Bir Öğle Vakti

Bir Öğle Vakti
Rahmi Ali

Rahmi Ali
Bir Öğle Vakti

AĞAÇ
Çocuk ağlayarak içeri girdi.
–Dede, bizim koz yıkılmış!
Adam birden yerinden doğruldu… Telaşa kapıldı. Bir ağlamak geçti içinden önce. Ne diyeceğini bilemedi.
–Ne zaman olmuş bu, dedi…
Bir yandan da aceleyle giyinmeye çalışıyordu.
–Bilmiyorum, dedi çocuk. Şimdi gelirken gördüm. Öyle upuzun yerde yatıyor. Dalları da kırılıp dökülmüş.
Kapıdan baktı önce. Durdu. Evet, o ağaç, o koskoca ağaç öyle upuzun yatmış, dalları kırılıp dökülmüştü. O an sanki bir kürek kor düştü içine Hasan dedenin. Yüreği dayanmadığı halde ağacın yanına gitti, yerde yatan gövdesini okşadı, sevdi. Belki de ilk kez dikkat ediyordu ağaca böyle. Zavallı ne kadar da yaşlanmıştı. Kabukları yer yer sıyrılmış, kurtlar gövdesini delik deşik etmişti. Yine de dallarının çoğu yapraklıydı. Üstünde bir hayli de ceviz vardı. Gitti, kavlamış bir dal parçasını eline aldı, ağacın gövdesine oturdu, elindeki dal parçasına öyle uzun uzun baktı… Belki o anda hayret edilecek bir şey olmuştu: elindeki o kupkuru dal yeşermiş, ceviz ağacı o yemyeşil dallarıyla yine öyle eskisi gibi dimdik ayakta duruyordu. Peki, biraz önce gelip onun yerde yatan gövdesine oturmamış mıydı? Bu işe biraz şaşar gibi oldu. Ama işte ağaç, işte kendisi… Ağacı belki uzaktan görüyordu, belki de öyle net olarak göremiyordu ama her şey bir gerçekti. İşte her şeyler gözlerinin önündeydi.
Karşıda harmanlar dövülüyordu. Kendisi küçük bir çocuk… Dövenin üzerinde öyle fırıl fırıl dönüyor. Öküzler ne de kocamandı öyle. Ninesi, karşıdaki kaynarcadan doldurduğu su testisini getirip dedesine veriyordu. Samanlar öyle sarı sarı… Kokusu da bir sıcak… Sonra nasıl oluyordu, araba dolusu mısır başakları taşınıyordu aynı harman yerine. Kadınlar ay ışığında mısır soyuyorlardı. Şarkılar söylüyordu bir gelin. Raife gelin mi, derlerdi… Hemen her yıl mahallenin bütün kadınları toplanırdı buraya. İşte tam şuraya… Orada gölle kaynatırlardı, sofralarda yemekler yenirdi, galiba maniler de aha şurada, söylenirdi. Salıncağın kurulacağı dal belliydi. Şu dal işte. Şu gün batıya doğru uzanan sağlam dal… Kadınlar, kızlar sallanıp dururlardı gülerek, şakalaşarak. Çocuklar dereye yukarı çıkarlardı. Öyle yalınayak… Göller vardı, öyle derin göller değil… Korkmadan girerlerdi içlerine… Ayaklarına kumlar batardı sonra… Sonra kazanlar kurulurdu buraya, ceviz ağacının gölgesine. Gövdeden ve dallardan oldukça uzak… Dedesi sıkı sıkı tembih ederdi kadınlara. Ağacı kollayın, derdi. Çamaşır yıkama günleri olurdu. Nasıl zevkli günlerdi. Gidip yakın yerlerden kuru dal parçaları taşırdı çocuklar annelerine. En iyi dalları ben mi getirirdim de annem öyle çok severdi beni. Yoğurdu çalkadıktan sonra elime tereyağı sürülmüş sıcacık bir ekmek dilimi verirdi…
(Televizyonda ne çok reklam vardı. Torunu ille de reklamlara bakacak. Dede, bak ne güzel yağlı ekmek. Sünger gibi… Hiç mi hiç sevmezdi bunları ama torunun hatırı için, ne yapsın, ister istemez çok güzel, derdi. Sahi, torunu neredeydi şimdi…)
Ceviz ağacının gölgesindeki o büyük, yassı taşa akşamüstleri daha çok kimler gelip otururdu; onu geçirdi aklından… Taşa bakındı önce, göremedi, sonra taş çok uzaklardan sanki bir tüy hafifliğiyle yanına gelip yerleşti. Önce karşı evden, Üzeyirlerin Halil Dayı, o işlemeli mintanı, siyah poturuyla çıktı, güvez kuşağının katından tabakasını çıkarıp bir sigara sardı, karşı tepeye batmakta olan güneşe baktı. Sonra dört kişi oldular birden. Üçü o taşın üstüne, biri de biraz ilerideki yuvgu (yuvak) taşının üstüne oturdu. Sanki her akşamüstü aynı yere mi oturuyorlardı, aynı şeyleri mi konuşuyorlardı. Neler konuşurdu bu adamlar? Bulgar zamanından söz ederlerdi. Yokluktan. Birkaç okka tuz, birkaç kalıp sabun için yaya olarak ta Kırcaali’ye gittiklerinden söz ederlerdi. Bu adamlar dediği ona en yakın insanlar işte. Kör Sali Aga, Yamuk Osman, dedesi, bir de Çoban Hüseyin… Çoban Hüseyin dayının bir hüneri vardı ki dillere destan… Yaptığı bastonları çakısıyla oyarak çeşitli hayvan resimleriyle süslerdi. Yamuk Osman Aga herkesi güldüren bir hikâyeyi sık sık anlatırdı. Yine o hikâyesini mi anlattı da gülmeğe başlamıştı arkadaşları. Kulak verdi, konuşulanları bir türlü işitemiyordu. Sonra, Yamuk Osman oradan bir kalktı, sanki bir bulut olmuştu; birazdan elinde bir çatal, bir de kabak, ona kabaktan bir araba yapmamış mı? “Aaa, dede, bak Osman Agam bana ne güzel arabacık yapmış!” Dedesi gülüyor öyle. Osman Agan zaten başka ne işe yarar ki… (Sonra torunu çıkıyordu ortaya. Televizyonun başında her an. Dede, bak, atari… Olmadık şeyler… Ama onun neşelenmesi her şeye değiyor mu, değiyor…) Yukarı dağlara bakıyor bir ara. Pamuk yığını bulutlar… Derenin içindeki ağaçlardan birinde de güzel bir kuş ötüyor. Eski bahar günlerinde miyim? Uzaktan bir ses geliyor. Davul ve zurna sesleri mi? Aaa, elbette davul ve zurna. Arada bir satıcı sesi de geliyor gibi ama yalan. Bir düğün oluyor ki, kendi düğünü. Hayal mi, gerçek mi, anlaması zor… Ceviz ağacının koyu gölgesi altında güvey tıraşı oluyor. Mendil asan kadınlar, kızlar. Bir kadın ağlamaya başlıyor mendili asarken; yanındaki bir başka kadın, “her öksüzün ardından böyle mi ağlarlar,” diyor. Onun da gözlerinde yaşlar… Dereye doğru bakıyor. Annesi sırtında bir demet kuru çırpıyla görünüyor uzaktan. İçinde büyüyen bir sevinç… Annesi koyu gölgenin içinden kendisine gülümsüyor. Sonra karısı, düğün alayı, gelini içeri alışı, kapıya çıkışı, davul ve zurna sesleri içinde bir kalabalık, rakı kokuları, çocukların o sonsuz sevinçleri, boyalı kadınların utanan bakışları… Kızıl akşamın içine gömülen güneş… Bir ses mi işitiyorum yoksa… “Haydi, şeker gibi karpuz, Sarışaban malı bunlar! Pala Remzi dediler… (Bu İbrahim Tatlıses de nereden çıktı şimdi?)
Bir ara karısı geldi yanına. Onu bu halde görünce üzüldü.
–Hadi hadi, dedi. Kendini çocuk gibi yapma. Şunun şurası bir ağaç işte… İnsanlar ölüp gidiyor. Hani anan, hani baban… Hani benimkiler… Hadi gel içeri de dinlen biraz. Hem bu sabah, kahveni de içmedin. Hadi, kızanlar şimdi gelecek tütün kırmaktan… Onları bari üzme böyle…
Birden kesildi davul ve zurna sesleri. O pembe duvaklı gelin silindi gitti ortalıktan. O yemyeşil ulu ceviz ağacı yerle bir oldu. Umutları azaldı. Bir baktı, elinde kuru bir dal… Koyu bir hüzün kapladı içini yeniden. Tamam, dedi. Gelirim birazdan. Şimdi rahat bırak beni. Burada öyle rahatım ki…
Karısı aşağıya, mahalle içine doğru uzaklaştı. Torununun sesi aşağıdan, okulun bahçesinden duyuluyordu. Neredeyse birazdan çocuklar tütün kırımından döneceklerdi. Yemeği de hazırlamamıştı henüz.
Hasan dede karısının ardından baktı. Bu fukarayı da boşuna üzüyorum bu son günlerde dedi. Oysa onun hiçbir suçu yok. Suç bende. Olayları ne diye büyütüyorum bu kadar. Şaşılacak şey. Önce bir toparlamaya çalıştı kendini. Usul usul kalktı oturduğu yerden. O kuru dal hala elindeydi. Bir türlü bırakamıyordu onu. Ağır ağır uzaklaştı oradan. Gözleri yine boylu boyunca yerde yatan ağaçtaydı. Ağaç çok büyük acılar içindeydi sanki. Öyle bir duygu gelişiyordu içinde. Yok, canım, dedi. Olur mu öyle şey… Sonra yeniden yaklaştı ağacın yanına. Yoksa yaprakları daha şimdiden senişmeye mi başlamıştı. Henüz kabukları yemyeşil olan cevizlerden bazılarını sevdi, okşadı. Gözlerinde yaşlar… Ceviz ağacı yeniden canlandı gözlerinin önünde. Sırasıyla kimler silkmedi bu cevizi. Dedesi, babası, kendisi… Ne kadar da bol ceviz yapardı. Kendilerinden başka, konu komşu da baklavalık cevizini buradan idare ediyordu. Sade o mu? Üzümler çiğneniyordu şıra nelerde, tavalarda pekmezler kaynıyordu. O delikanlılar, o kızlar… Pekmez tavalarının içine atılan ipe dizili ceviz içleri… Hasan dede ceviz ağacının o gençlik günlerini anımsamaya çalışıyordu hep. Evliliklerinin ilk yıllarında karısıyla birlikte bu ağacın gölgesinde tütün dizmelerini, o küçük Filips marka radyodan dinledikleri şarkıları; dinledikleri şarkılar içinde kendi yaşamlarının tatlı bir masala dönüştüğünü, karısının o güzel gülüşlerini, onu ilk kez bir kebapçı dükkânına götürmesini, herkeslerden saklı, sonra sonra birlikte film seyretmelerini… Sahi, sanki ilk çocuğunun olacağını da bu ağacın gölgesinde öğrenmişti. O ne sevinç, o ne mutluluk…
Hemen köşeden sarı renkli bir kamyonet göründü. Direksiyonun başındaki genç, yanında oturan karısına döndü. Bak, dedi ceviz ağacı en sonunda devrilmiş, gitmiş. Zaten gövdesini kurtlar yemişti. Çok yaşlanmıştı. Ama gene de yazık…
Ağaca iyice yaklaştıklarında kadın:
–Aaa, dedi. Babam değil mi o, ağacın gövdesine oturmuş; elinde kuru bir dala öyle dalgın dalgın bakan?
–O, dedi, genç. Babam o…
Arabadan telaşla inip adamın yanına yaklaştılar. Anaları da kapıda kendilerini bekliyordu. Yanlarına gitti.
–Babanıza bir hal oldu bugün, dedi. Sabahtan beri elindeki bu kuru dala bakıp bakıp kendi kendine söyleniyor. Ardı önü bir ağaç işte!
Hasan Dede elindeki dalın kuruduğunu yüreğinin derinliklerinde duydu yeniden. Ağacı üzüntüyle gözden geçirdi. Artık her şey açık seçikti. Çocuklar, karısı, gelini, torun…
–Evet, dedi. Ardı önü bir ağaç; siz öyle bilin…
Torun dedesinin yanına gitti, kucağına oturdu.
–Dede, hiç üzülme, dedi. Babam seneye buraya başka bir ceviz ağacı dikecek.
Hasan dede ağır ağır yerinden kalktı, herkese gülümseyerek baktı. Gözlerinin içinde geri dönülmez bir acının izleri olsa da yüreğinin içinde yeni yeni ağaçların yemyeşil yapraklarla donanmakta olduklarını gördü.

    Şafak Dergisi, sayı: 126, yıl 2002 “A” takma adıyla

ÇIKMAZDA
(Almanya plakalı bir araba durdu kahvenin önünde. İçinden orta yaşlarda biri çıktı. Gölgedeki sandalyelerden birine oturdu. Bir bira istedi kahveciden, bir HB sigarası yaktı, şişeyi bir dikişte yarıladı.)
Haziran başlarıydı. Tütün ekiminin en hızlı zamanları. Tozlu yollarda at arabaları. Fideliklerde tütün fidesi çeken kadınlar. Ağaç gölgelerine kurulmuş bebek salıncakları. Tütün yeri süren erkekler… Uzun yıllar önce ayrılmıştı köyünden. O da aynı işi yapıyordu Almanya’ya gitmezden önce. Ağır işti. Yorgunluğu bir yana, yemekten, sudan kesiliyordu insan. Bir insanın ömür boyu aynı işi yapması şart mıydı? Almanya’da iyi para kazanıldığını duymuştu. Giden, işin ve gurbetin ağırlığına geçici olarak dayanır; bir başka iş tutardı. Mesela bir araba alıp seyyar satıcılık yapardı. O niyetle gitmişti Almanya’ya. Ama o gittikten az bir zaman sonra azınlıktan seyyar satıcı diye kimse kalmamıştı. Zararı yoktu; kazandığı parayla birkaç dönüm tarla alır, hiç olmazsa tütün ekmek için icar parası vermezdi. Tarla alması da yasaklanmıştı azınlık insanına. Bir başka iş yapardı canım; bir traktör alır, kendisinde olmasa bile başkalarının tarlalarını sürer, para kazanırdı.
Bu ne aksilik! Her tuttuğu dal kuruyordu. Bazı arkadaşları bu yolu denemişler, uzun yıllar uğraşmalarına rağmen birer traktör kullanma ehliyeti alamamışlardı. Hiç olmazsa bir ev yaptırırım, dedi. Baba ocağına da kardeşim yerleşir. Ne evi be, dediler bir mektupta. Rüzgârın attığı kiremitleri yerine koyamadığımız günler oldu. Ev yaptırmak da ne demek? Küçük bir bakkal dükkânı açarım, diye düşündü. Eline rastgele geçen bir gazeteden öğrendi ki sıhhi kontrole tabi işyerlerini azınlık insanı açamıyordu. Eee? Türkiye’ye gidip bir ev, bir arsa alsak! O da olmaz. İnsan bir ömür tüketerek biriktirdiği parasını nasıl çamura atabilir?
–Kahveci, bir bira daha getirir misin?
Kahveci kurttu, şakacıydı:
–Üzme kendini boş yere, dedi.
–Ne yapayım, bir çıkmazdayım.
–Oh-hoo, dedi kahveci, bir sen misin çıkmazda olan? Sanki biz Londra Asfaltında mıyız? Ama gene de bu kadar düşünmeye gelmez. Yapanlar insanlıklarından utansınlar.

    (Akın Gazetesi, sayı:758, yıl 1980, “A.K.” takma adıyla özgün başlık: “Azınlıktan Görüntüler–3)

DÜĞÜN
Uzaktan bir zurna sesi duyuldu önce; bir ikincisi kendisine eşlik etmeye başladı. Davullar ağır bir tempo tutturmuşlardı:
“Çalınsın, davullarım çalınsın,
Bahçemde çalınsın.
Babam bana bir düğün yapacak,
Ölünce anılsın…”
Güneşli bir eylül günüydü. Yalnız kenar mahallede, Kel Hasan’ın Recep’in evinde bir düğün telaşı vardı. Şıra tavaları, kazanlar, sofralar taşınıyor, etler doğranıyordu. Kolları sıvalı feraceli kadınlar o kapıdan o kapıya koşuşturuyorlardı. Davulcular, Pinti’nin damın altında konaklamışlardı.
Emine, davul sesini duyduğunda bulaşıkları yıkıyordu. Tiz zurna sesi bir ürperti uyandırdı içinde. Tüyleri diken diken oldu, burun direği sızladı, gözleri yaşla doldu. Oysa üzüntülü değildi o anda. Tam tersine sevinçliydi. Çünkü Erol’un izne geldiğini duymuştu. O gün çeşitli bahanelerle sokağa çıkmış, Ayşe Ninelere uğramış, ancak Erol’u görememişti. Uzun süre gözlerine uyku girmemişti o gece. Dalıp dalıp gidiyor, hep Erol’u düşlüyordu. Bir ara Erol’u rüyasında görmüştü. Karşı karşıyaydılar Erol’la ama Erol onun yüzüne bile bakmamış, sessizce yanından uzaklaşmıştı. Üzüntüyle uyanmıştı. Veli: “Ne o” demişti, “rüyanda ne gördün öyle? Ağlıyordun…” Emine uykusuzluktan sersem gibi olmuştu. “Şeytanın işi yok; anamı ölmüş görmüşüm…”
Davulcular “Kırmızı Gülü” icra etmeye başladıklarında Emine bulaşıkları bitirmiş, içeriye girmişti. Veli giyinmişti bile. Davarları Cemali’nin kardeşine bırakmıştı. Ayakkabılarını giyerken Emine’ye: “Sen de acele et biraz.” dedi. “Âlemle beraber gidecek değiliz; düğün kendimizin. Sonra teyzemin dilinden durulmaz…”
Emine önce Ayşe’yi giydirdi temiz temiz. Beyaz çoraplarını giydirdi. Kırmızı üstüne beyaz damgalı elbisesi Ayşe’yi kasaba kızlarına benzetti. Saçlarını taradı güzelce. Atkuyruğu yapıp kırmızı bir kurdele bağladı. Sonra kendisi giyindi. Gülkurusu bir elbiselik almıştı kendisine. Kasabaya kayınpederiyle gitmişler, kumaşı Basmacı Kamil’den almışlardı. Sonra, ormancının gelini Mariya’ya diktirmişlerdi. Elbise çok güzel oturmuştu vücuduna. Yakasının iki yakası da güzel taşlarla süslenmişti. Aynanın karşısına geçti, kaşlarını düzeltti, gözlerini hafifçe sürmeledi belli belirsiz. Dudakları kırmızıydı, gene de boyamak geçti içinden. İpekli pembe bir bezi vardı. Onu örtündü feracesini giydikten sonra. Düz, parlak, siyah bir tutam saçın görünmesi için uzun süre uğraştı. Ayşe ile birlikte düğün evine doğru gittiler.
Helvacı Tahsin Ağa, üstü örtülü at arabasını kapının sağındaki boşluğa yanaştırmış, çocuklara helva, horozlu şeker satıyordu. Çocukların bazıları davulcuların başına dikilmişlerdi. Birkaç yeni evli genç, damın taş duvarına dayanmışlar, kendi aralarında konuşup gülüşüyorlardı. Yere büyük bir hasır serilmişti. Üstüne üç kişi karşılıklı bağdaş kurmuş, içmeye başlamışlardı. Büyük bakır bir sahana konmuş haşlanmış et parçalarından duman tütüyordu. Bir başka tabakta da turşu vardı. Çoban Ahmet, elindeki rakı şişesini ikide bir ağzına götürüyordu. Karısından ayrıldı ayrılalı böyleydi Çoban Ahmet. Gerçi önceleri de içiyor, düğünlerde oynuyordu. Oyununu herkes zevkle seyrediyordu. Züleyha’yı bu yüzden kıskanan kadınlar çoktu. Yakışıklıydı Çoban Ahmet, iyi giyiniyordu. Okumuşların dışında köyde ondan şık giyinen yoktu. Gömleği, pantolonu her zaman ütülüydü. Saçları her zaman taralı ve pırıl pırıldı. Akşamüstleri Süleyman’ın kahvesine gidiyor, dört köşe küçük bir masaya oturup bir ellilik içiyor, sonra eve gidiyordu. Köyün bütün erkekleri, tarlalarda çalışmanın dışında insan arasında karılarıyla bir arada bulunmaktan kaçınırken o, hıdrellez günleri bir ara gelir, Züleyha’yı salıncakta sallar, Züleyha, köylünün kulaklarına ayıp gelen o şuh kahkahasıyla ortalığı kaldırırdı.
Züleyha, düğün ve bayramların da neşe kaynağıydı. Etli edepsiz konuşmalarıyla kadınları güldürüp neşelendiriyor, kına gecelerinde el-ayak çekilip ortalık tenhalaşınca meydan ona kalıyordu. Darbukanın temposuna ayak uydurarak bir rakkase ustalığıyla ortada hareket ediyor, vücudunun estetik kısım ve uzuvlarını ağır, ritmik hareketlerle oynatıyor, kıvırıyor, seyredenlerde kıskançlığa varan bir hayranlık uyandırıyordu. Çoban Ahmet ve Züleyha için söylenecek tek söz vardı: Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuştu. Genel kanı da buydu zaten: Bu kadını Çoban Ahmet’ten başka elinde hangi erkek tutardı?
Bir ara dillerde, “Çok muhabbet tez ayrılık getirirmiş” sözü dolaştı. İşte böyle olur, dercesine; ardından da Çoban Ahmet’le Züleyha boşanıyorlarmış, sözü aldı, yürüdü. Ama ne oldu, ne gitti; doğru dürüst kimse bir şey anlayamadı. Söylenenlerin hiçbiri birbirini tutmuyordu. Köyün erkekleri açıktan açığa Çoban Ahmet’i suçluyor, kadınlarsa, kabahatin Züleyha’da olabileceğini iddia ediyorlardı. Sonunda, Züleyha’nın anasının kıskançlığının, bu meselede büyük bir rol oynadığı savı atıldı ortaya. Uzun yıllar dul yaşayan ve bir yanma olayı sonucu yüzü çok çirkinleşen kadının, karı-kocanın açık-saçık sevişmelerini çekememesi yüzünden böyle bir oyun oynadığı söylendi. Ama ne yaptı, nasıl becerdi bu işi; kimse öğrenemedi. Züleyha müftülüğe gidip “Canım azat, nikâhım helal” demiş, daha ilk celsede işi bitirmişti. İşte o günden sonra Ahmet, kendisini iyice içkiye vermişti. Züleyha da eski neşesini yitirmiş, o şen-şakrak kadının yerini içine kapanık bir kadın almıştı. İnsan içine çıkmıyor, doğru dürüst giyimine bile dikkat etmiyordu. Her iki taraf da birbirleri hakkında bir tek söz etmiyordu.
Emine Ayşe’ye para verip susam helvası aldırdı. Bahçeye girdiklerinde kendi de bir ucundan koparıp ağzına attı. Karşıda Çolak Ahmetlerin evin ardına aş ocakları kurulmuştu. Birkaç kişi ocakların yanına odun taşıyor, beri tarafta, komşu kapının önünde, birkaç kadın, geleni-gideni ağırlamak için ayakta bekliyorlardı.
Emine içeri girdi. İçeride genç kadınlar feracelerini çıkarıp oturmuşlardı. Başlarında oyalı krepler vardı. İpekli elbiseler giymişlerdi. Boyunlarında inciler, beşibirlikler vardı. Göğüslerinde dallar takılıydı. Menekşeler durmadan titriyor, beyaz kollarda altın bilezikler parlıyordu. Çoğu sürmelenmiş, yanaklarına allık, pudra sürmüşlerdi. Dudaklar boyalıydı. İçlerinden bazıları sağa sola koşuşturuyorlardı. Ayşe dışarı, arkadaşlarıyla oynamaya çıkmıştı. Emine, Ayşe’yi aramak bahanesiyle birkaç kez dışarıya çıktı. İçeride mahpus gibi hissediyordu kendisini. Erol görünürlerde yoktu. Bir müddet, kına gecesi yapılacak yerin hazırlıklarıyla uğraşanları seyretti. Baktı, Cemil oradaydı. Başında siyah bir bere vardı. Yeni, kahverengi bir pantolon giymişti. Sırtında ütüsüz, beyaz bir gömlek vardı. Emine’yi görünce gülerek yanına yaklaştı.
–Veli’yi arıyorsan, Zeynellerin evine gitti, dedi.
Emine, onun yüzüne bakmadan konuştu.
–Ben Ayşe’ye baktım. Düşer müşer de üstü batar.
Sonra hemen içeriye girdi.
Akşam olmuş, hava kararmaya başlamıştı. Uzaktan Hasan Hocanın sesi duyulunca davul ve zurna sesleri birden kesildi. Kına gecesi ağılın arkasında yapılacaktı. En yeni elbiselerini giymiş kızlar kına yerinde toplanmaya başlamışlardı. Sarı, kırmızı, şarabi, mor ve tozpembe renkler boydan boya gerili bir urgana asılı lüks lambasının beyaz ışığı altında par par yanıyor, boyunlara takılı altın gerdanlıklar giyimleri daha zengin gösteriyordu. Kızlar, uzunlamasına yerleştirilmiş saman balyalarının üstüne sıralanmışlardı. Kadınlar, yüzleri kızlara dönük bir halde, adeta iç içe oturmuşlar, konuşup gülüşüyor, birbirlerinin kulaklarına eğilip bir şeyler fısıldanıyorlardı. Küçük çocuklar ara yerlerde koşuşuyor, ağaç ve duvarlara tırmanıyorlardı. Delikanlılar kadınların ardında ayakta duruyor, diğer günlerde rahatlıkla seyredemedikleri kızları inceden inceye, doya doya seyredebiliyorlardı. Göz göze geliyor, uzaktan uzağa anlaşıyor, naz yapıyor, sitem ediyor, ya da bir an için kurulmak istenen gönül bağları bir kaş çatmasıyla sessizce reddediliyordu. Evli erkeklerse daha arkalarda duruyorlardı. Durmuşların kızı Hatice, birkaç arkadaşının eşliğinde güzel ve ölçülü bir sesle türkü söylüyordu. Bir ara üç darbuka birden çalmağa başladı. Bir oyun havası temposu tutturmuşlardı. Kızların çoğu sözle iştirak ediyor, iki kız karşılıklı oynuyorlardı. Oynayan kızlardan birinin aşırı bir vücut oynatma hareketi, kadınlarda bir fısıldama, gençlerde bir heyecan dalgası yaratıyordu. Dışarıda davullar, düğüne gelen misafir topluluklarını karşılıyorlardı. Sesler birbirine karışıyor, anlaşılmaz bir uğultu halini alıyordu.
Arka sıralarda bir dalgalanma oldu, sesler kesildi. Kadınlar merak edip başlarını arkaya çevirdiler. Çoban Ahmet, sarhoş bir halde, arkada, yığılı kavak dallarının üstüne çıkmıştı. Arkadaşları yanındaydı. Sarhoştu ve ayakta güçlükle duruyordu. Herkes merak içindeydi. Ortalıkta çıt yoktu. Sessizlik, çocukları da susturmuştu. Ve birden, yanık, acılarla yüklü, güzel bir ses ortalığı doldurmuştu. Bir ağıttı bu. Yürekleri dağlıyor, çok kişinin gözlerini yaşartıyordu:
“Portakalı soyamadım,
Başucuma koyamadım.
Şu derdimden kurtulup da
Gençliğime doyamadım.”
Türkü devam ediyordu. Sonra, bütün gözler Züleyha’yı buldu, başlar ona çevrildi. Züleyha sağ tarafta, Hafız Ali’nin saçağında, bir direğe tutunmuş, ayakta duruyor, gözlerini yerden kaldırmıyordu. Bir süre öyle kaldı. Sonra başörtüsünün ucuyla gözlerini kuruladı, birkaç dakika sonra da yüzünü iki elle kapatarak kaçtı, gitti.
Ortalığı hüzünlü bir hava sarmıştı. Bu durum Emine’ye öyle dokundu ki neredeyse boşanıp hüngür hüngür ağlayacaktı. Kimseye belli etmeden komşulardan birinin avlusuna geçti, orada biraz ağladı, yüzünü yıkadı, kurulandı, tekrar yerine geldi.
Gözleri hep arkalardaydı. Bir bekleyiş içindeydi hep. Ayşe birkaç kez gelip uykusunun geldiğini söyledi. Emine: “Ne olur, biraz dayan” dedi. “Git oyna. Bak, bütün çocuklar oynuyor. Hadi benim gülüm…” İçi içini yiyor, bir türlü oradan ayrılmak istemiyordu. Sonunda umutları yine suya düşmüştü.
Sonunda kına gecesi dağıldı. Emine Ayşe’yi alıp evine gitti, uzun süre bir şey düşünemediğini sandı. Beyni dumura uğramıştı sanki. Bahçeye çıktı, kendi kendine ağladı, durdu. “Gelmedi işte, yine gelmedi!” diye söylendi.

    Şafak Dergisi, sayı: 16, yıl 1991

BİR KADIN
“Bugün bana hiç dokunmayın” dedi yataktan kalkar kalkmaz.
Evdekiler sustular. Geç kalkmıştı zaten. Masada tek başına kahvaltı ediyordu. Karısı bahçede küçük bir ceviz ağacının gölgesinde çamaşır yıkıyordu. Bir kadın radyoda ağır şarkılar söylüyordu.
