiyle dost olmayı başardım.
Otlağa gider gitmez babamla köyün yukarı ucunda yaşayan çoban ihtiyar Kamali, bizim sürüdeki ineğin kuyruğundan koparıp verdiğimiz kıllarla kırbaçlarının ucunu düzeltip azıcık sohbet ediyor ve derin uykuya dalıyorlardı. Biz gençler, onlar uyuyunca büyük keçileri yakalayıp sağıyor, sonra da ateşte ısınmış taşların üstünde sütü ısıtıyorduk. Sütü içince de suya giriyor ve derin yatuda[36 - Yatu: Nehrin yavaşça akan derin yeri (A. İ.).] yüzmeye, oynamaya başlıyorduk.
Gündüzleri böylece yarı iş, yarı oyunla geçiyordu. Çobanlığın diğer özelliklerine de alışıyorsun ama sabah kalkmak, güneş doğmadan önce gözlerini ovuşturarak sürüyü götürmek, işte bunlar insanın alışamayacağı kadar zormuş.
Yaz akşamları çok kısa. Güneş battığında sürüyü alıp evine dönersin. Sonra yemek yiyip bir şeyler içmek gerekir. Ama bazı beceriksiz gelinler şu çavdar ezmesini bile senin dönüşüne kadar hazır edip sofraya koyamıyor, yemeğin pişmesini beklerken gün bitmiş oluyordu.
Yemek yiyip başını yastığa koyar koymaz kısa yaz gecesi geçmiş, hemen güneş doğmuş oluyordu. Sen yine ayağa kalkmaya, yine o kahrolası sığırların peşinden koşmaya mecbur kalıyorsun. Birçok zorluğa katlanıyor ve sabrediyordum. Birçok zorlukla baş etmeyi öğrendiğim için bunlar basitleşmeye başlıyordu. Lâkin gün boyu sığırların peşinden koşan ve yorgun düşerek evine dönen bir çocuk için şafağın sökmesiyle uykudan uyanmayı öğrenmek asla mümkün değilmiş.
Her geçen gün daha da ağırlaşıyordu ama yapacak bir şey yoktu. Sen yevmiyeli çalışıyorsun, üzerine aldığın işi yapmak zorundasın. Azcık geciktin mi ihtiyar Sayfi ile Gayni Nine gelip sopayla pencereye vuruyor ve:
– Ne yapıyorsun hâlâ? Öğlen olmasını mı bekliyorsunuz, diye söylenmeye başlıyorlardı.
– Allah’ım, dünyada ne merhametsiz kulların var! Öğlen vakti diyorlar ya! Daha güneş bile doğmamış! Hani, nerede öğlen vakti?
Ama onlara karşılık veremiyorsun. Kendini satmışsın, git boynunu eğ! Üzerine ölüm ağırlığı çökse bile ayağa kalk ve sürüyü otlağa götür!
Bedenin ezilmiş, üzerine ise dağ gibi bir ağırlık çökmüş gibi hissedersin. Gözlerini açamazsın, zar zor açmaya çalışırsın ama kuvvetli uyku, gözlerini kapatıp seni yine kendine çeker. Dilin başladığı kelimeyi bitiremeden durur, şuurun kapanır, gizemli bir güç seni bir yerlere çekip iraden dışında başka bir yere götürür. Fakat uyumam mümkün değil. O arada babacığım da gelip sesleniyor. Ne pahasına olursa olsun kalkmak lâzım. Var gücünle uyanmaya çalışırsın, ıslak yüne batmış dikeni çekip alırcasına büyük bir azapla derin uykudan kendini çekip alır ve zar zor kapıya doğru gidersin. Uykulu uykulu ıhlamur lifinden örülen çabatalarını bağlarsın. Gözlerini ovuşturarak çuvalını boynuna asar ve uzun kırbacını sürükleyip yavaş adımlarla sokağa çıkarsın.
Sürü bir araya toplanmış olurdu. Endişeli ihtiyarlar “Geç kalıyorsunuz, ihtiyar Kamali sürüsünü çoktan götürdü”, diye söylenirlerdi. Uyuya kalan gelinler ineklerini koştura koştura getirirlerdi. Babam, belindeki çuvalı düzelterek üç sajin boyundaki kendisiyle yaşıt kamçısını bütün köy duyacak şekilde şaklatıp hayvanlara yaklaşır ve kalın bir sesle:
– Heyt hayvancağızlar, diyerek sürüye hareket etmesi için emir verirdi.
Babamın sesi, karşıdaki dağlarda yankılanırdı. Hayvanlar da sanki bu emri bekliyorlarmış gibi yerlerinden kalkarlardı.
“Sürü başı” diye adlandırılan birkaç sığır vardı. Bunlar yaşlı, kocaman ve sevimli hayvanlar. Onlar babamın dilinden anlıyor olmalı ki, babam sığırlara isimleriyle seslenerek geri gelmelerini, otlağa inmelerini, bir tarafa dönmelerini söyler, onlar da hemen öne çıkıp diğerlerine kılavuz olurlardı. Sürü, orman kenarından yürür, biz de peşlerinden giderdik. Bütün köy sakin, huzurlu bir uykudaydı. Sürüyü uğurladıktan sonra sokakta kimse kalmazdı. İşte kızgın, öfkeli ihtiyar Seyfi de evine çekildi. Namazını kılmış, hayvanlarını çobana emanet etmiş, artık cübbesini ve sarığını çıkartıp yumuşacık yatağına uzanıp gönül rahatlığıyla uykuya dalardı.
Güneşe bakan evlerin panjurları kapalıydı. Bazen otlağa gelip bizimle birlikte oynayan Şamil’in oturduğu evin de güneşe bakan pencerelerini şu an birileri kapatıyor. Gün ışığı çocukların gözlerine gelip uykularını kaçırmasın diye, herhalde!
– Allah’ım, ne de olsa dünyada mutlu kulların da var!

