Çağdaş Hakas Edebiyatı

Çağdaş Hakas Edebiyatı
Ekrem Barak Arıkoğlu

Ekrem Arıkoğlu
Çağdaş Hakas Edebiyatı Örnekleri

ÇAĞDAŞ HAKAS EDEBİYATI
Hakasların yaşadığı bölgede konuştukları dili yazılı hâle getirme çabaları 1920’lerin ilk yıllarında başlamıştır. Çeşitli denemelerden sonra 1926 yılında Kiril kökenli bir alfabe yapılmış, 1929 yılında Latin temelli alfabeye geçilmiş, 1939 yılında yeniden Kiril kökenli alfabeye dönülmüştür.
1926 yılında alfabenin kabulüyle birlikte ilk çıkarılan eserler alfabe kitapları olmuştur. Bu alfabe kitaplarıyla birlikte halkın arasında yoğun bir şekilde kurslar açılarak okuma yazma bilenlerin oranı artırılmıştır. 1927 yılında “Hızıl aal” (Kızıl Köy) adlı gazetenin çıkmasıyla edebî ürünlerin de ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz.
Hakas edebiyatının ilk ürünleri şekil olarak halk türkülerinden faydalanılan, muhteva olarak devrin siyasal gelişmelerini öne çıkaran şiirlerdir. Bu edebî ürünleri kaleme alan ilk Hakas şair ve yazarları A. M. Topanov, V. A. Kobyakov, K. K. Samrin, A. İ. Kuzugaşev gibi kişiler olmuştur. 1928 yılında Moskova’da basılan A. M. Topanov’un yazdığı “Ir Piçii” adlı şiir kitabı, “Pilistig Çobah Çoh” ve “Hattar Utii” adlı oyun kitapları türünün ilk örnekleridir. Hızıl aal gazetesinin çıkışıyla birlikte, şair ve yazarlar eserlerini bu gazetede yayımlamaya başlamıştır. 1930’lu yılların başlarında Hakasya’daki parti organizasyonuyla edebî eser yarışmaları yapılmıştır. Bu yarışmalara katılan eserler değerlendirilip basılmıştır. 1931 yılında Hakas Millî tiyatrosu kurulmuştur. A. Topanov; yönetmen, oyun yazarı, oyuncu olarak Hakas tiyatrosunun gelişmesine büyük katkılarda bulunmuştur.
A. Kobyakov’un “Aydo” adlı büyük hikâyesi Novosibirsk’te 1934 yılında müstakil eser olarak basılmıştır. Aydo, Hakasya’da uzun hikâye türünün ilk örneğidir. Eserde Aydo adlı bir çocuğun gözünden, zenginlerin elinde fakir halkın ezildiği, Bolşeviklerin devrim planları, Kızıllarla Beyazlar arasındaki çatışmalar ve devrimin başarıya ulaşıp, “mutluluğun gelişi” anlatılmaktadır. Bu temanın; A. Kuzugaşev’in “Öörlig Püürler”, M. Kokov’un “Örinistig Toğazığ” adlı uzun hikâyelerinde de işlendiğini görüyoruz.
Esasen “Ekim Devrimi” Sibirya’daki diğer Türk topluluklarının çağdaş yazılı edebiyatlarının da ana temalarından biridir. Bu eserlerde fakir bir ailenin küçük bir çocuğu bulunmakta, bu çocuğun gözünden devrim yılları anlatılmaktadır. Devrimden önce her şey çok kötüdür. İnsanlar zenginler tarafından sömürülmekte, karınları doyurulmamakta, sırtları giydirilmemektedir. Bu ezilen halk arasından insanlar kendi aralarında komiteler kurarak Kızıllara yardım etmektedir. Bu yardımda mutlaka yerli halkla Ruslar işbirliğine gitmektedir. Devrimin yapılışıyla birlikte halklar arası dostluk, kardeşlik gelmektedir.
Devrimin oturmasıyla birlikte okullaşma, her bölgeye doktorların, öğretmenlerin gelişi, fakir halka yardım edişi ana temalardandır. Devlet üretme çiftliklerinin kuruluşu (Kolhoz, Sovhoz), bu çiftliklerde her yıl üretimin katlanarak artışı, yeni teknolojilerin (traktör) üretim aracı olarak devreye sokuluşu hikâyelerde başlıca konudur.
II. Dünya Savaşıyla birlikte edebî eserlere yeni bir temanın eklendiğini görüyoruz. Tüm Rusya’da olduğu gibi, Hakasya’da da bu savaşın etkileri büyük olur. Hemen her aileden insanlar savaşa giderler. Savaşa katılan insanlar arasında Hakas yazarları da vardır. Savaştan sonra, gösterilen kahramanlıkların, dönmeyen evlatların, kocalarını bekleyen kadınların, babalarını bekleyen çocukların hayat hikâyeleri edebî eserlere yansır. Eserlerde ideoloji ne olursa olsun, Hakas şair ve yazarlarının yurtlarına duyduğu sevgi öncelikli olarak işlenen konuların başında gelir.
1944 yılında açılan “Dil, Edebiyat ve Tarih Bilim Enstitüsü”nün ilk müdürlüğüne getirilen İ. Domojakov, yazar ve şairlerin yetişmesine büyük katkılar sağlamıştır.
Modern edebiyatın kuruluşuyla birlikte edebî türler de çeşitlenir. Öncelikle gelenekten en çok yararlanan şiir türünün geliştiği görülür. Sonra kısa hikâyeler, gazetelerde, edebiyat antolojilerinde kendini gösterir. Hakas Millî tiyatrosunun nispeten erken bir zamanda kuruluşu, oyun yazarlığının da erken gelişmesini sağlar. Çünkü tiyatro oyunları devrin ideolojisinin halka anlatılması için en önemli araçlardan biri olarak kullanılmaktadır. En uzun edebî eser türü olan roman ise daha sonraki zamanlarda, ilk roman “Irahhı Aalda” 1960 yılında basılır, Hakas edebiyatında kendini gösterir.
Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte, öze dönüş çabalarını, her alanda olduğu gibi, görüyoruz.
Hakas şair ve yazarlarının eserleri daha çok müstakil olarak gazetelerde ve dergilerde yayımlanmıştır. Bu eserlerden çeşitli antolojiler çıkarılmıştır. Çeşitli ders kitaplarında yazarların bu eserlerinden örnekler verilmiştir. Bununla birlikte Hakasların en tanınmış yazar ve şairleri, kendi eserlerinden oluşan kitaplar da bastırmışlardır. Edebiyat eserlerinin çok az bir bölümünü oluşturan bu kitapların bazılarını türlerine göre toplu olarak veriyoruz:
Şiir: A. Topanov “Ir Piçii” (1928); V. Kobyakov “Hakasiya Irlapça (1936); M. Kokov “Stihtar” (1969); İ. Kotyuşev “Ah Üüs” (1948), “Suğ Bazında” (1956), “Tastağı İster” (l963); İ. Kostyakov “Stalin Küni Sus talça” (1948), “Naa Çıl Yolkazı” (1956), “Çaska in” (1959); M. Bainov “Stihtar” (1959), “Kildim, Ağban Hazınzar” (1962), “Çarıh Salğahtarı” (1977), “Tan Sol banında Toğazığ” (1982); N. Domojakov “Sti hotvorenieler” (948), “Aallar Irlasça” (1951), “Stihtar” (1955), “Kizilerge Kizidener” (1960); M. Kilçiçekov “Taygada” (1956), “Çürekte Halğan İster” (1964), “Stih tar” (1970), “Çil Ayı” (1978); M. Çebodayev “Uluğ Çolzar” (1954), “Stihtar” (1964); N. Tinikov “Irla, Haycı” (1958), “Töreen Suum” (1962), “Undulbas Künner” (1964), “İzen Kim Suğ” (1963); N. Nerbişev “Kööres Kögleri” (1978); V. Mayneşev “İrben Ot” (1978), “Köök Sannarı” (1985), “Sırlalğan Halsarığ (1990); G. Kazaçinova “Çıltızahtar” (1984).
Hikâye/Deneme: V. Kobyakov “Partizan Künneri” (1936), M. Çebodayev “Krepin” (1959), İ. Kostyakov “Minin Nancılarım” (1971), A. Çerpakov “Sayalbaan Sürmester” (1972), “Çurtas Çollarında” (1984); N. Nerbışev “Horlana Hara Suğ” (1972); S. Karaçakov “Kiri Hara Hus” (l 994); İ. Topoyev “Tuğannar” (1992)
Oyun: A. Topanov “Pilistig Çobah Çoh” (1928), “Hattar Utii” (1928); M. Kokov “Akun” (1942); M. Kilçiçakov “Hulgalar” (1952), “Pyesalar” (1961); V. Şulbayeva “Sarnalbaan Sarın” (1985).
Povest (Uzun Hikâye): A. Kobyakov “Aydo” (1934); A. Çerpakov “Pay Tirek” (1981); N. Tinikov “Kavriztin Kögleri” (1977), “Tirig Kizi Ölbecen” (1982), “Pastağı Halas (1995); N. Nerbişev “Horlana Hara Suğ” (1972); V. Tatarova “Aat Tabızı” (1991); A. Kızıçakov “Toy” (1979), “Akay” (1984).
Roman: N. Domojakov “Irahhı Aalda” (1960), İ. Kostyakov “Çibek Hur” (1960), N. Nerbişev “Kögim Horımnarda” (1983).

ÇERPAKOV ALEKSANDR YAKOVLEVİÇ

(Mithas Turan)
(1929-1992)

A. Y. Çerpakov (Edebiyat alanında Mithas Turan adını kullanmıştır.) Askiz rayonunun Murzin köyünde doğdu. 1931 yılında ailesi Askiz’e göçtü. Çerpakov’un çocukluk yılları burada geçti. 1965 yılında Abakan’daki Öğretmen Enstitüsü’nü bitirdi. İlk hikâyesi 1957 yılında “Hızıl Aal” gazetesinde çıktı. Daha sonra hikâyeleri “Lenin Çolı” gazetesinde, “Ah Tashıl” almanağında ve “Hakas Çoohtarı” adlı edebiyat antolojisinde yayımlandı. 1972 yılında Krasnoyarsk’ta çıkan “Yenisey” almanağında onun “Sayalbaan Sürmester” hikâyesi Rusçaya çevrilerek yayımlandı. Aynı yıl bu eser Hakasça olarak kitaplaştırıldı. “Kamat” adındaki oyunu sahnelendi. S. Karaçakov ile birlikte “Moollarnın Çazıt Çooğı” adlı eseri Hakasçaya çevirdi.
Eserleri: Sayalbaan Sürmester (Hikâyeler), Abakan, 1972. Pay Tirek (Uzun Hikâye), Abakan, 1981. Çurtas Çollarında (Hikâyeler), Abakan, 1984.
Kaynaklar: Pisateli i Hudojniki Hakasii, Abakan, 1997, s. 44-45. Hakasskie Pisateli, Abakan, 1999, s.84-86. Kızlasova, A.G. Hakas Çoohtarının Çıındızı, Ah Tashıl, 1973, No:21, s. 151. Karaçakov, S. Mithas Harındas, Hakas Çiri, 1993, 6 May. Bainov, M. Çiit Çüreenin Çalınnığ Örtin Çıllar Halını Üzirbes, Hakas Çiri, 1994, No:72
KAVAKLAR
Otobüs gidiyor da gidiyor. Geniş dağlar ve onların sırtındaki seyrek ağaçlar resimlenip, ırgalanıp birbirlerine yaslanıp kayboluyorlar. Yoldaki sıcak toz, kara duman gibi kıvrılıyor, yeniden otobüse doğru sararıp sıcaklığıyla buruna doluyor.
Bütün bu patırtıda sağlam ve tam olarak kalmak için önündeki kutu gibi parlak sandığa sağlamca tutunup oturmak gerek der gibi Sarap ihtiyar iyice tutunuyor. İhtiyarla birlikte çok kişi yolculuk yapıyor. Bazıları konuşmak için çaba harcıyor. Sarap ihtiyar, kendisiyle konuşmak isteyenleri duyamayınca, konuşan kişinin üzüldüğünü anlayıp inliyor. Onu tanırmış gibi selamlaşıyorlar. Yer verip oturtuyorlar. Birçok köyü geçiyorlar ve tanıdık dağlar görünmeye başlıyor. Toğır Çul köyü artık daha yakın. Yaşlanıncaya kadar yaşadığı köyüne yaklaşmasına, insanların ona sevgi göstermesinden ihtiyarın gönlü açılıyor. Konuşacağı şeye insanların inanmayacağını bilmesine rağmen, en kıymetli düşüncesini söylemeden rahat edemiyor:
“Toray geldi herhalde.” diye yanında oturan genç, çocuklu kadın duyacak şekilde hırıltılı bir sesle konuşup göz ucuyla, şüpheyle bakıyor.
“İnanmadın mı?”
“Kim kim?” diye önüne dönmüş güzel elbiseli kadın soruyor.
“Toray… Savaşa gitmişti ya… Benim oğlum!”
İhtiyar, ağzını biraz açarak, kadına kızarmış göz kapakları sulanarak bakıyor.
“Savaşa, hangi savaşa?” diye tekrar soruyor genç kadın.
“Stalin zamanındaki, nasıl böyle büyük bir şeyi nasıl unutursunuz?” diye çıkışıyor ihtiyar.
O sırada durumu anlayan yanındaki yolcu, konuşan kadını dirseğiyle dürtüyor. Diğerleri göz kırpıyorlar, elleriyle işaret ediyorlar çoktan aklını yitiren ihtiyarı. Bunu anlayan ihtiyar hüzünleniyor. İnsanların hâlâ çok şeyi anlamamalarına ve sadece kendilerini düşünmelerine içerliyor. Ondan sonra da yol çok uzun ve ıstırap verici oluyor.
Sarı boyalı otobüs, aniden durup ardından yükselen kara toza büründüğünde, kapıları gürültüyle açılıyor, dağınık uzun kara saçlı oğlan ve kırmızı elbiseli kadın çabucak iniyorlar. Sarap ihtiyar da kapıya doğru ilerliyor. Otobüsten inmeden önce, bastonunu yere düzgünce koyup önce bir ayağını sonra ikincisini atıyor. İlerleyip bir iki adım atana kadar, otobüs çoktan kapılarını kapatıp sağır edici bir sesle gürleyerek ilerleyip gidiyor. İhtiyar etrafına bakınıyor, bir an nerede indiğini anlayamıyor. Köy büsbütün değişmiş. Tanıdığı dökük, kabukla kaplanmış, bazılarının çatısı olmayan çıplak evlerin yerinde nakış kapılı, yüksek ak çatılı, yeni evler renklenen fidanlar gibi duruyor. Fakat köyün en ucundaki seyrek kavakları görünce, köşelerinden düğümlenmiş dağarcığını arkasına çabucak atıp heyecanla yürümeye başlıyor. Kuru yolda bastonu tıkır tıkır ediyor, büyük, kara yepyeni botları yere sürünüyor.
İhtiyar sırtındaki yükünden ve sıcağa göre giydiği uzun paltosundan ter içinde kalıyor. Yüreği dayanamayacak gibi çarpıyor. Bir anda duruveriyor, hırıltılı nefesini hızla dışarı koyuveriyor. Göğsünü bastonuna yaslayıp cebinden bembeyaz bir mendil çıkarıp silkerek açıyor. Mendille ak saçlı başını, sonra boynunu sıvazlayıp göz kapaklarından taşar gibi olan gözlerini itinayla ovalayıp, iniltiyle öksürüyor. Gözleri kararıyor. Epeyce soluklandıktan sonra ak mendilini eskisi gibi düzgünce katlayıp cebine koyuyor. Çoktan kaybettiği bir şeyi bu köyün ucundaki yüksek kavaklarda görüp bulmuş gibi oluyor. Yapraklar güneşten parıldıyorlar, sanki şarkı söyleyip ona sesleniyorlardı.
Onların önündeki evin çatısı, pencereleri görünmeye başladı. O kavaklar, alçak kırık dökük çatılı ev Sarap ihtiyarın. Evi gençliğinde kendi elleriyle yapmıştı. O evde karısı Hızina beş oğul ve bir kız doğurmuştu.
Beş oğlunun beşi de Büyük Savaşa gitmişti. Arap, Markis, Karapin ve Kabris oğullarından, öldüler haberi gelmişti. Küçük oğlu Toray, savaş bitince, yazın eve mutlaka dönerim diye beş kez mektup yazıp geri dönmemişti.
“Toray’ın yolu geçilmez olup engel çıkmış olmalı, geçen yıl gelemedi, bu yıl gelecek.” diye ihtiyar Sarap yıllarca beklemişti. Güçleri yettiğince karısıyla birlikte hep beklediler. Güçleri tükendiğinde ise kızlarının yanına gittiler. Damatları Kris, sakin karakterli biriydi. Çobanlık yapıyor, çok çalışıyordu. Yaz geldiğinde, ihtiyarın yüreği kabarıyordu. Bazen dayanamayınca karısını alıp birlikte kayboluyorlardı. Sonra yaz bitince tekrar kızıyla damadının yanına dönüyorlardı. Bu durum karısı hastalanıncaya kadar sürdü. Hastaneye yatırdılar. Daha önceleri Sarap’ın azığında Toray için yağ peynir olurdu, şimdi ise sadece sert kuru ekmekler ve ballı çöreklerden başka bir şey yoktu.
Yol kıyısında birileri duruyordu.
“Ey, Hüda!” diye mırıldanan Sarap ihtiyarın küçük kardeşinin gelini Payusa idi. Çite yaslanmış duruyordu fakat Sarap, geline cevap vermeyerek geçip gitti.
“Toray’ın babası nasıl?” diye gelin arkasından seslendi. Payusa’nın sesi kısık çıkmıştı. Ördek gibi paytak paytak koşarak gelip ihtiyarın koluna girdi.
İhtiyar, kül içinde kirlenmiş gibi gri renkli gözleriyle bakıp elini uzattı. Sonra elini yeniden bastona dayayıp yüksek sesle öksürdü. Çenesindeki sakalını kımıldatıp, gözlerini dikerek bakıp sesli kopuz telinin inlemesine benzer bir sesle konuştu:
“Payusa gelinim mi bu?”
“Evet, benim ben, Toray’ın babası. Payusa.”
Gençliğinde bir hastalıktan ölen Ohçın kardeşinin oğlu Sıbos’ın karısı karşısında duruyordu. Sıbos, yetim büyümüş ve savaştan dönememişti. Payusa ise gençken kocasız kalıp şimdiye kadar dul yaşamıştı. İhtiyarlamıştı ama kapkara gözleri hâlâ çok güzeldi.
“Sıbos geri dönmeyecek.” dedi. “Tıpkı Toray gibi.” diye ekledi. Böyle konuşmasından Sarap korktu. Payusa’yı gördüğüne sevinemedi ve yürüyüp gitmek istedi ama kavaklı sahipsiz eve doğru yürümeye de üşendi. Ev, buradan çok uzak değildi. Tepede onu bekliyordu.
“Payusa gelinim, seni iyi gördüm. Haydi artık bana müsaade. Eve ancak varırım.” diyerek kolunu çekti ama Payusa onu bırakmadı.
“Toray’ın babası dur. Bize gidelim de sana çay yapayım. O ıssız evde ne yapacaksın ki, tek başına?” diye ısrar etti.
İhtiyar, ıssız evine doğru baktı. Kavaklar ve alçak çatılı ev parıldıyordu. İhtiyarın ağzı açılıp kımıldandı. Gözleri sulandı. Dilini titretip bir nefeste:
“Toray gelmedi mi?” diye sordu Payusa’ya. Payusa’nın cevap vermesini çenesi titreyerek bekledi. Sonra da telaşla ekledi:
“Yoksa gelmek üzere mi?”
“Aman Tanrım!” diye kendi kendine mırıldandı Payusa. Gözlerine yaş doluvermişti. Baş örtüsünün köşesiyle gözlerini silmiş, cevap vermeden sessizce ihtiyarla birlikte yürümüştü.
Kavakların üzeri sığırcıklarla dolu uğuldaşıp cıvıldaşıyorlardı. İhtiyar börkünü çıkarmış, başını sonra yanağını sıvazlayıp, elini bastonuna dayamış, “işte geldim” der gibi kavaklara bakıyordu.
Evine ulaşmasına, kavaklardaki kuşların böyle uğuldaşarak onu karşılamasına mutlu olmuş, evin önündeki çalılara ben geldim dercesine bastonuyla hafifçe vurmuştu. Güneşin sıcağından, kışın soğuğundan sertleşen bahçedeki gri çıkrığı geçerek kapısına varmıştı. Bir şeyler mırıldanıp anahtarı çevirmiş kapı ardına kadar açılıvermişti.
Payusa, ihtiyarın ardından girmek için bekledi.
“Kimse var mı?” diye sertçe seslendi ihtiyar. Bastonuyla masayı, sobayı, uzun koltuğu, kap kacak raflarını karıştırdı. Başköşedeki bölümün kapı penceresinin kanatlarını salladı, öylece çivilenmiş duruyordu kanatlar… .
“Kimse var mı burada?” diye yeniden seslendi ihtiyar.
“Tanrım Tanrım!” diye mırıldanarak Payusa, pencere tarafından ağzı kuzeye bakan kerpiç ocağa yaslanıp ihtiyarın ardından başköşeye doğru geçti.
Gün sıcak olsa da evin içi serindi. Başköşe tarafının sol yanında geniş bir yatak vardı. Üstünde keten yüzlü döşek. Düğün boyunca neşeyle dikilen deri yorgan, yeni örtünülüp birisi az önce çıkıp gitmiş gibi duruyordu. Yatan kişinin sıcaklığı henüz soğumamıştı. Pencere önündeki eski masada dağınık olta ipleri vardı. Pencerelerde yeşil, çiçek baskılı perdeler çekilmişti. Perdeleri ihtiyarın kızı Nona, ev boş gibi görünmesin diye takmıştı. Duvarlarda ise, Sarap ihtiyarın beş oğlunun resimleri, bundan önce nasıl duruyorsa hâlâ öyle duruyorlardı. Camın içinde hiç değişmeden yılları saymışlardı. Hepsi asker elbiseli. Hepsi genç. Hepsi sessiz. Gülümsüyorlar…
Sarap ihtiyar tek tek oğullarının gözlerine bakıyor. Sonra pencere eşiklerine, yatak altına duvar çatlaklarına bakıyor. Sanki oğullarını orada bulacakmış gibi bakıyor.
Sarap ihtiyar, salon altındaki bodrum kapağını kanırtarak çekip açtı. Aniden eski bir koku yayıldı. Payusa korktu. Sarap ihtiyarla bodrum katına indi. İki kez kibritini yaktı sonra bir şeyden boğulur gibi öksürdüler. İhtiyar o arada kapaklı eski ağaç bir kap ve çizme kalıplayacak bir ipi aldı ve gelinle birlikte geri çıktılar. İhtiyarın omzuna örümcek ağı yapışmış. Payusa ne yapacağını bilemedi. İçerden gelen rutubet ve küf kokularından bir an evvel kurtulmak istercesine bodrum kapağını çabucak kapatıverdi. Fakat yüreğinin kalkmasını engelleyemedi hızla dışarı çıktı. Baltayla kıymıklanan kütüğün üzerine oturdu.
İhtiyarın evdeki tıkırtısı işitiliyordu. Kapıya çıkıyor. Biraz durup ardına bakıyor telaşla ahıra, oradan tekrar eve giriveriyordu.
Bir süre sonra bağırmaya başladı.
“ Toray’ı evde göremedim.”
Elinde sıkı sıkı tuttuğu kapaklı eski ağaç kap ve çizme kalıplayacak ipi, Payusa’nın oturduğu kütüğün yanına güzelce koydu.
“Bunu tutuver, gelinim.” dedi. Payusa güçlükle konuşarak:
“Haydi bize gidelim Toray’ın babası.” dedi. İhtiyarın aklını kaçırdığını düşünüyordu. İhtiyarın getirdiklerini tiksinerek alıp ayağa kalktı. Evden kaçar gibi hızlıca yürüdü. Ardınca, hırıltıyla Sarap ihtiyar geliyordu. Gözleri kızarmış, çürük kokusu yayarak mırıldanarak geliyordu. Payusa, durup onu kolundan tuttu. Kendi kendine nefes alarak içinden konuştu:
“Vay, ihtiyarım! Nasıl kendini kaybettin. Yoksa yolculuktan mı böyle yoruldun sen?” diye ihtiyarla konuşmaya başladı.
Sarap’ın eli zincirlerle bağlanmış gibiydi sanki. Sadece oğlu için çarpan yüreği rahat vermiyordu zavallı ihtiyara. Ne kadar da yiğit idi, yaşlanıncaya kadar kolhozun yılkısını otlatmıştı. Yabani atlara eyersiz binerdi. Şimdi… İkisi birlikte bir evin duvarına dayanıyorlar, başkasının arkasına dolanıyorlar, nihayet Payusa’nın evine ulaşıyorlar.
Akan su boyunca uzanan köy, nehrin ağzındaki dar yerden başlayıp, su boyunca dolanarak aşağıya doğru iyice genişliyordu. Köyün karşısında, suyun yamacında zirveli Kirim diye bilinen dağ duruyordu. Su yukarıda, o sarp kayalarda bitiyordu. Sarp bir kayanın çıkıntısı, suyu Sarap ihtiyarın evine doğru koşturur gibi uzatıyordu.
Köyün hemen dışında, tepede dörtgen çit içinde yüksek bir ak taş duruyordu. Üzerinde kızıl camdan yıldız. Etrafı kalın zincirle çevrilmiş. Bu da insan eliyle yapılan kurgan, fakat başkalarına benzemiyordu. Uzaktan güneşte parlayıp ağarıyordu. Yakınlaşınca yüzeyleri yazılarla doluydu. Orada insanların soyadları. En üstünde: “Sizleri hiç bir zaman unutmayacağız.” yazıyordu. Diğer yüzünde Rusça: “1941-1945 yıllarında Ata yurdumuz için büyük savaşta ölenler hiçbir zaman unutulmayacak.” yazıyordu.
Bu mermerde yetmişten fazla kişinin adı soyadı betona kazılmıştı. Onların arasında Sarap ihtiyarın beş oğlunun da adları var; “ Arap, Markis, Sarapin, Kabris, Toray.”
Payusa ile Sarap burada çok durdular. Ses yok. Ordaki isimlerin hepsini tanıyorlar. Mezar anıtın etrafını çevreleyen zincir rüzgâr estikçe onların yerine nefes alır gibi sallanıyor. O sağır ses, uzaktaki kişilerin çığlığını, yılları ve dağları aşarak rüzgârla alıp buraya getiriyor. Bu ses o kadar uzak ve o kadar yakın. O sağır bir ses.
Payusa, Sarap ihtiyara anıt mezarın üzerinde yazılı olan Toray adını göstermek istemiyor. Biliyor ki Toray’ı öldürmüşsünüz diye çok kızar.
Koluna girip onu oradan uzaklaştırıyor. Nihayet Payusa’nın evine varıp masa başında saygın bir misafir olarak oturuyor. Payusa gelin, yakında oturan kocasının akrabalarını çağırdı. Yemek hazırlayıp ikramda bulundu. Kocasının akrabaları toplanıp böyle sohbet ettiklerinde, Payusa’nın içi açılıyordu. O, büyük evi idare ediyor, kayınpederi Ohçın’ın ve onun oğlunun öğrenimini yaptırıyordu.
Sarap ihtiyar, en büyük misafir olduğunu anlayıp parlak kalay vurulmuş eski bakır tencere gibi parlayıp oturuyordu. Seyrek keçi sakalını bazen birine bazen diğerine döndürüyor fakat konuşmanın ne hakkında olduğunu anlamıyor, dinlemek için de çaba harcamıyordu. Aklı başka yerdeydi. Bir şey sorduklarında cevaplıyor sonra da susuyordu. Bu yüzden akrabaları, Sarap dedelerinin kulağı çok sağırlaşmış diye aralarında konuştular. İçlerinden bazıları ihtiyarı çok bunamış buldular.
İhtiyar ise, eski günlerine gitmişti. Şimdi o, evlendiği zamanı görüyor. Yedi kardeşini tek tek karşısına diziyordu. Kardeşlerinden üçü gözünün önünde çiçek hastalığından tek tek ölüyorlardı. Kocasız kalan kadınlar birine kölelik edip yaşıyorlar, Sarap ihtiyara gözlerini dikip soruyorlardı. Payusa niye bizim gibi değil diye. Payusa gelin kocasız olsa da hâlâ evin hanımıydı. Misafir ağırlayıp duruyordu.
Yanında oturan Tireek ve Todıl, Kerim kardeşin oğulları. Kerim kardeş Todıl oğluyla birlikte savaşa gitmiş dönememişti. İkisinin de çocukları vardı. Sarap’ın da oğlu. Toray gelse her şey daha tamam olacak yoksa oralarda evlenip çoluk çocuğa mı karıştı? Merhametsiz! İnsan bu zamana kadar bir haber vermez mi? Evlendiği kişi Rus da olsa getirsin. Buraya gelirlerse, kendi dillerini öğrenirler. İhtiyarın gönlü açıldı. Hafifçe gülümsedi.
Diğerleri konuşmaya dalmışlardı. Tireek kardeş annesine çok benziyordu. Onun gibi sessizdi. Çok konuşmuyordu. Sovhozda işçi olarak çalışıyordu. Şişmanlamıştı. Büyük yuvarlak burnu kızarmış, gözleri şiş kapaklarından duvar arkasında saklambaç oynarken bakıveren çocukların gözlerine benziyor, parlayıp duruyorlardı.
“Ben Sarap büyük babamın çocuklarının hepsini biliyorum. Ne iyi oğlanlardı.” deyip, Tireek bu konu hakkında konuşmak gerek der gibi etrafına bakındı. Karısı Kara, ördeğinki gibi kabarık dudağını ileri çıkarıp mırıldanıp yeninden çekiştirdi.
Akrabalar Tireek’in sözlerine dikkat kesilmişler fakat ses çıkarmayarak Sarap ihtiyara doğru bakışmışlardı. İhtiyar sözleri anlayamamıştı.
Tireek de konuşmasını uzatmak yerine susmuştu. Şimdi durduk yere ihtiyara ölen oğullarından bahsetmek ne yersiz bir davranıştı. Utandı. Karısını sarsıp ağlamaklı oldu. Oturanlar Tireek’e ters ters baktılar. Onu ayıpladılar. Çıtkırıldım Tireek hava alma bahanesiyle dışarı çıktı. Kaçtı. Kapıyı gürültüyle kapattı.
Hepsinin huzuru kaçmış, söyleyecek söz bulamamışlardı. Payusa, burnunu çekip gözlerini sildi. Onu teselli etmeye çalışan Tireek’in karısı konuştukça Payusa daha çok ağlamaya başladı. Payusa yirmi yaşına ulaşmadan kocasız kaldı, evini bırakmadı. Burada yaşlanıyor. Sıbos’ı bekliyor. Kocasını beklemesi, gelmesini umması dipsiz bir kuyunun dibine ulaşmaya benziyor. Durum sadece bu da değil, Sarap ihtiyar da nasıl mücadele ediyor; Payusa yenge Sıbos’ın yaşadığına nasıl inanıyorsa o da Toray’ın yaşadığına inanıyor.
Aniden Tireek gürültüyle kapıyı açıp içeri bağırarak girdi. Gözleri yuvalarından çıkmış elini kolunu sallayarak dışarıyı işaret ediyordu.
“Ateş, ateş yanıyor!”
“Ne yanıyor?”
“Orada! Sarap büyükbabamın evinde!”
“Yoksa, Toray mı geldi?” diye vızıltıya benzer bir sesle bağırdı Sarap ihtiyar.
“Toray?! Yer üstünde, Tanrı büyük!” diye bağrıştı kadınlar.
Dışarıya birbirlerini iteleyerek çıktılar. Payusa, feneri bulamadı kap kacağı devirdi. Sarap ihtiyar şaşkınca oturduğu yerde kalakaldı.
“Otur… dur, Toray’ın babası.” deyip Payusa da dışarı çıktı. Dışarıda yaz karanlığı. Yıldızlar parıldayıp duruyorlar.
Yavaşça, konuşmadan gitmek için birbirlerini sakinleştirdiler. Bazıları bildiği duaları okumaya başladı. Tireek, yanımıza tüfek alalım diye yavaşça öksürdü.
Boş ev aydınlıktı. Başköşe odasının iki penceresinden gerçek bir ışığa benzemeyen, yer altından gelir gibi bir ışık sızıyordu. Yaklaşınca ev, kapı pencereler daha belirgin görünüyordu. Kavaklar kararıyorlardı. Kim onları dikmişti? Sarap ihtiyarın oğulları. Savaştan dönüldüğünde, Sarap ihtiyarın bahçesinde genç kavaklar çıkmışlardı. Şimdi büyüdüler, yüksekler. Köyün her yanından görünüyorlar. Yolculuğa çıkıp, eve geri dönüldüğünde, onlar uzaktan bekleyen sevgili akrabalar gibi görünürler. Şimdi, ise, onlara doğru ürpertiyle gidiyorlardı.
Tireek’le Agur öne geçiyor, bahçe kapısı önünde duruyorlar, girmeye çekiniyorlar. Todıl doğruca geçip, depo kapısını aniden açıyor. Deponun bölümlerinden ayaklarının altındaki ağaçları patırtıyla geçip, kapı kolunu hızla çeviriyor. Başköşedeki odadan salona doğru sönük bir ışık düşüyor. Yatakta biri yatıyor, salondaki mum yanıyor ve ışığı yayılıyor. Tireek yavaşça gidip, mumu eline alıp yatağın üstüne tutuyor. İki çocuk birbirlerine sokulmuş nefessiz uyuyorlar.
Tireek, onları korkutmamak için yavaşça sesleniyor:
“Kardeşlerim, a kardeşler… .”
İkisi birlikte sakince uyanıyorlar fakat etraflarında insanların durduğunu fark edince şaşırıyorlar. Tireek daha da şaşırıyor.
“Kostacah, sen…” gözlerine inanamayarak oğluna bakıyor. Oğlu Kostacah ile tanımadıkları Kostacah’ın yaşlarında bir çocuk… On yaşlarında oğlanın kapkara gözleri açılıyor. Tireek şaşkınlığını üzerinden atar atmaz Kostacah’ın kulağına yapışıyor.
“A şeytan!” diyerek yataktan çekip indiriyor. Oğlu salonda yuvarlanıp ağlamaya başlıyor. Tireek Kostach’ı bu sefer ensesinden yakalıyor. Diğerleri ancak kendilerine gelip Tireek’i engelliyorlar. Tanımadıkları diğer kara gözlü çocuk yataktan fırlayıp Kostacah’ın yanına gidiyor. Ona sarılıyor. Tireek hâlâ sinirli:
“Güzelce dövmeli bu şeytanı. Evde döşek yetmiyor mu?” Sonra yabancı çocuğa bakıyor.
“Bu hırsız şeytan kim? Niçin buraya girdiniz? Burada ne arıyorsunuz siz?” diye bağırıyor.
“Ben hırsız değilim!” diye titriyor yabancı çocuk. Kostach’a daha çok sokuluyor.
“Kimsin? Kimin piç şeytanısın?”
“ Sensin piç!” diye dikleniyor bu sefer çocuk.
“Kim senin baban?” diye nefes nefese soruyor Payusa bir adım öne geçerek.
“Baban kim senin çocuk?”
“Toray!” Ortada ölümün içinden çıkan cansız bir nefes gibi duruyor Toray’ın adı.
“İşte bu!” diye duvarda asılı duran Toray’ın resmini işaret ediyor yabancı çocuk. Herkes ilk kez görüyormuşçasına önce duvarda asılı duran Toray’ın resmine sonra yabancı çocuğa sonra da birbirlerine bakıyorlar.
“Ama Toray savaştan dönmedi ki?” diyor Payusa gelin.
“Annen kim, söyle öyleyse?” diye Tireek çocuğa gözlerini dikiyor.
“ Nasta. Doyarka Nasta.”
“Aa, Kurgundosova Nasta. O genç kadın buraya göçeli bir yıl oldu olmadı ama nasıl? Fakat senin babam dediğin kişi, savaşta öleli otuz yıldan fazla oldu. Annen ise daha otuz yaşında bile değil gibi.”
“Olsun.”diyor çocuk omuzlarını silkerek.
“Ben sonradan doğmuşum!” Kostacah’ı yanına alıp, insanların şaşkınlığından yararlanıp kaçıyor.
Boş evdeki insanlar yanan mumu söndürüp kapıyı iyice kilitleyerek çıkıyorlar. Sarap ihtiyarı hâlâ aynı minderde oturmuş beklerken buluyorlar.
Hepsi yüreğinden Sarap ihtiyarın küçük oğlu Toray’ın çocuklu geldiğine inanıyorlar. Toray gelmiş, çocuğuyla karısını da getirmiş. Çocuğu burada idi. Az önce konuştular.
“Toray burada mı? Geldin mi yavrum?” diye soruyor Sarap ihtiyar.
“Gelmiş gelmiş, kayınpederim, gelmiş.” diye temiz yüreğiyle konuşuyor Payusa.
Çenesi titreyip Payusa’nın konuşmasına devam etmesini bekliyor ihtiyar.
“Toray’ın oğlu da olmuş. Karısıyla oğlunu da getirmiş. Oğlu burada idi, annesinin yanına yeni gitti.”
“Toray!” diye ince bir sesle bağırıyor ihtiyar.
“Evet, Toray!” Payusa ağzını tutup ağlıyor.
Sarap ihtiyar, oracıkta ölüveriyor.
Sabah bütün akrabalar toplandı. Sarap ihtiyar Sovhoz çiftliğinin ustalarının yaptığı, çevresi kara pliselerle süslü tabuta yatırıldı.
Kavakların dibinde Tireek uyuklayıp oturuyor, gece cenazeyi beklediğinden uyumamış. Az ötede balık tutan çocukların bağrışları kavaklara kadar gelip, kavak dallarının arasında kayboluyor.
“O nasıl bir çocuk idi?” diye soruyor Tireek, Payusa’ya.
“Çocuğun babası ölmüş.” diyor Payusa.
“Annesi de senin baban Toray diye çocuğu avuturmuş.” dedi.
“Toray’I nerden duymuş bu Rus kadın?” diye Tireek soruyor yeniden.
“Duymuş işte köydeki kadınlardan.” diyor Payusa. Susuyorlar.
“Peki şimdi, burada her şey bitiyor mu?” diye bu sefer Payusa soruyor.
“Niçin bitecek, yengeciğim, hiçbir şey bitmiyor.” diyor Tireek. Payusa, buna sevinip başını sallıyor. O, kocasını beklemeye devam edecek. Kavaklar hışırdayıp daha da büyüyecekler. Sarap ihtiyarı defnediyorlar…

İVAN GRİGORYEVİÇ KOTYUŞEV

(1919-1979)

İ. Kotyuşev, 1919 yılında Şira bölgesinin Nımırhalar köyünde doğdu. Genç yaşta öksüz kaldı. Halk türkülerine olan sevgisi, küçük yaşta şiire ilgisinin artmasını sağladı. 1938 yılında başlayan şiir yazma hayatı ölümüne kadar sürdü. “Hızıl Aal” gazetesinin muhabiri olarak çalıştı.
Kotyuşev, lirik Hakas şiirinin üstadı sayılabilir. Şiirinde insanlarda meydana gelen düşünce değişikliği, hayata giren yeni şeyler, teknik gelişmeler, şehir hayatını ilginç yönleri, köy hayatındaki değişiklikler başlıca konular olmuştur. “Kök Porçolığ Çazı” adlı romanı almanakta tefrika edilmiştir. Kotyuşev kısa hikâyeler de yazmıştır. Fakat o, halk arasında şair olarak ünlenmiştir.
Eserleri: Ah Üüs (Şiirler), Abakan, 1948. Purgınnığ Ağın (Şiirler) Abakan, 1953. Suğ Hazında (Şiirler), Abakan, 1956. Kayaktın Tülgüzi (Çocuk Şiirleri), Abakan, 1959. Tastağı İster (Şiirler), Abakan, 1963. Stihtar (Şiirler), Abakan, 1970.
Kaynakça: Pisateli i Hudojniki Hakasii, Abakan, 1997. s. 18-19. Hakasskie Pisateli, Abakan, 1999, s. 35-47. Topanov, G, İ. Kotyuşevtin “Purgunnığ Ağın” Çıındızına Retsenziya, Hızıl Aaal, 1955, 16 Yanvar. Karamaşev, V, İ. Kotyuşevtin Poeziyazı Paza Folklor, Hakasiya Ottarı, 1957, No: 7, s. 98. Çebodayev M. Ah Üüs Kögçizi (50 Çazında), Ah Tashıl, 1969, No: 17. Kirbijekov U. Ah Üüs Kögçizi (60 Çazında), Ah Tashıl, 1979, No: 27, s. 85. Hakas Literaturazı 8 (Hazırlayanlar: Kirbijekova, U. N., Borgoyakova, M. P.), Ağban, 1998, s. 96-105.
SAĞANAK YAĞMURDA
Yaz akşamı olduğu zaman, yüksek yar üstündeki obada gök gürültüsüyle yağmur yağmış, şimşek çakıp durmuştu. İki katlı taş ve bir katlı ağaç evlerin üzerlerine dik dik yağmur suyu düştüğü yerde dağılıp yayılıyordu. Gök gürültüsü işitiliyor, ardından yıldırım şiddetle düşüyor, şimşek sert çakıyordu.
Şimşek çaktığında oba yanındaki tepede iki kişi göründü. Sarp yardan inen patika yoldan çıkıp gelmişlerdi. İki kişi, birbirine bağlanmış gibi birlikte yürüyorlardı. Önce onların erkek mi kadın mı oldukları anlaşılmadı. İkisi de börklü, su geçirmeyen pelerin giymişler, başlarını aşağı indirmişlerdi.
Sonra birinin erkek diğerinin kadın olduğu çizmeleri görününce anlaşıldı. Birinin deri çizmesi uzun konçlu idi, diğerinin konçu daha kısa olan bir kadın çizmesiydi. Onların ikisinin de yanda boş kalan ellerinde el çantaları vardı.
Erkek Karamaşev Ağbay’ın oğlu Çornap adında iri yarı biriydi. Onun kırışmış yağız yüzünde traşlanmış top sakalı bir uçtan diğerine ulaşıyordu. Kadın ise Tokmaşov Miro’nun kızı İliskecek idi. O, Ruslarınki gibi sarı saçlı, güzel yuvarlak yüzlü ve parlak kahverengi gözleriyle Hakas olduğu şüpheye düşülmeyecek şekildeydi. Çornap karşıda koyun duran yerde yaşamış, kolhozun koyununu otlatmıştı. İliskecek ise rayon merkezinde doktor olarak çalışıyordu. O, bu sene öğrenimini bitirip gelmişti. Henüz kocaya da varmamıştı.
Çornap’ın on yaşındaki oğlu aniden bilinmeyen bir hastalığa yakalanmış, koyun çobanı yağmur yağmadan az önce doktoru evine getirmek üzere çağırmıştı. Oğlan daha önce de böyle hastalanıp iyileşmişti. Şimdi hastalığı yeniden nüksetmişti. Öncekinden daha kötü olmuş, karnı sertleşmişti. Annesiyle babası çocuklarının doktora götürülmesi gerektiğini anlamışlar fakat bu havada hastaneye nasıl götüreceklerini bilememişlerdi. Atı arabaya koşarlardı ama yakında geçit de yoktu feribot da. Çevreyi dolanıp gitmek ise uzun zaman alacaktı. Çocuk dayanamayabilirdi. Çornap çocuğu kucağına alıp götürecek olsa, göz gözü görmeyen karanlıkta, sarp yardaki patika yolda yürümesi çok zor olacaktı.
Çornap, İliskecek’i tanıyordu. Onun anne babası Karamaşevlerle aynı köyde idiler. Çornap onun çocukluğunu bilirdi. Küçük belikli, onların ucuna bağlanan ak ipek kurdeleli bir kızdı İliskecek. İliskecek ortaokulu bitirdiği sırada, kardeşini taş kömürü madenine çalışmaya göndermişlerdi. Ailesi de oraya göçmüştü. Kız uzun boylu hafif kiloluydu. Yakın zamanda bölge hastanesine bir iş için gittiğinde, Çornap köyündeki bu kızla karşılaşmış, selamlaşmışlardı. Beraber öğle vakti yemek yemişlerdi. Birisi hastalanırsa, İliskecek onların hastaneye gelmesini, yardımcı olacağını söylemişti.
Oğlu hastalanınca da Çornap, doğruca onun yanına gitmiş, işte şimdi İliskecek’i almış geliyordu. Doktor, koyun çobanının oğlunun nasıl hastalandığını, daha önce aynı hastalığa yakalanıp yakalanmadığını sorup öğrenmiş. Onun söylediklerini dinledikten sonra, acele etmiş. İliskecek’in güzel yüzü sert çizgilerle kaplanmıştı. Başka bir şeye bakmadan, gerekli malzemeleri hazırlayıp yola düşmüşlerdi. Böylece ciddi şekilde endişelendiği anlaşılmıştı. Çornap’la İliskecek yardan aşağı inen patika yola ancak ulaşabilmişlerdi. Ayakları altında su şarıldıyor, çamur cıvıklaşıyor, bu yüzden ayakları kayarak birbirlerine tutunarak zorlukla gidiyorlardı. Ayaklarının altında yer eriyor gibiydi. Yardan aşağıya kayıp düşecek gibi olsalar da güçlükle kendilerini toparlamışlardı. Patika yoldan çıkmamak için, yanlardaki taşlardan tutunuyorlardı. Yağmurdan ıslanan ellerine taşlardan sızan sular dökülüyor, tutundukları yerleri kayganlaştırıyordu.
“Köyü böyle bir yar üstüne niçin kurarlar ki?” diye kendi kendine söylendi Çornap.
“Oğlum, pek de güzel yetişti. Her şeyi, büyük insan gibi anlar. O, mutlaka büyümeli.” diye yüksek sesle konuştu.
Bir şeyler söyleyen İliskecek’in sözü şimşek çakmasıyla kesildi. O sırada su kıyısındaki ağaçlar, onların arasındaki açık alan görünmüştü. O açık yerde, patika yolda bir şeyin başı göğe doğru uçar gibi yukarı dikilmişti. Şimşek çakması geçince kayığı suya doğru ittiler. Kayığın iki ucuna birbirlerine yüzlerini dönerek oturdular. Çornap kürekleri çekmeye başladı. Kürekler kayığın bir o yanından bir diğer yanından batıp çıkıyordu. Suyun şarıltısı, yaralı kuşun kanatlarını çırpıp gelmesi gibi, devamlı ve hızlıca uğuldayıp duruyordu. Suyu geçmek çok uzun sürmüş gibi geldi ikisine de. Suyun üzerine yıldırım düştü. Şimşek üzerlerinde parıldadı. Nihayet kayıkla kıyıya yanaşabildiler. Kayıktan inip, onu güçlükle yarın üstüne çıkarıp bırakarak patika yola çıktılar.
Çornap’la İliskecek ilerde sönmek üzere olan ateşin pırıltısını görüp ıslak tezek kokusunu aldılar. Daha sonra aniden köpekler ürüşüp koşarak geldiler. Sahiplerini tanıyınca kuyruklarını salladılar. Küçük evin kapısını çaldıklarında ikisi de sırılsıklamdı. Kapıyı Çornap’ın karısı Marga açtı.
Masa üstünde bir gaz yağı lambası yanıyor, içeriyi çok az aydınlatıyordu. Kırlaşmış saçlı Marga onları görünce sevindi. Hemen çocuğun yattığı yere yöneldiler. Oğlan, solgun bir yüzle kendinden geçmiş bir hâlde yatıyordu.
“Paskacahım! Oğlum!” diye Marga ağlamaya başladı.
“İşte oğlum, baban geliverdi. Doktor ablanı da getirdi.” diye oğlunun saçlarını sıvazladı.
Çantalar masanın önündeki peykeye bırakılınca, İliskecek su geçirmez yağmurluğunu çıkarmış Marga da onu kapı üzerindeki çiviye asmıştı. İliskecek çantadan ak önlüğünü çıkararak giydi. Oğlanın döşeğinin ucuna oturup koltuğunun altına ateş ölçen dereceyi koydu. Stetoskopu ile göğsünü dinledi. Nabzını ölçtü. Çocuğun vücuduna iki eli ile hafifçe bastırarak muayene etti. Ateşi çok yüksekti. Şüphelerinde haklı olduğunu anladı. Çocuğun acilen hastaneye götürülüp ameliyat edilmesi gerekliydi fakat bu yağmurda hastaneye gitmek demek büyük bir zaman kaybı demekti ve bu da çocuğun hayati tehlikeyi atlatamaması anlamına gelebilirdi. Endişeyle kendisini izleyen Marga ile Çornap’a baktı.
“Apandisit.”dedi. “Her an patlayabilir. Hayati risk taşıyor. Hastanede acilen ameliyat edilmesi gerekiyor.”
Marga, acı bir çığlık koyuverdi. Çornap olduğu yere çöktü. Yağmur dışarda şiddetini iyice artırdı… Hınçla camları dövdü. Çornap birden çöktüğü yerden kalkıp doktorun ayaklarına kapanarak yalvarmaya başladı. Koca adamın gözlerinden düşen iri iri damlalar kilimin desenlerine karıştı.
“Vardır bir çaresi doktor hanım. Hı vardır bir çaresi. Bilirsin sen.” diyordu.
İliskecek, şaşkınlıkla Çornap’ı yerden kaldırdı.
“Tek çaresi hastanede ameliyat.” dedi. “Benim burada yapabileceğim bir şey yok.”
Çornap:
“Sen burda yapıver, olmaz mı?” diye yalvaran ıslak kahverengi gözleriyle doktora baktı. İliskecek bu duyduğu karşısında afalladı. Yeterli aletler olmadan hasta asla ameliyat edilemezdi. Bu mümkün değildi. Çocuğun nefes alış verişleri duyulamayacak kadar zayıflamıştı.
Marga:
“Ölüyor yavrum ölüyor!” diye bağırarak çocuğun üzerine kapandı. Çornap hâlâ yalvaran gözlerle doktora bakıyordu. Vakit tükenmek üzereydi. İliskecek:
“Çornap, sen çocuğun giysilerini çıkar. Marga hemen su kaynat. Şurdaki masanın üzerine temiz bir çarşaf ser. Çornap sen de çocuğu oraya yatır. Sonra her ikiniz de üzerinize temiz giysiler giyin ve bana yardım edin.” dedi kararlı bir sesle.
Karı koca denilenleri hiç zaman kaybetmeden harfiyen yerine getirdiler. Gaz yağı lambasını Marga masanın üzerine doğru tuttu. İliskecek çantasından ak kaplamalı teneke kutular çıkarıp, ağızlarını açtı. Ağzına burnuna ak bez bağladı. Başına ak bere, ellerine uzun parmaklı naylon eldivenler taktı.
İliskecek, çocuğun koluna iyot sürüp iğne yaptı. Çok kararlı ve ne yaptığını bilen birisi olsa da risklerin farkındaydı ve belli etmese de çok korkuyordu. Çornap, İliskecek ne derse tıpkı bir robot gibi süratle yerine getiriyor. Bembeyaz bir yüzle dikkatlice doktora eşlik ediyordu. Küçük çocuk derin bir baygınlığa düşmüştü. İliskecek çocuğun karnına doğru eğildi. Ameliyat edeceği yere tentürdiyot sürdü. Eline keskin bistüriyi aldı. Çakan şimşek ışığı masanın üzerinde yatan çocuğun solgun yüzünü aydınlattı. Marga, olduğu yere çöktü. Bildiği tüm duaları unutmuştu, sadece Tanrım diyebildi. Tanrım, lütfen!…
İliskecek, küçük çocuğun üzerine eğdiği başını kaldırıp Çornap’ın uzattığı teneke kutuya kanlı plastik eldivenlerini sıyırıp attı. Burnunun üzerine çektiği ak bezi çıkardı. Küçük çocuğu, babasının yardımıyla yatağına yatırdı.
“Oğlunuz gözlerini açtığında eskisinden daha iyi olacak, hızla iyileşecek.”dedi. önlüğünü çıkarıp kapıya yöneldi. Sabah serinliği yüzüne çarptı. Derin bir nefes aldı. Artık yağmur dinmişti.

VASİLİY ANDREYEVİÇ KOBYAKOV

(1906-1937)

Şair ve yazar Kobyakov, Şira rayonunun Ospa köyünde 1906’da doğdu. 1929 yılında Krasnoyarsk’taki Sovyet Parti Okuluna öğrenime gitti. Daha sonra Hakas kitapları çıkaran yayın evinde ve millî tiyatroda çalıştı. Bu sırada şiirler ve hikâyeler yazmaya başladı. 1933 yılında, parti komitesi onu, Hakas okulları için kitap çıkarma çalışmasını yönetmek üzere Novosibirsk’e gönderdi. 1934 yılında “Aydo” adlı büyük hikâyesini müstakil kitap olarak çıkardı. 1935 yılında hikâyeleri ve şiirleri “Hakasiya Irlapça” (Hakasya Şarkı Söylüyor) adıyla yayımlandı. 1936 yılında “Partizan Künneri” (Partizan Günleri) adlı deneme kitabını çıkardı. Vasiliy Kobyakov 1937 yılında, Stalin’in “Vatan haini, işbirlikçi” suçlamasıyla pek çok Hakas aydınıyla birlikte öldürülmüştür. Sonradan suçsuzluğu ortaya çıkmış ve aklanmıştır.
V. Kobyakov, dört yıl süren kısa yazı hayatında, deneme, hikâye, uzun hikâye dallarında ilk kitap çıkaran Hakas yazarı olmuştur. Hakas yazı dilinin kurucularının başında gelir. Hemen bütün edebî türde eser veren Kobyakov’un Puşkin, Tolstoy, Çehov, Gorkiy gibi yazarların eserlerinden çevirileri de vardır.
Eserlerinde; hanlık zamanındaki zenginlerin, yanlarında bulunan yoksul hizmetçilerine uyguladığı kötü muamele, Ekim devrimi sırasında yapılan mücadele, devrimin insanlara getirdiği rahatlık, yurt sevgisi, işlediği başlıca temalardır.
Eserleri: Aydo (Uzun Hikâye) Novosibirsk 1934, Abakan 1959. Hakasiya Irlapça (Şiirler ve Hikâyeler), Abakan, 1935. Partizan Künneri (Hikâye), Abakan, 1936. Mıltıh Tabızı (Hikâyeler), Abakan, 1966. Povestter paza Çoohtar (Uzun ve Kısa Hikâyeler), Abakan, 1969.
Kaynaklar: Pisateli i Hudojniki Hakasii, Abakan, 1997, s. 6-7. Hakasskie Pisateli, Abakan, 1990, s.4-7. Mıltıh Tabızı, Pastağı Haalğalar, Abakan, 1936. Komsomollar-olğannar, Hızıl Aal, No:216, 1958. Torka Çalğıs Kem Polğan, Kök Odıcah, Hakas Partizannarının Irı, Huzıcah, Ancı Harol, Çazıdanar Ir, Har Poraan, Çayğızı Çitse, Kamat Ağa, Baykal Köl, Çashıda, Halıh Hığırzın, Stihi (Hakas Poeziyazının Antologiyazı), Abakan, 1960, s.87-91. Aydo, Mıltıh Tabızı, Hıshılarnın Unadılğan Ordızı, Kiröske Tüzirgeni, Kazan, Pasha Kizi Anmarı, Sügen, Partizan Künneri, Hızıl Çazı, Abakan, 1982, s.6-80 .
Buraya aldığımız Aydo adlı büyük hikâye; Hakas edebiyatında türünün ilk örneğidir.
AYDO (İlk Hakas Uzun Hikâyesi)
Ovada
Bu, ilkyazda oldu. Ovanın, dağın karları eriyip çaylara, derelere, çukurlara toplandığı zamanda. Yazının içinde dumanlı gök göverip sıcak günler gelmeye başladığı anda. Bahar güneşinin ışıkları ılık nefesini yayarak gülümsediği anda. Yeni gelen çayır kuşları ovayı şenlendirip şarkı söylediği anda oldu.
Ak otlu ak ova, ala kilim örtülmüş gibi ırgalanıyor, ak yazının büyüyen otları ipek serilmiş gibi görünüyordu. Fakat şimdi, ilkyazda, onun otları kış soğuğunu geçirince kuruyup sararmıştı. Şurada burada kümelenmiş karların altından, yerden gök otlar görünüp yeniden çıkıyorlar ve kır saçlı insanın saçları gibi ağarıp duruyorlardı.
O yazının ortasında bir çiftlik kararıp duruyordu. Üzeri kurşunla kaplanmış küçük bir ev ve onun yanında melez ağacıyla yapılmış küçük bir ambar duruyordu. Bunların dışında orada büyük, açık bir ahır vardı. O, ova ortasında küçük yurt, Yakın Ağa’nın koyun sürüsünün olduğu çiftlik, “Yazı Göl” duruyordu. Yakın, çobanlarına koyunlarını ilkyazda buraya getirtiyordu.
Çiftliğin önü, yanı ve üst tarafı çamurlu, sazlık bir yerdi. Alt tarafında küçük bir gölcük vardı. O göl, orada yaşayan malın sulağıdır; bu yüzden bu çiftliğe “Yazı Göl” denirdi.
Aydo, on yaşında bir oğlan. Ak otlu ak ovaya serpiştirilmiş aşık kemiği gibi doğudaki dağa doğru dağılan büyük koyun sürüsünün ardından hoplaya zıplaya gidiyor. Onun incecik boynu, geniş börklü başını taşıyamayıp eğilmeye meyilli gibi görünüyor. Sırtında kötü, yırtık elbisesi, yağmur suyunda tekrar tekrar kalmaya dayanamayarak katılaşıp kalmış. Elbisesinin tersi düzü bilinmez hâle gelmiş. Ayaklarında büyük, tabanı olmayan, kadın ayakkabıları sallanıyor. Çıplak ayaklarını kendir iple ayakkabı koncundan bağlayıvermiş.
Aydo’nun ardınca kaba tüylü Çohırah, oraya buraya saldırıp koşarak her şeyi koklayıp gidiyor. Onun açık kulakları, kışın giyilen börkün kulakları gibi sallanıyor.
Aydo, gece gündüz, sabah çok erkenden karanlık düşünceye kadar, bu koyun sürüsünün peşinden gitmeye başlayalı üç yıl oluyor. Onun yazıda, dağda yaşarken ovanın temiz havasının keyfini bozacak tüylü Çohırah’tan başka arkadaşı yok.
Çohırah ovada koşuyor, Aydo’nun güvenilir arkadaşı. O, şimdiye kadar Aydo ile birlikte mal otlatıp kara koyunları açgözlü yırtıcıların ağzına düşmekten çok kurtardı.
Doğudaki Aylah Dağı’nın eteğine yaklaşmaz, dönüp gelmez. O, kendi geldiği yere bakarak durur. Yazı ortasındaki küçük yurt havanın ısınmasıyla alacalanıp görünüyor. O bazen gökle yer arasında yayılan suyun ortasında duruyor gibi görünüyor. Aydo, oradan sabah çıkıp akşam olunca dönüyor.
Oraya geldiğinde Aydo’ya kır başlı Kamat ihtiyar, eski hikâyeler anlatarak vakit geçirtiyor. Ondan yalan yanlış duyduğu bir şey de yok. Ve ovada giderken onunla konuşacak kimse de yok. Onun için sıkıcı. Şimdi aklına gelen şeyi maniye dönüştürerek söyleyip duruyor:
Boynuzsuz kara koyunum,
İki kuzusunu birlikte götürür.
Lezzetli otu otlayarak,
Yavrularını emzirip götürür.
Gün ışığı gökten parlayıp,
Ovanın üstünü ısıtıp götürür.
Güzel sesli çayır kuşları,
Sıcak yerden gelip, şarkı söyleyip ötüşür.
Onlar şimdi yuva yapıp,
Yavrularını çıkarıp büyütür.
“Ay aay, alçaklar!” Koyunlarına bakıp bilmiş bir sesle bağırıyor. Etrafına bakındığında Aylah Dağı’nın yamacından eyersiz ata binmiş bir kişi rahvan gidişle inip geliyordu. Ak ayaklı kızıl doru ata binmiş, kısa sarı elbiseli kişi bakarak yaklaşmıştı. Bakır kaplamalı, eski ağaç eyer üstünde bir yanına eğik oturmuştu.
Aydo, melez ağacı sopasına göğsüyle dayanıp, atlı kişiden gözünü almayarak baktı. Adam, Aydo’nun yanına geldiğinde atının ağzını salıp çekerek durdurdu. Ak ayaklı doru at, demir gemini kütürdeterek çiğneyip duruverdi.
“Merhaba, ay oğul!” At üstünden tanımadığı kişi gülümseyerek indi.
“Merhaba!” dedi Aydo.
“Koyun otlatıp duruyorsun, ha?” diye etrafına bakınıp sordu adam.
“Otlatıyorum.” dedi Aydo, sopasıyla yeri karıştırıp başını eğerek.
“Kimin koyunudur bu kadar çok?”
“Yakın’ın koyunu.” diye cevap verdi Aydo, koyunlarına göz atıp.
“Ee evet evet… Biliyorum… O, Pitro Yakın’dır, değil mi?”
“Evet, o.”
“Eee, inip sigara içelim bakalım.” diye açık yularını atın başının sol yanından üzerine attı. Onun ayakları atın iki yanına uygun olarak eğilmiş gibi bükülmüş. Küçüklüğünden beri at üstünde yaşadığından bacakları bükülmeyip de ne olacak.
“Sen sigara içiyor musun, ay oğul?” dedi Aydo’ya.
“Yok, ben sigaraya hiç alışmadım.”
İkisi birlikte şimdi karşılıklı oturdular. Gelen kişi, koynundan tabaka çıkarıp, tütünü bakır uçlu piposuna sıkıştırıp koydu. Onun sivilceli yağız yüzü, bahar rüzgârından kavrulup sertleşmiş. Kış soğuğunun izleri yüzünde açıkça görünüyordu.
“Sen nereye gidiyorsun?” diye sordu Aydo.
“Ben… Bir bölük yılkı arıyorum… Gece karanlığında iplerini çözmüştüm. Rezil hayvanlar nereye gittiler acaba? Sen bir yerde rastlamadın, değil mi?”
“Bilmem… Yılkı görmedim. Sen kimin yılkısını otlatıyorsun ki?”
“Ben, işte şu Parpus’taki Ertemey’in yılkısını otlatıyorum. Ertemey’in kendisi Rus’tur.”
“Rus ha?”
“Evet… .”
“Senin otlattığın yılkın çok mu?”
“Benim, kulun tayla birlikte binden fazla.”
“Bin!… Ooo… .” şaşırmıştı Aydo.
“O kadar hayvanı tek başına mı otlatıyorsun?”
“Biz oğlumla ikimiz otlatıyoruz. Oğlum senden uzunca. Şimdi yılkının başında yalnız kaldı. Bugün yılkıları bulamazsam nasıl bağlayıp geceyi geçirecek?” deyip üzüntüyle konuştu gelen kişi. Onun yüzü ince ince kırışıyor, düşünüp üzüldüğü yüzünden anlaşılıyordu.
“Bizim bakıcımız çok sert adam. Bir kulun veya tay bir yere girse kaybolsa ondan sonra güzel gün göremezsin.”
Onu dinleyip Aydo kendi kendine düşündü. Bu zengin olan kimseler bizim gibi hizmetçilere tatlı gün göstermeyecekler mi? Rus da olsa, kendi insanları da olsa aynılar bunlar.
Çok geçmeden gelen kimse, unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi aniden başını kaldırıp Aydo’ya sordu:
“Sen kimin oğlu oluyorsun, ay oğul?”
“Benim babam Karbay idi… Annem Tağay. Babam öldü, annem hâlâ sağ.” dedi Aydo yere bakıp otları çekip yolarak.
“Burada çoktan beri mi otlatıyorsun bu hayvanları?”
“Üçüncü yılım doluyor.”
Adam derin nefes alıp yüksek sesle ofladı.
“Adın nedir senin?”
“Adım Aydo. Senin adın nedir?”
“Benim adım Çabus.”diye gülümseyerek cevapladı adam.
Aydo’dan o kişinin böyle her şeyi sorması, konuşması, ona pek iyi geliyordu.
“Ben annemle karşılaşmayalı çok zaman geçti. Beni buradan Yakın Ağa hiç göndermiyor. Bana elbise ayakkabı da vermiyor.” O, kendi babasına sızlanır gibi o kişiye anlattı.
“Öyle… Zor oğlum, bizim gibilere şimdi hayat çok zor.” İç çekip konuştu gelen adam.
Aydo’nun aklına üç yıldır görmediği anası geliyor yüreği sıkışıyor. Gözlerinin yaşı bir bir parıldayıp çıkıyor.
“Benim babam da Yakın Ağa’nın yanında yaşarken öldü. Bir kış günü, çok soğukta, benim babamı Yakın Ağa, işe gönderdi. Sonra babam donmuş olarak geldi. Karanlıkta biz annemle bodrumda otururken babam içeri girdi. Onun yüzü ateş ışığında, akağaç kabuğu gibi bembeyaz kesilmiş duruyordu. Babam, güçlükle ateşin başına oturdu. Ben onun ellerini ve ayaklarını sıvazladım. Buz gibiydi. “Babacığım, senin elin ayağın niçin böyle ağardı?”diye sordum. “Bilmem ki yavrum nasıl oluyor? Donduğunda böyle oluyor işte.” Demişti babam. Ben çok üşüyen kişiyi işte o zaman gördüm.
O gece babam, hiçbir şey yemeden, kâbuslar gördü. Sabaha karşı ateşi çok yükseldi. O, çok konuşup konuşup kalkıyordu. Biz annemle gece boyunca uyumadık. Sabah babamın yüzü, elleri ve ayakları şişiverdi. Ellerinden ayaklarından su akıyordu.”
Çabus, Aydo’nun hikâyesini dinledikçe kendi vücudu ağrıyor gibi yüzü buruşup duruyordu. Doru at konuşan iki kişinin yanında eski otları otlayarak adımlıyordu. Aydo konuşmasına kaldığı yerden devam etti:
“Böyle, babam üç dört gün hasta yattı. Hastayken Yakın Ağa, evimize giriverip babama bağırıp duruyordu ‘Sen Karbay, ne oldu böyle döşekte yatıyorsun, işine gitmemek için Numara mı yapıyorsun?’Ondan sonra, babamın vücudundaki acıyı görmüş olmalı ki sus pus olup çıkıp gitti.
Bir akşam babam çok ağırlaştı. Bir yanına yatamayıp dönüp duruyordu. Sonunda, çok geçmeden babam sessizleşti. Sonra baktık ki babam nefes almıyor.
İşte o günden sonra annemle bana hayatın ağırlığı çöktü. O günden beri bizim annemle gidecek yerimiz yok. Yakın Ağanın yanında çalışıp yaşadık. Ağa, beni bu çiftliğe mal otlatmaya getirdi. Şimdi annem nasıl çalışıp acı çekiyordur.”
Aydo’nun böyle dillenip konuşması Çabus’un yufka yüreğini yakıyordu. Onun bütün benliğinde, onların gücüyle mutluluk içinde yaşayanları sevmediğinin göstergesiyle konuşuyordu. Aydo, ona başka şeyler de anlatıp kendi gönlünü açmayı istiyordu. O kişi, kendi gideceği yere acele etmemiş olsaydı.
Adam, doru atın kolanını yeniden bağlayıp konuştu:
“Bize de bir gün sıra gelir ya… .”Dizginini toplayıp ata atladı.
“Haydi, hoşça kal yavrum. Sağlıcakla kal. Ben yılkıları gidip bulayım.” deyip atını koşturdu.
Aydo, vedalaşıp içinden ayrılmaktan hoşlanmadığını seslenmiş fakat bu kendinde bir düşünce olarak kalmıştı.
Doru at, gem halkası şıngırdayıp, sarkık kuyruğu yayılıp, aşağıya doğru yönelip tırıs gitmişti. Sarı elbiseli yılkı çobanı at üstünde büyük bir beşikte gibi sallanarak uzaklaşmıştı.
Aydo, yine ak ovanın ortasında tek başına kalmıştı.
“Ay-ay, alçaklar, kara kurtlar!” diye koyunlara var gücüyle bağırdı.
Ak otlu ak ovada, geçitli dağlarda Aydo’nun gitmediği yer kalmamıştı. Oradaki hendeklerin, çukurların hepsini bilirdi. Onun Çohırah’ı da nerede tarla faresi, sıçan çok varsa orayı iyi biliyordu.
Sabahın seherinden akşamın karanlığına böyle uzaklara giderek çalışmak Aydo’ya çok sıkıcı geliyor fakat sıkıcı da olsa başka gidecek yeri yoktu.
Bugün Aydo malla birlikte çok erken ovaya çıktı. Onu kır başlı Kamat ihtiyar, tan atmadan önce uyandırdı. Aydo, bir şeyler atıştırarak malla birlikte yazıya geldi. Onu Kamat ihtiyar, uykusunu alıncaya kadar uyutuyordu fakat Yakın Ağa, Kamat ihtiyarı gür sesiyle küfrederek azarlamıştı:
“Sen yaşlı köpek, yediğinle de kalmıyorsun, malı geç çıkarttırıp erken getirtiyorsun. O kuru karınlıyı da içeri sokup uyutuyorsun!”
Artık Kamat ihtiyar, Yakın Ağa’nın kendisini beslemeyeceğinden korkarak Aydo’yu erkenden kaldırıyordu.
Yakın Ağa buraya, çiftliğine, sık sık gelir. Yorga giden bora atına binip gelerek buradaki ikisini tehdit eder dururdu:
“Siz köpekler, malınıza iyi bakmayıp koyunu oraya buraya kaçırırsanız o zaman düşünün başınıza ne getireceğimi. Ben sizi güzelce dövüp atarım dışarıya!”
Aydo, yumuşak otlu bir yer seçip, kötü elbisesini yere serip, dönerek yattı. Çohırah onun yanında uzandı. Güzel günün sıcaklığı ve çayır kuşlarının ötüşleri Aydo’yu uyutacak ninni gibi geliyordu. Aydo’nun gözleri kendiliğinden kapanıyor, uyuklayarak kara yere kaplanıyordu. Düşünde Aydo, annesini görüyordu. Onun annesi yepyeni ipek bir elbise giyip sırtına ipek bir palto alıp evinde yemek hazırlıyordu. Masaya güzel yemekler koyup Aydo’nun karnını doyurmak için annesi acele ediyordu. Aydo, kendisi de yeni bir elbise giymiş, masa başında saygın bir misafir gibi oturup yemek yiyerek doyuyordu. Aydo içinden; Yakın, bana malını otlattığım için parayı devamlı verdi, şimdi biz annemle birlikte mutluluk içinde yaşıyoruz diye düşünüp seviniyordu.
Böyle az mı çok mu zaman geçtikten sonra, çok uzaklardan Çohırah’ın kısık sesini işitti. Aydo aniden uyanıverdi. Rüyasına aldanıp oraya buraya bakındı.Ortada ne annesi vardı, ne güzel elbiseler ne de yemekler. Eskiyip yırtılmış, kirle kaplanmış keten gömleği üzerinde duruyordu.
Aydo, gözlerini silip etrafına bakıp dururken, Yakın’ın yorga bora atının koşturarak geldiğini gördü. Yakın, at üstünde eğri oturmuş. Çohırah, onu görerek ona karşı koşup havlıyordu. Yorga bora atlı Yakın, çok geçmeden Aydo’nun yanına ulaştı. Aydo, onun yüzünde kötü, soğuk, sevgisiz bir tavır gördü.
“Nerededir senin malların?” Yakın, bir gözünü kısarak atının üzerinden Aydo’ya baktı.
Aydo oraya buraya bakındı fakat onun koyunları uzaktaki geçidin arkasını aşmış. Yüreği çarpıp cevap verecek söz bulamıyor, gözlerini oraya buraya döndürüyordu.
“Neye bakıp duruyorsun? Ben seni, uyutmak için mi besleyip giydiriyorum?” Yine kötü, ayınınki gibi sesi işitildi. O ses bitmeden Aydo’nun başının üstünde bir kayış vızıldadı. Aydo, ilk vuruşun acısına dayanamayıp, yere yalpalayarak düşüp, oradan kötü elbisesini sürükleyerek koşmaya başladı. Çaresiz Aydo oğlanın acı sesi yayılıp, at üstünde iyice vahşileşen Yakın’dan kurtulamayarak koştu. Onun acınacak, yal-varışlı sesi bazen duyuluyor bazen kayboluyordu.
“Bir daha böyle uyumam, vurma bana! Hatta hiç uyumam. Bırak malların hepsini toplayıp getireyim.” diye yalvarıyordu. İçinden Yakın’ı hemen yok etmek geliyordu. Fakat on yaşındaki Aydo’nun yalvarmasına katı yürekli Yakın aldırmadan vuruyor vuruyordu. Kayış kamçı gibi defalarca aynı yere denk geliyordu.
“Siz böyle eğitilmezseniz sizinle başa çıkılmaz nankör köpekler!” diye gürlüyordu Yakın.
O sırada Çohırah, Aydo’nun bağırıp çağırması karşısında Aydo’yu korumak istercesine Yakın’a hırlıyor havlıyor, onunla birlikte dönüyordu. Yakın Ağa:
“Köpek köpeğe yardım mı ediyor? Ben şimdi ikinizi de gebertmez miyim?” diyerek dizini sıkıştırıp iki üzengi üzerinde durup Çohırah’a kamçıyla vuruyordu.
Aydo o sırada, arkasına bakarak acı veren kamçıdan kurtulmak için dağın yamacınca koştu.Yakın’ın tacizine Çohırah daha da kızıp sinirlenmişti. Sırtının tüyü, domuz kılı gibi dikleşmiş çok geçmeden Çohırah, keskin dişlerini çıkarıp bora atın burnuna seğirmişti. Bora at burnunu genişletip, kişneyip şaha kalkmıştı. Ot yığını büyüklüğündeki Yakın, at üstünden tutunamayarak at kaburgasına doğru düşmüş, bir ayağı üzengiden sıyrılıp başıyla yere uzanmıştı.
Yorga bora at, iki kulaklarını dikleştirerek şaha kalkıp koşmaya başlamıştı. Yakın, bir ayağını üzengiden çıkarama-yara, post gibi, sürüklenmişti.
“Tpru tpru tpru! Suyt! Suyt, melun! Suyt!” Yakın’ın sesi oraya buraya yayılıyordu. Çohırah, Yakın Ağayı yakalamış elbiselerini parçalamaya başlamıştır. Yakın’ın üzengideki ayağının çizmesi sıyrılıp çıkmış olmasaydı canlı kalması şüpheliydi. Aklını kaybedip yerde elbisesi başına bürünen kişiyi, Çohırah yeniden kalın budundan kapmıştı. Pahalı diktirdiği çizgili kara elbisesinin sol yanı çizme koncuna kadar parçalanmıştı.
“Yoo yooo köpek dölü! Vahşi hayvan!” vücudunun ağrısına dayanamayıp, gözlerini yarı açıp bağırıyordu. Sonra iki eliyle yere dayanıp kalkmaya çalıştığında Çohırah seğirip kaba etinden yakalayıp yeniden çekip oturtuyordu.
Böyle bir müddet geçtikten sonra bir şekilde ayaküstünde durup, Çohırah’tan kurtularak bora atının ardından koşmuş, Çohırah d onu takip ederek kapıp durmuştu.
“Su-uyt, melun!., Su-uyt, şeytan!” diye bağırıp Yakın Ağa iki elini yana açıp durarak post gibi dönüp durmuştu. Kara yeri aradığında eline bir şey gelmiyor, yırtıcı köpekten ayrılıp bora atının ardınca yalpalayarak koşuyordu Yakın.
“Ben seni… Yanına varırım… Gösteririm!” diye bağırıp çağırıyordu. Orada o anda Çohırah, Aydo’nun gerçek yardımcısı olmuştu. Çohırah, Aydo’ya kendi babası, annesi gibi olmuştu. Çohırah, gerçek dost olmuştu.
Çohırah, Aydo’nun yanına koşup geldiğinde Aydo, hâlâ ağlıyordu. Elleri ayakları uyuşup, sırtının eti sızlayarak Aylah Dağı’nın üstüne güçlükle çıkmıştı. Dağın öbür yamacına baktığında, oradaki obalara, oymaklara koyunların dağılıp yürdüklerini gördü. Koyun sürüsünün arkasından gidemeyen boynuzsuz, kara aksak bir koyun iki kuzusunu yanına alarak tepe üzerine çıkmış otluyordu.
Aydo, bir müddet oturduğu yerden dağılan sürüye baktı. Gözlerini kirli yeniyle sildi. Ayağa kalktı. Çohırah, kuyruğunu salladı. Ikisi birlikte Yakın’a uzak olan karşı yamaca doğru uzanan ince bir yolda yürümeye başladılar.
Yeni Yerde
Sabah doğan gün ışığı akşam vakti alçalmış, batıda duran seyrek ağaçlı dağın başına saklanmıştı. Ova içindeki akşamın nemli havası serinleyip yayılmış, yukarı uçuşup neşeyle ötüşen çayır kuşları otların arasına girip susmuşlardı. Kara çizgili, geniş kanatlı baykuşlar yol kenarına konuverip sonra yeniden yukarı atılan paçavra gibi yalpalayıp uçuveriyorlardı.
İnce keçi yolu bitip tükeneceği yok gibi bazen sağa bazen sola doğru eğrilip devam ediyordu. Aydo şimdi, mal otlattığı bildik yerlerden çok uzaklardaydı. Keçi yolunda bilmediği yerlere doğru yanındaki yoldaşıyla ilerliyordu. Karnı acıkmış susamıştı. Karanlık bastırmış gün geceye dönmüştü. Karanlıkta daha fazla dayanamayıp Çohırah ile sırtsırta yatıp uyudu.
Gün ışığı üzerlerine düşüp de kuş sesleri uykularından uyandırınca ağrımıyan yerlerini ovarak ayağa kalktı. Uzaklara bakınca sevinçle hafif bir çığlık kopardı.”Haydi Çohırah, işte yeni yerimiz.”dedi. Çohırah, Aydo’ya kuyruğunu sallayıp kulaklarını kımıldattı.
Dört atı bir arabaya koşup, birbirinin arkasına bağlamış bir kişi onlara doğru geliyordu. Adam bunları uzaktan görünce elini güneşe siper yapıp dikkatlice baktı. Çocukla köpek yanına yaklaşınca kısık gözleri açıldı.
“Sana ne olmuş böyle,ay oğul?” diyerek gülümsedi. Aydo da daha dün sohbet ettiği Çabus’u hatırlayıp sevindi.
“Hiiç kaçtım.”dedi.
“Şimdi sen bana yardım da edersin, değil mi, ayoğul?”dedi adam. Aydo, Çohırah’a sarılarak başını salladı.
“Ama ben ot yüklemesini bilmem.”dedi.
“Senin adın neydi oğul?”
“Aydo. Bu da Çohırah.”
“Ben sana ot yükletmem, Aydocuk. Sen yüklenen otun üzerinde durursun.” diyerek öndeki atını harmanın yanına çekti. Ortaya temiz bir bez serip, üzerine getirdiği nevaleleri özenle dizdi.
“Peki, dururum.” dedi Aydo yiyeceklere bakarak. Adam, Çohırah’a bir parça ekmek attı. Çohırah, ekmeği havada kaptı.
Arabanın üstüne, ot büyük yabanın çatalında gelip hışırdayarak düşüyor. Aydo arabanın bazen önüne, bazen arkasına varıyor. Hiç acele etmiyor. Çohırah, gölgede kâh gözlerini açarak kâh kapayarak onların çıkardığı sesleri dinliyor.

NİKOLAY GEORGİYEVİÇ DOMOJAKOV

(1916-1976)

1916 yılında Hızıl Has (Kızıl Kaz) adlı köyde fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1935 yılında teknik öğretmen okulunu bitirerek Ashıs (Askiz) bölgesindeki Üs Çul (Üçdere) köyünde öğretmen olarak çalışmaya başladı. Kendini geliştirmek amacıyla; önce Abakan’daki iki yıllık Öğretmen Enstitüsünü, daha sonra Pedagoji Enstitüsünü bitirdi. Moskova’ya Asistan hazırlama kursuna katıldı. Kırklı yılların başında asistan olarak çalışmaya başlamış ve tezini savunarak filoloji bilimleri adayı olmuştur.
1944 yılında, Hakasya’da yeni açılan Dil, Edebiyat ve Tarih Bilimleri Enstitüsünün ilk müdürü olarak atanmıştır. Devam eden yıllarda Enstitüde öğrencilere Hakasça dersleri vermiştir. 1949 yılında öğretmen ve yazar Domojakov’un çalışmalarıyla SSCB’nin Yazarlar Birliğinin Hakasya bölümü açılmıştır. Bu bölümün ilk başkanı da Domojakov olmuştur. Domojakov burada birçok Hakas yazarının yetişmesini sağlamıştır.
1935 yılında, bölgenin Hızıl Aal (Kızıl Köy) adlı gazetesinde Kemge Sen Sıınçazın (Sen Kime Sığınıyorsun) adlı ilk şiiri basılmıştır. Domojakov’un şiir ve düz yazıları ardı ardına yayımlanmaya başlanmıştır. Şiirleri Moskova’da, Krasnoyarsk’ta Rusça; Kırgızcayla Frunze’de; Tuvacayla Kızıl’da; Ukrayna diliyle Kiev’de yayımlanmıştır.
“lrahhı Aalda” (Uzaktaki Köyde) adlı ilk Hakas Romanı Domojakov’un kaleminden çıkmıştır. Roman önce “İrtkennin Sorıptarı” (Geçmişin İzleri) adıyla uzun hikâye olarak yayımlanmıştır. Romanın ilk bölümleri bölgede çıkarılan “Hızıl Aal” adlı gazetede tefrika edilmiştir. Yazar eserini genişleterek romanlaştırmış ve “Hakasiya Ottarı” (Hakasya Ateşi) adlı edebiyat almanağında yayımlamıştır. 1960 yılında eser müstakil kitap olarak çıkarılan ilk Hakas romanı olarak basılmıştır.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ekrem-barak-arikoglu/cagdas-hakas-edebiyati-69500128/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Çağdaş Hakas Edebiyatı Ekrem Barak Arıkoğlu
Çağdaş Hakas Edebiyatı

Ekrem Barak Arıkoğlu

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Çağdaş Hakas Edebiyatı, электронная книга автора Ekrem Barak Arıkoğlu на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв