Zor İş

Zor İş
Rahmi Ali

Rahmi Ali
Zor iş

ÖNSÖZ
Çoğu yerde kitaplara yazılan “Ön Sözlerin” gereksizliğinden söz ederler. Evet, bu, bir yere kadar doğrudur ama bazen-bazı kitaplara- bir önsöz gerekir, diye düşünüyorum. Bu “Ön Söz” de öyle… “ZOR İŞ” adlı kitabım Batı Trakya’da uzun yıllar önce yayınlandı. Koşullar gereği çok az bir okuyucu kitlesine ulaşabildi. Oysa bu kitapta yer alan hikâyelerin bazıları Türkiye’nin en saygın edebiyat dergilerinde yayınlandı, bazıları yine aynı ülkede düzenlenen “hikâye yarışmalarında” birincilik ödülü aldı. Hikâyeler hakkında, Oktay Akbal, Sevinç Çokum, A. Bican Ercilasun, Satı Merdan, Mustafa Aslan, Güngör Gençay, A. Yağmur Tunalı vd. övgü dolu sözler ettiler. Bazıları Yunanca ve Bulgarcaya çevrildiler. Yurt dışında yayınlanan Türkçe edebiyat dergilerinde yer alanlar oldu. Yunanlı bir gazeteci Yunancasını okuduğu “Eleni’nin Gözyaşları” adlı hikâye için “Ben Yunan hikâyeleri içinde böyle güzel, başarılı bir hikâye okumadım” deme nezaketini gösterdi. Söz konusu hikâye “4. Akdeniz Ülkeleri Şiir Şöleni” sırasında okununca orada bulunan edebiyatçı ve edebiyatseverler tarafından dakikalarca alkışlandı. Bazı okurlar, “ah, ne güzel hikâyeler ama kitabı okurken gözyaşlarımızı tutamadık” dediler.
Bütün bunlar beni o kadar etkilemedi. Fakat bir rastlantı sonrası tanıştığımız Türk Dili ve Edebiyatı Profesörü bir Alman bayanın sözleri beni ciddi olarak düşündürdü. Her nereden bulmuşsa “Zor İş” adlı kitabımı okumuş. Senin bu hikâyelerin “genel Türk Edebiyatı çerçevesi içinde değerlendirilmesi gereken başarılı, güzel hikâyeler. Bu dar bölgede ne yazık “heba olup gitmişler.” Gerçi biraz utandım, mahcup oldum ama Türk Edebiyatçıları hakkında, Ziya Uşaklıgil’den tut, Ahmet Ümit’e kadar uzanan geniş bilgisiyle beni şaşırtan bu bayanın sözleri hakkında daha gerçekçi olarak düşünmeye başladım.
Evet, ben “olayı” belki de hiçbir şekilde bu anlamda düşünmedim ya da değerlendirmedim. Ama bu hikâyeler neden daha geniş bir coğrafyaya dağılıp oralarda da okunmasınlar? Bunu münasip bir dille öteden beri tanıştığımız, Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Ömeroğlu’na anlattım. Şimdi, “Zor İş” ikinci baskısıyla Bengü Yayınları arasında çıkacak, böylece büyük bir yelpaze (Türk Dünyası) içinde daha büyük bir okuyucu kitlesine ulaşacak. Hikâyeleri okuyanlar, Cengiz Dağcı’nın, Aytmatov’un hikâye ve romanlarındaki insanlarla bu insanlar arasında bir duygusal bağ kuracaklar. Büyük olasılıkla “Çalıkuşu”nun Feride’sinin “yaramazlıklarıyla” “Safinaz”ın yaramazlıkları arasında bir benzerlik, Cengiz Dağcı’nın roman kahramanlarıyla “İklim Değişikliği” hikâyesinin kahramanı arasında bir kader birliğinin izlerini göreceklerdir. Sevgi ve acıların ortaklaşa yaşandığı gönüller ortamında hikâyelerimin daha geniş bir alana yayılmasını sağlayacak olan Avrasya Yazarlar Birliği ve onun bir kuruluşu olan Bengü Yayınlarına gönülden selamlarlarımla birlikte teşekkürlerimi sunuyorum.

    R.A. Çepelli-Gümülcine
    20.12.2020

BENİM DÜNYAMDA SEN
İlk kez bir düğün salonunda gördüm seni. Dal boyun, o sapsarı, uzun, parlak saçlarınla hemen göze çarpıyordun. Bir filmin düğün sahnesinde başrolde oynayan kadın oyuncuydun sanki. Sırtında pırıl pırıl yanan beyaz, saten bir elbise vardı. Ayağında beyaz iskarpinler. Küpelerin ne de büyüktü. Ayrı bir özellikti senin için.
Düğün salonu tıklım tıklımdı. Orkestra ağır bir müzik çalıyordu. Yanlışlarla dolu, kulakları rahatsız eden bir müzik… Kadınlı erkekli konukların çoğu masalara yerleşmişti. Genç kızlar ve oğlanlar aralarda dolaşıyor, kimileri de baş başa vermiş yarenlik ediyorlardı. Çocuklarsa koşuşup duruyorlardı.
Bir grup kız arkadaşınla birlikte ayaktaydın bir ara. Aranızda bir şeyler konuşuyor, gülüşüyordunuz. Hepsinden uzundu boyun; bembeyaz dişlerini gösteren gülüşün bile başkaydı. Soylu, içten bir gülüştü bu. Tatlıydın vesselâm. Orkestra bir oyun havasına başlayınca kız arkadaşların piste çıkıp kendi havalarına daldılar. Arkadaşlarından biri, seni, oynaman için bir hayli zorladıysa da sen kendisini tatlı bir gülümseme ile reddettin. Gidip küçük, boş bir masaya tek başına oturdun, elini çenene dayayıp dudaklarında hüzün dolu bir gülümsemeyle kendi iç dünyana daldın. Görenler, seni pistte oynayanlara bakıyor sanıyorlardı. Oysa sen hiç de oralı değildin. Kim bilir; belki de bana öyle geliyordu.
Benden başkalarının da dikkatlerini çekmiş olmalısın ki, bazı masalardaki kadın ve erkek başlarının, bulunduğun masaya doğru çevrildiğini görüyordum. Neden sonra masana, kıvırcık saçlı, bıyıklı bir delikanlı yaklaştı, eğilip kulağına bir şeyler söyledi. Başını çevirmeden bir göz attın delikanlıya. Gözlerin sevinçten parlar gibi oldu. Ben yaşlı bir adamdım. Evliydim, çocuklarım vardı. Seni kıskanmama karşın mutlu olmanı istiyordum.
Yanımdaki masadan, başka bir oğlanı sevdiğine dair söylentiler geliyordu kulağıma. Karım da doğruluyordu bu söylentileri, bir yere kadar. “Galiba öyleymiş,” diyordu. “Kız çok güzel ama biraz şıllıkmış…” Dinlememiştim karımı. Hiç kimseleri. “Nasıl olur?” bile dememiştim. Kendime göre düşündüm seni, lâyık olmanı istediğim bir yaşam içinde düşledim.
Bir ara, o dal gibi boyun, dar, parlak saten içinde kıvrılan vücudun, gururlu bakışlarınla piste doğru gelirken tüm bakışları üstüne çektin. O inci dişlerini gösteren tatlı gülüşün, güzelliğini tamamlayan bir gül goncasıydı sanki. Gidip karıştın pistte oynayanların arasına. Her hareketin estetikti. Kollarını kaldırman, omuz hareketlerin, dar elbise içinde vücudunun tatlı hareketlerle kıvrılması, usta bir balerinin hareketlerinden alınmış bazı figürleri andırıyordu. Gözlerim sendeydi hep.
Okumamıştın. İlkokulu bitirmiş miydin; bilmiyorum. Konuşmanı işittim biraz önce. Orkestranın sustuğu bir andı. Düzgün konuşamıyordun, ama oldukça kibar olmağa çalışıyordun. İçten hareketlerin vardı. Masum, güven verici. Yoksul bir aileden gelmen, işçi olarak çalışman… İşçileri ne kadar severim bilsen. Gel gör ki, seni nerede olursa olsun, bir işçi olarak düşünmek bile istemedim.
Beni bağışlar mısın, bağışlamaz mısın, bilemem ama seni bir süre için alıp çıkardım o salondan. Pistte oynamanı istediğim, o tatlı gülüşüne doyamadığım halde alıp götürdüm seni kendi dünyama. Orada senin yaşamını kendime göre kurdum, düzenledim. Bir bencillik değil bu. Aldım seni, Rodop dağlarının en güzel vadisine kurulmuş olan köyüne götürdüm. Şırıl şırıl akan sular, uçsuz bucaksız bayırlar, ağaçlar, kuşlar… Sırtlara yayılmış keçiler… Küçük, sarı bir çiğdemdin sanki. Gözlerin gök mavisiydi. Bir keçi yavrusu denli çeviktin. Yüzün al al olurdu koşmaktan. Çamaşır günleri ince, kuru kayın dallarını annene hep sen taşırdın.
Bilirim, çocuklar mutlu olmak için büyük şeyler istemezler. Babanın şehirden getirdiği bir çift güllü naylon terlik, ya da küçük bir bebek seni sevindirirdi. Yaramaz bir oğlağın peşinden saatlerce koşar, güler, yerlerde yuvarlanır, annenin sıcak küle attığı mısır poğaçasını iştahla yer, günlerin nasıl geçtiğini anlamazdın…
Yaşamın hep böyle geçse, büyümeseydin eğer; seni öyle kendi haline bırakırdım. Gerçek şu ki, büyümüştün; işte şu anda salonda bulunuyordun. Seni bu halde bırakmaya gönlüm razı olmadı.
Büyüdün, ilkokula gidecek kadar bir kız oldun. Annen uzun belikler ördü sarı saçlarınla. Okul çantanı aldın, okulu, öğretmenini, kitapları sevdin. Kitaplar ne denli güzel, ne tatlı konuşurlardı. Öğretmenin… “Hep gene okul, bak kızımız ne de güzel konuşuyor” derdi annen. Sayılar, çiçekler, temizlik, size zamanı unutturan oyunlarınız, diş fırçaların, ay, güneş, başka dünyalar, uzay adamları, tarih, eski insanlar, resimler, şarkılar, okumak, gezmek, öğrenmek…
Sesin de çok güzeldi Biraz önce masanın önünden geçerken bir akrabanla konuşuyordun. Tatlı bir ses…
Doğal olarak en güzel şarkıları da sen söylüyordun okulda. Sonra ortaokula, ardından da liseye gittin. Siyah önlüğün, beyaz yakalığınla ne kadar da mutluydun. Okul dönüşlerinde koltuğunda bir sürü kitaplar olurdu. Seni derinleştiren, dünyayı, insanları, insanlığı tanımana yardım eden, yaşamı kolaylaştıracak bilgileri veren kitaplar. Binlerce yıl öncelerine giderdin. Truva savaşlarının sözde müsebbibi Güzel Helen’i düşünürdün. İberik Yarımadasına ayak basan Tarık Bin Aziz’in kararlılığına hayran kalırdın. Nasıl da inatçıydın. Güç bir cebir problemini çözmek için sabahlara dek uğraştığın olurdu.
Hafta sonu tatillerinde arkadaşlarınla kimi kırlara, kimi şehrin caddelerine çıkardın. Giyim eşyaları satan mağazaların vitrinlerine, sinema afişlerine kaçamak birer göz atardınız. Kuyumcuların önünden biraz ağır adımlarla geçerdiniz. Gelecekle ilgili hayaller kurardınız. Yatmazdan önce en yeni arabesk şarkıları saatlerce, usanmadan dinlerdiniz. Yatak odalarınızı filim artistlerinin posterleriyle süslerdiniz.
Seni başka bir gün daha görmüştüm. Önümden sağlıklı bir tay gibi geçmiştin. Sekiyor muydun, yürüyor muydun; belli değildi. Böyle bir vücuda yazık olurdu. Belki bu yüzden liseli yıllarında bir sporcu yaptım seni. Mavi şort ve atletinle basketbol sahasının ortasında öyle bir duruşun vardı ki… “White Hors” viski reklamının ağır çekiminde koşan beyaz atı anımsatıyordun. Yorulmak nedir bilmiyordun. Uzun, sağlam bacakların üzerinde dengeli, çevik, şaşırtıcı top sürüşün rakiplerini şaşırtıyor, yerinde sıçramalarınla yaptığın atışlar hep sayı oluyordu. Sahanın yıldızı sendin. Seyirci durmadan alkışlıyordu seni. Alkışlardan inanılmaz bir güç alıyordun. Çalışıyordun. Boş zamanın olmuyordu hiç. Başarılı oyunun, tükenmez enerjin ve kararlılığınla kendini herkese kabul ettiriyordun. Daha sonra kulüpler, birincilikler, kupalar… Takım kaptanlığı, milli takım oyunculuğu… Seyirci tempo tutarak senin adını söylüyordu hep. Sahi, neydi adın?..Nasıl merak etmedim şimdiye değin?
“Mee-ral!.. Mee-ral!..”
Kupayı sağ elinle kaldırıyor, o endamlı, uzun görünüşünle özgürlüğü, çalışkanlığı simgeleyen bir anıta benziyordun.
Sonra üniversite yılları… Adidas çantası, yorgun, uykulu tren yolculukları, blucin pantolonlar, örme yün bluzların, rimeli gözlerin, boyalı dudakların, meçli saçların…
Sigara içmeni istemedim hiçbir zaman. İçer miydin, bilmem. Fakülte dersliklerinde ağır, bilimsel konuşmalar, o ince parmakların arasında tuttuğun kaleminle not alışların; düşünce çemberinin gittikçe genişlediğini duyumsaman… Hiçbir zaman senin önemli, ün yapmış bir meslek sahibi olmanı düşünmedim. Bir fakülteyi bitirmeni istedim; o kadar.
Bu arada biraz özgürlüğünden ettim seni. Gece kulüplerinin alkol kokan, müstehcen sahneler içeren havasından uzak tuttum. Karanlık, loş sokaklarda, omuzlarında kırmızı çantaları, ağızlarında tükenmez o Marlboro sigaralarını tüttüren kadınların yakınından bile geçirtmedim. Seks filmlerinin oynatıldığı sinemaların önünden geçmeni istemedim hiç. Bazen zorunlu olarak geçtiğin sıralar oluyordu da sen bakışlarını başka yöne çeviriyordun. Biliyordun ki, o afişlerde en utanmaz başlıklar, insanı aşağılayan en iğrenç görüntüler vardı.
Artık bir olgunluk devresindeydin. Çok kitapların vardı. Durmadan okuyordun. Boş zamanlarında sporla uğraşıyordun yine. Kapalı spor salonlarının yıldızı yine sendin. Vücudun biraz dolgunlaşmış, daha da güzelleşmiştin. Sahaya ısınma hareketleri yapmaya gelirken podyumlarda mayo reklamı yapan uzun bacaklı İngiliz mankenlerine benzerdin. Herkes sende ulaşılmaz bir güzellik görürdü.
Üniversiteyi bitireceğin yıl önemli bir karar vermen gerekiyordu. Öğrencilik yılları, kitaplar, spor, erkek arkadaşlarınla bazı özel günlerde yapılan eğlenceler, çayevlerinde karşılıklı çay veya coca-cola içmeler, dans etmeler… Bütün bunlar iyi, güzeldi de hep böyle sürmezdi ki bu…
Bir sürü sevenin, hayranın vardı. Bir seçim yapman gerekirdi aralarında. Hepsi seni seviyordu. Az mı mektuplar, az mı evlenme teklifleri alıyordun? Bazıları, seni yanlarında bir manken gibi taşımak, salt güzel bir kadınla evlenmiş olmak; bundan bencilce bir övünme payı çıkarmak düşüncesindeydiler. İçlerinden bazıları da kısa süreli bir aşk serüveni yaşamayı düşlüyorlardı seninle. Seni, banyolarda çıplak vücutlarıyla sabun veya şampuan reklamı yapan o olağanüstü güzellikteki kadınlarla bir tutarak. Bazıları da seninle karşılıklı bir çay içmeyi; o eşsiz dudaklarından bir kez öpmeyi, sonra da bu önemli hatırayı ömürleri boyunca saklamayı kurarlardı.
İçlerinden biri vardı ki, seni gerçekten seviyordu. Kuşkusu yoktu bundan. Onun kuşkusu, senin onu sevip sevmediğindi. Bir de seni mutlu edip edemeyeceği. Seni seviyordu. Senin gerçek bir sevgiye lâyık olduğuna inandırmıştı kendini. Bu, sana değer verdiğinin kanıtıydı. Seni sevenlerin içlerinden geçenleri bilsen, kavrasan, tercihini bu delikanlıya kullanacaktın, biliyorum. Bu yüzden seni onunla evlendirdim. Aynı boydaydınız. O esmerdi biraz. Saçları kumraldı. Orta halli bir ailenin çocuğu olduğunu biliyordun. Dillere destan bir düğününüz olmadı ama o şahane vücuduna oturmuş beyaz gelinliğinle ortaya çıkıp lâcivert kostümlü utansak delikanlı ile dans etmeğe başladığınızda o görkemli salon filmlerindeki düğün sahnelerine taş çıkarttınız. Ne Karolayn ne de Rich… Siz onlardan daha mükemmeldiniz. Her şeyinizle. O, milyonlarca kişinin izlediği yabancı dizi filmlerin düğün sahnelerine sizin o andaki görüntünüzü monte etselerdi seyircilerin belleğinden hiç silinmeyecektiniz. O andaki mutluluğunu simgeleştiren gülümsemen yıllar boyu zihinlerde kalacaktı.
Mutluydunuz. Lüks olmasa da güzel bir eviniz vardı. Kocan bir devlet hastanesinde çalışıyordu. Sen ise küçük bir sağlık ocağında görevliydin. Birlikte çıkıyordunuz evden ilk durağa kadar. Önce sen biniyordun sağlık ocağına giden dolmuşa. Kaçamak bir öpücük konduruyordu kocan gül yanağına. Akşam eve dönüşünüzde yemeği birlikte hazırlıyor, oturup karşılıklı yiyor, ardından yine baş başa vererek kahvelerinizi içiyordunuz. Birlikte, bir arada bulunmaktan hoşlanıyordunuz. Müzik dinliyordunuz radyoda.
Bilirim, yaşam yorar insanı bazen. Günlük işlerimiz, çevremizdeki olaylar, gazete başlıkları, insanlar arasındaki olumlu veya olumsuz ilişkiler, bir vapurun kalkışı, güneşin batmasıyla birlikte çöküveren karanlık, sokaklar, gereksiz yere asılmış bir afiş, yıkılan bir ağaç, bir annenin çocuğunu dövmesi, bir plâk satış mağazasından kopup gelen acı yüklü bir türkü, birilerinin sakalı veya bıyığı sıkar bizi. Anlayamadığımız bir sıkıntılar çukurunun içinde buluruz kendimizi. Güzel güzel müzik dinlerken radyoyu “çat” diye kapattığımız olur.
Denizi seviyormuşsun. Sıkıntılardan kaçmanın tam zamanı… Seni aldım, denize götürdüm. Zaten küçük, sevimli semtinizin yakınındaydı plâj. Belediye otobüsleri geçerdi sık sık; dolmuşlar. İnce, tertemiz bir kumu, masmavi suları vardı plâjın. Üniversite yıllarından bir alışkanlıkla olacak, havlularınız ve diğer eşyalarınız Adidas yazılı çantadaydı. Daha çok pepsi cola reklamı şemsiyeler çarpardı göze. Uzakta, çamların altında seyyar bir kantin vardı. Çok kalabalık olmayan bir yer seçerdiniz hep. Kocan şemsiyeyi açar, sen küçük bir şilte sererdin yere. İlk işin gidip, çıplak ayaklarınla suya girmek olurdu. Eğilir, bir de elini değdirirdin suya. Göz göze gelirdiniz kocanla. Gözlerinle severdin onu bir an. “Girelim mi?” derdi kocan. Gülümserdin. Evde, mayonun üstüne geçirdiğin boydan düğmeli deniz elbisenin düğmelerini çözmeğe başlardın. Güvez, mavi benekli bikini mayonla kalırdın bir ara. Uzun, düzgün bacakların, ince belin, belli belirsiz göğüslerin, uzun boyunla bir güzellik kraliçesi gibiydin. Yakın çevredekilerin gözleri sana çevrilirdi. Kocanla el ele tutuşup denize girerdin. Denizin maviliğinde unuturdun her şeyi. Doyasıya eğlenirdin. Biraz sonra güneşlemeye çıkardın kıyıya. Yumuşak, ılık kumların üstüne yüzüstü yatardın. Saydam bir ipekle kaplıymış gibi görünen parlak teninde su damlacıkları titreşirdi. İyice bırakırdın kendini. Kauçuk esnekliğindeki küçük, tatlı göğüslerin yumuşak kuma batarak iz bırakırlardı. Sonra döner, sırt üstü yatardın. Beyaz çerçeveli güneş gözlüklerini koyardın. Ellerin başının altında kenetli… Sağ bacağını karnına doğru çekerdin. Kapatırdın gözlerini. Düşlere dalardın. Geleceğe yönelik hayaller kurardın. Bazı düşünceler yorardı kafanı. Mavi, güzel gözlerinle gözlüklerinin ardından gökyüzünün uçsuz bucaksız derinliklerine bakardın.
Yaşam. Neydi yaşam? İşte şu anda buradaydın. Burada bulunmaktan zevk alıyordun. Karşıda, kantinin orada ayaküstü bir şeyler atıştıran insanlara bakmak bile ayrı bir mutluluktu. Çevren insanlarla doluydu. Kocan biraz ötede denizin içindeydi. Onu özlüyordun bir an. Ne aptallık, diyordun kendi kendine. Vücudunun güzelliğinden ayrı bir zevk duyuyordun. Ne türden bir bencillikse… Şu sonsuzluk içindeki yıldızlarda acaba hayat var mıydı? Ne saçma; bir de doktordun üstelik. Hem sonsuzluk, diyorsun; hem de sonsuzluğu sınırlamağa çalışıyorsun. Kitapların, ilk canlıların oluşumu, dinler, akıl almaz buluşlar… Ne denli yorsak kendimizi bir çıkmaza varabiliyoruz ancak.
Birazdan kocan dönüyordu yanına. Düşüncelerinden kurtuluyordun. Hemen yanına uzanıyordu. Çıplak vücutlarınız değiyordu birbirine. Yaşamın tatlı anlarını yudum yudum tadıyordun. Gelecek için hep iyi şeyler düşünüyordun. Daha doğrusu içinde öyle bir duygu gelişiyordu.
Seninle birlikte ben de mutluydum. Mutluluğun, mutluluğumuz hep böyle sürsün isterdim. Ne ki olmadı. Bir gün gerçekle yüz yüze geldik ikimiz de. Benden yine haberin yoktu.
Yağmurlu, can sıkıcı bir sabahtı. A. Turizm Acentesi’nin önüne Türkiye’ye gidecek yolculardan bazıları gelmişlerdi. Bavullar, çuvallar, naylon torbalar… Sıkıntılıydı herkes. Gidecek olanlar da, uğurlayıcılar da. Yalnız çocuklar habersizdi her şeyden.
Sabah bir yakınımızı uğurlamağa gelmiştik karımla. Orada, köşedeki eczanenin giriş yerinde ayakta bekliyorduk. Ağzımda sabah sabah sigara… Oysa saat on birlere değin sigara içmem kolay kolay. Neşem yoktu nedense. Arabaların geçişleri canımı sıkıyordu. Egzoz dumanlarının çekilmez kokusu. Karşıda deponun önünde boş kasaları yerleştiren işçilerin kaba şakaları, kendimce lüzumsuz gülüşleri bile sinirime dokunuyordu.
Baktım, bir araba durdu tütüncü kulübesinin biraz ilerisinde. Şoför indi önce. Ardından sakalları uzamış, boncuk mavisi gözleriyle bir adam. Bir de yaşlı kadın. Feracesi içinde yaşlı bir görünümü vardı. Sonra da gri mantolu, eşarplı, uzun boylu bir kadın. Karım dürttü. “Baksana,” dedi, “salonda gördüğümüz uzun boylu kız değil mi o? Çok benziyor!”
Evet, sendin. Yüzün soluktu. Sıkıntılıydın. Sanki biraz da yaşlanmış gibiydin. Omuzların çöküktü. Öylesine koyuvermiştin kendini. Bir sigara daha yaktım. Kadın kısmı kılı kırk yarar. “Aa, dedi. Baksana parmağına. Nişan yüzüğü var. Demek nişanlanmış.” Nişanlanmış olmana sevindim. Ama neden bu değişiklik? Sen böyle değildin. Giyimi, kuşamı, boyanmayı severdin. Düğün salonlarının gözdesi, neşesi sendin. Hep sen vardın dillerde. Canlıydın. Yaşam doluydun. Oysa şimdi ne kadar sönük bir halin var. Kıpırda biraz, nişanlı bir kız böyle mi olur? Belli ki düğününüz olacak. Eşyalarınız çok. Üzüntün salt ayrılık yüzünden olsa keşke…
Meral!..Üzdün beni Meral. Üzüldüm durumuna. Diyorum ki, gene de her şeye karşın sarıl yaşama. Güçlükleri yenmeğe çalış. Yaşamak istediklerimizin kaçta kaçını yaşıyoruz ki… Boş ver. Öyle koyuverme kendini. Gül, gülümse biraz. Giy o mavi, parlak şortunu, atletini. Koş, uzun, sağlam bacaklarınla. Tempo tutup bağırsın seyirciler hep birlikte:
“Mee-ral!.. Mee-ral!..”
Gittin Meral. Büyük bir otobüs aldı götürdü seni. Bir el bile sallamadın. Benim istediğim, belki de senin lâyık olduğun bir yer değildi gittiğin yer. Elden ne gelir, sana, güle güle, demekten başka.
“Güle güle Meral!..”

ELENİ’NİN GÖZYAŞLARI
Unutamadığım insanlardan biri de hiç kuşkusuz Eleni’ydi. Her zaman güzel elbiseler giyen, bembeyaz kolları, dalgalı saçları, gülümserken yanakları tatlı tatlı çukurlaşan bir kadın. Aklımda öyle kalmış.
Ne zaman gelip yerleşmişlerdi köyümüze, tam olarak bilemiyorum. Bu konu, aslında pek önemli de değil benim için. Benim için önemli olan, Eleni’nin ben de bıraktığı olumlu izlenimler, güzel anılar; biraz da onun kimi talihsizlikler karşısında duyduğu üzüntülerin bende bıraktığı derin izler… Yoksa öyle olmasa, Bayan Eleni’den böyle uzun boylu söz etme gereğini niçin duymuş olayım?
Eleni o yıllarda otuz-otuz beş yaşlarında bir kadın olmalıydı. Bunu, o günlerde kimi kadın ve erkeklerin konuşmalarından edindiğim izlenimlerden çıkarıyordum. Kendim on yaşlarında var mıydım; bilemiyorum. Belki daha fazla da olabilirdim. O yıllarda ilkokula gittiğimi, sınıf arkadaşlarımızla evlerde deney çalışmaları yaptığımızı çok iyi hatırlıyorum. Beşinci veya altıncı sınıf öğrencisi olabilirdim.
Eleni, kocası ve kızıyla okulumuzun bir odasında kalıyordu. Geçici bir konaklamaydı bu. İş gereği. Kocası bir inşaat şirketinde ustabaşıydı. Köyümüzün içinden geçen çayda çok taş vardı. Bu taşlar kırılıp hazırlanıyor, yapı işlerinde kullanılmak üzere gerekli yerlere kamyonlarla taşınıyordu. Tüm bu işleri Eleni’nin kocası yürütüyordu. Eleni ve kocasıyla yakınlığımızın bir nedeni vardı elbet. Çayın içindeki taşları, o tonlarca ağırlıktaki taşları babamla birkaç arkadaşı kırıp hazırlıyor, kamyonlara yükletiyorlardı. Ben de kimi kez orada, onların yanında bulunuyor, kamyon şoförlerinden birinin yanına oturup o yıllarda benim için çok uzakmış gibi görünen yerleşim yerlerine gidiyordum. Öyle sanıyorum, Rum öğretmenimiz Kalyopi’nin dışındaki Rumlarla yakın tanışmamız da o günlerde başlıyordu.
Aradan o kadar zaman geçmiş ki… Eleni bende, sadece güzel, tatlı tatlı gülümseyen sıcakkanlı bir kadın olarak kalmış. Diğer ayrıntıları hatırlamam olanaksız. Eğer kimi ayrıntılardan söz ediyorsam, onlar gerçekleri değil de, benim özlem ve istençlerimi yansıtabilirler. Onu öyle hatırlamak istiyorum. Hep öyle olmasını, öyle tatlı tatlı gülümsemesini istiyorum. Ne yazık ki bu dileğim yerine gelmedi. Eleni’nin durumu bende öyle bir düş kırıklığı yarattı ki, uzun süre kendimi şaşkınlıktan kurtaramadım. Böyle bir kadın, Eleni gibi bir kadın nasıl olur da bu kadar gözyaşı dökerdi. Nasıl, öyle bütün gün ağlardı…
Oysa o, akşamüstleri, bizim oyun alanımızın karşısında çamaşır sererken, küçük kızıyla el ele tutunarak yürüyüş yaparken ne kadar mutlu görünüyordu. Eleni’ye öyle alışmıştım ki, oyun oynadığımız sırada bile onun dışarıya çıkıp çamaşır asmasını, ya da bir hasır sandalyeye oturup dantel örmesini, ara sıra başını kaldırıp bizim oyunumuzu gülümseyerek seyretmesini istiyordum. Gerçi o, çoğu kez bizi seyrediyordu, ama bir yandan da bizim yaşlarımızdaki kızına üzüntüyle bakıyordu. Sarı saçlı, dolgun bir kızları vardı. Daha ilk günlerde babam, hastalıklı bir kızları olduğunu söylemişti. Kızcağız konuşamıyor, konuşmak isterken zorlanıyor, çığlığa benzer sesler çıkarıyordu. Yürürken de savgaşıyordu. Hayret!.. Hiç birimizin bu hastalıklı çocuğa alaylı bir tek bakış attığımızı hatırlamıyorum. Ben, öyle sanıyorum; biraz da babamın bu konuda anlattıklarından etkilenmiş olarak bu kızcağıza çok acıyordum.
Eleni’nin kaldığı odaya birkaç kez gittiğimi hatırlıyorum. Belki kendisine bir haber vermek, ya da herhangi bir iş için. Odasında neler vardı; pek hatırlamıyorum. Net olarak hatırladığım tek şey, içerde bir masa ve sandalyelerin olmasıydı. Masanın üstünde bembeyaz bir örtü… Cam bir bardağın içinde güzel güzel kır çiçekleri. Öyle hoşuma gitmişti ki bütün bunlar… O akşam babama, biz de eve bir masa alalım, diye tutturmuş gitmiştim. Babam herhalde beni kırmamak için, biraz büyü, onlarınkinden daha büyük bir masa alacağız, demişti. Babamın bu sözü beni o kadar sevindirmişti ki, bu sevincimi bugün bile unutamıyorum. Eleni’nin bir de resim yapma merakı vardı. Evli, çamaşır yıkayan, yemek yapan bir kadının, eline kalem ve boyaları alıp resim yapması beni biraz şaşırtıyordu ama doğrusu, o resimleri seyretmek, Eleni’nin kalem ve boyalarla çalışmasını görmek de oldukça hoşuma gidiyordu. Kendisini hayranlıkla seyrediyordum uzun süre. O, kimi kez fırçayı elime vermek istiyor, bu arada tatlı tatlı gülümsüyordu. Şimdi birileri çıkıp, peki, Eleni seninle Türkçe mi konuşuyordu, Rumca mı, dese, bunu gerçekten hatırlamıyorum. Ama anlaşıp gidiyorduk. O yıllarda Rumca bilmiyordum ki, benimle Rumca anlaşabilsin. Eleni’nin yaptığı resimler Türkçe okuma kitaplarımızdaki resimler kadar güzeldi. Kimi resimleri bugün bile aklımda. Güzel bir ev resmi, çizgi oynayan çocuklar, eski bir su değirmeni; bir de bizim köyün camisi. Çocukluk işte. Eleni’nin, bizim caminin resmini yapması kendisine iyice ısındırmıştı beni. Onu daha cana yakın bulmuştum. Kendimi Eleni’ye hayranlıkla bakmaktan alamıyordum. Güzel elbisesi, çıplak kolları, pırıl pırıl saçları… Bir gün yine böyle bir anda gelip saçlarımı okşadı benim. Gülümsedi, iyice gözlerimin içine baktı. Sen okumalısın, dedi. Muhakkak okumalısın. Sonra gitti, bizi korkulu ve şaşkın gözlerle seyreden kızının saçlarını okşadı. Kız, çığlığa benzer sesler çıkardı. Gülmek istedi, gülmesi ağlamaya dönüştü. Baktım; Eleni ağlıyordu. Yanaklarına aşağı süzülen yaşlar. Bir anlam veremedim Eleni’nin bu ağlayışına o zamanki çocuk aklımla. Ben, Eleni hiçbir zaman ağlamaz sanıyordum. Eleni’yi ağlarken görmek… Oysa Eleni daha ne gözyaşları dökecekti. Yazık… Çok yazık…
Eleni’nin kocası da çok iyi biriydi. İliya. İriyarı, yakışıklı bir adam… Oldukça ciddi bir görünüşü vardı. Kimsenin eğrisinde doğrusunda olmayan biri… Kendi işine bakıyordu sadece. Babam kendisinden son derece memnundu. Evde kendisinden söz açıldığında sık sık şöyle dediğini hatırlıyorum: “Çok iyi adam… Çok iyi de; şu içkiyi de içmese…” Sözü tam burada kesiyordu ama sanki bu içki içme olayının kimi kötü durumlara neden olabileceğini, ya da olduğunu söylemek ister gibiydi. Yani, babam öyle konuşuyordu ki, elinden gelse yine İliya’nın iyiliği için o içkiyi kendisine zorla bıraktıracaktı. İliya’nın da babamı ne kadar sevdiğini yıllar sonra bir kez daha anladım. Bir dostumu ziyaret etmek için Şişmanoğlu Devlet Hastanesi’ne gitmiştim. Koğuşta bir sürü hasta. Kapının yanındaki divanda yaşlı biri yatıyordu. Bana: “Sen Çepelli’den misin” dedi. Türkçe konuşuyordu. Ben de kendisine Türkçe, “Evet” dedim. “Çepelli’de bir Taşçı Ali Aga vardı. Onu bilir misin” dedi. Birden duraksadım. Heyecanlanmıştım. Kendisinin İliya olduğunu anlamıştım. “Taşçı Ali Aga benim babamdı,” dedim. “Ne yazık kendisini beş yıl önce yitirdik…” İliya bir an sustu… Gözleri yaşardı.... Dalıp gitti bir an. Onun o eski günlere gittiğini sanıyordum. Derin bir iç geçirdi, gözlerini kuruladı. “Baban çok iyi bir adamdı” dedi. “En iyi dostumdu benim. Senin baban olduğu için söylemiyorum. Bizim Rumlardan öyle bir dostum olmadı. Rahmetli anam ne kadar haklıymış. Bana, bak çocuğum, derdi. Bir Türk’le dost oldun mu korkma. Gerçek dost Türk’ten olur…” Sonra ekledi: “Sen bilmezsin belki. Benim anam da Bursalıydı…” Yeniden sustu. “Evet” dedi. “Baban çok iyi bir adamdı. Son yıllara kadar, Gümülcine’ye geldiğinde ara sıra görüşüyorduk. Sen ne yaptın, okulu bitirdin mi?” Evet, dedim. “Baban senin okumanı isterdi çok.”
İliya’yı son görüşüm olmuştu bu. O gün hastaneden çıktıktan sonra yıllar öncesi Çepelli’deki ustabaşı İliya’yı ve Eleni’yi düşündüm uzun süre. Hiç hakkım olmadığı halde İliya’ya karşı duymuş olduğum öfkemi anımsadım. Bir akşam babam eve geç gelmişti. Neşesi kırıktı. Hep bir şeyler demeye çalışıyordu bize; bir türlü de söylemek istemiyordu. En sonunda: “Hep demez miydim ben…” dedi. “İliya içmese ya şu meret içkiyi… İçince böyle olur işte. Dövmüş karıyı, her yanını çürük içinde bırakmış. Sanki kızcağızın öyle doğması Eleni’nin kabahatiymiş gibi… Allah tarafından işte…”
O gece üzüntüden sabaha kadar uyuyamamış babam. Sabahleyin evdekiler söylemişlerdi. O gün ilk kez ben de kızmıştım İliya’ya, Eleni’yi dövdüğü için. Ve buna hakkım olduğuna da iyice inanmıştım.
Bu olaydan sonra, İliya ile Eleni’nin sık sık kavga ettikleri söylendi köyde. Kavganın nedenini kimse bilmiyordu. Babamdan başka. Aslında, bunu öğrenmeyi de kimse istemiyordu. Ancak hemen herkes böyle tatsız bir olaydan üzüntü duyuyordu. Gül gibi geçinip giden bir aileye ne oldu böyle, diyordu insanlar. Herkes de her şeyin yine eskisi gibi olmasını istiyordu. En çok da ben… Eleni yine o güzel elbiseleriyle okulun bahçesinde dolaşsın istiyordum. Daha çok Eleni’yi sevindireceği için kızının konuşabilmesi için Allah’a dua ediyordum. Eleni neşelensin, güzel güzel resimler yapsın, onları duvara asıp karşıya geçsin, saatlerce onlara baksın. Beni görünce gülümsesin yine, hüzünlü de olsa saçlarımı okşasın. Kırlara gidip çiçekler toplasın. Bunları yine bir bardağın içine koyup beyaz örtülü masanın üstüne koysun…
Ne yazık ki o olaydan sonra Eleni günlerce görünmedi dışarıda. O tek odanın içine kapandı kaldı. Kızı Rula’yı -aklımda öyle kalmış adı- annesine götürmüş, diye söylentiler dolaştı. İliya akşam sabah iyice içkiye verdi kendini. Sonunda olan oldu… Bir akşam babam yine telâşlı telâşlı eve geldi. “Siz yatıp uyuyun” dedi. “İliya yine karısını fena halde dövmüş. Gidip bir bakayım. İş daha da kötüye varmadan belki bir şeyler yapabiliriz…”
O gece, hep kötü bir şey olacakmış, gibime geldi. Zor uyku girdi gözlerime. Sabahleyin babamı yine pek neşesiz gördüm. Hayvanlara sabah sabah yiyecek verdi. Arabanın somunlarını gevşetip dingilleri yağladı. Evden eski bir kilim, bir de pösteki aldı, arabanın tahta döşemesine serdi. Bana, hadi sen de giyin, dedi. Bugün İliya’nın karısını kasabaya götüreceğiz. Başka zamanlar kasabaya gitmeye o kadar meraklı olduğum halde gidip isteksiz isteksiz giyindim. Babam arabayı koşmuştu bile. Biraz sonra yine o güzel elbisesiyle Eleni bizim kapıya doğru geldi. Başında bir eşarp vardı. Başı öne eğikti hep. Ağlamaktan gözleri şişmiş, kızarmıştı. Bizi görünce gözlerinden yine yaşlar boşandı. Sessiz. Hiç bir şey diyemedik Eleni’ye. Ne babam, ne de ben. Öyle sustuk hep. Ne diyebilirdik ki… Eleni arabaya bindi, kilimin üstüne oturdu. Babam öne, pöstekinin üstüne. Ben babamın yanına geçtim. Ara sıra Eleni’den yana bakmak istiyordum. Onun bakışları yerdeydi hep. Kilimin üstündeki şekillere bakıyor gibiydi. Gözlerinden yaşlar akıyordu durmadan. Öyle, hiç konuşmadan vardık kasabaya. O güne kadar hiç uğramadığımız sokaklardan geçtik. Kesme taşlar döşenmişti sokaklara. Sonunda oldukça dar bir sokağa girdik. Babam arabadan indi, inekleri yedeğine aldı. Biraz ilerledikten sonra yeşil boyalı bir kapının önünde durduk. Eleni arabadan indi, elindeki bir anahtarla kapıyı açtı. Onun ardından biz de içeriye girdik. Eleni evin kapısını açar açmaz yeniden ağlamağa başladı. Babamla ikisi büyücek bir sandığı dışarı çıkarıp arabanın arka kısmına yerleştirdiler. Ara sıra gözlerim Eleni’ye kayıyordu. Onun gözlerinde yaşlar… Dolapları karıştırıyor, bazı eşyaları bir kenara ayırıyordu. Bir ara gitti, duvara asılı bir fotoğrafın karşısında durdu. O anda babam dışarıya çıkmıştı. Eleni uzun süre durdu bu fotoğrafın karşısında. Elimde olmadan Eleni’ye doğru yaklaşmıştım. Duvardaki fotoğraf, Eleni’nin gelinlik fotoğrafıydı. Yanak yanağa idiler İliya ile. Eleni, incecik, dal gibi bir kadınmış o zaman. İliya da öyle. İliya’nın boynunda bir kravat. Eleni beni yanında görünce o pamuk gibi elleriyle saçlarımı okşadı, gülümsemeğe çalıştı, sonra birden boşandı, hıçkırarak ağlamağa başladı. Onun böyle ağladığını görünce ben de dayanamadım, benim de gözlerime yaşlar doldu. Babam dışarıda, merdivenlerde öyle sessiz duruyordu. Daha sonra Eleni’nin komşularından iki Türk kadın geldi, Eleni’ye sarılıp ağlaştılar. Bir şeyler konuştular mı, konuşmadılar mı, pek hatırlamıyorum. Sonra hep birlikte bazı eşyaları arabaya taşıdılar. Ardından Eleni kapıları kilitledi. Arabaya, eşyaların arasına binip oturduk. Araba biraz ilerledikten sonra bazı kapılardan meraklı kadın başları uzandı. Kulağıma Türkçe, Rumca sesler geldi uzaktan. Türkçe söylenen şu sözleri Eleni işitmiş miydi acaba: “… Ne talihsiz kadınmış şu bizim Eleni. Kızının üzüntüsü… Şimdi de kocasından çektikleri…” Eleni durmadan gözyaşlarını kuruluyordu.
Araba dar sokaklardan geçiyor, babam kimi yerlerde inip hayvanları yularlarından çekiyordu. Bir ara toprak bir yola girdik. Az sonra, içinde tek katlı bir ev bulunan geniş bir bahçenin içine doğru ilerledik. Evin önünde yaşlı iki kadın, bir de erkek vardı. Az ötede bir dolap beygiri ağır ağır durmadan dönüyordu. O yaşlı insanların evin önünde ne yaptıklarını şimdi hatırlamıyorum. Ancak bizi görür görmez o telâşlanmalarını hiç unutamam. Önce yaşlı kadınlardan biri sesle ağlamağa başladı. Yaşlı adam ağır ağır kalktı yerinden. Arabaya doğru geldiler. Eleni arabadan indi. Yaşlı kadına sarıldı. Öyle kaldılar dakikalarca. Yaşlı adamın bir kasanın üstüne oturup başını ellerinin arasına aldığını, öyle, uzun süre kaldığını hatırlıyorum.
Sonra, gidiş o gidiş… Eleni’yi bir daha göremedim. Ara sıra kendilerinden haber alıyorduk. Kızları oldukça büyümüş, ama durumu hep aynıymış. Bir ara babam kasabadan çok sevindirici bir haberle geldi. Eleni ile İliya yeniden bir araya gelmişler. Bu habere köyde herkes sevindi. Benim sevincimse daha çok… Derken bir haber, acı bir haber geldi ardından: “Eleni ölmüş!..” Babam haberi getirdiğinde oldukça üzüntülüydü. “Yazık” dedi. “Daha çok gençti… İyi bir kadındı da… Çok yazık oldu…”
Eleni ölmüş, gitmişti artık. Olanlar olmuştu. Şimdi, onu istediğim şekilde düşünmeğe hakkım var. Onu, gözleri yaşlı tutmak istemiyorum. O yine eskisi gibi güzel. Dinç, akıllı. İnsanları seviyor. Aklında güzel şeyler. İliya ile evli. Yine bir kızları var. Rula. Güzel, sağlıklı bir kız. Nasıl da tatlı konuşuyor. Eleni’nin ağzında neşeli şarkılar. Bir yortu günü ne kadar ciddiyse, bir düğünde o kadar şen. İliya ile birlikte gezip tozuyorlar. Kızları Rula gidip boyunlarına sarılıyor. Ben sizi seviyorum, diyor. Unutun o eski günleri. Bakın, ben hasta değilim. Eleni kızını kucaklayıp kaldırıyor havaya. İliya ikisine birden sarılıyor…
Sonra bir gülüş oluyor Eleni. Tatlı bir gülüş. Gelip kulağıma fısıldıyor: “Sen ne iyisin” diyor. “Hatırlıyor musun; sen okumalısın, diyordum sana. Bak okumuşsun. Ne kadar sevindim bilsen. Annem Türkleri çok severdi. Ben de öyle…”
Ya ben Eleni, ben seni az mı seviyordum…

    Ekim 1995

EMEL
Onu dün gördüm. Üzüldüm. Dünyalarım karardı. Önce tanıyamadım. İyice yaklaşınca anladım Emel olduğunu. Zayıflamıştı. Bakımsız bir kadın görünümündeydi. Yaşama küs bir hali vardı. Onun bu hale gelmesinden sanki ben sorumluymuşum gibi bir suçluluk duygusuna kapıldım. Kendi kendime haksızlık ediyordum oysa. Benimki bir nevi sevileni içgüdüsel koruma duygusundan kaynaklanan bir düşünceydi. Utanarak baktım yüzüne. Solmuştu. Gözlerindeki o eski canlılığı aradım onun. Öyle, alev alev yanan, beni tatlı bir heyecanla tepeden tırnağa ürperten bakışlarını… Canlılığını, saçlarını ani bir sallayışla geriye atmalarını, çocuğu ile birlikte sekerek yürüyüşlerini…
Yaşlı bir ceviz ağacının altındaki bankın üzerine oturmuştu. Elinde yaşlı kadınların kullandığı büyükçe, siyah bir çanta vardı. Saçları rast gele taranmıştı. Belki aynaya bile bakmadan. Gözleri uzaklara bakıyordu. Hafif bir yel esiyordu. Köye sapan yolun sağına park etmiş büyük bir arabadan bozuk Türkçesi ile bir seyyar satıcının sesi ortalığı dolduruyordu. Bülent Ersoy, “… Biz ayrılamayız…” diyordu o tok sesiyle. Önümüzdeki yoldan durmadan arabalar geçip gidiyordu.
Bir ara başını kaldırdı, göz göze geldik. Bakışları eski günleri anımsattı bana yeniden. Gönlümün derinliklerinde acı bir kıpırdanış…
“Nasılsın Emel…” dedim. Sesimi duyunca birden şaşırdı. Kendine alelacele çeki düzen vermeğe çalıştı. Huzursuz bir hali vardı. Yine de belli belirsiz gülümsemeğe çalıştı.
“Kusura bakma” dedi. “Yabancı biridir, diye dikkat etmedim.” Ayağa kalktı, yanıma yaklaştı. Öyle baktı gözlerime. Dalgın…
“İyiyim…” dedi. “Sen nasılsın… Uzun süreden beri görünmüyorsun…”
“Öyle…” dedim. “İşler, sorunlar… Geçen yıllar… Böyle oluyor. Pek görüşemiyoruz.”
Ses çıkarmadı hiç. Uzaktan kendisine bir şeyler işaret eden kızına gülümsedi. Sonra, elindeki çantaya daldı gözleri.
Emel… Ona ilk vurulduğum günü anımsıyorum. I4- I5 yaşlarındaydı. Gül kokan, çiçek kokan kıpır kıpır bir kız. Alev alev yanan o gözlerini görür gibi oluyorum. Gönlümü yakan, beni tatlı sarhoşluklar içine götüren… Annesi ve ablasıyla birlikteydiler sanıyorum. Şırıl şırıl akan bir suyun içinden geçerken eteğini yukarı doğru çekmişti. Bacakları… Ne tatlı, ne güzel bacaklardı… Filmlerde, çorap reklamı yapan kızlarda görüyordum öyle güzel bacakları. Gözlerimi ondan alamıyordum bir türlü. O da bakmıştı bana. Birden bırakmıştı eteğini. Benim yaşım büyüktü. Kızdı sanmıştım önce. Oysa kızmamıştı. Yüzü al al olmuştu öyle. Bir hayli uzaklaştıktan sonra da dönüp dönüp bana bakmıştı.
İçime bir sevgi tohumu düşmüştü o gün. Bende büyüyüp gelişebilir miydi bu sevgi tohumu… Bunu pek bilemiyordum. Ama o ilk tatlı kıpırtıları hep duydum içimde. Sonra, işler, ayrılıklar, derken Emel’in erken evliliği… Gelin arabasına binerken göz göze geldik bir ara. Nasıl da dargın bakıyordu bana. Bana bunu mu yapacaktın, der gibi. Oysa benim yaptığım doğruydu. Onun çok daha iyi bir yaşama hakkı olduğuna inanıyordum.
Emel gitmiş, yeniden karşıdaki banka oturmuştu. Gözleri elindeki çantadaydı. Çevresine bakmak istemiyordu. Otobüs gelmekte gecikiyordu.
Emel, bir ara sadece benim görebileceğim biri olup yanıma sokulmuştu. Emel’in sesini duyuyordum. Ellerini ellerime bırakıyordu. “Ne olur, tut ellerimi,” diyordu. “Mutlu olmadığımı biliyorsun. Evliliğimin ilk günlerinde mutlu olduğumu sanıyordum. Kocam, yani Halit, beni alıp istediğim yerleri gezdiriyordu. Birlikte denize gidiyorduk. Denizde eğlenip oynuyorduk. Kumlar üstünde koşuyorduk çocuklar gibi. Kafeteryaya gidip dondurma yiyorduk. Uzakta, denizin üstünde martılar uçuşuyordu. Oradaki kadınların en mutlusu olarak kendimi görüyordum. Kocam başkalarının göremeyecekleri bir yerde gizlice öpüyordu beni. Kızıyormuş gibi yapıyordum ama onun bu hareketi hoşuma gidiyordu. Akşamları bahçedeki çiçekleri birlikte suluyorduk… Bir karanfil koparıp saçıma iliştiriyordu. Sonra eğilip yanağıma bir öpücük konduruyordu. Boyuna bosuna bakıp seninle karşılaştırıyordum onu. Kot bir pantolon, lacivert bir gemici bluzu giyiyordu. Kolları güçlüydü. Saçları seninkiler gibi seyrek değildi. İyi ki bununla evlenmişim, diye geçiriyordum içimden. Ne yalan söyleyeyim, Seni de unutmak istiyordum. Unutursam, daha da mutlu olacağımı sanıyordum.”
Emel, gölgede, bankta oturuyordu. Otobüs gelmekte gecikiyordu. Emel sık sık saatine bakıyordu. Sesinde sıkıntılı bir hal vardı.
“Bu otobüs de kimi zaman böyle gecikiyor…”
“Öyle oluyor bazen…” dedim. Sesim titriyordu. Alıp uzaklara götürmek istiyordum kendimi. Emel uçarak yanıma geliyordu. Ürkek bir kuş… Onun ellerini tutuyordum. Gözlerinde yaşlar… Durmadan anlatıyordu. Biliyorsun; kocam gemilere gitmişti. Dönüşünde küçük bir taverna açmıştı deniz kıyısında. İki çocuğumu düşünüyordum hep. Onların geleceğini düşünerek durmadan çalıştım. Bütün gece bulaşık yıkadım. Gündüzleri masaları sildim, müşterilere meze taşıdım. Ölesiye yoruluyordum. Beni daha çok yoran kocamın ilgisizliğiydi. Oraya gelenlerin çoğu, genç çiftlerdi. Ben büfenin ardında uykusuzluktan yıkılacak haldeyken onlar yiyip içiyor, gülüp şakalaşıyorlardı. Aşikâr öpüşenler de vardı içlerinde… Sen de biliyorsun bunları. Sen de çok kez geldin tavernaya. Hangi maksatla geldiğini bilmeyi ne kadar isterdim… Uzak bir köşeye oturuyordun yalnız… Arada bana doğru kayıyordu bakışların. O an seni düşünüyordum. Bambaşka duygular gelişiyordu içimde. Kendi kendime kızıyordum. Aptallaşıyordum bir yerde. Her şeyleri bir kenara itip kendimi senin kucağına atmak istiyordum. Ne düşüncesizlik… Kocam senden hoşlanmıyordu. Başka masalara şunu-bunu götürmeme ses çıkarmıyordu da senin masana yaklaşmamı istemiyordu. Aslında, bunu ben de istemiyordum. Neden bilmem; seni uzaktan görmeyi yeğliyordum. Daha huzurlu oluyordum böyle. Orada yapabileceğim şey, senin sevdiğin plakları koymaktı. Sen de seziyordun bunu. Şarkıyı dinlerken mutlu mutlu gülümserdin. Senin o gülümsemelerin, benim mutsuzluklarla dolu anlarıma biraz olsun mutluluk katardı…”
Uzaktan, seyyar satıcının sesi geliyordu. Emel ağır adımlarla gidip geliyordu. Sık sık saatine bakıyordu.
“Ne oldu,” dedim. “Halit gemilerden dönmedi mi daha?”
“Hayır,” dedi Emel. Uzakta, arkadaşlarıyla şakalaşan kızına doğru baktı. “Hayır, gelmedi. Senede bir kez gelir en çok…”
Bir kuş oldu Emel, yeniden sokuldu yanıma. “Bak,” dedi. “Bunları sana söylüyorum böyle açık. Artık onun gemilerden gelip gelmemesi beni pek ilgilendirmiyor. Belki duymuşsundur. Bir ara az daha boşanıyorduk. Haksız mıyım? Ben onun gemilerde neler yaptığını bilmiyor muyum? Biliyorum. Kendi anlatıyor zaten. Hadi, erkektir, dedik; olur bu kadar dedik… Ama onun yaptıkları… Gemilerdeki fahişelerle yan yana, dudak dudağa çektirdiği fotoğraflar… Asıl canımı sıkan, benim varlığımı yadsıyan bir tutumla o fotoğrafları yanına alıp bana göstermesi. Sanki bir şey olmamış, bir şey yokmuş gibi. En ağırıma giden de bu oldu. Bütün bu olanlar yetmiyormuş gibi, Brezilya’dan, Arjantin’den gelen mektuplar yabancı dille. Mektupların altında imza yerine boyalı kadın dudak izleri olmasa bir şey anlamam mümkün değil. İşte bütün bunlar… Sonra uykularım kaçtı. Ölmek istedim hep. Doktorlara taşındık durduk. Haplar… Uyku… Sersemlik… Sonunda ben kötü oldum yine. O, sinir hastası bir kadınla ömür geçirmek istemezmiş… Anlıyor musun, o haliyle şimdi de beni istemediğini söylüyor.
Köye giden yola bir seyyar satıcı daha sapmıştı. Bir kuş gelip karşıdaki ceviz ağacına kondu. Uzaktan bir şarkı duyuldu. Emel başını daldaki kuşa doğru çevirdi.
“Bu saatte nereye gidiyorsunuz böyle…” dedim. Kendine biraz daha çeki düzen vermeğe çalıştı.
“Anam hastaymış biraz… O yüzden apar topar düştük yollara. Üstümüzde başımızda ne varsa… Onlarla… Kızını gösterdi. “Anneannesini öyle sever ki… Giyinmeme bile müsaade etmedi.” “Kızınız büyümüş, güzelleşmiş” dedim.
Başını yere eğdi.”İnsanın kısmeti güzel olsun.” dedi.

ESKİ MAHALLEMİZ
Mahallemizin unutamadığım kişilerinden biri, hiç kuşkusuz, Çoban Hüseyin’in karısı Makbule Teyze’ydi… Yanakları pembe, gözlerinin içi durmadan gülen tombulca bir kadın… Yolun camiye doğru kıvrıldığı genişçe bir alanda eski kiremitli, tek kat bir evleri vardı. Oldukça geniş bir de bahçeleri… Bahçede türlü türlü çiçekler… Ayrıca eski kovalar içine ekilmiş sardunyalar, karanfiller de vardı. Biz çocuklar, o geniş alanda top koştururken Makbule Teyze, karşıki kuyudan durmadan su çeker, çok sevdiği çiçeklerini sulardı… Hatırlıyorum; kimi kez elinde boş bir yağ, ya da gaz şişesi olduğu halde kapıya çıkar, o kadar çocuk arasından bana seslenirdi. “Mehmet, al şu yumurtaları da git, şişeye biraz yağ koysun bakkal Nuri Ağa” derdi. Oyunun en tatlı anları olmasına karşın, Makbule Teyze’yi bir türlü kıramazdım… O kadar çocuk arasından beni yeğlemesi hoşuma giderdi… Kimi kez, oyunun öyle tatlı bir anında seslenirdi ki… Aceleyle yanına koşar, kendisine, biraz sonra gidebileceğimi söylerdim… O, saçlarımı okşar, yumuşak bir sesle, “Oldu” derdi. “Ama sakın unutma… Sonra Makbule Teyze’n olmam bak…” Kimi kez beni elimdeki yağ şişesiyle gören ablam kızar, “Seni gidi hınzır seni” derdi. “Biz bir yere göndersek katiyen gitmezsin…” Orada bulunan ablamın kız arkadaşları ablamın bu sözlerine kıkır kıkır gülerlerdi.
Makbule Teyze’yi hep şık, hep gülen bir kadın olarak hatırlarım. Öyle kalmış belleğimde… Gerek bizim evde, gerekse ailece misafirliğe gittiğimiz komşu evlerde olsun, Makbule Teyze’den sık sık söz edilirdi… Öyle, net bir şey anlamazdım söylenenlerden… Ama onu kötülemek istediklerini anlar gibi oluyordum… Gene de bir hıdrellez gününde gölle pişirmek için onu çağırmaları, gelin kınalarken gelin ağlatma türküsünü ona söyletmeleri beni oldukça şaşırtırdı. Hıdrellez günlerinde Makbule Teyze, o tertemiz feracesi, siyah damgalı beziyle gelir, ilk önce kazanı yerleştirecek bir ocaklık kurardı. Kendisine yardım ederken onun sessizce şarkılar mırıldandığını duyardım. Gölle pişince ortaya konulan bir “masafın” etrafına oturur, kaşık dolusu gölle yerdik. Salıncak kurulurdu cevizin en sağlam bir dalına. Kızlar, kendilerini hep Makbule Teyze’ye sallatırlardı. Çünkü sallama işi ayrı bir beceri isterdi. Kızları sallarken Makbule Teyze’nin feracesinin önü açılır, bembeyaz boynu, altta da gül desenli entarisi görünürdü. Ama o, hemen kapatırdı feracenin önünü, yüzünde utansak bir gülümseme dolaşırdı… Kimi kez beni çağırır, “Gel bakalım, seni de sallayayım. Hep kızlar sallanacak değiller ya; erkekler de sallansın biraz.” derdi. Aslında salıncakta sallanmaktan korkuyordum; ama bu çağrıya bir türlü de hayır, diyemiyordum… Gidip oturuyordum salıncağa. Korkularım dağılıp gidiyordu. Makbule Teyze o an gözlerimde büyür giderdi…
Evimizin tam karşısında Yunus Dayılar otururdu. Davlumbazlı, önleri kafesli büyük bir hanayları vardı. Bahçenin günbatısında da geniş bir tütün saçakları vardı… Öreçe arabası çıkmaz sokağın içinde dururdu hep. Döven ve yuvgu taşı çifte kapıların iç tarafındaydı.
Tam, beş kızı vardı Yunus Dayı’nın. Sokağa açılan hanay pencerelerinden çoğu kez hafif darbuka ve türkü sesleri gelirdi. Yaz gelir, Yunus Dayı’nın haremine bağ bozanlar dolusu tütün taşınırdı… Serin saçağın altına dökülürdü sarı kehribar gibi tütünler… Komşu kızlar da çoğu kez kendi tütünlerini orada dizerlerdi. Neydi o gülüşler, cümbüşler… Yunus Dayı’nın evde olmadığı günler eski gramofonu iki kız hanaydan indirir, tütün dizilen yere, en küçük kızın yanına yerleştirirlerdi. Küçük kız hemen kalkar, plâkları getirirdi. Plâk özenle yerleştirilir, hafif bir cızırtıdan sonra biraz keskin, ama oldukça tatlı bir kadın sesi duyulurdu…” Yanıyor mu yeşil köşkün lambası yâr…” Nesibe hala sabahları erken kalkar, kuşluk vaktine kadar yayık döverdi. Bir de sık sık fırın kızdırırdı. Has undan yapılmış taze ekmek kokusu iştahımızı açardı… Birazdan, Nesibe hala, üzerlerine tereyağı sürülmüş taze, sıcacık ekmek dilimleri ile yanımıza gelirdi. “Alın, kızanım,” derdi. “Taze, sıcacık…”
Büyük kızın adı Cahide’ydi. O aileden aklımda kalan, en ön sıralarda yer alan bir ad… Uzun boylu, siyah saçlı, güzel, zeki bakışlı gözleri olan bir kız… En çok onu severdim kızların içinde, en çok da ondan utanırdım. Onların saçağında tütün dizen ablamı bir iş için çağırmağa gittiğimde onun zeki, aynı zamanda sevecen bakışlarıyla karşılaşırdım. Ablam, kendisini herhangi bir iş için çağıracağımı anladığı için bana döner, “Ne var gene!” diye sertçe çıkışırdı. “Hiç rahat bırakmayacak mısın beni…” Cahide Abla araya girerdi hemen. Gülümseyerek, “Yooo,” derdi. “Ona öyle sert davranamazsın. O benim yavuklum…” Utancımdan kıpkırmızı olurdum. Yine de Cahide Abla’nın bu sözleri oldukça hoşuma giderdi.
Kış geceleri, geç saatlere kadar pastal yapılırdı. Kimi geceler, omuzlarına asılı tavlı sırıklarla Yunus Dayı’nın beş kızı bizim avluda bitiverirlerdi. Haremde sesler… Gülmeler… Doğruca, mutfağın bitişiğindeki pastal odasına geçirirdi ablam onları. Babam bir köşede tonga ile uğraşırdı. Sarma sigarası her zaman ağzında… Onların rahatça yerleşebilmeleri için babam, yerden öteberiyi toplamaya çalışırdı. Bir yandan da kendilerine iyilik-hoşluk sorardı. Bu arada Cahide’nin şaka dolu sesi işitilirdi. “Hadi bakalım Lâtif Ağa, bu oda bu akşam ancak bize kadar. Babam biraz önce çıktı kahveye. Lâtif Ağa’na söyle, kahveye çıkarsa, kendisine okkalı bir kahve ısmarlarım, diye selâm söyledi. Tongayı, göbeli de merak etme. Onları biz yaparız.” Kırlaşmış bıyıkları gülerdi babamın. Usul usul yerinden kalkardı. İçerde gülüş… Cümbüş… Ben, mutfak kapısının ardındaki kilimin üstünde yüzükoyun uzanmış halde okul ödevlerimi hazırlardım. Kendi aralarında neler anlatırlardı, neler konuşurlardı; hatırlamıyorum. Kimi geceler tavlı sırıklar erken biter, kendi aralarında çeşitli oyunlar oynarlardı. Bazen de bir darbuka alırlardı komşu kızların birinden… Darbukayı en küçük kız çalardı. Kimi geceler Cahide’nin sesi gelirdi kulağıma… “Hani benim yavuklum…” derdi. “Ortalıkta görünmüyor. Özledim kendisini…” İçime bir sıkıntı düşerdi. Korku ile sevinç arası bir sıkıntı… Birazdan yanıma gelirdi Cahide Abla. Ağır ağır yanıma uzanırdı. Bir avucunu çenesine dayar, yazdığım yazılara bakardı. İçerdekilerin duyabileceği bir tonla konuşurdu. “Ah, ne güzel, ne güzel… Gelin de görün bak. Benim yavuklum ne güzel şeyler yapıyor” derdi. Aslında, onun, yanıma gelip uzanması, saçlarının, yüzünün yüzüme değmesi hoşuma giderdi. Tatlı bir rahatsızlıktı duyduğum. Ama aramızdaki bu dostluğu ciddiye almaz bir tavırla dışarıya, başkalarına açması hiç hoşuma gitmezdi. Kendisini incitmeyecek şekilde iterdim yanımdan. Sesim çıkmazdı hiç. Sanki dilim tutulurdu. O gülerdi… “Ayıp,” derdi. “İnsan sevgilisini iter mi… Hadi gel barışalım…” Kollarıyla sarardı beni, iyice göğsüne bastırırdı. Yumuşak göğüslerinin sıcaklığının tenime işlediğini duyardım. Yüzümü örten saçlarının kokusu beni tatlı, büyülü dünyalara götürürdü. Korkar mıydım?.. Belki evet, belki hayır… Çünkü onun kollarının arasından kurtulmak için çaba göstermezdim… Sinirlenir, ağlardım sadece… O, “Aşkolsun…” derdi. “Biz kendisini sevelim; o bize böyle davransın…” Sonra gülerek yandaki odaya geçerdi. “Çocuğu dersten de alıyoruz ya…” derdi. “Hoşuma gidiyor işte… Öyle, konuşmaması, büyük delikanlılar gibi utanması…”
Sonra, aradan yıllar geçti. Aralıklı yıllarla Yunus Dayı’nın evlerinin önüne üstleri örtülü alay arabaları geldi. Helvacılar, yeni, atlas feraceli kadınlara kozlu helva sattılar. Kastor potinli çocuklar mantar tabancalarını patlattılar. Davullar, zurnalar çalındı. Sofralar dolusu yemekler verildi. Genç kadınlar ve kızlar halaylar çektiler. Çeyiz arabalarına çeyizler yüklendi. Yunus Dayı’nın kızları gelinlikler içinde alay arabalarına bindiler. Arabaların ardından taslarla pirinçli sular atıldı. Küçük kızlarının dışında, ev boşaldı. O türküler, o gülüşler de… Çocuk gönlüm uzun süre bu acı boşluğun etkisinden kurtulamadı. Hele o, Cahide Abla’nın alay arabasına binmezden önceki el öpme, öptürme saati… O anın acısı, bugün bile içimde depreşmeye hazır… Helvacının yanında annem gelip bulmuştu beni. “Hadi” demişti. “Artık Cahide ablan gidiyor. Gidip elini öpmeyecek misin?” Birden sarsılmıştım… Korkularım, utanmalarım uçup gitmişti üstümden… Sadece ağır bir üzüntü yüklüydüm. Gittim. Hanayın altında küçük bir odada ayaktaydı Cahide Abla. Sırtında gelinliği… Başında beyaz bir duvak vardı. Gözleri şişmişti ağlamaktan… Yanında kadınlar vardı. Kendisine el öptüren kimi yaşlı adamlar… Bir ara göz göze geldik kendisiyle. Gözlerine yaşlar doldu yeniden. Oradan kaçmak geçti içimden. Sonra, ağır ağır yanına gittim. Bana elini uzattı. Güçlükle gülümsemeye çalıştı. Başımı okşadı… Birden boşandım. Beni kollarının arasına aldı. O da ağlıyordu. Hıçkırıklar arasında, “Oldu mu ya…” diyordu. “Erkekler ağlar mı? Ağlama… Ben yine geleceğim…” O gün, geç saatlere kadar ağlamalarım durmamıştı. Ablam, ikide bir başıma dikilir, “Hınzır,” derdi. “Ben giderken katiyen bu kadar ağlamazsın!..”
Bir de Deli Hasan… Mahallemizin unutulmayan bir kişisi… Nasıl bir adamdı Deli Hasan; şekli şemalı tam aklımda değil… Daha çok, onun yaptıklarını, tuhaf hareketlerini hatırlıyorum… Başında örme bir külâh; uzunca boylu, biraz kambur, dengesiz yürüyen ve olur olmaz şeylere durmadan gülen biri… Kimseye zararı dokunmayan… Onun bir adı da belki bu yüzden Zararsız Deli’ydi. Sabahları erken kalkmak huyuydu. Evin kapısından kuyuya kadar tek ayak üzerinde gidip gelirdi “körsülünceye” kadar… Kendisine gülenlere o da gülerdi. Büyük bir çemberi vardı. Bir öküz arabasının ön tekerinden çıkarılmış eski bir taban demiri. Cami Sokağı’nda bütün gün bir aşağı, bir yukarı çember çevirirdi. Camiye giden yaşlılar, “… Yeter artık be Hasan” derlerdi. “Yoruldun artık. Dinlen biraz…” Deli Hasan yaşlıların ardından bir süre sessizce bakar, sonra sesle gülmeğe başlardı. Biz çocuklarla arası iyiydi. Bizimle çukur topu, “gokti” oynardı. Hile yaptığımızı sezince somurtup bir köşeye çekilirdi. Sonra gider, onun gönlünü alır, tekrar oyunumuza katardık. Oyun içinde hele bir üstünlük sağlasın… O ne sevinmeler… Sevinçten durmadan ellerini çırpardı.
Deli Hasan’ın üstü başı her zaman temizdi. Kendisine mahalleli bakıyordu. Her şeyi tamam… Yemeğini de cami hocasıyla birlikte yerdi. Yani, o kendi dünyası içinde mutlu, biz de onunla birlikte mutluyduk. Ne mutlu, ne sevimli bir deliydi o… Çoğu kez uzaklardan bir gülme sesi gelirdi… Dakikalar süren… Babam kulak verirdi, ne oluyor diye. Annem, “Ne sesleniyorsun” derdi. “Deli Hasan’ın sesi… O gülüyor yine…”
Deli Hasan… Durmadan gülen adam… Niçin gülerdi, neye gülerdi; neye güldüğünü kendisi bilir miydi; merak ederdim hep… Sonra, onun, insanlar tarafından bu denli sevilmesine, korunmasına sevinirdim. Nasıl da severdik seni Deli Hasan… Bilmiyorum, gerçekten bizler tarafından sevildiğini biliyor, anlıyor muydun?.. Bunu bilmeni, anlamanı isterdim hep…
Satıcı Recep Amca’yı unutmak olası mı? Belki evlerde anne ve babalarımızı, onun varlığı biraz üzüyordu ama biz çocuklar, onu görünce bayram yapardık nerdeyse… Recep Amca’nın heybesindeki o iki büyük sepette neler yoktu ki… Leblebi şekerleri, kuru incir, horozlu şeker, keçiboynuzu ve kuru üzüm… Kimi kez, susamlı helva bile getirdiği olurdu… Onu kasaba yolundan mahalleye saparken görür görmez doğru evlere koşardık. Kimimiz folluklara, kimimiz de anne ve babalarımıza… “Baba, Satıcı Recep Amca geliyor” der demez, babam sanki kendi kendine söylenirdi. “Şu Recep de… Başka iş bulamıyor mu da gelip azdırıyor çocukları?” Annem, “Ne yapsın adamcağız” derdi. “Ona geçinmek lâzım değil mi.. Adamın bir çizim tarlası yok… O da boğazına bakmak için bir şeyler yapacak elbet…” Babam, bana para vermemek için bir sürü dil dökerdi. Sonra, elime birkaç drahmi verip, “Al bakalım” derdi. “Ama olur olmaz şey alma…” Koşarak giderdim. Ardından, diğer çocuklar da çıkışırlardı evlerden. Recep Amca’nın gözlerinin içi gülerdi…
–Recep Amca, bana bu parayla kuru incir ver…
–Bana bir horozlu şeker Recep Amca…
–Bana da kuru üzümle leblebi…
“Durun, acele etmeyin” derdi Recep Amca… Çocukların getirdiği yumurtaları kontrol ederdi… “Sakın bunların içinde piliç olmasın” diye takılırdı.
Kuru incirleri alınca eve doğru giderdim. Kapımızın önünde konuşan büyük kızlar bulunurdu. İçlerinden biri, “Bize yok mu” diye takılırdı. Cahide Abla’nın uzun parmaklı beyaz eli kese kâğıdına uzanırdı. “Bu kese kâğıdından ancak benim bir incir almağa hakkım var” derdi. Diğer kızlar gülümserken o, aldığı incirin bir kıyısından azıcık ısırır, tatlı tatlı, gözlerimin içine bakardı. “Bana kızmıyorsun, değil mi…” derdi. Sonra yavaşça yaklaşır, kıyısından ısırılmış inciri benim ağzıma verirdi. Hayret; hiç sesim çıkmazdı. Ve bu yediğim incirin tadını diğer incirlerde bulamazdım.
Şimdi yıllar geçti aradan… Bambaşka dünyalar, bambaşka bir mekân içindeyim. Televizyonlar, filmler, yarı çıplak mankenlerin defileleri, ulu orta pazarlanan uzun boylu, boyalı kadınlar, ekran dolusu kadın göğüsleri, etli edepsiz şarkılar… Aşkı kirleten sözde aşklar… Bunları görüyor da, eski günlerin, o temiz, içten duygularla dolu tadını nasıl arıyorum. Bütün bunlar, bana, anlık, ömürleri kısa, geçici zevklermiş gibi geliyor. Yılların geçmesinden kaynaklanan bir durum mu bu; bilemiyorum. Ama o eski güzelliklerin, o eski hüzünlerin de bir daha geri döneceğini sanmıyorum… Hepsi dağılıp gittiler işte… Ne Makbule Teyze, ne Deli Hasan, ne annem, ne babam… Cahide abla şimdi nerededir, ne yapar; bilmiyorum. Bir ara, Yalova’da olduğunu duymuştum. Birkaç kez Yalova’ya gittim, ama kendisini görmek istemedim. O eski utansak günlerimi düşünerek… Belki de asıl neden bu değildi. O eski günlerin tadını, büyüsünü bozmak istemiyordum belki…
Şu anda yine mutluyum. Yunus dayıların hanayından tatlı şarkı sesleri geliyor. Kapı önlerinde kızlar, gülüp şakalaşıyorlar. Makbule Teyze, güneşli bir hıdrellez günü, yüzünde binlerce gülüş, mahallenin kızlarını salıncakta sallıyor… Ve Cahide Abla’nın o kadife yumuşaklığındaki sesini duyar gibi oluyorum: “Benim utansak yavuklum… Benim utansak yavuklum…”

TÜTÜNCÜLERİN GELİNİ
Bir dost getirdi selâmını. “Neclâ’dan selâm var” dedi. Neclâ?.. Aradan o kadar zaman geçmişti ki… Hangi Neclâ, dedim. Yüzüme gülümseyerek baktı. Sanki bilmez mişsin, anlamadın, der gibilerden… Yüzüne ciddi olarak baktığımı görünce, “Hangi Neclâ olacak…” dedi. “Tütüncüler’in gelini Neclâ… Bir de anlamazmış gibi yapıyorsun…”
O an içime bir sızı düştü. Utandım, kendi kendimi suçladım. Seni gerçekten unutmuş olabilir miydim?.. Hayır. Ama gene de bir vefasızlıktı bu. Benim bağışlanmamam gerekirdi.
Dostum senden söz ederken bunları düşünüyordum. Kendisine belli etmedim ama kimi sözleri oldukça üzdü beni. Olanların kaçınılmaz birer gerçek olduklarını bile bile… Yaşlanmışsın. Çil çil benler düşmüş ellerine. Alnın kırışıklarla dolmuş… “Sus, anlatma böyle şeyleri bana” diye azarladım dostumu. “Neclâ’nın anlattıklarını anlat bana; ne yapıyor, ne ediyor; onları anlat” dedim. Buraları sormuşsun hep. Köyü, sokakları, dağları, harmanlık ardındaki boşlukta gelincik çiçeklerini… Bir de beni sormuşsun. Ne yapıyor, ne ediyor, demişsin. Ona, bir zamanlar köye getirilen Türkçe filmlerden söz etmişsin. O günleri unutamadığını söylemişsin.
Kalabalık, gürültülü bir meyhanedeydik o akşam. Bir iki kadeh içmekle efkâr mı dağıtılır? Buna inanmıyorum. Üstelik meyhaneleri de sevmiyorum. Dostlarım olmasa, tek başıma hiç uğramayacağım bir yer. Üstelik buralara, özellikle mutsuz insanlar geliyormuş gibi bir düşünceye de kaptırıyorum kendimi. Bir de koymuyorlar mı o ağır meyhane müziğini… Ama o akşam, ilk kez içme ihtiyacını hissettim. Senin varlığın mı itmişti beni buna, bilemiyorum. Belki, belleğimin uzak yıllar ardında kalmış yerlerinde seni aramak istedim. Meyhanenin uğultusundan, güzelliklerin çiğnendiği bir dünyadan kaçmak istedim belki.
İçkiyi biraz fazlaca mı kaçırmıştım? Bu nasıl iş; insanlar hep anlamsız şeylere gülüyorlardı sanki. Karşıki masada para için erkeklere vücudunu okşatan kadına canım sıkılıyordu. Garsonlardan biri elindeki kontrolle durmadan kanal değiştiriyordu. Garsonu paylamamak için kendimi zor tutuyordum. Karşı duvardaki çıplak kadın resimleri ayıp bir dünya haritası çiziyordu içimde. İçerisi, kızartılmış patatesle acı soğan kokuyordu. Her şey tatlı bir sallantı içindeydi.
Seni ilk gördüğüm günü bir rüya gibi hatırlıyorum. Bitmesini istemediğim tatlı bir rüya… Şehirden bir faytonla gelip kapımızın önünde durmuştum. Yanımda bir bavul vardı. Çok uzaklardan gelmiştim; biliyorsun. Yorgun ve bitkindim. Uzun zamandan beri köye gelmemiştim. Üstelik pek mutlu da sayılmazdım… En azından kendimi öyle hissediyordum… Derken Tütüncüler’in kapısının önünde o güne kadar görmediğim biri… Bir yabancı kadın… Sen… Kapının önünde durmuş, beni süzüyordun. İpekli, pembe bir bez vardı başında. Feracenin önü açıktı. Altında çiçekli bir elbise vardı. Oldukça kısa bir elbise… O an gözlerinin renginden emin olamamıştım, ama yeşil olabileceklerini tahmin etmiştim. Uzun, kıvırcık kirpiklerinin ardından bakan gözlerin içime işlemiş, başım, tatlı bir sarhoşlukla dönmüştü.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/rahmi-ali/zor-is-69499981/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Zor İş Rahmi Ali

Rahmi Ali

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Zor İş, электронная книга автора Rahmi Ali на турецком языке, в жанре легкая проза

  • Добавить отзыв