Türk Dünyasında Tarihi Roman ve Milli Kimlik
Orhan Söylemez
Orhan Söylemez
Türk Dünyasında Tarihî Roman ve Millî Kimlik
Hamle: Bir de şu noktayı merak ediyoruz. Millî unsurları, motifleri, daha doğrusu millî fikri eserlerine nasıl yansıtıyorlar?
Ercilasun: Bunun muhtelif yolları vardır. En çok kullanılan yol millî hayatı ve memleketi işlemektir. Meselâ Cengiz Aytmatof’un romanlarında âdetler geniş şekilde yer alır. Sıcak ve samimî bir yaklaşımla, şiirli bir dille gelenekler hoş ve sevimli gösterilir. Memleketin insanları, manzaraları, hattâ hayvan (bilhassa at) ve bitkileri duygulu bir anlatımla sevdirilir.
Bir başka yol tarihi ele almaktır. Tarih romancılığı, vaktiyle ortak olarak yaşanmış muhteşem bir millî hayatın özlemlerini aksettirir. Meselâ Özbek romancısı Aybek’in Nevâi romanı hem Temürlüler devrindeki ihtişamlı kültür ve sanat hayatını vermekte, hem de Nevâi’nin Türkçenin istiklâli uğrundaki mücadelelerini ele almaktadır. Yine Özbek Türklerinden Abdullah Kâdiri’nin Geçmiş Günler romanı hanlıklar devrinden canlı parçalar verir. Kazak Türklerinin büyük sanatçısı Muhtar Avezof’un Abay Yolu, büyük şâir Abay’ın hayatı etrafında, geçen asrın kabile yaşayış ve âdetlerini canlı olarak aksettirir.
Millî fikri işlemek için çoğu defa semboller de kullanılır. Meselâ şiirlerde çok geçen lâle, Türk bayrağını temsil eder. Bir romancı, Moskova’dan Büyük Okyanus’a ulaşan meşhur demiryolunu, Rus sömürgeciliğinin sembolü olarak işler. Bir şâir, Rus sömürgeciliğini ve istibdâdını “dar ayakkabı” motifiyle anlatır. (Ahmet Bican Ercilasun. “Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatı” Yeni Hamle, 7 Şubat 1983, s. 26-28.)
Türk Dünyasının Aksakalları;
Prof. Dr. Mehmet Kaplan (Işıklar içinde yatsın…),
Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız (Işıklar içinde yatsın…),
Prof. Dr. Rahmankul Berdibayev (Işıklar içinde yatsın…), Prof. Dr. İnci Enginün,
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun,
Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya,
Prof. Dr. Fikret Türkmen,
Prof. Dr. Yavuz Akpınar ve çizgileri ile kitaba ve şiire ruh veren
Prof. Dr. Ahmet Ali Aslan
‘a ithaf ediyorum…
ÖNSÖZ
Türk dünyası romanlarından Türkiye Türkçesine aktarılan roman sayısında özellikle 1991’de Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra belli bir artış gözlenir. Bu artışın sebeplerinin başında; uzun yıllar birbirinden kopuk yaşayan Türk asıllı halklar ile Türkiye arasında yeniden tesis edilmiş olan bağ gelmektedir. Bu romantik kavuşma, her ne kadar halklar ve hükümetler hazır olmasa da, yeni bir heyecan dalgası yaratmış ve bu dalganın da bir yan gelişmesi olarak edebiyata aksetmiştir. Bu çalışmada, Türkiye Türkçesine aktarılan romanlardan yola çıkarak tarih ve millî kimlik meselesi irdelenmektedir.
Sovyetlerin yirmi sekiz yıl önce bizzat kendisinin “tarih” oluşuyla birlikte bağımsızlığını kazanan Türk cumhuriyetlerinde “millî devletler” oluşturma faaliyeti başlamıştır. Bu konuda özellikle Amerika’da yapılmış pek çok çalışma mevcuttur. Bu çalışmalara esas oluşturan teorilerde “millî” bir devletin oluşumundaki en önemli unsurlar 1) ortak bir geçmiş yani tarih; 2) ortak bir ad; 3) ortak bir toprak/vatan; 4) ortak bir dil; 5) ortak bir inanç sistemi veya din; 6) ortak kültür olarak belirlenir. İşte bu noktadan hareketle, Orta Asyalı yazarların “tarihî roman” kategorisine giren romanlarına bakıldığında, satır aralarında Türk halklarının ortak değerlerine doğrudan veya dolaylı olarak atıfta bulunan unsurlar olduğu görülmüş ve bunlar ele alınmıştır.
Çalışmanın Giriş kısmında “tarihî roman nedir?” veya “tarihî roman nasıl olmalıdır?” gibi akla ilk gelen sorulara cevap aranmış ve bu konuda yapılan çalışmalar taranarak mümkün olduğunca farklı görüşlere yer verilmeye çalışılmıştır. Belirlenen romanlar evvela Türkiye’de yayımlanış tarihlerine göre tasnif edilmiştir. Bu tasnif üzerinden yapılacak bir çalışma, eserlerin aktarıldığı dönemlere, yayımlanış sebeplerine ve sonuçlarına göre yapılacak değerlendirmelere yol gösterici olacaktır. Fakat bu çalışmada bu yol takip edilmemiştir. İkinci bir tasnifle romanlar, konu itibarıyla kurgulandıkları tarihî dönemlere göre sıralanmıştır. Bu tasnifte romanlar en eski bilinmeyen destan/efsane dönemi, Gazneliler dönemi, Moğol devri, Timurlular dönemi, 16, 17, 18, 19. ve 20. yüzyıl başı, Birinci Dünya Savaşı ile Sovyetler Dönemi alt başlıkları altında değerlendirilmiştir.
İncelemeler sonucunda ortaya oldukça ilginç neticeler çıkmıştır. Birkaç roman okuyucuyu tarih öncesi masal, efsane ve destanlara götürürken bir iki roman Gazneliler ve özellikle dönemin sembol isimleri Sultan Mahmud ile Türk dünyasının gurur duyduğu ilim adamları İbni Sina ve El Biruni’yi okuyucuyla tanıştırmıştır. Moğollar, Cengiz Han ile romanlara konu olurken onun takipçileri Timur ve Babür de önemli şahsiyetler olarak edebi metinlerde yerlerini almışlardır. Devrin iki önemli ismi, matematikçi ve astronomi bilgini, devlet adamı Uluğbey ile Nevaî de romanlarda ele alınıp işlenmiştir. “Türkî til”de yazdığı kitapları ve şiirleri ile tanınan Nevaî’nin devlet adamlığı yönü de eserlerde vurgulanmıştır. Onun bilhassa “âdil devlet adamı” yönü günümüz yöneticilerine de yol gösterici niteliktedir. Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail, Nadir Şah sadece tarihî şahsiyetler değil, romanların da kahramanı olmuşlardır. Nihayet Sovyet dönemi siyasî sîmâları da romanlarda yerlerini almıştır. Romanlar, tarih, kültür ve coğrafyanın en etkili tanıkları ve dolayısıyla önemli bir kaynağı durumundadırlar. Burada incelenen örneklere her geçen gün eklenen yeni eserler, bu tanıklıkları daha da zenginleştirecektir.
Bu çalışma belki daha uzun yıllar bekleyecekti, hatta bekledi de, fakat özellikle Prof. Dr. Emel Kefeli’nin tavsiyesi ve teşvikiyle bir an önce yazmak elzem oldu. Kendisine teşekkür ediyorum. Tabii bu eser ortaya çıkarken pek çok yakın dostumdan görüş ve tavsiye aldım, pek çoğundan maddî ve manevî destek gördüm. Manevî desteğini her zaman yanımda hissettiğim dostum Prof. Dr. Cengiz Alyılmaz’a, çalışmayı daha tasarı hâlindeyken okuma zahmetinde bulunan ve çok kıymetli tavsiyelerde bulunan Prof. Dr. Nesrin Sarıahmetoğlu’na ve hemen hemen her gün farkında olmadan bana yazma azmi ve moral veren Prof. Dr. Ceval Kaya’ya bilhassa teşekkür etmek istiyorum.
Marmara Üniversitesi’nden öğrencim, şimdilerde Kastamonu Üniversitesi’nde başkanlığını yaptığım bölümün asistanı ve doktora öğrencisi olan ve her satırı yeniden okuyup gözden geçiren Ömer Faruk Ateş’e teşekkür ediyorum. Nihayet, yazılarından yararlanmama, zaman zaman olduğu gibi paylaşmama izin veren sevgili öğrencilerim Gülçin Oğuz’a ve Ayşe Yılmaz’a, farklı bakış açılarından her zaman istifade ettiğim isimlerini burada zikretmediğim pek çok genç akademisyen adayı öğrencilerime teşekkürü bir borç bilirim.
Sağ olun, var olun.
Orhan SÖYLEMEZ
İstanbul, Ağustos 2019
GİRİŞ
“Çünkü roman modern zamanların hafızasıdır.”[1 - Mehmet Tekin. Roman Sanatı 1 Romanın Unsurları. İstanbul: Ötüken Neşriyat A.Ş., 2006. s. 7]
Edebiyat ve tarih, sosyal alanda yer alan, bir biri ile bağlantılı, ancak aynı zamanda farklı iki bilim dalıdır. Aralarındaki fark, bu disiplinlerin etkilerini de vurgulayıcı niteliktedir. Meselâ Orhun Yazıtları, bütün Türk dünyasının ortak “edebî” eseridir. Bu eser aynı zamanda hem Türk dilinin, hem Türk edebiyatının, hem de Türk tarihinin ilk yazılı kaynağı olarak değerlendirilmektedir. Diğer taraftan Türk yazıtları ve “petroglif” adı verilen kaya yazıları üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınmış bir akademisyen, önemli bir çalışmasında daha önce pek dikkat edilmeyen bir noktaya temas etmekte ve şöyle demektedir:
Köl Tigin yazıtının doğu yüzünde 40; güney ve kuzey yüzlerinde 13’er satır Köktürk harfli Türkçe metin bulunmaktadır. Bu metinlerden güney yüzde bulunanlar yazıtın giriş; doğu yüzünde bulunanlar gelişme; kuzey yüzde bulunanlar ise sonuç bölümünü oluşturmaktadır. Metnin hazırlayıcısı (mesajın ileticisi/ vericisi/hatip) Bilge Kağan’dır. Yazıtta Köktürk tarihine ait olaylar, bütün çıplaklığıyla ve eleştirel bir bakış açısıyla Bilge Kağan’ın ağzından nakledilerek gelecek nesillere öğüt verilir.[2 - Cengiz Alyılmaz. Orhun Yazıtlarının Bugünkü Durumu. Ankara: Kurmay Yayınları, 2005, s. 9]
Bu durumda Orhun Yazıtları, bir bakıma edebiyatın ilk örneğidir. Hikâye veya roman, “yaşanmışlığı veya yaşanabilirliği mümkün olan edebî metinler” olarak tanımlandığına göre yazıtları da “tarihî hikâye” veya “tarihî roman” olarak nitelemek pekâlâ mümkündür. Yazıtlarda Bilge Kağan’ın anlattıklarının doğruluğu tarihî kaynaklarla tespit edilebilir; ama anlatılanların Bilge Kağan’ın “doğruları” veya “gerçekleri” olduğunu da kabul etmek gerekir.
Edebiyat biliminin esaslarını inceleyen Rene Wellek-Austin Warren, tarih ile edebî eser arasındaki farkı izah ederken; “Tarih, olayların tekrarlanmasından başka bir şey değildir, roman ise uydurma bir tarihtir” diyor.[3 - Rene Wellek-Austin Warren. Theory of Literature. 3rd Edition. New York: Harcourt Brace Joranavich, Inc., 1970. s. 215; Rene Wellek-Austin Warren. Edebiyat Biliminin Temelleri. Çev. Ahmet Edip Uysal. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1983. s. 295.] Roman sanatı üzerine çalışmalarıyla tanınan akademisyen Şerif Aktaş, tarihçilerin belirttiği gerçekler “değişikliğe uğrayarak edebî eserin dünyasına girer” derken roman ile tarihi birbirlerinden ayırır; Aktaş’a göre “En gerçekçi olduğu iddia edilen edebî eserler dahi yaşanmış değil, gerçeğe uygun olanı dikkatlere sunar.”[4 - Şerif Aktaş. Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş. 2. Baskı. Ankara: Akçağ, 1991. s. 14-15.] Bu çeşit tanımları çoğaltmak mümkündür. Özellikle son tanımda dikkati çeken nokta “tarihçilerin belirttiği gerçek,” “en gerçekçi olan” ve “geçmişteki gerçek” gibi ifadelerdir. Öyle ise tarihçilerin yazdığı gerçek veya geçmişteki gerçek denilen “gerçek” nedir? Hakikaten böyle bir gerçek var mıdır? Bu soruların cevabı ayrı bir tartışma ve inceleme konusudur. Richard Lee, “History is but a fable agreed upon: the problem of truth in history and fiction” başlıklı yazısında tarihî romanın okuyucuyu nasıl geçmişe götürdüğünü ve tarihin tozlu sayfalarında kaybolmuş olan değerleri onlara nasıl hissettirdiğini şöyle açıklıyor:
Bu da tarihî romanın yaptığı şeydir. Bir kahraman olarak, aksi takdirde ölü olacak veya bizim için kayıp sayılacak şeyi hissettirir. Bizi geçmişe taşır. Ve en iyi tarihî roman geçmişin ‘GERÇEK’iğini bize sunar ki bu da tarih kitabının gerçeği DEĞİLDİR, fakat daha büyük gerçek, daha önemli bir gerçek—KALBİN gerçeğidir.[5 - Richard Lee bu konuşmasını the Romantic Novelists’ Association’da (Romantik Romancılar Derneği) 2000’deki yıllık toplantısında yapmıştır. http://www. historicalnovelsociety.org/lion.htm (10 Şubat 2010’da indirildi.) (Kitap boyunca İngilizce alıntıların tercümesi bizzat Orhan Söylemez tarafından yapılmıştır.)]
Pek çok örnekten birisi olarak Özbek yazar Aybek’in Nevai romanı burada zikredilebilir. Eser, bilinen tarihî gerçeklikle büyük bir uyum içindedir. Roman kişilerinin hemen hemen tamamı aynı zamanda tarihî şahsiyetlerdir. Yazar, en küçük teferruatlarda bile tarihe sadâkat içinde kalmaya dikkat etmiştir. Mesela; Nevâî’den intikâl eden resmî yazılarda isimlerin altına mühür basılması gibi küçük bir âdet bile romanda işlenir. (Nevai: 127-128)[6 - “Ali Şir Nevâî”, İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV. Cilt 2, s. 450] Dildâr ve Arslankul gibi başından aşk macerası geçen kahramanların dahi, şifâhî kültürün folklorik kahramanları olabileceğini düşünmek gerekir. Gerçi edebî eserlerin kahramanları her ne kadar tarihten çekilip alınsalar da öncelikle edebî kahramanlardır. Bu konuda Rene Wellek-Austin Warren “Bir romandaki A karakteri, tarihî veya gerçek hayattaki bir kişiden farklıdır. Bu karakter yalnızca onu niteleyen veya yazarın onun ağzına koyduğu cümlelerden yapılmıştır; o ne bir geçmişe, ne bir geleceğe, bazen ne de bir hayat sürekliliğine sahiptir.” demektedir.[7 - Réne Wellek – Austin Varren. Edebiyat Teorisi, (Çeviren: Ömer Faruk Huyu-güzel), Akademi Kitabevi, İzmir 1993, s. 12] Çünkü bir eseri edebî yapan şey; hakikate uygunluktan ziyâde kurgusallık, icat ve hayal gücüdür.[8 - A.g.e., s. 12] Fakat Aybek’in Nevâi romanında takip ettiği tarihî hassasiyet, inceleme yaparken bu hususları da göz önünde bulundurmayı zarurî kılar. Şunu da belirtmek gerekir ki yazar, unsurları alırken ne kadar tarihe sadakat içinde kalmışsa bu unsurların terkibinde ve işlenişinde de o kadar tarihten uzaklaşmıştır. Mesela; hemen her tarih kitabının hakkında destanlar yazdığı Sultan Baykara, romanda Mecdiddin’in tesirinde, vezirinin kötülüklerine ortak bir insan olarak karakterize edilir. Daha genel bir ifadeyle roman, Nevâi’yi destanlaştırmak için yazılan bir medhiye mahiyetinde olduğundan tarihî gerçeklik üzerinde bazı tasarruflarda bulunduğu gibi – hepsinden önemlisi – romanın olmazsa olmaz nitelikleri üzerinde de ciddî tasarruflarda bulunmuştur.
Türkiye’de de çok rağbet gören tarihî veya tarihsel roman üzerine önemli bir çalışma olan Tarihsel Roman Üzerine adlı eserinde Turgut Göğebakan, Walter Scott’tan beri gelişen tarihsel romanın gelişimini teorik açıdan incelemiştir. Göğebakan, Alman yazar Alfred Döblin’in “Tarihsel roman her şeyden önce romandır, tarih değildir” sözüyle başlar. Bu tespit doğrudur; zira roman, romandır, tarih metni değildir. Göğebakan, romanın tarihle olan ilişkisinin Antik Yunan’a kadar götürülebileceğini belirtir. Bu açıdan bakıldığında, yukarıda da belirtildiği gibi Dr. Alyılmaz’ın değerlendirmesinden hareketle Türk edebiyatında tarihsel romanı da 8. yüzyıla götürmek mümkündür. Göğebakan, Lukacs’ın tarihî roman tanımını da “Tarihsel roman, Döblin’in imlediği roman niteliği başta gelmek üzere, herhangi bir tarihsel dönemi ya da olayı gerçeğe yakın, ama sanatsal bir biçimde aktaran bir roman türüdür. Tarihsel roman yazarı, tarihsellik ilkesinin olduğu kadar, eylemin yazınsal boyutunun da bilincindedir” diyerek kendisi formüle eder.[9 - Turgut Göğebakan. Tarihsel Roman Üzerine. Ankara: Akçağ, 2004, s. 15.] Göğebakan çalışmasında, Sadık Tural’ın “konunun tamamlanmış, zaman mührünü yemiş olması gerekiyor. Yani tarihsel olayın yazınsal bir malzeme hâline geldiği tarihte mutlaka tamamlanmış olması gerekiyor” şeklindeki tarihî roman tanımını da verir. Nitekim Tural’ın vurguladığı nokta, bu çalışmada ele alınan hemen hemen bütün romanlara uymaktadır. Çünkü ele alınan eserler içinde konusunu en yakın tarih olan Sovyetler Birliği döneminden alanlar çoğunluktadır ve Sovyetler Birliği de dağılıp tarihe karıştığına göre, incelenen romanların tarihîliği veya tarihselliği tartışma konusu olmanın dışında kalmaktadır.
Tarih meselesi veya tarihî kimlik, 20. yüzyılın son on yılında bağımsızlığını kazanan Orta Asya halkları ve kısmen bağımsızlığını kazanan diğer Türk asıllı halklar için oldukça önemlidir. Millî kimliğin oluşmasında “ortak bir geçmiş”e sahip olmanın vazgeçilmezliği, teorisyenler tarafından sıklıkla vurgulanmıştır. Sovyetler Birliği içinde yaşayan halklar kendi kimliklerini koruyabilmek için büyük çaba sarf etmiştir. Aydınlar ve yazarlar bu meseleyi gündemde tutabilmek için -satır aralarında bile olsa- eserlerinde işlemiştir. Bundan maksat halkta bir “tarih” şuuru oluşturmaktır.
Burada sorulması gereken soru şudur; “Niçin yazarlar tarihî malzemeyi alıp işlerler?” veya “Niçin Orta Asya ve Kafkasya’daki Türk asıllı halkların yazarları tarihin derinliklerine giderek eserlerini yazdılar?” Bu soruların cevabı tarih ve tarihe bağlı olarak gelişen millî kimlikte yatmaktadır. Dolayısıyla bu çalışmada, Türk dünyasının romanları taşıdıkları tarihî özelliklerine göre geniş bir tahlile tâbi tutulacak, tarihsellikleri veya tarihe uygunlukları tartışılacaktır. Diğer taraftan, romanların devirlere göre tahlillerinin yapılmasından sonra, özellikle Sovyetler Birliği dönemini ele alan eserler incelenirken “millî kimlik” ile alakalı noktalara temas edilecek ve bu kimliği oluşturan unsurlara dikkat çekilecektir. Son bölümde ise “millî kimlik” ile alakalı konular daha genel hatları ile ele alınacak ve değerlendirmelerde bulunulacaktır. Elbette bütün bunlar yapılmadan önce eldeki malzemeyi göz önünde bulundurarak çeşitli tasniflere gitmekte fayda vardır.
Bu çalışmada üzerinde durulacak olan malzeme, Türkiye Türkçesine aktarılmış ve okuyucunun ulaşıp kullanabileceği Türk dünyası romanlarıdır.
Stalin sonrası Kazak ve Özbek romanlarını inceleyen araştırmacı akademisyen Timur Kocaoğlu, yazarların sıklıkla kullandıkları konular arasında tarihin yerinin önemini vurgular. Araştırmacıya göre genç Kazak ve Özbek yazarlar, Parti sansürüne takılmadan geçebilecek şekilde, okuyucularının dikkatlerini millî tarihinin belirli dönemlerine çekmeye çalışırlar. Özellikle 1960 ve 1970’li yıllarda yazılan eserlerde yazarlar, halkın millî şuurunu güçlendirmek ve geliştirmek gayreti içinde eserler yazarlar. Mesela Kazak yazar İlyas Esenberlin’in tarihî üçlemesi ve Özbek yazar Adil Yakuboğlu’nun romanı Uluğbey’in Hazinesi (1973) bu dönemde yazılmıştır. Esenberlin, Köşpendiler adlı üçlemesinde Kenesarı’yı sadece Rus işgaline karşı çıkan bir lider olarak değil, aynı zamanda Kazakları bir arada tutmaya çalışan millî kahraman olarak da tasvir eder. Sovyet kaynakları ise Kenesarı’yı “feodal bir despot” olarak kaydeder. Bu durumda konunun inandırıcılığı sorgulanırken okuyucunun kime inanacağı sorusu da akla gelmektedir. Bu üçlü roman henüz Türkiye Türkçesine aktarılmamıştır.[10 - İliyas Esenberlin. Köşpendiler. Almatı kalası: İliyas Esenberlin Atındagı Kor, 1998. 584 s. (Birinci kitap Almas Kılış, ikinci kitap Cantalas, üçüncü kitap Kahar.)]
Tarihî roman, okuyucuyu geçmişe götürerek o zamana ait tarihî bilgiler vermekle kalmaz, aynı zamanda o dönemde yaşayan ve tarih biliminin konusu olmayan insanların hayat tarzları, duyguları, düşünceleri ile de ilgilenir. Tarih, olayları sebepleri ve sonuçları ile inceleyen bir bilimdir. Oysa roman, bunların içinde insan gerçeğini, insanın duygularını, düşünce dünyasını da ele alır. Bu bakımdan tarihî romanlar hem tarih öğreten hem de kendilerine ait fikrî hedefleri olan eserlerdir.
2010 yılı itibariyle değerlendirmeye alınacak ve tespit edilebilen ellinin üzerinde roman söz konusudur. Konusunu tarihten alan, yani “tarih roman” veya “tarihî roman” sayılabilecek bu eserleri; “I. Türkiye’de yayınlandıkları tarihe göre”, “II. Konu aldıkları tarihî dönemlere göre” olmak üzere iki ayrı biçimde gruplandırmak mümkündür.
I. Türkiye’de Yayımlandıkları Tarihe Göre
Türkiye’de yayımlanış tarihine göre yapılan ilk tasnife göre ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır:
Kırım Tatarlarından olan, İkinci Dünya Savaşı’nı bizzat yaşayan ve savaş sırasında Almanlara esir düşen, daha sonra önce İtalya’ya oradan da hâlen yaşamakta olduğu Londra’ya iltica eden Cengiz Dağcı’nın romanları ilk sırada belirtilebilir. 1956’da yayınlanan Korkunç Yıllar bu listenin ilk romanıdır. Yurdunu Kaybeden Adam (1957), Onlar da İnsandı (1958) ve Ölüm ve Korku Günleri (1962), O Topraklar Bizimdi (1966) ve Kolhozda Hayat (1966). Ardından Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana (1965) ve Kopar Zincirlerini Gülsarı’sı (1969), Ayaz İshaki’nin Üyge Taba’sı (1967) 60’lı yılların romanları olarak yer almaktadır. 1970 yılında üç roman birden yayımlanmıştır. Bunlar Sadriddin Aynî’nin Buhara Cellâtları, Dağcı’nın Badem Dalına Asılı Bebekler ve Aytmatov’un Beyaz Gemi romanlarıdır. İlk Kazak romanı Tahavi Ahtanov’un Boran’ı 1972’de yayımlanır. 1974 tarihî romanlar açısından önemli bir yıldır. Kıbrıs harekâtıyla birlikte Özker Yaşın’ın Kıbrısta Vuruşanlar romanı basılır.
Aytmatov’un en çok okunan ve ilgi gören romanı Gün Olur Asra Bedel için Türkiye okuyucusu 1985’e kadar on bir sene beklemek zorunda kalır. Bunun başta ekonomik ve siyasî olmak üzere, muhtelif sebepleri vardır. Ekonomik sebepler içinde, Kıbrıs harekâtından sonra ABD tarafından uygulanan ambargonun tesirinin dikkate alınması gerekir. Diğer taraftan Sovyetler Birliği içinde ihtilâl sayılabilecek Gorbaçov’un “açıklık ve yeniden yapılanma” adını verdiği siyasî reformların başlangıcı bu dönemdedir. Bu nedenle siyasî ve edebî ilgi bir anda yeniden Orta Asya tarafına döner. Gün Olur Asra Bedel de bu ilgiye yeterince cevap vermektedir. Sovyetler dağılmadan önce yayımlanan son iki roman yine Aytmatov’a aittir: Bu romanlar, Dişi Kurdun Rüyaları veya orijinal adıyla Kıyamet (1990) ve Cengiz Hana Küsen Bulut’tur. (1991) Özellikle son romanın yayımlanışı Sovyet baskısının ortadan kalktığının göstergesidir.
Sovyetlerin son yılında Azerbaycan edebiyatından yayımlanan ilk roman Anar Rzayev’in Ak Liman’ıdır. Fakat eser, Aytmatov’un gölgesinde kalarak dikkatlerden kaçmıştır.
1970’de yayımlanan ilk Özbek romanı Buhara Cellâtları’ndan sonra aradan yirmi üç yıl geçer ve 1993’te üç Özbek romanı birden yayımlanır: Bunlar Abdullah Kadiri’nin Ötken Künler romanı ve Adil Yakuboğlu’nun Uluğbey’in Hazinesi ile Köhne Dünya romanlarıdır. Yakuboğlu’nun Adalet Menzili de bir yıl sonra 1994’te çıkar. Azerbaycanlı yazar Yusuf Samedoğlu’nun Kıyamet Günü romanı 1995’te basılır.
Karaçay edebiyatının Türkiye Türkçesine aktarılan ilk ve tek temsilcisi Halimat Bayramuk’un 2 Kasım 1943 romanı ile yine Özbek edebiyatından Musa Taşmuhammedoğlu Aybek’in Nevai romanları aynı yıl okuyucuya ulaşır. 1996 yılında dört roman birden yayımlanır. Bunlar, Özbek yazar Nur Ali Kabul’un Unutulan Sahiller, Azerbaycanlı yazarlar Mevlüt Süleymanlı’nın Göç ve Elçin’in Ölüm Hükmü, Türkmen yazar Tirkiş Cumageldi’nin Kara Yıldırım romanlarıdır.
Aytmatov’un son romanı Kassandra Damgası ile birlikte Elçin’in Mahmut ile Meryem’i ve Kazak yazar Muhtar Avezov’un Abay Yolu I-II romanları 1997’de basılır. Böylece Türkiye okuyucusu ikinci Kazak yazarı ve ikinci Kazak romanını okumak için yirmi beş yıl beklemiş olur. 1999’da ise yine Elçin’in Ak Deve romanı çıkar. 2001 yılı ise Türkmen edebiyatından aynı yazarın dört romanının birden yayımlandığı bir yıl olur. Bunlar, Annaguli Nurmemmed’in Çark-ı Felek, Âlem Cihan, Nuh Tufanı, Büyük Göç ve Oğuz Kağan isimli romanlarıdır.
Tablo: Romanların Türkiye’de yayımlanma tarihine göre dağılımı (Haz. Orhan Söylemez)
Bu eserler tarih roman veya tarihî roman olmanın ötesinde yayımlanış tarihleri ve yayımlanış sebepleri ile de önemli kitaplardır. Cengiz Dağcı’nın romanları İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan eserler olarak savaşa girmemiş Türk halkına cephe ve cephe gerisini anlatır. Aytmatov’un romanları, Stalin’in ölümünden sonra yayımlanmış olması ve romanlarda onu eleştiren küçük küçük hikâyelerin olması yüzünden büyük ilgi görür. Sovyetlerin dağılmasından sonra yayımlanan tarihî romanlarda büyük bir yoğunluk olduğu gözlemlenir. Bu durum, Türk okuyucusuna Dağcı ve Aytmatov dışında başka yazarların da olduğunu gösterir. Elçin’in üç romanının son iki-üç yılda yayınlammasında muhtemelen Azerbaycan Hükümeti’nde Başbakan yardımcılığı görevinde bulunuyor olmasının da etkisi vardır. Diğer taraftan şu günlerde yeni bir romanı çıkacak olan Annaguli Nurmemmed ise Türkmenistan’ın Türkiye Büyükelçiliği görevini hâlen yürütmektedir.
II. Konu Aldıkları Tarihî Dönemlere Göre
Konu edindikleri tarihî dönemlere göre Türk dünyası romanları, şu şekilde tasnif edilebilir:
Destan Devri
Bu dönem, en eski bilinmeyen, efsane veya masal, ya da destan olarak anlatılan çağları kapsar. Mesela, Kırgızların soyunun çıkışı masalı olan Boynuzlu Ana Geyik’i konu alan Aytmatov’un Beyaz Gemi romanı ve Annaguli Nurmemmed’in bütün Türk dünyasının ortak destanı olan Oğuz destanını motif olarak seçtiği Oğuz Yurdu romanı bu gruba girer.
Gazneliler Devri
Özbek yazar Adil Yakuboğlu’nun Köhne Dünya romanı, Gazneli Mahmud, İbni Sina ve Biruni gibi büyük şahsiyetlerin hayatlarını anlatır.
Moğollar Devri
Cengiz Han, tabiat kurallarına karşı gelen, dikdatör bir lider olarak Cengiz Aytmatov’un romanı Cengiz Han’a Küsen Bulut’a konu olur. Bu roman Stalin dönemi içinde de incelenebilir, zira yazarın asıl amacı daha yakın bir tarih olan Stalin dönemini ve bizzat Stalin’i tenkit etmektir.
Timurlular Devri
Bu dönem Özbek yazarların en çok ilgisini çeken dönemdir. Zira Timur veya tarihteki adıyla Timurlenk onlar için çok önemli bir şahsiyettir. Özbek halkı, Timur ile aynı soydan geldiğine inanır. Nitekim Adil Yakuboğlu, Timur soyundan gelen Uluğbey’in hayatını Uluğbey’in Hazinesi romanında anlatarak hem ilme önem veren devlet adamı Uluğbey’i hem de onun talebesi Ali Kuşçu’yu yüceltmiştir. Pirimkul Kadirov’un, Babür Mirza’nın hayatını anlattığı Yıldızlı Geceler romanı bu dönemin en dikkate değer romanıdır. Yazar, büyük bir devlet kuran Babür’ü çocukluk ve gençlik çağlarından itibaren ele alıp, sıradan kişiliği ile şairliğini ve devlet adamlığını birlikte işlemiştir.
16 ve 17. Yüzyıl
Asrın başında Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında cereyan eden ve Sultan Selim’in Şah İsmail’in askerlerinin kafatasından kule yaptırdığı rivayet edilen Çaldıran Savaşı, Azerbaycanlı yazar Elçin’in Mahmut ile Meryem romanında yerini alır. Halk arasında yaygın bir aşk hikâyesi olan Aslı ile Kerem’in modern romana uyarlaması olan bu eser, aynı zamanda bilinmeyen tarihe ait olarak da değerlendirilebilir.
18. Yüzyıl Hive Hanlığı ve Nadir Şah Dönemi
Türkmen yazar Tirkiş Cumageldi, romanı Kara Yıldırım’da Türk tarihinin bu karanlık dönemine ışık tutmaya çalışırken Köroğlu destanını da kullanmıştır.
19. Yüzyıl ve Orta Asya’nın Ruslar Tarafından İşgalinin Tamamlanması
Abdullah Kadiri’nin Ötken Künler romanına konu olan dönem, Orta Asya Türk dünyasında birlik ve beraberliğin bozulup yok olduğu, Rus ordularının işgal için Türkistan kapılarına dayandığı bir devirdir. Ayrıca bu dönem, roman konusu olarak hem Sadriddin Aynî’nin Buhara Cellâtları hem de Kazak yazar Muhtar Avezov’un Abay Yolu I-II eserlerinde de işlenir. Aynî’nin eserinde Buhara Emiri yenilikçi aydınları cellâtlarına öldürtür. Abay Yolu’nda ise dönemin Kazak aydını Abay Kunanbayev’in hayat hikâyesi konu edinilmiş ve romanın şair kahramanı, Kazakların sembolü hâline gelmiştir. Bu da hem yazarın güçlü kalemi hem de Abay’ın etkileyici şahsiyeti ve ilginç hayat hikâyesi sayesinde olmuştur. Abay Yolu I-II, İngilizce’ye de tercüme edilen ender Türk dünyası romanlarından biridir. Azerbaycanlı yazar Mevlüt Süleymanlı’nın Göç adındaki fantastik romanı, 300 yıllık bir Göçün sonunda yok olmaya yüz tutan Karakelle soyunun romanı gibidir. Bu eser 1905 yılında Şura Hükümeti’nin kurulmasıyla sona erer.
Birinci Dünya Savaşı Yılları. Sovyetler Birliği Dönemi ve Millî Kimlik
Kazan Tatarlarından Ayaz İshaki’nin romanı Üyge Taba bu dönemi anlatan bir eserdir. Roman, 1922’de yazılmış, 1927’de basılması için Türkiye Türkçesine aktarılmış, fakat basılmadan müsveddeleri kaybolmuş ve daha sonra yazarı tarafından ismi aynen muhafaza edilerek tekrar aktarılarak basılmıştır. Kazanlı aydın Ayaz İshaki, kitapta “söz ile öz” “kavl ile fiil” arasındaki dengeyi iyi kurmuş, söylediklerine hayatıyla tanıklık etmiş, mücadeleci bir yazardır. Yazarın özlediği insan modelini ve özlediği dünyayı dillendirmeye çalıştığı esere tek bir fikir ve tek bir kahraman hâkimdir; Milliyetçilik ve Miralay Demir Ali. Eserde Rusya’daki diğer Türk yazarlarının aksine fikirler sezdirme yoluyla değil, doğrudan verilmiştir. Diğer bütün şahıs ve olaylar bu fikir ve kahramanla olan ilişkileri ölçüsünde romanda kendilerine yer bulabilmişlerdir. Miralay, yurtsuz, evsiz insanların sembolü durumundadır. Aynı zamanda bunun farkında olmadan yaşayan, Rus okullarında okumuş; milletine, kültürüne, dinine yabancılaşmış bir aydındır. Miralay, bu şekilde yabancılaşmış pek çok örnekten bir tanesidir. O, Rus ordusunda Türklere karşı savaşır. Fakat Kafkas Cephesi ve Erkan-ı Harbiye Riyaseti’nde gördükleri onu derin uykusundan uyandırır. Hayatının bundan sonrasını milletine ve Türkçülüğe adayan Miralay bu uğurda canını da feda eder. Kolhozlaştırma sisteminin oturtulmaya çalışıldığı, neticede açlık, kıtlık ve sürgünün yaşandığı, savaşın ezdiği, yok ettiği, toplu sürgünlerin yapıldığı, Stalin’in ölümünün yaşandığı ve nihayet 1991’de Sovyetlerin dağılması ile son bulan 1920-1991 arasındaki yıllar… Bu dönem romanlarda en çok anlatılan devir olması açısından önemlidir. Türkiye’de yayımlanan Türk dünyası romanlarının ekseriyeti bu dönemi konu alır. Dolayısıyla bu dönemi ele alan eserler incelenirken 1991’e kadar ömür süren Sovyetler Birliği hâkimiyeti, “Sovyet insanı”nı yetiştirme çabalarının edebiyata aksi ve bu hâkimiyetten kurtulmak için edebiyatçıların buldukları çareler etrafında “mahallî kimliğin” veya “kültürel kimliğin” hatta “millî kimliğin” nasıl korunmaya çalışıldığı üzerinde durulacaktır. Bu değerlendirmeler yapılırken buraya kadar olan tarihî devirleri ele alan romanlara da sebep ve sonuçları ile temas edilecektir.
BİRİNCİ BÖLÜM
DESTAN DEVRİ
Aytmatov’un Beyaz Gemi romanı bu dönemde ele alınabilecek önemli bir eserdir.[11 - Beyaz Gemi. Çev. Ertuğrul Erden. Ankara 1970] Eser, Kırgızların soyunun çıkışı masalı olan “Boynuzlu Ana Geyik”i konu alır. Annaguli Nurmemmed’in bütün Türk dünyasının ortak destanı olan Oğuz destanını motif olarak seçen Oğuz Yurdu romanının da bu dönem içinde incelenmesi gerekir. Fakat hacimli olduğu için bu romanı kitabımızda ele almadık. Onun yerine yazarın diğer iki eserini, Nuh Tufanı ve Büyük Göç’ü inceledik. Azerbaycanlı yazar Kemal Abdulla’nın Eksik El Yazması romanı, Dede Korkut hikâyelerinin kahramanlarını bir arada anlatan bir çalışma olarak “destan devri” kategorisine girer.
Cengiz Aytmatov. Beyaz Gemi
Türk ırkının bilinen en eski boylarından biri olan Kırgızların tarihini, ilk çağa kadar götüren sinologlar vardır. O devirlerde Kırgızların Kem (Yenisey) kaynaklarında ve sahillerinde, Sayan Dağları’nda bulundukları bilinmektedir.[12 - Abdülkadir İnan, Manas Destanı, İstanbul 1972. (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)] 1856 yılında Kırgızlar arasında yaptığı seyahat esnasında Manas Destanı’nı keşfeden Çokan Velihanov, 1861’de yazdığı makalesinde Manas Destanı’ndan şöyle bahseder:
Sarp kayalarda yaşayan Kırgızlarda tek bir destan vardır. Bu destan Nogay devrine ait Manas Destanı’dır. Bu destan Kırgızların bütün mitolojisini, masallarını, her türlü geleneklerini bir kahraman çevresinde toplamış Kırgız ansiklopedisidir…
Kırgızların hayat tarzları, görenekleri, ahlâk ve dinî telakkileri, coğrafyası, tıp bilgileri, başka uluslarla olan ilişkileri bu destanda ifâdesini bulmuştur.[13 - A.g.e., s. 11.]
Cengiz Aytmatov hemen hemen bütün eserlerinde tarihin derinliklerine inerek çıkardığı Kırgız efsanelerini, masallarını veya destanlarından parçaları işlemiştir. Bilinen en önemli romanlarından Beyaz Gemi’de, dedenin torununa anlattığı “boynuzlu maral ana” efsanesi dikkat çekicidir. Etrafta akranı olmadığı için dedesiyle vakit geçirmekten hoşlanan “isimsiz” küçük çocuk, hem kendi yarattığı masalsı dünyayla hem de dedesinin anlattığı masallarla büyür. Romanın kişileri adeta ayrı bir dünyada yaşıyorlarmış gibi üç beş haneli bir köy içindehayatlarını sürdürürler. Onların dünya ile bağlantılarını “maşın magazin” yani “seyyar dükkân” oluşturur. İsimsiz çocuk, bu seyyar dükkândan kendisine alınan dürbünü, çantası ve her birine isimler taktığı kayalar ile oynar. Sekiz, dokuz yaşlarındaki bu çocuk, kendisine masallardan ördüğü bir dünya kurmuştur ve orada yaşar. Masalların büyülü dünyası, onun kendini özgür hissettiği mekândır. Fakat bu durum, onun trajedisinin başlangıcını oluşturur. Bu trajedinin de “maral ana” efsanesi ile yakından alakası vardır.
Çocuk, dedesi tarafından anlatılan ve Kırgızların soyunun yok olmaktan son anda dişi bir geyik sayesinde kurtulduğunu hikâye eden bu efsaneye inanır. Maralların Kırgız dağlarında yok olmasının sebebi, insanların onlara kötü davranmaları ve genelde insanların ahlâken bozulmalarıdır. Burada “ahlâken” bozulmadan kastedilen, insan olarak bozulmaktır.
Efsane kısaca şöyledir: Kırgızlar tarih içinde zaman zaman komşularıyla iyi geçinememekte ve kavga ederek birbirlerine zarar vermektedirler. Fakat aralarındaki husumete rağmen, bu toplulukların birbirleri ile savaşmaları durumunda geçerli olmak üzere yazılmamış bir kural vardır. Bu kurala göre bir kabile veya soy yas tutuyorsa, ona kesinlike saldırılmaz. Fakat Kırgızların komşusu olan hasım kabile bu kuralı bilerek bozar ve kabilelerinin önderini kaybeden Kırgızların yas tuttuğu bir sırada onlara saldırır. Hazırlıksız yakalanan Kırgızlardan kimse atına binemez, kılıcını kuşanamaz, kendini koruyamaz. Hepsi istisnasız kılıçtan geçirilir. Düşmanın tek bir amacı vardır, o da Kırgızların soyunu yok etmektir. Fakat yaramaz iki küçük Kırgız çocuk bu planı bozar. Oynamak için köyden/obadan uzaklaştıkları için katliamdan kurtulan bu iki çocuk, şuursuzca katillerin peşlerinden gider; zira çocuklar düşmanlık nedir, düşman kimdir bilmezler. Yazar burada çocukların dünyasının saflığını vurgulamak ister.
Düşman atlılarının peşinden giden çocuklar, kabile reisinin karşısına çıkarılır. O da öldürmesi için çocukları yaşlı bir kadına teslim eder. Çopur topal yaşlı kadın, çocukları Yenisey’in kıyısına getirir ve onlara birbirlerine sarılarak vedalaşmalarını söylediği sırada dişi bir geyik çıkagelir. Geyik, çocukları yaşlı kadından ister. Yavruları insanlar tarafından öldürülen geyiğin bu esnada memelerinden süt akmaktadır. Yaşlı kadın, bu çocukların da “insanoğlu” olduğunu ve büyüdüklerinde atalarının yaptığını yine yapacaklarını söylese de geyik “kardeşin kardeşi” öldürmeyeceğini söyleyerek çocukları alır ve Isık-Göl civarına getirir. Çocukları orada büyütür. İnsanlar zamanla çoğalır fakat bu çocuklardan türeyen insanlar da bir süre sonra geyikleri boynuzları için öldürmeye başlar. Bu süreç, geyikler artık göl civarında görünmez olana kadar devam eder.
Gerçek ile hayalin kesiştiği bir dünyada yaşayan çocuk için, hayatın gerçek yüzü dayanılmazdır. Bu nedenle çocuk kendince başkaldırır, isyan eder. Çocuğun kendini suya bırakması ise belki onun için bir kurtuluş, belki de dünyanın tüm kötülüklerinden aldığı bir “intikam”dır.[14 - Akademisyen Dr. Hüseyin Özbay, bir televizyon programında konu ile alakalı olarak “Aytmatov’un kötü ve kötülüklerden, haksızlık ve adaletsizlikten intikam aldığını” söylemişti. “Aytmatov’u uğurlarken” TRTTürk, Haziran 2008.] O, arkasında temsil ettiği güzellik, saflık, temizlik gibi değerleri ve dedesinin yaktığı bir ağıtı bırakır. İsimsiz çocuk kendisini suya bırakarak sürekli beklediği babasına yürümüş veya bir başka ifadeyle yüzmüş olur.
Romanda anlatılan masalın veya efsanenin doğruluğu veya gerçekliği başka bir tartışma konusudur. Ama tartışmasız bir gerçek vardır ki, yazar bu masalı eserinde kullanarak Kırgızların bir geçmişinin olduğunu ve onun da köklerinin tarihin derinliklerine indiğini bütün dünyaya duyurmuş olur.
Bu noktada Beyaz Gemi romanı için “tarihî roman” nitelemesi yapmanın ne derece doğru olduğu sorusu sorulabilir. Romanın tarih ile yakından uzaktan alakası yoktur; çünkü romanın aktüel zamanı Sovyetler Birliği’nin ilk dönemidir. “1991’de tarih olmuş bir devletten bahsetmek eseri “tarihî” yapar mı?” şeklindeki bir soru, burada değerlendirmeye alınacak pek çok roman için de geçerli olacaktır. Lion Feuchtwanger hem bir yazar olarak hem de eleştirmen olarak şöyle der:
Tarihî bir konu üzerinde çalışan ciddî bir yazarın, tarihî vakaları bir metafor olarak, kendi duygularını, zamanını, felsefesini ve hatta kendisini mümkün olduğu kadar doğru olarak ifade edebilmek dışında başka bir vasıta olarak görmesini tasavvur edemiyorum.[15 - Lion Feuchtwanger. “The Purpose of the Historical Novel” Translated by John Ahouse. Bu yazı “Vom Sinn des historischen Romans,” 1935 yılında Das Neue Tage-Buch’te yayınlandı. http://www.historicalnovelsociety.org/lion.htm (10 Şubat 2010)]
Bu masalla veya efsaneyle acaba yazar Kırgızların geçmişini bir tarihçi titizliğiyle anlatmak mı istiyor? Bu soruya rahatlıkla “hayır” cevabı verilebilir. Eğer öyle olsaydı yazar, düşman kabilenin saldırısı sırasında kimlerin nasıl öldüğünü veya ölenler arasında birbirini seven, ya da birbirinden nefret eden insanlar olup olmadığını detaylı şekilde açıklar ve bu insanları merkeze koyarak efsaneyi anlatırdı. Ama yazar bunu yapmaz; kendisine emanet edilen ormana ihanet eden, içlerinde karısı da olmak üzere emri altında çalışan üç beş kişiye eziyet çektiren ve kötü davranan Orozkul tiplemesiyle Sovyetler Birliğinin temsilcisini eleştirir. Aytmatov Ssadece sistemi değil, bu kötü sistemi işletenleri, sistem içinde yolunu bulanları, rüşvet alan ve verenleri de tenkit eder.
Cengiz Aytmatov, Kırgızların kültür tarihinden pek çok unsuru bu basit, ama içi dolu romanıyla gün yüzüne çıkarır. Her şeyden önce eserde şamanistik ögeler ön plandadır. Türk kültüründeki “Umay kültü” ile maral anayı eşleştirmek mümkündür. Animizm, Türk mitolojisinde söz konusu olan Yer-Su inançlarının başka bir ifade tarzından başka bir şey değildir. Çocuğun kayalara, çantasına ve dürbününe hayat vermesi, onlarla konuşması bunun en güzel örneği sayılır. Maral Ana’nın, tarih sahnesinden silinmekte olan Kırgızların ana-atası olması da dikkate değerdir. Diğer taraftan Türk kültür tarihinde “bugu”nun ayrı bir yeri ve önemi vardır. Zira insan gibi konuşan bu Maral Ana, okuyucuyu Türklerin ortak mitolojisinin en erken sembollerinden olan “geyik” sembolüne götürür ki, Dr. Alyılmaz da araştırmasında bunu göstermiştir.[16 - Cengiz Alyılmaz. “Bugut yazıtı ve anıt mezar külliyesi üzerine” http://www. turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s13/alyilmaz.pdf. (23 Mart 2010)] Şamanların da elbiselerinde veya davullarında simgesel olarak geyikten bir parça taşımaları bu iddiayı güçlendirir.
Romanın başından itibaren çocuğun kafasında “balık” olup yüzerek Isık-Göl’e ulaşma ve orada babasına kavuşma hayali/düşüncesi vardır. Nitekim romanın sonunda çocuk, Maral Ana’nın Orozkul’un zorlamasıyla dedesi tarafından vurulup pişirilmesini gördükten sonra “balık” olup yüzmek ve babasına bütün olanları anlatmak için kendini sulara bırakır. Konuşan geyik ve bir çocuğun balık olmayı hayal etmesi, romanda şamanizme çağrı gibi durmaktadır.[17 - Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Kadriye Kaymaz. “Dişi Kurdun Rüyaları, Beyaz Gemi ve Kassandra Damgasında mitoloji” Cengiz Aytmatov. Tematik İncelemeler. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 2010. s. 122-129.]
Beyaz Gemi romanı için şunları söylemek mümkündür: Roman belki tarihî olmayabilir, ama tarihten, özellikle hem Kırgızların hem de Türklerin tarihinden pek çok önemli unsuru okurların dikkatine sunar. Bu eser, Dede ile temsil edilen yaşlı neslin pasif direnişinden çocukla temsil edilen yeni neslin güçsüz de olsa başkaldırısına, geleneklere ve geleneksel inançlarla birlikte mitolojiye kadar uzanan ve oradan da hâlihazıra gelerek sistemi veya sisteme mâl olmuş kişileri eleştiren bir romandır.
Manas Destanı, 1958 yılında Sagımbay Orazbakoğlu tarafından dört cilt olarak yayımlanmıştır. Yukarıdaki alıntıda yer alan, Çokan Velihanov’un Manas Destanı için söylediklerini Aytmatov’un romanları ve hikâyeleri için de söylemek mümkündür. Zira Aytmatov, romanlarında destan ve efsanelerden yararlanarak Kırgız Türklerinin yaşayış biçimlerini, geleneklerini, kültürlerini ve inanışlarını tıpkı Manas destanı gibi etkili bir şekilde yansıtmayı başarmıştır.
Aytamatov’un, destan devri içerisinde değerlendirilebilecek diğer romanı Gün Uzar Yüzyıl Olur[18 - Gün Uzar Yüzyıl Olur, İstanbul: Ötüken Neşriyat A.Ş., 1985 (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)] adlı eseridir. Romanda savaştan döndüğü günden beri Boranlı durağında makasçı olarak çalıştığı için “Boranlı Yedigey” diye bilinen Yedigey, Boranlı’nın yalnız ihtiyarı Kazangap’ın ölümü üzerine ona karşı son vazifeleri olan cenaze merasiminin yapılmasını ve onu Sarı Özek bozkırında Boranlı’dan 30 kilometre uzaklıktaki Ana-Beyit mezarlığına gömülmesini ister. Yedigey’in bu fikrine çevresindekilerle beraber, kışın sert muhalefeti, demiryolunda insana ihtiyaç duyulması gibi güçlükler de engeldir. Fakat o yine de vazgeçmez ve ihtiyar arkadaşına karşı son vazifesini yerine getirir. Bu romanda, Yedigey’in eski gelenekleri ve âdetleri, tabiat ve hayat şartları ne olursa olsun yerine getirmek ve onları korumak uğruna verdiği mücadelesi görülür. Romanının baş tarafındaki “Yazardan bir kaç söz” başlıklı bölümde Aytmatov;
Önceki yapıtlarımda olduğu gibi bu sefer de efsânelere, söylencelere, masallara dayanıyorum. Çünkü bunlar bizden önceki nesillerin, bizlere miras bıraktıkları deneylerdir… Söylenceler olsun, hayâl ürünü konular olsun yazarlığımın amacı değil, yalnızca bir düşünce yöntemi, aynı zamanda gerçekleri anlatma ve yorumlama yollarından biridir.
demektedir. (s. 8) Bu romanda Aytmatov, mankurt metaforu etrafında Sovyetler Birliği’nin kimliksizleştirme uygulamalarını eleştirmek için “Nayman Ana” efsanesinden yararlanır. Efsaneye göre Juan Juanlar tarafından mankurtlaştırılan Coloman, annesi Nayman Ana’yı tanımaz ve efendilerinin emriyle onu öldürür. Bu efsane vasıtasıyla Aytmatov, milli kimliğini kaybederek Sovyet sisteminin bir dişlisi hâline gelen insanları etkileyici bir anlatımla eleştirmiş olur. Yazar, bir efsaneden yararlanarak, kendi döneminin aktüel bir sorununu anlatma imkânı bulmuştur. Bu da destan ve masalların roman gibi modern bir edebi türdeki anlatım gücünü gösterir.
Bilindiği gibi masal ve efsânelerde bir olağanüstülük vardır. Aytmatov da bu olağanüstülük perdesi arkasından Kırgız Türklerinin tarihinden örnekler sunar. Bu açıdan Beyaz Gemi’deki ihtiyarın yorulmak bilmeden çalışması, romanın asıl kahramanı küçük çocuğun sâfiyâne duyguları, okuyucuyu onlarla bütünleştirir. İhtiyarın dış baskılara boyun eğmesinin yanında, küçük çocuğun bir efsâne arkasından da olsa geleceğe umutla bakması, babasını bulacağı günü umutla beklemesi, romanda işlenen aslî temlerdir. Böylece yazar, tıpkı Gün Uzar Yüzyıl Olur romanında yaptığı gibi, aslî mesajını efsanelerle vermiş olur.
Kemal Abdulla. Eksik El Yazması
Aytmatov’dan başka yazarlar da Türklerin destanlarının oluştuğu dönemlere ilgi duyarak bunları romanlarında işlemiştir. Bunlardan biri de Azerbaycan’lı akademisyen/ yazar Kemal Abdulla’dır.
Yazar Kemal Abdulla, Eksik El Yazması adlı eserinde Dede Korkut hikâyelerinden yola çıkarak, yeni bir roman oluşturur.[19 - Kemal Abdulla. Eksik El Yazması. (Çev: Dr. Ali Duymaz) İstanbul: Ötüken Neşriyat A.Ş., 2006. (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)] Roman, Dede Korkut hikâyelerinde geçen birçok kahramanı içerisinde barındırır. Yazar, romanında sadece tek bir tarih aralığını kullanmaz; ayrıca Şah İsmail’in anlatıldığı, Çaldıran Savaşı’nın betimlendiği bölümler de kitapta yerini alır. Bu bölümler, kurgu açısından birbirinden farklıdır.
Eser çeşitli katmanlardan oluşur. Yazar bu romanda yer yer “bilinç akımı” tekniğini de başarılı bir şekilde kullanır. Birinci katmanda bir araştırmacının kütüphaneye araştırma yapmak için gitmesi vardır. Gence depremi hakkında bilgi edinmeyi ümit eden bu araştırmacı rolünü, yazar kendisi üstlenir. Kitap üç ayrı önsözle başlar. Araştırmacının, Milli El Yazmaları Enstitüsü Orta Çağ Şubesi’ne gitmesi ve katalogdaki A 21/733 numaralı yeni el yazmasını istemesi ile roman kurgusu şekillenir. Yazar, bu bölümde Dede Korkut hakkında bilgiler verirken, ayrıca araştırmacının kütüphane memuresi ile olan konuşmalarını ve onun hakkında edindiği izlenimlerini aktarmayı da ihmal etmez. Bu durum, romanın gerçeklik duygusunun desteklendiği veya hâlihazırda yaşandığı intibaını uyandırdığı bölümlerden bir tanesidir. Romanda gerçek zaman, araştırmacının el yazmalarını okuduğu zaman dilimidir. Ayrıca hikâyelerin geçtiği zaman dilimleri vardır. Bu zaman geçişlerini göstermek için, yazar belli bölümlerde müdahalelerde bulunur. Kemal Abdulla, araştırmacının ağzından, el yazmasının nerelerde eksik olduğunu ya da yazılanların gerçekte ne anlatmak istediğini açıklar. Yazar, bu bilgileri metinden ayrı olarak vermeyi tercih etmiştir. “Burada el yazması metni yine kesiliyor. Dede Korkut’un aklına gelenler ne idiyse maalesef bizim için sonsuza dek kayboluyor” cümlesindebunun bir örneğidir. (s. 60)
Romanın neden iki farklı hikâyeden oluştuğunu da yazar, el yazmalarının karışmasına bağlar. Kemal Abdulla’nın akıcı ve arı dili ile başarılı betimlemelere yer veren üslubu, Dede Korkut’un okuyucuyu saran efsanevi havası ile birleşince başarılı bir roman ortaya çıkmıştır.
İlk yazmalar, Bayındır Han’ın Dede Korkut’u Günortaç’a çağırması ile başlar. Romanın genel mekânı İç ve Dış Oğuz’un merkezi olan Günortaç’tır, ama zaman zaman yapılan “bilinç akışları” sayesinde mekân da çeşitlilik göstermektedir. Bayındır Han, Dede Korkut’a Oğuz’un içinde bir casusun olduğunu ve bunun yakalandıktan sonra kaçırıldığını anlatır. Bayındır Han’ın amacı bu olayı tüm detayları ile ortaya çıkarmaktır. Bu yüzden, Oğuz’un tüm beylerini teker teker huzuruna çağırır. Bunu yaparken de Dede Korkut’un yanında olmasını ister. Aslında tüm yaşananlardan Dede Korkut’un haberi vardır, ama Han’ın korkusundan sesini çıkaramaz. Bu soruşturmada Dede Korkut’a düşen görev, konuşulanları ayrıntısı ile kaleme almaktır. Han’ı adeta gölgesi gibi takip eden hizmetlisi Kılbaş ve Dede Korkut bu düğümü çözmekte önemli roller üstlenirler. Han, bütün beyleri Günortaç’a sırayla çağırır. İlk olarak da damadı ve beylerbeyi olan Kazan’ı sorguya alır. Kazan, Bayındır Han’ın kızı Burla Hatun’un eşi ve torunu Uruz’un babasıdır. İşin içinde damadının da olması Han’ı çok üzer ama O, adaletli olmak adına herkesi ayrım yapmadan dinlemeye kararlıdır.
Romanda zaman zaman Dede Korkut’un da iç sesi duyulur. Yazarın, bu iç sesleri okuyucu ile paylaşmasının amacı; olayların girift yapısını gözler önüne sermek ve Dede Korkut’un bilge kişiliğinin altını bir kez daha çizmektir. Han’ın huzuruna sırayla Kazan, Şir Şemseddin, Beyrek, Begil ve Aruz gelir.
Bayındır Han, beylere çeşitli sorular sorar ve onların ifadeleri doğrultusunda aslında Oğuz’un içinde bulunduğu karışıklığı fark eder. İç ve Dış Oğuz arasında gelişen ve giderek de büyüyen bu çekişme Han’ın canını sıkmaktadır. Kazan, casusun Aruz tarafından kaçırıldığını söyledikten sonra İç ve Dış Oğuz arasındaki çekişmeyi şu sözlerle ifade eder:
Dış Oğuz baştanbaşa düşman ocağıdır, ağızlarına geleni konuşuyorlar, ne isterlerse yapıyorlar. Onlar bizi, İç Oğuz’u yok etmek istiyorlar, ama nafile! Olmayacak! Biz, biz onları mahvedeceğiz. Hepsini, birisi bile kalmayana kadar hepsini… (s. 52-53)
Kazan’ın bu sözlerinden sonra Dede Korkut “Kadir Tanrı, bağışla, bağışla onu, neler söylediğini kendi de bilmiyor, Oğuz’u bölmek istedi böyle söylemekle… Araya ayrımcılık sokmak istedi. Bağışla onu. Kadir Tanrı, sen büyüksün…” (s. 53) diye yakararak dikkat çekici bir değerlendirmede bulunur.
Bayındır Han, tüm beylere casusun nasıl yakalandığını, kimin kaçırdığını sorar; bu sorularının sonucunda da hemen hemen aynı yanıtları alır. Kazan, tüm suçu dayısı Aruz’a atar ve bunu da Beyrek destekler. Ancak olayların arkasında Burla Hatun’un da parmağı vardır. Bayındır Han, onun ve Beyrek’in eşi Banu Çiçek’in de görüşlerine başvurur. Aslında Han’ın sorduğu sorulara bakıldığında onun her şeyden haberdar olduğu bellidir. Ancak Han, gerçekleri beylerin ağzından duymak ister, onları dinledikçe de ortaya çıkan tablodan rahatsız olur.
Romanda, Dede Korkut Hikâyeleri’nde de geçen Basat’ın Tepegöz’ü öldürdüğü destan da yer alır. Yazar, bu destanı bilinenin biraz dışında unsurlar katarak, kurguya eklemiştir. Romanda Tepegöz’ün gelişi ve Oğuz’a bela oluşu Aruz’un ağzıyla şöyle betimlenir:
Han’ım biliyorsun Tepegöz, korkunç askerleriyle gelip Dış Oğuz’dan akıp giden Selleme çayının ağzını kesip oturmuştu. Askerinin haddi hesabı yoktu. Buralara nereden geldiklerini bilen yoktu. Dilleri dillerimize, dinleri dinlerimize benzemiyordu. (s. 234) Burla Hatun, entrikacı, hırslı bir kadın potresi çizer. O, geçmişe dönük kalp ağrılarını, hırslarını eşinin üstünden tüketmek istemektedir. Onun Beyrek’i kullanarak, ortaya attığı Basat’ın casusluk meselesi giderek büyür. Oğuz’un kendi içinde de bölünmesine neden olan bu hırslar, Oğuz’un beylerini kuklaya çevirir. Okuyucu, Burla Hatun’un gerçekte Basat’ı sevdiğini Dede Korkut’tan öğrenir, ama Basat ile evlenemeyen Burla Hatun’un hıncını Aruz’dan çıkarmak istemesi biraz garip karşılansa da, bu bir noktada anlamlı hâle gelmektedir. Basat, Tepegöz’ü yenebiliyorsa, aralarında çıkacak olan bir savaşta eşi Kazan’ı da yenecektir. Ayrıca Burla Hatun’un, kendisini Basat’a vermeyen babasından Oğuz’u bölüp, zayıflatarak bir intikam alma düşüncesi olduğu da düşünülebilir. Yazarın açıklık getirmediği bu konular, okuyucunun yorumlamasına göre alımlanabilen hususlardır.
Romanda anlatılan Tepegöz efsanesi biraz değişiktir. Muharrem Ergin’in incelemesinde Tepegöz’ü Bayındır Han’ın da bulunduğu bir avda bulurlar. (s. 151-152) Büyük bir kütle halinde vurdukça büyüyen, anlam veremedikleri bir cisim görürler. Sonra bu cismin içinden Tepegöz çıkar ve Aruz onu kayıp olan oğlunun yerine yetiştirmek ister. Bayındır Han buna izin verir. Tepegöz, bakıcısının önce sütünü, sonra kanını, en sonunda da canını emer. Çocuklarla büyürken, onlarla oynarken onların kulağını, burnunu yemeye başlar. Yaptıklarına dayanamayan Aruz, Tepegöz’ü kovar ve peri anası, canını koruması için ona bir yüzük takar. O yüzük sayesinde Tepegöz tüm saldırılardan korunur. Yani Tepegöz Dış Oğuz’un içinde yetişir ve onun sihri kılıcında değil, yüzüğündedir. Romanda olduğu gibi elçi olarak Dede Korkut gider ve Tepegöz ondan günde altmış adam ister, ancak günde iki adamla beş yüz koyun üzerinde anlaşırlar. Basat, romanda olduğu gibi Oğuz’u kurtarır; burada kılıç teması kullanılmıştır. Basat kılıçla Tepegöz’ün başını keser ve Oğuz ilinde namı yayılır.
Romanla farklı olan diğer noktalara bakıldığında; romanda çeşitli şekillere giren Tepegöz’ün efsanede böyle bir özelliğiolmadığı görülür. Basat onu gözünden hançerlerken, romanda bu detay yoktur. Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak unutulmamalıdır ki yazar, birebir Dede Korkut hikâyelerini kaleme almamıştır. Onlardan yola çıkarak, kendi düşünceleri ve duygularıyla yeni bir dünya oluşturmaktadır.
Romandaki ilk hikâyeden anlaşılır ki bütün Oğuz beyleri Boğaca Fatma’nın oyununa gelmişlerdir. Hepsi de casuslukla suçladıkları oğlanın Fatma’dan olan kendi çocuğu olduğunu düşünür ve bir daha Oğuz’a dönmemek üzere onu serbest bırakırlar. Beylerin baba yüreği, çocukları sandıkları bu genci kuyuda bırakmaya el vermez.
Bayındır Han, Boğaca’nın bu kurnazlığına hem şaşırır, hem de beylerin geldikleri oyuna güler. Yalnız Aruz Koca, Boğaca ile yaptığı görüşmeyi Han’a anlatmaz. Bayındır Han, Aruz’un bunu saklamasından rahatsız olur. Dede Korkut’a da bu rahatsızlığını söyler. Ancak bu akıllı hareketin esin kaynağının Dede Korkut olduğunun da farkındadır, buna rağmen hiç sesini çıkarmaz. Çünkü Bayındır Han’ın bu mahkemeyi kurmasının amacı farklıdır; bunu da okuyucu yine Dede Korkut’un ağzından öğrenir:
Evet, buymuş Han’ın öğrenmek istediği mesele! Oğuz içinde kim ne istiyor? Oğuz’un yarısı nerededir? Uzun zamandır ikiye bölünmüş olan Oğuz’un bugün sözde birliği neden tüy kadar inceldi? Suçlu kim, Bayındır Han, boşuna söz söylemez. Suç Kazan’ınmış. Kazan, Kazan… (s. 285)
Bayındır Han’ın Kazan’ı suçlu bulmasının birden fazla nedeni vardır. Savaşa giderken yurdunu dayısının yerine tecrübesiz, genç oğluna bırakması, Dış Oğuz’u yağmaya çağırmaması, Begil’e av sırasında söyledikleri… Han, bu düşüncelerini Dede Korkut’la paylaşmaya sakınca görmemiştir. Bayındır Han, Oğuz hakkında genel bir değerlendirme yaptıktan sonra babası Kam Gan’ın öğüdünü Dede Korkut’a söylediği bölümde, eksik el yazması Gence depreminden sonra neler yaşandığını anlatılmaya başlanırr. Kitabın eksik olan bölümlerle bir bütün oluşturma çabası son bölümde de kendini göstermektedir.
Kemal Abdulla, Kalın Oğuz’un içinde bulunduğu durumu anlattığı hikâyesinde Dede Korkut’un gözüyle dengenin, zaafların, hırsların, kahramanlığın, aklın ve şefkatin iç içe geçtiği bir dönemi yansıtır.
İkinci hikâye ise farklı bir Şah’ın, Şah İsmail ibn Haydar ibn Cüneyd Safevi’nin belli bir dönemini anlatır. Lala Hüseyin, Şah’ın en yakını ve en güvendiği kişidir. Aralarında sadece ikisinin bildiği bir sır vardır. Şah, Lala’dan kendisine benzeyen, zeki birini bulmasını ister. Amacı zamanı geldiğinde onu kendi yerine geçirmektir. Lala da Şah’ın güvenliği için bunun gerekli olduğuna inanır. Yazarın bu bölüme düştüğü not, romanın neden iki farklı kurgudan oluştuğuna dair bir açıklama niteliğindedir:
Eksik El Yazması’nın ikinci parelel kolu, yani Şah İsmail’le ilgili hikâyesi böyle başlıyor ve ilk defa burada kesiliyor. El yazmasının metni biraz evvel sanki hiçbir şey olmamış gibi tamamen başka bir zaman ve konu düzlemine geçtiği gibi yine aynı biçimde eski ahengine ve istikametine girip devam ediyor. Şimdi siz de buna şahit olacaksınız. (s. 77)
Lala Hüseyin, Şah’a herkesten yakındır. Devlet işleri ona sorulmadan yapılmaz. Vezirler ve saray çalışanları ondan çekinir. Lala, Şah’ın verdiği bu görevi de başarıyla yerine getirir. Onun istediği gibi, kendine benzeyen, Hızır adlı akıllı bir genci bulur ve Şah’la tanıştırır. Lala onun eğitimi ile de alakadar olacak ve onun Şah gibi yürümesini, hareket etmesini, konuşmasını sağlayacaktır. Lala ile Şah arasında geçen şu konuşma niyetlerini ortaya koymaktadır:
Ben şehre vezirle çıkacağım. Ama ona bu konuda bir kelime bile söylemeyeceksin. Sen biliyorsun. Esas maksadımız benim aynı anda iki ayrı yerde olduğuma halkı, cemaati, saray ehlini, çocuktan büyüğe herkesi inandırmaktır. Biz seninle böyle konuştuk. Hemen hazırla bunu, yürüyüşümü, tavrımı, edamı bir güzel öğrensin, ama… sanıyorum ki yüz örtüsüz daha çabuk olur… (s. 107)
Hızır, Şah’ın istediği gibi kabiliyetli bir çocuktur. Lala, ona santraç oynamayı öğretir, ayrıca bu genç, güzel şiirler yazmaktadır. Zaman içinde Şah, onun halk içine çıkmasına da izin verir. Hareketleri ve tavırlarıyla o kadar Şah’a benzer ki, kimse onun sahte olduğuna inanmaz. Şah ve Hızır gül bahçesinde, gözlerden uzak santraç oynayıp şiir hakkında konuşurlar. Hızır giderek görgüsünü ve bilgisini arttırır.
Romanda bu iki farklı hikâyenin ortak bir noktası da gül bahçesi, kızıl güllerin dalları arasında sıkışıp kalan kuş temasıdır. Yazar, hem Bayındır Han’a, hem de Şah İsmail’e güllerin dikenli dallarına takılan kuşları özgür bırakmaları için merhamet vermiştir. Bayındır Han, Kılbaş’a, Şah İsmail ise Lala’ya aynı emri verirler; ayrı zamanlarda, ayrı ülkelerde, ama aynı duyarlılık ve erdemle… Bayındır Han’ın kurtardığı kuş, casusu simgelerken, Şah’ın kurtardığı kuş ise bir açıdan Hızır’ı simgeler. Çünkü savaşa giderken Şah, Hızır’a “Artık sen hürsün şair! Bunu hiç hayalinden geçirmedin mi? Git, git muhafızların seni bekliyor. Kaçıp kurtulma zamanıdır. Ordu bozuldu… Ben ise…” (s. 147) der.
Bayındır Han, istese casusu yaklayabilir, ama onun amacı gül bahçesini yani Oğuz’u korumaktır. Şah da istese savaşa gitmez ve yerine Hızır’ı geçirmezdi, ama ülkesinin ve tahtının devamı için kendini feda eder.
Hızır, Hatayî mahlasını alarak şiirlerine devam eder, Şah bu şiirleri saatlerce usanmadan dinler. Bu sırada yanlarında olan Lala, onların karakterlerini değerlendirir. Şah ne kadar cesur, atılgan, kararlı biriyse, Hızır da tam tersine bir o kadar merhametli, narin ve duygusaldır. Hızır’ın hayatı normal seyrinden Çaldıran Savaşı ile ayrılır. Yavuz Sultan Selim ile Şah’ın Çaldıran adlı bir köyün yakınlarında yaptıkları bu savaş, her şeyi değiştirmiştir. Şah bizzat savaşa katılmış, Lala ise savaş meydanında kaybolmuştur. En son, vurularak attan düştüğünü görenler olmuştur. Şah büyük kayıplar verir; cephenin sağ ve sol kanatları çökmeye başlar. Dülkadir’in hayinliği de işleri iyice bozar ve kaçınılmaz son büyük bir hızla gelmektedir. Bozulan ordusunu gören Şah İsmail, peçesini takıp kendi yerine geçmesi için Hızır’a emreder. Kendisi gökten işittiğini söylediği o çağrıya doğru gideceğini söyler, ama Hızır buna izin vermek istemez. Şah çadırının yakınlarına düşmeye başlayan top sesleri arasında savaş meydanına gider. Çadırda tek başına kalan Hızır’ı Şah sanan askerler onu kaçırır. Artık Hızır gerçekten Şah olarak, görevini yerine getirmeye başlayacaktır. Yazar, Şah ile Hızır’ın arasındaki bu anlaşmayla; şahısların değil, ülkenin ve halkın önemli olduğunun altını çizmektedir:
Hazır mısın? Sen şimdi artık, bensiz, Lala’sız, kendi başına sadece kendin çıkarsın meydana. Ne ben varım, ne de Lala Hüseyin Bey! Hiç kimsenin de Hızır’dan haberi yok! Anla, Şah ölmez! Hiç ölmez! Ben ise ölmeliyim. Bir de ben bu öfkeyi onda bırakmam. Şimdi bak, ben atıyorum kendimi savaşın en kanlı yerine. Baş bir yana, leş bir yana… Allah ya bana verir, ya Selim’e....
… Becerirsin, öyle bir becerirsin ki! Bu savaş gelip geçici bir şeydir. Birazdan yine güneş doğacak, sabah olacak, memleket de senin olacak. Şaşırma! Ben sana bu büyüklükteki bir ülkeyi bırakıp gidiyorum. Herkesten gizli! Hiç kimse bunu bilmeyecek, öğrenmeyecek! Sen ben olacaksın. Sonraki bütün zamanlarda da aslında sen varsın, ama zahirde ben… Yani ben de yine varım. Hazır mısın? (s. 146)
Hızır’a bu konuşmayı yapan Şah İsmail, çadırdan çıkıp kendini savaşa atmadan önce son olarak Hızır’a “Bir de şunu bilmeni istiyorum. Benim adım Şah İsmail’dir, ama ben asıl Şah İsmail değilim.” der. (s. 147) Yazar, aslında bunun geçmişe dayanan ve gücün yenilmeyeceğini, ölümsüzlüğünü gösteren bir hareket olduğunu vurgular. Okuyucuya, “Şah İsmail asla ölmez, asla yenilmez” fikrinin daima yaşatılmaya çalışıldığını gösterir. Bu, Stalin öldüğünde halkın verdiği tepkiyle aynıdır; o zaman da halk, “Stalin ölemez!” diyerek, onun öldüğüne inanamaz. Gücün büyüklüğü, ölümsüzlük fikriyle beslendiğinde insanlar üzerinde korkulu ve tartışılmaz bir egemenlik hakkı kullanılmaktadır. Yıllar sonra aslında savaşta ölmeyen, Osmanlı’ya esir düşen Lala Hüseyin ülkesine geri döner ve hemen saraya gider. Artık saraydaki tüm yüzler değişmiştir; kimse onu tanımaz. Bir türlü Şah’ın huzuruna çıkamaz. Yüzbaşı Rahim ile tanıştıktan sonra bu emeline ulaşır, ama onu büyük bir süpriz beklemektedir. Yüzbaşı Rahim’e Osmanlı’ya esir düşen Behruze Hanım’dan Şah’a haber getirdiğini söyler. Bunu duyan vezir, Lala’nın Şah’la görüşmesini sağlar. Şah, vezirine her şeyi anlatmıştır, bu yüzden ikisi de endişelidir. Lala ile görüşeceği gün Şah’ın eşi Taçlı Hanım, rüya gördüğünü, iyi şeylerin olmayacağını söyleyerek, ağlar.
Rüya da her iki hikâyenin önemli öğelerinden biridir. Dede Korkut’un rüyaları, Nur Taşı’nın ona verdiği ilham, efsanelerin vazgeçilmez detaylarındandır. Taçlı Hanım’ın da gördüğü ve Şah’ın sonunu gösteren bu rüya, romanın gerçeküstü unsurlarındandır. Rüyaların tersi çıktığı söylense de Taçlı Hanım’ın rüyası, romanda anlatılan “gerçek hayata” yansır.
Lala Hüseyin, Şah ile karşılaşınca onun Hızır olduğunu hemen anlar. Şah İsmail’e ne olduğunu sorunca Hızır, başından geçenleri, çadırda yaptığı konuşmayı, savaşa gidişini, her şeyi anlatır. Lala, duyduklarına inanmak istemez ve ona karşı sert çıkışlarda bulunur. Eski mazlum, sessiz Hızır, eline güç, iktidar geçince Lala’ya; “Sus artık! Haddini bil! O günler geçti. Şimdi Şah benim. Bir tek emrim, bir tek el işaretim… Anla artık, bir tek bakışım yeter, seni…” (s. 262) Lala Hüseyin, karşısında duran Hızır’ı bir türlü Şah olarak, kabul edemez. Ne var ki, onu kendi yetiştirmiş, bugünlere gelmesinde önemli pay sahibi olmuştur. Lala;
… Demek ki on yıldır sen Şah’sın! Seni, o harabe köyden alıp getireceğime keşke Allah beni öldürseydi. Seni ben yarattım. Şah’a bak sen! Yani sen mi Şah’sın? Sen çoktan ölmesi gereken bir melunsun… Sen! (s. 269)
deyip Hızır’ı kuşağından çıkardığı hançerle öldürür. Kapı kilitli olduğundan kendinden emin bir şekilde tahtın yanında olan duvarın üzerinde asılı halıyı kaldırır. Duvarı iteleyerek, geri çekilir. Duvar hareket eder ve aralanır; Lala, aşağı doğru giden merdivenlerden inmeden önce arka taraftan yine mekanizmayı çalıştırır. Ortada hiç delil veya bir işaret bırakmaz. Kapının kilidini açıp içeri giren vezir gördüklerine inanamaz. Şah, yerde kanlar içinde yatar, ama dışarı çıkması imkânsız olan Lala ortada yoktur. Yüzbaşı ile ne yapacaklarını şaşırırlar ve vezir, Şah’ın hançer darbesi ile değil de hastalıktan öldüğünü duyurmanın daha iyi olacağına karar verir. Hançeri saplandığı yerden çıkarır ve üzerini örter. Böylece Şah’ın ölüm şekli herkesten saklanır. Yazar, “Şah İsmail ibn Haydar ibn Cüneyd Safevi Hicri 930 yılının Recep aynın 27’sinde öldü” diye not düşmüştür, ama gerçek Şah’ın nerede, nasıl öldüğü bir muammadan ibarettir.
Romanın ikinci hikâyesi de burada görüldüğü gibi, Şah’ın yerine geçen Hızır’ın Lala tarafından öldürülmesi ile sonuçlanmaktadır. Kemal Abdulla, kitabın sonunda araştırmacının ağzı ile “Acaba Şah İsmail’le ilgili metinle Korkut’un metni arasında bir paralellik, gizli de olsa bir ilişki var mı, yoksa?” şeklinde bir soru sorar. (s. 290)
Eksik El Yazması parçaların bir bütün oluşturduğu, eksik de olsa resmin ana hatlarını belirleyen bir yapboz şeklinde kurgulanmıştır. Kemal Abdulla, Bayındır Han ile Şah İsmail arasında kurduğu yakınlık sayesinde bir lider profili çizmektedir. Yazar, alt metinde “gücün” altını kalın çizgilerle çizmiştir. Güç, bir ulusa, bir insana egemenlik hakkı ile bir devamlılık duygusu vermektedir. Tepegöz’ün birdenbire ortaya çıkıp, ordularıyla Oğuz’a tehdit oluşturması; Basat’ın zekâsından ve Kağan Aslan’dan aldığı güç ile Tepegöz’ü yenmesi önemlidir. Tepegöz’ün çeşitli kılıklara girerek, Basat’ı aldatma çabaları dikkate değer bir ayrıntıdır. Çünkü Basat’ın zayıf tarafı sevdikleridir, Tepegöz de bunu kullanmayı iyi bilmiştir.
Eksik El Yazması adlı kitap okuyucuyu bir zaman yolculuğuna davet etmektedir. Ortaya attığı sorularla gerçeklere ulaşma yoluna zemin hazırlarken, aynı zamanda tarihî kişilikleri yeniden şekillendirmiştir. Bu, tarihi saptırma olarak algılanmamalıdır, çünkü Kemal Abdulla tarihi bir belgenin çevirisini yapmamış, tarihî kimlikleri yeniden şekillendirerek, kurmaca bir hikâye yaratmıştır.
Doğu Illinois Üniversitesi öğretim üyesi Sarah Johnson, the Associated Writing Programs’ın Mart 2002’de düzenlediği yıllık konferasında bir panelde yaptığı konuşmada “tarihî roman” tartışmasını konu olarak incelemiştir. Konuşmasında, 2002’den önceki son birkaç yılda konu üzerinde hem yazarların hem de okuyucunun ilgisinin arttığına dikkat çektikten sonra şunları söylemektedir:
Tarihî edebî eserin amacı, her ne kadar roman o havayı verse bile okuyucuya geçmiş bir zaman dilimindeki hayatı olduğu gibi göstermek değildir. Aksine, tarihî edebî eser yazanlar kendi yeteneklerini tarihî kurgulamaya değil olay veya zamanı aktarmayı başaran ve kendi perspektiflerinden bizim anlayacağımız şekilde konuşan aktörler üzerine yoğunlaştırırlar ki bu da geçmiş ve hâlihazır arasındaki farkı (veya paralelliği) anlamamıza yardımcı olur. Bir başka tarihî roman tanımı da “geçmişte kurgulanmış fakat hâlihazıra ait temalara vurgu yapan roman/hikâye”dir.[20 - Sarah Johnson. “What Are the Rules for Historical Fiction?” http://www.historicalnovelsociety.org/historyic.htm (10 Şubat 2010)]
Buradan hareketle bu romanı da tarihî olarak addetmek mümkündür. Zira yazar birbirine paralel olarak giden iki hikâyeyi de tarihin derinliklerinden çıkarmış ve okuyucuya gün ışığında sunmuştur. Yazarın amacının o dönemdeki hayatı olduğu gibi aktarmak olduğunu söylemek güçtür, hatta imkânsızdır. Fakat yazarın tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış bu iki olayı anlatarak hâlihazırda topluma yön veren liderlerin dikkatine sunmak istediğini düşünmek mümkündür.
Nitekim romanda sıkça vurgulanan güç temasını yazarın kendinden aldığı görülmektedir, çünkü yeni bir şey yaratmak güç gerektirir. Romanın üzerine kurulduğu geniş zaman dilimleri, büyük bir ustalıkla sarmallanmış ve kitabın gidişatını tek düzeylikten kurtarmıştır. Bu da romana ayrı bir ritm kazandırmıştır. Böylece üsluptaki ahenk şeklen de kitaba yansımıştır.
Kemal Abdulla, yazmalara geçmeden önce üç ayrı önsözle, düşüncelerini, içinde bulunduğu karmaşayı, zihninde oluşan soruları ve neden bu yolculuğa çıktığını açıklamaya çalışmıştır. Romana bağlı ve bir o kadar da bağımsız olarak yazdığı bu bölümlerin sonunu da şu dilekle bitirmiştir: “Allah bilmeyenleri bilenlerin gazabından korsun.” (s. 27) Yazar, bu romanla bilenleri ve bilmeyenleri ortak bir noktada buluşturmak istemiştir. Bunu da insanın merak duygusunu körükleyerek, başarmıştır.
Burada da belirtildiği gibi yazarın maksadı “merak” uyandırmaktır. Bu kitabı okuyanlarda Dede Korkut hikâyelerini yeniden okuma ihtiyacı doğacaktır; zira kitapta anlatılan, bilinen Dede Korkut hikâye kahramanlarından çok daha farklı kişiler olarak ortaya çıkmaktadır. İsimler aynıdır, tarihî ortam yaratılmıştır, fakat burada zikredilen kahramanlar, masalların, destanların, efsanelerin “düz kahramanlarına” benzemezler. Onlar, zaaflarıyla, hırslarıyla, kıskançlıklarıyla, sevgi ve nefretleriyle, içten hesaplarıyla ayakları yere basan ve dünyada yaşayan birer insandır. Hatta bunların içinde Dede Korkut daha da çarpıcı bir tarzda çizilmiştir.
Eser birbirine geçmiş katmanlardan oluşmaktadır. Yazar, olayları tek anlatıcı olarak değil birinci tekil şahıs ağzıyla anlatmaktadır. Sonra Dede Korkut devreye girer. O, Bayındır Han’ın beyleri sorguya çekmesi sırasında huzurda bulunur ve Bayındır Han’ın kendisine yüklediği “konuşulanları kayda geçirme” görevini görür. Diğer taraftan aynı Dede Korkut yeri ve zamanı geldiğinde devreye girerek, tıpkı romanın anlatıcısı gibi kendi duygu ve düşüncelerini, endişelerini, sevinç ve kaygılarını dile getirir. Sorgulanan meselenin tam ortasında yer aldığını, baştan sona da süreci takip ettiğini gözlemleyen okuyucu bütün dikkatini Dede Korkut’a verir. Böylece yazarın da maksadı hâsıl olur.
Oğuz toplumundaki inanışlar, gelenek ve efsanenin tıpkı Dede Korkut hikâyelerinde—bunlardan ancak beş tanesi eserde ele alınmış; Salur Kazan’ın evini yağmaladığı destanı, Kam Püre’nın oğlu Bamsı Beyrek destanı, Basat’ın Tepegöz’ü öldürdüğü destanı, Begil oğlu Emren’in destanı, İç Oğuz’a Dış Oğuz’un asi olup Beyrek’in öldüğü destanı—olduğu gibi romanda da görmek mümkündür. Beyler arasında mevcut sorunların çözülme yöntemi de Oğuzlar hakkında bilgi vermektedir. Aslında romandaki şahsiyetler ve olaylar adetâ Dede Korkut kitabından fırlamış gibidir. Aralarında pek bir fark olmayıp, sadece kişilerin konuşmaları, iç hesaplaşmaları, gizli planları ve bunlara uygun davranışları, hırsları, kıskançlıkları daha öne çıkmaktadır. Bu da eseri, destan özelliğinden çıkartmaktadır. Çünkü kahramanları dümdüz birer çizgi gibi çizilmemiş, derinlemesine iç dünyalarını yansıtacak bir tarzda tasvir edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Dede Korkut tıpkı destandaki gibi romanın da hem anlatıcısı hem de anlatım tekniği açısından “her şeyi bilen” anlatıcı durumundadır. Destanda Dede Korkut, “Oğuz’un tam bilicisi olan gaipten türlü haber söyleyen, Hak Teâlâ’nın gönlüne ilham ettiği” kutsal kişidir ve “Oğuz kavminin müşkülünü halleder. Her ne iş olsa Oğuzlar ona danışmadan yapmazlar. O ne buyursa kabul ederler ve sözünü tutup yerine getirirler.”[21 - Muharrem Ergin. Dede Korkut Kitabı. İstanbul: Boğaziçi Yayınları A.Ş., 2003. s. 15] Romanda da Bayındır Han onu yanına çağırır ve bütün soruşturma boyunca yanında kalmasını, hiçbir sözü kaçırmadan kaydetmesini ister. Dede Korkut’un zaman zaman kendi iç konuşmalarını, kendi düşüncelerini açıklaması romanda onu daha canlı bir karakter hâline sokar. O da zayıflıklıklarıyla diğer insanlardan farklı değildir. Nitekim Oğuz’un sorunlarını çözücü destan kahramanı Dede Korkut’un yerinde bazı sorunları kendi kendine çözemeyen, çözülemez gibi duran meseleleri Nur Taşı’na danışan, bu kutsal taşın dibinde yetişen otun etkisiyle rüyalar gören ve gaipten haberler alan biridir. Bunun dışında onun da ayağını yere bastıran en önemli ipucu, İç Oğuz’a gelen, yakalanan ve hapsedildikten sonra salıverilen ve Bayındır Han tarafından sorgulanan olayın tam göbeğinde onun olmasıdır.
Bu yüzden yazarın Dede Korkut’u küçük düşürdüğünü iddia edenler de çıkmıştır. Eserde soruşturmaya paralel giden Şah İsmail olayı da romanın tarihî boyutunu destan veya efsane olmaktan çıkarıp belli bir zaman dilimine yerleştirmektedir. Şah İsmail’in bir benzerini bulup eğitmesi ve kendi yerine geçirmesi şaşırtıcı gelebilir. Şah İsmail, Çaldıran’da yenileceğini bildiği için yerine sahtesini geçirecek ve kendisi hayatta kalmayı başaracaktır. Fakat olaylar böyle gelişmez. Gerçek Şah İsmail savaşta ölür, yerine de sahte olanı yani Hızır isimli kişi geçer. Fakat onun Şah İsmailliği de çok uzun sürmez, çünkü onu yakından tanıyan ve savaşta şehit düştüğü düşünülen Lala Hüseyin beklenmedik bir anda çıka gelir ve Hızır’ı yani sahte Şah İsmail’i öldürür.
Burada da muhtemelen tarihçiler eseri eleştireceklerdir. Fakat romanın sonunda kimin gerçek kimin sahte Şah İsmail olduğu da iyice karışmaktadır. Bu da belki yazarın postmodern bir roman yazma gayreti olarak gösterilebilir. Bu yönleriyle roman, tarihî malzemesinin yanı sıra zamanı ve mekânı aşarak insanlık değerlerine dokunabilen bir kurguyla etkileyici bir edebî eser olarak okuyucunun karşısına çıkmaktadır.
Roman için “tarihî” demek yanıltıcı olmaz. Olaylar zamanı bilinmeyen bir geçmişte cereyan etmektedir. Kahramanlar tarih kaynaklarına uygun olarak seçilmiştir. Diğer taraftan eserde hâlihazırda yaşanmakta olan bir de hadise vardır. Bu da romanın başında anlatıcının arşivde “eksik el yazmasını” bulması, kütüphane memuresine okutturması, tercüme ettirmesi ve eser üzerinde düşünmesidir. “Buradan ne çıkartılabilir?” sorusu birçok bilinmezi beraberinde getirmektedir. Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra yazılmış bir eser ile yazar, geçmişe dair pek çok bilginin yok edilmeye çalışıldığı bir dönemin ardından böyle bazı eserlerin korunabildiğini vermek istemiş olabilir. Ayrıca, gerek Sovyet döneminde gerekse sonrasında Azerbaycan’da yaşandığı bilinen “adaletsizlik” meselesine açıklık getirmek isteyebilir. Bayındır Han şüphelendiği bir olay etrafında bütün beylere eşit mesafede durarak onlara kendilerini savunma hakkını verir. Bu da “adalet”in temeli olarak değerlendirilebilir.
Yazarın ayrıca bu konuda yazmış olduğu Gizli Dede Korkut kitabı da bu bağlamda değerlendirilebilir. Diğer taraftan tarihin derinliklerinde yine Oğuzların hayatını anlatan bir başka sanatçı da Türkmen yazar Annaguli Nurmemmed’dir. Annaguli Nurmemmed’in bütün Türk dünyasının ortak destanı olan Oğuz destanını motif olarak seçtiği Nuh Tufanı ve Büyük Göç romanları da önemli bilgiler içermektedir.
Annaguli Nurmemmed. Nuh Tufanı
Yazarın olgunluk dönemi eseri olan roman 1990 yılında yayımlanmıştır.[22 - Annaguli Nurmemmed. Nuh Tufanı. (Akt. Nesrin Kahtalı Sis, yazarla beraber) Ankara: Devran Yayınları, 2002. (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)] Eserin konusu, bir Türkmen köyünde yaşayan halkın kendi benliğini ve kimliğini koruma çabasıdır. Sovyet döneminin tenkit edildiği romanda, baraj inşa edilmesi yüzünden sular altında kalan köyde geçen olaylar anlatılır.
Romanda, kutsal kitaplardan bilinen eski “Nuh tufanı” değil, insanların ruhlarında meydana gelen tufan anlatılır. Olaylar, Sovyet rejimi altında baraj inşasıyla sular altında kalan bir Türkmen köyünde geçer. Roman, şehre göç etmeyip köyünde kalmayı tercih eden son beş hanenin, bu hanelerde yaşayan, inançlarını ve kültürel değerlerini korumaya çalışan, bu arada zaman zaman sapmalar da yaşayan insanların hikâyesidir. Romanda yer yer Nöker Bekçi, Sehetniyaz Molla ve kızı Ayceren, Arhip Balcı, Cihansultan Teyze ve oğlu Mekân, Annam Dükkâncı ve karısı Sadap’ın hikâyeleri anlatılır.
Romandaki ilk bölüm, “Kıssa Başı Nöker Bekçi’nin Defterinden” adını taşır. Bu bölümde Nöker Bekçinin “Kitapların Şahı” adını verdiği kitabından iki sayfalık bir bölüm alınmıştır. Yazar, olayları anlatırken kendini gizlemez ve yer yer kahramanlarla ilgili tahlillerde bulunur. Nöker’in kitabından defter olarak bahseden de yazar-anlatıcıdır. Şu satırlar, yazarın anlatıcı olarak romana nasıl girdiğini ifade etmesi bakımından önemlidir:
Köyde kalanlar hakkında söylenen sözler bunlar. Fakat duyduğuna değil, gördüğüne inan derler. Belki onları görüp, sözlerini dinleyip, olan biteni tahlil edebilirsek, her şey bir elin ayası gibi açık seçik meydana çıkar. Öyleyse sabah selamının ardından neler olup bittiğine bakmak bize düşüyor… (s. 10)
Roman, yirmi bölümden oluşur. İlk bölümde Sehetniyaz Molla ile Nöker arasındaki fikir çatışmasından söz edilir, köyün sakinlerinin isimleri ve oturdukları evler kısaca tanıtılır. Daha sonra da köyün mollası Sehetniyaz’ın tanıtımına geçilir. Sehetniyaz, köyün en itibarlı insanlarından biri olan Heştek Ahun’un oğludur. Bir kızı, üç oğlu vardır. İki büyük oğlu okumaya gidip orada evlenir ve şehre yerleşir. Küçük oğlu ise büyüyünce yoldan çıkar ve hapishanelerden kurtulamaz. Molla’nın karısı ise kızı Ayceren’i doğururken ölmüştür. Ayceren, babası ile köyde yaşar ve ağabeylerinin ısrarlarına rağmen babasından ayrılamaz. Molla, dinine bağlı, inançlarının gereklerini yerine getirmeye çalışan samimi bir insandır. Köydeki camiyi düzenleyip ibadete açmak isteyince tutuklanır. Bir süre hapiste yattıktan sonra serbest kalır. Romanda köydeki herkesin farklı inanca sahip olduğu sık sık vurgulanır. Nöker, Allah’a inanmaz; sadece başı sıkıştığında Allah’ın adını anar. O, yalnızca kitapların şahı adını verdiği kendi yazdığı kitaba inanır. Sehetniyaz Molla hayatının sonuna kadar Kuran’a bağlı olarak yaşar. Öldüğünde elinde Kuran vardır. Çevresindekiler elinden Kuran’ı alamadıkları için onu o şekilde gömerler. Arhip Balcı, annesinin yegâne hatırası olan İncil’e bütün kalbiyle bağlıdır. Cihansultan Teyze, partisine her şart altında inanır ve güvenir. Romanda, eğer böyle giderse birliğin hiçbir zaman sağlanamayacağı ifade edilir. Mahtumkulu’nun sözleri de bunu ifade eder: “Büyük dağın başındaki üç ağacın kökü bir olmazsa, başlarını birleştirmek olmaz.” (s. 144) Sehetniyaz Molla hapse düştüğünde orada yaşadıklarını hatırlar ve şu satırlarla anlatır:
Sehetniyaz Molla ise hapse düşüşünü gerçek cehennemin orası olduğunu düşünüyordu. Bir keresinde namaza durduğunda, kendini bilmez bir delikanlının yaptıklarına dayanamayıp, Allah yoktur diye ona eziyet ettiğini, elinden seccadesini alarak, Allah varsa bana kötülük yapsın, diyerek onu tekmelediğini, sonra da bu dengesizliğe dayanamayan başka delikanlıların onu ölünceye kadar dövüşünü hatırlıyordu. Kendi küçük oğlunun da hapiste öldüğünü, o cehennemden bu şekilde kurtulduğunu da hatırlıyordu. (s. 201)
Sehetniyaz Molla öldükten sonra onu Gümüş Mezarlığı’na gömmek isterler ancak bölge başkanları bu mezarlığa ölü gömülmesini yasaklamıştır. Bu keyfi yasaklama, Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel adlı romanında Ana Beyit mezarlığına getirilen yasağı hatırlatır. Romanın kahramanı Yedigey, âdeta bir asra bedel olan bir gün içinde, dostu Kazangap’ı mezarlığa götürür, ancak yasaktan dolayı onu mezarlığa gömmeyi başaramaz.
Arhip Balcı’nın “balcı” lakabı yıllarca arıcılıkla uğraşıp bal dağıttığı için kendisine verilmiştir. Asıl mesleği ormancılıktır. O, nehrin kenarındaki ormanı korumaktadır. Evi de ormana yakındır. Arhip her yıl mayıs balını aldığında köydeki her bir hanenin bir sene yiyeceği balı da alıp evlerine bırakır. Bunun karşılığında kesinlikle para kabul etmez. Romandaki bu ayrıntı da onun ne kadar iyi yürekli bir insan olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Zaten romanın devamında Marcina ismindeki “ahlâksız” bir kadını acıdığı için evine almış, bu kadın yüzünden köylünün başı epeyce belaya girmiştir. Arhip, Maria ile Mihail’in oğludur. Babası cepheye gitmiş ve bir daha dönmemiştir. Arhip, Larisa isminde bir kadınla evlenmiş, ondan Tanya isminde bir kızı olmuştur. Eşi köyde yaşamak istemediği için ondan ayrı yaşamaktadır. Arhip, bir kaza sonucu annesinin ölümüne sebep olmuş, bu olayı da uzun bir süre unutamamıştır. Annesinin ölümünden sonra ondan yadigâr kalan İncil’i anasının sıcaklığını hissederek kendisine arkadaş edinmiştir. Arhip ile Sehetniyaz’ın ortak tarafları iki kahramanın da kutsal kitaba olan bağlılıklarıdır.
Cihansultan Teyze bütün hayatını yalnız geçirmiş bir kadındır. Eşi savaşta şehit olmuştur. Köyde mevkii yüksektir. İnsanlar zaman zaman köyün gerçek ismini söylemeyip “Cihansultan Teyze’nin köyü” derler. O, köyü köy yapan, savaş zamanında gelinleri önüne katıp, nerede ağır bir iş varsa oraya giden, bastığı yerden ateş çıkaran bir kadındır. Kolhozun bütün “başkanlık” mevkilerinde tek tek görev yapmıştır. Ömrü boyunca partiye hizmet eden Cihansultan da hayatının sonuna doğru hata yaptığını anlamış, ancak bu farkındalık için çok geç kalmıştır. Cihansultan Teyze, Allah’a da inanmaz. Hatta komünist kartını yüceltmek uğruna milletin inandığı mukaddes kitap aleyhine sözler söyler, Molla’yı hapse attıranlarla birlik olur. Ancak bu durum kitapta anlatılırken anlatıcı tarafından, onun partiye girerken bilgisiz bir insan olduğu belirtilmiş, partiye de bu bilinçsizlikle katıldığı ifade edilmiştir. Zaten romanın ilerleyen bölümlerinde Cihansultan Teyze, köye zührevi hastalıklar hastanesi yapılacağı zaman partiye gidip buna bütün benliğiyle karşı çıkar, fakat bütün kapılar yüzüne kapanır. Bu olay üzerine Cihansultan, parti kartını imha eder ve çok sevdiği partisinden ayrılır. Onun bu hayal kırıklığı Cengiz Aytmatov’un Elveda Gülsarı romanının kahramanı Tanabay’ın yaşadığına benzemektedir.
Nöker Bekçi, anne ve babasından ayrı yaşamaktadır. O, üniformalı ve resmi görevli bir bekçi değildir. Askerden döndükten sonra bir dönem ova bekçiliği yapmış, köyün nüfusu azalınca görevinden alınmıştır. Ancak o para almadan köyün bekçiliğini yapmaya devam etmektedir. Romanın ortalarına doğru da köyde açılan zührevi hastalıklar hastanesinde bekçilik yapar. Nöker, okumayı seven bir kişidir. Bu sebeple gittiği evlerde kapağı hiç açılmadık kitaplara bakar. Onun kitapları sevdiğini bilen ev sahibi de ona kitabı hediye eder. Nöker, Sehetniyaz Molla’nın kızı Ayceren’e âşıktır. Ona bir mektup yazarak aşkını itiraf etmiş, Ayceren de onu sevmiş, fakat Ayceren’in babasının ölümü sebebiyle iki genç kavuşamadan ayrılmışlardır. Nöker “Kitapların Şahı” isminde bir kitap yazmaktadır. Sehetniyaz Molla Kuran’a, Arhip Balcı İncil’e, Nöker ise kendi kitabına tutkulu bir inançla bağlıdır.
Romanda Sehetniyaz Molla vasıtasıyla devletin köy halkına uyguladığı yanlış politika eleştirilir. Halk bir bir köyü terketmiş, köyde kala kala beş hane kalmıştır. Bunun sorumlusu devlettir. Kolhoz sistemi kurulduktan sonra halkın elinden sürü sürü koyunları alınmış, köye kanal açılmış, köydeki evlerin içi nem ve rutubet dolmuştur. Millet de çaresiz kalmış ve göçmek zorunda kalmıştır. Sehetniyaz Molla bu meseleyi Cihansultan ile tartışırken ona şöyle der:
Savaş zamanında bu insanlar sizin partinize lazımdı da, şimdi her şey düzeldikten sonra, işinize yaramaz mı oldular? Onların başına tufan inerken yardım etmeyi düşündünüz mü? Bütün göçebe ve yörük halkını dağıttınız. (s. 32)
Romanda, birlik olamayan, çeşitli heveslerle köyünü, yurdunu terk eden insanların durumu arılar vasıtasıyla anlatılır:
Arılar eskisi gibi vızıldayarak gelmiyorlardı. Neredendir bilinmez bir yerlerden koku alıp uzaklara uçup gidenler oralarda çiçekli bir yer bulup geri döndüklerinde kendi halindeki arıları da kandırarak, beraberlerinde götürürlerdi. Kendi halindeki arılar böyle bir yerin varlığından haberdar olunca başıbozuk arıların ardına düşüp daha uzak yerlere uçarak yollarını kaybedip bir daha dönüş yolunu bulamazlardı… Gel gör ki olur şey değil, çiçek diye giden arıların bir kısmı vücutlarını kirletip gelmişlerdi. (s. 41-42)
Yine romanın bir bölümünde Türk halklarının birlik olamamaları arılardan hareketle anlatılır:
Kovandaki Ece arıların çoğunluğu ölüp, onların neslinin gönlüne endişe düşmüş olmalı. Sonra, herkes kendi başına buyruk olup, her biri kraliçe olmak için, yanlarına asker toplamışlardır. Sonunda ana arı ölüp, dışardan da müdahale eden olmayınca, köşkün içi karmakarışık hale gelip, arılar kendi dünyalarını kendi başlarına yıkmışlardır. (s. 41-42)
Arhip’in annesi Maria’nın ölümünün ardından köyde onun hangi mezarlığa gömüleceği konusunda tartışma başlar. Maria bir Hristiyan olduğu için, onun köydeki Gümüş Mezarlığı’na gömülmesinin doğru olmadığı görüşü köylüler tarafından savunulur. Arhip ise bunun haksızlık olduğunu, annesinin sağlığında köydeki herkesle dostane bir şekilde geçindiğini, öldükten sonra da mezarlığa gömülmeyi fazlasıyla hakettiğini şu sözlerle anlatır:
Hayır doğru yapmıyorsunuz insanlar, kara günlerde kendi kendinizi teselli ettiniz. Yüzünüz nurlandığı zaman birlikte güldünüz. Ömür sandalını aynı gölde küreklediniz. Şimdi niye böyle oldu? Hepsi bu kadar mıydı? Ölüme kadar mıydı? Şimdi niye yollarınız ayrıldı? Bu biçare toprağın otunu ormanını koruyarak can verdi, bu toprak için öldü. Şimdi de ona buradan bir karış yer bulamadınız. (s. 64)
Annesi için söylediği şarkı ile herkesi duygulandıran Arhip, şu sözlerle de birlik mesajları verir: “Bilemiyorum. Yüreğimin kâfir mi Müslüman mı olduğunu bilemiyorum. Annem için de aynısını söyleyeceğim. Ancak her ikimizin kalbi de bu köyün insanlarınınkinden farklı değildi.” (s. 68) Sehetniyaz Molla bu sözlerin ardından Maria’nın Gümüş Mezarlığı’na gömülmesi gerektiğini ifade eder ve kardeş oldukları mesajını yineler: “Bir köyde kardeş gibi yaşayan insanlarız. Mezarlığımız da kardeş gibi olmalıdır.” (s. 69) Arhip Balcı ile annesi Maria’nın köy halkı ile ilişkisi, Elçin’in Ak Deve romanının kahramanı Ziba Teyze’nin mahalleli ile olan sıcak ilişkisini hatırlatır. Ziba Teyze Yahudidir. Bir gün “peygamber hakkı için” diye yemin eder. Aliabbas, ona “Hangi peygamberden bahsediyorsun?” diye sorunca Ziba Teyze ona birliğin önemine işaret eden şu satırlarla cevap verir: “Aliabbas kardeş, Allah seni selamet eylesin, eğer peygamberse demek ki iyi insandır. İyi herkes için iyidir, sen Müslümana da, Hristiyana da, bana da…” (s. 146)
Romanda göbek bağı insanın doğduğu toprağa ve onun değerlerine bağlılığını ifade eden bir sembol olarak kullanılır. Nöker, yazdığı kitapta şu cümlelerle bu bağlılığı ifade eder: “Ey insan, senin varlığını çeken o kuvvet, toprağa gömülmüş olan göbek bağındı. Ne yaparsan yap, fakat göbek bağını yitirme, o gömülü olduğu toprakta atalarının ruhuyla karışıp senin yaşamana neden olmaktadır. O, mukaddeslik çeşmesinin kaynağıdır. Göbek bağına ihanet edersen, anandan emdiğin süte de, kendi kendine de, tüm varlığına da ihanet etmiş olursun. Dünyada bu mukaddesliğe kastetmekten büyük cinayet yoktur.” (s. 7-8) Nöker, sonraları dünyaya gelen bebeklerin göbek bağlarının çöpe atıldığını öğrendiğinde nesillerdeki bozulmayı bununla açıklar: “Nereden onlarda edep, terbiye olsun, asıl onları toprağa bağlayan ruh yok. Bu halde nesiller nasıl küçülmesin.” (s. 101)
Romanda, köylüler istemediği hâlde, zührevi hastalıklar hastanesi köye taşınır. Nöker bu hastanede bekçilik yaptığı için burada polislerin ve doktorların yaptığı ahlâksızlıklara şahit olur. Hastanede yatan kadınlar, hastalık mikrobu taşıdıkları bilindiği hâlde, doktorlar tarafından pazarlanırlar. Polisler de aldıkları rüşvetler sebebiyle bu duruma göz yumarlar. Okumuş kesimi temsil eden doktor ve polislerin bu davranışları toplumdaki bozulmuşluğu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Nitekim ahlâksız bir adam olan Annam da bu kadınlardan biriyle ilişkiye girdiği için hastalanır ve bu hastalığı karısı Sadap’a da bulaştırır.
Romanın geneli göz önünde bulundurulduğunda, yazarın kömünist rejimin yanlış uygulamalarını eleştirdiği ve birlik-beraberlik mesajı vererek milli kimliği güçlendirme gayesi taşıdığı görülmektedir. Ayrıca mevcut düzenin yozlaşmışlığına yapılan vurgu, milli kimlik bilinci üzerine inşa edilmiş olan ve kardeşlik bağlarını önemseyen bir toplumun oluşturacağı yeni bir düzene olan özlemi dile getirmek içindir. Romanda göbek bağı örneğinden hareketle nesil bilincine yapılan göndermede ise, aslında tarih bilincini öne çıkartmak amaçlanmaktadır.
Annaguli Nurmemmed. Büyük Göç
Annaguli Nurmemmed’in bir diğer romanı Büyük Göç, Selçuknâme’den alınmış bir bölümle başlar.[23 - Annaguli Nurmemmed. Büyük Göç. (Çev. Gülâlek Nurmemmet ve Hümeyra Yücel) Ankara: Devran Yayınları, 2002. 632 s. (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)] Bu eserde yazar, Sultan Sancar’ın esaretiyle zayıfladığı görülen Selçuklu Devleti’nden söz eder. Romanda Dandanakan ve Malazgirt gibi iki büyük savaş ve bu savaşların getirdiği sonuçlar üzerinde durulur. Dandanakan, Oğuzların ata yurduna kavuşmalarını sağlar. Malazgirt ise Rumistan’ın yolunu açmıştır. Göç, Türkmenler için çok önemlidir. Onlar, göçlerinin önünde hiçbir engel olmaması ve rahat göç yapabilmeleri için geniş bir coğrafyaya hâkim olmak isterler. Eserde “Cihan padişahı”, “Yedi iklimin padişahı” gibi ifadeler sıkça geçer. Eserin başı ve sonunda Sultan Sancar’ın esareti vardır. Selçuklu tarihine bu bölümlerde temas edilir. Oğuzların eline düşen Sancar’ın demir bir kafese konmuş olduğu eserin ilk kısımlarında görülür. Babası Sultan Melikşah’ı hatırlayan Sancar, onun kendisine duyduğu güven nedeniyle Horasan tahtını verişini hatırlar. Soyundaki herkesten fazla olarak altmış yıl tahtta oturan Sultan Sancar, Peygamber yaşına geldiğinde esareti tatmıştır. Esareti sırasında aslını, atalarını düşünür. Han sülalesinin kökü Selçuk Ağa’ya kadar varmaktadır: “Esir düşen çok olmuştur da onun canını yakan, gururuna yediremediği Oğuzların eline düşmesiydi.” (s. 11) Sultan Sancar, kendisini niye kafese koyduklarını, böyle bir cezayı uygun gördüklerini anlayamaz. Buna karşılık konuşmayarak tepkisini ortaya koyar. Oğuzlara karşı çok alçak gönüllü davrandığı için başına bunların geldiğine inanır. Sultan, yerden mi gökten mi geldiğini anlayamadığı sesin etkisinde kalır. Bu ses, “Kılıçla değil, göçle yurt edinilsin!..” demektedir. Yayladan dervişler geçerken bu sesin duyulmasını, Sultan hayırlı bir işaret sayar. Konuşmama kararını bozar. Sultan’ın yanında sürekli duran, onu konuşturmaya çalışan Tuti Han, Sultan’ın eksikliklerini ortaya koyar: “Aslında Sultan kendilerinindi. Şu yayladan kaleye gitmişti. Fakat kalede çok telaşa kapılıp bazen yaylasını unutuvermişti… İnsan yaylasını unutursa ufuğunu göremez, gözleri daralır. Sonradansa kendi ufuğu küçülürdü.” (s. 27)
Sultan’ın Oğuzlara karşı yanlış muamele ettiği, başlangıçta beraber hareket ettikleri hâlde sonradan dövüşüp yuvalarını yıkan iki kuşun hikâyesi ile vurgulanır. Tuti Han, Dandanakan’ı da hatırlatarak, o savaşın Oğuzlarla birlikte yapıldığını belirtir. “Dandanakan’da bizim atalarımız Çağrı Bahadır, Sultan Tuğrul’la birlikte savaşmamış mıydı? Aslında bugüne kadar bizim bahadır yiğitlerimiz seni korumamış mıydı?” (s. 30)
Çağrı Bahadır, Sultan Mesud’un ordusunun kalabalık ve güçlü oluşundan çekinenler olmasına karşın Gazneliler ile savaşmak ister. O önceden Takkale’de de Gazneliler ile savaşmış, donanım yönünden zayıf olsa da başarılar elde etmiştir. Ona göre önemli olan korkusuzca, gözü pek savaşmaktır: “Esas olan onların hiçbir şeyden korkmaması, gözü pek bahadır olmalarıydı… Elin alışmış olsa da, gözü karalığın olmasa attığın ok hedefe isabet etmezdi.” (s. 33) Sultan Mesud ise yenilmişliğinin sebebini atalarının ruhunun Selçuklular tarafında yer almasına bağlar:
Hükümdarlık kim iyi hükmediyorsa, onun eline geçer. O yüzden kutlu olmasını, bahtlı olmasını bilir. Aslında Oğuz Han’ın altın yayının, ya da üç gümüş okunun her tarafa yayılması o ‘kut’un aranmasıydı. ‘Kut’ hükümdarlığın gücüydü. Kim âdil olsa, onun yüreğinden çıkıyor. (s. 34)
Ancak Sultan Mesud’un ordusunun gücüne dair söylentiler, Çağrı Bahadır’ın komutanları arasında telaş yaratmıştır. Çağrı, bu söylentilere bizzat kardeşi Tuğrul’un da inanmasına öfkelenir. Özellikle Hacip Komutan’dan çekinilmektedir. Ancak savaş Merv’i ve Nişabur’u Selçuk Ağa’nın torunlarına kazandırır. Sultan Mesud’un ordusunun gücünden çekinilmesi Çağrı Bahadır’ın kazancı olmuştur. Çünkü ordusu çok büyük bir güçle karşılaşacağını düşünerek hazırlığını da çok daha iyi yapmıştır. Sultan Mesud tarafında ise, Takkale ve Serahs’ta yaşanan yenilgiler hayal kırıklığı yaratmıştır. “Lakin Sultan Mesud, onların mertliğini kabul etmezse, işlerin sarpa saracağını” bilir, öfkesini Türkmenlere kötü sözler sarfederek ortaya koyar. Gazneli Sultan’ın gazabından kaçan askerler ise Çağrı Bahadır’ın tarafına geçmiştir. Bunların savaş anında karşı tarafa geçmesi, casus olması gibi ihtimaller korku yaratırsa da savaş sırasında bu kişilerin Gazne ordusuna karşı saldırıları oldukça etkili olur. Çölün şartları ve ordusunun içine giren endişeler nedeniyle Sultan Mesud geri çekilme ihtiyacı duyar. Vezirin elçisini Selçuklulara yollarlar. Sultan Mesut, Herat tarafına çekilir. Güzün geri dönüp savaşmak niyetindedir. Tuğrul ve Çağrı sultanları, Gazne Sultanı ile mücadeleye sevk eden en önemli etken, göç yolunun rahat hâle gelmesi çabasıdır:
Selçuk Türkmenleri Ceyhun’dan geçtikten sonra doğru dürüst bir yaşam görmediler. Nereye girdilerse onlar kılıçlarıyla birlikteydiler. Her zaman iğnenin üzerinde oturuyor gibi, rahat değillerdi. Şimdi onlar Oğuz yurduna gelip huzurlu, gururlu bir hayata kavuşacaklardı. Yine de Maveraünnehir’deki günleri daha sakindi. Nasıl olsa eski Oğuz Devleti’nden kalan avuç içi kadar yerleri, kaleleri vardı… Burada ise günleri bir olsa kavgaları iki oluyordu. Üstelik Horasan’da yaşayan önceki Türkmenler kendilerine arka bulmuş gibi önceki oğullarına gösterilen zulümlere cevap olarak, Gazne hükümdarına karşı başkaldırmaya başladılar. Bazı yerlerde evlerini yıktılar. Bazı yerlerde sormadan söylemeden izinsiz otlak ve yaylalara girdiler. Bunların hepsi Selçukluların adına sayıldı. Ona sabrettiler, gidecek yerleri yoktu. (s. 127)
Tuğrul Sultan’a göre, Rey ve Irak tarafına gidip önceden oralara yerleşmiş Türkmenlere katılarak o yerleri yurt edinmek gereklidir. Çağrı Bahadır, Selçuk atalarının altın yayı bulmaları konusundaki emeli kendine rehber edinmiştir. Bu topraklar ataların ruhu sindiği için kerametli ve mukaddestir. “… buralara bizi kimin gönderdiğini, kimin çağırdığını hiçbir zaman unutmamalıyız. Gönderen Selçuk Atamızdır, çağıransa Oğuz Atamızdır.” (s. 133)
Bu topraklar göbek bağının kanının damladığı topraktır ki bu ifade Nuh Tufanı adlı romanda da önemli yer tutar. “Eğer er geç cihanı almak arzun var ise, şimdi buradan başla. Yani şimdi Sultan Mesud’u yenmekten başla. Eğer dönüp gidecek olursan, bir daha altın yay hakkında, ataların hakkında asla konuşma…” (s. 135) diyen Çağrı Bahadır, cihanı almak, göç önündeki tüm engelleri kaldırmak arzusu duyar. Dandanakan Savaşı’nın zaferle sonuçlanması ikinci altın yayın bulunuşudur. Sultan Mesud ve oğlu Mevdüt yanındaki birkaç yiğitiyle kaçmak zorunda kalır. Önceki savaşta Merv yakınlarında rastladıkları gök bilimiyle uğraşan bir yaşlı onlara savaşın akıbetini doğru olarak duyurmuş, Mesud’un kuvvetinin zayıf gelip, ordusunun geri çekileceğini bildirmiştir. O günden sonra yanlarında gezdirdikleri bu müneccim, Dandanakan Savaşı’nın sonunda zafer olduğunu onlara müjdelemiştir. Bu müjde Çağrı Bahadır’a büyük bir güç vermiş, bu güçle savaşmıştır.
Savaş başlangıçta Sultan Mesud’un lehine sonuçlanacak gibi gözükse de Çağrı Bahadır, müneccimin sözlerine sonsuz güvenmiştir. Savaş zaferle sonuçlanınca Çağrı Bahadır, müneccimi tüm Horasan’ın Yıldızlarbaşı yapar. Ancak zaferden sonra yazılması gereken fetihnâmeler onları zor durumda bırakır. Devlet tecrübelerinin olmadığını farkederler: “Doğru dürüst fetihname yazacak adamlarının olmadığını, şimdiye kadar bu işi önemsemediklerini, gözleriyle gördüler. İlk önce devleti kurma tamamlanmalıydı.” (s. 217)
Çağrı Bahadır, Oğuz Devleti yıkıldıktan sonra büyük bir halkın devletsiz kaldığını, devlet işinin inceliklerini bilen insanların da yitip gittiğini farkeder. Gazne sarayına gidip orada devlet işini öğrenen Türkmen gulamları[24 - Prof. Dr. Nesrin Sarıahmetoğlu’nun verdiği bilgiye göre gulam; savaşta esir, köledir. Selçuklularda ise paralı askerdir ve Türk gulamların sarayda ve orduda büyük hizmetleri olmuştur.] her ne kadar onlara yardımcı olsa da onların ihanetinden de çekinirler. Çağrı Bahadır’ın amacı Oğuz Ata’nın Han kitabına uygun bir devlet kurmaktır. O, çok farklı milletleri barındıran ve bu milletleri İslâm bayrağı altında birleştiren bir devletin içinde karışıklık çıkmaması için dikkatli davranılması gerektiğini düşünür. “… bu devletin kanadının altında herkes olabilir. Merdi de, namerdi de, imanlısı da, imansızı da… Bizim maksadımız namerdi merde, imansızı imanlıya dönüştürmektir. O yüzden çabucak devletimizi ilan etmemiz gerekir.” (s. 220) Selçukluların sorunu güçlü bir devlet kurabilmektir:
Fakat onun üzüldüğü yer, Han kitabın okunmadığı, yeni yaprak eklenmediği çok zaman olmuş. Şimdi bu yurtta devlet düsturuna, yeni kaideler eklendi. Onlardan vazgeçemezsin. Vazgeçsen bile, yeni kurulan devlet, Selçuk Ata’sının hizmet ettiği Oğuz Devleti (cihan devleti olacak yerde) gittikçe küçülerek yumruk kadar küçük bir devlet olarak kalır. (s. 241)
Gazne sarayındaki taht kavgalarının bu yeni devlette yaşanmaması büyük önem taşır. Dandanakan zaferi, Oğuz yurduna geri dönüşü sağladığı gibi, gözlerinin önüne üç ayrı yurt serer: Bunlar İran, Rumistan, Arabistan’dır. Rumistan’ın (Anadolu) idaresini Çağrı Bahadır üstlenir: “Selçukluların büyük kurultayının amacı, Rumistan’ı Oğuz yurduna çevirmekti. Bunun hazırlığını yapmak istiyorlardı. Niyetleri, kapalı olan göç yollarını açmaktı. Çağrı Bahadır, “Buraya göğün adaleti, İslâm’ın adâleti gelecektir” diyerek tellallara söyletiyordu.” (s. 305) Tuğrul Serdar, Oğuz Han’ın attığı üç oktan birinin bulunduğunu ilan eder gibi oklardan birini Çağrı Bahadır’a verir. “Bulunmuş bu okla devlet kurma zamanının geldiği açıklanmalıydı.” (s. 306) En son yıkılan Oğuz devletinden alınmış tağanın üçayağına denk mukaddesleri olmalıdır. Selçuk Ağa, o üç mukaddesin başını toplayamadan gitmiştir, fakat arzusunun torunları tarafından gerçekleştirileceğine inanmıştır. Onlar için değerli diğer varlık geyik derisine yazılmış Han Kitabı’dır. Tuğul ile Çağrı ise tıpkı tağanla geyik derisine yazılmış kitap gibidirler. Çağrı Bahadır, sultan olma hakkını Tuğrul Sultan’a verir. Han kitabının korunması için sultanlığın başkenti Merv’de gizli bir kütüphane yaptırılır. Tuğrul Sultan, göçün önemli ve bereketli olduğunu düşünerek göç emri verir:
Oğuzların da artık kendilerinden emin oldukları iyice ortadaydı. Onlar artık arkalarında büyük bir devletin olduğunu, göçün büyük bir hızla devam edeceğine inanıyorlardı. Garlı Avcı gibi yüzlerce bey sürülerini Selçuk yiğitlerinin savaştan zaferle çıkmaları için bağışlamıştı. (s. 306)
Çağrı Bahadır, yiğitlerinin hem güç, hem akıl bahadırı olmalarını istediği için hoca arayışı içine girer. Önceki himayecisinden çok eziyet çekmiş Hasan Tusi’ye evlatlarını emanet eder. Tuğrul Sultan, Takkale’de görüp âşık olduğu Duruncan, Harzem şehzadelerinden biriyle evlendiği için evlenip, çocuk sahibi olmamıştır. Duruncan eşini kaybettikten sonra vefalı olup eşinin ocağında oturur. Ancak Tuğrul kararlılığı ile onu evliliğe ikna eder. Duruncan ilk eşinden olan çocuğunu da getirir. Tuğrul Sultan esir edildiğinde, vezir Amidü’l-mülk Kundurî, Duruncan’ı kışkırtarak onu, oğlu Anuşirvan’ı hükümdar yapmak sevdasına düşürmeye çalışır. Ancak oğlunu iyi tanıyan Duruncan, Tuğrul Sultan’ı kurtarmayı kafasına koyar. “İbrahim Yınal, Halife Kaim Biemrillah’a ve Selçuklulara düşman çıkan Arap komutan Besasiri’nin tuzağına düşmüştü.” (s. 364) Gizli mektuplarla Yınal’ı ağabeyi Sultan Tuğrul’a karşı kışkırtır. Onu bütün Selçuklulara Sultan olursun diye kandırır:
İbrahim Yınal, Hemedan yakınlarındaki Türkmenlerin kulaklarını doldurmaya başladı. Sultan Tuğrul’dan onlara hiç fayda olmadığını, sultanlığın tüm yetkisinin hilekâr vezirlerde olduğunu, kendi Sultan olursa, her defa vezir atandığında onlara fikir soracağına inandırdı. Türkmenler Hemedan’da kendi Sultanlarını kuşattılar. (s. 364)
Duruncan eşini bu güç durumdan kurtarmak için oğlu Enuşirvan’ın elini kolunu bağlatıp onu yanında götürerek Sultan Tuğrul’un hapsolduğu kaleye hücum eder. Duruncan’ın gelip kendini kurtaracağını hiç düşünmemiş olan Tuğrul Sultan bu olayın ardındaki sebepleri çözümleyip, sonuca ulaşır:
Gelip Hatun’un kendini kurtarması, yalnız onun canı için değildi. Zorluklarla kurdukları Selçuklu Türkmen devletini kurtarmaktı. Aslında Sultan’ın esir alınıp, zindana atılmasının gerçek sebebi de buydu. Henüz, tamamen kendine gelip, kendi ayakları üzerinde durabilecek duruma erişip, dallarını yayıp büyüyememiş bu devleti yok etmeye çalışıp, yıkmayı amaçlayanlar çoktu. Duruncan Hatun’un ana duyarlılığı taşıyan yüreği bunu sezmişti. (s. 368)
Tuğrul Sultan’ın emri ile İbrahim Yınal, kendi yayının kirişi ile boğulur. Duruncan’a hayran olan Tuğrul Sultan, onun vasiyeti üzerine Bağdat Halifesinin kızı Seyyide ile evlenmeye çalışır. Üç yıl aracılar göndererek uğraşır. Yirmi yaşında genç bir kız olan Seyyide bu evliliği hiç istemese de kabul eder. Tuğrul Sultan sevgisi ve şefkati ile ona kendisini sevdirir. Ancak Tuğrul Sultan’ın çok istemesine rağmen Seyyide’den de çocuğu olmaz. Onun çocuğu olmadığı için kendisinden sonra tahta Çağrı Bahadır’ın oğullarından biri geçmelidir. Vezir Kundurî, Çağrı Bahadır’ın oğulları içinde sözünü geçirebileceği, yumuşak başlı Süleyman Şehzade’yi tahta geçirip, kendi vezirliğini daim kılmak ister. Bunu sağlamak için Süleyman’ın annesini etkilemeye çalışır. Tuğrul Sultan da yengesini kırmaz ve vasiyetini Süleyman’a emanet eder: “İki kardeş vuruşarak, birinin kanı akarsa, sultanlık da bundan sonra bu gibi çekişmelerle devam edip gidecektir. Süleyman kendini sultan saysın, vezirse cihanı parmağının ucunda döndürebilsindi.” (s. 458) Ancak Alparslan kendi rızasıyla taht üzerindeki hakkından vazgeçmemiştir. Kundurî, kardeşlerin arasına ateş düşürmeyi başarır. Babası Arslan’ın Sultan Mahmud tarafından zindana atılmasını, onun hükümdarlığını da Tuğrul ile Çağrı’nın almasını hiç içinden çıkaramamış olan Kutalmış Han, Sultan Tuğrul’un ordusuyla çatışır:
Kutalmış Han, etrafına sultanlıktan pay alamayan Türkmenleri toplamıştı. Hâlâ Oğuzluk yoluyla göçlerine devam edenler çoktu. Onların arasında İslam çok geç yayılıyordu. Onların yeri yurdu belli değildi… Sultan Tuğrul onları hiçbir zaman kendinden uzaklaştırmak istememişti. Onlara göçün yolunu açmıştı… Sultan Tuğrul’un son zamanlarda her şeye eli değmiyordu. Onun büyük amaçları vardı… Tüm Oğuzları Peygamberin akrabası yapmak, kan kardeşi yapmak istiyordu. O bunu gerçekleştirmek için üç yıl çaba göstermişti. O zamanlar Rumistan’ı da, oraya giden Türkmenleri de unutmuştu. Onlara yardım elini uzatıp, kalesinin kapısını açamamıştı. (s. 459, 461)
Tuğrul Sultan vefat edince Sultan Alparslan düşmanın üstüne saldırır. Kardeşlerin birbirine girmesini istemez. Rum yurduna giren Sultan Alparslan’ın amacı insanları Müslüman yapmaktır. İçlerine girip, güçlerini denedikten sonra geri dönmeyi uygun gören Sultan Alparslan bu işi yiğitlerine emanet eder. Gümüş Tegin ile Afşin Bey’i Rum yurdunda bırakır. Ancak gulam olan Gümüş Tegin tavır değiştirir ve ganimet payanı vermez. Afşin Bahadır buna öfkelenir ve onu öldürür. Alparslan’ın hiddetinden ürken Afşin Bahadır yolunu ayırır ve Rumeli’ye kaçar. Sultan, onu yakalaması için dünürü Kurtçu Bahadır’ı görevlendirir. Kurtçu Bahadır ise Bizans İmparatoru’na giderek, onların tarafına geçer. Gümüş Tegin’in ihanet etmediğini, aksine Rumistan’da kendileri için fetihlerini sürdürdüğünü gören Sultan hata yaptığını anlar. İş tersine çevrilir. Afşin, Kurtçu’yu yakalamakla görevlendirilir:
Alparslan, Bizans İmparatoru’na yakınlık gösterdi. Onun elinde kendine ait düşmanları olduğunu, onları geri istediğini bildirdi… O ne yapıp edip Alparslan’a Kurtçu Bey’i geri vermek istemiyordu. (s. 467)
Alparslan’ın Rumistan’a yaptığı savaşların talanlarından canı yanmış olan İmparator, elindeki tutsağı vermek gibi bir âdeti olmadığını söyleyerek Kurtçu Bahadır’ı himayesinde tutar. İmparator, daha güçlenerek doğu yurtlarına saldırmak, hepsini almak isteği duyar. Sultan Alparslan ise gururunu çiğnetmek istemez. İki tarafın bu karşılıklı durumu onları savaşa sürükler. Ancak bu savaşın büyük bir katliam olacağını gören Bağdat Halifesi, arabuluculuk yapmaya çalışır. Alparslan, Bağdat Halifesi’nin tövellasına hayır deme niyetinde değildir. Halife’nin elçisi ve Alparslan’ın elçisi Sav Tegin, Bizans İmparatoru’nun kapısına gitse de İmparator’un uzlaşmaya niyeti yoktur. Ancak savaşın Alparslan lehine sonuçlanacağını gösteren bir olay olur:
Nizamülmülk gulamlardan birini yanından uzaklaştırıp, onu sevmemeye başladı. Onu yerli yersiz üzdü. Bu İran’da orduya asker toplarken başlamıştı. Komutan Güherâyin ise o güçsüz askerden yana oldu. Vezir ise kendi sözünün doğru olduğunu, gulamın hiçbir işe yaramayacağını baş belası komutana anlatmaya çalışıyordu. Komutansa niçin ondan yana olduğunu bilmiyordu… Sonunda Nizamülmülk dayanamadı: – Bu kulun sana Rum İmparatoru’nu esir alıp getireceğini mi düşünüyorsun? (s. 488)
Komutan bu soruya “Evet, Rum padişahını esir alabilir.” diyerek cevap verir. Bu olayı öğrenen Alparslan, savaşa umutlu girer. Malazgirt Ovası’nda yapılan savaş Selçukluların zaferiyle sonuçlanır. Gûherâyin’in koruduğu gulam gerçekten İmparator’u esir alır. Alparslan durumdan endişelenir. “Elindeki esir İmparator’a acıyarak onunla anlaşma yaparak onu salıverdi.” Ancak imparatorluğu elinden alının hükümdarın yaptığı tüm anlaşmalar geçersiz sayılır. Yeni Rum İmparatoru, Sultan Alparslan’ı tanımak bile istemez:
Sultan yiğitlerini toplayarak: – Rumistan’a girip hakkınızı almanız helâldir. Yurt sizindir diyerek ferman verdi. Kendine ise bunun sonucunu, yiğitlerin o yeri yurt yaptıklarını görmek nasip olmadı. Bu onun oğlu Sultan Melikşah’a nasip oldu. (s. 561)
Melikşah, Arslan Han’ın oğlu Kutalmış’ın çocuklarından Süleyman Kutalmış’a aralarında kin olmadığını belirterek “Yurt sizin, sahip çıkın” der. Antakya, Konya, Aksaray, Kayseri tek tek Selçukluların eline geçmeye başlar. Kardeşi Tutuş Han ile Şam’ı fetheden Sultan Melikşah, kardeşini de Şam’da bırakır. İlerleme içinde olan Melikşah, geriye bakmayı da ihmal etmez: “Maveraünnehir’de, Gazne’de ayaklanma duysa, hemen arkaya dönüp, hallerinden haber alırdı.” (s. 562)
Kervansaraylar yaptıran Melikşah onların korumasını da üstlenir. “Vezir Nizamülmülk, cesur Şehzade Melikşah’a gizli devlet üslubunu, tüm işleri en ince ayrıntısına kadar tüm iniş çıkışlarıyla öğretiyordu.” (s. 563) Sarayda yetişen Sultan Melikşah bunları yadırgamadan öğrenir. Ancak Nizamülmülk’ü kıskananlar sürekli iftiralar atarak Sultan ile veziri arasına kötülük tohumunu ekmeye çalışırlar. Sultan Melikşah kullarının birisini Merv’e emir olarak gönderir. Orada yaşayan Nizamülmülk’ün oğlu Şemsülmülk Osman, Sultan’ın gönderdiği kulun boş yere gururlanarak, halkı rahatsız etmesinden huzursuz olur. Onu yakalatıp zindana attırır. Bunu fırsat bilenler durumu Sultan’a haber verirler. Sultan bu duruma öfkelense de Siyasetname adlı bir eser hazırlatmayı düşündüğü veziri bağışlar: “Vezir, Selçuk Sultalarının bildikleri, sultanlık, senin öğütlerin hiçbir zaman kaybolmamalıdır. Onları kâğıda geçirip derleyebilsen…” Kullar arasında anlaşmazlığın sorun çıkaracağını anlayan Sultan Melikşah sürgünde yatan Vezir Kundurî’nin ölüm emrini verir. Devlet siyasetinin kitabını hazırlamanın önemi büyüktür:
Devletin büyük ve güçlü olması her zaman köke dayanıyormuş. Kökten güç alması gerekiyormuş. Önceki gelip geçen sultanların, hükümdarların köşk düsturunu bilmese yeniden güçlü devlet olanamayacağını biliyordu. İlk önce sarayın içindeki görevlilerin, dışarıdaki emirlerin ne yapmaları gerektiği, nasıl çalışmaları gerektiği, kesin hükümlere bağlanmalıydı. (s. 582)
İkinci vezir Tacülmülk, Nizamülmülk’ün hazırladığı kitapta Sultan sülalesine yer vermediğini Sultan Melikşah’ın eşi Terken Hatun vasıtasıyla Sultan’a duyurur. Nizamülmülk ile konuşan Sultan, onun geyik derisine yazılı, Oğuz Han’ın kitabını bilmediğini anlar. Ondan devleti kuran Türkmenlerden söz açmasını ister. Sultan Melikşah’ın dört oğlu vardır: Berkyarık, Tapar, Sancar ve Mahmud.
Terken Hatun’un beş yaşındaki oğlu Mahmud yakınında olduğu için, Sultan Melikşah’tan sonra tahta geçirilir. Bu işe sebep olan, kendi vezirliğini sürekli hâle getirmek isteyen Tacülmülk’tür. O, oğlunun tahta geçmesini sağlaması için Terken Hatun’un ihtiraslarını harekete geçirmiştir. Nizamülmülk’e danışan Sultan Melikşah, onun tavsiyesi ile düstura uygun gitmeye karar verse de Terken Hatun’un bunu duymasından sonra Nizamülmülk’ün işi çok çabuk bitirilir. Sultan Melikşah’ın ise cesedi gizlenir, ölüp ölmediği bilinemez. “Nasıl öldüğü veya nasıl öldürüldüğü kesinleşmeden kalır.”
Mahmud’un, Sultan Melikşah’ın yerine geçtiği Bağdat Halifesi’ne duyurulur. Onun tüm “İslam dünyasının padişahı olduğunu, tanınmasını” isterler. Sultanlık hakkı olan Berkyarı, kardeşinin üzerine Rey’e ordu gönderir. Terken Hatun, oğlu Mahmud’u alıp İsfahan’a doğru gider:
Terken Hatun, olayları önceden seziyormuş gibi, kocası Melikşah Sultan zamanında, orduyla arasında bir muhabbet sağlamıştı. Çünkü sarayda Melikşah’ın tüm işini yürütüp, hazineyi koruyup, onun dağıtımını yapan kendisiydi. Orduyla arasını her zaman sağlam tutup, komutanlarının istediklerini onlara hazineden veriyordu. (s. 597)
Ancak Bağdat Halifesi Muktedir vefat edip, yerine geçen Mustazhir Billâh, Berkyarık’ı Sultan olarak ilan edince Tacülmülk’ün ordusu dağılır. “Yiğitler, yeni Sultan’a boyun eğip, onun tarafına” geçerler. “İlk önce Tacülmülk’ün kulağını, burnunu kestiler. Onunla da öçlerini alamadılar. Alay ederek tüm ordunun içinde dolaştırdılar. Sonradansa parçalayarak öldürdüler.” (s. 599) Mahmud’un ise gözlerine mil çektirilir. Onunla en çok oynayan Sancar’ın gözyaşı Mahmud’un ölümüyle hiç dinmez. Sultan Sancar, Oğuzlara karşı önyargılı davranmaz, korumalarını onlardan seçer. Oğuzlar ile arası oldukça iyidir, ancak bunu kıskananlar ve Emir Kumaç gibi onların arasını bozmak isteyenler de vardır.
Sultan’ın tavrından emin olan Oğuzların içleri rahattır. Ancak saray aşçısı onlardan Sultan adına fazla miktarda hayvan ister. Oğuzları bu duruma bir süre için sabrederlerse de sonunda aşçıyı öldürürler. Bu duruma en çok Emir Kumaç sevinir. Ayrıca Emir Kumaç’ın oğlu bir Yörük’ü rahatsız eder. Yörük yiğit, tüm çabalarına rağmen laf anlamakta direnen bu zâtı öldürmek zorunda kalmıştır. Emir Kumaç bu olaylarla Sultan Sancar’ı Oğuzlara karşı kışkırtır. Sultan’ın üzerlerine ordu ile geleceğini duyan Bahtiyar Han, aracı olması için Emir Kumaç’a başvurursa da Emir onun tövellasını kabul etmez. Emir Kumaç, Sultan Sancar’ı Oğuzlara karşı sürekli kışkırtır. Keçkülah olayını hatırlatarak külahlarını eğri giyen Oğuzları tehlike olarak gösterir.
Oğuzlar, Sultan’ın sözünü dinleyeceği tek kişi olan Ahmet Yesevî’ye başvurmayı düşünürler. Sultan Sancar, Oğuzlara saldırır. Bu savaşta Türkmenlerle Türkmenler kapışırlar. Bahtiyar Han, Sultan Sancar’ı esir alır, yanında bulunan kişileri ise öldürür. Çünkü onlar Sultan’ı yanlış yönlendiren, yağcı insanlardır ve cezalandırılmaları hükümdarın gücünü arttıracaktır. Sultan Sancar’ı demir kafese koyarlar. “Onu kafese koyan ‘çok ileriye gittin, bizi üzdün’ diye esir alan kendi Oğuzlarıydı.” (s. 268)
Selçuklular, Nişabur’da toplanıp alabilecekleri tedbiri düşünürler. Sultanları hayatta olduğu için yeni bir hükümdar getirmeleri zordur. Sultan Sancar’ın ağabeyi Mehmet Topar’ın oğlu Süleyman Şah’ı tahta geçirirler. Onun amacı, amcasını Oğuzların elinden kurtarmaktır. Sancar’ın tövellası için Yusuf Hemedanî’nin talebesi olan Ahmet Yesevî’ye başvururlar, ancak Oğuzlar bu tövellayı kabul etmezler. Sancar’ın hatasını anlaması gerektiğine inanırlar. Sultan Sancar da yavaş yavaş kendisinin esir alınmasında Emir Kumaç’ın suçlu olduğuna inanmaya başlar. “Asıl onu etkileyen yayla yaşantısıydı. Oğuzların basit kaderleriydi.” (s. 629) Lakin Sultan’ı kurtaran Emir Kumaç’ın torunu Müeyyed Ayaba olur. Sultan’ın yanına Tuti Han ve Korkut Han’dan başka kimse giremez:
Fakat Oğuzların arasına hazine hastalığı yayıldı… Korkut Han ve Tuti Han olmadığı zamanlarda, Sultan’a bekçilik yapan beylerin, zayıf noktalarını bulup, onlarla anlaşmak için Emir Ayaba’nın adamları çok gelip gitmişlerdi. Sonunda onlara eğer Sultan’a az süre de olsa, ava çıkmak için müsaade etseler dünyanın hazinesini vereceklerine inandırdılar. (s. 629)
Kandırmayı, aldatmayı bilmeyen Oğuzlar, Sultan’ı Emir’in adamlarının eline verirler. Emir Ayaba, Sultan’ı kaçırır. Sultan’ın döneceği vakit Oğuz beyleri kandırıldıklarını anlarlar. Sultan Sancar ise devletinin de kendisi gibi göçtüğünü fark eder. Devlet güçsüz düşmüştür:
Oğuzların elinden kurtulduğunda yapacaklarını biliyordu. Cihana bir ucundan yeniden sahip çıktı. Kısacık kalan ömründe, hepsini kanadının altında toplamaya hazırdı. Artık nereden başlayacağını biliyordu. Oğuzların sadeliğini, saflığını, yüreğinin temizliğini, bahadırlıklarını öğrendi. İsterse onların yularını çekebilirdi. (s. 630)
Sultan’ı kurtarmak için tahta geçmiş olan Süleyman Şah asla huzur bulmaz, hükümdarlığı da uzun sürmez ve devlet dağılmaya başlar. Harezm şahı Atsız, Sultan Sancar’a mektup yollayarak “gözün aydın” der ve bağlılığını belirtir. Sultan Sancar’ı esaretten kurtarmak için bütün gücüyle uğraşmayan Selçuk hükümdarlığı bereketini, gücünü yitirmeye başlar.
Eserde bir devletin ayakta durmasını sağlayan unsurlar olarak şunlar görülür:
1. Atalarına ve onlardan kalan mirasa saygı,
2. Devlet yönetme bilgisine sahip olma,
3. Kardeşler arasına taht mücadelesinin girmemesi gerektiği,
4. Saray içindeki gulamların vs. hizmet edenlerin arasındaki çatışma ve başkaldırılarda haklının yanında yer alabilme,
5. Kadınların saraydaki durumu.
Bir devletin tarihini çarpıcı olarak ortaya koyan eser, “devlet yönetme”nin inceliklerine de dikkat çeker. Yanlış atılan bir adımın yaratabileceği sonuçlar çok büyük olabilmektedir. Ayrıca Duruncan ve Terken Hatun gibi kadınların da saray içinde oldukça etkili oldukları görülür. Duruncan oldukça aktiftir, ülkesi içinde mücadele eden, savaşçı özellikleri olan bir kadındır. Terken Hatun’da entrika ağır basar. Oğuzlarda kadının bir kutsallığı olduğu görülür:
Oğuz nesli için, kadınlar her zaman kutsal sayılmıştır. Bu yüzden onlara kırıcı söz söylemek, çok ayıp sayılırdı. Eğer bir kimse kadınına el kaldırırsa, epeyce zaman onun yaptığı bu terbiyesizlik dillerde dolaşırdı. (s. 429)
Gökle ilgili unsurlar da eserde önemlidir. Mesela, Oğuz Ata’nın eşi gök nurundan türemiş bir kızdır. Dandanakan Savaşı’ndan önce ve sonra gökyüzündeki değişmeler üzerinde önemle durulmuş ve bu değişmeler işaret kabul edilmiştir. Müneccimlik ve buna verilen önem de belirgindir.
Bu tahlillerde de görüldüğü gibi Annaguli Nurmemmed’in romanlarında Selçuklu dönemi hakkında tarihi açıdan ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. Bu bilgilerin tarihsel gerçeklik bakımından değerlendirmesini yapmak elbette tarihçilerin işidir. Fakat edebî açıdan bakıldığında bu romanların kurgu ve anlatım yönünden oldukça başarılı oldukları söylenebilir. Türk dünyası edebiyatlarında Selçuklu veya Moğol döneminin ardından Gazneli dönemini konu alan tarihî romanları incelemek mümkündür. Nitekim bu dönemi ayrıntılı olarak işleyen romanlar mevcuttur.
İKİNCİ BÖLÜM
GAZNELİLER
Tarihî kaynaklar Gaznelileri, “963-1186 yılları arasında Horasan, Afganistan ve Hindistan’ın kuzeyinde hüküm sürmüş olan Müslüman bir Türk hanedanlığı” olarak izah etmektedir.[25 - Erdoğan Merçil. “Gazneliler” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Cilt 13, İstanbul 1996, s. 480-484. Ayrıca bkz. Peter B. Golden. Türk Halkları Tarihine Giriş. Ortaçağ ve Erken Yeniçağ’da Avrasya ve Ortadoğu’da Etnik Yapı ve Devlet Oluşumu. 2. Baskı. Çev. Osman Karatay. Çorum: KaraM, 2006. s. 255.] Yine aynı kaynak, Gazneli Devleti’nin gerçek kurucusu olarak Sebük Tegin’i göstermektedir. Isık Göl bölgesinde dünyaya geldiği için de Karluk Türklerine bağlı bir boydan geldiğine işaret etmektedir. Sebük Tegin ve oğlu Mahmud—daha sonra Gazneli Mahmud—Samanî hükümdarına yardım etmek için Horasan’a girmiştir. Horasan orduları kumandanlığı Mahmud’a verilir. Sebük Tegin’in ölümü üzerine küçük oğlu İsmail tahta çıksa da Mahmud onu devirerek Gazneli Devleti’nin başına geçer. Mahmud, Gur bölgesindeki putperestleri Müslümanlaştırmak için bölgeye din adamları gönderir. Bölgedeki mahallî reisleri zorla itaat altına alsa da İslâm’ın yayılması yavaş olur. Aynı kaynak, Mahmud’un “bazı şarkiyatçıların iddia ettiği gibi zengin kaynakları ele geçirmek için değil İslâm’ı yaymak için Hindistan’a on yedi sefer düzenledi”ğini belirtmektedir. 1025-1026’daki Sümenât üzerine yaptığı son seferde kazandığı zaferle Mahmud, Sünnî İslâm dünyasının takdirini kazanmıştır.[26 - Erdoğan Merçil. “Gazneliler” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Cilt 13, İstanbul 1996, s. 483.] Sultan Mahmud ile doğrudan alakalı en önemli bilgi şöyledir:
Gazneliler Hint dünyası kültürüyle de doğrudan doğruya temas kurmuşlar ve yıllar sonra Pakistan Devleti’nin kurulmasında birinci derecede etken olmuşlardır. Sultan Mahmud ve Mesud hâfızalarda halk kahramanları olarak yerleşmişlerdir. Mahmud daha sonraki İran edebiyatında adalet ve insaf timsali meşhur bir hükümdar olarak yer almıştır.[27 - A.g.e., s. 483.]
Aynı yazar bir başka yazısında “Mahmud dindar, zeki, ileri görüşlü, ihtiyatlı ve âdil bir hükümdardı.” demektedir.[28 - Erdoğan Merçil. “Mahmud-ı Gaznevî” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Cilt 27, Ankara 2003, s. 364.] Fakat roman kahramanı olarak Mahmud Gazneli ve Gazneliler, tarihî kaynaklarda anlatılanlarla farklılıklar arzeder. Özbek yazar Adil Yakuboğlu’nun Köhne Dünya romanı, Gazneli Mahmud, İbni Sina ve Biruni gibi büyük şahsiyetlerin hayatlarını anlatması bakımından önemlidir.[29 - Köhne Dünya. (Türkçesi D. Ahsen Batur. İst: Art Yayınları, 1993) (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)]
Adil Yakuboğlu. Köhne Dünya
Adil Yakuboğlu’nun Köhne Dünya adlı eseri tarihî bir romandır. Bir dönemin meşhur sultanı Gazneli Mahmut ve onun çevresinde gelişen olaylarla kurgulanan roman, hatıralara dayanılarak oluşturulan bölümler ile zenginleştirilmiştir. Yazar, eseri üç bölüme ayırmış ve bu bölümleri bir yapboz gibi kurgulamıştır. Öyle ki, numaralarla ayrılan alt bölümler birbirini izleyen sarmal bir yapı ile bir araya getirilmiştir. Bu yapı, ilk önce okuyucu tarafından karışık olarak nitelenebilirse de, ilerleyen kısımlarda giderek birbirini tamamlayan ve romanı işleten dişliler hâlini aldığı görülecektir. Yazar, bu sistem sayesinde kahramanlarını daha yakından tanıtır ve romana olan katkılarını gözler önüne serer. Ancak her alt bölüm bir diğer bölümün eksik taraflarını tamamladığı için konu bütünlüğü bozulmaz.
Adil Yakuboğlu, birinci ve ikinci bölümlerde daha çok Gazneli Mahmut’un şahsında yöneticileri eleştirir ve yöneticilerin etrafındaki insanları irdeler. Üçüncü bölümde ise saray çevresinde dönen entrikaları ve ihanetleri anlatır. Bunu yaparken de geniş bir konu ve kişi yelpazesinden yararlanır.
Birinci bölümün ilgi merkezi; asıl adı “Kutlu Kadem” olan, ama herkesçe Melikü’l-Şarab olarak bilinen şâirin fakirhanesidir. Melikü’l-Şarab, Gazneli Mahmut’un eski arkadaşıdır. Ancak gençlik yıllarında güzel bir kız yüzünden şair ile Sultan’ın yolları ayrılmıştır.
Melikü’l-Şarab’ın meyhanesi, otoritenin kabul etmediği, saraydan kovulmuş insanlarla doludur. Burada bilginler, gazaba uğramış komutanlar, sanatçılar, sahiplerinden kaçan köleler bir arada bulunmaktadır. Romanda meyhanenin birleştirici bir rolü olmakla birlikte, bu mekân, kurgunun içindeki birçok düğümü de içinde barındırır. Yazar Yakuboğlu, bu meyhane sayesinde yönetime, yöneticilere ve yönetilenlere dair eleştirilerini korkusuzca dillendirir. Romanda kullanılan bu mekân gerçeklerin söylendiği, akla karanın birbirinden ayrıldığı bir meydan hâline getirilir. Yazar, birinci bölümde kurguyu destekleyen ve anlatıma akıcılık kazandıran küçük hikâyelere de yer vermiştir.
Şehrin dışında kalan meyhane, görkemli saray ve bahçelerden oldukça uzaktır. Yazar, sanki insanlar arasındaki sosyal sınıf ve düşünce ayrımını ilk önce mekânlarda yakalamıştır. Melikü’l-Şarab’ın meşhur şaraplarına ve meyhanede yapılan sohbetlere müdavim olan belli başlı tipler vardır. Baba Setâri, Pir-i Gıccekî, Pir-i Bukrî ve Birûnî meyhanenin ziyaretçilerindendir. Özellikle Bukrî ve Birûnî’nin roman örgüsünde önemli etkileri olduğu görülür. Meyhanenin her şeyin konuşulabildiği bir mekân hâline gelmesinin bir nedeni de; Gazneli Mahmut’un, eski arkadaşı Melükül Şarab için dokunulmazlık fermanı çıkarmasıdır. Meyhanede birçok konu konuşulur, Firdevsi’nin, Gazneli Mahmut’a sunduğu Şehnâme’si de bu konulardan biridir. Kimileri Şehnâme’yi beğenirken, kimileri de şairin sevmediği bir padişaha neden eserini ithaf ettiğini sorgular. Ancak tartışmanın düğümü yine Melikü’l-Şarab’ın mekânında gizlidir, çünkü Firdevsi’nin Gazne’yi terk etmeden önce yolu meyhaneye düşmüştür. Firdevsi, Melikü’l-Şarab’a hükümdardan aldığı paraları yoksullara dağıttığını anlatır. Eseri üzerine yapılan tartışmaları da burada yanıtlar ve İran ile Turan’ı birbirine düşürmediğini, kendisine haksızlık edildiğini ifade eder. Ayrıca Firdevsi, “Şehnâme”nin sonsuza kadar yaşayacağını bildiğinden eseri hakkındaki değerlendirmeleri tarihin adaletli kollarına bırakmıştır.
Araştırmacı Turgut Göğebakan önemli çalışmasında “tarihsel roman” veya “tarihî roman” kavramı üzerindeki tartışmaları değerlendirirken Georg Lukacs’ın işaret ettiği önemli bir ayrıntıyı vurgular. Göğebakan, Lukacs’a göre önemli olanın, “tarihin önemli kişiliklerinin ya da olaylarının sergilenmesi değil, bu kişilerin ve olayların arka planındaki düşüncelerin açığa çıkarılması” olduğunu vurgular.[30 - Turgut Göğebakan. Tarihsel Roman Üzerine. Ankara: Akçağ Yayınları, 2004, s. 25] Tam da burada yazar Adil Yakupoğlu’nun yaptığı da budur. Kurmaca bir mekân olarak Melikü’l-Şarab’ın meyhanesi önemli bir fonksiyon üstlenmiştir. Belki de tarihçilerin ehemmiyet vermedikleri arka plandaki ayrıntılar burada ortaya çıkar. Bu ayrıntılar da “olay”dan ziyade “insan”ı ön plana çıkardığı için tarihî romanı önemli hâle getirir.
Romanda, tiyatro ve sinemada gerçekleri korkusuzca söyleyen, cesurca eleştiriler yapan insanlar, genellikle delilerden veya ayyaş tiplerden seçilir. Yazarlar, yarattığı bu tiplerin konuşmaları ile haksızlıklara, zulme isyan eder ve akıllıların deli dediği insanların, akıllı laflar etmesi ile bir ironi oluştururlar. Adil Yakuboğlu da bu eserinde, Gazneli Mahmut’un Bağ-ı Firuzan için topraklarını istimlâk ettiği ve bu yüzden deliren Baba Hurma’ya yer vermiştir. Baba Hurma, Melikü’l-Şarab’dan istediği bir kâse şarap karşılığında bir hikâye anlatır. Bu hikâye sayesinde yazar, yönetilen ile yöneten arasındaki ilişkiyi ince bir şekilde eleştirir. Rivâyete göre eski zamanlarda iki dost, çölde yolcuk yaparken biri diğerine “Padişah olsan ne yapardın?” diye sormuş. Arkadaşı, yurduna adaleti ve hoşgörüyü getireceğini söylemiş. Soruyu soran, insanları soyacağını, onlara eziyet edeceğini anlatmış. Yolculukları sırasında padişahları ölen ve yerine geçecek kimse olmadığı için aralarında seçim yapmaya çalışan bir halkla karşılaşmışlar. Bilginler, serbest bırakılan kuzgun kime konarsa onu padişah yapalım demişler. Sonunda kuzgun bu iki gezginden kötü niyetli olanına konmuş. Bu işlem üç kere tekrarlanmış ve en sonunda onu padişah seçmişler. Gezgin, arkadaşına söylediklerini aynen yapmış. Bu durumdan bezen halk, padişahın arkadaşına gidip yardım istemiş. O da halkın sıkıntılarını padişaha iletmiş. Padişah arkadaşına şöyle bir yanıt vermiş:
… Eğer ben bu insanlara zulüm kıldıysam bunu küstahlık ve aptallıklarından dolayı yaptım. Çünkü bunlar aptal olmasalardı, Allah’ın yarattığı akılsız bir hayvanına inanıp beni tahta oturtmazlardı! Akılsız bir mahlûka güvenip beni tahta oturtan bu insanlara şefkat ve merhamet ne gerek? Bilgili padişah bilgili insanlara layıktır. Ahmaklara ise ahmak bir padişah gerekir! (s. 17)
Yazar, bu hikâye ile halkların hak ettikleri şekilde yönetildiklerini vurgulamaktadır. Kaderlerini, geleceklerini akıllıca planlamayan, yöneticilerini sağlıklı seçmeyen halkın hâlini gözler önüne seren bu örnek, günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Romanın bu ilk iki bölümü yöneticilerin nasıl olması gerektiğini anlatan birçok çarpıcı hikâyeden oluşur.
Adil Yakuboğlu, ikinci bölüme Cevahir Lal Nehru’dan bir alıntı ile başlar.[31 - “Ben sana Gazneli Mahmud’un yaptığı zulümlerden bahsettim. Fakat henüz o dönemin başka büyük bir kişisinden bahsetmedim. Bu el-Birûni’dir. Sınırsız zulüm ve işkence devrinde hayatın kahrına maruz kalmasına rağmen, hakikat peşinde koşan büyük bilgin olarak yerini koruyacaktır…” (Cevahir Lal Nehru. Glimpses of World History. New York: Penguin Books, 1934. Cilt I, s. 300)] Bu alıntı ile birlikte yazar, okuyucuya Birûnî’yi daha yakından tanıtır. Onun iç dünyasına girer; bilimsel çalışmalarını, düşüncelerini tarihî bir süzgeçten geçirerek sunar. Yazar, eserinde ilk defa Birûnî’nin ağzından Gazneli Mahmut’u diktatör olarak tanımlar. Bu da Birûnî’nin hocasından görüp öğrendiği doğruluğa yakışır bir tavırdır. Çünkü hocası Abdussamed Evvel de hayatı pahasına doğruyu söyleyecek cesarette bir üstattır. Yazar, şehrin sol tarafındaki fakir mahalleden çıkıp gösterişli saray ve bahçelerin olduğu yerlere dikkatleri çeker. Bu bölümde Gazneli Mahmut, hastalığına çare ararken resmedilmektedir. Eski ihtişamlı günlerine geri dönmek isteyen Sultan, tüm bilginleri, hekimleri sarayına toplar ve hastalığına bir çare arar. Sultanı iyileştirecek tedavilerin konuşulduğu böyle bir toplantıda, şair Unsûrî, “Nimet-i İlâhî” denilen bir ağaçtan bahseder. Bu ağacın meyvesini yiyen insanların gençliklerine geri döneceklerine dair bir rivayet anlatır. Gazneli Mahmut heyecanlanır ve bu ağacın derhal bulunmasını emreder. Ancak bir sorun vardır. Bu ağacın nerede yetiştiği konusunda net bir bilgi yoktur, yalnız Hindistan dolaylarında bulunduğu tahmin edilir. Bu noktada Birûnî’nin engin bilgisine başvurulur, çünkü üstat Hindistan’ı herkesten iyi tanımaktadır. Ancak Birûnî, Sultan’ın beklediği ümit verici sözleri söylemez ve böyle bir ağacın olmadığını ifade eder. Sarayda toplanan heyet, Sultan’ın gönlünü hoş etmek için bu ağacın doğruluğunu savunurken, Birûnî gerçekleri söylemekten geri durmaz. Heyette bulunan isimler bu yanıttan memnun olmazlar ve İbn-i Sinâ’ya da sorulması gerektiğini söylerler. Bu sebeple İbn-i Sinâ her yerde aranır, ancak bu süreç birçok karışıklığın da ortaya çıkmasına neden olacaktır.
Gazneli Mahmut, hastalığın ve ölüm korkusunun verdiği sıkıntı ile etrafındaki insanlara dikkat edemez. Onun çaresizliğinden yararlanmak isteyen kurmaylarının çevirdiği gizli kapaklı işlerden habersizdir. Acımasız Gazneli Mahmut’un sağlığını merak eden bir kişi de oğlu Emîr Mes’ud’dur. Çünkü vezirlerin, babası ölünce yerine aklî dengesi bozuk kardeşini getireceklerini düşünür. Böyle bir oyuna gelmemek için de gözü kulağı saraydan gelecek haberdedir. Emîr Mes’ud da bir yandan İbn-i Sinâ’yı aratır, ama o Sultan’ı tedavi etmektense gizlenmeyi tercih eder. İbn-i Sinâ’nın Sultan’ın hastalığına derman olmak istemeyişine benzer bir olay da, Muhtar Şahanov’un, Cengiz Han’ın Sırrı[32 - Muhtar Şahanov. Cengiz Han’ın Sırrı, İstanbul: Da Yayıncılık, 2002.] adlı romanında görülmektedir. Cengiz Han ölüm döşeğinde hastalığına çare ararken doktoru ona bir ilaçtan bahseder. Ancak bu ilacın onu iyileştirebileceğini anlatır; duydukları karşısında heyecanlanan Cengiz Han, hemen ilacın bulunmasını ister. Fakat ilacın sahibi bilge kişi, yaşadığı Otrar şehrini savunurken Cengiz Han’ın askerleri tarafından öldürülmüştür. Bu mucizevî tedavinin reçetesini bilen tek kişi, öldürülen bilim adamının karısı Akerke’dir. Cengiz Han her türlü yolu dener, ama kadından reçetedeki formülü alamaz. Akerke, tıpkı İbn-i Sinâ gibi ölüm döşeğindeki Cengiz Han’ı tedavi etmeyi reddeder.
Bu iki kitapla şöyle bir soru akıllara gelmektedir; “Binlerce insanı öldüren, acımasızlığı ile ün salmış ve diktatör olarak tanımlanan insanlar tedavi edilmeyi hak ediyorlar mı?” Akerke ve İbn-i Sinâ hak etmediklerini düşünmüş olacaklar ki, yardım etmeyi kabul etmemişlerdir. Ancak bu soru kendine yer bulduğu tüm beyinlerde yanıtını aramaya devam edecektir. Gazneli Mahmut’un hastalanması herkesi şaşırtır, onun hastalanabileceği hatta ölebileceği kimsenin aklına bile gelmemiştir:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/orhan-soylemez/turk-dunyasinda-tarihi-roman-ve-milli-kimlik-69499993/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Mehmet Tekin. Roman Sanatı 1 Romanın Unsurları. İstanbul: Ötüken Neşriyat A.Ş., 2006. s. 7
2
Cengiz Alyılmaz. Orhun Yazıtlarının Bugünkü Durumu. Ankara: Kurmay Yayınları, 2005, s. 9
3
Rene Wellek-Austin Warren. Theory of Literature. 3rd Edition. New York: Harcourt Brace Joranavich, Inc., 1970. s. 215; Rene Wellek-Austin Warren. Edebiyat Biliminin Temelleri. Çev. Ahmet Edip Uysal. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1983. s. 295.
4
Şerif Aktaş. Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş. 2. Baskı. Ankara: Akçağ, 1991. s. 14-15.
5
Richard Lee bu konuşmasını the Romantic Novelists’ Association’da (Romantik Romancılar Derneği) 2000’deki yıllık toplantısında yapmıştır. http://www. historicalnovelsociety.org/lion.htm (10 Şubat 2010’da indirildi.) (Kitap boyunca İngilizce alıntıların tercümesi bizzat Orhan Söylemez tarafından yapılmıştır.)
6
“Ali Şir Nevâî”, İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV. Cilt 2, s. 450
7
Réne Wellek – Austin Varren. Edebiyat Teorisi, (Çeviren: Ömer Faruk Huyu-güzel), Akademi Kitabevi, İzmir 1993, s. 12
8
A.g.e., s. 12
9
Turgut Göğebakan. Tarihsel Roman Üzerine. Ankara: Akçağ, 2004, s. 15.
10
İliyas Esenberlin. Köşpendiler. Almatı kalası: İliyas Esenberlin Atındagı Kor, 1998. 584 s. (Birinci kitap Almas Kılış, ikinci kitap Cantalas, üçüncü kitap Kahar.)
11
Beyaz Gemi. Çev. Ertuğrul Erden. Ankara 1970
12
Abdülkadir İnan, Manas Destanı, İstanbul 1972. (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)
13
A.g.e., s. 11.
14
Akademisyen Dr. Hüseyin Özbay, bir televizyon programında konu ile alakalı olarak “Aytmatov’un kötü ve kötülüklerden, haksızlık ve adaletsizlikten intikam aldığını” söylemişti. “Aytmatov’u uğurlarken” TRTTürk, Haziran 2008.
15
Lion Feuchtwanger. “The Purpose of the Historical Novel” Translated by John Ahouse. Bu yazı “Vom Sinn des historischen Romans,” 1935 yılında Das Neue Tage-Buch’te yayınlandı. http://www.historicalnovelsociety.org/lion.htm (10 Şubat 2010)
16
Cengiz Alyılmaz. “Bugut yazıtı ve anıt mezar külliyesi üzerine” http://www. turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s13/alyilmaz.pdf. (23 Mart 2010)
17
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Kadriye Kaymaz. “Dişi Kurdun Rüyaları, Beyaz Gemi ve Kassandra Damgasında mitoloji” Cengiz Aytmatov. Tematik İncelemeler. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 2010. s. 122-129.
18
Gün Uzar Yüzyıl Olur, İstanbul: Ötüken Neşriyat A.Ş., 1985 (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)
19
Kemal Abdulla. Eksik El Yazması. (Çev: Dr. Ali Duymaz) İstanbul: Ötüken Neşriyat A.Ş., 2006. (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)
20
Sarah Johnson. “What Are the Rules for Historical Fiction?” http://www.historicalnovelsociety.org/historyic.htm (10 Şubat 2010)
21
Muharrem Ergin. Dede Korkut Kitabı. İstanbul: Boğaziçi Yayınları A.Ş., 2003. s. 15
22
Annaguli Nurmemmed. Nuh Tufanı. (Akt. Nesrin Kahtalı Sis, yazarla beraber) Ankara: Devran Yayınları, 2002. (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)
23
Annaguli Nurmemmed. Büyük Göç. (Çev. Gülâlek Nurmemmet ve Hümeyra Yücel) Ankara: Devran Yayınları, 2002. 632 s. (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)
24
Prof. Dr. Nesrin Sarıahmetoğlu’nun verdiği bilgiye göre gulam; savaşta esir, köledir. Selçuklularda ise paralı askerdir ve Türk gulamların sarayda ve orduda büyük hizmetleri olmuştur.
25
Erdoğan Merçil. “Gazneliler” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Cilt 13, İstanbul 1996, s. 480-484. Ayrıca bkz. Peter B. Golden. Türk Halkları Tarihine Giriş. Ortaçağ ve Erken Yeniçağ’da Avrasya ve Ortadoğu’da Etnik Yapı ve Devlet Oluşumu. 2. Baskı. Çev. Osman Karatay. Çorum: KaraM, 2006. s. 255.
26
Erdoğan Merçil. “Gazneliler” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Cilt 13, İstanbul 1996, s. 483.
27
A.g.e., s. 483.
28
Erdoğan Merçil. “Mahmud-ı Gaznevî” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Cilt 27, Ankara 2003, s. 364.
29
Köhne Dünya. (Türkçesi D. Ahsen Batur. İst: Art Yayınları, 1993) (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)
30
Turgut Göğebakan. Tarihsel Roman Üzerine. Ankara: Akçağ Yayınları, 2004, s. 25
31
“Ben sana Gazneli Mahmud’un yaptığı zulümlerden bahsettim. Fakat henüz o dönemin başka büyük bir kişisinden bahsetmedim. Bu el-Birûni’dir. Sınırsız zulüm ve işkence devrinde hayatın kahrına maruz kalmasına rağmen, hakikat peşinde koşan büyük bilgin olarak yerini koruyacaktır…” (Cevahir Lal Nehru. Glimpses of World History. New York: Penguin Books, 1934. Cilt I, s. 300)
32
Muhtar Şahanov. Cengiz Han’ın Sırrı, İstanbul: Da Yayıncılık, 2002.