VII
Babam iyice yaşlandı galiba. O önceleri kendi sağlığı için “Allah korudu, bugüne kadar baş ağrısıyla bile bir saatliğine işlerimi boşlamadım”, derdi. Fakat bu sene güze doğru onda bir gevşeme fark etmeye başladım. Birkaç gün boyunca:
– Çok yoruldum… Bugün ayaklarım fena yoruldu, demeye başladı. Bir hafta kadar zaman geçince de geceleri inleyişi, sabahları da:
– Öf Allah’ım! Belim, sırtım, diye sızlandığı duyulmaya başladı.
Hastalanmaya başladığı ilk aydan itibaren ihtiyarın eline kırbacını alıp sığırların peşinden koşması tamamen imkânsızlaştı.
O çok kısa bir zaman içinde zayıfladı. Kocaman gözleri çukura kaçmış, halsizce bakmaya başlamıştı. Yanakları çökmüş yüzünün iri kemikleri dışarı çıkmıştı.
Artık sürü bana emanetti. Babacığımı yormaya gerek yok zaten, ben yalnız başıma da işi çok güzel sürdürüyordum. Her akşam eve döndüğümde babacığım beni yanına çağırır ve sekiye oturmamı söyleyip halsiz gözleriyle bana bakarak sessizce:
– Nasılsın? Çok yoruldun mu, diye sorardı.
Ben:
– Yok, çok iyi güttüm sürüyü, diyordum. Böylece babamı rahatlatmaya çalışıyordum. O, sızlanarak derin bir nefes alıp zayıf ve iri kemikli elleriyle sırtımı sıvazlıyor ve:
– Ah, yavrum, daha çok gençsin, nasıl olacak bu iş bilemedim, diyordu.
İnsanları da batsın, sürüsü de bütün sığırlarıyla cehenneme uçsun! Ama babamın bakışları beni çok korkutuyordu…
Karanlık ormandaydım. Geceydi. Ses seda yok, dünya ağır, koyu bir karanlığın içindeydi. Önümde bir ışık belirdi. Oraya doğru gittiğimde üstü taşla kapatılmış derin bir mahzen gördüm. Korkmadım, dar kapıdan içine sızdım. Oraya küçücük, incecik bir ışık süzülmüştü. Mahzenin içi karanlıktı. Bu karanlığın içinde yaşlı bir kadının iniltisi duyuluyor, gölgesi görünüyordu. O halsizleşmiş, yüzükoyun yatmıştı. Üzerinde simsiyah elbise vardı, bir deri bir kemik kalan kolları yana düşmüş, yüzü dar, burnu çengel gibi uzamıştı. Yüzünde etten kandan eser yoktu.
O kara, yanmış, yaşlı kemiğe dönüşmüştü. Gözleri çukura kaçmıştı. Yaklaştığımda hareket edemedi. Gözleri, cehennem karanlığından ümitsizce dünyaya bakarcasına bana dikildiler. O, bir şeyler söylemeye çalışarak devamlı inliyordu. Söylediklerini anlamadım ama gözlerinde ölümü gördüm, cehennemi gördüm. Onun bakışları bana:
– Ben ölüyorum! Ölüm işte budur. Der gibiydi.
Korkudan ödüm koptu, can havliyle bütün gücümle bağırdım. Uyandığımda iki elimle soba açacağı tutmuşum, yüreğim küt küt çarpıyordu.
Bu rüyayı ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum. Hatta onu unutmuştum bile. Bir gün akşam eve döndüm. Kapıdan girince babamın iniltisini duydum ve yüreğim ağrıdı. Kendimi babamın yanına attım. O, sekinin üzerine uzanmıştı. İri kemikli kolu döşemeye doğru sarkmıştı. Evin yarı karanlığında bakışları bana o kadar korkunç göründü ki, kendimi kaybedip babamın boynuna sarıldım ve:
– Yaşıyor musun? Babacığım, bir ses ver, babacığım, diye hıçkırıp ağlamaya başladım.
Babam beni avuttu. İyileşeceğini, ayağa kalkacağını bir iki sözle de olsa anlatınca ağlamayı kestim.
Fakat ben, o günden sonra o korkunç rüyadaki kara suratı zihnimden silemedim. O orman, o karanlık mahzen, orada inleyen kişi ve onun bakışları ölümü anlatıyordu…
Babam, ölüm kelimesini hiçbir zaman ağzına almamıştı. Ama kalbim onu yeniden hayata döndüremedi. O orman, o karanlık gece, o karanlık mahzen. Orada birisi inliyor, onun bakışları ölümü anlatıyordu. İşte babamı da böyle bir şey bekliyordu.

VIII
Babacığım eskiden her şeyi yiyebiliyordu. Ne bulursa onu yer, ne yerse onunla da doyardı.
Oysa şimdi öyle değil. Katı şeyler onun boğazından geçmiyor, çay için süt gerekiyor, sıcak çorba da istiyor. Bunları nereden bulayım? Ne yemek kazanı ne de pişirilecek et vardı.
Olsa da fark etmezdi, yemek yapmasını bilmiyorum ki!
Sağ olsun, arada bir Gayni Nine, küçük kızıyla kendilerinden arta kalan çorbayı gönderirdi. O günlerde babamın keyfi yerine gelmiş gibi oluyordu.
Bir gün babam fenalaştı. Hatta birkaç defa dili tutuldu. O yüzden sürüye çıkmadım.
İkinci gün biraz iyileşse de akşamki gibi kötüleşir korkusuyla yine sürüye çıkmadım. Yazın ortasında çobansız kalmak halkın işine gelmemiş olmalı ki:
– Babanın yanında başka biri kalsın, sen sürüye bak, dediler.
Ben, sert bir cevap verdim:
– Bunlar nasıl insanlar? Bunların vicdanları yok mu? Baban inleyerek ölüm döşeğinde yatsın, elden ayaktan düşsün, sen de onu öylece bırakıp zengin Gerey’in sığırlarının peşinden koş!
Hayvan sahiplerinin keyfi iyice kaçmıştı. Onlar çok düşünmüş ve yapacak bir şey bulamayınca bizim hesabımızı kesip çoban olarak sürüye başka birini çıkarmışlardı.
Batsınlar, lanet olsun, sığırların boynu altında kalsın, bir değil bin kişiyi çalıştırın! Babamı bırakıp gidecek halim yok!
Halk sövmeye başlamıştı. Sadece şimdi değil, bunlar zaten her zaman bana kötü gözle bakıyorlar, beni sevmiyorlardı.
Bir gün zengin olan Kerim Bey yiyemediği çürük yumurtayı bana vermişti. Ben de onu koklayıp:
– Öf, bozulmuş bu, diye köpeğe attım.
Başka bir gün de ihtiyar Safi yırtık, işe yaramayan, büyük sarığını bana “hediye” etmek istedi. “Bu kaz yuvasını ben ne yapayım” diye onun önünde sarığı, yaşlı bir dilenciye fırlatmıştım.
Bu hareketlerimden dolayı köyde benim hakkımda “kibirli fakir” diye konuşmaya başladılar.
Babamın sakin, uysal, saygılı oluşunu övmeye başladıklarında buna karşılık beni kötülüyorlardı:
– İyiden kötü doğmuş…
– Gözlerinde anlaşılmaz bir terslik var bu itin, derlerdi.
Babam hastalandıktan sonra ona bakmak için ben de sürüden ayrılınca köylüler, geçmiş olsun bahanesiyle bize gelmeye başladılar. Fakat babama yardım etmekten, ona teselli olmaktan ziyade gelen herkes beni aşağılayıp gidiyordu.
Bir gün ihtiyar Safi geldi ve “kibirli fakir”, “iyiden kötü doğmuş” gibi sözlerle beni babamın önünde azarlamaya başladı.
Ne yapabilirdim ki! Onlarla savaşacak gücüm yoktu. Tırmıklamaya ya da ısırmaya kalkışsam da babam üzülürdü. Fakat bunları öylece durup dinlemeye de can dayanmıyordu.
– Babamı öldürdüler, şimdi de beni diri diri yiyecekler, diye haykırıp ağlayarak var gücümle kapıyı çarpıp evi terk ettim.
Bütün gün yalnızdım. Eskiden yaşadığımız değirmenin yanında, dağların, çukurların arasında yürüyüp akşam eve dönünce bir de baktım ki babam evde yok. Dahası, evde hiçbir şey yok, kırık kâse ile delik demliğe kadar her şeyi alıp götürmüşler.
Ben şaşkınlıktan ağlamaya başladım. O arada Gayni Nine geldi ve zorlayarak kapıyı kapatmaya çalıştı. Bir de sürekli ağzının içinde bir şeyler mırıldanarak söyleniyordu:
– Kıymetini bilemedin, git şimdi dilen! Artık babana köyde sırayla bakacaklar, dedi.
Ninenin acıklı yüzü, tahkirle dolu sesi zaten canıma tak etmişti, bir de son sözlerini duyunca şaşkınlıktan dona kaldım. “Baban öldü…” deseydi daha kolay olurdu, beni bu kadar aşağılayamazdı. Sırayla bakma kararı aldılar deyince beynime kan sıçradı, utancımdan yerin dibine girecek oldum, söyleyecek söz bulamadım.
“Sırayla bakacaklar, sırayla bakacaklar!”
Bugün zengin olan Fahri Bey’de, yarın ihtiyar Veli’de, ondan sonra ihtiyar Gali’de… Böylece, karnını doyurmak, sıcak bir yer bulmak için her gün bir kapıdan diğer bir kapıya mı gidecek çaresizce? Nine yine bir şeyler söyleyecek oldu ama ben dinlemedim. Bilmek de dinlemek de istemedim doğrusu…
Beni kim tutmuştu, o eski değirmenin yanındaki büyük dağdan suya atlayıp boğulmaktan nasıl kurtulmuştum, bunu şimdiye kadar öğrenemedim.
Babamı bile görmeden, kimseye tek kelime dahi etmeden, kimseyle vedalaşmadan köyden çekip gitmiştim.

IX
Daha sonra neler olduğunu açıkça hatırlayamıyorum. Fakat karanlık bir gecede köyün köprüsünden koşarak arabayla giden birilerine rastlayışım, onlarla beraber yolumuzu şaşırıp bir ot yığınının dibinde geceleyişimiz, önümüzde bir kilisenin ya da cami minaresinin ışığının görünmesi, bir Rus mezarlığında haçların, mezar taşlarının arasından çıkacak yol bulamayışım, açlıktan elden ayaktan düşüp bir sütuna dayanışım, gözümde bir kan lekesi görünmesi, ondan korkmam, bunlar hepsi hâlâ bir rüya gibi aklımda.
Ancak tam hatırlamıyorum, bu bir rüya mıydı, yoksa gerçek mi?
Kendime gelip gözümü açtığımda bembeyaz, aydınlık bir evin içindeydim. Şaşırdım. Beyaz giysilerle bir yatağın üzerinde yatıyordum. Etrafımı beyaz giysili kadınlar ve erkekler sarmıştı.
Melek gibi görünen o beyaz elbiseli insanların içinde güler yüzlü, karakaşlı, acayip mülayim bir hanım yumuşacık elleriyle beni kucaklayıp yatağa oturttu ve:
– Korkma, kötü günler geçti artık… Senin adın ne, diye sordu.
Cevap vermedim. Şaşkınlıktan yutkunup gözlerimi kadının güzel yüzüne, kara gözlerine diktim. Beni başka bir odaya götürdüler. Orada da her şey bembeyaz ve temizdi. Yataklarda da beyaz giysiler giymiş ak yüzlü, hâlsiz insanlar yatıyordu…
Yanıma gelen hanım, tekrar adımı sordu. Tek kelimeyle cevapladım… Yine bir şeyler sormaya çalıştı ama göğsüm çatladı, öfkelendim ve kadına cevap vermedim. Buraya nasıl geldiğimi, babamın nerede olduğunu sormayı düşünsem de dilim varmadı. Dudaklarımı ısırıp yatağa uzandım. Canım acıyordu.
Sorarsam uygunsuz bir durum olur diye korktum. Çünkü kimseye inanmıyordum. Çünkü dünyada beni kucaklayan, şefkatle sarıp sarmalayan hiç kimse yoktu… Herkes benle alay etmek istiyorud… Beni küçük düşürmek herkese cazip geliyor, huzur veriyordu.
Gözümden yaş aktı. Bu durumu Rus kadına göstermemek için duvara dönüp yattım. Babam geldi gözümün önüne; çok yaşlanmış, hastalanmış, gözleri dertli…
Ondan sonra bütün dünya dönmeye başladı. Değirmenler, büyük dağlar, coşkuyla akan nehir… Köy… Sürüler… Yoldaki kilise… Rus mezarlığı… Orada bulunan taştan haçlar… Şimdiki beyaz bina…
Uzun uzun babamı düşündüm. O zavallım şimdi nasıl acaba? Hâlâ sırayla mı bakılıyor? Hâlâ o evden bu eve giderek mi ömrünü geçiriyor?
Bugün sıra kimde acaba? İyi insanlar olsa iyi de… Memlekette ne insanlar var… Zavallımın hiç olmazsa karnını doyursalar, başını koyacak yumuşak bir yer ayırsalar, üstüne başına azıcık da olsa baksalar, o zaman iyi olurdu.
Fahrilerin evinde kaldığı gün iyi geçiyordur. Onun hanımı yufka yürekli bir insan. Çocukları da uslu. Kendileriyle birlikte yedirip içiriyorlardır. Belki abdest almak için sıcak su bile veriyorlardır… Sonraki gün onların komşusu Gimadilere denk geliyor. O da kötü olmaz… Aç bırakmazlar, söylenmezler… Daha sonra kime gider? Salihlere mi? İşte onlar çok kötü insanlar. Onlarda olduğu gün çok zor geçer. Atık yemekle bayat ekmek verirler, uyumak için de kapı yanında, ayakaltında bir yer sererler… Allah’ım, diğerleri onlardan beter… Çoğunda yemek yok. Sütsüz şekersiz çay, bir lokma bayat ekmek… Bir de zavallıya “ihtiyar fakir” diye söverler. Böyle insanlara denk geldiğinde ihtiyarın kalbi çok kırılıyordur…
– Allah’ım, neden bizi böyle cezalandırıyorsun?
Hayallerim yıkıldı… Yüreğime bir sızı, ağrı girdi. Öfkelendim, utandım… Kalbim öfkeyle karışık bir gayretle çarpmaya başladı. Eskiden duyduğum bir masal geldi aklıma.
Keşke şimdi mümkün olsa da ben o masaldaki kahraman gibi babama acı çektiren o merhametsiz köyden öcümü alsam!
Şimdi sıçrayıp ayağa kalksam da zırhlı elbiseler giyinip yerinde duramayan o güçlü kuvvetli ata binerek keskin süngü ve kılıçlarla kuşanıp, yanıma kendim gibi kahraman gençleri de alarak o kahrolası köye hücum etsem! Bütün köyün altını üstüne getirip herkesi babacığımın önünde diz çöktürüp af diletsem… Ancak o zaman gönlüm huzur bulurdu.
Böylesine üzüldüğüm, kalbimin ağrıdığı günlerde ben de işte böyle hayallere dalmış yatıyordum…

X
Artık günlerim bambaşka geçiyordu, etrafımı tamamen farklı şeyler sarmıştı.
Güzel beyaz binalar… Gündüz vakti güneş ışığıyla evin içi sıcacık, yumuşacık nurlarla doluyor…
İşte sakalı ağarmış, kır saçlı, yürekli doktor… O ne kadar da merhametli, ne kadar da alçak gönüllüydü…
Onu her gördüğümde kalbim yumuşuyordu, göğsüne yatıp yumuşacık beyaz sakalına yüzümü sürmek istiyordum.
İşte melek gibi beyaz elbiseli, açık yüzlü kızlar… Allah’ım bunlar nerede doğmuş, nerede yetişmiş? Neden bizde bunların hiçbirisi yoktu?
Onların arasında iri kara gözlü, ismimi soran alımlı, güzel hanım da var. O, insan değil de bir melektir, hatta meleklerin de en kıdemlisi, Allah’a en yakın olanıdır…
Onun beyaz, pembe yanaklı yüzü, uzun boyu, tenini yumuşacık saran beyaz elbisesi… Bütün dünyaya severek ve okşayarak bakan büyük güzel kara gözleri… Mutlulukla gülümseyişi, güzel bakışları, güzelce gülümseyip sarıp sarmalayarak bakması, güzel şeyler konuşması… Allah’ım, bunları nerede yetiştirdin?
Akşam vaktiydi. Diğer odalarda ışıklar yandı, benim odam ise alaca karanlıktı.
Benim ismimi yazan melek, güzel büyük kara gözlü hanım, her zamanki gibi yavaşça, ayakları yere değmiyormuşçasına sessizce odama girdi. Koltuk altıma ateş ölçeri koydu ve güzel gözleriyle bana uzun uzun baktı. Sonra başımın altındaki yastığı düzeltip yüzüme doğru eğilip anlımdan öptü. O anda kayboldu ve uzun bir süre benim odama pek fazla uğramadı. Uğradığında da fazla kalmıyor, dikkatle gözlerimin içine bakıp anlımdaki saçlarımı düzeltiyor ve usulca gidiyordu.
Özenle davranıyordu. Sözleri yüreğimdeki bütün ağrıları dindiriyordu. Yumuşacık küçük bembeyaz elleriyle sert saçlarımı okşadığında sanki kudretli bir el ruhumu ferahlatıyordu. Öylesine yumuşak ve huzur vericiydi dokunuşları…
Ben ona “Sara” diye seslenmek istedim. Kendisini böyle çağırıyordum. Başta biraz şaşırmış olsa da sonradan alıştı.
Galiba artık iyileşiyorum. Doktor günde iki defa bahçede oturmama izin verdi. Bahçeye ilk çıktığımda, Sara benim koluma girdi… Sonra yanıma oturdu… Sanki ömrümde ilk defa baharı görüyordum.
Güneş gülüyor… Çiçekler gülümsüyor… Tabiatın kalbi yeni, gencecik bir hayatla atıyor… Bütün dünyayı nur içinde, çiçeklerin içinde görüyorum… Sara epey bir süre yanımda oturdu, güzel sesiyle dünyanın, tabiatın ve insanların güzelliği üzerine konuştu.
Sözlerini anlamadım ama içim açılıyor, kalbimdeki ağırlık kendiliğinden dağılıyordu sanki…
Zırhlı kıyafetler giyerek süngü ve kılıçlarla kuşanıp köyden öç alma düşüncemi artık ben de garipsemeye başladım.
Kötülük düşünmeye gerek var mı? Boş yere silahlanıp yiğitleri toplayıp kan dökmeye ne hacet?
Kim bilir, belki de babacığım da düşündüğüm kadar kötü durumda değildir… Dünyada iyi insanlar da çok. Belki birisi yaşlılığına hürmeten onu evine almış, bir köşede ona yer ayırmış ve özenle bakıyordur… Hazır yemeği, demlenmiş çayı, abdest almak için her zaman sıcak suyu vardır. Başına sarığını sarıp üzerine kaftanını giyip elinde büyük bir asayla beş vakit camiye gidiyordur… Bizim halkımız yaşlılara saygısını esirgemez. Babama ön sırada, imamın sağ tarafında bir yer veriyorlardır… Böyleyse öç almak niye, yok yere kan dökmek niye?
Bir gün ferahlayarak bahçeden odama girdiğimde gözüm duvardaki resimlere ilişti.
– Bu kim, diye sordum.
Sara düşünceli bir sesle:
– Hazreti İsa… Ay ışığında derin düşünceye dalmış… O, fakirleri çok severmiş… Onları düşünüyor olmalı, dedi.
Dediklerinden hiçbir şey anlamadım ama yoluma devam etmeden resme uzun süre baktım.
Fakirleri düşünüyor olmalı deyince, babacığım aklıma geldi. Acaba, Hazreti İsa onun için ne yapabilirdi, diye sordum kendime. Fakat bu düşüncenin içinden bir türlü çıkamadım.

XI
Bir gün, doktor bana çok kötü bir haber verdi:
– Sen iyileştin… Artık taburcu olabilirsin, dedi.
Nereye gideyim? Buradan nereye gidebilirim?
Doktordan sonra Sara geldi. Öyle güzel, öyle sevinçliydi ki, onu görünce adeta kendimden geçtim. O, yavaşça odama geçip yatağıma oturdu. Saçlarımı okşadı ve derinden gelen yumuşak, cılız bir sesle:
– Seni taburcu ediyorlar ama üzülme. Ben seni evime götüreceğim, dedi.
Teşekkür filan etmedim, çünkü benim için bu çok doğaldı. Bana göre o, beni kendisinden uzaklaştırmamalıydı.
Bana gök kapısı açıldı sanki. Oradan yeryüzüne durmadan nur akıyor. İnsanlar o nurun içinde yüzüyorlar, rahat bir ömür geçiriyorlardı. Artık babamın mutlu bir hayat sürmesi konusunda hiç şüphem yoktu. Tabii ki son günlerini huzur içinde geçiriyordur. Huzurlu, karnı tok, sırtı pektir. Başında sarık, üzerinde kaftanla namaza gidiyordur. Hazretin sağ tarafında saygın yaşlılarla beraber oturuyordur… Nereye giderse gitsin onu:
– Hoş geldin Eptireş Dede, diye, güler yüzle karşılayıp başköşeye oturtuyorlardır…

XII
Hastanede giydiğim beyaz elbiseleri çıkarınca, ne giyeceğim diye şaşırdım. Tam o sırada Sara, kucak dolusu bir şeylerle geldi. Hepsi de yeni ve güzeldi. Tam bana göre dikilmiş gibiydiler.
Şaşırdım. Giyinmeyi bilmiyordum, Sara yardım etti.
Çok önceden hazırlık yapmış olmalı. Dışarıya çıkınca iyi bir arabaya binip gürültülü patırtılı şehrin sessiz bir mahallesinde bulunan bahçeli evin önünde durduk.
Korkuyordum ve şaşkındım. Meleğin kanadına yapışmışım, o da hafifçe gülümsüyordu.
Bir odaya girdik. Gerçek mi, düş mü bu? Bilmiyorum.
Böylesine güzel, temiz, süslü odaları bir tek masallarda duymuştum. O odada yaşamaya başladım.
Sara her gün geliyordu. Ben tamamen iyileştiğimde bana okumayı öğretmeye başladı.
Lâkin ben, kitaptan ziyade onun gözlerine bakıyordum. İlgimi çekmek için her türlü yola başvurdu, öfkelendi, sinirlendi. Fakat çok fazla sonuç alamadı.
Bir gün Sara ile yürüyüşe çıktık. Bir an nedense babam aklıma düştü, sonra da gözümün önüne hastanede gördüğüm Hazreti İsa’nın resmi geldi.
Meleğin kanatlarına iki elimle yapıştım ve oraya götürmesi için yalvarmaya başladım.
O önce şaşırdı, neden gideceğimizi söyleyince canlanıp aniden:
– Seni başka bir yere götüreyim. Orada daha iyileri var, dedi.
Şehrin ortasında, etrafı bahçeyle çevrili büyük bir saraya vardık. Büyük beyaz merdivenlerden çıkarak beyaz sütunları geçip büyük salona girince tamamen hayran kaldım.
Salonun duvarları resimlerle doluydu… Çağlayarak dalgalanan denizler… Olağanüstü ağaçlar… Gözüne girecek gibi olan insanlar… Sanki canlı insanları çerçeve içine oturtmuşlardı… Güzel kadınlar… Masaldan duyduğum zırhlı kıyafetler giymiş bahadırlar… Söylemekle bitmeyecek gibi, öylesine güzel, öylesine ilginç, acayip…
Ömrümde ilk defa gördüğüm için yüreğim her zamankinden daha hızlı, daha bir heyecanla atıyordu… Benim bu heyecanım Sara’yı çok keyiflendirmiş olmalıydı. O, koluma girdi ve kitaba bakıp resimleri sırasıyla işaret ederek titizlikle anlatmaya başladı…
Salonda bizden başka birçok kişi vardı. Hepsi de çok düşünceli görünüyordu… Bir resme uzun uzun bakıyorlar, daha sonra birbirleriyle sessizce konuşuyorlardı. Sonra yine resimlere bakmaya başlıyorlardı…
Sara, neredeyse her gün beni buraya getiriyordu. Eve dönünce de orada gördüklerimizle ilgili birçok şey anlatıyordu.
Biz beyaz merdivenli, beyaz sütunlu güzel saraya gitmeye devam ettik. Orada özellikle iki tane resim hoşuma gitti ve beni şaşırttı. Bir tanesinde, bir ihtiyar koltuk altına birkaç odun almış nehrin üzerine kurulu daracık köprüden geçiyordu. Başı çıplak, ayağında çabata, üzerinde gömlek. Bu resmi her gördüğümde babam aklıma geliyordu. Uzun uzun baktıkça tablodaki ihtiyarı babama öyle benzetiyorum ki şuurumu kaybedip “Babacığım, sen misin?” diye bağırarak onu kucaklamamak için kendimi zor tutuyordum. İşte o zaman babamı çok özlüyordum. Onun beni affetmemesi, köyde yayılan dedikodudan dolayı beni görmeyi istememesi, beni kabul etmemesi, kendisi için hiçbir şey yapmama izin vermemesi, kalbimi acıtarak tek tek gözümün önünden geçiyordu.
Hazreti İsa’nın resmi, bu resimlerden fazla farklı değildi. Büyük bir deniz, onun sağ tarafında göğe yükselmiş kocaman dağlar. Sessiz sakin bir gece. Denizden dolunay yükseliyordu. Dünyada tek bir ses bile yoktu. İşte o vakit Hazreti İsa elinde asa ile dağın içinden çıkıyor ve büyük bir taşa oturup aya bakarak düşünceye dalıyordu. Ayakları yalın, üstünde topuklarına kadar uzanan bir cübbe… Başı açık, ipek gibi yumuşacık saçları omuzlarına dökülmüştü. Yüzü çok ciddiydi, gözleri derin bir düşünceyle uzaklara bakıyordu…
Onunla ilgili ne söyleyeceğimi bilemesem de saatlerce bakıp duruyordum.
Bir gün Sara’ya:
– Acaba, o ne düşünüyor, diye sormuştum.
Meleğim canlanıp kanatlarını çırptı. Sorularım ona çoğu zaman böyle tesir ediyordu.
Koluma girdi ve nur saçan gözleriyle önce İsa’ya, sonra bana bakarak:
– O, Allah’ın mutsuz kullarının rahatını, saadetini düşünüyor, dedi.

XIII
Aradan çok zaman geçti.
Sara ile birlikte yaşamaya başladık. O, artık Hazreti İsa’nın önünde eskisi gibi diz çökmüyor, onun fakirleri düşünmesini de eskisi gibi heyecanla anlatmıyordu. Onun hayatı artık ailenin günlük işleri, çocukların eğitimi ve benim işlerime yardım etmekten ibaretti.
Ben de çok değişmiştim. Fakat kalbimin ağrıdığı zamanlar istemeyerek de olsa o büyük saraya, dâhi hayallerden doğan hikmetli güzel âleme girip kayboluyordum. Çok sıkıntılı zamanlarımda oraya gidip ruhumu dinlendiriyordum.
Her gittiğimde köprüden geçen ihtiyarla ay ışığını saçan gecede deniz kenarında yalnız oturan Hazreti İsa, beni kendilerine çekiyor ve saatlerce düşündürüyorlardı. Resimdeki ihtiyar her seferinde gözüme bambaşka görünüyordu. Bazen babam oluyordu. Elleri, bütün ömrü boyunca zor işlerde çalıştığı için sertleşip nasırlaşmış, beli babamınki gibi bükülmüş. Alnındaki derin çizgiler de babamı andırıyordu. Bakışları da onunki gibi ağır, sakin ve ıstıraplıydı. Bazen de babama hiç benzemeyen bir Rus ihtiyara dönüşüyordu.
İsa’nın önüne geldiğimde ise hep Sara’nın söylediği sözler aklıma geliyordu:
– O, Allah’ın mutsuz kullarının rahatını, saadetini düşünüyor…
– O, fakirleri çok severmiş…
Söyle, İsa! Sen insanların mutsuzluğu ve onları rahata kavuşturmak üzerine çok düşündün. Şimdi söyle, nasıl bir düşünceye, nasıl bir sonuca vardın? Kan dökmek sona erecek mi? Milleti, dini farklı olduğu için insanların birbirlerine olan düşmanlığı bitecek mi? Söyle, bunlara ulaştırabilen yolların hangisini daha kısa buluyorsun?
Bir gün yine böyle düşüncelerle üzüldüğümde yüreğim ağrıdı, sanki kalbime bir şeyler saplandı.
Bilmiyorum ama içime bir şeyler doğdu.
Aceleyle eve gittim. Sara beni kapıda karşıladı. Yüzünde ölüm korkusu, gözlerinde derin bir hüzün vardı. Dudaklarının kenarı korkudan buruşmuş. O, sanki on yıl yaşlanmıştı… Aceleyle ellerini tuttum:
– Söyle ne oldu? Çocuklarımız iyi mi, diye sordum.
Sara, şimdiye kadar hiç alışık olmadığım ıstıraplı bir sesle:
– Çocuklar iyi ama baban vefat etmiş, dedi.
Bu duruma fazla şaşırmadım. Ne yapabiliriz ki hayatın düzeni böyle. İnsan doğar, büyür, hayatın akışıyla bir yerlere ulaşmak için çırpınır, mücadele eder, didinir ve bir gün ölür.
Bu, değişmez bir kanun, ölümden hiç kimse kurtulamaz, diyerek karımı avutmaya çalıştım.
Ancak bu durum, yalnızca haberi aldığım an için geçerli oldu. Babamın ölüm hikâyesini duyunca başımı taşlara, duvarlara vurmak istedim, aklımı kaybetmiş gibi oldum.
Çaresiz ihtiyar, zavallı babam!
Yetmiş yıl durmadan çalıştı! Yetmiş yıllık ağır hizmetinin sonunda gücü tükendi ve sokağa atıldı. Ömrünü evden eve gezerek sırayla bakılarak geçirmeye mecbur kaldı…
Belinde çuval, elinde uzun kırbacı… Sen ömrünü böyle geçir ve birinin ahırında, buzağılar arasında son nefesini ver!
Evimiz ağır bir yasa büründü. Sara benden daha çok ıstırap çekiyordu.
Ben de uzun süre kendime gelemedim.
Bu olay, hayata ve işime olan bakış açımda derin bir iz bıraktı.
İnsanların iyi yaşamaları, mutlu olmaları için yapılan işlerin, fikirlerin hepsi sanki hataymış, hepsi boşunaymış gibi geldi bana.
Bir saat içinde din, felsefe, ilim, edebiyat hepsi koyu bir şüphenin gölgesi altına girdi… Hepsinin üstüne büyük bir soru işareti konuldu.
İnsanların mutluluğunu, saadetini düşünen peygamberler! Siz, Allah’ın elçileri Musalar, İsalar, Muhammedler!
Kabirlerinizden kalkın ve şu yetmiş yaşındaki ihtiyarın onuru kırılarak ahıra bırakılan cansız bedeninin önünde cevap verin!
O yalnız değil. Onun gibilerin sayısı yüzlerce, binlerce değil, milyonlarca, yüz milyonlarca! Onlar çalışıyor, çabalıyor. Sizin verdiğiniz vaatlere, gösterdiğiniz yola bakılırsa onlar mutlu olmalıydı! Hani, nerede mutluluk?
Yeryüzüne sizden sonra gelip geçen şu milyonlarca, milyarlarca insan, ömürlerini azapla geçirenler sizden cevap bekliyor.
Sizin yolunuz yanlış değil mi? Siz, size verilen sürünün cefa çekmesinden kendinizi sorumlu tutup, bunu itiraf edip insanoğlunu başka yollar aramaya, başka çobanlar, başka elçiler bulmaya çağırmıyor musunuz?
İnsanların mutluluğu için ilim, felsefe, medeniyet yolunu gösteren âlimler, filozoflar! Gösterdiğiniz yolun, ilmin ve medeniyetin nasıl sonuç verdiğini görmek istiyorsanız buyurun, işte o ahırda, buzağılar arasında can veren ihtiyarın ölüsünü görmeye geliniz.
Eflatunlar, Aristolar, İbn-i Sina, Farabi, İbn Rüşdler, Kopernik, Newton, Descartes, Kant, Voltaire, Goethe, Spenser ve diğerleri, hepiniz, o cansız bedenin önünde cevap vermek için kendinizi borçlu hissetmiyor musunuz? Çizdiğiniz yolun aydınlığa, mutluluğa, özgürlüğe götürmeyeceğini tecrübelerden görüp yeni yollar bulmaya davet etmiyor musunuz?

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/alimcan-ibrahimov/secme-eserler-69499855/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Gimaziyev, Y. (1982). Talant Hem Hĕzmet: (Galimyan İbrahimov İcadı Turahında Ezebi Publitsistik Mekaleler.) Başkortstan Kitap Neşriyatı, Öfö, s. 145.

2
Zaripova Çetin, Çulpan. (2016). Alimcan İbrahimov’un Eserlerinde Tatar, Başkurt ve Kazak Türklerinin Kültürel Değerleri. Bengü Yayınevi, Ankara.

3
Öner, Mustafa. (2012). “Alimcan İbrahim ve Tatar Medeniyeti.”, Galimcan İbrahimov Mirası hem Türki Dönya. Galimcan İbrahimovnıñ Tuvuvına 125 Yıl Tuluvga Baġışlangan Halıkara Fenni-Gameli Konferantsiya Materialları, 17.04.2012, Kazan, s.11-14.

4
Zaripova Çetin, Çulpan. (2018). “Vefatının 80. Yılında Saygıyla Anıyoruz.”, Kardeş Kalemler, Sayı 134, Şubat, s. 78-86.

5
Beşirov, Ferit. (2002). XX Yöz Başı Tatar Prozası. Fikĕr, Kazan, s. 97.

6
Hesenov, Mansur. (1989). “Galimcan İbrahimov.” Tatar Edebiyatı Tarihı. Altı Tomda. 4 Tom. Tatar Sovĕt Edebiyatı (1917-1941). Tatarstan Kitap Neşriyatı, Kazan, s. 193.

7
İslamov, F. F. (2000). Tatar Edebiyatın Ukıtkanda Milletara Beylenĕş (İdel Buyı Hem Ural Yagı Halıkları Ürnegĕnde). Tatarstan Fenner Akadĕmiyasĕ Tarih İnstitutı, Kazan, s. 101-102.

8
Zaripova Çetin, Çulpan. (2016). Alimcan İbrahimov’un Eserlerinde Tatar, Başkurt ve Kazak Türklerinin Kültürel Değerleri. Bengü Yayınevi, Ankara, s. 26-28.

9
Yarullina Yıldırım, Ramilya. (2016). Tatar Nesri ve Romantizm Estetiği. Kesit Yayınları, İstanbul, s. 85.

10
Ganiyeva, Rezeda. (2002). Tatarskaya Literatura: Traditsii i Vzaimosvyazi. İzdvo KGU, Kazan, s. 229.

11
Nadirov, İlbaris. (1977). “Traditsionnıyı Obrazı Tatarskoy Narodnoy Liriki”, Razvitiye Gumanitarnıh Nauk. Tatarstan Kitap Neşriyatı, Kazan, s. 134.

12
Yarullina Yıldırım, Ramilya. (2021). “İr Kanatı At Bulır – Erin Kanadı At Olur (Modern Kazan Tatar Nesrinde At Motifi).”, TÜRÜK Uluslararası Dil, Edebiyat ve Halkbilimi Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, s. 67.

13
Zaripova Çetin, Çulpan. (2017). “Alimcan İbrahimov’un Almaçuar Adlı Eserinde Tatarların Milli Bayramı Sabantuy.”, 22 Uluslararası Türk Kültürü Sempozyumu ve Karma Türk Sanatları Sergisi. Üsküp-Makedonya, 5-9 Mayıs 2017, Bildiriler ve Katalog, Halk Kültürü Araştırmaları Kurumu Yayınları: 61, Ankara, s. 58-67.

14
Hudyakov, Mihail. (1933). “Kult Konya v Prikamye.” İzvestiya İGAİMK, M., N-100, s. 271–273.

15
Yarullina Yıldırım, Ramilya. (2021). “İr Kanatı At Bulır – Erin Kanadı At Olur (Modern Kazan Tatar Nesrinde At Motifi).”, TÜRÜK Uluslararası Dil, Edebiyat ve Halkbilimi Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, s. 67.

16
Kamalieva, Alsu. (2018). “Mirhaydar Feyzi’nin “Galiyabanu” Dramında Tatar Gelenek ve Görenekleri.”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi/Journal of Turkish World Studies, 18/1 Yaz, s. 283.

17
Kamalieva, Alsu. (2017). “Alimcan İbrahimov’un Fikir ve Edebiyat Yaşamını Besleyen Fikri Temeller.”, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 62, Aralık, 19.

18
Halit, Gali. (1957). “Galimcan İbrahimov (Tormışı Hem İcatı). Kĕrĕş Mekale.” G. İbrahimov. Saylanma Eserler. Öç Tomda. 1 Tom. Tatarstan Kitap Neşriyatı, Kazan, s. 37.

19
Zaripova Çetin, Çulpan. (2020). Alimcan İbrahimov. Âdemler. Araştırma-İnceleme-Metin. Bengü Yayınevi, Ankara.

20
Akköbekov, R. (2007). “Bĕẕẕĕñ Böyök Yaktaşıbıẕ.” Galimcan İbrahimov Hem XXI. Gasır. Tuvuvına 120 Yıl Tuluga Bagışlangan Halıkara Fenni-Gameli Konfĕrĕntsiya Matĕrialları. İYALİ AN RT, Kazan, s. 136.

21
Zaripova Çetin, Çulpan. (2022). “Türk Dünyasında Bir Ekol: Tatar Yazar Alimcan İbrahimov.”, Kardeş Kalemler, Sayı 184, Nisan, s. 73-77.

22
Hesenov, M. (1989). “Galimcan İbrahimov.” Tatar Edebiyatı Tarihi. Altı Tomda. 4. Tom. Tatar Sovet Edebiyatı (1917-1941). Tatarstan Kitap Neşriyatı, Kazan, s. 199-200.

23
Almaçuar: Açık renkli lekeleri olan boz veya koyu kırmızı ile sarı arasında bir renkteki at donu (Tatar Tĕlĕnĕñ Añlatmalı Süzlĕgĕ. (1977). Öç Tomda. I A-Y. Tatarstan Kitap Neşriyatı, Kazan).

24
Sabantoy: Kazan Tatarlarında bahar mevsiminde ekin işleri bittikten sonra kutladıkları çift sürme bayramı.

25
Garmun: Akordeona benzer bir müzik aleti.

26
Burlı: siyah üzerinde parça parça beyaz tüyleri ya da beyaz üzerinde parça parça siyah tüyleri olan at donu.

27
Eçtérhan: Rusya Hazar gölü kıyısında bulunan Astrahan şehri.

28
Eçterhan denizi: Hazar gölü.

29
Pokrov: Hıristiyan takviminde yer alan bir bayramın adı.

30
Boyar: Rus asilzade.

31
Tübetey: Tatar erkeklerine özgü bir çeşit millî şapka.

32
Kelepüş: Aynı tübetey gibi Tatar erkeklerine özgü bir çeşit mllî şapka.

33
Arşın: Eskiden kullanılan, 68 santimetreye eşit bir uzunluk ölçüsü.

34
Sajin: 2.13 metre uzunluk ölçüsü.

35
Çabata: Ihlamur ağacının lifinden örülen bir çeşit pabuç.

36
Yatu: Nehrin yavaşça akan derin yeri (A. İ.).
Seçme Eserler Alimcan İbrahimov
Seçme Eserler

Alimcan İbrahimov

Тип: электронная книга

Жанр: Сборники

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Seçme Eserler, электронная книга автора Alimcan İbrahimov на турецком языке, в жанре сборники

  • Добавить отзыв