Helete Bizim Memleket
Ekrem Barak Arıkoğlu
Ekrem Barak Arıkoğlu
Helete Bizim Memleket
Babam Arık Osman’ın Aziz Hatırasına…
Her ne kadar kafa kâğıdımda 01 Şubat 1963 tarihi yazsa da gerçekte 2 Temmuz 1962 tarihinde doğduğum, 1970’li yıllarda çocukluğumu yaşadığım, ortaokulu bitirene kadar toprağında yoğrulduğum Helete ilgili hatıralarımı ve o günlerde hayatıma tesir eden bazı insanları sosyal medya ortamında anlatmaya çalıştım. Bunu yapmaktaki amacım unutulmaya yüz tutan Helete Kültürünü hatırlatmak, genç nesillere o günün değerlerini aktarmak idi. Bu yazılar okuyucunun beğenisini kazandı ve kitaplaştırılması konusunda teşvikler oldu. Ben de bu hatıraların kaybolmaması için yazıları böyle bir el kitabında toplamaya karar verdim.
Buradaki yazılarda köy hayatının zor, kötü yanlarından ziyade insanların dayanışması, akrabalık ilişkileri, tabiatla insanın kucak kucağa oluşu, yaşanmışlıklardan çıkarılarak anlatılmaktadır. Başta Almanya olmak üzere dünyanın her yanına göç ve bu göçün yol açtığı hasret, toprağa, sılaya olan özlem Helete kültürüyle yoğrulmuş her faninin ortak duygusudur. Bu kitapçıkta bu duygulardan esintiler bulacaksınız.
Keyifli okumalar dileklerimle.
Ekrem (Barak) Arıkoğlu
Ankara /2019
HELETE: YOKLUK, GURBET, SEVDA
Helete; Kahramanmaraş’ın doğu ucunda, Malatya-Adıyaman sınırında asırlar önce Türkmenlerin karakeçilerini otlatmak için gelip yerleştikleri, baharla birlikte yaylaya göçülen, kışın köye inilen dağlar arasında saklı bir yerleşim yeridir. Helete kurulalı beri, Sürmeli ile Dede Dağlarının arasından salına salına çıkan, bir ucu taa Fırat’a kadar uzanan Göksu çayı, Helete’nin dudağından öpüp geçer. Daz, Aşık Hasan, Dede, Sürmeli, Karyağan zirvelerinde karı eksik olmaz dört beş ay. Baharla birlikte kuzeye, yaylalara çıkılınca bütün heybetiyle Nurhak dağı kimi zaman dumanlı, çoğunlukla karlı zirvesiyle karşınızda durur.
Asırlarca ağalık hüküm sürmüş, ağaların yönetiminde bugünlere gelmiştir Helete. 1960’lı yıllarda “Almanya acı vatan” icat olunca ağalık kendiliğinden bitmiş, 1960’lı yılların sonunda Belediyelik olmuştur. Büyükşehir yasasıyla Çağlayancerit ilçesinin bir mahallesine dönüştürülen Helete 1980’li yıllardaki sekiz dokuz bin nüfustan bugün dört binli sayılara düşmüş, neredeyse nüfusunun yarıdan fazlasını göç vermiştir.
***
Mart ayının ortalarında Bayırlar’da nevruz açmaya başlar. Kirli beyazdan mora, yapraklarındaki siyah benekli sarıya, kökündeki yeşil dallarına kadar dünyada benden güzeli yok der gibidir birkaç günlük ömründe. Kendisiyle aynı zamanda açan dağ eteklerindeki mor sümbüle güzelliğiyle meydan okur. Biraz da kokusu olsa yenecektir onu güzellik yarışmasında. Kösgücünüzü kaptığınız gibi yolunu tutarsınız bayırların “navrız” eşmek için. Havanın yalancılığına aldanmış soğuk almışsınızdır. Akan sümüğünüzü kolunuzun yeniyle siler bayır bayır nevruz ararsınız.
Aynı dönemde büyükler bağ budamaya giderler. Çocuklar budanmış çubukları toplayıp siyece (çite) taşırlar. Nisan ayında yaylacılar göçerler. Çocuklar ya köydeki akrabalarının yanında kalır veya oğlakları gütmek için okulun bitmesine daha çok varken bırakıp giderler. Yaylalarda göbelekler çıkmıştır. Yağmurlu günlerden sonra güneşin açmasını bekleyen göbelekler birkaç gün içerisinde boy gösterirler otlar arasından. Oracıkta yakılan ateşin üzerine sırt üstü yatırılıp üzerine tuz ekildikten sonra fıkır fıkır kaynayan göbelekten daha lezzetli ne vardır ki dünyada. Bu aylarda karlar eridiğinden Göksu coşar, odun, ağaç taş ne katarsa önüne alır getirir dağlardan. Köylüler bir yandan odunları yakalayıp bir yandan seyrederler azgın suların neleri alıp götürdüğünü. Göksu bulandığında oltayla balık avlama zamanı da gelmiş demektir. İki metrelik sırık ve iki metrelik olta ipinizin olması yeter Göksu’da balık avlamak için. Eşersiniz solucanları koyulursunuz yola. Oltanıza balığın vurması, âşık olduğunuz kızı görünce kalbinizin kütlemesi gibi heyecanlandırır sizi, hele bir de başmak balık (kırmızı benekli alabalık) yakalarsanız sizden mutlusu yoktur dünyada.
Nisan sonunda bademler olur yaylalarda, kengerler çıkar yülünecek. Burunçalık kökünden sökülür boranısı yapılır. Körmenler lezzet katar tereyağlı bulgur aşına. Dilik toplarsınız ardıç içlerinden, mayısta çiğdemlerin başları olgunlaşmıştır. Otlar büyümüştür hayvanların bayram ettiği zamandır. Haziran başlarında kuşlar yuvalarından yavrularını çıkarırlar, keklikler feriklerini. Ne de mutlu olursunuz ferik (keklik yavrusu) yakalasanız, bu o kadar da kolay değildir. Yumurtadan çıkmadan öğrenmişlerdir nasıl saklanmaları gerektiğini.
Temmuz başlarında yaylanın tadı kaçmaya başlar, otlar kurur sular yavaş yavaş azalır. Çimme zamanı gelmiştir Göksu’da. Ekinler biçildikten sonra yaylacılar yaylalardan tarlalara inerler. Hem harman işleri görülecek hem de hayvanlar yatırılarak tarla gübrelenecektir. Küçük çocukların yüzme öğrenme zamanı gelmişse, ya tusturuk (balon) ya da şalvarla yapılır bu iş. Ayaklarını bağlayıp uçkurunu sıkıştırdığın şalvar şişirince tam bir yüzme öğrenme aracı olur. Varsa 25-50 kuruş Alo’dan tusturuk alırsın iki tane şişirip bir ipin iki ucuna bağlarsın balonları olur sana yüzme öğretmeni. Ağustos sıcağında harman süren deden seni geme (düvene) oturtursa dünyanın en mutlu çocuğu olursun. Harmanın samanı hayvanlara yem, buğdayının bir kısmı unluk, bir kısmı bulgurluk, dövmelik, bir kısmı biderlik (tohumluk) olur. Samanlar tepilir hararlara (büyük çuval), dökülür portmadan (toprak dam üstünde açılan genişçe delik) sığırlığa. Tarlanın buğdayı dövme, keçinin sütü katık olur. Kaynatılır dövme katıkla karılır tarhana yapılır. Çınar yapraklarına dişlenen tarhananın kokusu kışın çorbada hissedilir.
Eylül-Ekim üzüm kesme zamanıdır. Bağa göçülür on, on beş günlüğüne. Kesilen üzüm sepetlerle huuya (üzeri dallarla kapatılmış barınak) taşınır. Çürüklerinden ayıklanır (tehlenir) orada. Tepintide tepilir, suyu çıkarılır, şıra kazanlarında bastık, pestil, pekmez yapılır. Şireniz, unluk buğdayınız, tarhananız, bulgurunuz sütünden yoğurt yağ yaptığınız ineğiniz varsa yoksul sayılmazsınız. Karnınız toksa zenginsinizdir.
Çocuksanız bütün oyuncaklarınız tabiattan derlediğiniz, çevrenizdeki taştan ağaçtandır. Gülleyi (misket) yumuşak taştan kendiniz yontarsınız. Eneğiniz zeytin çekirdeği, ardıç tüdeleği, zenginseniz sarı beş kuruşluk, on kuruşluktur. Ardıç kirçinden (çalı) gazzık (kazık) düzersiniz. Kış bir başka güzeldir. O kadar çok kar yağar ki damdan dama yürüyerek gidersiniz. Kirç toplar ateş yakarsınız. Ateşe taş koyup ısıtır uzağa fırlatır sinsin oynarsınız. Gıjjak kayarsınız bayır yamaçlarından. Eşlerim lebbik, uzun eşşek, birdirbir, mendil kapmaca, saklambaç, ver Allahım ver, çelik çomak, at kazığı, gale, top… daha neler neler vardır oynayacağınız. Uzun kış gecelerinde bir evde toplanıp içinde dev karıları çok olan masallar anlatırsınız birbirinize küllenen ocak başlarında, gece korku dolu düşler görme pahasına… Böyleydi Helete 1970’li yılların başlarında benim çocukluğumda…
Helete, çocuklar için güzeldir. Büyümeye başlayınca ekmek davası başlar. Güzel hava, dağ manzarası, kuşlar gibi özgürlük, Göksu doyurmaz karnınızı. Zorunlu gurbet başlar lise çağında. Ya Almanya’ya işçi gidersiniz ya gurbete mektebe, okumaya. Hopur’dan aşınca bilmezsiniz dönüşün olup olmayacağını. Hopur’un ardı gurbettir, özlemdir, hasrettir. Bazen çocuğa, bazen eşe, bazen ardınızda bıraktığınız yavuklunuza özlemdir. Ama herkes için toprak kokusuna, yayla esintisine, Sürmeli’ye, Dede’ye, Daz’a, Göksu’ya, Yalangoz’a özlemdir, Helete’ye özlemdir gurbette yaşadığınız. Ekmek davası çetin davadır, isteseniz de bırakmaz sizi, bazen yılda bir bazen birkaç yılda bir bayramlarda namazdan sonra mezarlığa yürümek hayatınızda en çok yapmak istediğiniz şeydir. Bütün yüzler güleçtir, sarılır herkes birbiriyle, öpüşülür, koklaşılır, sırtlar sıvazlanır. Ne de güzeldir Helete bayramları.
Gurbetten salacada gelmek acıdır. O kadar çok gurbetçisi vardır ki Helete’nin bu sıklıkla yaşanır. Özlem Kaş’tan salaca üzerinde aşınca mezarlığa doğru biter sonsuza dek. Çok özlediğiniz Helete’nize, ebedi mekânınıza kavuşmuşsunuzdur. Gençseniz üzülür, burkulur gönüller, zamanı gelmişse takdiri ilahidir bu kabul edilir sessizce, dualarla.
Tutkudur Helete, sevdadır. Ekmek vermez, kıraçtır, dağlıktır. Gurbete salar, özletir kendini. Çocukluğunuzun özgürlük tadını nereye gitseniz, kaç yaşında olursanız olunuz kim özlemez ki…
EKMEK
Çocukluğumdan burnumda tüten şeylerden belki de en güzeli ekmek kokusudur. Köyde, konargöçer hayatın en güzel yanlarından biri her gün taze süt, yoğurt, yumurta, tereyağının yanında, bir de her öğün taze ekmek yemenizdir. Anneler, nineler daha oymakta çocuklar sıcak yataklarından çıkmadan küçük bir leğende hamur yoğurarak ekmek pişirirler. Çadırın içinde ocaktan gelen enfes taze ekmek kokusuyla gözlerinizi açarsınız. Günlük, bazen öğünlük yedi sekiz ekmek yapılır. Son birkaç hamur yumağı bazlamaya ayrılır. Bazlama ekmekten daha kalıncadır. Sabahın seherinde yayılan yayıktaki tereyağından yağlı dürüm yapılır bazlamayla. Hızlı davranmalı ve taze yağı eritip dökmeden aşırmalısınız bazlamayı. Bazen de yağ bazlamaya sürülür eriyip akması böylece önlenmiş olurdu. Yağlı bazlama çocukluğumuzun unutulmaz damak tatlarındandır.
Dedelerimiz, babalarımız zamanında köylerde karın doyuracak ekmek bulamazmış. Çok şükür ben o kadar yokluğu yaşamadım fakat ekmeğin lezzetini bilirim. Gilgil, yulaf, arpa ekmeği de yapılırmış buğday yoksa. Arpa, gilgil kılçıklı olduğundan boğazdan kolay geçmezmiş ekmeği. Ben nohut ekmeği yedim. Nohut çoksa öğütülür unundan ekmek yapılırdı. Hamurunu açmak kolay değildi fakat ekmeği o kadar güzel kokardı ki… Mısırın hamuru açılmaz, dağılır o yüzden ancak kalınca bazlaması olur.
Kışın köyde olduğumuz zamanlarda Ese Emmimin fırınından açık ekmek alırdık sabah kahvaltısı için. Köyün tek fırını olduğundan hep kuyruk olurdu. Sıra beklerken Ese Emmimle muhabbet ederdi herkes. Allah rahmet eylesin keyifli, güzel bir insandı. Ekmeği gazetenin içine koyar koymaz kenarından koparırdım. Tırnaklanmış pidenin kenarı daha iyi piştiğinden çok daha lezzetliydi. Canınızın istediği kadar yerseniz eve varıncaya kadar ekmeğin yarısı biteceğinden o kadar da yiyemezdik. Kenarından tırtıklayacak kadar…
Somun icat olduktan sonra arası açılarak bulgur pilavı somunun içine doldurulur, kocaman dürüm edilerek yenilir oldu. Evde pişirilen taze ekmekler birkaç saat içinde gevreyeceğinden üzeri hafiften ıslatılarak yumuşatılır, buna “ekmek sulamak” denir. Sulanan ekmekle bulgur pilavını “sokum ederek” yersiniz. Türk yemekte ekmek yemeden karnı doymaz. O yüzden ekmek, yediğimiz buğdaydan yapılan yiyeceğe ad anlamının yanında “yemek” anlamına da gelir.
Yozgat’a veya Kırşehir’e mal edilen yaşanmış bir olay vardır. Bir çiftçi hanımıyla birlikte tarla biçerken küçük çocuğun önüne tabakla süt koymuşlar. Çocuk bir yandan ekmeğini atıştırıp kaşıkla da sütten içiyormuş. Bir yılan gelerek tabaktaki sütten içmeye başlamış. Çocuk elindeki kaşıkla yılanın kafasına vurarak; “Ekmanen ye! Ekmanen!” diyormuş. Bu olayda yılanla yemeğini bölüşme kültürü yanında, “ekmek yemezsen karnın doymaz.” gerçeğinin dile gelişi de vardır.
Sibirya’dan Doğu Türkistan’a kadar Türkistan’ın çok yerini görünce ekmek davasının biz Anadolu’daki Türklerle ilgili olmadığını anladım. Müslüman olmayan Sibirya’daki Tuvalar, Hakaslar arasında da Müslüman Kırgızlar, Uygurlar arasında da ekmek kutsaldı ve çok kıymetliydi. Yere düşen ekmek hemen alınıyor, sofrada ekmeğin sırt üstü konulduğunu gören herkes düzeltiyordu. Herhangi bir Kırgız evinin yakınından geçerseniz mutlaka durup evden çıkıp size ekmek ikram eden kişinin ekmeğinin kenarından bir ısırımlık da olsa koparmak zorundasınız. Yoksa ev sahibine hakaret etmiş sayılırsınız. Doğu Türkistan’da adım başı taze ekmek fırınlarıyla karşılaşırsınız. Doğu Türkistan’daki Uygur kardeşlerimizin ekmekleri de en az çocukluğumda yediğim ekmekler kadar lezzetliydi. Allah kimseyi açlıkla, ekmeksizlikle sınamasın. Hamdolsun şu anda ülkemizde açlık yok ama Afrika başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde insanlar karınlarını doyuracak ekmek bulamıyor. Dünyada ekmek israfının önüne geçilse yeryüzünde açlık sorunu ortadan kalkar. Ekmek nimetinin kıymetini bilip şükrederek israftan kaçınmalıyız.
TADI DAMAĞIMDA KALANLAR
Beş altı yaşlarımda olmalıyım. Babam Almanya’da. Anamla beraber birkaç kez Çetindere, Çukuryurt, Cafo yaylalarına göçtük amcamlarla birlikte. Dağlar ne kadar yüksek, küçük düzlükler ova gibi görünürdü gözüme. Kadınlar erkenden kalkar ilk iş olarak deri tulumdan yapılmış yannık (yayık) yayarlardı. Sabah pınarın soğuk suyu yannığın içine doldurulur sonra da şişirilip ağzı bağlanır, dizinle döv Allah döv. Bizim için yannığın bir an evvel “olması” önemliydi. Yayığın olması demek yoğurttaki yağla ayranın birbirinden ayrılması anlamına geliyordu. Analarımız yannık olduktan sonra yağlı dürüm verirlerdi çünkü. Sıcak bazlama arasına sürülen taze tereyağı dünyanın en lezzetli yiyeceğiydi şüphesiz.
Ortaokuldayım, 75-77 yılları. Babam yazları boş kalarak haylazlık yapmayayım diye çobanlık yaptırırdı. Bir yıl kırk kadar oğlak yaydım, başka bir yıl bir ineğimiz ve düvesi vardı onları otlattım. İnekle düveyi erkenden önüme katardım ver elini Çay. Öğleye doğru öyle bir sıcak olurdu ki bunalırdım. Beni asıl bunaltan sıcak mıydı yalnızlık mıydı bilmiyorum.
Öğle vaktinin gelmesini iple çekerdim. Çünkü Yeter Ebem (Babaannem) öğle vakti olunca bize gel diye tembihlemişti. Ebemgilin haymaları (dallardan yapılmış barınak) Gala’nın karşısında Çay’ın üst tarafındaydı. Öğleye doğru ineği ve düveyi önüme katar ebemin yanına giderdim. Ebem, haymada ben dinlenirken çalıların arasına gider, folluğu bıraktığı yerden bir yumurta getirirdi. Tavada tereyağını erittikten sonra üzerine yumurtayı kırardı. Yanına bir de taze ekmek verirdi. O kadar lezzetli yumurtayı dünyanın hiçbir tavuğu yumurtlamıyordu herhalde…
DOMATES
Hacılarlı Ömar Amcayı Rahmetle Anarak
Domates Amerika’nın keşfinden sonra dünyanın başka yerleriyle tanışmış meyvelerden biri. Fakat diğer meyvelere göre en ücra köylere kadar ulaşması zor olmamış zaman içerisinde. Gerek lezzeti ve besleyiciliği gerekse kolay yetiştirilebilirliğinden dolayı fakirin sofrasına da kolayca girmiş. Domates üzerine yapılan çalışmalardan başta kanser olmak üzere pek çok hastalığın önleyicisi olduğu da ortaya çıkarılmış.
Bizim Helete’de benim çocukluğumdan beri tarlası bahçesi olmayanlar bile başkasına muhtaç olmayalım diye birkaç karık domates dikerlerdi komşunun veya akrabanın tarlasına, bahçesine. Biz de köyün hemen yanı başındaki Hacılarlı Ömer Amcanın bahçesine dikerdik. Bahçe sabahın erken vaktinde veya akşam serinliğinde sulanmalıdır. Karıklara su bırakılıp toprağın suyu emerken çıkardığı keyifli hışırtıyı duyarsınız sessizce dinlerseniz. Bahçede bir yerlerde çıkınlanmış vaziyette tuz mutlaka bulunur. Güneşin doğduğu vakitlerde yazın sıcak günlerinde de olsa dalında domates adeta buzdolabından çıkarılmış gibi serindir. Biz çocukken kocaman kıvrımlı domatesler daha çoktu. Şimdilerde çeşitleri arttı. Domateslerin bazıları da pembe renkli olurdu. Ben bu pembe renkli domatesleri koparıp yemeyi severdim. Dalların arasında, kocaman pembe renkli domatesi elinizle koparıp pantolonunuz veya kolunuza silersiniz, iki elinize alıp ortadan ayırırsınız, sonra bir de çaprazlamasına. Bunu yaparken suları akar, küçük küçük tomurcuklanmış sular görünür içinde. Çıkınınızdaki tuzdan üzerine serpiştirirsiniz. Orta boy bir domates açlığınızı yatıştırır. Burada en güzel şey burnunuza gelen taze domates kokusudur. Dallardan elinize sinen domates kokusu yıkayıncaya kadar gitmez, damağınızdaki domates tadı da. Şimdinin hormonlu domateslerine hiç benzemeyen, bahçemizde dalından kopardığımız domatesler dünyanın en güzel lezzetlerinden biriydi. Çocukluk alışkanlığımızla büyüyünce de domatesi mevsiminde bolca tüketmeye devam ettik.
Biz Türk insanın çoğu gibi haftalık meyve sebze ihtiyacımızı semt pazarımızdan karşılarız. Ankara Eryaman’da bizim Cuma pazarımız vardır. Yaz aylarında her hafta yaklaşık altı yedi kilogram, iki çeşit domates alırız. Biri nispeten daha ucuz olan yemeklik diğeri salata yapmak için daha iyicesi. Birkaç ay öncesine kadar domatesin fiyatı bir lira civarlarında dolanıp dururdu. Evlendiğimiz zamandan beri pazara ya eşimle birlikte gideriz veya ben yalnız. Geçen hafta otuz yıldan beri olmayan bir şeye şahit oldum. Sabah bir göz attım evin yirmi metre ilerisindeki semt pazarına. Normal kalitedeki domatesin fiyatı beş lira idi. Alış verişimizi güneş batınca serinlikte yaparız. Sabahleyin hangi pazarcıda nasıl ürünler var diye bakarak yer yaptım. Akşamüzeri çıktığımızda sabah 5 lira olan domates 6 lira olmuştu. Bunu hayatımda ilk kez gördüm. Çünkü insanlar pazarlara akşama doğru çıkarlar. Pazarcılar da ellerindeki mallarını bitirmek için daha ucuza verirler ürünleri. İlk kez akşam sabahtan daha pahalı idi. Bu sabah da pazarı bir kolaçan ettim ve çok şaşırdım. Domatesin iyisi pazarda 10 lira. Hakikaten inanılır gibi değil. Türk insanı için domates önemli. Soğan kadar, patates kadar, buğday kadar, ekmek kadar önemlidir. Bunu yetkililerimiz biliyor olmalılar. Domatesin tadı kaçınca memleketin tadı da kaçar.
Yetkililerin yerinde olsam konuyu ciddiye alırdım!
ALIÇ
Sevgili Kardeşim Prof. Dr. Pervin Çapan Hanımefendiye.
Biz Kahramanmaraş’ın Helete kasabasında çocukluğumuzu yaşarken “organik” kavramı henüz icat olmamıştı. Hatta bu kavram yeni ortaya çıktı da diyebiliriz. Fakat tabii olarak tükettiğimiz hemen her şey organikti. Bugünden çocukluğumuza baktığımızda böyle olduğunu anlıyoruz.
Evimizde beslediğimiz keçinin, ineğin pakete girmemiş taze sütünü içiyor, annemizin çaldığı yoğurdu yiyor, yayığından elde ettiği ayranı içiyor, deriye basılmış kaymağını, çökeleğini, tereyağını tüketiyorduk. Kuru üzüm, pekmez, pestil, bastık, samsa, sucuk, ıravandı (çürük üzüm suyu), teh bağımızdan kendi ellerimizle yaptığımız kışlık zahiremizdi. Buğdayı ekiyorduk, biçiyorduk, harmanı dövüyorduk, samanı savuruyorduk. Unumuz, bulgurumuz, dövmemiz ve bundan yaptığımız tarhanamız da tabiat ananın kucağından doğrudan kilerimize, oradan soframıza geliyordu. “Koz”umuz ceviz ağacından, yemekten çok tokuşturmasını sevdiğimiz “yımırta”mız evimizde beslediğimiz tavuğumuzdandı. Elma, armut, şeftali, bostan, salatalık, domates, biber, patlıcan, reyhan, kabak, taze fasulye bahçemizdendi. Hatta bahçemizde evimizi süpürdüğümüz süpürge otlarını bile yetiştiriyorduk.
Yayla toprağında taze kengerimiz, çiğdemlerimiz, göbeleklerimiz, burunçalık, pekmez otu, kuzukulağımız vardı. Körmen dediğimiz yabani sarımsağımız dünyanın en lezzetli bulgur pilavına katık olurdu. Dilik (tirşik) toplardık ardıç diplerinden.
Bir de mevsimine göre yabani meyvelerimiz vardı. Nisan ayında çağla (badem), sonbaharda, ekim kasım ayında alıç ve yabani armutlar bu yabani meyvelerin önde gelenleriydi. Yabani, kirazlarımız, dağdağan, yabani incirlerimiz de vardı.
Biz Yirce’deki bağımızı eylül ayının ikinci yarısıyla Ekim ayının ilk yarısında keserdik. Yaklaşık bir ay kadar bağa göçer gece gündüz çalışırdık “şire” yapmak için. Bağımızın içinde armut ve alıç ağaçları da vardı. Ama en güzel alıç, bizim bağda değil arka tarafımızdaki komşunun siyecinde kocaman bir ağaçta oluyordu. Dünyanın en acımasız dikenleri alıç ağacındadır. Diken de denmez buna, kocaman budaklardır. Bu yüzden dallardan tutunarak alıç ağacına çıkamazsınız. Çıksanız da nereye dokunsanız dikenler batar. En iyi yol kocaman taşlar alarak ağaç dallarına fırlatmaktır. Burada en tehlikeli şey ağaca taş atayım derken birbirinizin kafasını kırmanızdır. Büyüklerden birini çağırıp dallardan tutturarak silkeletmek en güvenli yoldur alıçları dökmek için. Siyeçlerin (çalı çırpıdan çit), çalıların içine dökülen alıçları tek tek bulmak da ayrıca zahmetli bir iştir. Şimdi aşılı alıç ağaçlarının neredeyse ceviz büyüklüğünde etli alıçları oluyor. Bizim alıçlar o kadar büyük değildi. Kurtlu olup olmadığını ısırarak kontrol ederdik. Karnımız açsa kontrol etmeden bütünüyle ağzımıza atar çekirdekleri tükürürdük. Kurtları da afiyetle yemiş oluyorduk tabi. Bugün elmanın, yemişin kurtlu olup olmadığına bakılıyor “organik” olup olmadığını anlamak için. Bizim zamanımızda kurtlu olan makbul değildi ama doğal olarak biz istemesek de kurtluydu. Bizim organik alıcımızın dünyanın en şifalı bitkilerinden biri olduğu anlaşıldı son zamanlarda. Tansiyona, sindirime, strese iyi geliyormuş alıç.
Şimdi bağlar da, o ağaçlar da, o lezzetli alıçlar da yok. Veya var da bizim çocukluğumuz mu uçup gitti avuçlarımızdan minik bir kuş misali… Gitse de ne gam, yaşadık ya! Tadı damağımızda hâlâ…
KENGER
Diko Cuma’ya.
Gülüm seni alır dağa kaçarım
Yüce dağ başında çadır açarım
Kahve bulamazsam kenger içerim
Nasıl olsa gülüm seni beslerim
Haydi nazlı yarim kölen olayım.
Bu Malatya türküsündeki “Kahve bulamazsam kenger içerim.” sözü aslında bizim kasaba için hiç de anlamlı değil. Ben de kenger başağının (bizde ta*ak) kurutulup toz hâline getirilerek kahve yapılıp içildiğini sonradan öğrendim.
Çocuk için kenger iki şeye yarar. Baharda “yülüyüp” yersiniz, sonbaharda “kanatıp” sakızını yaparsınız. Büyükler için ise kenger dikeni biçilip, kurutulup, dövülüp kışın kullanılan hayvan yemidir.
Kenger çok yıllık bir bitkidir ve kökü tümüyle sökülmediği zaman her yıl aynı yerden yeşerir. Bizim yaylalarda burunçalık, teke sakalı, çiğdem, körmen, dilik, pekmez otu, yayla çayı, kuzu kulağı, mantar çeşitleri vb. gibi tabiatın koynunda kendiliğinden yetişen ve şifalı olan bitkilerdendir.
Kengerin sarı kenger ve kara kenger olmak üzere iki temel türü vardır bizim yaylalarda. Hem yülümek için hem de sakız kanatmak için sarı kenger makbuldür. Tazeyken dalları daha uzun ve suludur, kuruyunca sakızı beyaz olur. Kara kenger acımsıdır ve sakızı da yeşilimsi bir renktedir.
Bahar ayında yaylaya gidilirken yanınızda mutlaka iyi bilenmiş bir bıçağınızın olması gerekir. Kengerin taze olanın başucuna oturur hem dallarından keserek dikenli kısımlarını ayıklarsınız hem de sohbet ederek afiyetle yersiniz. Bazen taş altlarında kalmış beyaz renkli saplarını bulursanız en lezzetli ve taze yeri orasıdır. Toprağın altında kalmış kök ve gövde arasındaki bölüm de lezzetli parçalarındandır. Bir müddet sonra baş bağlayıp çiçek açar. Bu başlar tazeyken yülünürse çok lezzetlidir. Buradaki “yülümek” kelimesi bizim köyde yüzeyinden kesmek anlamına gelmektedir ve bin yıllardır Türkçenin hazinelerinden olan kelimelerinden biridir.
Enginarın karaciğer için çok faydalı olduğu söylenir. Bizim kengerin tadı enginara çok benzemektedir. İnancım odur ki kenger çok iyi bir karaciğer dostudur ve kan temizleyicidir.
Kenger bir ay içerisinde kartlaşır ve artık yenemez olur. Sonbaharda gövdesi kuruyunca sütü köküne toplanır. Kocaman küme şeklindeki kengerin dibini eşelediğinizde kök ortaya çıkar. Bu kökü keskin bıçağınızla çapraz keserseniz kökteki süt akmaya başlar. Sütün gölgede kuruması gerekir. Bu yüzden üzerine taş kapatırsınız. Bir gün sonra veya akşam geldiğinizde süt kurumuş olur. Böylece köklerde kurumuş sütten oluşan sakızlarınızı toplarsınız. İsterseniz kengerinizi yeniden “kanatabilirsiniz”. Bizde buna “göl kanatmak” denir. Toplanan sakızlar suda toprağı iyice temizlenene kadar yıkanır. Elde edilen kenger sakızları çiğnendiğinde çok serttir. Bir müddet çiğnedikten sonra yumuşar. Ağzınızda çok hoş bir kokusu vardır. Baş ağrısına iyi geldiği söylenir.
Sonbaharda kuruyan kengerler büyükler tarafından biçilerek kümelenir. Biçmeden önce kengerlerin olduğu yere “gala” dikilir. Üst üste konulan taşlara “gala” denir. Manası burayı ben tuttum, buradaki kengerleri ben biçeceğim demektir. Her kümeye “deste” denir. Bir müddet desteler kuruduktan sonra “çatal”larla toplanarak bir araya getirilip dövülür. Dövülüp iyice yumuşatılan kenger dikeni “harar” denen büyük çuvallara tepilerek köye taşınır. Kengerin kendisi diken olduğundan bu çok zahmetli bir iştir. Fakat yokluk ve fukaralıkta, hayvanın karnını doyurmak için alternatiflerden biri idi.
Ben baharda hala yaylara gidiyorum, yanımda mutlaka bıçağım oluyor. Yaylaya vardığımızda yoldan çıkıyoruz ve “belliğimiz” olan kengerlerin yanına gidiyoruz. Nasip olursa bu yıl da Mayıs ayında yaylada olacağım ve kenger yülüyeceğim…
TARHANA
Çocukluğumun güzel adamlarından Hacı Tukul Bayram Amcama uzun ve hayırlı ömürler dileyerek…
Hasan Kurucan: “Ekrem hoca, gardaş benim bir şikâyetim var. Biz eskiden ne güzel taarana şoorası içerdik mis gimi. Şimdi bir mikser çıkardılar şooranın tortu, özü kalmadı oldu tarhana çorbası. Ben o yüzden taarana şoorasını ösüyom neydiyim ben tarhana çorbasını şoora varken.” diyor.
Biz çocukken yiyeceklerimizin hiçbirinde kimyasal, katkı maddesi, bilmediğimiz hiçbir şey yoktu. Şimdilerde “organik” deyip de birkaç kat pahalıya satılan şeyler hayatımızın her anında, her yiyeceğimize doğal olarak vardı. Bu doğal yiyeceklerimizden biri de tarhana idi.
Kırk yıl önce Helete’de baharda yaylaya göçülür çadırda yaşanır, yazın tarlaya inilir hayma kurulur, sonbaharda köye dönülürdü. Keçi sürüleri kömlerde (kışın yayladaki hayvan barınağı) kalırdı. Bu göçer hayatı günümüzde çok az kaldı. Göçerseniz geçim kaynaklarınız belirlidir. Hayvanlarınızdan aldığınız süt, yoğurt, yağ, ayran, et, kıl, yün; tarlanızdan aldığınız buğday, saman, nohut, fasulye, birkaç ağacınız varsa ceviz; bir de bağınız varsa kuru üzüm, bastık, pestil, sucuk, pekmez. İşte bütün yiyeceğinizi bunlardan çıkarırdınız. Buğdaydan un, dövme, bulgur elde ederdiniz.
Tarlanızdaki buğdaydan pişirerek kabuğunu aldırdığınız dövme ile hayvanınızdan aldığınız süzme (katık) nin birleşmesiyle yapılır bizim tarhana. Türkiye’nin çoğu yerinde bilinmez. Tarhana denince kırmızı toz şeklinde olan ve çorbası yapılan yiyecek akla gelir.
Hayvandan alınan süt önce yoğurt yapılır, yoğurt su katılarak yayılır ve yağı ayrılır. Kalanı ayrandır. Ayran keçi derisinden tulumlara (bizde yannık) konulur. Tulumlarda uzun süre suyu çekilen ayran koyulaşır süzme katık olur. Tarladan alınan buğdayın bir kısmı değirmende dövme yaptırılır. Katık ve dövme hazır olunca tarhana yapımı zamanı gelmiştir. Tarhanaya bizim köyde “tahrana / taarana” denir. Ondan yapılana da “şoora” (yani çorba).
Dövme çok büyük şıra kazanında kaynatılır. Bu saatler süren zahmetli bir iştir. Kaynatma işi dövme lapa oluncaya kadar devam eder. Kazan devamlı karıştırılmalıdır ve dibi tutturulmamalıdır. Bu “keşkek” aşının etsiz şeklidir. Tereyağıyla nefis olur. Soğumaya bırakılan keşkek büyük bakraçlarla boşaltılarak önceden hazırlanan katıkla karılır. Bu ayran aşının koyu şeklidir. Bu karışım bir gün bekletilir. Mayhoş, ekşimsi bir tat alsın diye. Kıvamı uygunsa sabah erkenden önceden hazırlanan çınar dalları üzerine avuç içi kadar alınarak bırakılır. Her bir parçaya “diş” denir. “Bir diş tarhana” açlık bastırır. Birinci günün sonunda “tahrana” yarı kuruyup yenecek kıvama gelmiştir ki bunun adı “firik”tir. Konuya komşuya ikram edilir. Akşam dişler döndürülür. Genellikle ikinci günün sonunda tarhanamız kurumuş olur, kurumamışsa bir gün daha bekletilir. Tahrana çuvalına doldurulur ve eve götürülür. Kışlık sabah kahvaltınızı kurtardınız demektir yeterince tarhananız varsa.
Bağınızdan kestiğiniz üzümü şıra (bizde şire) yaparsınız. Üzüm suyundan kaynattığınız pekmez de dünyanın en lezzetli, doğal besin kaynaklarından biridir. Hele kırda, bayırda, tarlada çalışanlar için vazgeçilmez enerji kaynağıdır.
Efendiimmm… Bizim çocukluğumuzda çay, zeytin, peynir o kadar da revaçta değildi sabah kahvaltılarında. Sabah evin içini sobanın veya ocaklığın üzerindeki tarhana çorbasının mis gibi kokusu sarardı. Tarhana çorbası çomçayla (çömçe) ezilerek karıştırılırdı. Kıvamına gelince indirilirdi. Sıcakken bir çomça alıp ağzınızı yakarak içmenizden lezzetli bir şey olmazdı. Yanında birkaç yufka ekmeği, bir sehen (tabak) pekmez dünyanın en doğal ve lezzetli sabah kahvaltısı olurdu…
Şimdi tarhana fabrikalarda yapılıyor, içine ekşitmek için limon tuzu katılıyor, kağıt gibi, “Maraş cipsi” deniyor. Bizim avuç içindeki diş “taaranamız” kalmadı.. Çınar yaprağına serilmiyor, çınarın kokusu ve şifası sinmiyor içine… Zaman dönek, her şey gibi bizim doğal “tahrana”yı da yedi yuttu Hasan Kurucan kardeş… Papırga tarhanasıyla idare edeceğiz mecburen…
Bu yazıda bahsi geçen pek çok şey ayrı ayrı yazı olmalı… Bu yüzden genel anlatmak durumunda kaldık.. Okuyucu eksikliklerimizi affetsin…
KIRMIZI BENEKLİ
Peder Halil Solak kardeşime
Heleteli bir çocuksanız hayatınızın en kayda değer güzelliklerinin Göksu ile bağlantısı vardır. Ya yüzme öğreneyim derken “buncukmuşsunuzdur” veya hayatınızda hiç kimsenin anlayamayacağı ve tadamayacağı bir balık yakalama macerası yaşamışsınızdır. Tusturuk, höpçük, zıılamak, buncukmak, Gannı büat, Garaçay, Başmak balık, Sarı balık, Bıyıklı, Kum Balığı… ve daha pek çok kelimenin anlamını dünyada ancak siz biliyorsunuzdur…
Göksu, Helete’ye can verir. Göksu Helete’nin çocuğunun hayatına anlam katan maceralar sunar. Heleteli bir çocuksanız her mevsimin güzelliğini ayrı yaşarsınız. Kışın “gıjjak gayarsınız”, baharla “kösgüçünüzle navrız eşmeye” çıkarsınız. Yazın sıcağında Göösu’nun serinliği yetişir imdadınıza “tusturukla” yüzmeye çalışırsınız. Son bahar “daş armıdı”, “başşak”, alıç zamanıdır…
Ama her şeyin başı ve sonu Göksu’dur. Baharda Göksu boz bulanık akar. Bazen öylesine hiddetlenir ki, yaylada ne kadar kütük, kökü sağlam olmayan ağaç varsa katar önüne götürür sonsuzluğa doğru.
Göksu, Yılan Ovası’ndan alır ilk gözyaşlarını, sonra Umutlu, Perişanlar, Nurhak, Evren, Galacık, Kırkpınar, Kısık… Salına salına gelir elleri kınalı bir Türkmen kızı gibi… Helete’nin kıyısından geçer, seyirlik bir tat bırakır geçerken Helete’den. Hemen her yıl ağaç tahtadan yapılmış körüsünü önüne katar götürür.
Çok değildir Göksu’nun sunduğu nimetler… Zenginleştirmez geçtiği yerleri… O, adeta dokunmaya kıyamayacağınız nergis çiçeğine benzer, sümbüle benzer, on yedi yaşında, deli taylar gibi yerinde durmaz, bir Türkmen kızıdır. Öyle güzeldir ki sadece seyredersiniz. Bilirsiniz ki dokunursanız üzülür, solar, canlılığını, kokusunu kaybeder. Dokunmamalısınız, sadece seyretmelisiniz onu…
Ama Dünyada benzeri olmayan bir güzellik, lezzet de sunar size… Kırmızı benekli alabalık… Adı vardır Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerinde Kırmızı benekli alabalığın. Adı vardır ama gerçek olanı bir tek Göksu’dadır. İlkokula gidiyorsunuzdur. Hafta sonunun gelmesini iple çekersiniz. Baharda boz bulanık akan Göksu’da oltayla balığa çıkacaksınız arkadaşlarınızla. “Sarı balık” dediğiniz sazan koklayamaz oltanızın ucundaki taze solucan lezzetini. Ama yıllarını Göksu’da solucan hasretiyle geçirmiş “başmak balığınız” (Kırmızı benekli alabalık) daha suya düşmeden alır solucanın kokusunu. Oltanız suya düşmeden kapıverir solucanı ve aniden yutar boğazının derinliklerine kadar zokayı. Öyle bir vuruşu vardır ki oltayı, kalbinizin atışını duymaz fakat bu vuruşu ruhunuzun en derinliklerinde hissedersiniz. Ve elli yıl sonra yazarken aynı duyguları yeniden yaşarsınız. Avcının ani hareketiyle kendinizi karada bulursunuz eğer taze solucan kokusuna kanmış bir kırmızı benekli alabalık iseniz. Bu başmak balığının dünyada son nefes alışları olurken acımasız avcının yalan dünyada alabileceği en güzel hazlardan biridir. Ve avcıya yalan dünyada sunulmuş lezzetlerin en kıymetlisidir sırtı közde, üzerindeki tuzların acısıyla sulanan alabalığın fokurdayan sulu, dünyanın en güzel, pembesi görünümündeki etin lezzeti…
KEKLİK
Ailemizin Son Avcısı Arık İsmail’e
Kekliğidim vurdular
Kanadımı kırdılar
Daha ben neyidim ki
Anamdan ayırdılar…
Meşhur türkümüzde kekliğin vuruluşu çocuğun anasından ayrılışına benzetilmiştir ki acıların en büyüğüdür. Keklik, sevgili gibi kınalıdır, onun yürüyüşü sevgilinin sekişidir. Seher vakti öter keklikler. Baharda eşlerini bulur mayısta, haziranda yavrularını çıkarırlar. Kekliğin dişisine meri, yavrusuna ferik denir. Ferikler yumurtadan kaçıp saklanmayı öğrenmiş olarak çıkarlar. Çocukların en çok keyif aldıkları şeylerden biri ferik yakalamak olsa da bu pek kolay olmaz. Çocukluğumun geçtiği baba ocağında hep keklik vardı. Sabah vakti kurulmuş saat gibi ötmeye başlar ve bizi uyandırırdı. En güzel kuş seslerinden biridir keklik ötüşü. Bir de geceleyin yaylada guguk sesi.
Rahmetli babam 1970’li yıllarda köyde yaşadığımız sürede sıklıkla ava giderdi. İyi bir uçar avcısıydı. Her avdan bir veya birkaç keklikle dönerdi. Allah taksiratını affetsin, sorgusu varsa bu keklik avındandır diye düşünmüşümdür. Çünkü çok dürüst bir hayat yaşadı ve bunu biz çocuklarına da öğretmeye çalıştı. Onun bize miras kalan tüfeğiyle ben de epeyce ava gittim. Hiç keklik vurmak nasip olmadı. İyi ki de olmadı.
Keklikler baharda kızgınlık zamanında kum üzerinde “ağnadılır” (yani kumda debelenmesi sağlanır.). “Çıtlık” adındaki yeşil otla beslenir, buğday, bulgur vb. tahıl ürünlerini de yer. Kafesiyle birlikte avlağa götürülerek bir çalı üzerine yerleştirilir. Avcı 15-20 metre uzakta kendisinin saklanacağı çalılarla kaplı bir yer yapar. Buna “efsin” denir. Kafesteki keklik ötmeye başlayınca oranın asıl sahibi olan yabani keklik onunla kavga etmek için uçup gelince avcı tarafından vurulur…
Keklik gibi kanadımı süzmedim
Murad alıp doya doya gezmedim
Bu kara yazıyı kendim yazmadım
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyle imiş ağlarım bazı
Gönül ey sebeb ey
Bu Erzincan türküsünde kekliğin kanat süzüp uçuşu anlatılmış. Keklikler kanatlarını süzerek uzun mesafelere uçarlar. Kışın çok kar yağdığında aç kalırlar. Kanatları ıslanınca uçamayan kekliğe “kamalak” denir. Çok kar yağınca avcılar gruplar hâlinde kamalak avına çıkarlar.
Bilinçsiz avcılık sebebiyle kekliklerin sayıları azaldı. Keklikler gruplar halinde sıcak yerlere göçerler buna “sökün” denir. Ama hepsi göçmezler bazıları bulundukları yerde kalırlar. Daha çok kayalık, taşlık yerlerde vakit geçirirler. Bir ferik yakalama heyecanı da ben yaşadım çocukken. Tepede kardeşim Ali’yle oğlak yayıyorduk. Aniden bir sürü feriğe rastladık. Daha o gün çıkmışlardı. Galiba yedi sekiz tanesini yakaladık. Bisküvit kutusuna koyup eve götürürken karşımızdan Topal Ökkeş Amca geldi. Ona sevinçle feriklerimizi gösterdik. “Oooo yavrum bunlar çil keklik yavruları, işe yaramaz, götürüp yerine bırakın” dedi. Üzgün ve çaresiz vaziyette hepsini yakaladığımız yere bıraktık. Sevinçle bir kaçışları vardı görmeliydiniz.
Şu anda aklıma geldi… Allah uzun ömür versin, Topal Ökkeş Amca bizi kandırdı mı yoksa!?
NAVRIZ
Erdemliler Kötü Köşker ve
Arık Osman’a dua ettirme dileğiyle…
Prof. Dr. Ahmet KAYACIK kardeşime
“Navrız” Farsça nevruz kelimesinin bizim köydeki şekli. Nev =yeni, ruz=gün (yenigün) demek. Fakat biz kelimeyi “yenigün” anlamında değil, baharın habercisi olan “nevruz çiçeği” anlamında kullanıyoruz.
Allah en güzel insanları yarattı. İnsanlar içinde çocukları, genç kızları. Tabiatı milyonlarca çeşit bitkiyle süsledi. İnsanın gözü gönlü açılsın, güzelliği keşfetsin diye. Bazı güzellikleri diğerinden üstün tuttu. Bitkiler içinde çiçekleri güzel yarattı. Çiçekler içinde gülü, sümbülü, nevruzu güzel yarattı.
“Neden hep güzel, iyi olan şeyin ömrü kısa oluyor.” diye sıkça duyarız iyi bir insan vefat ettiğinde. Ben Recep Yazıcıoğlu, Adnan Kahveci isimlerini hatırlıyorum hemencecik. Sadece güzel insanlar genç yaşlarında güzel atlara binip gitmiyorlar. Tabiatın güzelliğine güzellik katan en güzel çiçekler de kısa ömürlü oluyorlar. Göbelek (mantar, kelebek), sümbül, nevruz, nergis ne kadar da kısa ömürlüdür.
Sümbülü düşünün soğanı on bir aydan fazla hazırlık yapar yerin altında gün yüzüne çıkıp güzelliğini göstereceği bir hafta için. Baharda yaylanın havasına öyle bir güzellik, rayiha (koku) katar ki çocukluğunuzda aldığınız bir nefes, kırk yıl sonra gurbette o anı hatırlayıp derin nefes aldığınızda yeniden ciğerlerinize dolar.
Bizim navrız, bana sorarsanız yeryüzündeki en güzel çiçektir. Çocukken “navrız”ın çıkması biz çocukların kanının kaynaması, bayırlarda özgürce dolaşma, mart güneşine aldanıp koşturmaca ve ardından üşütme anlamına gelirdi.
Navrıza gitmek için iyi bir “kösküç”ünüzün olması gerekir. Kösküç, meşe sopası ucu yassı şekilde yontulduktan sonra, ateşte hafifçe ısıtıp sağlamlaştırılarak yapılır. Navrız, burunçalık, tekesakalı, çiğdem eşmek için “kösküç” gerekir. Kazmanın tabiattan elde edilmiş şekli diyelim. Navrızın birkaç günlük ömrü vardır. Kopardığınız anda solar. Bu birkaç günlük ömre inat o kadar güzel renkleri vardır ki dünyanın bütün ressamları bir araya gelse bu güzelliği resmedemezler. O ancak Allah’ın yaratacağı güzellikte bir eserdir. Bayırlarda dağılıp navrız ararken “buldum, buldum!” diye bağırarak koşarsınız. Taşlık yerleri sever. Ya kökünden sökersiniz veya açmış başından koparırsınız. Kökünü sökmezseniz sonraki yıl yine biter.
Sümbülün dalları kıvırcıktır, sevgilinin kıvırcık saçı sümbüle benzetilir. Navrızın dalları dalgalıdır, lepiskadır. Gönlünüzü alır. Aytmatov “Gün Olur Asra Bedel” demiş. Sahiden bazen hayatımızdaki bazı günler biz demez miyiz “hayatımın en güzel anı, her şeye değdi, bunu da yaşadım ya ölsem gam yemem.” diye. Navrız da birkaç günlük hayatında dünyadaki bütün güzelliklere meydan okur, görüp görebileceğiniz en güzel renk cümbüşü o dallar üzerindedir. Kavuniçinden civcivağzına, erguvan pembesinden benekli karaya, kirli beyazdan süt rengine, eflatundan mora öyle güzel süslenmiş bir manzarayla karşılaşırsınız ki ömrünüz boyu bir daha unutmazsınız. Etrafını saran dallar tabiatın en saf yeşiliyle “çenet”i korur. Genellikle dallar üçgen şeklindedir ve iç içe geçmiştir. Sapından kopardığınız navrızı ters döndürüp parmaklarınızın arasında döndürerek doğurtursunuz. Bizim tabirimizle “guzlatırsınız”. Bu esnada “oğlan mısın, gız mısın?”(?) diye söylenirsiniz. Biraz döndürdüğünüzde iç içe geçmiş çenetlerden biri ayrılarak yere düşer üç dalı üstüne. Navrızınız guzlamıştır. Guzlamak aslında koyun için kullanılan “kuzulamak” kelimesinden gelse de bizim köyde insan dahil her canlının doğurması için kullanılır neredeyse. Sonra alır afiyetle yersiniz bu güzelim çiçeği, şekerimsi bir tadı vardır. Kim bilir hangi şifaları içinde barındırır? “Nevruz” Türkün olduğu her coğrafyada, o kadar çok renkte ve biçimde kutlanır ki bir nevi hayatın her renginin her coğrafyada farklı biçimde doğuşunun, zenginleşmesinin adıdır. Bizim Helete kasabamızda ise çocukları tabiata aşık eden kısacık ömürlü dünyanın en güzel çiçeğinin adıdır “navrız”.
ARDIÇ
Gurbette Ardıç Kokusu Burnundan Gitmeyen Belecik Muharrem’e
Çocukluğumu hatırladığımda ardıç ne de çok vardı Helete kasabasındaki hayatımızda. Sarı ardıç, kara ardıç, boz ardıç, tiken ardıcı diye dört çeşidini hatırlıyorum. Tiken ardıcı en işe yaramayanı gibi görünse de ne çok faydası vardır. Yere yatık çalı olarak kalır. Dallarından “serpene” yapılır baharda budanan bağların çubukları bu serpeneye sarılırdı. Bu yere yatık çalılar tavşanlara yatak, kekliklere başka kuşlara yuva olur. Kışın aşırı kar yağdığında hayvanlar bu çalıların içinde gizlenirler. Karı, yağmuru tutarak erozyon oluşumunu engeller.
Sonraki hayatımda aslında ardıcın Türk kültürünün en önemli ağaçlarından biri olduğunu öğrendim. Sibirya’da “artış” deniyordu. Her evde mutlaka kurutulmuş ardıç dalları vardı. Ve bu dallar kötü ruhları kovmak için yakılıyor, insan kötülüklerden ardıç dumanıyla uzaklaştırılıyordu. Aynı şey Kırgızistan’da da çok yaygındı. Tütsüyle kötülükleri kovma işinin insanoğlunun en eski inançlarından olduğunu böylece öğrendim. Sibirya’da da benim doğup büyüdüğüm kasabada da ardıç ağacı kesilmesi hoş görülmüyordu. Çünkü bir ardıç ağacının büyümesi çok uzun yıllar alıyordu. Yetişmesi ardıç kuşunun (bizim köyde “cırrık” denir) yiyip dışkılamasından sonra tohumların yeşermesiyle ancak mümkün olabiliyordu. Ardıcın düzgün uzunca yetişen gencine “doruk”, bu doruğun kesilip çit, çadır, hayma direği için kullanılanına “gakma” denirdi. Sibirya’da kam (şaman) ağaçlar, Türkiye’de dede ağaçlar, ziyaret ağaçları, çaput bağlanarak dilek dilenen ağaçlar bizim en eski kültürel geleneklerimizdendi ve ana ağaç ardıçtı. Ardıç ağacının gölgesi serindir, ne üşütür ne de çok sıcaktır, dinlenme iyi bir uyku için idealdir. Yine ardıçların dibinde pekmez otu dediğimiz çayı yapılan bir bitki de yetişir. Aynı şekilde bizim kasabada “dilik” dediğimiz başka yerlerde “tirşik” adı verilen bir bitki de ardıç ağaçları altında yetişir. Çorbası çok şifalıdır, idrar söktürür. “Dilik vurmak” tabiri bu bitkinin çorbasını yapmak anlamında kullanılır.
Çocukken kışın hayvanlar ya yaylada kömde veya evlerin altındaki sııllık (sığırlık) da besleniyordu. Şimdiki gibi hazır yem olmadığından hayvanların iki temel yiyeceği vardı. Keven ve ardıç dalı. Ardıcın üzerindeki sarı çiçeklere “çekem” denirdi ve çok besleyici olduğu söylenirdi. Asıl işimize yarayan hayvanlara dalları yedirilen ardıçların çalıları idi. Kışın soğuğunda sokakta çocuklar ateş yakar hikâyeler anlatır dinlerdik. İşte bu ateş başı sohbetlerinin olması için yakacak “kirç”e (çalı-çırpı) ihtiyaç vardı. İkincisi de çocukken biz sıkça kazık oynardık. Kazık dalları yenmiş ardıç çalısından düzülür, her birimiz balta, nacakla beşer onar kazık düzer, küllükte, zibil üstünde, çamur yerlerde kazık oynardık. Eve gelince dayak yemeyi göze alarak tabi. Dalların ucundaki “tüdelekler” (yuvarlak tohumlar) misketimiz, bazen de “enek”imiz (yenilince kazanana verilen şey) olurdu.
Ardıç çırpısı ateşi tutuşturmak için kullanılır, çabucak yandığı için iyi bir ısınma aracı değildir. Atalarımızın mezarlarının başucunda ve ayakucunda belki yüz yıl öncesinden dikilmiş mezar ağaçları çürümeden bugüne kadar gelmiştir. Yine mezarın içine cenaze toprakla temas edilmesin diye ardıç ağacından biçilmiş tahtalar çaprazlama konur. Evlerde kullanılan ardıç mertekleri elli yıl sonra bile dünkü gibi sapasağlam durur. Çok uzun yıllarda yetişmesi, tahta olarak çok dayanıklı olması sebebiyle kıymetlidir ardıç ağacı. Bana sorarsanız yaylada hafif esen bahar rüzgârıyla gelen ardıç kokusu şifalıdır. Ali Akbaş ağabeye “sizin şiirleriniz bana niçin bu kadar içli geliyor?” diye sorduğumda “aynı pınardan su içtiğimizden, aynı yaylayı yaylayıp, havasını soluduğumuzdan” demişti. İşte Ali Akbaş ağabeyin o güzel şiirlerinden biri Ardıcın Türküsü:
ARDICIN TÜRKÜSÜ
Torosların tepesinde
Tel duvaklı bir ardıcım
Yemenimi yele verdim
Buluta karışır saçım
Torosların tepesinde
Üç budaklı bir ardıcım
İmrenirim uçan kuşa
Maviliği sevmek suçum
Torosların tepesinde
Yeni yetme bir ardıcım
Ben yanarsam orman yanar
Çamlıbele sığmaz acım
Torosların tepesinde
Eli bağlı bir ardıcım
Tepemden Turnalar geçer
Katılmaya yetmez gücüm
Torosların tepesinde
Dalı kırık bir ardıcım
Gönülsüz kızlar gibiyim
Beni kınamayın bacım.
Ali Akbaş
HÖLLÜK
Eledim eledim höllük eledim
Aynalı beşikte canan bebek beledim
Büyüttüm besledim asker eyledim
Gitti de gelmedi canan buna ne çare
Bir güzel simadır aklımı alan
Aşkın ateşini (sevdasını) canan serime salan
Bizi kınamasın ehl-i dil olan
Yandı ciğerim canan buna ne çare
Bizi kınamasın ehl-i dil olan
Gitti de gelmedi canan buna ne çare
Aysun Gültekin veya Muzaffer Akgün’den dinlemeniz gereken bu türkünün sözlerinde geçen “höllük” kelimesini yeni nesillerimiz bilmiyorlar. Pek çok şey gibi höllük de teknolojinin gelişimi, kültür değişmesiyle birlikte tarihin sarı yaprakları arasındaki yerini aldı. Buna benzer binlerce kelimemiz türküler var olduğu sürece yaşayacak.
Daha 30-40 yıl öncesine kadar doğan çocuklar beşiğe belenirdi. Beşiğe sıkıca kundaklanmadan önce kundak bezinin bebeğin poposuna gelecek kısmına ıslandığında çamurlaşmayan boz renkli topraktan konurdu. İşte bu boz toprağa “höllük” denirdi. Bebeğin altına höllük konunca bebek ihtiyacını giderdiğinde altındaki bezi kirletmiyor, kirlenen höllük helgin ile alınarak atılıyordu. “Helgin” ucu yassı uzunca sapı olan ve höllüğü ısıtmaya yarayan demir bir araçtı. Ocakta hafifçe ısıtılır, sonra höllük bu sıcak helginle karıştırılırdı. Böylece belenecek bebeğin altında kalan höllük ısıtılmış ve bebeğin soğuk toprakta üşümesi önlenmiş olurdu. Höllük her yerde bulunmazdı. Bulunduğu yere “höllüklük” denirdi. Özel olarak bulunduğu yerlerden elenip çuvala doldurularak getirilirdi. “Eledim eledim höllük eledim” sözlerinden kastedilen budur.
“Höllük” Türk lehçelerinin çoğunda yaşayan “öl” (ıslak, nemli) kelimesinden türetilmiştir. Kelimenin başına “h” getirilmiş ve sonuna da –lük eklenmiştir ki asıl anlamı “ıslaklık, ıslaklık için” demektir.
Elbette eskiden bebekler beşiklere çok sıkı bir şekilde kundaklanıyordu. Günümüzde kundaklamanın bebeğin uyuması için gerekli olduğu fakat kalça çıkığı riskini artırdığı için vücudun alt bölümünün çok sıkı yapılmaması öğütleniyor. Bir de devamlı sırt üstü kundaklandığından kafalarımız yana doğru yassı olurdu. Bebeğin karın üstü yatırılmasının da boğulma riski olduğundan sırt üstü yatırmanın daha uygun olduğu düşünülüyor.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ekrem-barak-arikoglu/helete-bizim-memleket-69500125/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.