Can sıkıcı arıların vızıldadığı bunaltıcı bir sıcaklık vardı havada. Henüz tomurcuklanmaya başlamış elma ağacının üstünde boyunları sarı iki kuş yeni bir yuva yapma uğraşı içindeydiler. Karısı geldi:
“Aaa, bak zeytin tanesi koymayı unutmuşum!” dedi.
“Aldırma” dedi adam “Bir gün de zeytin tanesi yemeyelim; ne olur!”
“Ama çok güzel zeytinler. Salıpazarı’ndaki o kadından aldım yine. Hatırlarsın…”
“Evet, haklısın. Güzel zeytinler. Ama şimdi boş ver!”
Masadan kalktı. Tıraş oldu. Dişlerini fırçaladı, giyindi. Dışarıya çıkarken:
“Ben belki şehre kadar da inebilirim” dedi. “Varsa bir istediğiniz…”
Kadın ne diyeceğini bilemedi önce. “Ne işin var şehirde? Dün de şehirde değil miydin?” demeye cesaret edemedi.
“Yarım kilo kıyma alırsan iyi olur.”
“Tamam. Hadi ben çıkıyorum. Sen de kendini yorma bu kadar. Bırak! Kalanını yarın yıkarsın.”
Kadın bahçe kapısından otobüs durağına doğru ilerleyen kocasına baktı. İçine anlaşılmaz bir sıkıntının ağırlığı çöktü. Gözlerine yaşlar doldu.

    Şafak Dergisi, sayı: 39, yıl 1994, “RTA” takma adıyla

“BİZİM HİKÂYEMİZ”
Boşalan yeni bir yazıhaneye taşınmıştım. Bir masanın gözünde unutulmuş siyah kaplı bir defter bulmuş, sahibi gelip alır, diye -belki de- bir ay beklemiştim. Kimseler gelip aramayınca çöp kutusuna atmayı düşündüm bir ara, sonra buna gönlüm razı olmadı. Bir suçluluk duygusuyla defteri açtım, baktım; estetik, güzel bir el yazısıyla doldurulmuş bir defter. İlk sayfaya bir göz attım merakla. Allah Allah; “BİZİM HİKÂYEMİZ”… Yoksa bir aşk hikâyesi mi bu, diye okumaya başladım.
“Şirketin ısrarıyla bu yaştan sonra bilgisayar kullanmaya başladım. Kısa zamanda da alıştım. Bu ne kolaylık… Bilgisayarın girdisini çıktısını bilen tanıdık gençler çok. Hele bu “internet” meselesi ortaya çıkınca -bu aletten hoşlanmadığımı bildikleri halde- abi, bir de “Google” denilen bir programa bağlayalım seni, diye üsteleyip durdular. Orada kalsalar ya; abi, bir de “facebook” olayı var ki, 50 yıllık okul arkadaşlarınla buluşup kendileriyle yazışabilir, konuşabilirsin. İnanmam; vallahi abi, doğru; hele bir gör, bize nasıl hak vereceksin. Gençleri kırar mıyım ben; hadi yapın da görelim bakalım, dedim. Ondan sonra ne olduysa oldu. Bir baktım, kısa bir zamanda “Falanca, seninle arkadaş olmak istiyor; onayla, sil…” İnsanları kırmaya alışmamışız yıllar boyu… “Onayla”, “onayla”; kısa zamanda yüzlerce arkadaş… Doğum günleri “arkadaşların”. Bir şey demesek ayıp olmaz mı; “Doğum gününüz kutlu olsun”, “Nice yıllara”, kimilerine “sağlıklı, huzurlu yaşlar…” Bu olay beni de sarmaya mı başladı ne, gözlerim gönderilerde. O ne gönderi, ne paylaşımlar; köpek tokatlayan kediler, ağlayan sahibinin gözyaşlarını silen köpekler, lastik gibi kıvrılıp bükülen kadınlar, güzel doğa manzaraları, rüyalarımızda bile göremediğimiz şahane evler… Hadi yemekleri söylemeyeyim.
Bir gün tanımadığım bir bayandan bir arkadaşlık isteği… Arkadaşları seçerken kendilerini az-çok tanıyorum ya; ona göre onaylıyorum. Ama bu arkadaşlık isteğinde bulunan bayanı hiç mi hiç tanımıyorum. Birkaç gün düşündüm. İstek hep gözlerimin önünde… Acaba ne yapsam; diye düşünürken, içimden gelen bir ses, karşı konulmaz bir istek, beni “onayla” düğmesine doğru itiyor. Bir gün dayanamayıp o düğmeye “tıklıyorum…” Çok geçmeden birkaç beğeni, birkaç gönderi; derken bir gün “özel mesaj odamda ürkek bir yazı: “Nasılsınız”, “belki haddimi aşıyorum ama size “özel, yazmak geldi içimden…” İçimde büyük bir belirsizlik, ne yapıp ne diyeceğini bilememenin şaşkınlığı… Ah, neler geçmedi aklımdan. Yok, herkes “kötü” olamaz dedim kendi kendime. Sanki soğuk bir kış gününde ben -güya- harıl harıl yanan sobamın başında ısınırmışım da dışarıda kimsesiz, yalnız kalmış üşüyen bir kuş pencereme gelmiş, gagasıyla camı tıklatıyor… Böyle bir duygu gelişiyor içimde. İşte böyle bir “çocuğum” ben. Ama yine de temkinliyim. “Buyurun, anlatın, diye yazıyorum. Bana istediğiniz şeyi anlatabilirsiniz…” Büyük bir duraksama. O anda karşımdaki kadının titrediğini hissediyorum. Hemen -zaten baştan adından hoşlandığım- bu kadının “profiline” gidip hayat hikâyesine bir göz atıyorum ki “ah, diyorum, neler düşündüm ben, bu da benim gibi gönlü yaralı bir kuş… Geçmişimiz, belki de kaderlerimiz büyük ölçüde birbirine benziyor.” Daha sonraki yazışmalarda sık sık dile getirdiği gibi sanki o bir yarım elma da; diğer yarısı ben. Yazıştıkça birbirimizden hoşlandığımızı anlıyoruz. Sonra o mu söyledi önce, ben mi -önemi yok- o tılsımlı söz: “Ben seni seviyorum…” Ardından kendini öne atan o tanıdık, alışılmış cümle: “Ben de seni seviyorum…” Seven biri sevdiğini özlemez mi? Ardından gelen yazışmalar: “Artık sensiz olamıyorum. Çok özledim seni…” “Ya ben; ben seni az mı özledim. Bu gece hiç uyuyamadım…” Arzu, bir doyumsuzluktur, biraz daha ileriye, biraz daha öteye; aslında bir “serap” olan o haz dünyasına durmadan ulaşmak isteriz de bir türlü varamayız.
Hiç tanımadığım, sadece birkaç resmini gördüğüm, sesini bile işitmediğim bu kadını -bu kadar- merak edişim de ne? Onu alıp o uzak yıllar içine, o bilmediğim, görmediğim yerlere götürüyorum… İlkokul yılları içinde kıpır kıpır, ip atlayan, nefes nefese “yakan top” oynayan bir kız çocuğu. Sonra -güya- köyde yaşayan, bağ bahçelerde dolaşan, elinde bir sepet, kiraz toplayan yanakları al-duman bir kız. Lise, üniversite yıllarının azimli bir öğrencisi, müzikli, danslı yıllar, “Çalıkuşu Romanındaki Feride’nin yaramazlıklarını aratmayan şakalarıyla erkek arkadaşlarını peşinden koşturan, onlara yüz vermeyip yüreklerini istemeyerek acıtan bir “deli kız”… Ardından, ciddi bir mesleğin, öğretmenlik yıllarının o dayanılmaz sorumluluğu…
Belki de bu düşündüklerimle hiç ilgisi olmayabilir bu kadının, kendisini neden bu kadar sevdiğimi anlayamadığım bu “zalimin…”
Birbirimizle mesajlaşırken kendisine “sen ne zalim bir kadınsın böyle” diye takılırken “ah, ne olur yapma, söyleme böyle, ben çok yalnız, aşka doymamış, kendini çok yalnız hisseden bir kadınım. Sen bari anla beni. İçimdeki o “anlaşılmaz his” işte beni anlayacak olan adam bu, diye kendimi inandırdığımda büyük bir heyecanla sana arkadaşlık isteğinde bulundum. Senin o “mesaj odana” ilk kez gelişimi, sanki biraz haddimi aşıyorum galiba” dediğim günü hatırlamıyor musun? Ah, ne haldeydim beni öyle inanılmaz bir anlayışla karşıladığın an nasıl köşeme çekilip hüngür hüngür ağlamıştım. Hatırlıyor musun, sana yapma ne olur, şu anda bilgisayarımın üstü gözyaşlarımla ıslandı, demiş, mesajıma uzun bir süre ara vermiştim…
Anlamıyorum; biz insanlar -hadi bazı insanlar diyelim- neden böyleyiz. Şimdi ne ilgisi var bunları düşünürken kendimi bambaşka yerlerde bulmamın, oralarda sanki yitirdiğim çok önemli bir şey varmış da onu –umutsuzca da olsa- aramalarım… Gel de anla bunu… Ta 1950’li yıllar içinde, Anadolu’nun küçük bir kasabasında tabanı toprak bir sinema salonunda seyrettiğim “Ezo Gelin” de ne. Fatma Girik’in düşlerimize giren o gözleri, çilesi, acınası halleri yüreklerimizi dağlıyor. Sinemadan çıkarken o yarı karanlık koridorlarda burunlarımıza gelen kavrulmuş tuzlu çekirdek kokuları hala aklımda. Hele o kadınların hıçkırıklar arasında gözyaşlarını silmeleri, bana o yıllarda okuduğum Kerime Nadir’in “Hıçkırık” romanı sayfaları arasına götürüyor. Kimdi o durmadan ağlayan kadın; Handan mı, Nalân mı; hatırlayamıyorum.
O ne yazışmalar; enikonu bu işin müptelası oldum, gittim. İşlerim bittikten sonra “haydi bakalım “facebook” sayfasına. Önce bir “dört yapraklı yonca” işareti… “Hayatım orada mısın?”; “Ah canım, sabahtan beri bekliyorum seni. Ben sensiz olamıyorum. Sevgisiz, aşksız geçti bunca yılım. Ben susuz kalmış bir çiçek bahçesiyim. Bu sözümün ardını sen düşün…” “Yapma tatlım; beni çileden çıkarıyorsun…” “Ah, ne hınzırsın sen; hadi gel; dayanamıyorum…”
Bir yerlerde okudum yakınlarda: “Keşke her şeylerini anlatmasaydın” diyor birileri sevdiği kadına. Bana hayal edebileceğim bazı yerlerini bıraksaydın” anlamında bir söz. Hayal etmek; o ne derinliktir, insanları kendi hayal âlemimiz içinde düşünmek, sevmek, o ne sihirli bir dünyadır? Kadının hayat hikâyesinden bazı şeyleri öğrenince birden kendimi “Ben bir göçmen kızı…” sözleriyle başlayan türkünün çağrışımları içinde buluyorum. Hemen o ilk gün hayal ettiğim pencereme gelen o kuşu düşünüyorum. Bir boşluğa düşen onca özlemler, onca hayaller… O insanın içine işleyen, gururunu paramparça eden haksızlıklar, ihanetler, işkenceler yetmezmiş gibi tüm hayallerini arkada- belki de – ölmeye, yok olmaya terk edip yeni bir hayata başlamanın acı, uçurum hayalleri… Ve o güzel, çalışkan insanlar, köyler, evler bahçeler, tarlalar gözyaşları içinde terk ediliyor. Evinin önüne yığılıp kalan “ben buraları nasıl bırakıp da başka yerlere giderim” diye ağlayan bir kadının acılarına hangi zalim kulak verir?
İşte “feyzbuk” arkadaşım olan sevdiğim bu kadını o yıllar içinde düşünüyorum. O güzelim hayat, tüm hayalleriyle birlikte arkada kalıyor. Hüzün yüklü bir zamanın içinde nereye gideceğinin, başına neler geleceğinin tedirginliği, şaşkınlığı, umutsuzluğu içinde geçen bir yolculuk… “Ben neredeyim şimdi Allah aşkına; ne olacağım, ne olacağız… Bilmediğin, tanımadığın insanlar, bambaşka bir kültür ortamından, tamamen değişik bir hayat tarzından sanki “Kafdağı”nın ardındaki bir yere geliyorsunuz. Düne kadar merak ettiğiniz, belki de hayalinizde resmini çizdiğiniz o “Ay-yıldızlı bayrak işte gözünüzün önünde. Şarkılar, türküler, camiler, minareler, ezan sesleri… Ama yok, sizin sevdiğiniz dünya, evler, insanlar, muhabbetler, yanan sobalar, haremlerde öksüren yaşlılar, evler, damlar, kediler, köpekler, annelerini emen buzağılar, kuzular ve milyonlarca insanın sonsuz hayalleri, tarihe sığmayan hayatları… Nasıl bir özlemdir ki bu, bahçenizdeki zerdali ağacının altında zerdali yiyen bir kaplumbağa, sırtında kelti taşıyan yaşlı bir kadının hayali günlerce gözlerinizin önünden gitmiyor.
Ah, neydim; bak ne oldum ben. Hiç aklıma gelir miydi o cennet yerlerden ayrılacağım, buralara, kendimi bir yalnızlıklar dünyasında bulacağım? Yeniden “bambaşka bir dünya, bambaşka mekânlar içinde, hiç de senin anlayışına uymayan anlayışlar-bazıları müstesna-tamamen zevksiz insanlar; harika bir tablonun önünden rastgele geçerken – kayıtsızca- ayol, bu da neymiş böyle, diyerek küçümseyen bakışlarla gelip geçen insanlar…
Ama şu “alışmak” var ya alışmak; kimi zaman hayatımızın önünü açan, çoğu zaman da bizi olduğumuz yerde bırakan, yozlaştıran, ilkelleştiren bir etken olup gidiyor. Canım, görmüyor muyuz bazı şeyleri; bir Güzel Helen’in o çukur bir ovada-ardında deniz, yelkenli savaş gemileri-savaşan askerlere hüzünlü bakışını, sevgili Paris’i Menelaos tarafından öldürülecek korkusuyla kalbinin duracağını hissetmesiyle oralara bıraktığı “güzelliklerin” hala yaşadığını, şimdiki insanların ise aynı topraklar üzerinde karaçalı ile örülmüş avlular içinde yaşadıklarını…
“Ben iyi miyim Allah aşkına?” Nedir iyi olmak; insan acılardan, çilelerden kaçabilir mi temelli? Mümkün değil. Biz zaten baştan acılarla, iyiliklerle, güzellik ve çirkinliklerle yoğrulmuşuz. Zaman zaman bunlardan biri nükseder, kimi sevinçten uçar, pespembe bulutlar içinde görürüz kendimizi, kimi “Makber”in içinde bir bakarız ki “Her Yer Karanlık…” Kim okur bu acıklı şarkıyı içimizde, bizi kimler üzer böyle; şaşar kalırız da elimizden oturup günlerce ağlamaktan başka bir şey gelmez.
Sonra o sevdiğin, yuva kurduğun adamla geçirdiğin tatlı günler, çay bahçelerinde karşılıklı çay içmeler, hemen yanınızda “geleceğinizin umudu” çocuklarınızın neşeli koşuşturmaları, salıncaklarda sallanmaları… Geride, doğup büyüdüğün, en güzel yıllarını geçirdiğin –şimdi yabancı olmuş- o ülkede bıraktığın öğrencilerin, onların sevinçleri, hayalleri; acaba ne oldular ne gittiler hüzünleri… Yoo, hayat “geçmişten” bir kopuş olamaz, iç içedir o bizimle, bazıları silinmiş gibi görünse de bir bakarız ki izleri kalmış… Düşlerimiz arasında bir komşu kadının kuzularını gütmesi bir bayırda ya da yüksek bir tepenin korkunç uçurumları arasında korkusuzca uçan bir kartal.
Abe siz beni sadece güzel, güneşli havalarda sırtında örme yün hırkası, balkonda tek başına çayını içen, sokaklardaki kalabalıkların içinde hayalen gezinen “ak saçlı yaşlı bir kadın” olarak mı görüyorsunuz? Ben, o gösteri solanları ya da alanlarında Bulgar Folklor Oyunlarının gözde dansçılarından biriydim bir zamanlar. Klasik bir dansçıydım ben… Bilmeseniz, bilip tanımasanız beni, “bu kadın hangi klasik dans grubunun bir elemanı acaba,” diye sorardınız kendinize… Balkan Müziğinin o çılgın, hareketli, coşkulu müziğini bilirsiniz. Bazen yine o parfüm kokan, her yanı pırıl pırıl, seçkin bay ve bayanların bulunduğu zengin görünümlü, içi hareketli müziklerle coşan salonlarda partnerimin kolları arasında adeta uçardım. O ritmin içinde coşan ölçülü ve kıvrak, biraz da seksi hareketlerim erkeklerin zevkli, kadınlarınsa kıskanç bakışları arasında daha da coşar, ardı arkası kesilmeyen alkışlar arasında mutluluktan uçardım. Ne sandınız siz beni? Cıvıl cıvıl çocuk seslerinin doldurduğu, bu sefer bahçelerinde Bulgar bayrağı değil de “Ay-yıldızlı” bayrağın dalgalandığı okullarda her sabah “Andımız” okunurken gözlerime dolan o hasret, gurbet yaşlarını siz nereden bileceksiniz? O minimini çocuklarımın ayakkabı iplerini bağlamalarım, bazılarının saçlarını yeniden taramam, korktukları zaman eteğimin altına saklanan çocuklarımdan haberiniz var mı?

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/rahmi-ali/bir-ogle-vakti-69499324/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Bir Öğle Vakti Rahmi Ali
Bir Öğle Vakti

Rahmi Ali

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bir Öğle Vakti, электронная книга автора Rahmi Ali на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв