Bir Hilal Uğruna
Ertuğrul Karakuş
Br. Ertuğrul Karakuş
“Bir Hilâl Uğruna”Balkan’dan Anadolu’ya…
“Bir hilâl uğruna!…”
Balkanlar’dan Anadolu’ya koşanlara…
1. BALKAN’DAN ANADOLU’YA ŞEHİTLİK VE GAZİLİK KÖPRÜSÜ
BUDAKLAR’LI GAZİ HAMZA YAKUP
Hanımefendi romancı ve mütefekkirlerimizden Safiye Erol’un da belirttiği gibi Balkanlar’da medeniyet zirvesine ulaşan Osmanlı, cihan devletinin şanlı günlerine ulaşmak için çaba harcadığı bir zamanda, 1892 yılında Manastır’a yakın Budaklar köyünde doğdu Hamza… Yahya Kemâl’in de o güzel şiirinde;
“Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik…”
mısralarıyla anlattığı o ruhla defalarca akınlar olmuş bu topraklara… Bu akınlar, “îlâ-yı kelimetullah” mefkûresiyle olduğu kadar, bu toprakları yurt edinmek amacıyla da yapılmış…
Aydınoğlu Gazi Umur Bey…
Evrenosoğulları…
Kara Timurtaş Paşa…
Sultan II. Murat…
Sungur Bey…
Fâtih…
Bu bölgeye ilk akın, “gemileri karadan yürüten ilk Türk komutanı” olarak bilinen Aydınoğlu Gazi Umur Bey ile gerçekleşmişti…
Anlı şanlı Umur Bey…
Vakanüvis Enverî’nin “Düsturname-i Enveri” adlı eserinde gazâlarını anlata anlata bitiremediği Umur Bey…
Evrenosoğulları… Varlığını Balkanlar’ı “vatan” edinmeye adamış, Yenice-i Vardar (Vardar Yenicesi)’ı vakıf merkezi ilan ederek Balkanlar’a Necip Fazıl’ın tabiriyle “çil çil kubbeler” serpen aile…
Ve Manastır Ovasını rüyalarında kim bilir kaç defa hasretle gören Kara Timurtaş Paşa…
Manastır’ın mâmur bir İslâm beldesi olması için gayret eden, Manastır üzerinden kutlu seferlere giderken bile Manastır’a camiler, köprüler yaptıran Sungur Bey…
Özellikle Sultan II. Murat ve Fâtih zamanında Manastır ovası, Türkmen obalarıyla şereflenir…
Kınalı, Mescitli, İligler, Budaklar, Kanatlar, Şerîfeler, Hasanobalar, Musaobalar…
Ustres, Delukoğan, Kişova, Borodin, Dihova, Cinci-bol, Kazani, Dolniçe, Lera, Ramna, Esmekova, İvmirova, Dervenik, Obednik, Suhudil, Orhova, Pirpice, Makova…
II. Murat ve Fâtih’in iskân faaliyetleriyle Anadolu ruhu üflendi bu güzel topraklara…
Dağlarda, ovalarda köpük gibi koyunlar, keçiler…
Köylerde çocuk sesleri, ezan sesleri… Bu seslerle bereketlendi Kara Dere’yle sulanan Manastır Ovası…
İşte böyle bir memleketten gitti Çanakkale’ye Hamza Yakup.
Bu kadar emekle vatan yapılan Manastır ovası, tarihin cilvesine bakın ki, Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinde de önemli rol oynar…
Eğer açılırsa kutu, söylenilse kötü, kaymakçalan dağları da, Baba Dağ da, Pelister de, Drahor da kan ağlar…
Aslında Budaklar’lı Hamza Yakup ve onlarca “Evlâd-ı Fâtihân”ın Çanakkale’ye koşmaları, bu topraklardan Osmanlı çekilse de, Anadolu ruhunun çekilmediğinin bir ispatıdır.
Ve Çanakkale…
Vatan sevgisinin, insan seciyesinin, yiğitliğin, fedakarlığın, vefakarlığın, imanın; bunun tam tersi olarak da yalanın, hainliğin, acımasızlığın, açgözlülüğün olanca şiddetiyle çarpıştığı yer…
Bir dönem, cennetin de cehennemin de kapısı olan yer…
Hakk’ın geldiği, batıl’ın zâil olduğu yer…
Zaferden sonra, köye dönmek var… Amma ne hazindir ki, vatan parsel parsel olmuştur. Aydınoğlu Gazi Umur Bey’in, Evrenosoğulları’nın, Kara Timurtaş Paşa’nın, Sultan II. Murat’ın, Sungur Bey’in, Fâtih’in “bir” ettiği, “iri” ettiği, “diri” ettiği bu topraklar, parça parçadır artık…
Gazi Hamza Yakup, memleketi Manastır’a dönmek üzere yola çıkarken sadece üç şey alır yanına:
1.Bıçak, 2.Asker kıyafeti, 3.Nasihat
Evet nasihat… “Gündüz çok hareket etme, gece de daha çok ormandan git!” nasihati…
En acısı ise, “Bin atlı akınlarla…” bu topraklara gelen dedelerin bu kahraman torunu, böyle bir nasihatle geliyor yurduna…
Yolda Bulgar bir çobana rast gelir. Osmanlı günü görmüş, vefa borcunu boynunda hisseden bir Bulgar çoban…
Ondan da bir nasihat alır, hayat kurtaran bir nasihat: “Sana zarar gelsin istemem. Öncelikle asker elbiseni çıkar. Şu çoban elbisesini giy. Şuradaki Bulgar köyüne git ve yol hakkında gerekli bilgileri alana kadar çoban dur!..”
Nasihate uyan Gazi Hamza, Bulgar köyüne gider ve bir süre hizmet eder…
Doğru zamanı bulunca ayrılır köyden… Günlerce çiğ mısır ve meyve yiyerek hayatta kalır.
Aylar sonra köyüne, Budaklar’a gelebilir Gazi Hamza…
Evlenir. 4 kız 3 erkek 7 çocuğu olur…
Çocuklarına o “ateşten günler”i anlattı…
-An geldi, Cenazelerle aynı ortamlarda yattık !…
-An geldi, cenazelerin üstüne basarak yürümek çaresizce alıştığımız bir şey oldu!…
Hayal etmeye çalıştılar babalarının anlattıklarını… Kim bilir ne kadarını hayal edebildiler!…
Askerlik günlerinden geriye kalan tek hatıra olan bıçak da yıllar sonra kayboldu…
18 Mayıs 1965 tarihinde, 73 yaşında vefat etti. Haddini 10 yaş aşmış olarak!…
“Yazısız” mezar taşı köyünde…
Aydınoğlu Gazi Umur Bey’in,
Evrenosoğulları’nın, Kara Timurtaş Paşa’nın,
Sultan II. Murat’ın,
Sungur Bey’in,
Fâtih’in “vatan” ettiği Budaklar köyünde…
2. BALKAN’DAN ANADOLU’YA ŞEHİTLİK VE GAZİLİK KÖPRÜSÜ
KALKANDELEN’Lİ GAZİ MÜRTEZAN MÜRTEZAN
(Torunları ona “ATA!” derdi…)
Kalkandelen’li bir yazarımız, “Kalkandelen’in dışarıda az bilinmesine bir anlam veremediğini…” söylemişti…
Genel olarak katıldığımı ifade ettim bu sözlere…
Ama sadece Kalkandelen mi az bilinen?
Medeniyet şehirlerimiz olan Üsküp’ü, Manastır’ı, Gostivar’ı, Usturumca’yı, Ohri’yi, Radoviş’i, Yeni Pazar’ı, Filibe’yi, Selanik’i, Prizren’i, Priştina’yı, İpek’i, İşkodra’yı, Bosna’yı, Mostar’ı, Rojaye’yi, Böğürdelen (Şabaç)’i, Ciğerdelen’i, Taşlıca’yı, Gümülcine’yi, Koniçe’yi, Plevne’yi, Niğbolu’yu, medeniyetimizin tekasüf ettiği daha nice şehit kanlarıyla müşerref olmuş yüzlerce şehri, lâyıkıyla biliyor muyuz?
Ahmet Kutsi Tecer’in köyler için yazdığı fakat bizim de tıpkı köyler gibi şehirlerimize de uyarladığımız meşhur şiirinde olduğu gibi;
“Orda bir şehir var uzakta,
O şehir bizim şehrimizdir,
Gitmesek de görmesek de,
O şehir bizim şehrimizdir!” dedik…
Ama yanıldık!… “Gözden uzak olanın gönülden de uzak olacağı” derin tecrübesini unuttuk… Bir şehir, satır satır tarihiyle, mahalle mahalle anılarıyla, şehitleriyle, gazileriyle bilinirse “bizim” olur. Eğer bilmezsek, o şehir sadece sıradan bir ”şehir” olur ve bizler de sadece “misafir!”
Bir Balkan genci ve geleceğin “gazi”si olan Mürtezan, Devlet-i Aliyye-i Osmanî’nin işte bu medeniyet şehirlerinden biri olan ve “lâyıkıyla bilinmeyen” Kalkandelen’de doğdu…
O şehir ki ister “Kalkandelen” olarak duyun, ister “Kalkandere” olarak duyun ismini, yüreğinizde bir sıcaklık, bir yakınlık hissedersiniz…
Kalkandelen denince; 1862 senesinde bu şehirde doğan, daha 12 yaşındayken babasıyla savaşlara katılan, Sultan II.Abdülhamid Han’ın Yıldız Sarayı Kütüphânesini emanet ettiği, bu emanate lâyıkıyla sahip çıkan şair, âlim, ayaklı kütüphane Kalaknadelen’li Sabri Efendi gelmeli aklımıza…
Kalkandelen denince; yüzyıllara mührünü vurmuş şairler Sucûdî, Fakîrî, Kâşif, Fevrî ve daha niceleri gelmeli akla…
Kalkandelen denince; Rize’nin Kalkandere’si gelmeli akla… Gelmeli ki, birbirinin aynısı bu iki güzel belde arasındaki ünsiyet bilinsin…
Kalkandelen denince; yüzyıllar boyunca Varna’dan, Zigetvar’dan, Ciğerdelen kalesinden, Plevne’den, Serez’den, Edirne’den, Çanakkale’den, duyduğu her mehter marşının peşinden, “İnnâ fetehnâ leke fethan Mübînâ…” müjdesine şehit veya gazi olmak için koşan binlerce isimsiz kahraman gelmeli aklımıza…
Bunlar ve daha niceleri gelmeli ki aklımıza, bu şahsiyetli şehir “bizim” olsun…
Kalkandelen’li Mürtezan, mehterin sesine, Rabb’inin müjdesine tereddütsüz koşanlardan oldu…
Kumanova’da, Serez’de ve Çanakkale’de din gayretiyle savaştı…
Anlı şanlı zaferler de gördü, ibretlik mağlubiyetleri de…
3 çocuğu var idi… Hepsi de göz nuru… Raif adlı ciğerparesi, o Serez’deyken vefat etti…
Raif adlı ciğerparesi…
Serez’de iken ciğerlerinden hastalandı ve bir süre evine dönmek zorunda kaldı… Hasta ciğerleri için dönmüştü, ama kalbi ve aklı cephede idi…
İyileşir iyileşmez hemen “gönüllü olarak” Çanakkale’ye gitti…
Yıllar sonra torunları “Ata! mecbur değildin, ne için gittin Çanakkale’ye?” diye soracak olsa, cevabı gayet net ve anlamlı idi:
“ ‘Bir gün Osmanlı bu topraklara yeniden gelecektir!’ umuduyla gittim… Sadece beklemekle olmaz, gayret etmek lazım…” derdi…
Yara almadan döndü savaştan… Ama yüreğindeki görünmez yaraların haddi hesabı yoktu…
Sürekli çevredeki silah arkadaşlarıyla görüştü… Gostivar’dan, Prizren’den silah arkadaşları… Her biri birer kahraman olan silah arkadaşları… Gönlüne dostluk ateşi düşünce, yaya olarak giderdi Prizren’e… 80 yaşında ve yaya…
“Otobüsle gitsen olmaz mı Ata?” derdi torunları.
“Otobüse binmem, Prizren hemen şu dağın arkasında!” derdi. Nasıl olsa, cepheden cepheye, Kumanova’dan Serez’e, Serez’den Çanakkale’ye koşmaya alışmıştı cennetlik ayakları… Sırtını Kalkandelen’le aynı dağa yaslayan güzelim Prizren için otobüse binilir miydi hiç!
Gazi Mürtezan, sık sık “Kurşunlar başımızın üstünden geçerdi…” derdi…
“Yatın! Kalkın! İleriii!” gibi nidâlarla sık sık ağlar idi…
“Çook ölü gördük, çook…” derdi…
Koca Seyit’in, askerlerin “Yarım Dünya” yakıştırmasını yaptığı dev savaş gemisini suya gömüşünü anlatırdı heyecanla… “O benden daha yiğitti!” derdi, yüzünde acı bir gülümsemeyle…
Kumanova’da, Serez’de, Çanakkale’de hafızasına işleyen barut kokularının inadına, çiçekleri çok severdi Gazi Mürtezan… Kalkandelen çiçekleri, özellikle de papatyaları, şehit kanlarını hatırlatmaz mı bakmasını bilene!…
Gostivar’ın köylerinden bir gazi arkadaşının hayatını kurtarmış idi Allah’ın izniyle… Rıfat Çavuş idi bu arkadaşının adı. “Mürtezan öyle bir kahramandı ki, bu adama sanki kurşun işlemezdi… Adeta deli gibi cesurdu!…” derdi… Hayırla yâd edilmek ne güzel!
Cephelerdeki hain kurşunlar bir şey yapamadı ona… 94 yaşında bir çivi paketini taşırken yaralandı ve vefat etti Kalkandelen’li Gazi Mürtezan…
1961’de 94 yaşında vefat etti… Eskilerin tabiriyle, haddini 31 yıl aşmış olarak!…
Varlığıyla müşerref kıldığı mezarı Kalkandelen’de…
Mezar taşının yazısı yok…
İnşallah, cennete “irtihâli”nden 55 yıl sonra, yaşadığı dopdolu hayatla ilgili edinebildiğimiz birkaç bilgi kırıntısıyla yazdığımız bu kelimeler, Kalkandelen’li Gazi Mürtezan’ın mezar taşı yazısı yerine geçer…
Ve tıpkı bir mezar taşı şahidesi nasıl insanın yaşadığına ve ne kadar yaşarsa yaşasın fânîliğe mahkum olduğuna şahitlik ediyorsa, bu kelimeler de Gazi Mürtezan’ın fedâkârlıkla dolu hayatını hem Kalkandelen’li gençlere, hem de tüm Evlâd-ı Fâtihân gençlerine şahit ve örnek kılar…
Allah (c.c.) Kalkandelen’li Gazi Mürtezan’dan ve silah arkadaşlarından, yaşadıkları günler ve kıyamete kadar geçecek günler adedince razı olsun…
Bir medeniyet şehrimiz olan “Kalkandelen” anıldığında, Kumanova, Serez ve Çanakkale gazisi ve örnek alınması gereken bir kahraman olan “Ata”mız Mürtezan akla gelmeli…
Gelmeli ki, bu topraklar “bizim” olsun…
3. BALKAN’DAN ANADOLU’YA ŞEHİTLİK VE GAZİLİK KÖPRÜSÜ
ÜSKÜP’LÜ GAZİ İSLÂM
Âlem-i İslâm tehlikede olur da Üsküp’lü İslâm “Neme lâzım!” der mi?
İki kardeşiyle birlikte düştü yola…
Manisa’lı(Saruhan) Yiğit Paşa, Bolu’lu Mehmet, Babaeski’li Bilal, Kızılcahamam’lı Hasan Üsküp kalesinin fethi için nasıl yola düştüyse beş yüz sene evvel, işte öyle düştüler yola…
Paşa Yiğit Bey’in “İmar edesün!” emrini aldıktan sonra Üsküp kalesinin kıble tarafına bina etmeye başladığı Gazi Üsküp’ten Peygamber müjdeli İstanbul’un fethine 460 yıl önce nasıl gittiyse Üsküp’lü yiğitler, işte öyle gitti genç İslâm…
Üç canını birden bir kutlu müjdeye gönderen annesinin babasının duasıydı üç beş parça ekmekten başka yanına alabildiği…
Cepheden cepheye koştu…
Sıra dağlar gibi durdu sancağın arkasında…
Beş dakika sonra irtihal edeceğini, ebedî âleme yükseleceğini bile bile gözünü kırpmadan hücuma kalkan yiğitleri gördü…
İşte o yiğitlerden bir yiğit de kendisi oldu…
Göz bu ya!… İyiyi de görür kötüyü de… İnsan bu ya! İyisi de var kötüsü de… Hayat bu ya! Dostu da var düşmanı da… Âmennâ! Hepsi olacak hayatta…
Amma en kötüsü “dost postunda düşman!” Değil mi?
Her kahramanlığı hesap gününe sakladı Gazi İslâm… Çok şey anlatmadı Çanakkale’den… Amma, yiğidin harman olduğu Çanakkale’den bir sahneyi hiç unutmadı… Hep anlattı…
Belki de yedi nesil torunları dostu düşmanı bilsin diye…
“Satık komutan! vardı evlatlar!” derdi. “Satık komutan!”
“Sûreti müttefik, sîreti satık komutan…” Yüze gülen, sırttan vuran…
“Düşman denizden karaya çıkmadan siperden çıkma emri verdi. Birçok vatan evladı bu emre uydu. Siperden vaktinden önce çıkarak şehadet şerbetini içti…”
Yunus’un tabiriyle;
“Bu dünyada bir nesneye yanar içim, göynür özüm, Yiğit iken ölenlere, gök ekini biçmiş gibi…”
“Hakk’ın vadettiği günler” geldi…
Hak geldi batıl zâil oldu… Zafer Mehmetçik’in oldu…
“Gök ekini biçmiş gibi…” şehadete koşanlar, geride kalan kahraman kardeşlerine alnından öpülesi bir zafer hediye ettiler…
Üsküp’lü İslâm, göğsünde mübarek bir zaferle, “Azîz İstanbul”da kaldı bir müddet. Geçimini sağlamak için Aziz Mahmud Hüdaî’nin Üsküdar’ında bir muhallebici dükkânı açtı…
Ama şartlar değişmişti… Biraz Üsküp ve aile hasreti biraz da yeni şartlara uyum sağlayamamak… Döndü Üsküp’e…
Heyhât!
İstanbul değişir de, dünya değişir de, Üsküp durur mu?
Osmanlı’nın bu nazlı çiçeği, savaş makinalarının dişlileri arasında ezilmekte. El’den el’e geçmekte…
Her el’de ayrı bir zulüm görmekte…
Yıllar hep bir öncekini aratarak geçmekte…
Üsküp’lü Gazi İslâm, “asıl Çanakkale”den sonra da “küçük Çanakkale’ler” yaşar âhir ömründe…
Bir gün Üsküp’ün gazi camilerinden olan Tükancık camisinden çıkışta, dayanamayacağı bir hadiseye şahit olur. İşgalci asker kıyafeti giyen 7 gayrimüslim sivilin, cami imamını dövmeye başladığını görür.
Bakmaz yaşlı hâline… Kahramanlık sadece harpte olacak değil ya!
Alır eline sopayı, kurtarıverir imamı…
İlerleyen yaşına bakmadan, tek başına yedi saldırgana galip gelmesi, herkesi şaşırtmıştır aslında! Ama o, “İman gücü” denen mefhuma Çanakkale’de yakînen şahit olanlardandır…
Halk takdir etse de, sistem hapishaneye koyar Gazi’yi… Asmaktır niyeti yönetimin… Olayı gören bir berber şahit olur. Türk elçiliği müdahale eder ve kurtulur Gazi İslâm.
Sonsuz bir cesarete, zaptedilmez bir yüreğe sahip olan Üsküp’lü Gazi İslâm, 1958’de vefat eder.
Osmanlı’nın Üsküp’teki son büyük mezarlığı olan Gazi Baba da bozulduğu için, Butel mezarlığına defnedilir Gazi…
Şimdi “taşsız” mezarında, Rabb’inin huzuruna göğsünü gererek çıkacağı günü beklemekte Gazi İslâm…
Allah Üsküp’lü Gazi İslâm’a gani gani rahmet etsin;
Bizlere de onların ruhunu anlayacak iz’an versin…
4. BALKAN’DAN ANADOLU’YA ŞEHİTLİK VE GAZİLİK KÖPRÜSÜ
GAZİ HACI YUSUF
Kim bilir yakınları nerede duydu cihad çağrısını…
Dinî hassasiyetiyle maruf, Üsküp’e çok yakın olması ve konumu sebebiyle bu şehrin kolu kanadı sayılabilecek Karşı Yaka bölgesindeki Batinca köyünün eski camisinde mi, 1911 yılında Sultan Reşad’ın Üsküp ziyareti sırasında Batincalı Yusuf’un onu karışık duygularla dinlediği “Bursa’nın Şar Dağı’nda devamı” olan bilge şehir Üsküp’ün yüzden fazla güzîde camisinin herhangi birisinde mi?
Kim bilir yakınları nerede duydu cihad çağrısını…
Batincalı Yusuf ise askerdi zaten… Kapılarını İstanbul’dan önce İslâm iklimine açma şerefini kıyamete kadar göğsünde taşıyacak olan Üsküp’ten, Üsküp gibi yüzlerce şehre her alanda misal teşkil eden ilmî ve mimarî muhteviyâta sahip olan İstanbul şehrinde, Selimiye Kışlası’nda askerdir o “hayasızca akın” başladığında…
Kim bilir ağzı dualı yüzü nurlu anası, nerede duydu payitahttaki Halife’nin cihad çağrısını… Kutlu fakat buruk bir Cuma namazı çıkışında getirdi kocası harp ve cihat daveti haberini belki de!… “Çanakkale’ye yedi düvel saldırmış. Halifemiz efendimiz, âlem-i İslâm’ı, hilâfet makamı İstanbul’un yardımına cihada çağırdı! Hoca hutbede duyurdu… Bizim Yusuf İstanbul’dan Çanakkale’ye geçer. Allah hepsinin yardımcısı olsun!” dedi belki de okunmuş beyaz sakalından gözyaşları süzülürken… Bu gözyaşlarının her birinde ayrı bir felaketin, Doksan Üç Harbi’nin, sonu gelmez muhaceret ve isyan hatıralarının, mel’un Balkan muharebelerinin ve arkasından gelen büyük yıkımların izi vardı belki de…
Ve daha geride kalan kardeşinden komşusuna, dostundan yavuklusuna kim bilir kimlerin Batincalı Yusuf için ne özlemleri ne hatıraları kaldı…
Batincalı Yusuf, anadan babadan, eşten dosttan habersiz, Çanakkale mahşerinden Yemen çölüne kadar nice şanlı gazâdan yıllar sonra Karşıyaka, Batinca köyüne döndü. “Batincalı Yusuf” olarak gittiği savaştan “Gazi Yusuf” pâyesiyle dönmüştü. Geçen günlerin, yaşanan acıların, verilen şanlı mücadelenin ötesinde mutlu günler yaşanmalıydı artık.
Ama öyle mi oldu?
Bırakıp gidilen vatan eski vatan mıydı?
Osmanlı şemsiyesi parçalanmış, güneş yakıcı ışıklarını acımasızca vurmaktaydı Balkanların her bir yerine…
Yıllar sonra, her taşına gençliğinin kokusunun sindiği Selîmiye Kışlası’na gitti.
Genç askerleri kucakladı kendi gençliğini kucaklar gibi…
Genç komutanlar ona hürmetle gezdirdiler Kışla’yı. Kim bilir, belki de o gezdirdi anılarıyla komutanları…
“Türkiye’de ölmek istiyorum!” demişti eşe dosta… “Türkiye’de ölmek istiyorum!…”
Ve arzusuna ulaştı. 1970’te Bursa’da vefat etti…
Allah gâzîsini uğrunda canını ortaya koyduğu topraklarda yanına aldı.
Rabb’im GÂZÎ HACI YUSUF’a rahmet denizlerinde yüzmeyi nasip etsin. Geride kalanlarımıza Çanakkale ruhu ve imanını anlayabilecek akıl ve gönül nasip etsin…
5. BALKAN’DAN ANADOLU’YA ŞEHİTLİK VE GAZİLİK KÖPRÜSÜ
BREŞTANİK’Lİ GAZİ ŞAHİN
Üsküp “Fatih Köprüsü”nün temellerini atan, Fatih Sultan Mehmed’in babası Varna fâtihi Sultan 2. Murad’ın aklından yıllarca hiç çıkmayan, nazlı Saraybosna’nın bânî-i sânîsi (ikinci inşa edicisi) Gazi İsa Bey’in yıllarca emek verdiği Kocacık kalesi eteklerinde, Breştanik(Breştan) köyünde doğdu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ertugrul-karakus/bir-hilal-ugruna-69500101/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.