Bu Toprağın İnsanları

Bu Toprağın İnsanları
Rahmi Ali

Rahmi Ali
Bu Toprağın İnsanları


(Çayın suyu, kurak nedeniyle azaldıkça balıklar, kurbağalar, yengeçler; hâsılı sudaki tüm canlılar, daha yukarılara, suyun olduğu yere doğru gittiler)

AZİZ
Aziz’in Türkiye’ye kaçışı bütün köyü büyük bir üzünce boğdu… En başta Semerci Recep’le o, köydeki düğünlerin neşesiydi, dürüsttü, giyimi kuşamıyla herkesin dikkatini üzerine çeken biriydi, güler yüzlüydü, aynı zamanda da cesur, çalışkan; oduna iki eşekle gider, eşeklerin yükünü herkesten önce o hazırlardı. Salı ve Cuma günleri hariç, hemen her gün dağa odun kesmeye giderdi… Hoş sohbetti, kahvelerde onun oturduğu masanın etrafı dolup taşardı, özellikle “altı kol” oynadıkları iskambil oyunu sırasında kahve kahkahalara boğulurdu… Köyde bir imece -köylü “meci” derdi- olduğunda en önde o bulunurdu, gerektiğinde öküz arabasını koşar, yeni ev yapanlara taş, kum ve yağlı toprak taşırdı.
O bağ bozumlarında pencereleri kafesli hanay önlerindeki harmanlıklara öküz arabaları içinde “şıra neler” (şıra hane) getirilip geniş haremlere kazılan ocaklara pekmez tavaları konulunca üzüm çiğnemek için ilk önce çağrılanlardan biri de o olurdu… Kasabaya gittiğinde eli boş dönmez, kendisini beklemeye çıkan mahallenin çocuklarına Yunanca bir gazeteden yapılmış kese kâğıdının (huninin) içinden “horoz şekeri” dağıtır, Kitapçı Sami’den aldığı “Kerem ile Aslı”, “Ferhat ile Şirin” ve “Leyla ile Mecnun”dan, pastal odalarında toplanan kadın ve kızlara kısa parçalar okurdu. Karısı bazen kendisini usulca dürter; utanarak, Aziz, orasını da atlayıver, derdi. Cuma ve bayram namazları dışında camiye pek sokulmadığı halde, köyün en sofuları bile onu bu konuda asla suçlamaz, hakkında olumsuz bir dedikodu da yapılmazdı… Çünkü dürüsttü, kimsenin karısına, kızına göz diktiği görülmemiş, duyulmamış; kimselere karşı haset duymamış, hiçbir kimsenin de malına mülküne dokunmamıştı…
Ne oldu, bir sabah, daha sabah ezanı okunmadan, daha gün doğmadan, bütün köy halkı büyük bir gürültüyle uyandı, çocuklar ürktüler, korktular, ağladılar, insanlar kapı önlerine çıktı, ne olup ne bittiğini sorup öğrenmek istediler. Birazdan karakoldan bir jandarmayla MAY[1 - gönüllü milis kuvveti] başı Rasim Ağa, ellerinde kısa kundaklı makineli tüfekleriyle okulun ardında göründüler, “yok bir şey, korkmayın; andartlar[2 - gerilla, cumhuriyet ordusu askerleri] caminin yanındaki köprüyü dinamitlemişler,” dediler… Haber, hemen bütün köye yayıldı, kadınlar, erkekler, çocuklar camiye doğru koşuştular… Bir baktılar, böyle durumlarda en önde olması gereken iki kişi ortalıkta yok…
Semerci Recep’le Aziz nerede, diye sordu kalabalık bir grup; herkes birbirine baktı, gözler yine Semerci Recep’in karısını aradı; o da yok; kalabalıktan biri ”Yamaçbaşı”na baktı, bağırdı: Herkes evlerine gitsin, bakın,“andartlar” köye iniyor… Kısa zamanda “sus pus” oldu her yan, ortalıkta kimse kalmadı, birazdan çayın karşısındaki düzlüğe beş on tank geldi, askerler tankların ardına gizlenerek siper aldılar. Dağlar, köyün başı makineli tüfek ve top atışlarıyla ateş altına alındı, kızıl haç arabaları bazı yaralıları taşıdı, ovadan gelen kimi çobanlar bazı ölü çetecilerin askeriye arabalarıyla sürüklendiklerini gördüklerini söylediler…
Semerci Recep köye döndüğünde çok bitkin ve üzgündü, arabayı evin ardındaki saçağın önüne çekti, karısına: Söyle Mehmet’e, öküzleri salsın, yataklasın, önlerine de bol bol ot koysun, diye seslendi. Kadın merak ve korkuyla yanına yaklaştı, ne oldu, dedi, sağ salim çekildiler mi? Tamam, merak edilecek bir şey yok, inşallah sağ salim yerlerine varırlar. Kayıkçı tanıdığım biri… Fener’den… Sonra, Pakize’nin babasını da çok iyi tanıyor adam; neden Ali Ağa’ya anlatmamışlar, durumu dedi, Bekir Ağa, yani dedeleri ipten adam alır; karakol çavuşundan tut, Fırka Kumandanına kadar her yerde eli var… Ben, meseleyi uzatmamak için, “karı tarafıyla arası pekiyi değil” dedim; adamla “muhabbetimiz” var… Bir zamanlar kendisine çok kaçak tütün götürdüm. En azından bana kötülük yapamaz… Kadının içi biraz rahatlamıştı, peki, dedi, ne yapmış bu kadar Aziz, neden kaçtı, ne zoru vardı, kasabaya kaçıp saklanamaz mıydı?
“Belki çok korkmuştur” dedi adam…
Kadın bir şey anlamadı. “Kim, dedi, Aziz mi korkacak; o öyle kolay kolay korkmaz ki…
Semerci Recep’in laf söyleyecek hali kalmamıştı. “Öyle bir zaman gelir ki, herkes korkar” dedi, sonra ekledi, hadi sen git de Azizlerin köpeğine biraz yiyecek götür, kediyi de bul; biraz süt ver… Kadın bu söz üzerine ağlamaya başladı, hadi canımı sıkma, dedi adam, işine bak, çok da bilme…
***
Aziz, Türkiye’ye kaçışından tam sekiz ay sonra, yolları, binaları, insanları, araba ve faytonları, dükkânları, denizi, bulutları, polisleri, askerleri, sinema önlerini, o uzun minareli büyük camileri, trenleri velhasıl hemen her şeyi pusu silinmiş temiz bir camın ardından görür gibi oldu. Önceleri sanki yarı uyanık bir halde, bir rüyadaymış gibi, gördüğü her şeyin -acaba gerçek mi yoksa yalan mı olup olmadığını- ayırt edemeyecek bir haldeydi… Her şey pusluydu. Çok defalar içinden, “Ne yaptım ben” dedi, “niye geldim buralara”… Sonra, yavaş yavaş kendini toparladı.
Küçük çocuğu, bütün gece karanlığın, o kapkara denizin içinde, kayığın yan taraflarına hırçın, acımasız bir şekilde vuran dalgaların ürküntüsüyle sabah olup gözlerini korkuyla açtığında gözlerinde acayip bir korku ifadesi ve ürkek bir sesle: “Baba ne oldu, geldik mi, diye yeniden ağlamaya başladı, karısı, ay, başımıza gelenler, diye dövünüp duruyordu. Yabancı yaşlı bir kadın, korkma kızım, her şey insanlar için, ne yapalım, kaderimizde bu da varmış, diyerek kendisini avutmaya çalışıyordu… Kayıkçı kendilerini kayalık, küçük bir koya bırakmış, korkmayın, birazdan sizi buradan alıp götürecekler, Allah buyuk, her şey duzelecek bir gün, deyip herkese uzun uzun bakmış, biraz hüzünle gülümsemiş, kayığı ters yöne doğrultup büyük bir “pat pat pat” gürültüsüyle yanlarından uzaklaşmıştı…
Her şey bir rüya, bir hayal gibiydi: Bir ya da iki kişiydiler galiba, jandarma mı, polis miydiler, pek bir şey anlamamıştı, onları alıp büyük, içinde pılı pırtılarıyla başka insanlar da bulunan kocaman, hangar gibi bir binanın içine götürdüler. Tam ortasında küçük bir varilden yapılmış büyük bir soba harıl harıl yanıyordu, yerde döşekler vardı, duvar boyunca yan yana dizilmiş askeriye ranzaları vardı… Su, yiyecek, yatak, her şey mevcuttu, dışarıda da kuru bir soğuk… Kadın ve çocuklar kaldı, erkekler bir oraya, bir buraya götürüldü; iskân müdürlüğü dendi. İlgisiz yorgun, esneyen, kimi gülümseyen kimi kendilerine acıyarak bakan bıyıklı, çıplak kafalı memurlar, kasketli, külot pantolon ve körüklü çizmeleriyle esmer, bıyıklı polisler, küçük, yarı karanlık istasyonlar, yağlı peronlar, uykulu, kırmızı şapkalı hareket memurları, karanlık dağların, ıssız ormanların içinden kaçıp kurtulmak isteyen uzun ve ağır trenler… Aziz’in canı zaten sıkkın; yorgun, uykusuz, çaresiz, “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” misali kendini, ailesini kaderine koyuvermiş bir ruh haleti içinde, bir de binlerce dönüm arazinin içinden geçerken gözünün ancak birkaç bodur, keleş ağaca takılması iyice ruhunu sıktı; yahu, dedi, bizim “Aktarla”nın temellerinde bundan çok ağaç var, bu ne? Karısı ters ters baktı, uyku gözlerinden akıyordu, Allah’ım, daha neler göreceğiz acaba, diye sızlandı, sonra kocasına içinden kopup gelen büyük bir öfkeyle, bütün bunlar senin yüzünden oluyor, o çokbilmiş kafan yüzünden, diye söylendi… Sen bari sus Pakize, kafam kazan gibi, ne oluyor, ne gidiyor, bir türlü anlamıyorum; Allah sonumuzu hayır etsin… Dur, sabret biraz…
Al sana o “korkunç rüya”nın devamı; küçük bir istasyonda indikten sonra, kendilerini yakın bir yerde bulunan, susuz bir derenin iki tarafına yeni kiremitleri, kireç kokan yeni sıvaları, kapı pencereleri olan kimsesiz bir yerleşim yerine götürdüler. İşte burası sizin eviniz, birazdan karşı mahallenin muhtarı ve bazı kişiler buraya gelip sizi yerleştirecekler, yiyecek, içecek ve yakacak verecekler, her bir ihtiyacınız karşılanacak; yeni memleketinize hoş geldiniz, dediler ve gittiler…
Aziz, mektubu postaneye bıraktıktan sonra, orada, adını yeni öğrendiği bir yerde, küçük bir çayevine oturdu, “Eşref paşa”, diyorlardı, önce bir acayip ad gibi geldi kulağına, oradan, yukarı, Kadife kale’ye çıkılıyordu… Kıyıda kimsenin oturmadığı yalnız bir masa buldu, oturdu, omzunda küçük bir peştamal, çaycı geldi, taze çayımız var, getireyim, dedi, demli mi olsun; getir, dedi, çay olsun da…
Karşıda deniz görünüyordu, büyük gemiler uzakta duruyorlardı, kıyıda kayıklar, konak meydanı; insanlar zar zor seçiliyordu, uzakta görünen hantal bina balıkçı hali olacaktı, birkaç gün önce bir mağaza arkadaşıyla birlikte içine girmişler, taze balık almışlar, evlerine götürmüşlerdi.
Biraz kafasını dinlendirmeye ihtiyacı vardı, yorgundu, o kadar halledilecek, düşünmesi gereken o kadar şeyler vardı ki, artık bunalacak hale gelmişti… Çayından bir yudum çekti, ne anlarım ben demli çaydan, diye geçirdi içinden, gene “yaşadıkları” içinde buldu kendini, gözlerini yumdu… “Hep senin yüzünden geldi başımıza bütün bunlar!” Pakize’nin sesi bütün ağırlığı, bütün can sıkıcılığı ile kulaklarındaydı… Oysa bu başlarına gelen, kendilerinin hiçbir suçları yok iken üstlerine gelen “beklenmedik bir belaydı”… O gün de oduna gidecek, getireceği bir eşek yükü odunla öküz arabasını bir güzel yükleyip sonraki gün kasabaya satmaya götürecekti. Serin ve karanlık bir derenin içindeydi, sık kayın ağaçları servi kavağı gibi uzamışlar, toprak çürük yaprak ve nem kokuyordu; yere yıkılmış kuru bir ağaç gövdesini çelikleme kesmek için uğraşıyor, bir yandan da gömleğinin yeniyle terini silmeye çalışıyordu. Bir ayak sesiyle irkildi, baktı, karşısında başlarında asker “dikoko”su, asker kaputu, çapraz fişeklikli, ellerinde “thomson”, iki kişi: baltayı burada bırak da seni bizim kapetan (kaptan) çağırıyor, dediler, yüzleri asık değildi ama ciddi oldukları belliydi. Bacakları titreyerek önlerine düştü, kapısında iki silahlı kişinin nöbet tuttuğu bir eve girdiler. Kaptan dedikleri kişi, bir minderin üstüne oturmuş, ayran içiyordu, Aziz’e otur, korkma, dedi, ötekiler çıktıktan sonra Aziz’in eline bir kâğıt kalem verdi, becerebildiğin kadar, sizin karakola hangi yoldan gidilir, mazgal tam nerede bulunuyor, onları bir işaretle, git, dedi… Aziz, büyük bir belayı defetmiş gibi sevindi, köylerinden karakola giden yolu, kilisenin sağındaki mazgalı, kırk elli adım ötedeki karakolu işaretledi tamam, bu kadar, dedi… Kaptan, Yunanca bir şeyler söyledi sertçe, aynı silahlı kişiler gelip kendisini önlerine kattılar, dışarısı keçi gübresi kokuyordu, ağılın yanından geçerlerken “abe, bizim Semerci Recep’in arkadaşı değil mi bu, diye bir sesle “tümbüldek” (çıngırak) sesleri duyuldu.
Sonra… Sonrası bu işte… Bir de “bir işi yaparken düşüneceksin,” derler. Nesini düşüneceksin, adam oturmuş oraya: her dediği kanun; müstantik o, hâkim o, avukat o; üstelik cellât da o… Ha, yapma dediğini, daha orada yersin alnına kurşunu; Durmuşların Halilcik öyle gitmedi mi; buradan asker geçti mi, diye sormuşlar; adam görmemiş, ne desin; görmedim, demiş… İyi ama “andartlar” daha on adım ilerlemeden bir yaylım, ateş; kaptan çekmiş kurşunu fukaranın kafasına: “Bilmezsin ha!…” Ben bilir miydim, kestirebilir miydim işin sonunu; daha beş on güne varmadan bir gece karakol, “andartlar” tarafından basılmaz mı, bir çatışma, iki taraftan birkaç ölü… Ne zaman “andartlar”dan biri yaralı olarak yakalanmış, diye bir haber duyuldu; daha o saat, yüreğim “cız” etti.
Evde bulunmadığım bir gün, karakoldan jandarmalar gelip evin her yanını aramışlar, hatta dama girip samanların, otların içine bakmışlar, Recep gece yarısında gelip beni buldu, “buradan kaç git, canını kurtar; karar verdikten sonra gerisini düşünme, ben hallederim… Tütünü, ekinleri, tarlaları, evi, hayvanları; onlar benim işim… Şu benim “aretliğim” yaman adam, tam arkadaş, dedi, gülümsedi. Çaycı: Ağam, tazeleyelim mi, diye başında bekliyordu. Birden düşünceler içinden sıyrıldı, korkuları dağılır gibi oldu. Saatine baktı, oh- hooo, geç olmuş, diye geçirdi içinden, çayını aceleyle içti, kalktı, Pakize’nin canı sıkılmıştır” dedi.
Ailece biraz sakinleşir gibi olmuşlardı, Çimentepe’de genişçe, kapısı penceresi sağlam, küçük bahçesi olan derli toplu bir ev buldular, karısıyla birlikte çarşıya indiler, eve her ne lazımsa aldılar, yeni perdeler taktılar, halılar aldılar, bir de Philips marka bir radyo… Karısıyla birlikte aynı tütün mağazasında iş buldular, çalışmaya başladılar, kayınpederi İzmir’e gelen bir köylüsünden bir miktar para göndermiş, onu aldılar. Çocuklarını yakın bir okula yazdırdılar, muallimleri halden anlar biri, çocukları sevmiş, okşamış, gözleri yaşarmış, onlara güzel güzel kitaplar vermiş…
Artık Pakize de diğer kadınlar gibi kapı önüne çıkmaya başlamış, komşularıyla birkaç laf eder olmuştu. Aziz’in yüreği biraz olsun serinlemiş, aylardan beri içini sıkan, kemiren o “tedirginlik” az da olsa dağılır gibi olmuştu…
Ne zaman gelip bu eve taşındılar, yerleştiler, eve gerekli olan eşyaları, takım-takla vatı aldılar, çocukları gözleri önünde okula gitmeğe, arkadaşlarıyla sokakta oynamaya başladılar, Pakize başka bir kadın oldu, yüzünde ilk kez gülümseme izleri görüldü, gözleri parladı, birkaç tatlı söz eder oldu… Aylardan beri de ilk kez Aziz’le aynı yatakta uyudu… “Ay ay ay…” neydi o İkiçeşmelik’teki “Aile Evi”nin hali öyle, bir daha Allah göstermesin, Allah kimseleri öyle yerlere düşürmesin… Diyarbakır’dan dönüp Basmane Garı’na indiklerinde hepsi de sarhoş gibiydi, kafalarının içi zonkluyor, tekerleklerin, rayların bağlantı yerlerine vurarak çıkardıkları “takatak takatak” sesleri kulaklarının içinde uğulduyordu… Bir faytoncu gelip “Abi, nereye” diye sorunca Aziz, “Falanca Numaralı Aile Evi”ne dedi, adam yüzünü ekşitti, gelin, ardından, eşyalarınızı unutmayın, dedi, elindeki tahta bavulu tutup “yenge ver ben götüreyim” dedi… Aziz’in uzaktan tanıdığı bir arkadaşı orada kalıyormuş, kendilerine de boşalan bir odayı tutmuş, kiralamış…
O ne pislik, ne koku, duvarlarda tahtakuruları öldürülmüş her tarafı kan lekesi olmuştu, ortak tuvalet o kadar pisti ki, bir türlü oturamadılar, hemen arka tarafta ihtiyaçlarını eski gazete kâğıtları üstünde görüp pislikleri tuvaletin kapısından içeriye attılar, çocukların gözleri daha Diyarbakır’da çapaklanmıştı, iyice çapaklandılar. Hemen eczaneye gitti kocası, bazı göz damlaları aldı, gözleri parladı çocukların, Aziz güçlü kuvvetli biri, orada limanda hamallık yapan komşu gençlerden biri onu alıp limana götürdü. Aziz akşamüstü elinde yağlı bir kâğıdın içinde beş-on köfte, iki somunla döndü, çocuklara birer de döndürecek almıştı, nasıl sevindi sabiler, ilk defa o gece ağlamadım…
Kocası, ben postaneye gidip Recep’e o yazdığım mektubu göndereceğim, dedi, nerdeyse bir sene olacak, bakalım, köyde ne var ne yok, çocuklar köpekle kediyi durmadan soruyorlar, onlar ne oldu, damı boş bırakma, zahire koy. Zehra Hanım ara sıra evleri dolaşsın, havalandırsın, kışın akan bir yer olursa aktart, ilerde buraya gelmen kısmet olursa “artık-eksik” helalleşiriz, demiştim kendisine, gerçi olayların azaldığını, savaşın sona ermek üzere olduğunu söylüyorlarmış ama belli olmaz…
Mağazadan döndükten sonra üstünü başını değiştirdi, evin içinde sabahtan yarım kalmış işlerini bitirdi, yemeği hazırladı, okuldan dönen çocuklarının karnını doyurduktan sonra kapının önüne çıktı… Uzakta, masmavi ve gittikçe koyulaşan denizin dağlar ve bulutlarla bitiştiği yerde batmak üzere olan güneş büyük bir kızıllık oluşturmuştu. İlk günlerde burada kocasıyla otururlarken Pakize, bak, demişti, hani güneşin battığı yer var ya, işte oradan ötesi bizim memleket… Oraya, uzaklara bakarken gemi direklerinin üzerinde kırmızı bayrakları görmüş olmasa, kendini gerçekten Yunanistan’da sanacaktı. İnsan bazen neden böyle oluyor; bir an için nerede olduğunu unutur hale gelmişti… Birden kendi köyünde buldu kendini; anası, babası, kardeşleri, ev, uzun, geniş saçakları, sığırdan dönen mandalar, anasının yüzünü büyük bir hüzün olarak gördü, ah, anam, anacığım, bak o kıymetli kızın, o uzun belikli kızın nerelerde ve şimdi nerede oturuyor, burnunun direğinde bir sızlama duydu, gözleri yaşla doldu…
Ölüm aklına gelirdi de şu “kaderin” kendisini bu hallere düşüreceği aklına gelmezdi, ama daha baştan belliydi, hiç ovadan Yaka köylerine bir kız gelin olarak kolay kolay gitmiş miydi? Böyle bir adet yoktu zaten; Yakadan ovaya kız seve seve, merakla verilirdi de ovadan Yakaya asla… Ama olmuştu bir kere; keşke görmez olaydım bu “kaytan bıyıklıyı…” Bu delişmeni…
Yaka tarlaları, ovası, bizim oralar gibi değil; yağmur yağdıktan birkaç gün sonra gene yağmur ister, toprak çabuk kuraksar, çünkü kumsaldır, çakıllıdır, “kasnıktır…” Öyle bir yıl gelir, hayvanat yiyecek bulamaz, çayırlar, ekinler öylece kalır, hayvanata kış zahiresi tedarik etmek için insanların çoğu ova köylerine gider, karpuz tarlalarından özellikle “daracan otu” (darıcan otu) toplar ya da biçerler, insan boyunu aşan mısırların saplarını kesip arabalara doldurduktan sonra köylerine dönerler… İşte böyle bir senede bizim bu delişmenle arkadaşı Recep binmişler birer ata, babalarının yanında bizim karpuz tarlalarından ot toplamaya, bir de mısır sapı kesmeye gelmişler… Bende al-duman yanaklar, beyaz ten, teleme gibi bir vücut; dönüşte saçağın altında manda sağarken görmüş beni… Ben de tam o sırada mandayı sağmayı bitirmiş, ayağa kalkmıştım, bir baktım, atın üstünde sırım gibi bir delikanlı bana bakıyor… Öyle bir baktı ki, içim bir tatlı oldu, göğüslerim birden sertleşti sandım; oraya yakın başka Yaka köylerinde akrabalarımız vardı, bazı düğünlere, mevlitlere çağrıldığımız olurdu, babam öküz arabasını koşar, üstünü “gelin arabası” gibi örter, bir araba insan kimi tozlu, kimi çamurlu yollara düşerdik… Kına geceleri kurulur, kızlar tahta ya da ot balyaları dizilerek hazırlanan sıralara oturur, gelin ortada-çok defa şimşir yaprağı ya da tespih ağacı tanelerine barak teli yapıştırılarak yapılan- hotozlu, “har bollu” olurdu- sağında solunda en yakın arkadaşları otururdu… Darbukalar çalınır, oyun beceren kızlar hiç teklifsiz kalkar, karşılıklı oynarlardı… Kadınlar yerde, kızların tam karşısında oturur, siyah, beyaz bezli, bürgülü, hacı bezli başlar karışık bir halde bir oraya bir buraya hafif hareketlerle sallanırdı.
En arkada da bekâr gençler, daha arkalarda göze çarpmayacak yerlerde ise bazı evli erkekler… Aziz beni birkaç kez gördü böyle; bir defasında da kalkıp oynamamı istedi; aklınca bir kusurum varsa görecek; çok beklersin sen, dedim ama bir defasında kıyamadım, kalktım, oynadım… Bazı sesler geldi kulağıma, “gelin gelin; ovalı kız oynuyor”, ay bende bir utanma, bir sıkılma, bir pişmanlık… Anacığım ben oturduktan sonra yerinden kalktı, yanıma gelip kulağıma eğildi, “iyi yaptın” dedi, Yakalılar görsünler bak, oyun nasıl olurmuş, nasıl oynanırmış…
Tütün mağazasından oldukça neşeli bir halde çıkan Aziz, İskeçe köylerinden bir arkadaşıyla Eşref Paşa Camii’nin önüne kadar geldi, ben berbere girip tıraş olduktan sonra çıkacağım mahalleye, dedi… Kapı açıktı, koltuğun biri boştu, selam verdi, paltosunu çıkardı, buyur otur, dedi bir genç, öne çekilen koltuğa oturdu, beyaz bir önlük; genç, sert sakallı yüzüne şöyle bir elini sürdü, ayakta duran daha yaşlıca birine “sen geç” anlamında güya “Aziz’e çaktırmadan işaret etti…
Bugünlerde Aziz’in neşesi eski günlere bakarak oldukça iyiydi, evde radyoyu açmaya başlamışlardı, çocuklardan büyüğü okulda sınıf başkanı olmuştu, Yunanistan’daki en küçük kayınçesi (kayınbirader) sözlenmişti. Bir de mağazadan aldıkları paraya büyükçe bir zam; yani işin doğrusu, -gurbetlik ve çekilen çileler bir yana- geçimleri köydeki geçimlerinden daha rahat, daha güzeldi bir kere; kim ne derse desin…
Berber yüzünü köpüklerken dikkat etti; duvarlar, boyalı, pencereler pırıl pırıl, aynada bir leke yok, parlak kurnalı çeşmeler, pudra, krem tabakaları, ispirto, tertemiz pamuk; oh-hooo, diye geçirdi içinden, burası bizim Berber İbram’ın dükkânı yanında küçük bir saray… Aklı yine memlekete gitti, Recep geldi gözlerinin önüne; acaba mektup geçmiş midir eline… “Tamamdır, beyefendi, sıhhatler olsun.”
Düşlerinden uyandı, gülümsedi, parasını ödedikten sonra yokuş yukarı tırmanmaya başladı…
Yemeği erken yemişler, güneş daha batmamıştı, biraz dinlendikten sonra karısına: Bu akşam kahveye biraz erkenden giderim, ona göre erken dönerim, dedi. Karısı: Bize de komşu Samime Hanımlar, gelecekler galiba, kızları da gelip görmek istiyorlarmış bizi, evimizi, dedi. Tamam, dedi Aziz, giyinip kuşandı yeniden, kalın, kareli bir gömleği vardı, göğsünde düğmeli cepler, onu pantolonunun üstüne saldı, arkası basık ayakkabılarını giydi, bıyıklarını burup yeniden düzeltti, yokuş aşağı inmeye başladı.
Caminin oralarda, arabaların kıvrıla kıvrıla Konak Meydanı’na inmek üzere sola saptıkları yerde bulunan oldukça büyük bir çayevine alıştırmıştı ayaklarını, orada “tanıdık bir dünya”ya girer gibi kendini rahat hissediyordu… Kıraathanenin içi her zaman dolu gibiydi, ana caddeye bakan büyük camekânın yanında ağızlarında renkli marpuçlar, nargile içenler, kâğıt oynayanlar, domino taşlarını sıralar halinde önlerine dizenler, sigaralarına yanaklarını çukurlaştırarak asılanlar vardı… Ocağın hemen bitişiğindeki tek bir basamakla inilen küçük bölmede ellerinde günlük gazeteler, ciddi görünüşlü, bitkin emekli memurlar o gürültü içinde sessiz ve sakin bir duruş sergiliyorlardı. Bir de Aziz’in de anlamakta güçlük çektiği hatta akıl erdiremediği bir şey vardı ki, sanki bu mekâna girer girmez kendisine karşı açıkça belli edilmeyen bir saygı duyulduğunun varlığı; Aziz’in de bundan gizliden gizliye bir gurur duyduğuydu.
Aziz’in, bu mekâna gelmeye başladığından beri dikkatini çeken hatta biraz da rahatsız eden başka bir şey daha vardı. Mekânın giriş kapısının hemen solunda, nerdeyse müşterilerin kapıdan girişlerini zorlaştıracak şekilde yerleştirilmiş büyük, süslü bir boyacı sandığıyla, alçak hasır sandalyesinde oturan boyacıydı. Seyrek dik bıyıklı, kolları bir “başpehlivan”ın kolları gibi kalın, saçlarına ak düşmüş olan esmer, iri yarı bir adamdı… Adamın yüzünde bıçak yarası izleri, kafasında da bazı çentikler vardı… Bir gün yanında oturan tanıdık masa arkadaşına kim bu adam, hep burada mı durur, diye sorduğunda adam, bırak şunu, dedi; ne olduğu belli değil, bir gün dışarıdaysa iki gün içerde yattığı söyleniyor; belalının biri…
Aziz bir başka gün çayevinden çıkarken ayağının birini sandığın üzerine yerleştirdi, adam başını kaldırdı, boyayalım mı agam, dedi, adamın yüzüne baktı, ayağımızı neye koyduk buraya; elbet boyayacaksın, dedi. Boyacı müşterinin çoraplarına boya değmesin diye ayakkabının kıyısına kutulardan kesilip hazırlanmış karton parçaları yerleştirdi, fırçayla önce ayakkabının tozunu aldıktan sonra küçük bir fırçayla teneke bir kutudan aldığı boyayı dikkatlice sürdü. Ayakkabılar boyandıktan sonra güzelce cilalandı, Aziz boyacının eline iki buçuk lira tutuşturdu. Bozuğum yok, aga, dedi boyacı şaşkınlıkla, Aziz, sana bozuk para soran oldu mu, kalsın sende, deyip sertçe baktı, çekip gitti… Boyacının içine, sebebini anlamadığı bir korku düştü, o gece enikonu uykusu kaçtı, aradan bir hafta geçmişti ki, aynı müşterinin sağ ayağını boya sandığının üstüne tekrar koyduğunu gördü. Hem boya, hem dinle, dedi, Aziz yavaş sesle… Cumartesi günü, ikindi ezanı biter bitmez, caminin köşesinden kıvrılıp buraya geleceğim, bu boya sandığına bir tekme atıp sana, “seni tam bir hafta burada görmeyeyim, diye bağırıp çağıracağım, sen de sandığı kapıp bir hafta buralarda görünmeyeceksin… Bu dediklerimi yaparsan sana tam elli papel var… Boyacı şaşkınlık ve sevincinden ne diyeceğini şaşırmıştı… Elli papel, bir mağaza işçisinin yarım aylık kazancıydı neredeyse; tamam aga, dedi, oldu gitti, içinde korku ile karışık büyük bir sevincin büyüdüğüne kendi de şaştı. Şu kısmete bak, dedi, Allah işte; her şeye kadir, neye demişler…
Aziz tam bir hafta sonra caminin köşesinden çıkarken boyacıyı; boyacı da onu gördü, ikisinin içinde de anlaşılmaz bir sıkıntı vardı… Aziz, çayevinin kapısına beş on adım kala bacaklarını açtı, kendini gerdi, elinde iri taneli bir tespihi sinirli sinirli çekerek kapıya doğru ağır ağır ilerlemeye başladı… Kahvenin içi aynı minval üzereydi, kapıya yakın masalardan birinde “pişti” oynayan biri Aziz’i o halde görünce arkadaşına, gelen yeni muhacire bak, dedi, kafayı pek erken tütsülemiş… Tavla oynayanlardan biri de manzarayı gördü, rakibine, yav, sırası mıydı şimdi bunun, dedi, tam da seni yenmek üzereydim. Herkes kapıya doğru bakıyor, ne olacak, bu adam niçin böyle yapıyor, diye merak dolu ve tedirgin bakışlarla Aziz’i bekliyorlardı…
Aziz boyacının başına dikildi, sandığa bir tekme savurdu, boyacı şaşkınlıkla kendisine bakıyordu, buradan defol git, bir hafta buralarda seni gözüm görmesin, diye bağırıp çağırmaya başladı. Boyacı aceleyle fırçaları, boyaları yerlerine yerleştirdi, sandığı kaptığı gibi boynuna astı, Aziz yere düşen bir boya kutusunu boyacının eline tutuştururken kaşla göz arasında bir yüzünde, elindeki tüfeği havaya kaldırmış büyük bir asker resmi bulunan 50 Liralık banknotu boyacının avucuna sıkıştırdı. Boyacı, ardına bakmadan oradan koşar adım uzaklaştı.
Çayevinin içinde ses seda kesilmişti, oyunlar, durmuş, fısıltıyla konuşulur olmuştu, biri, yeni muhacir işte şimdi “etti” cami duvarına, dedi. Yanındaki, bunun da ne olduğu belli değilmiş, diye fısıldadı, orada “MAY başı” mıymış ne; bir çuval andart kafasını götürüp askeriyeye teslim etmiş.
Aziz, sanki hiçbir şey olmamış gibi gayet sakin içeri girdi, sağına soluna bakındı, ne oldu, dedi, gülerek, sanki cenaze merasimi varmış gibi… Millet biraz salınır gibi oldu, Aziz ocağa doğru seslendi… Bir çay, dedi… Öyle demli – memli istemem… İçerdekiler sadece gülümsediler, birazdan her şey normal seyrine döndü, eve gitmeye hazırlanıp parayı ödemeye gidince ocakçı, yok abi, dedi, bu da bizden olsun, sen sağ ol…
Olay, kısa zamanda o mahallelerde duyuldu, evine giderken düne kadar kendisinden haberi olmayan bazı esnafların hafifçe ayağa kalkarak kendisini selamladıklarını sezdi, kendisi hiç bir şey sezdirmedi, her zamanki gibi davrandı… Hiç lafı edilmemişken kendisini mağazada işçi başı yaptılar, Pakize’ye daha hafif bir iş verdiler… Olayı Pakize de duydu, içinden kıs kıs güldü, “deli bozuk”, işte, dedi; durup dururken gene başımızı belaya sokacak… Bir akşam, yemeği yedikten, çocuklar da uyuduktan sonra Aziz’e, sen ne yapmışsın, gene, dedi, başımıza getirdiğin bunca bela yetmemiş gibi yine mi bela arıyorsun; “kabadayıya” bak, diyerek kocasının ensesine bir şaplak attı. Abe sen bir deve karıncasını eline alamazdın ötedeyken; unuttun mu, dedi, Aziz güldü, hiçbir şey yok aslında, dedi, millet öyle sanıyor, ko, öyle sansınlar…
Aziz’in, bir gün evlerinin küçük bahçesinde tahta bir masada çayını içerken, Pakize, arkadaşlardan birinin, memlekette galiba iç savaş sona ermiş, dediğini duydum; bir gün inşallah geri, memleketimize döneriz, demesi üzerine, Pakize yeniden dünyaya gelmiş gibi oldu. O gece kendisini ovada, babasının evinde gördü. İçinde öyle bir sevinç, öyle bir sevinç; hatta kırlangıçlar gelmiş de akıntı kıyılarından çamur taşıyarak kendilerine yuva yapıyorlar… Onların o geniş saçağına… Kedinin biri de kendine doğru bağrışarak yaklaşan kırlangıcın birini nerdeyse pençesiyle yakalayacak… Korkarak uyandı, sağına, soluna bakındı, Aziz derin derin soluk alarak uyuyor, çocuklar karşıdaki divanda birbirlerine sarılmış vaziyette yatıyorlardı… Üstleri açılmıştı, sessizce kalkarak yerdeki gül desenli yorganı alıp üstlerini örttü, yeniden yattı… Evlerine yakın camide sesi oldukça güzel bir müezzin sabah ezanını uzun uzun ve güzel bir makamla okuyordu.
Pakize memleketle ilgili güzel bir haberin kendisini bu kadar sevindirmesine, artık hayata ve olaylara daha olumlu bir şekilde bakmasına önceleri kendi de şaştı kaldı. Komşu kadınlardan biri Pakize Hanım, müsait bir zamanda bir gün Konak’a inelim de sana Kemer altı’nı göstereyim, dedi; görsen ne çarşı… Siz, evi döşeyip donatmak için çarşıya girişteki bazı dükkânlardan alış-veriş yapmışsınız, anlattığına göre… Çarşının içine gir; dolaş; şaşıp kalacaksın: iki üç bin dönüm bir yer var, öyle diyorlar; aradan çok geçmeden evlerinin biraz ötesindeki “durak”ta eski bir “dolmuş”a bindiler; dolmuş muydu, taksi miydi, ancak arabanın büyüklüğünden ayırabiliyordu. Pakize Hanım, hiçbir şeyi öyle net, kendine aitmiş gibi göremedi; buna pek aldırış da etmedi.
Dolmuştan indikten sonra komşu Şükran Hanım, buradan, girelim, dedi, kendilerini büyük bir kalabalığın içinde buldular… Kalabalığın içinde birbirlerini kaybetmemek için el ele tutunmuşlar, başka bir komşuları da onların ardı sıra gidiyordu. Uzun bir yay şeklinde kıvrılarak devam eden caddenin iki yanı, her çeşit eşya, malzeme, yiyecek satan dükkânlarla doluydu, kavşaklarda çayevleri vardı, aşçılar vardı, dükkânların önleri, müşterilerin dikkatlerini çeksin, diye, çeşitli renk ve desenlerde asılı gömlekler, çoraplar, manto ve paltolar, perdelikler, eşarplarla doluydu. Bazı dükkânların önlerinde duruyor, çorap, fanila ve eşarplara bakılıyor, kavşaklara gelip ara caddelere dönüleceği vakit komşusu, bak Pakize Hanım, burası, Şadırvanaltı Camisi; bir başka kavşağa geldiklerinde de bu da Kestane Pazarı Camii, derdi. Pakize Hanım, komşusunun hatırı için gösterilen camilere bakardı. Memleketteki camilerden daha büyük, daha süslü, sütunları oymalı, ikinci katlarındaki küçük pencereler tahta panjurlu ve kafesliydi. Bütün bunlar Pakize Hanım’a “yabancıymışlar,” kendisine pek de candan yakınlıkları yokmuş, gibi geliyordu –ve hayret bir şey- onlara bakarken Pakize Hanım, Gümülcine’deki “Yeni Cami”yi, Sobacılar Arası’nı, oradan inilerek cami avlusundan geçişlerini, köşedeki Ermeni yorgancının dükkânını görüyor, saat başı, cami avlusundaki o yüksek “Saat Kulesi”inden gelen tunç sesli saatin kulakları çınlatan sesini işitiyordu. Bir hayli dolaşmışlar, bazı alışverişler yapmışlar, bir taksi alarak Eşrefpaşa Camisi’nin oraya gelmişlerdi. Çocuklarına aldığı iki uzun saplı, tekerlekli, yürütünce üstünde kanatlarını açıp kapayan renkli bir kelebek olan tahtadan yapılma arabacıkları titizlikle kolluyordu. Orada, geniş bir alanda kurulmuş upuzun tahta tezgâhın üstüne karpuzlar itina ile dizilmişti. Komşuları, birer karpuz da alalım, mahalleye öyle çıkalım, dediler…
Tezgâhın üstündeki karpuzlar, kendisini eski günlere götürdü, kendini birden köyünde buldu. 12- 13 yaşlarında bir kız çocuğu, onlarca dönüm karpuz tarlaları, tarlaların orta yerlerinde kanatlarına başka ek tahtalar eklenmiş öküz arabaları… Babası ve hizmetkârlar, önce karpuzların olgun olup olmadıklarını parmaklarıyla vurarak kontrol ediyor, sap kısmındaki “kulağın” yemyeşil olmamasına dikkat ediliyor, saplarından koparılıp önce bir araya yığılıyor, arabalara doldurulup depolara taşınıyordu.
Ne günlerdi o günler, köy, hemen her şeyiyle bolluk ve bereket içindeydi, insanlar, Türk’ü, Rum’u mutluydu; daha önce yaşanmış olan bazı tatsız olaylar unutulup gitmişti nerdeyse… Sürülerle mandaları vardı, koyun sürüleri, çobanlar, onların torbalarına öğlenlik hazırlayan Arap (zenci) bir hizmetçi kadın, kadının o bembeyaz gülüşleri, kafaları sapsarı, birer tepsi büyüklüğünde gündöndü tarlaları… Evlerinin önündeki geniş harmanlıklar gündöndü yığınlarıyla dolardı, gündendiler kurutulur, sopalarla dövülür, taneler büyük kepe ve çadırlar üstünde iyice kurutulduktan sonra kalburlardan geçirilerek çuvallara doldurulurdu. Dedesi, o büyük saçaklardan birinin köşesinde yapılmış “özel oturma odasında” ailenin işlerini gözetirdi. Köy korucusundan tut, karakol çavuşuna, belediye kâtiplerine, banka müdürüne, hatta bazı subaylara kadar birçok kişi kendisini ziyaret ederdi… Paskalya Yortularında bu kişilere verilecek olan kuzular, sepet dolusu yumurtalar hazırlanır, bir hizmetkâr aracılığıyla kendilerine gönderilirdi, köydeki bazı Rum-Türk, fakir fukara çocuklarına ikiz kuzulardan birerleri hediye olarak verilirdi, Ramazanda “iftar sofraları” da hiç eksik olmazdı. Köyün imamı da bu “iftar yemeklerinde” bulunur, yapılan sofra duasından sonra “Bekir Ağa, Allah bu haneye, cümlemize selamet, hoşluk versin, ayrıca bu haneye her zaman bolluk-bereket ihsan eylesin” diye hayır-dualarda bulunurdu…
Köyde varlıklı hanelerin evleri taş duvar, çatıları da kiremitliydi; evlerin çoğu da böyleydi zaten, haremlerden öndeki harman yeri ya da bahçelere açılan geniş kapılar vardı, yılgı taşları, şeker kamışı makineleri, ekin ayıklama makineleri vardı, eskiden kalma dövenler saçak duvarlarına asılmıştı, uçları sivri sövenli öreçe[3 - Ön ve arka tekerleklerin arası uzatılarak kenarlıkları sivri –ince kazıklı- sövenli ot, saman ve demet taşımak için hazırlanan öküz arabası] kenarlıkları kolçaklarda asılı duruyordu. Ördek sürüleri evlere yakın göl ve su dolu hendeklerde yüzüyor, kaz sürüleri yanlarından geçen çocukların “kıh” seslerine boyunlarını ve başlarını öne doğru uzatıp adımlarını hızlandırarak onları koşturarak cevap veriyorlardı, onları o halde gören bazı yaşlılar, ha şimdi ne yapacaksınız bakalım, diye kendilerine takılıyorlardı.
Ah o bayramlar, ah, o çocukluk yılları; nasıl her şeyler güzel görünürdü bize; ağustos sıcaklarında artık sapları, kapçıkları iyice kuruyan mısır tarlaları insanlarla dolar, öküz arabaları tarla kenarlarına yanaştırılır, başaklar bağ bozanlara doldurularak arabalara taşınırdı. Evlerin önlerindeki harman yerleri başak yığınlarıyla dolar, gündüzleri sıcak olduğu için geceleri ay ışığı altında ya da iki direk arasına gerilen urganlara asılı fener şavklarının altında başak soyma mecileri (imece) yapılırdı. O başak kapçığı yığınları –daha çok- erkek çocukları için bir oyun alanı olur, kapçıklar üzerinde boğuşmaya başlarlardı. Biz kız çocukları güya annelerimize yardım etmek için onların dizlerine oturur, evde kahve dolaplarında patlatmak için kendimize “kıtır başakları” ayırırdık.
Sonra o kuruyan başaklar, sıvıtılmış taze sığır dışkısıyla sıvanıp kuruyan harmanlara yayılır, besili öküzlerin çektiği yılgı taşıyla ezilir, taneler yere düşer, toplanan “göbelek” kırıntılarıyla karışık bu taneler kalburlardan geçirilirdi.
Sonra o bayramlar, bayram gelmezden haftalar öncesi kıyafetleri, ayakkabıları, çorapları-çocukluğunda bayramlar hep kış mevsimine rastladığı için kışlık paltoları hazır olurdu. Elbiseleri o günün en iyi kumaşlarından dikilirdi; (çervol, basma, pazen) cami evlerine çok yakın olduğu için büyük amcasının elindeki mavzerle bayram namazı çıkışlarında üst üste havaya ateş etmelerini çok iyi hatırlıyordu. Dedesi çift at koşulu özel faytonuna biner bir hafta öncesinden bayram alış-verişleri hazır olurdu, misafirlerin ağırlandığı büyük oda, kaba leblebiler, kuru üzümler, hurma, fındık-fıstıkla dolardı, bayramda el öpmeye gelen çocuklara ayrı bir dolapta saklanan “horozlu şeker”lerden de verilirdi. Çocukluktan çıkıp biraz “serpilmiş” kızlara da çeyizlik çember ve krepler[4 - Adını ipekli bir kumaş adından alıp düğün ve bayramlarda başa bağlanan iğne oyalı çember…] hediye edilirdi. Ramazan bayramlarında gerekse kurban bayramlarında olsun, o yarı kazan büyüklüğündeki et tenceresi bütün gün kaynar, odanın içine iştah açıcı yağlı bir et kokusu yayılır, gelip de biraz oyalanan misafirlere kaşla-göz arasında sofralar kurulurdu… Ah Pakize ah…
Pakize’nin o” memleket özlemi” dışında Çimentepe’deki “Yeni Muhacir Ailesi”nin önemli bir sorunları yoktu; çocuklar okullarından, arkadaşlarından ve öğretmenlerinden memnundu, buradaki “zengin görünümlü hayat” hoşlarına gidiyordu, yazlık sinemalar vardı, kapının önünden her gün satıcılar geçiyordu, komşular gelip gidiyordu. Pakize’nin babası iki de bir haber gönderiyordu, mektuplar yazıyordu. Kendinize iyi bir ev bulun, para göndereyim, alın, diyordu; çocuklar için hiçbir masraftan çekinmeyin, onları en iyi okullarda okutun, diye yazıyordu. Aziz, her gittiği yerde, sayılıp sevildiğini seziyordu; bu durum da kendisine acayip bir şekilde zevk veriyordu. Semerci Recep’ten gelen mektup da kendisini iyice sevindirmişti. Kendinize bakın, diyordu; isterseniz geri dönebilirsiniz, kayınpederinle konuştum, fırka kumandanı eğer Türk tebaasına geçmemişlerse, tekrar kaçak olarak gelsinler, Aziz, hiç korkmasın, diyormuş… Bütün bunları karısına anlatırken, ha, bir de o Çukurçayırdaki on dönüm yeri kavak ekmiş, biz dönünceye kadar büyüyüp onları satalım, diye; benim bu aretliğimin kıymeti bilinecek gibi değil; dedi; kadının aklı belli ki başka yerdeydi, hangi yeri kavak ekmiş; onu anlamadım, dedi. Canım hani içi her zaman suluk bir çayırımız vardı ya, leylekler bütün yaz suyun içinde çıpıl çıpıl gezip durmadan su yılanı, kurbağa avlarlardı, işte o çayırı kavak ekmiş…
Kadının içine bir sevinç dolardı; yani memleketimize istediğimiz aman gidebiliriz, evlerimizi, komşularımızı, anamı-babamı, kardeşlerimi gidip görebilirim; öyle mi; oh, içim şimdiden rahatladı, derdi.
Çok şükür, kendilerinin ve çocukların sağlıkları da yerindeydi; fırsat buldukça Konak’a, oradan “Kordonboyu”na gidiyorlardı. Aziz faytona Gümülcine’den alışık, fayton sefalarını severdi, buranın faytonları daha süslü, daha da parlaktı, ailece binerler, kordon boyunca fayton sefası yaparlardı. Küçüğünü, sünnet düğününde sokak sokak, faytonla gezdirmişlerdi, çocuklarda o ne keyif, ne şenlikler; “Yeni Muhacir”in oğlunun sünnet düğünü varmış, diye bütün Çimentepe oradaydı. Bazen evlerinden çıkıp Konak Meydanı’na kadar yaya yürümek istiyordu canları, o taştan merdivenlere aşağı konuşa konuşa, etraflarına bakına bakına iniyorlardı, “Mezarlık Başı”na, oradan İki Çeşmelik; daha sonra da Konak Meydanı… Merdivenlerden inerken düz bir alanda kuru zeytin ağacı gövdeleri vardı, bazı gençler orada ustaca top koşturuyorlardı, büyük oğlu, baba, biz de bazen buraya gelip top oynuyoruz, derdi.
İki Çeşmelik semtine gelince ya da o semtin adını duyunca Pakize’nin içine koyu bir karanlık çökerdi, içine yerleşen hüzün, yaşadığı bütün mutlu günlerinin üstüne sanki bir sünger çekerdi; öyle tiksinmişti hayattan, hayatı, artık içinden çıkılması mümkün olmayan bir “çile” olarak görmeye başlamıştı. Kendinin ruhu ve bedeniyle birlikte bir “hiçliğin” içine sürüklenmekte olduğu sanısına kapılır, “ürküntülü haller” geçirirdi. Belki de bu yüzden, ne vakit buradan geçmek mecburiyetinde kalsalar, Aziz’e başka taraftan gitsek olmaz mı, diye sorardı; Aziz kendisine şefkatle bakar, sen söyle, nereden istersen oradan gideriz gideceğimiz yere, derdi.
Çocuklar çok mutluydu; denizin kıyısında gezinirlerken, iki kardeş koşup şakalaşıyor, birkaç metre içeride teknelerden denize olta atan balıkçıları seyrediyor, tutulup da su dolu kovalara konulan balıkların başında dakikalarca duruyorlardı. Aziz, gezip tozmayı kendisi de seviyordu, aniden, daha önce hiç sözü geçmemişken hadi, sizi Karşıyaka’ya götüreyim, derdi, gider Saat Kulesinin biraz ilerisindeki gişeden bilet alır, çok geçmeden kıyıya yanaşan büyük bir yolcu gemisine binerlerdi. Önce denizin o masmavi sularından, küçük kayıkları hoplatan dalgalardan biraz korkarlar, daha sonra geminin ardında burularak köpüren suların ardında kendilerini adeta kuyrukları üstüne dikip yeniden denizin mavi sularına atan balıklara hayranlık ve büyük bir merakla bakarlardı. Orada, yine sahil boyunda gezinirlerken, birden aklına gelmiş gibi, aaa, az daha unutuyordum; buraya gelmişken Atatürk’ün anasının mezarını da görelim… Ortada mezarlık falan yok, bir türbe, üstünde de koskoca bir taş, çocukların pek dikkatini çekmezdi görünüm, ileride korda “süt başak” pişiren birinin başına koşarlardı; herkese birer “taze mısır”; Pakize Hanım, daha ilk ısırışta, ah, derdi, nerede kaldı köyümün o tatlı mısırları, bunlarda öyle bir tat yok ki…
Gerek Aziz’in mert görünüşü, gerek Pakize Hanım’ın içten misafirperverliği, çocukların da arkadaş canlısı olmaları bir de oyuncaklarını onlarla paylaşmaları “Yeni Muhacir”in evine misafir akınlarını sıklaştırmıştı. Aziz, aklından geçen, ancak hiç kimseye açmadığı ve açmayacağı bir düşüncesini gerçekleştirmek için bambaşka ve hiç kimsenin aklına getiremeyeceği bir yol buldu. Artık rahatlıkla başta Semerci Recep olmak üzere kendi köydeki hısım akrabaları ve arkadaşlarıyla mektuplaşıyor, gelip gidenlerden haberlerini alıyor, bütün bunlarla biraz olsun memleket özlemini gideriyordu. Pakize’nin de başta dedesi, ninesi, anne ve babası, kardeşleri olmak üzere herkesle arası gayet iyiydi, o büyük aile içinde kendisini sevmeyen yoktu, bu da kendisini ayrıca mutlu ediyor, kendini daha geniş ve yoğun bir sevgi dünyası içindeymiş gibi hissediyordu. Bir gün mağazadan geldikten sonra biraz dinlenmişler, Pakize mutfağa geçip çay demlemiş, Aziz yeni aldıkları koltuklardan birinin içine gömülmüştü. Birazdan Aziz’in her zaman elini yakan o ince belli çay bardakları masaya dizilmiş, çocuklara açık, kendilerine demli çay koymuşlardı. Küçük çocukları, anne elim yandı, diye bağırdı bardağı avucuna alırken, Aziz güldü, her yerde, her şeyde dikkatli olacaksın, diye oğlunu uyardı, bak abine, o nasıl dikkatli; büyük çocuğun da eli canı yanmıştı ama babasının bu sözü üzerine ses çıkarmadı. Birinci bardakları tam içmişlerdi ki Aziz, Pakize, dedi, baksana, durup dururken aklıma ne geldi, söylesem katiyen inanmazsın… Kadın, dur bakayım, diye geçirdi içinden bakalım gene ne şeytanlık, düşünüyor; eee, dedi, neymiş o? Hani dedenin paytonda çekilmiş bir resmi vardı; bir mektup yazsak da bize o resmi göndersinler; ben de onu burada resimci de büyüttürüp ardımızdaki bu duvara assak? Kadın biraz şaşırmış bir halde, bu işin altında bir şeyler olduğunu sezmişti ama bunun ne olabileceği hakkında hiçbir öngörüsü olmadığını da anladı; sadece sordu: bu da nerden çıktı; hiç dedi Aziz, o resmi çok severdim, hem de o kıyafeti, körüklü çizmeleri bana biraz da aretliğimi (Semerci Recep) andırıyordu. Bu fikir kadının da hoşuna gitmişti ama Aziz’e tamam, ben o işi hallederim, kolay; ama benim de senden bir isteğim var; sen de onu yapacaksın; o yaptığın şeyi beğenmiyorum; üstelik senin gibi bir adama yakışmıyor da; artık çocuklar da utanıyorlar. Aziz, karısının ne demek istediğini o anda anladı; karşıki bakkalda her mağaza dönüşünde iki şişe “Tekel” birası içiyordu ya, muhakkak o meseleydi; zaten ötedeyken de ara sıra aretliğiyle (Semerci Recep) de kasabada birer “ellilik” içiyorlardı, burada da o sıkıntılı günlerde kendini bu “bira illeti”ne alıştırmıştı. Bu alışkanlığını kendisi de beğenmiyordu ama bu mereti bırakmak da pek o kadar kolay bir iş değildi. Karısına sevgiyle ve gülümseyerek baktı; tamam, anladım, dedi, söz; artık o iş bitti, erkek sözü –bıyıklarını burdu- karısı, hadi hadi dedi, “onlar kedide de var;” insanı durup dururken güldürme… Yahu, söz, diyorum; çocukların ikisi de gidip üstüne atladılar, “yaşa baba” diye bağırdılar, Aziz’in yanaklarından öptüler; Aziz’in gözleri doldu, ilk kez böyle hissetti kendini, çocuklarını kucakladı, kadın uzun süreden beri kendini böyle, bu şekilde mutlu hissetmemişti.
Aradan iki ay geçmemişti ki, bir akşamüstü, Konak Meydanı’nın üstünden öte uzanan denizin ufukla birleştiği yerde o “kızıllık” oluşurken “Yeni Muhacir”in evinin önünde Şev role marka bir taksi durdu. Şoför arabadan indi, yeni boyanmış dar, alçak bir kapıyı oldukça yorgun görünen yanındaki adama gösterdi; işte bu kapı, dedi. Adam ağır bavulu bagajdan çıkarıp hele bir bakayım, o zaman gidersin, dedi. Gitti, kapıyı çaldı, içerden bir kadın, kim o diye seslendi; misafir bekliyor musunuz dedi, adam, Yunanistan’dan, geliyorum… Pakize sokağa bakan küçük pencereden geleni görmüş, tanımıştı, aaa, bu bizim köyden, komşumuz, dedi, olduğu gibi çıktı, kapıyı açtı. Aziz de hemen kapıda göründü, ooo, hoş gelmişsin, dedi, buyur, geç, dur parayı ödeyeyim, dedi misafir, Aziz, hop hop, dedi o gür sesiyle, senin paran bu memlekette geçmez. Gitti, şoförün parasını ödedi, adam paranın üstünü vermeye hazırlanıyordu ki, istemez, kalsın, dedi Aziz, bir çay içersin ya da rastlaştığımızda bir dost selamı verirsin, adam memnun bir şekilde gülümsedi, size iyi akşamlar efem, dedi…
Köylerinden gelen misafir, sanki memleketi, memleketin havasını, zamanın içinde çalışan, dinlenen, gülen, üzülen insanlarını da beraberinde getirmişti; öyle mutlu, hasretini gideren bir hava içinde buldu kendini, kimi gülümsedi, kimi hüzünlendi; arada ah, ne iyi ettin de geldin, diyordu kahvelerini içerken; Aziz memnun, gülümsüyor, anlatılanları sessizce, muhabbete karışmadan dinliyordu. Köy, Pakize’ye üzgün, sevgi dolu bir gözle bakıyordu; böyle bir duygu içinde hissediyordu Pakize kendini, dedesi, ninesi, ana ve babası, kardeşleri, çocuklar, komşular, akşamüstü kapı önlerinde sessizce dertleşen kadınlar, düğünler, bayramlar, başak soymalar, harmanlar, araba dolusu karpuzlar…
Sanki köyündeydi Pakize; her şeyi o ayarlıyordu, bir o vardı, bir de zaman ve mekânları seçme hürriyetine sahip gönlü, o geniş hayali: Köyün hemen dışındaki kabalığa manda sığırı çıkmıştı, sığırtmaç “ho-hooo” diye bağırdı, manda sürüsünü önüne kattı, sulak çayırlıklara doğru götürdü. O ne; tüm tarlalar sürülmüş, mısır ekilmiş, yeni ekilen tarlaların içlerinde kapkara karga sürüleri; dolma tüfekler ara sıra patlıyor, karga sürüleri “pırrr” diye havalanıp daha uzaktaki sürülü tarlaların içlerine konuyorlardı. Dedesi faytonla harmanlığa geliyor, elinde bastonu, hizmetkârın açtığı harem kapısından içeri giriyordu, ilkyaz mıydı; bir leylek caminin biraz ötesindeki kuru bir karaağacın tepesinde tek ayaküstünde duruyordu. Anası büyük bir gülüş, koyu bir özlem olmuş, karşısında üzüntülü bir haldeydi, babası yüreğini rahatlatan bir güç; köyün en yakışıklı, en cesur adamıydı.
Daha o akşam misafirle birlikte akşam yemeğini yedikten sonra biraz dinlenmişler, kahve içmişler, misafir bavulunu ortaya koyup hediyeleri ortaya koymuş, Bekir Ağa ailesi tarafından gönderilen hediyeleri de ayrı bir yere koymuştu, hepsinin ayrı ayrı selamları var, dedi. İpek gibi yumuşak naylon masa örtüleri, çocuklara defter, kalem ve kitaplar, madeni otomobiller, kaba leblebi, çorap ve ayakkabılar ve daha bir sürü eşya… Aziz’e bir gömlek, Pakize’ye entarilik kumaşlar vardı. Çocuklar kalem, defter ve oyuncaklara dalıp gitmişlerdi, misafir ceketinin iç cebinden sarı bir zarf çıkarıp kadına verdi; dedenizin faytonla çekilmiş resmi; kırılmasın diye buraya koydum. Kadın zarfı dikkatle açtı, hepsi toplanmış, resme merak ve hayranlıkla bakıyorlardı. Bekir Ağa’nın Gümülcine’deki bir handa çekilmiş bir resmiydi; orada görevli biri, Kapalı Köprü’nün yanındaki Resimci Niko’ya gönderilmiş, adam, üçayaklı, körüklü resim makinesiyle gelip dakikalarca uğraşarak bu resmi çekmişti: kırk- elli yaşlarında, başında kalıplı bir fes, yakası kürklü bir palto, külot pantolon, körüklü çizmeler, köstekli bir saat ve hilal bıyıklar… Küçüğü, bu bizim koca dedemiz mi, dedi, kadının gözleri yaşarmıştı, gururla; evet yavrum, dedi, koca deden… Adam, maşallah, hala kendini tutuyor, dedi, tabii, artık kasabaya falan gidemiyor. Aziz, ne adamdı, dedi, işini bilen, sözünün eri ciddi bir adam…
Hiç geciktirmeden daha sonraki gün, resmi alıp merkeze indi, orada tanıdığı, “mahir” bir resimciye götürdü, bizim için çok önemli bir hatıra-resim, dedi, resmi büyütüp güzel bir çerçeveye koyacaksın; parayı düşünme, ne ederse; resimci, merak etme efem, dedi, bir hafta sonra geçip resmi al.
Bu arada, misafir orada fazla durmadı, Azizlerde kaldığı iki gün içinde Aziz kendisine İzmir’in görülebilecek yerlerini gezdirdi, Konak’a indiler birkaç kez, Saat Kulesi’nin altında resim çektirdiler. Kıraathaneye gittiler, kapının yanında oturan boyacı onları görünce ayağa kalkarak selamladı; Aziz, boyacıya bakıp gülümsedi, eline bir beşlik sıkıştırdı, içeride oturanlar kendilerini başlarını eğerek selamladılar. Bir ara sinemaya girdiler, Hayvanat Bahçesi’ne gittiler, misafir o koskoca file bayıldı, bir cam dolabın içindeki boğa yılanından tiksindi. Yahu bu “meret” rüyama girecek benim, dudaklarım muhakkak uçuk içinde kalır; dedi, Aziz güldü. Aradan tam bir hafta geçtikten sonra resimciye gidip çerçevelenmiş resmi aldı, bir taksi tuttu, ver elini Çimentepe…
Bekir Ağa’nın o faytonlu resmi uzun uğraşlardan, acaba buraya mı assak yoksa şuraya daha uygun olmaz mı benzeri tartışmalardan sonra en nihayet salonun arka duvarının tam ortasına, Pakize’nin göz hizasına gelecek bir şekilde asıldı. Büyük oğlan karşıya geçip, baba bu sanki bir “paşa resmi” gibi dedi, Aziz içinden, bizimki sanki benim maksadımı anlamış, dedi, “kerata” babasına çekmeyecek de kime çekecek; diye geçirdi, gülümsedi.
O günden sonra her gelen giden önce o resme uzun uzun bakıp ondan sonra koltuklara oturdular, sohbet ettiler, resimle ilgili bilgi edindiler, misafirler Pakize Hanıım’a daha bir saygılı davranır oldular. Pakize de kendilerine o naylon masa örtülerini, çocuklara gönderilen kırtasiye düzenini, gösterdi, Yunanistan’dan gelen başka misafirler tarafından getirilen naylon masa örtülerinden onlara da verdi, misafirlerin sayısı gittikçe arttı.
Aziz’in bir tutkusu, belki bazı kişilerde olmayan vazgeçilmez bir merakı daha vardı: Kurtuluş günlerinde yapılan o askeri geçit törenleri… Öyle bir “hamaset” meselesi değildi bu; o askerlerin yürüyüşü, bando takımının çaldığı yürüyüş marşları, parlayan miğferler, askerlerin “kaz adımları”, süvari birliklerinin tatlı bir ritim müziği eşliğinde yaptıkları geçit töreni gösterisi; bütün bunlar hoşuna gidiyordu, bir de bu güzellikleri paylaşmak… Hemen her 30 Ağustos Zafer Bayramı ve 9 Eylül İzmir’in Kurtuluş Günü’nde yapılan kutlama ve törenleri kaçırmaz, bu törenlere ailece katılır, çocukların ellerindeki bayraklara büyük bir sevgiyle bakar, Pakize’nin bandonun tam önlerinden geçtiği sırada gözlerini kurulaması kendisin de gözlerini yaşartır, törenlerden sonra hep birlikte en yakın bir pastaneye giderlerdi.
Orada, memlekete yapılan törenler gelirdi gözlerinin önüne, 28 Ekim Ohi yortusu, evlerin önlerine asılan bayraklar; evdeki bayrak çok eskimişti de gidip zücaciyeci karşısındaki bir Ermeni’den almıştı bir bayrak; evlere bu bayraklar asılıyor, demişti. Yav, ne günlerdi be, diye düşündü; kendini yine o eski, geçmiş yıllar içinde buldu. Bir komşuları vardı: Ahmet; İtalyan harbine katılmış, dediler, bir mektubunda Arnavutluk’a girdiklerinden söz ediyormuş; bir gün, öyle, asker postallarının ipleri çözülmüş, saç-sakal karışmış bir halde cami yolundan çıkıp mahallenin içine doğru geldi. Kendileri de okulun ardındaki yolda “kopçe” oynuyorlar; yanlarına gelince; “Latif Oğlu Amet; paron(buradayım)’” diye bağırdı, herkes bir birine şaşkınlıkla, ne oluyor, diye baktı; o devam eti: Germani geldi, omzumu sevdi, Moamet, dedi, hadi familya; diye bağırdı; geldim işte… Onu alıp evine götürdüler, anası fırını kızdırıyormuş o saatte, onu o halde görünce düşüp bayılmış, sonra köyde duyup da herkesin üzüldüğü kötü bir haber yayıldı: “Ahmet, aklını bozmuş…”
“Deme yav..”
“Öyle işte; nasıl üzüldük ailece…”
“Nasıl sakin, nasıl akıllı bir çocuktu…”
“Ha gel de bu işe kısmet, de; bu harpte kısılmasaydı, böyle şey olmayacaktı ya…”
Daha sonra o hocaya muska yazdır, bu hocaya git; derken Ahmet daha da kötüleşti, Dondurmacı Çerkez Ahmet; Latif’in Ahmet’in “adaş”ıydı; gidip babasını buldu Ahmet’in, Latif Aga, bu kadar cahil olmayın, dedi. Abe “o hocalar” ne anlar insanın “sinir sisteminden, bu hastalıktan ne anlar onlar; abe el âlem bunun okullarını açmış, doktorlar yetiştirmiş yani onlar aptal da biz mi akıllıyız? Gel beni dinle, kasabada tanıdığım birinin bu hastalıkla ilgili Selanik’te çalışan Ermeni bir doktor arkadaşı var. Ahmet’i oraya götürelim, adaşım, kısa zamanda bu “korku”yu atlatsın… Bilmiyor musun, onlar uykudayken uçaklar makineli tüfeklerle taramışlar birliklerini; göreceksin, Ahmet, kısa zamanda eski haline gelecek… Adam, inşallah be oğlum, demişti, inşallah…
Nitekim Ahmet iki aylık bir tedaviden sonra Selanik’ten, döndü, sanki o eski Ahmet; arkadaşlarının arasına karıştı, işine baktı, kahvelere çıktı, sadece alçaktan geçen bir uçak sesi duyunca tedirgin oldu; ah herkes nasıl sevinmişti.
Pakize, hadi dedi, biz pastaları bitirdik, seninki olduğu gibi duruyor; kim bilir aklından yine neler geçiriyorsundur; hadi, bak tören bitti, herkes evlerine gidiyor.
Aziz, uzak yılların içinden biraz da hüzünle ve yarı sarhoşluk içinden sıyrılarak kendini temiz bir ortamda, ailesinin yanında, önünde kendisini bekleyen üstü beyaz kremalı pastasıyla buldu. Çatalını eline alarak pastasını hiç acele etmeden yemeye başladı; çocuklar, kremanın babalarının bıyığına bulaştığını görünce annelerini dürterek gülüştüler, Pakize çantasından bir mendil çıkarıp kocasına verdi, bıyıklarını sil güzelce, dedi; niye acele ediyorsun ki…
Evleri yakın olanlar çoluk çocuk ana yoldan mahalle içlerine giden dar sokaklara girip kayboluyorlardı; çocukların ellerinde kırmızı küçük bayraklar, bazılarının ellerinde balonlar… Karşıda müşteri bekleyen dolmuşlar vardı, uzak semtlere gidecek olanlar dolmuşlara biniyor, bazıları biraz ötedeki taksilerin başında bekleşiyorlardı.
Aziz, önündeki pastayı yedikten, “tuvalet hane”de elini yüzünü güzelce yıkadıktan sonra kasada parayı ödedi, çocukların yanına gitti, eğer canınız isterse size Kordonboyu”nda bir de “payton sefası” yaptırırım, dedi. Çocuklar sevindiler, aslan babamız, bizim dediler; Pakize de memnundu durumdan; gene de o “aslan” sözüne “bunun neresi aslan” der gibi dudak kıvırdı; meseleyi o anda sezen Aziz de kimselere çaktırmadan, sadece Pakize’nin göreceği bir şekilde bıyıklarını burdu, gülümsedi…
Çoğu kez ailece çarşıya indiklerinde böyle yapardı, gider, çocukların da rahatça oturabilecekleri üstü yarı kapalı, tekerleklerin poyra ve dingilleri altın rengi, parmaklıkları renk renk boyalı, atları bakımlı, pırıl pırıl bir faytona binerler, Kordonboyu”nu boydan boya gezerlerdi. Çay evlerinin denize bakan oturma bahçeleri insan doluydu, kıyıda aileler, sevgili ya da nişanlı oldukları belli gençler ağır adımlarla volta yapar, denizi, denizde dalgalarla birlikte hoplayan kayıkları, daha ötelerde yolcu vapurlarının ardında suya dalıp çıkan yunusları seyrederlerdi.
Şansları varmış, Aziz o her zaman “fayton sefası” yaptıkları faytoncuyla konuştu, bir tur atacaklarını söyledi, faytona yerleştiler, faytoncu, “deh” der demez atlar o alışık yürüyüşleriyle cadde boyunca ilerlediler, çocuklar gülüştüler, bakındılar, sevindiler, anne-baba da çocuklarının mutlu hallerine gördükçe mutlu oldular, daha sonra bir taksiyle evlerinin önüne vardılar. Eski püskü bir evin merdivenlerinde uyuklayan yanında bastonu, oldukça çökmüş bir ihtiyar, belini tutup “vay vay”larla içeri girdi, karısına, “bu yeni muhacir”e şaşıp kalıyorum, dedi, sanki tütün mağazası onun; bu Yunan onu buraya casus bir şey göndermesin? Karısı güldü, hadi hadi, dedi, iyice sapıtma; âlem senin yaşta Kemeraltı’na gidip alış-veriş yapıyor… Evine giden konu komşular, kadının dedesinin resmini anlata anlata bitiremiyorlar, bey miymiş, ağa mıymış; yani parasının hesabını bilmeyen biri…
Aziz’in İzmir’in içinde en çok ziyaret ettiği bir yer de “Eskici Hüsko”; zaten bu ad, daha ilk gözüne çarptığında dikkatini çekmişti; bu “aretlik” olsa olsa bizdendir; diye içinden geçirdi. Aziz’in ayakkabılarının arkaları basık ya; yürürken ister istemez ayakkabıları daha çok sürtünüyor yere; doğal olarak da daha çabuk aşınıyor; o kösele ökçeler ne kadar sağlam olsalar da eskiyor, kopuşup gidiyorlar… Bir gün çarşının ortasında ayakkabının ökçesi bir Arnavut kaldırımı taşına takılıp kopmaz mı, ha şimdi, etrafına bakındı, tam karşıda eski püskü bir tabela gözüne çarptı: “Eskici Hüsko”; içinde tanıdık birinin evine ya da dükkanına gidermiş gibi bir duyguyla daracık kapıdan baktı, kolay gelsin usta, dedi, yolda kaldım, buna bir ökçe?.. Adam, çok işim var beyim, diyecek oldu, Aziz, iki ökçeyi kaça koyarsın, dedi, adam, gülümsedi, bir kösele parçasını göstererek, bundan olursa iki buçuk liraya olur. Aziz, al şu beş lirayı da hemen işe başla bakayım, çok acele bir işim var, adam kendisine şaşkınlıkla baktı, hadi hadi, dedi, beni fazla bekletme. Adam çaresiz, buyur otur beyim, dedi, ayakkabıları çıkarıp verdi, kendi de adamın karşısındaki küçük, alçacık bir sandalyeye oturdu.
Daha sonra adamın sadece müşterisi değil, dostu da oldu, eskici de o kalabalık arasında nasıl tanırdı kendisini, elinde çekiç, fal çata, bir kösele parçası, küçük çiviler; bir gözü de hep dışarıda; bakalım bir tanıdık var mı? Bir bakarsın, “Aziz, Aziiiz; gel sana bir çay ısmarlayayım; Aziz gülümserdi; bir işin düştüğünde o çayın parası senden çıkıyor ya; hiç olmazsa muhabbet bedavaya geliyor…
Bir gün uzun uzun anlattı hikâyesini: Hemetli’ye yukarı hudut köylerinden birindendi. Ne olur oralarda, Balkan patatesi meşhur, hayvancılık, keçi, Bulgaristan’dan kaçak tütün geçirme… Hayat zor, zor olmasına da hayatı asıl zorlaştıran o andartlık harbiydi… Abe, diyordu, sizin köylere hadi geceleri iki günde bir inerdi, andartlar, pılı-pırtı alırlardı, ekmek; o kadar… Bizim oranın, o dağların padişahıydı onlar, orada hükümet onlardı; her şey onlardan sorulurdu, onlardan izin alıp inebilirdik kasabaya ya da Şapçı’ya… Mekteplerimize onlar kumanda ederdi, müfettiş de bizden biri; Bulgaristan’dan defter, kalem getirir, kızanlara verirlerdi… Bizden de çok asker vardı onların tarafında; gönüllüler çok azdı da zorla silâhaltına alınanlar çoktu… Sabahları köyün düz yaylalarında durmadan talim yaparlardı, bir de mahkemeleri vardı, ne insanlar can verdi o “Maymundere’de, içi karanlık bir dere, idam edilenler oraya atılırdı, ta uzaktan bakardık o kartallara, gidip oradaki cesetleri paramparça ederlermiş, çobanlar anlatırdı… Bir gün nasıl oldu, anlamadık, önce tayyareler bombaladı bazı tepeleri, silah ve “olmo” sesleri duyuldu, “katır topu” derlerdi bazıları, andartlar huduttan öte kaçtılar, askeriye geldi. Başlarında iri yarı, “gulama” (büyük) bir zabit; köyün muhtarını çağırdı, bütün köye haber sal, dedi, köyü akşama kadar boşaltacaksınız, her şeylerinizi, eşyalarınızı, yiyeceklerinizi, hayvanlarınızı alıp başka köylere, ova köylerine gideceksiniz; bu köy, evler, damlar her şeyi yakacağız ki, bir daha bu andartlar buraya gelip yerleşmesinler, barınmasınlar… Haberi duyan herkes şaşırdı, kadınlar, çocuklar ağlaşmaya başladılar, fakat çaresi yok, katırlar, eşekler yüklendi, davarlar, sığırlar çıkarıldı, büyük bir gürültü, hayvan bağırışları, insan ağlamaları, çocukların korku dolu çığlıkları arasında yollar, patikalar, dereler tepeler insan ve hayvanlarla doldu… Aman Allahım, nereye gideceğini bilememek ne kadar kötü, çok daha aşağılardaki köylerin başında duruldu, bazıları gelip hısım-akrabalarına sahip çıktılar, biraz daha aşağılara, ova köylerine inildi; akşam oluyordu, oralarda da bazı sahiplenmeler oldu, en nihayet herkes kendine, hayvanlarına barınacak birer yer buldu…
Bizim Şapçı’ya yakın bir köyde akrabamız vardı, olayı duymuşlar, bizi yarı yolda karşıladılar, doğruca köye götürdüler bizi, hayvanları büyük bir dama koydular, önlerine demet demet otlar verildi, davarlarımız da komşulardan birinin ağılına kapandı, birkaç ay sonra hayvanlarda bir hastalık; deme gitsin, millet perişan oldu, köylerde hizmetkârlık, çobanlık, kosağıcılık yaptı. Birçoğu da mademki yuvalarımız bozuldu, hiç olmazsa “asıl vatanımıza” kaçalım da bir daha bu zulümleri görmeyelim, dedi, hudut boyları insan doldu, birçok kişiyi huduttan geri gönderdiler, biz de o geri gönderilenler arasındaydık. Gittik, Şapçı’ya yerleştik, bir akrabanın evinin yanında boş bir ev varmış; sahibi Türkiye’ye daha önce kaçanlardan biri, oraya yerleştik. Bir ayakkabıcıya çırak olarak girdim, kafamda hep Türkiyecilik var ya; bu “sanatı” kısa zamanda kavradım, bir yıl sonra da işte bu gördüğün yerdeyim.
Şimdi halime şükür, kızanlar mektebe gidiyor, karı bir mektepte süpürgecilik yapıyor, geçinip gidiyoruz işte; çocuklar da hallerinden memnun… Parklar var, yazlık sinemalar var –arada gülüyor- eee, sıcak “gevrek” var…


(Papagos bu iç savaşı bitirmeğe niyetli… Bak, uçaklar “Alantepe’ye bomba yağdırıyor…)

SEMERCİ RECEP
Zaman, doğa olaylarının, çeşitli eylemlerin, olur olmaz düşüncelerin tarafsız tanıklığını sürdürüyordu. Dağlar, ovalar, hep böyle yeşil değildi, hep böyle güzel kekik de kokmuyordu. Siz mi dikkat etmiyordunuz yoksa zaman mı öyle su gibi akıp gidiyordu; hiç anlamıyordunuz, birden ağaçlar yapraklarını döküyordu. Sadece, çam ağaçları, bazı kuytulara gizlenmiş yaşlı zeytinler o soğuk, karlı, rüzgârlı kış günlerine çalım satarcasına öyle yemyeşil yapraklarıyla ayakta duruyorlardı. Lodos, günlerce yoğun bulutlar taşıyordu gökyüzünde; bulutlar sanki ağaçlara sürtünerek gidiyordu dağların tepelerine, evler, duvarlar, pencere camları nem içinde kalıyordu… Sonra, aralıksız yağan o yağmurlar… Kiremitleri yıllarca aktarılmamış bazı evlerin çatılarından odaların içine sular damlıyor, su damlayan yerlere evdeki boş kap kacaklar yerleştiriliyor, anne ve babaların isyan eden öfkeli seslerine karşın, çocukların yağmur damlalarının temposuna ayak uydurarak, oynadıkları ve neşelendikleri görülüyordu. Dağlar yitip gidiyordu sis ve kara bulutlar içinde, köyün dar ve kumlu sokaklarında bulanık sular dağlardan, tepelerden kumları sürüklüyor, yağmur dinince çocuklar yerlerdeki paslı çivi ve tel parçalarını topluyorlardı. Bazen gökyüzü kül rengine dönüşüyor, kuşlar çok yükseklerden uçarak katar katar uzak yerlere göç ediyorlardı… Keten bir çuvaldan yaptığı kukuletayı başına koyarak kapının önüne çıkan yaşlı bir adam kucağındaki çocuğa gökyüzündeki kuşları göstermeye çalışıyordu…
Böyle günlerin ardından birden, güneşli, güzel bir hava, ortalığı, evleri, sokakları, saçak önlerini, harem duvarlarının güneye bakan yerlerini ısıtmaya başlıyordu. Bu “güzel” havalara aldanan bazı sinek ve bal arıları, şaşkın, uyuşuk bir şekilde uçuşuyorlardı. Havayı güzel gören bazı yaşlılar torunlarını ellerinden tutarak ya da çok küçükseler omuzlarına alarak “Çaybaşı”na götürürler, orada büyük bir gürültüyle akan çayın sularına bakarlar, bazen de çok uzaklarda bir ayna gibi parlayan Boru Gölü’nü hayranlıkla izlerlerdi…
Semerci Recep de böyle havaları kaçırmaz, değerlendirir, saçağın güneş gören bir köşesine koyduğu alçak hasır sandalyesine oturur, kendisine getirilen eski bir semeri onarmaya başlardı. Oyun oynamaktan yorulan çocuklar soluklanmak için onun yanına gider, yaptığı işi merakla izler, onlara bazen kısa masallar anlatır, bazen takılır, kendilerini eğlendirir, güldürürdü…
Yamaç başı, sabahın erken saatlerinde, dağın uzak tepe ve vadilerinde odun kesmeye gidecek olan oduncularla dolardı… Gençler hatta kimi yaşlı erkekler ellerinde baltalar, önlerinde semerli eşekleriyle, dolambaçlı patikalarda ilerleyerek gözden kaybolurlardı… Kadınlar, ellerindeki hayıt süpürgeleriyle yıkık dökük kapılarının önlerini süpürürler, işleri bitince elleri bellerinde-ayaküstü- muhabbete dalarlardı.
Semerci Recep daha akşamdan gökyüzüne bakmış, “çocuklar, yarın hava güzel olacak, biraz erken kalkıp bazı şeyler yapmanın zamanıdır” dedi… Haşlama ekimi yaklaşıyor… Haşlama yeri hazırlansın, gübre aktarılsın, haşlama yerine suyun gelip gelmediği kontrol edilsin; tamam mı? Büyük oğlu, tamam, baba, dedi… Akşam, kardeşimle biz de öyle kararlaştırmıştık…
Sabah en erken kalkan Semerci Recep oldu… Karısına: Git, oda kapılarının önünde birer defa öksür, dedi… Duymazlarsa gider, kaldırırsın… Tamam, dedi kadın, birazdan tarhanayı hazırladı, Semerci Recep giyinip kuşandıktan sonra saçağa gitti. Kediler mart ayının gelmesiyle birlikte duvarların üstünde, ev ve damların çatılarında boğuşmaya başlamışlardı… Her evin bahçesinden gümbür gümbür yayık sesleri geliyor, etraf ayran ve taze tereyağı kokuyordu. Hayvanları sığırtmaca götürüp sığıra katan kadınlar ellerinde değneklerle evlerine dönüyor, çocuklar sırtlarında bezden yapılma “cüz çantalarıyla” okula gidiyorlardı. Geç kalan birkaç oduncu da yamaç başındaki patikalara yukarı tırmanmaya başlamışlardı. Harem kapılarından çıkan bazı erkek ve kadınlar omuzlarında dirgen ve küreklerle haşlama gübresi hazırlamaya gidiyorlardı… Tavuklar biraz ileride eşeleniyor, ibiği kıpkırmızı, bacakları poturlu iri bir horoz yüksekçe bir kayanın üstüne çıkmış ötüyordu. Tam bu sırada çocukları bir at arabasıyla karşı kapıdan çıktılar, kamçının şaklamasıyla birlikte at hızlandı, arabanın takırtısından çınarda tüneyen iki kumru ürkerek uçtular, başka bir ağacın dalına kondular.
Semerci Recep şimdi içi rahatlamış bir halde kütüğün üstündeki eski semeri alıp hasır sandalyenin yanına koydu… Elinde çuvaldız, yağlı kınnapla semerin yırtık yerlerini onarmaya başladı… Biraz çalıştıktan sonra bir sigara sardı, yaktı, bir nefes çekti, saçağın içine nefis bir tütün kokusu yayıldı…
Köyün eski, varlıklı ailelerindendi. Yetmiş yaşlarında, güçlü kuvvetli, iri yarı bir adamdı… Köyde, Çerkez kalpağı kullanan tek kişi olmasından dolayı, kendisini civar köylerden tanıyanlar da çoktu. Ta gençlik yıllarından beri külot pantolon, körüklü çizmeler giyer, atla gezip tozmayı sever, şehre sık sık giderdi. Şimdi de başında Çerkez kalpağı vardı. Kır burma bıyıkları kendisini oldukça heybetli gösteriyordu, yıpranmamış bir asker yağmurluğunu omuzlarına atmıştı. Bir ara daldı, eski yıllar, günler içinde buldu kendini, “ah o çocukluk ve gençlik yılları” diye geçirdi içinden: Yedi-sekiz yaşlarında olmalıydı… Köyde mektep yerine cami odasında yaşlı bir hoca ders verirdi. Rahmetli babası ona, yakın akrabaların yanında bir oda tutmuş, Gümülcine’de İptidai Mektebine göndermişti… O lacivert takım elbisesini, biraz da gururla giydiği kalıplı güvez fesini hiç unutmuyordu. Orada neler kalmıştı aklında, güzel sesli bir hoca kendilerine mevlit okutuyordu, bir hesap dersleri muallimleri vardı, arada Fransızca bir şeyler konuşuyordu, kaldığı eve yakın yaşlı komşu kadınlardan biri bazı kadın ve çocukların sırtlarına “çırrak” diye bir şeyler vuruyor, sonra bir boynuzla kan alıyordu… Bunlar… Bu Çerkez kıyafeti ve at merakı da nereden gelmişti? Bunu hatırlayınca gülümsedi kendi kendine, gençlik işte, dedi… Ama öyleydi de. Yirmi Üçten sonra Türkiye’den kaçıp buraya gelen Çerkezler, şehir ve köylerdeki en güzel kız ve dul kadınları kandırıp kendileriyle evlenmeyi başarmışlardı. Bir gün daracık bir meyhanede arkadaşıyla rakı içerlerken aralarında bu konuyu konuşuyorlardı… Karşı masada oturan yaşlı bir adam kendilerine bakıp gülümsemiş, delikanlılar, muhabbetinize katılabilir miyim, diye sormuştu… Adam filozof gibiydi. Muhabbetinizi duydum, dedi. “Kadın kısmı, temiz, bakımlı ve hovarda erkeklere bayılır; bu kadar”… Nasıl gülmüşlerdi. Zaman nasıl geçiyordu. O günden sonra köyün en şık giyinen delikanlısı, adamı olmuştu.
Aziz’le beraber nasıl oynarlardı düğünlerde. İkisinde de kostümler, burma bıyıklar, feraceli- soğuk kış günlerinde- başları bürgülü, süslü kadınlar… Çift davul, çift zurna; o ne oyun havaları; bütün gözler kendilerinde, soluğu kesilen zurnacının iki de bir kendilerine “yeter artık, biraz dinlenelim; biz de insanız” dercesine bakmaları… Deli Yusuf’un karısı Makbule’nin o baygın bakışlarıyla kendini süzmesi, iki de bir yaşmağının bağının çözülmesi…
Makbule de nasıl bir kadındı ya… Ama kısmetsiz; git de böyle bir kadın Deli Yusuf gibi birine düş… Sarhoşun, berduşun biri; güzelim kadını mahvetti, bitirdi kahrından, gamından; şimdi bunlar hatırlanacak şeyler mi, bu “şeytanı” ne yaparsın… Bir gün Deli Yusuf’la o daracık meyhanede buluşmuşlar, gece geç vakitlere kadar içmişlerdi, ilk defa içiyordu kendisiyle, adam içki içmesini bilmiyor ki, sanki kel ahladı turşusu içiyor. Hiç anlamadım, birden masanın altına kaykıldı kaldı, köye zor götürdüm, her yer karanlık, yarı yolda bırakacak değilim ya, kucaklayarak zar zor harem kapısının önüne kadar götürdüm, kapıyı çaldım, karısı geldi, “Aaa” diye bağırdı şaşkınlıkla, sonra ağlamaya başladı, beraber eve taşıdık Yusuf’u, yerdeki bir döşeğin üzerine yatırdık… Ses seda yok, kadın bana baktı, korkarak, ölmesin sakın, dedi, yok, dedim… Birazdan ayılır, işte hep böyle bizim adam, dedi, biraz durdu, sana bir kahve yapayım, dedi, ateşi kurcaladı, cezveyi ocağa sürdü, fincanı uzatırken elime dokundu, tuttum ellerini, başını göğsüme koydu, çok kısmetsizim, dedi, yüzümü gerdanına gömdüm, ah, yapma, gören olur, diye inledi… Yani bazı akranları kendisini camiye giderken gördüklerinde “Ne o Semerci Recep, sıra, günahları ödemeye mi geldi” diye takılırlarken biraz haklıydılar ama o kadar da değil, görüldüğü gibi her şey bir rastlantıdan ibaretti…
Gözleri bir ara, kolçağın tam altında asılı duran gençlik yıllarının yoldaşı doru atının hala pırıl pırıl parlayan bakımlı eğerine takıldı, içi sızladı; ne günlerdi onlar… Evin işleri tıkırındaydı, tarlalarda verim, bağlarda bolluk-bereket, davarlar, beş- on baş sığır sürüsü; evde huzur, özellikle Salı günleri erken kalkar, hazırlanır, atını eğerler, Gümülcine yoluna düşerdi… Başında Çerkez kalpağı, ayağında külot pantolon, körüklü çizmeler, gümüş köstekli bir saat, sırtında yağmurluğu; yolda odun yüklü öküz arabaları, eşekler, yaya gidenler… Doğru Tabakhane’deki Nalbant Dimitri’nin Hanına gider, atını çullar, Bokluca Çay üstündeki tahta köprüden geçerek Sultan Tepe’ye yönelirdi… Çayın içinde, öküz arabaları, teneke barakalardan gelen kebap kokuları, feraceli kadınlar, potur-kuşaklı, fesli, bereli, külahlı adamlar, kostümlü efendiler, tombul, bakımlı Rum kadınları arasından ilerlerdi. Orada koca bir çınarın altında her zaman boyacılar vardı, boya sandıkları pırıl pırıl parlardı, karşıdaki kahvenin önünde güzel havalarda müşteriler oturup kahve içerlerdi… Yine o ses geldi kulağına, baktı o oldukça esmer, gür bıyıklı boyacı, bey aga gel boyaaayım; fırçayı da sandığa vuruyordu… Canına yandığımın Çingene’si, bu kalabalıkta nasıl gördün beni; ayağını sandığa uzatır, boyacı durmadan bir şeyler söylerdi, parayı verirken aga, derdi, bu çizmeler eskiyince sakın atma, bir de bu fakir giysin böyle çizme; bakar gülerdi boyacıya, oradan ayrılırken ne diyeceğini bilemezdi; yav, bu Çingene benimle dalga mı geçiyor yoksa…
Kalabalık, pamuk pazarı, tavuk pazarı, Açık Köprü, lokumlar, leblebiler, tat agacığım, bu tavuklar her gün yumurtlar beyim, bir tuhafiyecinin kapısı önünden geçerken başını döndüren gül kokusu, daha yolda kollarını sıvamaya başlayan cami müdavimleri, birazdan okunan öğle ezanı… Ne güzel bir ses, hoş geldin Recep Efendi, aaa, bu bizim Abacı Niko, ah vre Recep, ne dersin sen, bizim bir aba dokuma fabrikası vardı İzmir’de, şimdi de hazır alıp satıyoruz burada, derin bir ah çekerdi geçmişe özlem dolu… Oradan Kapalı Köprü’ye geçerdi… Karşılıklı, içleri pazen kokan küçük küçük dükkânlar, hanımlar buyurun bakalım, ne istediniz, esnafın bu sözlerine annelerinin feracelerinin ucundan çekeleyen küçük çocuklar şaşkınlıkla bakarlardı, anne hadi, canım sıkıldı, dur bekle biraz; baban daha odunları satmamıştır… Oradan çıkar, tam “kanara önünde” bulurdu kendini, karşıda o daracık meyhane, gider, bir ellilik içerdi dört köfteyle, köfteler acı olurdu hep, biraz piyaz, doru atını daha fazla bekletmek istemez, köye dönerdi…
O küçük zil uzun uzun çaldı, ardından bir düdük sesi; okuldan top gibi bir gürültü dağıldı ortalığa, kuşlar uçuştu, gübreliklerdeki tavuklar kaçıştı, beş on çocuk köprüden geçerek sokağa girdiler… Tam Semerci Recep’in yanından geçerlerken içlerinden biri çantasını yolun ortasına fırlattı, ikisi semerin başına gelip bir süre baktılar… “Hasan”… Ne oldu Recep Dayı, yine babama selam mı söyleyeceksin, evet, öyle de; söyle ona bir yolunu bulup seni okutsun, çocuk gülerek kaçtı yanından, uzaklaştıktan sonra, tamam, söylerim, dedi.
Az sonra, haremdeki fırından yanan pırnar çıtırtıları geldi, dumanlar havada döndü, dolaştı, ekmek kokusu, derken saçağın önünde birden Kalaycı İbram’ın eşek talikası durdu. İki kadın, üç çocuk indi talikadan, kalaysız tencere tava ve kazanlar indirildi, yarım saat içinde teşkilat kurulup içerdeki körük derin soluklar alıp vererek ateşi körükledi. Birazdan, kadınlardan genç olanı büyük bir bakırın içine kum dökerek, biraz da su, bir bez parçası, sonra yalınayak içine girip odanın alçak kolçağına iki eliyle tutundu, bir sağa bir sola kalçasını döndürmeğe başladı, bakırın dibini temizleme işini sürdürdü… Semerci Recep kadının bir sağa bir sola kıvrılan dolgun kalçalarını biraz da zevkle izlemeğe başlamıştı… Haremden çıkıp gelen karısı, elinde üzerine tereyağı sürülmüş bir dilim taze ekmekle sessizce yanına geldi. O da hala kalçalarını bir sağa bir sola döndürmekte olan kadına bir süre baktıktan sonra: Nasıl da bulursun böyle yerleri, dedi, kısmet, baykuşun ayağına gidermiş, diye boşuna söylememişler… Recep karısına kızar gibi yaptı, sen de insanı hep böyle günaha sokarsın, dedi.
***
Türkiye’ye kaçışından tam altı ay sonra Aziz’den mektup geldi… Gittikten sonra kendilerinden doğru-dürüst bir haber alınamadı, olmadık söylentiler; yok önce Diyarbakır’a sürmüşler onları, kendilerine ev, tarla vermişler, karısı, ben buralarda duramam, demiş, çocuklar günlerce ağlamışlar… Bu söylentiler ve “acaba ne oldular, ne yaptılar” düşüncesi Semerci Recep’i içten içe kemirip üzüyor, arada, acaba ne yaptılar, ne oldular, diye soran karısını, ne bileyim ben, diyerek sertçe azarlıyordu…
Tam kuşluk vakti, şapkası, postacı kıyafeti ve oldukça büyük meşin çantasıyla bisikletini elinde yürüten postacı hayıt ocağının ardından çıktı… Şişmanlıktan güçlükle yürüyordu; durdu, çantasından çıkardığı postacı borazanını uzun uzun öttürdü… Derenin içinde bir kemik parçasıyla telaşlanan iri bir köpek, korkudan havladı, kuyruğu apış arasında oradan uzaklaştı… Köyün üstünde ağır ağır uçan iki leylek birden yön değiştirerek güneye, ovaya doğru gittiler… Karşıda, Kahveci Nedim de temizlik yapıyor, masa ve sandalyeleri dışarı çıkarıp siliyordu. Postacıya doğru baktı, kimselerin duyamayacağı bir sesle, öttürme şu meret boruyu, dedi, Bulgar duyacak da gene gelecek buralara, bu arada postacı doğruca çınarın altına gitti, orada oturan yaşlıların başında durdu. Kadınlar, “Posta Günü” olduğu için yine Pekmezcinin damın altına toplanmışlardı, gidip postacının başına üşüştüler. Postacı biraz soluklandıktan sonra saçağın önündeki kütüğün üzerinde oturan Semerci Recep’e seslendi: Söyle familyada, hazırlasın bir tas ayran, çok susadım, dedi… Sana Smirni’den (İzmir) mektup getirdim… Semerci Recep’in altı aydan beri arkadaşı yüzünden içinde gittikçe büyüyen o “sıkıntı yumağı” şimdi bir “merak yumağı” haline gelmişti. Dizlerine dayanan torununa, hadi koş, git al o mektubu, dedi, sonra iç kapıya dönerek büyük gelinine seslendi: Kızım, anana söyle bir tas ayran hazırlasın, postacıya götürüver, dedi gülümseyerek; bu adamlar rüşvet vermezsen bir iş görmezler insana…
Zarf açıldı, içinden bir resimle birlikte küçük kareli, saman rengi bir kâğıda yazılı kargacık-burgacık bir mektup çıktı… Resim bir saat kulesinin önünde çekilmişti… Resmin ardında bir yazı: “Konaktaki Saat Kulesi” önünde çekilmiştir, sizlere bir hatıra… Semerci Recep, karısı, iki gelini ve torunları resme merakla bakmaya başladılar… İki çocukları ortada, onların sağında ve solunda Aziz’le karısı… Aziz’le çocukların kılık kıyafetlerinde pek bir değişiklik yoktu… Sadece Pakize’nin kılığında büyük bir değişiklik… Sırtında bir manto, başında da çiçekli bir eşarp, bir bukle saç alnının üstüne düşmüştü… Hepsinin gözleri yaşarmıştı, Semerci Recep’in karısı, bu şimdi bizim Pakize mi, dedi, adam, yok, dedi, Aziz oraya gider gitmez karıyı değiştirmiş; o işte, görmüyor musun, sen de durmadan maytap oynarsın benimle, dedi kadın; gelinler; anacığım, dediler, orada ferace giyecek değil ya… Pakize Teyze işte… Ne çileli kadınmış dedi, kadın, ovadan yakaya geldi, tütüncü karısı oldu; tam on dört sene çocuğu olmadı, şimdi de o uzak yerlerde “atalan” dur… Hüngür hüngür ağlamaya başladı… Semerci Recep karısına ters ters baktı, mektubu ellerinden aldı.
Aziz’in Latin harfleriyle yeterli derecede okuma-yazması vardı ama –ihtimal mektubu herkes okuyamasın diye- eski yazıyla yazmıştı. Kaçış maceralarını kısaca özetledikten sonra, İzmir’e yerleştiklerini, gurbete ister istemez alışmaya başladıklarını, zorlukların her yerde olduğunu, iyi ve kötü insanların da her yerde bulunduklarından söz ederek selamlarını gönderiyordu. Pakize’yle de başım belada; sanki buralara alışamayacak gibi bir hali var… Çocuklar iyi, sanki burada doğup bu yaşa gelmişler gibi… En çok köpekle kediyi anıyorlar… Merak etmeyin, dedim, Recep Amcanız onlara bakar… Hay gidi Aziz hay, diye içinden geçirdi Recep, hüzünlendi, gözleri yaşardı…
Semerci Recep’in büyük gelini Saniye –mahallenin Saniye Ablası- o sabah erken uyandı, mahalle kızlarının akşamdan topladıkları mısırlar bütün gece suda durmuş; onları kaynatıp gölle yapmak için çınarın biraz ötesindeki dere kenarına kazan kurmaya gidiyordu. Kocası, daha akşamdan sağlam bir “demet urganı” alarak, çınarın uygun bir dalına salıncağı kurmuş, sallanacak kişilerin rahatça oturmaları için alta bir şilte konmuştu. İki yakın komşusu da kendisine yardıma gelmişlerdi. Köşeli, düzgün taşlarla ocağı hazırladılar, kazanı güzelce yerleştirdiler, önce kuru çırpıları alta, üstüne de satışa gelmeyen kuru odunlardan koydular. Semerci Recep karşıdan bağırdı: O salıncağı da gözden geçirin bir defa, urgan, bir yerinden “ernimiş”(üznümüş-yıpranmış) olabilir ya da -Allah muhafaza- bir sıçan kemirmiştir, bir bakıverin; tamam baba, dedi gelin, tekrar hareme geçti…
Adamlık elbiselerini giymiş bir grup kız, toplu halde, aralarında gülüşerek, bazılarının yanlarında küçük kardeşleri, Pekmezcinin haremine doğru ilerlediler, başlarını eğerek “küçük kapı”dan içeriye girdiler. Haremin tam ortasında taş sofalı, demir “gıngıraçlı – gecereli-” bir su kuyusu vardı; duvarın önündeki gülfidanları tomurcuklanmışlar, bazıları da açmışlardı… Hepsi birden akşamdan hazırladıkları küçük boy bir küpün başına gittiler, su dolu küpün içi çiçek desteleri, gül, karanfil milleri, yaprakları doluydu; hepsinde ayrı bir işaret vardı; yüzük, mavi boncuk, çalı beyi, değişik renkte bir ip, bambaşka bir düğme… Küpün ağzı açıldı, küçük bir kız çocuğunun gözleri renkli, oyalı bir çemberle bağlandı, şimdi ilk kısmeti çek bakalım, dediler… Kızlardan birkaçı ellerindeki kâğıda bakarak bir mani okudular, gülüşmeler oldu, birbirlerinin yüzlerine baktılar, göğüsleri henüz kabarmaya başlamış sarı saçlı bir kız, gözleri bağlı kızın elindeki kırmızı şeritle düğümlenmiş menekşe destesini görünce “aaa, bu kısmet benim diyerek desteyi aldı, yüzünde bir sevinç, gözleri yeni gelecek olan kısmete dikildi… Kızlar, maniler aracılığıyla gönüllerinin hoşnutluğunu yaşıyorlar, yaşadıkları gençlik aşk ve heyecanlarını arkadaşlarıyla paylaşıyorlar, burada yaşananların, söylenenlerin yine kendi arkadaşları tarafından yeri geldiğinde delikanlılara aktarılacağını düşünmeleri bile kendilerini aşırı derecede heyecanlandırıyordu…
O sırada, Hayriye, sırtında yeni feracesi, pembe bezi ve siyah, parlak ayakkabılarıyla gelerek koynundan karışık bir çiçek destesi çıkardı-mevsim çiçeklerinden derlenmiş bir buket- razı gelirseniz ben de kısmetimi çömleğin içine bırakayım, dedi. Kızlar güldüler, ay Hayriye Abla, ne şakacısın, at tabii, bir de senin kısmetine bakalım nasıl bir mani çıkacak; bir de onu görelim, dediler… Çömleğin içinde birkaç “kısmet” kalmıştı, küçük kız elinde bir deste tuttu, şöyle bir mani okundu:
“Şalı döktüm direkten,
Seviyorum yürekten;
Çok bekledim be yârim,
Gelmedin sen mektepten.”
Kız elindeki desteyi gösterdi; mavi bir ibrişimle bağlanmış çeşit çeşit çiçekler… Kızlar gülüştüler, Hayriye de güldü, küçük kapıdan çıkarken içine bir hüzün çöktü, gözleri nemlendi.
Çınarın altında bazı kadınlar vardı, küçük çocuklardan bazıları kaynayan gölle kazanının başına toplanmıştı, bir erkek çocuğu salıncağın ipine tutunmuş, ilk önce ben sallanacağım, diye sızlanıp duruyordu… Kapıları önüne çıkan bazı yaşlı kadınlar altlarına birer şilte ya da pösteki atarak, boyunlarında yün iplikler, yarım kalmış çoraplarını örüyorlar, kazanın başında telaşlanan genç kadınlara bakıyorlardı. Yollarda gelenler vardı, hala kapanan tahta kapı sesleri duyuluyordu.
Yakın Rum köylerinden gelen yaşlı bir simitçi, tablasını derenin kıyısındaki söğüt ağacının altına yerleştirmişti. Başında birkaç çocuk… Hayriye oradan evine gitti, okul çocuklarının “öğle paydosuna” çıkacakları sırada çınarın altına aynı kıyafetiyle geldi. Okuldan çıkan bazı çocuklar, kurulmuş olan sofraların başına geçtiler, derince, büyük bir kabın içinden kaşık dolusu gölle yediler, bazıları salıncağın yanına koştular, abla ve annelerinden kendilerini sallamalarını istediler…
Hasan, okulun bahçe kapısında durdu, bir süre çınarın altındaki kalabalığa, sofralarda gölle yiyen çocuklara, salıncakta sallananlara baktı. Hayriye salıncağın yan tarafında, ayaktaydı, tam Hasan’ın yola çekildiği anda salıncağa bindi, kadının biri kendisini biraz salladı, Hayriye daha sonra kendi vücut hareketleriyle salıncağı öyle bir uçurdu ki, başı çınarın bazı dallarına dokunmaya başladı… Durmadan sallanıyor, havalarda uçuyor, hemen herkes kendisine biraz hayranlık, biraz korku, biraz da şaşkınlıkla bakıyordu… Hayriye’nin gözü sanki bir şey görmüyordu, bu dünyada değilmiş gibi bulanık düşünceler içindeydi; o an düşsün, yaralansın, bayılıp kendini kaybetsin, istiyordu. Hasan işte böyle, o halde görmeliydi kendini, başına gelip titremeliydi, saçlarına bulaşan kanı görmeliydi… Hasan, damın duvarına sırtlarını vermiş delikanlılarla konuşurken bir yandan da Hayriye’ye bakıyordu. Hayriye ne yapmak istiyordu, sonra Hayriye birden yavaşlattı salıncağı, indi, hiç kimselere bir söz etmeden oradan ayrılıp evine doğru yürüdü, Semerci Recep’in küçük gelini bir tas gölle alıp tam harem kapısında ardından yetişti, ne oldu, Hayriye, dedi. Hayriye, çok kötü oldum, dedi… Evde biraz yatıp dinleneceğim…
Bir gün okulun bahçe kapısında Hasan’la karşılaştıklarında, Hasan: “Hıdrellez günü o yaptıkların neydi öyle, dedi, yüreğim ağzıma geldi, o gece gözüme uyku girmedi, Hayriye, ay, sen beni düşünür müydün öyle, dedi, gözleri yaşla doldu. Hasan gözleri yerde, yuvasına yiyecek taşıyan bir karıncaya bakıyordu, başını kaldırdı, Hayriye’ye baktı, aklına söyleyecek hiçbir şey gelmiyordu; sadece: “Sen beni her zaman böyle, çok sevdin,” diyebildi.
Semerci Recep’in büyük oğlu Arif erkenden kalkıp hazırlandı, bir bardak süt içti, at arabasını koşup ovaya gitmek için kapıdan çıkmak üzereydi. Haşlamalar ekilmiş, iki elti kalburculu haşlama tenekeleri koltukaltlarında, Çaybaşı’ndaki haşlamalığa yaya olarak gidip haşlamaları suluyorlardı ve tohumlar da sanki çimlenmek üzereydiler. Arif, hem haşlamaları, hem de ekin, yonca ve çayırları görmek istedi, babası, saçağın altında sürgünün eskiyen bazı yerlerini onarıyordu; ben olsam şimdiye kadar on kere gider, bakalım, ne var, ne yok, diye kontrol ederdim, dedi. Arif, baba, sen kendini yorma, biz kardeşimle yeni bir sürgü yapacağız, dedi, bu sürgü çok eskimiş. Recep, hazır gitmişken, bademliğe de bir göz atıver, dedi, baksana, buradakiler nasıl top top çiçek açtılar… Arif, tamam baba, dedi atı hafifçe kamçıladı.
Yol kıyılarındaki otlar yeşermiş, kısa boylu sarıçiçekler yol boyunu süslemişlerdi. Güvemler, tek tük erik ağaçları bembeyaz çiçek açmıştı. Badem çiçekleri ise yeni yeni yeşermeye başlayan yapraklar arasında artık göze çarpmaz olmuşlardı.
Güvemlerin çiçek açtığını gören Arif’in içine önce bir sevinç düşmüştü ama evdeki tütün denklerinin (istif) tüccar tarafından hala kaldırılmamış olması aklına gelince birden canı sıkıldı. Denkleri tekrar elden geçirmek lazımdı, çünkü bu tütün denilen “illet” hemen küfleniveriyordu. Birden eski tütün satışları, ardından “tütün kalkımları” geldi aklına, şu çocukluk, dedi içinden, her şey nasıl neşeli, her şey nasıl geliyordu kendilerine…
Köylerde, motorlu vasıtalar ancak tütün tüccarları tütün almaya geldiklerinde, bir de “tütün kalkımlarında” görülürdü. Köye “tütün satımları başlamış” haberi geldikten birkaç gün sonra çınarın altına birbirine benzer iki üç otomobil gelirdi, içlerinden düzgün kıyafetli, ayakkabıları boyalı, Fransız beresi giymiş, parlak meşin çantalı adamlar çıkardı. Köydeki tütün simsarları zaten onları beklerdi, sonra oradan ayrılıp kahvelere ve bazı simsarların evlerine giderlerdi… Köyün erkeklerinde büyük bir telaş başlardı, kahveden kahveye, evden eve koşuşup dururlardı, tütünleri ucuz gidenler üzgün bir şekilde evlerine dönerler, iyi bir fiyata verenler oldukça keyifli görünürlerdi. Haftayı geçmez, koskoca “hamal kamyonları” gelirdi çınarın altına, evlerden denkler taşınırdı. Bazı haremlerden alınıp omuzlarda kamyonlara taşınan denklerden “göbek verip” patlayan, dağılanlar olurdu. Babaları (Semerci Recep) işini bırakır, ben Cura Salimlere gidiyorum, derdi, denkleri bir elden geçirip sicimleri yeniden sıkıp bağlayacağım; “fukara” beceremiyor, her yıl birkaç dengi daha yolda dağılıp gidiyor; tamam mı?
Güneşli bir mart günü, erken erken “Koca Çınar”ın oraya, derenin kıyısına arka arkaya iki “hamal kamyonu” geldi, yanaştı; önce hamallar atladı yere, sonra şoförler ağır hareketler ve bembeyaz çiçekler açmış erik ağaçlarına merakla bakarak çınarın altındaki banka doğru ilerlediler… Evleri yakın bazı mahalleliler, iki tütün simsarı da oradaydı, biri elinde liste, yakın evlerin birinin harem kapısından içeri girdi. Tamam mı Şerif Aga, her şey hazır mı, tamam dedi içeriden bir ses, sonra gençten biri omzunda düzgün, çulları yeni, sicimle sımsıkı bağlanmış kehribar renkli bir denkle kapıda göründü, arabanın arka tarafında bekleyen hamal, buraya getir, dedi. Kamyonlara yakın evlerden sırayla durmadan denkler taşındı, hamallar denkleri tertipli bir şekilde yerleştiriyorlardı. Sıra Terzi Hayriye”lerin denklerini taşımaya gelmişti, düzgün, yepyeni çullar, yepyeni sicimler; Semerci Recep karşıda saçağın dış tarafında oturuyordu; büyük oğlu denkleri görünce, baba, sen öyle-böyle diyorsun ama Sali Aga’nın denklerine bak; sanki aynı kalıptan çıkmışlar gibi… Semerci Recep şöyle bir baktı oğluna, hadi bırak şu “felfezi” (beceriksizi) dedi, sabah sabah söyletme beni; o yatsın-kalksın geline dua etsin; Hayriye o haneye gitti, o hane “hane” oldu, iki yakası bir araya geldi; yoksa o felfeze kalsaydı o denklerden hiçbiri kamyona dağılıp bozulmadan gelmezdi. Oğlu içinden gülerek saçağa girdi, kardeşi hareme ateş yakmış, çıtlık ağacı dallarını yalımlara tutuyor, sonra bükerek “sürgü”yü yenilemeye çalışıyordu; gelinin biri evin ön saçağında büyük bir tepside biber kızartıyor, diğeri de denklerden boşalmış tahtalığı süpürüyor, ardından ıslak, büyük bir bezle tahtaları siliyordu.
Kamyonlar yüklendi, denklerin üstü çadırlarla örtüldü, bir güzel, sımsıkı bağlandı, hamallar kasaların ardında, arabalar homurdanarak çınarın altından ayrıldılar; simsarlar tütünleri kaldırılmış olanlara; tüccarlar akşama gelecekler, Nedim’in kahvesinde paraları verecekler, dedi, herkesin haberi olsun. Semerci Recep’in büyük oğlunun sesi duyuldu: Baba, Saniye diyor ki, sor bakalım babama, taze ayran getireyim mi, diyor. İyi olur, dedi Semerci Recep, siz gazozla, portakalla doldurun midelerinizi, ayran gibisi var mı?
Bir akşamüstü, “Koca Çınar”ın altına bazı arabalar geldi, arabalardan elleri çantalı, koltukaltlarında dosyalar, bazı kravatlı, şık giyimli adamlar indi; okulun bahçesine doğru ilerlerdiler. Okulun en büyük sınıfı bu iş için donatılmış, masalar, sandalyeler yerleştirilmiş, bir lüks lambası da tavana asılmış, ortalık gündüz gibi aydınlanmıştı. “Banka, tütün paralarını vermeye gelmiş” sözü kulaktan kulağa evden eve kısa zamanda yayıldı, insanlar yollara döküldü. Daha çok erkekler, bazı dul, kimsesiz kadınlar salonda bekleşiyor, içerden bir kâtip kendisine para verilecek kişilerin adlarını okuyordu:
“Sali oglu Bekir”
“Mumin oglu Husein”
“Molla Bekir Oglu Hasan”
“Sadık Aga Oglu Recep”
Sırada bekleyen gençlerden biri: Bu kim yav, dedi. Öteki güldü, abe “Semerci Recep” dedi, büyük oğlu onun “koçanını da”[5 - tütün ekme ruhsatı] ekiyor; o sırada kalabalık arasından bir ses, “paron” dedi, odaya doğru yöneldi; Semerci Recep’in büyük oğluydu, banka müdürü, “pu ine o baba su”[6 - baban nerede] dedi gülümseyerek; oğlu, bacakları ağrıyor, dedi. Eline hanenin yıllık masraflarını karşılayacak kadar para alanların yüzleri gülüyor, evlerine aceleyle gidiyorlardı.
Az para alanlar, geçim sıkıntısı çekenler belliydi, gülseler bile zordandı bu gülmeler, bazıları ise nerdeyse bankaya borçlu kalacaklardı, paraları veren kâtip, sen önceden çok para almışsın, derdi üzüntüyle; ben ne yapayım…
Semerci Recep’in oğulları eve gidince paraları evin içinde yeniden saydılar, anaları, hanımları, Semerci Recep, torunlar hepsi oradaydı, en çok sevinen de çocuklar…
“Baba, bana bir ‘kamyoncuk’ alacağız…”
Ortaokula giden kız: “Bana da sugeçirmez bir palto” lazım, dedi, sonra arkadaşımın birinde Yunanca ansiklopediler gördüm, onlardan da lazım bana…”
İki gelin de gayet şendiler: “Eee, dediler, bize bu sene bayramlık elbise yok mu?” Kayınvalideleri şakayı kavramamıştı, işi ciddiye aldı: Ne demek, kızım, dedi, bu tütünü siz işlediniz, elbette istediğinizi alacaksınız; olur mu öyle şey, çocuklar ve gelinleri güldüler. Semerci Recep, hepsi olur, dedi, yeter ki sağlık hoşluk olsun; ben de bir şey diyeceğim, hepiniz dinleyin; diyorum ki bu para iyi bir para zamanımıza göre; ben de biraz yardım ederim de iki kardeş bir araya gelip küçük bir traktör alın. İki kardeş, bu da nereden çıktı der, gibi şaşkınlık içindeydiler ve içlerinde birden büyük bir “bayram sevinci” oluştu, kendilerini güzel bir rüyanın içinde buldular… Büyük oğlu o kadar büyük bir sevinç içindeydi ki, babasına takılmadan edemedi: Baba, yoksa sen de Sali Aga gibi küp bir şey bulmayasın? Aklınıza yattıysa, bu iş olur, dedi babaları; yalnız benden başka bir şey beklemeyin, sorun, soruşturun, acele etmeyin, gidip yüreğinize yatan bir traktör ve diğer düzenlerini de alın… Sonra hepsini sevgi ve biraz da şefkatle süzdü; abe siz babanızı –karısını göstererek- hep bu “kaşık düşmanının” gözüyle mi görürsünüz, yok, beygirle gezmekten, bıyık burmaktan başka bir şey yapmamışım, evlatları –el âlem içinde- rezil zebil olacaklarmış… Karısı da keyifliydi bu akşam, “hadi hadi çok bilme” dedi, öyle değil mi, bizi Allahın o sıcaklarında tarlalarda yalnız bırakıp beygirle rakı içmeye gitmedin mi; ha, doğruyu söyle bakayım; çocuklar dâhil, hepsi güldüler…
Aradan birkaç ay geçmedi, bir gün, tam öğle vakti, Semerci Recep’in harmanlığına kırmızı renkli, pırıl pırıl Ze-tor marka bir traktör yanaştı. Acente sahibinin özel arabasında Recep’in iki oğlu, traktörün üzerinde de Yunanlı, teknisyen bir genç; teknisyen genç, ben yarın gelip size göstereceğim, dedi, anahtarları al, eve bırak, hiç kimse ben biliyorum, diye traktöre binmesin… Onlar ayrıldıktan sonra camiye gidenler oradan geçtiler, hayırlı olsun, dileklerinde bulundular, büyük gelin bir tablaya lokum doldurmuştu, gelenlere ikram etti. Küçük gelinle kızı da geldi, merakla traktöre baktılar, Semerci Recep de birazdan geldi, baktı, hepimize hayırlı olsun, dedi, inşallah yakın zamanda bu “mereti” kullanmasını öğrenirsiniz de öküzler de çileden kurtulur. Çocukları kendisine sevgiyle bakıp gülümsediler; küçük çocuğu, bir hafta sonra da pulluk, tırmık, zvarna, çapa, platforma (römork) da gelecek, dedi. Agam zaten biraz kullanmasını biliyor, sen hiç merak etme, baba, dedi.
O akşam evde hep traktörün muhabbeti oldu, iki kardeş birkaç defa başka bahanelerle harmanlığa çıkıp traktörün yanına gittiler, orasına-burasına gene gene baktılar. Ortaokula giden kızları, ilkokula giden çocukları da gitti yanlarına, onlar da içleri sevinç ve merak dolu traktöre kendi ailelerine katılmış, yeni bir dost, yararlı bir yardımcı gözüyle baktılar, kız çamurluğun bir yerindeki lekeyi gördü, içerden bir bez alıp onu güzelce sildi…
Tarla işlerinin olmadığı, yaşlıların yeni yeni yapraklanan ağaçların altında-ne olur ne olmaz-sırtlarında kalın paltoları, etraflarına bakındıkları, arada bir kendi aralarında daha çok eski yıllardan bahsettikleri günlerden biriydi. Birden, eski, hantal bir kireç kamyonu, bazı kadron ve köprülükler, talpalar güzelce bağlanmış bir şekilde gelip Koca Çınar’ın yanında durdu. Şoför, bankın üstünde oturan yaşlılara, “Öksüz Memet’in evi buralarda mı acaba, diye sordu; yaşlılardan biri bastonuyla yol gösterdi, kırk elli adım gidin, kuyunun tam solundaki mavi kapı, dedi, orada bir boşluk var, kamyon rahatça döner…
“Kimdi o Öksüz Memet’in evini soran, dedi, bankın kıyısında oturan yaşlı adam; onun da yanında oturan gözlüklü; o soran bizden, Kireççi Yani’nin şoförü; diğer yaşlı, Kireççi Yani iyi adam benim için, dedi; çoktan beri hep ondan alış-veriş yaparım. Neden iyi adam, dedim; bir gün çocukla birlikte hayvan pazarına gittik, bir düve alacağız, adamla anlaştık, parayı vereceğim; başladım, bin, iki bin, üç bin, demeye adam gülerek baktı yüzüme, dayı, bunlar, yüzlük, dedi; binlik değil… Tüüü; parayı yanlış saymışım evde; şimdi ne yapayım; düve de yüreğime yattı, güzel bir hayvan; aklıma çarşıda dükkân sahibi halamızın torunu var ya; o geldi. Git, dedim oğluma, babamın selamı var, mesele böyle böyle, yarın sabaha kadar bana üç bin drahmi versin, dedim. Çocuk gidip durumu anlatmış; veremem, daha sefte (siftah) yapmadım, demiş; öyleyse git, Kireççi Yani’ye selamımı söyle, meseleyi anlat, yarına kadar ödemek şartıyla bana üç bin drahmi göndersin, dedim… Çocuk gitti, on dakikada döndü, parayı elime verirken, baban o kadar acele etmesin para için, dedi, bir işi çıkar, kasabaya gelirse parayı o zaman getirir… Adam susmuştu, yanındaki; sonra “iş de bitiriyor” dedi; bak bu zamanda, millet çatıya yeni bir kiremit koyamazken Öksüz Memet, eski damı ev yapıyor; demek ki adamın eli her yere uzanıyor; doğru dedi biraz önce konuşan yaşlı; böyle ufak-tefek işleri hallediyor; millet de işi olsun, diye malzemeleri kendisinden alıyor…
Semerci Recep tam harmanlığa geçilen saçağa çıkmak üzereydi ki, kapının önünden geçen kireç kamyonunun gürültüsünü işitti, büyük oğlunu yanına çağırdı. Sanırım, Öksüz Memet’e kireç getirdiler; kardeşinle beraber gidip yardım edin fakire, bu zamanda ev yapmak, düğün yapmak; Allah herkese kolaylık versin. Bu adama acıyorum, fakirin kısmeti hiç ileri gitmedi, daha iki çocuğu da bekâr; ev yok, tütünü de işlemesini pek bilmiyorlar, odunculuk artık para yapmıyor; onun için fukaranın işi zor. O size bir şey demez ama kireci söndürmek için fıçılarla su taşırız, dersiniz. Ben de akşama bir uğrarım kendisine; belki paraya ihtiyacı vardır. Oğlu gülümsedi, baba, sen sahiden küp bir şey bulmayasın; baksana traktör aldık, platforma aldık, pulluk, şu-bu… Her şeyin kolayı bulunur, dedi Semerci Recep; adam çocuğunu baş-göz edecek, mademki elimizden geliyor; ne yani, insanlık öldü mü; hadi dediklerimi unutma… Oğlu ciddileşti, tamam baba, dedi ben bir şey demedim ki…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/rahmi-ali/bu-topragin-insanlari-69499321/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
gönüllü milis kuvveti

2
gerilla, cumhuriyet ordusu askerleri

3
Ön ve arka tekerleklerin arası uzatılarak kenarlıkları sivri –ince kazıklı- sövenli ot, saman ve demet taşımak için hazırlanan öküz arabası

4
Adını ipekli bir kumaş adından alıp düğün ve bayramlarda başa bağlanan iğne oyalı çember…

5
tütün ekme ruhsatı

6
baban nerede
Bu Toprağın İnsanları Rahmi Ali
Bu Toprağın İnsanları

Rahmi Ali

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bu Toprağın İnsanları, электронная книга автора Rahmi Ali на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв