Bedel Geçidindeki Lanet

Bedel Geçidindeki Lanet
Arslan Koyçiyev

Arslan Koyçiyev
Bedel Geçidi’ndeki Lanet

I
7 Kasım 1938. Rusların gizli polis teşkilatı NKVD’nin karanlık baskınında, tek kişinin zorla sığdığı bir hücreye atıldı. Sık demir parmaklıklarla örülmüş olan küçücük pencereden çok zayıf bir ışık huzmesi giriyordu. Güneşin doğuşundan ve batışından haberdar olmak ancak mümkündü.
Hakkında kurşuna dizilme hükmü verilen, köylü komünist Mukay Kambarov, bu pencereye bakarak akşam olduğunu tahmin etti. “Bu gece biterse, 8 Kasım olacak.” diye düşündü. Mukay Kambarov, hapishanede acı içinde geçen her gününü yanılmadan sayıyordu. Bu defa çok az zaman kalmış gibi hissediyordu, ancak daha ne kadar burada yatacağını bilmiyordu.
“Artık karar alınmıştı, hemen bugün çıkarıp vuracaklar mı ya da biraz daha bekleyecekler mi? Karar değiştirilip ölüm cezası yerine farklı bir ceza verilebilir mi?” diye kendi kendine konuştu. Eskiden Kırgız halkının millî isyanı, Ürkün zamanında cezalandırıcı müfreze tarafından yakalandığında idam cezası alacakken kurtulmuştu, şimdi o zamanı hatırlıyordu. “Belki, halk arasında üngkü denilen NKVD’nin de acıma duygusu vardır.” diye umutlanıyordu.
Ürkün’ü düşünüp, Üngkü dendiğinde herkesin korkudan titrediğini ve bu zamanda yaşadıklarını hatırlayınca ne kadar çaresiz olduğunu fark etti. Tekrar pencereye baktı. Gözünü almadan uzun süre istekle bakarsa cezası gerçekleşmeyecek, bir sihirle pencerenin demir parmakları kırılarak “Çat” diye açılacakmış gibi hissediyordu. Boş umutlar kahrolsun! “Tanrım sen koru, buradan kurtar beni” diye yalvarıyordu.
Yandaki odalarda Üngkü’nün işkencesini çekenlerin, yürek acıtan haykırışları, sorgu memurunun Rusça ve Kırgızca küfür ederek bağırıp çağırması duyuluyordu. Bir gürültü yükseliyor, onunla beraber sorgulanmakta olan zavallının iç acıtan çığlığı yankılanıyordu. Yüreği ağzına gelen Mukay Kambarov kendisi de yarı canıyla, bitap bir halde “Kim acaba? Neyin sorgusu için bu kadar ezdiler?” diye kader arkadaşı olan zavallıya üzülüyordu.
Mukay Kambarov üzeri sazlarla örtülen basık Rus damlarının arasında yer alan NKVD’nin bu karakolunda, kendisi gibi sorgulamada olanları gözünün önüne getirdi. Çoğunun yüzü tanıdık geliyordu. “Cumhuriyet” diye adlandırıyoruz, “Kızıl Kırgız Cumhuriyeti” de diyorlar, bunların “halk komiseri”, “komiser”, “başkan” olarak çalışan önceki yetkilileri görevlerine devam ediyor mu? diye düşünüp, tam olarak kestiremiyor ve şaşırıyordu. Koğuşturmacının önünde bir ikisiyle yüz yüze de gelmişti. Abdırakmanov’a “Ay ışığının altındaki İngiltere’nin casusu mu oldun?” diye sorarken, sanki bir faaliyetini yakalamış gibi söyledi. Bu Abdırakmanov’un kendisiydi galiba. Bunların hangisi casus, hangisi değil ayırt edemez oldu.
Deri eldiven giymiş, sarıya çalan yüzüyle, çatık kaşları, acımasızca ve keskin bakan gözleriyle, cellât suretli koğuşturmacının karşısına ayaklarını sürüye sürüye gelip, elleri arkasından bağlanmış Abdırakmanov’la yüz yüze gelmiş, sorgunun acısını bir iki saat boyunca beraber çekmişlerdi. Koğuşturmacı cezalandırma sırasında NKVD’nin eline geçen kalın kalın defterleri ikisinin gözüne sokarak, “İngiltere’nin casusu olduğunuzun delili işte bu!” diye bağırdı. Ondan sonra sesini alçaltarak: “‘Ürkün şiirlerini’ ne maksatla yazdınız?” “Sovyet hükümetine karşı propaganda yürütmenizi kim destekledi?” diye sordu. Bu sorusuna yeterli bir cevap alamayınca sinirlenerek defterle Mukay Kambarov’un yüzüne vurmuştu.
–“Aalı ile Sulayman’ın Kahramanlığı”nı örnek olarak gösterip, “Onlara halk kahramanları demişsiniz! Ezici tabakaya karşı halkı yöneten gerçek halk kahramanlarını, devrim kahramanlarını görmezlikten gelip eski nesilleri tanıtmanızı nasıl anlayabiliriz?”
–Halk ağzından derlediklerim, 1920 senesinden beri araştırdım, on beş yıldan fazla ömrümü buna harcadım, dedi Mukay Kambarov.
Ancak bu cevabıyla koğuşturmacıyı ikna edemiyordu.
–Aalı ile Sulayman kim? İsimleri din adamlarınınki gibi geliyor, hangi tabakanın üyeleri? Zenginköy ağalarından mı?
–Onları tanıyorsam Allah belamı versin, ezelden beri onları görmedim.
Koğuşturmacı, mavi defterin birisini alıp sallayarak Mu-kay Kambarov’un gözünün önüne koyar:
“Narboto’nun Hıçkırması”, “Tokmok Gazası”, “Karagız Ana’nın…” (Koğusturmacı “Ananın” kelimesinden sonraki sözü söyleyemeden geçiyordu.) Bu şiirleriniz neyi anlatıyor? Kimin yazdırdığı masallar bunlar? Kendin mi yazdın yoksa düşmanın talebiyle mi yazdın?
Mavi defterin kapağındaki kendi eliyle güzelce yazılmış olan başlıkları, yarısı açılan sayfalarındaki satırsatır şiirleri tanıyan Mukay Kambarov:
–Yoldaş koğuşturmacı! Bunlar bir tarih değil mi? Unutulmasın diye kendi gözlerimle gördüklerimi, kendi kulağımla duyduklarımı kâğıda yazdım, diye kısık bir sesle söyledi.
Sinirlenen koğuşturmacının gözlerinden sanki ateş çıkıyordu:
–Çar’ı devirme sırasındaki Bolşevikler’in yerini, tarihdeki işçi tabakasının yerini yanlış anlatıp gelenekçi, milliyetçi bakış açısıyla propaganda yaparak İngiltere’nin bozucu siyasetine hizmet edenleri kimler yönetiyor? Söyle!
–Nesi gelenekçi, nesi milliyetçilik? Daha dün hepimizin yaşadığı olay değil mi bu? diyen Mukay Kambarov koğuşturmacının sorusunu anlayamıyordu. Belki çare olur düşüncesiyle:
–Yoldaş koğuşturmacı ben parti üyesiyim! dedi.
–Karagız’ın bedduası kabul oldu diye söylediğiniz bir saçmalık var! Komünist partinin üyelik kartı arkasına saklanarak, büyük Rus halkını kötü gösteren, Ruslarla dalga geçen kitap yayınlamak istediniz! Ruslara karşı böyle bir edebiyatı yaymak istediniz! Doğru mu? diye koğuşturmacı onu korkutuyordu.
Sorgu işte böyle konuşmalarla geçmişti. O şimdi, Abdırakmanov’un nasıl cevap verdiğini tam olarak hatırlamıyordu.
Koğuşturmacı ikisini de döverek kendi istediğini söyletene kadar, elleri kırılana kadar çevirip, kafalarını var gücüyle kovadaki suya sokup ikisini de sırasıyla boğarak “Evet, evet suçu kabul ediyorum!” dedirtiyordu. “Çarlığın Lenin’e devredildiği ve Bolşeviklerin devrettiği tarihî olayı değiştirdiğiniz, insanları Ekim Devrimi’ne karşı kışkırttığınız ve büyük Rus halkına hakaret ettiğiniz gerçek mi?” diye tekrar tekrar sorup “Evet! Gerçek!” diye avaz avaz bağırtarak tekrar ettirip, suçu kabul ettiklerine kanıt olarak imza attırmış, sonra tek kişilik soğuk hücreye hapsetmişti. Aylarca süren bu azap ilk başta Ürkün şiirlerinden dolayı başlamıştı. Hangi günahı için böyle bir alın yazısı olduğunu anlayamayan Mukay Kambarov’un kafası karışıktı, en sonunda da casusluk suçunun ne için atfedildiğini anlayamamıştı.
“Atalarımın bile duymadığı hangi İngiltere? İngiltere nerede ki? Bedel nerede? O günlerden bu zamana kadar yirmi iki sene geçmiş” dedi Mukay Kambarov. “Bırak İngiltere’yi, Bedel’deki olayı anlatayım yazayım” diyordu. “O zamandaki gördüklerimi söylemeden, vicdan azabı çektiren bu olayı yazmadan nasıl ölürüm ben!” diye konuştuğunu hatırladı.
Karagız Ana “Büyük konuşma oğlum.” derdi, yoksa büyük mü konuşmuştu? Kırgızlar “Bedduan kendi başını yesin” derlerdi, çok eskiden beri duyulan bu bedduayla mı kandırıldı? Zalim dünya! Mukay Kambarov derin bir iç çekti. Eski zamanlardaki yirmi senelik olaylar gözleri önünde canlandı.

II
Gece toplanarak yola çıkıp ata binen insanlar ay ışığıyla bir tepeyi geçerek, şafak ağarmak üzereyken sınırdaki büyük dağa doğru çıkmaya başladılar. Şafak ağarana kadar bu tepeyi geçip yabancılara görünmeden öbür yamaca ulaşmak için atlarını hızlıca sürüyorlardı.
Onlar, Çin topraklarındaki Kalmukların yılkı sürüsüne saldırarak ele geçirmeye giden Kudayan Kırgızlarıydı. Kalmukların yılkı sürüsünü getirmek için komşu Kazak veya diğer Kırgız boylarının atlarına dokunulmazdı. Kalmuk’a saldırmak Rus sömürgeciyi göz ardı edip, sınırını bozarak, Çin’e geçmek demektir. Sömürgecinin ezici zulmü dayanılmaz hale geldiğinden, Kırgızların dik başlılığı yok olmuştu. Bordu’nun ağzından Çin sınırına kadar, Bugu Boyu’nun köyü hızlıca geçilirse, dört günlük yol diye söylenmişti. İşte söylendiği gibi dördüncü günü bu geçidi geçiyorlardı.
Barımtaçıların önünde grubun yöneticisi, herkesin güvendiği Narboto gidiyordu. Hepsi başlarına yazma bağlamışlardı. Omuzları geniş güçlü orta yaştaki barımtaçıların arasında genç delikanlılar da vardı. Ruslar gelene kadarki askerlik geleneği böyleymiş, başkalarının hayvanlarını ürküterek, kaçırıp sahiplenme geleneği olan barımtaçılığı öğrensinler diye büyükler uyanık gençlerden iki üç tanesini yanlarına almışlardı. Halk arasından seçilen ve Ruslar tarafından verilen boluşluk görevine sahip olan babası, iş için gittiğinden, ondan izin alamayıp, yolda karşılaştığı uzaktan abisi sayılan Narboto’yla yola koyulanların biri de Mukay’dı. “Erkek misin?” diye kışkırttıklarında “Büyüdüğümü göstereyim mi size?” diye düşünerek evine gitmeden onlara karışıvermişti.
Kırgızların bu topraklara önceden olduğu gibi serbestçe girememelerinden bu yana çok zaman geçmişti? Ruslara boyun eğilen zamanda Şabdanlar ve Balbaylar, Komiser’in sözünü dinlemeden Kalmuklara gidip at sürüsünü sürüp getirdiğini duymuşlardı. Buraya atlı olanlar hala gelebiliyordu. Kudayan Boyu’ndan Narboto buradan çok geçmişti. Bu toprakları ve at sürüsünü sürüp götürmenin yollarını en iyi bilen de oydu.
Önde gitmekte olan Narboto geçidi geçmek üzereyken sıra halinde at sürmekte olan barımtaçılara kamçısını kaldırdı: “Çin sınırını geçeceğiz.” diye işaret etti. Barımtaçılar atın boynuna doğru eğildiler. Büyükleri takip eden gençler de başlarını eğerek, eyerin başına yapıştılar.
Sınırda Çin’in askerinin durup, geçip gidenleri kayıt ettiğini ve nedensiz atla gezenleri hapsettiğini duymuşlardı. Barımtaçılar, bekçisi daha az olan taraf diye bu yolu seçmişlerdi, atın boynuna doğru eğilerek geçitten geçmeye devam ettiler.
Yamaçta atlarını sürerek, yolda iz bıraktılar. Bu topraklar onlara yabancı gelmiyordu. Hafif sisle örtülen ay ışığında çevrede gözle görülebilen sadece dağlardı. Sadece “Çin” denilen isim olmasaydı, tepenin bu yanında kendilerinin göç ettikleri meskenler, yaşadıkları yaylalar gibi geniş değil miydi? Tövbe, “Çin” dendiğinde dağı geçer geçmez kuru step, serçenin çamur yuvası, ondan sonra da kapalı kaleler, belki altı yedi şehrin ucu bucağı görünür diye düşünmüşlerdi. “Sınırı geçtik.” diyen olmasa, Bugu Kırgızları’nın sınırına kadar en iyi göç edilebilecek yerdi burası diye düşündüler. Uzun, geniş Kerme Dağ, uçsuz bucaksız uzanıyormuş gibi görünüyordu. Atın karnına kadar uzayan otları olan güzel bir otlak burası, dinlenmek için güzel bir yer diye düşündüler. Yavaşça yükseliyorlardı, “Bu çukur vadiler bizim Betegelüü Çongtaş’ın ta kendisi değil mi?” diyorlardı.
–Betegelüü Çongtaş en güzel yerdir! dedi Narboto.
–Sınırı belirlerken yamacın bu tarafını Çin, diğer tarafını da Çar’ın toprakları diye ayırmışlar, dedi Kırgızların biri.
–Çok eskiden İle’ye kadarki toprakların hepsi Kırgızlarınmış, diye konuştu atının yürüyüşünden şikâyet ederek gelen delikanlı bilmişce davranarak, buralar Sarıbagış Boyu’nun yerleriymiş dedi.
Bunu duyan diğerleri ise “Öyle miymiş?” diye şaşırarak inandılar. Kaybolmakta olan yıldızlara bakarak şafağın sökmeye başladığını anlayan barımtaçılar, dikkatle giderek kısrak sağım vaktinde dağın eteğine indiler. Yabancı birisine takılmadan, geçidi tahmin ettiklerinden daha erken geçtikleri için rahatlayarak “Oh!” dediler. “Şimdi eğer Allah yardım eder de at sürüsünün olduğu otlağı bulursak, çok şanslıyız.” diye yollarına ilk çıkan at sürüsünü sürüp götürmeye hazırlandılar.
Narboto barımtaçıları çam ağaçlı vadiye doğru getirip, güzel otlaklı bir yer bularak durdu. “Atınızı otlatın!” dedi. Delikanlılar atlarının eyer kayışlarını boşaltmadan, kösteklerini çıkartmadan otlatmaya başladılar. “Şimdi Narboto ne diyecek?” diye bekliyorlardı. Atının yürüyüşünden şikâyet eden delikanlı:
–Deve derisinden karkıtlarınızda bir şey kaldı mı? dedi. Acıkmış görünüyordu. Kımız koyulmuş boşalmış olan el tulumları, eyerin terkisinde asılıydı. Kımızın sonuncusunu Narboto’nun atının terkisinde asılı duran büyük tulumdan içmişlerdi. Gençler ses çıkarmadan büyüklere baktılar, büyükler de karkıtlarını karıştırdılar. Yiyecekleri azalmıştı. Bozulmayacak yiyecekler koyulan karkıtların son molalarında kımız koyulan tulumlar gibi boş olduğunu bilseler de karıştırdılar. Tok tutan yiyeceklerden azıcık bir şey kalmıştı, karıştırılan karkıtlarından çıkan et avuç doldurmuyordu. Bu eti azar azar bölüşüp yediler. Ona razı olmayan az önceki delikanlı dağın bağrını oyarak çıkıp güçlü akan soğuk suyla karkıtını yarısına kadar doldurarak dibinde kalanları o suya karıştırıp yutuverdi. Buzların arasından akan soğuk su başına vuran delikanlı “Oh!” diye alnını sıvazladı. Onun burnuna karkıtın kokusu her daim geliyordu. Yarı canlı zayıf atın, un helvasıyla karıştırılmış yağlı eti ve deve etinin kokusu geliyordu.
–Diş sızlatan suyu içti! diye arkadaşları onun yaptığını kınadılar.
Göğe bakarak şafağın sökmeye başladığını tahmin eden Narboto:
–Yılkı sürüsüne gece saldırılır, geceye kadar derede saklansak olur mu? diye sordu.
–Saldıracağız! dedi yiğitler. Bir gün daha akşama kadar beklerlerse karınları acıkıp, güçlerinin kalmayacağını düşündüler, şu an saldırmaları gerektiğini söylediler.
–Dereye saklanacak kadar porsuk muyuz biz? Bakalım, arayalım yakın yerlerde bir sürü bulursak sürüp getirelim. Nöbetçi askerler yoktu! Onlar yokken sürüyü bu dağdan geçiremeyecek kadar gücümüz yok mu yani? dediler.
“Güvenilir yiğitler böyle söylüyorsa, tamamdır” diye Narboto bu teklifi kabul etti. Biraz dinlendikten sonra:
–O zaman hadi atınıza binin! Şafak sökmeden harekete geçelim! dedi.
Dağ yamacına tırmanmaya başladılar. Atlarını sürerek Kalmukların yılkı sürüsünün bulunduğu otlağa geldiler. Günün aydınlanmasıyla otlağa iyice baktılar. Canlarını dişlerine takarak aradıkları ganimetler, kar gibi çiylere bürünen otlakta yayılıyorlardı. “Çin mandası ya da sığır sürüsü olmasın sakın?” diye iyice baktılar. Hayır, yılkı sürüsü olduğunu anlamışlardı. “Yanılmamışız!” dediler. Hatta bu sürü sınırdan geçtikleri geçide de yakındı. “Bu geçidi geçirirsek, kalabalığın olmadığı bir yer bularak saklarız. Böylece gündüz saklanıp gece sürüyü sürüp götürürüz” diye düşündüler.
Gençleri beraberlerinde götürmenin tehlikeli olabileceğini düşündüklerinden onları dönemeçte bıraktılar. Onlara “Buradan bize katılacaksınız, ses çıkarmadan dikkatlice durun!” diye tembih ettiler. Gençler de “At sürüsünün ayak sesleri ne zaman duyulacak?” diye beklemeye başladılar.
Büyükler yüksek tepelerin arasında gözden kayboldular. Dağın kat kat yamaçlarının arasından, yaklaşıp sürüye iyice baktılar. Kalmukların yılkı sürüsü gün ışığında göze çok güzel göründü. Atların boyunları kalın, kaburgaları et bağlamıştı. Ne kadar da semizlerdi! Allah’tan kulunu yokmuş, yavrusuz at sürüsüymüş “Sürmesi kolaydır.” diye sevindiler. Süt veren at sürüsünü sürmek zordur, süt emen tay atın yanından ayrılmaz, ortada aygır da dolaşarak sürüyü korur, dişlemeye çalışarak işlerini zorlaştırırdı. “Şimdi bu sürüyü sürmeye başlasak, geçidi geçiririz” diye düşündüler.
At çobanı Kalmuklar, “Şafak ağarana kadar baktık, şafak ağarmak üzere, şimdi eve gidelim.” diye gitmişler midir yoksa bir oyuğa girip dinleniyorlar mıdır acaba? Sürünün yakınlarında kimse gözükmüyordu. Sadece çok uzaktaki derede Kalmukların köpeğinin havladığı duyuluyordu. Tepelerin arasında bir Kalmuk köyü yer almaktaydı.
Yiğitler ses çıkartmadan yaklaşarak ufak sürüler halinde otlamakta olan atların arasına girdiler. İlk başta, atların arasında belli olmayalım diye eğilerek eyerlerine yapışıp kamçılarını dişleyerek üzengideki ayaklarıyla atlarının sağrılarına hızlı hızlı vurarak, sessizce otlamakta olan büyük sürünün içerisinden sürüp götüreceklerini ayırdılar. Sürüyü yönlendirip kendilerine doğru çektiler ve sürüyü aygırla birlikte ayırdılar. Sonra yavaşça sürüyü sürmeye başladılar. İlk başta aygır sürüyü engellemedi. Sonrasında sürüyü korumak için tekrar büyük sürüye doğru döndürmeye başladı, sürü de aygıra uyarak yönlerini değiştirdi. Bunu gören yiğitler haykırışlarla atlarını hızla sürerek sürüyü ürküttü. Ellerinde sürüyü ürkütmek için bir tüfekleri bile yoktu zavallıların. Narboto yüksek sesle atını dehleyip, kamçısıyla vurarak hızlandırdı. Yiğitler de canhıraş bir kalarak sürüyü önlerine kattılar.
Kişneyen aygır başını öne eğerek aşağı doğru koşmaya başlayınca yılkılar da onları sürenlerin üzerine doğru, aygırın peşinden koştu. Aşağı doğru inmeye başladı. Sürünün patırtıyla öne doğru gittiklerini görünce barımtaçılar bir ağızdan “Sürüyü aldık, aldık!” diye sevinç nidaları attılar. Çevrede bir anda bağırış çağırışlar yükselerek şafak sessizliği bozuldu.
Sürünün sahibi Kalmuklar meğer Kırgızlardan da kurnazmış. “Karılarının koynunda uyuyor.” diye düşünmüşlerdi ki, yakınlarda bir kaç Kalmuk varmış. Sürünün bozulmasıyla çıkan seslerden uyanan nöbetçi Kalmuk bağırarak önlerine çıktı. Yiğitler, onu bir vuruşta yere serdiler.
Eyerinden düşen, bir yandan da dayak yemekten korkan Kalmuk, kendine geldikten sonra kaçırılan sürüyü kurtarmak için yardım isteyerek koşmaya başladı. Hulkaç! Hulkaç! Alaç, küüne em talaç! “Kör olası Kalmuk uyuma! Neredesin? Hırsız saldırdı sürüye!” diye bağırdı. “Aman! Çabuk gidin! Çabuk! Ön taraftan çıkarmayın!” diye bağırarak Kırgızlar sürüyü sürerek gidiyorlardı.
Çok geçmeden tepelerin arasına yerleşen köyden at sürüsüne bakan Kalmuklar çıktılar. Sürünün önüne çıkıp karışıverdiler. Hırsızla sürünün sahibinin karıştığı bu kargaşada hırsızları ayırt edemiyorlardı, kendi boylarından birisi mi yoksa hırsız mı bilemiyorlardı. Vuruşurken konuşmalarından ve sövgülerinden kendi boylarından mı yoksa düşman mı olduklarını ancak anlayabiliyorlardı. Üzengileri birbirine çarpmaktaydı ve sert bir kavga cereyan ediyordu.
Sürünün koşuşturmalarından yer titriyor, başı yarılmış Kalmukların feryatları ve Kırgızların haykırışları duyuluyordu. Barımtaçılar geri adım atmadı. Canlarını dişlerine takan inatçı Kırgızlar, “Ganimetimiz nasip olsun, işimiz başarılı olsun” diyerek, “İnşallah sürüyü aldık, Allah’ım bizi bir defa daha koru” diye yalvarıyorlardı.
“Geçide ulaşıp orayı geçersek, Kalmuklar Rusların sınırından korkarak peşimizi bırakırlar.” diye umut ediyorlardı.
Beklemeleri için anlaştıkları yere ulaşınca gençler de onlara katıldı. Böyle bir olayı görmeyen gençler için yılkıların yeri titreten koşuşturması Manas Semetey’in dönemindeki yağma gibi hissedildi. Onlar da büyüklerinin arasına karışarak beraber at sürmeye başladılar.
Barımtaçılar, peşimizdekilerden kurtulduk, şimdi biraz daha gidersek, tepeye ulaşırız diye düşünüyorlardı. Bir grup oraya gidip toplandı.
Şafak sökerken bir gürültü koptu. Toplanıp gelen Kalmuklar, yan taraftan saldırıya geçtiler. İnatçı Kırgızlar, “Takip edenlere yılkı sürüsünü bırakıp kaçmaktansa ölmemiz yeğdir” diyerek sürüyü hızla sürdüler. Çok yakından kovalayan Kalmuk’un tüfeğinden barımtaçılar korkacak gibi değildi. Narboto’nun inatçı kahramanlığı şaşırtıcıydı. Yaklaşan Kalmuk’a vurduğunda, onu atın üzerinden kütük gibi deviriyordu. Diğerlerine nasıl görünüyor bilinmez ama Mukay gibi gençlere durum böyle görünüyordu. Gözlerinin önünde kahraman Kurmanbek ve Er Tabıldı canlanıverdi.
Barımtaçılar at üzerinde giderken sopalarıyla vurarak Kalmuklardan kurtulmaya çalışıyordu. Kalmuklar ise onların geçidi geçmelerine engel olmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Kalmuklar, çok geçmeden başından beri büyüklerin gençleri koruduğunu, atlarının dizginlerini tutarak yardım ettiğini fark ettiler. O gençlerden birinin yanında kimsenin olmadığını gören bir Kalmuk, Mukay’ın yanına yaklaşırken, onun önünü kesen Kırgız’ın acı çığlığı kulaklarını inletti. Mukay sesin geldiği tarafa baktığında, ardından gelmekte olan barımtaçının attan düştüğünü ve Kalmukların ona mızraklarıyla acımasızca vurduğunu gördü. Yüreği ağzına gelen Mukay kendini toparlayarak Narboto’ya seslendi.
–Abi, Abi! Öldü! diye bir yandan bağırıyor, bir yandan da kamçısıyla orayı gösteriyordu.
Narboto atının gemini çekti. Kendisiyle beraber gelen arkadaşına mızraklarını sapladıklarını uzaktan gördü.
Atını çeviren Narboto’yu görünce yoldaşları da geri döndü.
–Büyükler benimle gelin, diğerleriniz ardınıza bakmadan hızlıca atlarınızı sürmeye devam edin! dedi, Narboto altı yoldaşıyla geriye dönüp nara atarak Kalmukların üzerine atını sürdü.
Kırgızlar kendilerini kovalayan Kalmuklarla tekrar vuruşmaya başladılar. Var gücüyle gelen Narboto, Kalmukların en heybetlisinin karşısına çıkıp topuzuyla vurup düşürdü. Ardına dönüp bir başkasını daha yere indirdi. Topuzunu yukarı kaldırıp “Haydi siz de gelin, gücünüzü göreyim.” diye yerinde duramıyor, atıyla bir sağa bir sola dönüyordu.
Etrafı boşalan Narboto, arkadaşları savaşırken atını sürüp ölen Kırgız’ın yanına vardı. Arkadaşı yerde, kolları ve ayakları iki yana açılmış yatıyordu. Sağken küçük görünen arkadaşının bedeni şimdi sırt üstü cansız yatarken ona heybetli göründü. Denedi, ancak onu eyere kaldıramadı. Kaldırsa da uzağa götüremeyeceğini anladı. Ancak göz göre göre “Onu nasıl burada bırakacağım?” “Annesine ne diyeceğim?” “Halkıma hangi yüzle bakacağım?” diye düşünüyor, bir çıkar yol bulamıyordu. Sonra “Sözüm yere düşeceğine hiç değilse kemiklerini götüreyim.” diye düşündü. Atını kaçırmamak için dizgini uzun bırakıp, kıldan örülmüş dizginin ucunu dişleyerek, diz çöküp oturdu.
Koynundan hançer çıkarıp arkadaşının cansız bedeninden kıyafetlerini keserek çıkardı. Ölünün bedeni çıplak kalmıştı.
Yüreği acımasız bir kahraman olsan bile, insanı kesmek insanı öldürmekten daha zormuş. Demin gülen gözlerini gördüğüm, daha dün beraber gezdiğim, beraber yemek yediğim arkadaşımın cesedini kesmek, ecelini arayıp karşısına çıkan düşmanın kafasına vurup, düşürerek öldürmek gibi değilmiş. “Hayır, düşmana ceset bırakılmaz!” diye çok defa duymuştu. Narboto cesede bakınca biraz ürperdi. Kendini toparladı, gözyaşını akıtıp, dik durmaya çalıştı. İçinden “Of!” diye irkilerek, elini kaldırıp hançerini cesedin karnına batırırken kıldan yapılan dizgini koparırcasına gibi sıkıca ısırıyordu.
Hançeriyle cesedin karnını yardı. Etrafa kan yayılıyordu. Hançerinin ucunu döş tarafına doğru çekti. İki hareketle karnını, bağırsaklarını karıştırıverdi. Hançerini gırtlağına kadar çekti. Sonra kuvvetle elini sokup, ciğerini, kalbini içinden çekti aldı, bağırsaklarıyla beraber çıkardı.
Atar damarından fışkıran sıcak kan yüzüne sıçradı. Gözüne, burnuna yapışan kanı büyük elleriyle silince yanağından aşağı doğru akan terle karışıp kanın acı tadı ağzına geldi. Ağzına gelen acı kanı eğilip tükürdü. Hançerini tekrar sokarak böğrünü kesti, sımsıkı tutarak, kaburgalarını kesti. Kalın bacağını keserek, kemiğini parçaladı. Acele içinde büyük elleriyle hançeri sağa sola çekiyordu. Kızıl kan etrafına yayılarak, yeşil otlağı kızıla boyandı. Sıcak kan çiy damlalarıyla karışarak buharlaşıyordu, çıkan kokudan tam kendini kaybedip yere düşecekken “Hey!” diye çıkan sesle kendine geldi. Üzerine gelmekte olan Kalmuk’u yiğitlerin saldırarak uzaklaştırdığını gördü. Toynakları yeri oyan atını ustaca süren Kalmuk yine yaklaştı. Bu sefer ulaşmasına çok az kalmıştı. Atı ondan ürkünce, kıl dizgini dişleyen kocaman dişleri kırılacak gibi oldu. Yiğitleri bir defa daha Kalmuk’u uzaklaştırdı.
Kalmuk yakınlarda görünmeyince, sağa sola bakan Narboto acele ediyordu. Etinden kemiği, kemikten eti ayırdı. Omurgasını kırıp cesedi belinden ikiye bükerek sallanan kafasını kesti. Eyerin terkisinde asılı duran deve derisinden yapılan tulumu sol eliyle alıp sererek parçalanmış cesedi hızlıca içine koymaya başladı. Koyduktan sonra en son başını sıkıştırıp zıplayarak atına binip eğilerek tulumu yerden aldı. Tulumu eyerin terkisine bağlayıp atını koşturmaya başladı. Koştururken de bağırdı:
–Kaçın, kaçın! Bırakın atları, canınızı kurtarın!
Arkadaşları “Narboto emretti, çok yazık!” diyerek önlerindeki sürüyü kıyamasalar da bırakarak atını hızlıca sürmekte olan Narboto’nun arkasından at koşturdular. Kalmuklar biraz kovaladıktan sonra sürüyü kurtardıklarına sevinerek kovalamayı bıraktılar.
Erken kaçmaya koyulanlar uzaklaşmış, şafak tamamen ağarınca geride kalanlar Rusların sınırında onlara ulaşmıştı. Avını ağzından kaptıran kurt gibi şansız barımtaçılar atları terleyene kadar sürerek geçidi geçerek dere tepelerden aşıp izlerini kaybettirdiler. Sık ormanlı alana girip çamların dibine gelerek dinlenmek için durdular.
Perişan haldeydiler. Bazılarının yüzü gözü yaralanmış üstleri kana bulanmıştı. Birisinin yarası ağırdı. Sırtından mızrakla yara alan yiğit eyerin başını zorla tutarak duruyordu, düşecekken arkadaşları yakalayıp yere indirdi. Acı acı inliyordu. Tüm gücüyle bağıran Narboto atının dizginini çekerek üzenginin üstünde ayağa kalktı.
Terkisine tulumu bağlayan Narboto’nun cesedi alıp kaçtığını büyükler biliyordu ama genç delikanlılar fark etmemişti.
–Zavallının cesedini Kalmuk’un elinden aldım! Yoksa toprağa verilmeden Kalmuk’un toprağında kalırdı zavallının cesedi! diye bağırdı üstü başı kana bulanan Narboto.
Onun böyle bağırdığını işitenlerin yüreği titriyordu.
Arkadaşlarını kaybettikleri için herkes üzgündü.
Gençler neler olduğunu o zaman anladı. Onlar daha dün beraber yola çıktıkları, birlikte yılkıya saldırdıkları Kırgız’ın parçalanmış kemiklerinin tulumda olduğunu da o zaman anlamışlardı. Ruslara vergi ödeye ödeye hayvan kalmadı. Kıtlıktan ölmektense, ata geleneğini sürdürüp yılkı sürüp getirelim diye düşünen Kırgızlar, içlerinden birini böylece kaybetmişlerdi. Gençlere başta yılkı sürüp kaçırmak çok ilginç gelmişti. Yılkıların ayak sesleri farklı bir dünyaya salmıştı onları. Şimdiyse o dünyadan hiçbir eser yoktu. Takatsız kalmış, sessizce başlarını öne eğerek oturuyorlardı.
Beş altı Kırgız, hiç ses çıkarmadan geldi. İçlerinden birisi Narboto’nun bindiği aygırın dizgininden tuttu. Diğerleri de terkide asılı olan kana bulanmış tulumu dikkatlice indirdiler.
–Ağzını açıp bakacağına, tutsana atı! diye bağırıverdi barımtaçılardan birisi. Benzi sararıp, gözleri fal taşı gibi açılmış Mukay, işte o zaman kendine gelerek Narboto’nun atının dizgininden tuttu.
–Okutacağız diye çocuğumuzu bozuyoruz, diyen barımtaçı, atı tutamayan Mukay’a sert bir şekilde baktı. “Bu, sünepelerin duyacağı söz. Benim neyim bozulmuş?” diye düşündü Mukay içinden “Sen olmasaydın, ölmeyecekti demek istedi galiba.” diye düşünüp ona karşı cevap veremedi, sustu.
Tulumun ağzı yarı kapatılmıştı. Mukay, tulumun bu ağzından insanın etten yeni ayrılmış kana bulanmış kemiklerini ve kocaman kaburgalarını gördü. Daha dün kendileriyle beraber “Atım kötü bir at.” diye şikâyet eden, tanıdığı Kırgız’ın kana bulanmış başı duruyordu. “Bu dağın geçidi, Çin ile Kırgız’ın sınırı.”, “Birçok Kırgız’ın toprağı yitip gitti” diye üzülen barımtaçının kanlı başıydı bu! Derede atları otlatalım diye durduğumuzda et yemek isteyip, karkıttaki dayanıklı yiyeceklerin kalıntılarını soğuk suya karıştırarak içeceğim derken donmuştu zavallı. Vücudu parçalanıp tuluma sokulmuştu, gözü yarı kapalıydı. Kafası boynundan kesilmiş, kan içindeydi. Tüm bunlara rağmen tulumun ağzından dışa dönük olan yüzü hala tanınıyordu. Vücudundan ayrılmış geniş alınlı yüzünü görünce, Mukay’ın vücudu titreyip midesi ağzına geliyordu.

III
Yöneticiler tarafından her daim sırtı sıvazlanan, onların kudretli avuçlarının sıcaklığını hisseden, istekleri yerine gelince her zaman mutlu dolaşan Kambar Boluş bu sefer Komiser’in evinden memnuniyetsiz çıktı. Yüzünden hissedilmese de, içinden “Keşke! Başka toprağı verseydim de Betegelüü Çongtaşı vermeseydim.” diye geçiyordu. Hangarın bel yüksekliğindeki tahta korkuluklarına tutunarak taş döşemeli merdiven basamaklarından dikkatle inerken bu halini yanındaki Komiser’e ve tercümanına belli etmiyordu. Deminden beri dışarıda beklerken, domuz besicisi Rus’un ahırından gelen kötü kokudan midesi kalkan, artık tahammülü kalmayan yiğitlerinin ve Kırgız halkının önünde dik durmaya çalışarak heybetinden ödün vermiyordu.
Ahırın köşesindeki büyük ağacın gölgesinde binek atlarını hazır tutmakta olan, Boluş’un çıkmasını dört gözle bekleyen Kırgızlar, Kambar Boluş’u bağlı atına kadar uğurlamaya gelen Komiser’i görünce “Kalkın!” diye bağırarak oturdukları yerden ayağa fırladılar. Börklerini çıkarıp ellerini önlerine bağlayarak başlarını öne eğdiler. “Anlaştık!” dedi Komiser. Kırgızlar börklerini giyerek hızlıca atlarına bindiler. Yaveri siyah atının eyerini sıkıca bağlayarak, atı Boluş’un önüne getirip onun ata binmesine yardım ederken, Komiser ile tercümanı “Görüşmek üzere Kambar Bey!” diye el salladılar. Kamçısının deri bağını eline geçirip sağ elini göğsüne koyan Kambar Bey de “Görüşmek üzere Komiser Bey. Misafirperverliğiniz için minnettarım. Çok teşekkür ederim.” diye başını öne eğdi. Atını sürüp yola çıktı. Orada beklemekte olan Kırgızlar, “Komiser yaş olarak Kambar Boluş’tan büyük olsa da mütevazı bir şekilde büyük bir saygı gösterdi” diye düşündüler. Boluş’un arkasından onu takip ettiler. “Bana saygı mı gösterdi yoksa üzerimde baskı mı oluşturdu?” diye içinden geçiren Kambar Boluş önde gidiyordu. Komiser’in evinde olup biteni tekrar gözünün önünde canlandırdı. Boluş’a vicdan azabı çektiren olay şöyle olmuştu:
Savaş sebebiyle halktan toplanan yüklü miktardaki vergi için, köy kadınları “Faydasını görmediğimiz emeklerimiz, kahrolsun!” diye Ruslara beddua ederlerdi. Nakışlı, şırdak dedikleri keçeleri, kocalarımız giysin diye diktikleri deri kürkleri, atın kuyruk ve yelesinden ördükleri urganları, deveye yükleyip vergi toplayan Ruslara kendi elleriyle verdikten sonra Kambar Boluş Komiser’in evine girdi.
–Tamam, buyur tamam! Dobrıy den. Rad Vas videt, Kambar mirza! “İyi günler, sizi gördüğüme memnun oldum Kambar Bey!” diyerek Komiser’in, kapıyı aralayıp eliyle yaptığı “buyrun” şeklindeki işaret, Boluş’a kendisine gösterilen saygı ifadesi olarak gelmişti.
Tercümanı genç bir Kırgızdı. Onun dediklerini çeviriyordu. Girer girmez Kırgızların yaptığı gibi yiyecek dolu sofranın kenarına oturup hal hatır sordular.
Bakırdan yapılan semaveri vardır Rusların, emziğinden çay koyulurken borusunda ateşi olur. Böyle bir semaverden çay sunuldu. Çayla beraber bal sunuldu. “Dağ balı, bu yakınlardaki bizim Taldı Bulak’ta yaşayan Rusların balı, tadına bakın!” diye tercüman kâseyi uzatınca Kambar Boluş demir kaşığın yarısıyla alıp tadına baktı. “Lezzetliymiş!” diyerek beğendiğini belirti. Balcılar bu topraklara gelmeden önce Taldı Bulak’ta Kırgızlar yaşıyordu. O zamanlarda Taldı Bulak’ın kımızının meşhur olduğunu ve buralara bereketli topraklar dendiğini hatırladı. Rusların “samagon” adını verdikleri el yapımı votkadan, Komiser şişe gibi yuvarlak bir cam kâseye koyarak sundu. Kambar Boluş samagonun tadına bakar bakmaz kusacak gibi oldu.
–Lezzetli diye düşünmüştüm, çok acıymış bu, diye kâseyi önünden uzağa koydu.
–Kambar Bey benim sizinle önemli bir meseleyi konuşmam gerekiyor, dedi Komiser çayı yudumlarken. Bunu tercüman çevirince, Kambar merakla ona baktı.
–Çok önemli bir mesele!
Rus’un yüzüne bakmasına rağmen onu anlamıyordu, tercümanın ağzından “Çok önemli bir mesele” sözübü duyunca Kambar Boluş ciddi bir surat ifadesiyle tercümanın ağzına baktı. Komiser konuşurken ona bakıyor, tercüman çevirmeye başlayınca bakışlarını ona çeviriyordu.
–Büyük Çar’ın emrine binaen, hazineye ait topraklarda çiftlikler oluşturmak gerekiyor.
Tercüman tercüme edince, Kambar tekrar sordu:
–Çiftlik mi diyor?
–Evet, evet çiftlik için toprak belirlenecek.
–Hangi toprakmış?
–Betegelüü Çongtaş’ın giriş tarafında da bir çiftlik kurulacak.
Kambar Boluş irkildi. Başka toprakları neyse ne de, Betegelüü Çongtaş’ı almak istemelerini rüyasında görse bile inanmazdı. Gözleri karardı. “Aman, Betegelüü Çongtaş’ı vermek, canımızı vermekle eş değer. Tüm Kudayan Boyu buna karşı çıkar” diye düşündü.
–Birkaç gün sonra topograflarla gelip toprakları belirleyeceğiz. Bunu halkınıza iletin, oraya yerleşenler varsa, başka yere taşıtın Kambar Bey, dedi Komiser.
“Otlağımız git gide azaldı, Ruslara inanarak topraklarımızı, yerlerimizi hektar hektar kaybettik” diye dert yanmamış mıydı halkı? Şikâyetler aklının bir köşesinde duran Boluş’un bu durum zoruna gitti.
–Komiser Bey! Bizim boyun topraklarına birkaç Rus köyü yerleşti. Şimdi yine bir köy yerleşirse, tamamen otlağımız daralacak, dere tepeye mi göçeceğiz. Diğer Kırgızların toprakları geniştir… deyiverdi Kambar.
–Hangi Kırgızların? diye sordu Komiser kızgın gözlerle.
–Komiser Bey komşumuz Sayak Boyu ile Bugu Boyu’nun toprakları geniştir.
Kambar Boluş Sayak ile Bugu’nun otlağını tepeden gösteriyormuşçasına işaret parmağıyla ön tarafını gösterip başıyla dışarıya doğru işaret etti.
–Kambar Bey diğer Kırgızların topraklarında da köy kurulacak. Şimdi burada söz konusu Kudayan Boyu’nun yaşadığı topraklar. Bu benim emrim değildir. Göç idaresinin amirine verilen, Çar’ın emiridir. Bizim sadece bu emri yerine getirmemiz gerekmektedir.
–Komiser Bey! Betegelüü Çongtaş köye uygun muymuş? Dağın eteği değil mi?…
–En uygunu!
Kambar Boluş “Belki şöyle dersem vazgeçer” düşüncesiyle:
–Komiser Bey! Ben Çar’a iyi niyetimle hizmet eden birisiyim. Ama söylemem gerekiyor ki, halk arasında karşı çıkanlar var.
–Kimlermiş onlar? Söyleyin bize, Rus yasalarına boyun eğmeyenler kimmiş? Haddini bilmeyenlere cezasını veriniz!
–Halkın bu durumdan memnun olmadığını hatırlatayım demiştim.
Boluş, samagondan yudumlayan Komiser’in, sinirlendiğini hissetti. “Sen” diye konuşmaya başladı.
–Rus devletinin kurallarına karşı gelen halkın yerinin cezaevi olacağını biliyorsun. Sen ahmakların avukatı mısın?
Tercüman, Komiser’in iki cümlesine iki cümle daha ekleyip “avukatın” kim olduğunu zar zor anlattı Boluş’a.
Kambar ne yapacağını bilemeden birkaç dakika susup başını öne eğerek oturdu. Ter bastı. “Avukatı” haydutları savunan birisi olarak anlamıştı. “Haydutlara mı katıldın?” demek istedi galiba. Kafası karışmıştı. Halkın şikâyetlerini şimdi kime söyleyecekti? Komiser ise tam tersine, toprak talebi ile halkına söyle diyor. O bu şikâyeti duymayacak ki? Beyaz Çar’ın adaletli olduğunu söylüyorlar, emir veren o Çar’ı kim görmüş ki? Halkının isteğiyle önceden dilekçe yazıp göndermiş, o dilekçe Almatı’daki Komiser’in ofisinde kalmıştı. Neredeyse bu sebepten boluşluktan atılıp ceza alacaktı.
Komiser karşı çıkanların, isimlerinin zamanında söylenmesi gerektiğini bir kere daha hatırlattı.
–Halkı karıştıranlar kimlermiş?
Kambar, halkın şikâyetine uyarak “Neden galeyana geldim?” diye çok pişman olmuştu. Şu tercüman da çok oluyordu. Komiser bir söylese, o iki defa tekrarlıyor, sanki o da sorguluyormuş gibi… Hangisine yetişecekti?
Komiser’in bu sorgulamasının bir nedeni vardı. Kırgızların boluşları, köy muhtarları, yönetimin köylerde dolaşan memurları, halkın durumunu gözetleyen ajanlar en ufak haraketi not edip, Kırgızların arasında huzursuzluk var mı diye gizlice bildirmeye başlamıştı. Bazı Kırgız boylarının bu göçlerden rahatsız olup, ayak dirediklerine dair haberler artmıştı.
–Açıktan açığa karşı çıkan yok ama otlağın azaldığından şikâyet edenler oldukça fazla diyerek kurtulabildi Kambar Boluş.
–Biliyoruz, hmm… Betegelüü Çongtaş’ta toprak belirlemek için Verniy’den Yuvaşkeeviç adlı amir ve onunla birlikte Tutintsev bölgesinden yüz asker gelecek. On beş gün orada kalacaklar, dedi Komiser.
“Yüz asker beraber gelecek” diye duyunca Kambar Boluş içinden “Aman!” deyiverdi. Önceden toprakları, asker getirmeden belirlerdi.
Geçmişte Akbeket’in karşısına yer ölçmeye giden memurları, Kırgızların toplanarak kovaladığı olaydan Kambar Boluş habersizdi. Bu sebepten Komiser’in Almatı’dan asker çağırmasına bir anlam veremedi.
Kambar Boluş, öyleyse ben bu emri halka ileteyim de hazırlayayım. Yüce konukları güzelce karşılayalım, diyerek harekete geçti. Kahkaha atan Komiser, Boluş’un sırtını sıvazlayıp, ondan memnuniyetini bildirerek uğurladı.
Kambar Boluş’u düşündüren olay buydu. Boluş ne kadar belli etmemeye çalışsa da, asık suratından durumunu fark eden yiğit:
–Amir nasıl karşıladı, diye konuşturmaya çalıştı.
–Köy kurmak için Betegelüü Çongtaş’ı istedi! dedi lafı dolaştırmadan Kambar Boluş. Onu içinde daha fazla saklayamadı.
–Ne! Betegelüü Çongtaşı mı? dedi. Peşinden gelenlerin gözleri fal taşı gibi açıldı. Suratları düştü. Aralarında mırıldanıp, memnuniyetsizliklerini gösterdiler.
–Kambar Boluş heybetini bozmadan sessizce atını sürüyordu. O “Amire gidip de Boluş’umuz Betegelüü Çongtaşı vermiş.” şeklindeki dedikodunun şimşek hızıyla halk arasına yayılacağını biliyordu. Ama ondan da korkmuyordu. “Bu kadar baskı varken, amirin yer ölçümü için gönderdiklerini nasıl durduracağım?” diye düşünüyordu.
–Rus durduracak bu işi! dedi Kambar aniden.
–Efendim! Nasıl? dedi Kırgızlar.
Kendi aralarında konuşmalarını kesip Boluş’a dikkat kesildiler.
–Zamanı gelince söyleyeceğim! dedi Boluş. Bu şekilde halkını yatıştırmayı düşündü.
Bu kadar karışık düşünceler arasında, çevirmeni hakkında düşünmeye nasıl başladığını anlayamadı. Mukay okuyup Rus eğitimi alırsa az önceki tercüman gibi olacak diye içinden geçirdi. Tercümanın, Çüylü köy ağalarından birinin oğlu olduğunu duymuştu, galiba ismi Abdukerim’di. Yoksa karıştırıyor muydu? Bir defasında “Hangi boydansın?” diye sorduğumda “Solto Boyu’ndanım.” diye cevap vermişti. Tercüman değil mi… Rusların ve Kırgızların düşüncesini okuyormuş sözlerini söylüyordu. Komiser’in dilinde konuşuyor, onun dediğini ikiletmeyen Kırgızlar, gözünün içine bakıyordu. Komiser’den de eksiği yoktu. Kambar gibi birçok boluşa, köy muhtarlarına üstten bakıyordu. Başkaları gibi seçimle gelip, hiç zahmet çekmiyordu. Kambar ona hayrandı, her defasında gördüğünde ona tekrar hayran kalıyordu. İmrenen sadece Kambar değildi, Komiser’in önüne gelen tüm köy muhtarları ve boluşların başlarını sallayıp, onun söylediklerini yaptıkları çok defa duyulmuştu. Boluş, “Mukay’ım o tercüman gibi olsa, oğlumun Komiser’in yanında gezen tercüman olduğunu görsem…” diye hayal ederek köyüne ulaştı.
Köye geldiğinde “Narboto’nun yönettiği yiğitlerin Tekes’in karşısındaki Kalmuk’un at sürüsünü sürüp getirmeye gittiklerini, bu yetmiyormuş gibi oğlu Mukay’ın da onlarla gittiğini” duydu. “Yüce Çar’ın emrini söyleyip, halkımı nasıl yumuşatacağım, Rusların bu yaptıklarını nasıl durduracağım” diye sıkıntı çekiyorken, halkından bozuk adam çıkması da neydi.
Bu olayı yöneticiler duyarsa, rahat bırakmaz! diye düşünen Kambar Boluş’un korkup, hemen sinirden vücudu titremeye başladı. Yöneticiler bu sene boluş ve köy muhtarlarını sık sık çağırıp “Ahali sakin mi?” diye tekrar tekrar sormuşlardı. “Şüphe duyduğunuz bir şey olursa bize hemen iletin!” emrini şehirden daha yeni duyarak gelse de, halkının yaptığı şu işe bak. Ruslar sadece suçluyu sürmekle kalmayacak ki. “Halkına sahip çıkamıyorsun.” diyerek Boluş’a da ceza vermeyecek mi?
“Lanet olsun!” diye söven Kambar Boluş evine gelince, boluşluk görevini unutarak sinirlendi. On iki sütuna sahip büyük on iki kanat boz üyün içerisinde sinirlenerek sağa sola yürüyordu. Kapının yanında dayanmış duran mızrağın ucuna bakarak “Bununla Narboto’yu gebertsem!” diye düşünüyordu. Yanına kimse yaklaşamıyordu. Üç gün boyunca kızgın gezdi. Atalarından miras kalan iktidar, en büyük atası Kudayan’dan beri köy ağalığı olarak süren, Rusların yönetimi başlayınca da boluş unvanıyla devam eden, “boluşluk” unvanı alan bu beyliği, kendi boyunun çocukları hiçe mi sayacaktı? Kendi akrabası olan Narboto bile sözünden çıkar oldu. “Yoksa unvanı almak istediğinden mi böyle yapmıştı? Beni kötü gösterip düşman olması bundan mı?” şeklinde düşünüp anlam veremiyordu. “Partiye üye olmasın sakın?” diye şüphelendi.
Üç gün sabırla bekledikten sonra, halk arasındaki konuşmalara kulak verdiğinde, onların kendi tarafında olduğunu hissetti. “Rusların düzeni geldiğinden beri akla gelmeyen, akla gelse de korkulduğu için kimsenin cesaret edemediği eski gelenek yaşar mı!” dediklerini ihtiyarlardan duydu.
Barımtaya gitmelerinden yedi gün sonra köyün bir ucundan acı feryatlar yükseldi. “Çocuklarımız Bugu Boyu’nun sınırlarından gelirken, Ruslara gözükmeyelim diye tepelerin arasından geçmişler” haberi Boluş’un köyüne, barımtaçılardan önce ulaştı. Bir arkadaşı ölmüş, bir başkası da sırtından mızrak ile yaralanmış, dönüş yolunu yarılamışlar haberi köyde yayıldı. “Ölen arkadaşının etini bırakıp, kemiklerini getiriyorlarmış.” “Gençler de gitmiş, aralarında Boluş’un oğlu da varmış.” şeklinde halkın arasında bir söylenti çıktı.
Ölen yiğidin cenazesine ağlayıp, yaralıyı evine bırakıp, barımtaçılar Boluş’un evinin olduğu yer denilen köye yaklaştıklarında, Boluş’un kâtibi haber verdi:
–Geliyorlar! Narbotolar geliyor! diye bağırdı. Kâtip “Geliyorlar!” diye bağırarak Boluş’a baktı.
–Buraya gelsinler! diye emretti, Kambar Boluş kâtibine.
Barımtaçılar atlarının başını çevirip, Boluş’un evine yaklaştılar.
–Ey, akılsız! Birçok insanın vebaline girdin, kuyruğunu kıs otur dememiş miydim? diye bağırarak yaklaştı Kam-bar Boluş. Yavaşça yürüyerek geriden gelen barımtaçılar Narboto’nun arkasına saklanmaya çalışarak. “Şimdi kendin cevap ver.” dermişçesine bakıyorlardı Narboto’ya. “Yılkı getireceğim.” diye gittim onu da beceremedim. Bu da yetmiyormuş gibi arkadaşlarımdan birini kaybettim diğeri de ağır yaralandı. Narboto, “Fazla üzerime gelirse, ben de karşılık veririm” diye kendisini teskin etti. Ancak yorulmuştu ve kavga edecek hali kalmamıştı.
–Kıtlık zorumuza gidiyordu, çoğunluk istediği için gittim Kambar Ağa, diye kaşlarını çatarak tısladı Narboto.
–Halkın sorununu ne zamandan beri sen çözüyorsun? dedi Kambar.
–Yiğitler istedi!
–Sen bozukların dediğine mi uydun! dedi Kambar Boluş.
–Savaş payı için diye birçok vergi aldıklarından; iyi atlarımızı alıp, iplerimizi bile bırakmadan topladıklarından çaremiz kalmadı ağa! dedi Narboto’nun arkadaşlarından biri. Kambar Boluş, “Sen, kötü Narboto’ya destekçi mi oluyorsun?” diyerek sert sert baktı.
–Bu günleri gören sadece bizim Kudayanlar değil, tüm halk! Rusların kendileri de zor durumdaymış! dedi Kambar Boluş. Bunları konuşurken Rusların halini iyi biliyormuş gibi, köy kurulacak tarafa doğru bükük kamçısını salladı. Vergiyi vermeye gittiğinde, Almanları yenmek için Çar’ın Kırgız gibi halkların yardımına ihtiyacımız var diye söylediğini, amirlerden duyduğunu hatırlayınca, bildiğimi anlatırım dercesine sesini yükseltti.
–Rus bizim kadar zorlanmıyordur ağa! Baksanıza sırf karnını doyurabilmek için çaresizce akrabalarımız gruplar halinde şehre taşınıp, mujik dediğimiz Rus erkeklerine köle oldular! Zorumuza gitti! diye bağırdı Narboto.
Önceleri yaylaya çıkmaya gücü yetmeyip, köyde kalanların bir ikisinin avuç kadar ekine bakmaktansa, mujiklerin kölesi olursak belki durumumuz düzelir umuduyla akrabalarını dinlemeyip şehre indikleri halk arasında hala konuşuluyordu. İhtiyarlar bu eski olaya üzülüp âhir zamanda olacakların alametlerini yüreklerinde seziyorlardı. Ellerini göğüslerine koyarak “Rahat bir şekilde bile ölemeyeceğiz, Kudayan’ın çocuklarının Ruslara köle olduğunu bile gösterdi bize bu zalim dünya!” diye iç çekerlerdi.
Kambar Boluş’un “Halkına artık bakamıyorsun.” imasını Narboto’nun ağzından duyması gururuna dokunmuştu. “Utanmaz, haramzade! Halkın dediklerini söylediğim için mi bencil oluyorum?” diye anlam çıkardı sözlerinden.
–Bir avuç halk düşmanı yüzünden birlik içindeki halkımız bölünse, yaşadığı topraklarından ayrılsa, vatanından sürülse, para cezasına maruz kalsa ne yaparız? dedi Kambar Boluş.
–Halkımızın içinde huzur mu kaldı? Yolda giderken atı elinden alınıyor, ovaya inerken Rusların sopası sırtından eksik olmuyor zavallıların.
–Vebali kime? diye sözünü kesti, Kambar Boluş.
Köy halkının hepsi dikkat kesilmişti. Dere tepede hayvanlara bakmakta olanlar, Boluş’un, aşağı taraftaki evinin kapısında Narboto’nun at üzerinde ağasıyla kavga etmesini seyrediyor, anlamaya çalışıyorlardı. Şaşırmışlardı. Bazıları sopasına dayanarak donakalmış, at üzerindekiler ayakları üzengide durmuş, diğerleri de yeşil otlağın arasında taşa yaslanmışlardı… “Boluş Narboto’yu azarlıyor.” dedi birisi. “Bakın Narboto da bağırıyor, attan inmeden çekişiyor.” dedi bir başkası. Aşağıdakilerin tartışması tepedekilerin duyacağı şekilde yankılanıyordu. Kulaklarını dikmiş, dikkatlice izliyorlardı. Narboto’nun cesareti ve direnişi hoşlarına gidiyordu.
Çok geçmeden köyün önde gelenleri de oraya geldiler. İkisinin tartışması kalabalık bir grup oluşturmuştu. Düğünlerde, törenlerde, Rus yöneticileri geldiğinde, taş atılıp boluş seçildiğinde halk böyle kalabalık toplanır. Taştan, dereden, tepeden izlerlerdi. Şimdi tam da öyle iki gruba ayrıldılar.
–Halk ile konuşup fikirlerini alınız, onlar kabul ederse beni yakalayıp Ruslara verin! dedi Narboto grubun önünde.
Narboto’nun bu konuşması Boluş’un sinirlerini tepesine çıkardı. “Yüzsüzün dediğine bak! Hiç bir çare bulamayınca teslim edin diyerek, seni de valiye şikâyet edip ceza almanı sağlayacağım demek istiyor. Boluş’un oğlu da bizimle gitmişti derse?” diye içinden geçirdi Kambar Boluş.
Topluluk içinden bazıları “Yılkı sürüp kaçırmaya çalıştığın ortaya çıkarsa, boluşluk makamındaki Kambar Ağa’na zararın dokunmaz mı?” diye Narboto’yu azarlıyorlardı. Barımtaçıları savunanların, “Açlıktan ölelim mi, bunu mu istiyorsun?” demesi halkın nasıl fikir ayrılığı yaşadığını ayan beyan ortaya koyuyordu.
Aslında, bugüne kadar halk arasında bölünme olmamıştı. Ruslarla ilişkiler kurulduğundan beri halk, Boluş ile Komiser’i çok yakın arkadaş, birbirleri için ant içen dost olarak biliyorlardı. Omzunda silah asılı askerlerle birlikte köyleri at arabalarıyla gezen, ayna gibi parlayan simsiyah çizmesi, omzunda sallanan deri çantası, elinden düşmeyen dürbünü ile iri yapılı vücuduyla, dik bıyıklı, uzun sarı sakallı Komiserle her Kırgız’ın konuşması mümkün değildi. Onun karşısına gidip konuşan bizim Kambar, Kırgızların en cesuru galiba diyorlardı. Bundan dolayı övünen Kambar, Ruslardan aldığı rozetini her zaman takıp, göğsünü gererek kendisini yükseklerde hissederdi. Avuç büyüklüğündeki demir rozet ona her zaman bir heybet veriyordu. Fakat bu halk şimdi o heybetten de korkmuyordu.
–Ben teslim etmeyeceğim seni! Vali kendisi gelip alsın! Halkı böyle yönlendirme! dedi Kambar Boluş.
–Halkına bakmayan sensin! Vali ile konuşamadığından topraklarımıza köy kurup kendimiz dere ve tepelerde yaşıyoruz. İşte, yarın topografların gelip yine toprak belirleyeceklerini duyduk! dedi Narboto.
–Generalin emridir! dedi Kambar Boluş.
–Generalin böyle yaparsa, neyimiz kalacak! Daha sonra canımızı alacaklar! dedi Narboto.
“Amirin yer istediğini Narboto da duymuş.” diye düşündü, Kambar Boluş. Hatta bu tartışmayı izlemekte olanlar, komşu Kırgızların köy ağaları çocuklarını, Rus okuluna artık göndermiyorlar demezler miydi? Bu konu orada tartışılmaya başlandı. “Rus okulunda okurlarsa askere alacaklarmış, askerlik şu zamanlarda kötü, hemen Almanlar ile savaşa gönderiyorlarmış” diyerek duyup bildiklerini ortaya döküyorlardı. Bunu duyan cahil kimseler, Rus hemen şu an gelip askere alacakmış gibi “Öyle miymiş!” diyerek başlarını ellerinin arasına alıp ah vah çekmeye başladılar. Kambar okul meselesini duyunca elinde kamçısı olduğu halde ellerini beline koyup duraksadı. Bilgiç bir tavırla, okul hakkında düşüncelerini söyleyenleri, gözlerini kısarak süzüp, dudaklarını ısırarak “Bunlar ne biliyor?” diyerek içinden geçiriyordu.
–Çüy’ün köy ağaları kendi çocuklarını okula göndermeyip yerine fakirlerin çocuklarını gönderiyorlarmış. Çüy’ün Merke tarafından Karkıra’ya kadar olan bölgede yaşayanların arasında dolaşıp, her yeri gezen birisi, Sarıkulak isminde bir fakirin çocuğunu, köy ağalarının para ayırarak okula göndermeleri de ondanmış dedi.
Oğlu Mukay’ı sonraki gidişinde Komiser’e emanet etmeyi planlayan Kambar Boluş:
–“Hey, bildiğiniz bu muydu?” diyerek tekrar sözlerini böldü.
–Valinin huzurunda nasıl cevap vereceğiz? dedi Kam-bar Boluş, Narboto’nun yanında yer alanlara büyüklenerek. Böylece Kırgızlar tekrar asıl konuya dönmüş oldu.
–Yılkı sürüsünü kaçırmaya gitmedik deyip inkar etsek olmaz mı? Kalmuk’un yılkı sürüsünü çalmaya başkaları gitmiştir… Bizi ilgilendirmez ki! dedi Narboto.
–İçimizden biri öldü, delil olarak önümüze koyarlar.
–Dağda kısrak kovalarken yardan düşüp öldü deriz. Yakınlarına da söyledik, kaza sonucu öldü diyecekler. Rus gelip mezarını kazıp bakacak mı sanki! dedi Narboto.
Dinleyenlerden bazıları “Yiğidin kıvrak zekasına bak.” diye hayran kaldılar. Kambar Boluş onun dediğini beğenmeyip “Bulduğun çare bu mu?” demek üzereyken halkın bir kısmı da ölen Kırgız hakkında konuşmaya başladı. “Çirkey adlı küçük boydan bize gelip katılan Kırgız’dı” dediler. Kambar Boluş’un “Yöneticiye ne diyeceğim?” diye düşünüp vicdan azabı çekmekte olduğunu kimse fark etmedi. Topraklarına Rusların köyü gelip otlakları daraldığından Çirkey Boyu’ndan bazı insanların çeşitli boylara katılması üzerine konuşmaya başladılar. “Kıtlık yüzünden bize katılmıştı, arkasında küçücük çocukları kaldı zavallının” diye ona acıdılar.
–Başka boydan da olsa zavallının cesedini alıp gelmen geleneklerimiz açısından iyi oldu! “Bu yaptığınla sen kahraman Şerboto’yu hatırlattın.” dedi sakalı göğsüne kadar uzanan Kalıbek adlı ihtiyar.
Toplananlar, gençliğinden beri halkın içinde dolaşan; hatta Kanay ile Camangara’yı, Ormon ile Cantay’ı bile gören ihtiyarın dediklerini hürmetle dinlediler. Kalıbek, gençken kendisinin katılmış olduğu bir olayı anlatarak halkın dikkatini üzerine topladı.
–Mukay’dan daha gençtim. Şerboto ve Törögeldi Kazak’a at sürüp getirmeye gittiklerinde ben de onlara katıldım. Büyük sürüyü bölüp sürerek Kaskeleng’in batı tarafına, Şamalgan’ın kuzey tarafına gitmiştik. Önümüze Kazakların büyük göçü çıktı. Göçte gitmekte olan iki yanağı elma gibi kırmızı güzel kızı görünce, Abayılda’nın oğlu kahraman Narboto gözlerini ondan ayıramamıştı. Yolumuza devam edelim dediğimizde kahraman o kızı alıp kaçmayı mı düşündü bilmiyoruz. Kısacası, o eyer üzerinden eğilerek yaklaşıp kızın kıpkırmızı kızın dudaklarından öperken kovalamakta olan Kazak bize yetişti. Saldırmışlardı. Arkamıza baktığımızda birçok Kazak, Narboto’ya kılıçla vurmuştu. Onun abisi Şerboto, kardeşi Törögeldi, Kazak’tan cesedi almak için tekrar onlarla savaştılar. Şerboto, kahraman Narboto’nun etini kemiğinden ayırıp cesedini alıp kaçmıştı. Sen tam o Şerboto gibi olmuşsun! dedi yavaş yavaş anlatan ihtiyar.
–Tövbe tövbe benzettiğin olaya bak. O savaşa gidenin ismi de mi Narboto’ydu? diyerek oradakiler şaşırıyordu. Kambar Boluş “İhtiyar bunamış gibi, “Ne anlattığını bilmeden anlatıyor?” diye beğenmiyordu.
–Ölenin adı Narboto’ymuş, cesedi alıp kaçan ise Şerboto’ymuş. Kendi başıyla gitsin, böyle bir olay tekrarlanmasın! diye grup içerisinden birisi söylendi.
–Hey Törögeldi, Şerboto’nun yiğitliğini gösteren Kırgızlar şu an nerede? “Zavallılar sonunda Rusların azabını çekiyor.” dedi sopasına dayanarak durup, yeninin ucuyla gözünden süzülen yaşı silen bir ihtiyar.
Bu Kırgızlara akıl ermez. Törögeldi’nin ismini duyunca Komiser’in önünde ne cevap vereceğiz meselesi yine unutulmuştu. Birisi onun Kenesarı’yla olan savaştaki kahramanlığını anlatmaya çalışken Kambar konuşmayı kesti. Bırakırsa konuşma taa Bugu Balbay’ın uzun efsanesine kadar uzayacaktı.
Üstelik yakın hissettiği ağabeyi Kalıbek, Narboto’yu taa eski kahramana benzetince, grup içerisinde bu durum onu fazla övmüş gibi hissedildi. “Bak hele kime benzetiyor!” İçten içe kıskanan Kambar sözü tekrar aldı:
–O zamanlarda Almatı’ya hapishaneye gönderirlerdi. Şimdi Sibirya’ya gönderip, oyulmuş dağa hapsediyorlar! dedi Kambar Boluş. Komiser önüne gelen Kırgız’ı “Sibirya!” diyerek korkuturdu. Kambar Boluş da, onun gibi halkını bu sürgünle çok korkuturdu. Sibirya deyince çoğu insanın zihninde gidilince gelinmeyecek bir yer canlanırdı. Buralar Rusların eline geçtiğinden beri, nice Kırgız oraya sürüldü. Onların arasında kabahati olan Kırgızlar da, günahsız Kırgızlar da vardı. Ancak dönenleri oldukça azdı.
İhtiyar Kalıbek “Aman oğlum, oranın yüzünü göstermesin.” der demez Narboto tepki gösterdi:
–Sibirya’daki Şiber hapishanesine sürecekseniz, o acıyı da çekmeye hazırız!
–Delinmiş dağdan çıkamazsın, günlerin cehennem olur! Son nefesine kadar, dönemezsin oradan! “Cezasını kim çekecek?” dedi Kambar Boluş. “Oğlum seninle beraber gittiği için Komiser’in önünde güçsüz olduğumu bilerek kendini kahraman mı hissediyorsun? Zamanı gelince bunun hesabını vereceksin!” dedi, içinden.
Narboto, Boluş Ağa’sının tekrar tekrar “Cezasını kim çekecek?” diyerek gözdağı vermesine sinirlendi.
–Kambar Ağa! Suç işlemek için değil, iyilik yapmak için gitmiştim. Şansımız olsaydı, bugün buraya sürü hediye edecektik, ne yapayım?
–Hediyenle beraber yerin dibine gir! Mukay’ı neden beraberinde götürdün? Ya yöneticiler haberdar olursa?
Kambar Boluş “Ne diyeceksin?” der gibi Narboto’ya baktı. Birbirlerine uzunca süre bakakaldılar. “Ne dememi istiyor?” düşüncesiyle Narboto, ağasına bakıyordu.
–Ne diyeceğiz? Kamçımızı boynumuza asıp, amirin önüne aman dileyip biz yaptık diye gitmemiz mi lazım? İnkâr edeceğiz! diye az önce dediğini yüksek sesle tekrarladı. Kam-bar buna da sert bir cevap verecekken kâtibi söze karıştı:
–Hepimiz Kudayan Boyu’ndanız. Ancak birimizin yaptığı yanlışlık diğerlerine zarar vermesin. Boluş’un oğlunun sizinle beraber gittiği ortaya çıkarsa ağamızı oğluyla beraber hapse atıp, Kudayan Boyu’nu dağıttırırlar! Benim diyeceğim şu ki, tabi bunu Rus şu an sorgulamıyor, ama ileride Rus öğrenecek olursa, barımtaya gidenler cezasını kabul edip, acısını çeksinler!
–Hey, hemen ele vermek istiyor bunlar, dedi Narboto. Kızarak olur, ben yakalanınca Kudayan Boyu huzur bulacaksa ben razıyım! dedi.
Bunu duyunca bazılarının aklı başından gitti.
Aklınızı başınıza toplayın! Halkımız karışır öyle yaparsanız! diyerek, Narboto’nun yan tarafında duran ihtiyar bağırıverdi. Halk “Böyle olur mu? Bulduğunuz çare bu mu?” diye bağırıp çağıran ihtiyar Kalıbek’e baktı. Çok defa kavgaya katılan, Kırgız ile dövüşüp Kazak ile tartışan ihtiyar Kalıbek onlara şöyle söyledi:
–Kambar oğlum! Narboto’nun, oğlunu beraberinde götürmesini kışkırtma olarak görme. Bu iyi niyetli akrabaların her zaman yaptığı bir iş değil mi? Oğlunu götürmesini yanlış anlama, iyi niyetli kabul et, kızma. Narboto’nun yaptığı işi şimdi amirin duyacağından şüpheleniyorsun. Yarın onun yanına git, ne diyeceğini bir görelim. Eğer akrabanı kendi elinle teslim edersen halkın huzuru bozulur. Eski atalarımız Kudayan ve Kılcır’ın ruhu çarpar! Kudayan Boyu, aziz bir boy. Eğer şüphelenmişse, çaresini beraber arayalım.
Oradakiler “Atalarımızdan terbiye görenlerden, iyi akıl çıkar!” diye desteklediler. Atadan kalan geleneği duyunca Kambar Boluş diyecek bir şey bulamadı. “Karşı çıkan var mı?” der gibi yan tarafındaki destekçilerine baktı. “Sakın Boluş ağana zararın dokunmasın.” diyenler dillerini yutmuş gibi sesleri çıkmıyordu. Gündelik olarak kullandıkları, börke benzeyen, tebetey dedikleri şapkalarını gözlerine kadar indirip başlarını öne eğerek Kambar’a bakmak istemiyorlarmış gibiydiler. Kambar Boluş “İhtiyarın sayesinde kurtuldun!” der gibi Narboto’ya baktı.
–Halkın kararına uyun! diye konuşmasını tamamladı ihtiyar Kalıbek.
–Yakında şehre ineceğim, Komiser ile görüşeceğim. Onun dediklerine bakayım. Sonra yine konuşacağız. O güne kadar Kalmukla ilgili kimse söz etmesin! dedi Kambar Boluş. Ancak “Narboto’yu nasıl cezasız bırakırım?” düşüncesi onu rahat bırakmıyordu.
Dönüp gitmek üzereyken, ihtiyar Kalıbek tekrar konuşmaya başladı:
–Halk dağılmadan kendi ağzından duymak istiyoruz. Bizim isteklerimiz hiçbir zaman dikkate alınmıyor. Vali dostunla, Komiser dostunla görüşürsen bunları da iletiver olur mu? Onlar topraklarımızı aldıkça biz hayvanlar gibi buzlu dağın eteğine sürülüyoruz. Betegelüü Çongtaş’a da köy kurulacağını duyduk. Eğer bu gerçekse kayalıklara, dağ eteğine mi taşınacağız?
–Çok doğru! diye toplananlar bir ağızdan bağırıştılar.
Ne yapacağını bilemeyen Kambar Boluş “Bunlar beni suçlamak istiyorlar.” düşüncesiyle yan tarafındakilere baktı. Ancak bu kadar toplanan halka da bir cevap vermeliydi.
–Betegelüü Çongtaş’ı vermekten başka çaremiz yok. Ancak Rusların Betegelüü Çongtaş’ı almalarını kurnazlıkla durdurmanın bir yolu var, dedi Kambar Boluş.
–Betegelüü Çongtaş’ı almalarına nasıl razı olabiliriz? diye sesleri yükseldi.
–Bağırmakla bir şey çözemezsiniz. Elinize sopa alarak karşı mı geleceksiniz? Ruslar hesabını sorar! dedi Kambar Boluş.
–Bu sefer amir askerlerle geliyor! Toprak belirlerken Almatı’dan gelen yüz asker olacak yanlarında, diye sözlerine ekledi.
“Yüz askeri” duyunca bağıranların gözleri fal taşı gibi açıldı. Narboto’nun da susması Boluş’un dikkatini çekti.
–Ancak Rusların Betegelüü Çongtaş’ı almasının kurnazlıkla önüne geçecek bir yol var dedin. Toplananlar bu nasıl bir yol? diye Kambar’ın ağzına baktılar.
–Kudayan Boyu belli bir toprakta yaşamadan göç ederse, devamlı yer değiştirirse, sahipsiz topraklar diye Ruslar gelip sahiplenir. Önce toprakları sahipsiz bırakmamanın çaresini bulalım. Fark ettiğim kadarıyla Ruslar geniş sınırı olan seti olmayan toprakları alıyorlar. Sınır belirtmemiz ve oraya set inşa etmemiz lazım! diye konuştu Kambar Boluş. Halk ilk başta anlamadı, “Hangi dağa set kuracağız, Bordu’nun içini korumak diye Boom’un kenarına mı set kuracağız? diyerek duyduklarına inanamadılar.
–Eğer Betegelüü Çongtaş’ın öbür tarafına cami inşa edersek, toprağa sınır belirlenmiş olur. Halk yaylaya göç edince imam camide kalacak. İmamın camide kalması toprakları koruması anlamına gelir. Kudayan Boyu’nun sınırı var, seti var diye Ruslar o zaman duracaktır. Rahmetli Şabdan kahraman da Kemin’e Rus gelmesin diye cami inşa ettirmişti, dedi Kambar Boluş.
Halk buna inanamıyordu. Onun “Set kurmak, cami inşa etmek” demesi onlara Kaşgar gibi şehir kuracağız şeklinde duyulmuştu. “Şimdi set mi inşa edeceğiz, bir de bu mu kaldı yapmadığımız?” diyerek toplananların arasında “Ne diyorsun?” diye sırıtarak gülenler, üzülenler de oldu. Balçık yaparak inşa etsek de, halkın huzura kavuşacağını hayal bile edemiyordu.
–Seti nasıl inşa edeceğiz? diyenler de oldu.
–Cami inşa eden Şabdan’ın halkından akıl soracağız dedi, Kambar Boluş.
–Caminin kapısını koruyan, ticaretle uğraşan “Sart” denilen bir Özbek olur! Her kötülüğü yapabilen Sart’ın yanında namaz kılmaktansa! diye sinirlenen biri, arkasına dönüp gitti.
Kambar halkı yatıştırmaya çalışıyordu.
–Şabdan’ın imamı Sarı Nogay Boyu’ndan. Sarı Nogaylar Sart imamlara göre daha eğitimli diye duymuştum. Sarı Nogaylara gidip imamlık eğitimi gören Abayılda’nın çocuklarıyla konuşuruz.
–Hangi Abayılda?
–Bildiğiniz Abayılda!
–Asker Abayılda mı?
–Başka Abayılda mı var? Onun çocuklarının hepsi imam. Carkınbay, Osmonaalı, Moldo Kılıç, Kudaybergen, daha çok var!
–Hey! Bizim kahramanlık sıfatımız Törögeldi’yle beraber gitti mi?
–Öyle deme Kanaat var!
–Bir gün biz de topluca imam olacağız galiba! dedi Narboto aniden. İmam olmaktan korkmuş gibiydi.
“Hmm bizde Tarançı ile Kaşgarlıların imamı neden çok diyorduk, meğerse ev yaptıklarından…” diye topluluk içinde bir uğultu çıktı.
Uzun süre Ruslara sövüp saydılar, sonra da cami inşa etme, imam getirme işini Boluş’a bırakıp dağılmaya başladılar. “Yürü!” diye Boluş oğlunu yanına alarak yiğitleriyle beraber evine girdi. “Göster bakalım nasıl kuruyorsun seti.” diyerek Narboto da oradan ayrıldı.
Topluluk içinde Kambar Boluş, isyan edip kendisine karşı çıkanları ve onların “Yeter artık, Rusların sözüne de kuralına da doyduk!” demek istediklerini anladı. Özellikle de Narboto’nun…
Törögeldi ve Balbayları çok hatırlar oldular. Ruslara savaş açmayı emreden yönetici istiyorlar sanki. Öyle bir yönetici bulunursa, arkasından gidip topograflarla savaşmaktan çekinmez bunlar.
Halk ağzında, “Kahraman Ormotoy, kahramanların sonuncusudur.” denen bir söz vardı. Onun ne yaparak kah raman olduğunu da bilen yok. Tahmine göre Kalmukları yendiğimiz zamanlardan sonra yaşamış birisiydi. Şimdiyse o sözler, farklı olarak halk içinde “Bırak Allah aşkına! Kahramanların sonuncusu Törögeldi ile Balbay’dır.” diyenler de vardı.
Orada kalanlar ise Kambar Boluş’un kaygısını, cami kurma düşüncesini unutup Oyrot Kalmuklar hakkında konuşmaya başladılar. Masal anlatanlardan, “Kalmukların Aygır yelesi gibi örgülü uzun saçları olur, ‘aycungcung aycungcung’ diye bağırarak konuştukları dilleri vardır.” diye duyarlardı. Hayal meyal gözlerinde canlandırdılar. Buraların Kırgızları, yaşayan bir Kalmuk’u görmediklerinden bu yana çok zaman geçmişti. Bir çoğu “Ağabey, Tekes’in karşısında hala Kalmuklar yaşıyor mu?” diye soruyorlardı. Bazılarına ise bu barımtaçıların Kalmuklarla ilgili anlatıkları sayesinde masallardan çıkıp gelen çok eski kahramanlar gibi gözüktüler. “Kalmuklar nasıl oluyorlarmış?” diye sordular. Çok eski zamanlarda Kırgızların İle’ye kadar gittiğini, sonbaharda yola koyulup kışın dinlendiklerini, ilkbaharda Kazak, Kalmuk dinlemeden yılkı sürülerine saldırdıklarını, yüzlerce, binlerce yılkı sürüsünü önlerine katıp getirdiklerini gözlerinin önünde canlandırdılar.

IV
Babasının kamçısıyla omzuna şiddetli bir darbe yiyen Mukay, gözyaşlarını tutmakta zorlanarak evin arkasındaki tepeye kaçtı. “Akılsız işe yaramaz! Bir daha kara ata bindiğini görmeyeyim!” diye bağırdı babası. Mukay, babasının isteği üzerine sonbaharda şehre giderek Tüzem okulunda eğitim görmeye devam edecekti. Yine eteğiyle biçimsizce yürüyen, uzun siyah kaftanlı kıvırcık saçlı öğretmeninin karşısına gidecekti. Kambar Boluş, ben cahilim, göçebe halk da cahil diye düşünüp, oğlunun tercüman olacağını hayal ederken onun barımtaya gitmesine çok kızmıştı. “Durduk yere barımtaçılara katılmış!” diyerek sinirlenmesinin asıl sebebi buydu.
Yeşil otların arasına uzanan Mukay aşağı tarafa, köknar ağaçlarıyla kaplı geniş vadiye, dağın içlerindeki köyüne baktı. Ilgın ağaçlarının arasında uzanan ırmağın kenarına sırasıyla yerleştirilen göçebe Kırgız halkının yaşadığı boz üyler diziliydi. Yumurta gibi bembeyaz, altı kanatlı veya on iki kanatlıydılar. Onların arasında, siyah çadırlar ve duvarını oluşturan ağaç kafes şeklindeki keregesi olmayanlar da vardı. Üzerindeki keçesi delik deşik, nakışlı, fakirlerin küçük keçe evleri de vardı. Diğer Kırgız boylarından uzağa yerleşen bu köyün insanlarını “Kıyıdaki Kırgızlar, Kudayan’ın çocukları” diye adlandırırlardı.
Bazı evlerin kapısının yanında tüylü mızrakların sivrilmiş ucu göze çarpıyordu. Güçlü ve zenginlere mızraklarıyla eşit görünmeye çalışırcasına nakışlı küçücük keçe evlerin bazı sahipleri de eşiğe mızrak yerleştirmişlerdi. Söylentilere göre, kırılıp, parçalanan bu mızraklar birçok savaşta birçok kahraman tarafından kullanılmış. “Kudayan zamanından kalan, kırılıp kısalan kutlu mızraklar!” diyerek ihtiyarlar, onlara hayranlıkla bakıyor, halk da kutsal bir nesne gibi dokunuyordu. İhtiyarlar, çocukların onları ellerine alıp oynadıklarını görünce “Günümüz çocukları” diyerek burun kıvırıp, sırtlarını dönüp giderlerdi.
Mukay, yaralı olarak dönen barımtaçının alçak keregeli, tepesi sivrilmiş olan evine bakarken, evin etrafında insanların toplandığını, kapısının yanında mızrağın olmadığını fark etti. Şimdi anlamıştı, mızrağı unutup, mızraksız boz üy diken Kudayanlardanmış.
Yaralı yiğidin annesi “Çocuğumuzu sırtından mızrakla vurmuşlar.” diye üzülüyordu. Onun sırtından vurulması erkek akrabaların zoruna gitmişti. Diğer akrabaları da “Sırtından vurulmuş diye akrabalıktan mı dışlayacaksınız. İyileşmesi için dua edin!” diyorlardı. Evin etrafında halk tabipleri de vardı. Yumurta gibi yuvarlak evin içi gözükmüyor, duyulmuyordu. Başka her şey görünüyor, duyuluyordu.
Yaralı yiğidin buraya kadar inleye inleye geldiğini ve onunla beraber ölü olarak getirilen yiğidi hatırladı. Köye yukarıdan bakarken karışık düşüncelere dalan Mukay, Karagız Nine’nin yaralı yiğidin evine hızlıca yürüyerek geldiğini gördü. Şaman kadınların gücü yetmiyor, tabipler şifa bulamıyor “Çocuğumuz iyileşsin, oku ana” diye mi çağırmışlardır acaba? Ninenin koltuğuna girmiş getiriyorlardı, niye çağırmışlar? Evin önünde duranlar, Karagız Ana’yı görünce eğilip selam verdi, kapıyı açıp onu içeriye aldılar.
Mukay’ın kendini bildiğinden beri halk, Karagız Ana’nın “alas” kelimesinin şaman kadınlarının ayininden daha güçlü olduğuna inanıyorlardı. Halkın bildiği kadarıyla Umay Ana’nın şifası, Karagız Ana’nın dilindedir. O neşter ile açmaz, nefesiyle üflemez, sözüyle büyüler, kelimeleriyle iyileştirip hastayı ayağa kaldırır. Birisi hastalanıp yarım akıllı olursa, küçüğünden büyüğüne tüm halk “Karagız Ana’ya gidelim, anaya okutalım.” derler. “Çocuğa nazar değince, birisine karabasan bastığında, falanca kaza geçirdiğinde” Karagız Ana’nın önüne getirirler, “Şifa veriniz, yüreğime su serpiniz” derlerdi. “Gençken anamız “Saplanan oku çıkartıp, savaşta yaralanan eşini bu şekilde iyileştirmiş.” diye anlatılırdı.
Tüm halk “Anamızın koruyucusu var, âlimdir, ileriyi görebilir. Anamızın koruyucusu ise Umay Ana’nın ta kendisidir” derlerdi. O yüzden “Anamızın duasını alıp korunalım.” derlerdi. “Onun sözleri ayet gibidir” diyerek, sözlerini ikiletmez saygı gösterirlerdi. Hocaya, kalfaya ve Kur’an’a inandıkları kadar inanırlardı.
Karagız Ana, “Kudayan’ın çocukları” dendiğinde canını bile verebilirdi, yuvasının etrafında dönen kırlangıç gibi elinden geleni yapardı. Bazen Kudayan Boyu’ndan birisi vefat ettiğinde, doğum sırasında bir çocuk öldüğünde, genç öldüğünde devamlı “Kudayan Boyu eksilmesin.” diye dua eden ihtiyar kadının canı acırdı. “Ah kara gün!” diye üzülür, elden ayaktan kesilirdi. Özellikle de erkeklerin ölümüne daha çok üzülürdü.
Karagız Ana, at yılına denk gelen yedi müçöl yaşına geldiğine şükredip, “Bordu’nun içinin halkla dolduğunu gördüm. Allah’a çok şükür gelin olarak geldiğimden, Boşkoy’un evine girdiğimden beri Kudayan Boyu çoğaldı. Ilgın ağaçlı vadiye yerleşen Kudayan köyünün, yıldan yıla çoğaldığını gördüm. Artık bu hayattan başka isteğim yoktur.” derdi. Eskiler “Bordu’nun içinin halkla dolduğunu görsek!” diye arzulayıp, üzülürlermiş. Boluş ve köy muhtarlarının “Ruslar geleli topraklar daraldı.” diye kaygılanması, Karagız Ana’nın hiç ilgisini çekmez, “Erkek çocuklarının çoğalması esastır.” derdi. Kızlar ise “Kurbağa gibi olsa da, sümüğü burnundan eksik olmasa da erkek çocuklarını seviyorsunuz, bize hiç değer vermiyorsunuz.” diyerek şakayla karışık Karagız Ana’ya sitemde bulunuyorlardı. Karagız Ana ise “Sizi Çinliler kaçırsın emi! Bordu’nun sahibi erkeklerdir!” diye cevap verirdi. O zaman kızlar, gelinler gülerek, zayıf, beceriksiz genç delikanlıları görünce “Şalvarını sürükleme de çek yukarı, sümüklü!” diye dalga geçerlerdi.
Kudayan Boyu’ndan birinin ağır durumda olduğunun haberini alan Karagız Ana’nın hızlı adımlarla boz üye girdiğini izleyen Mukay, hayatta kalması için uğraşılan yiğidin canının Karagız Ana’nın eline teslim edildiğini hemen anladı. Yiğidin anaya acı ile baktığını gözü önünde canlandırdı. “Şüphesiz iyileşir.” diye düşündü. Bordu’nun içindeki çok eski çam ağaçları ile aynı yaşta olduğunu, sanki ihtiyar olarak yaratılmış ve hep öyle yaşamış birisi olarak düşündüğü ninenin söylediğini yapmayan, ona güvenmeyen veya ondan şüphelenen bir insanı hiç görmediğini düşündü. Sadece bir defasında kendisinin şüphelendiğini hatırladı. Rus okulunda okurken ninesinin sözlerine şüpheyle yaklaştığı aklına geldi. Onun bu okula başlaması da, halk içinde hikâyeye dönüşen bir olaydı…
Geçen sene Mukay, Rus Tüzem okuluna gitmişti. Daha dün yeşil tepelerde oynar, istediği yerde dolaşabilir, istediğini yapardı, özgürdü. Özgürlüğün kısıtlanmasının ne olduğunu anlamayan genç çocuk, geçen sene babasıyla beraber gidip bir anda kafesteki hapsedilen kuş misali, sırayla dizili Rus evlerinin arasına hapsolmuştu.
Bu sıra sıra dizili evleri, Kırgızlar çeşitli adlarla adlandırıyordu. Kimisi “köy” diyor, kimisi “şehir” diyordu. Kısacası burası Komiser’in bulunduğu yerdi. Buranın pazarı, çan çalan kilisesi ve yel değirmeni vardı. Tokmok’tan yirmi, yirmi beş kilometre uzaklıktaydı. “Ruslar ile Sartlar uçmaz tavuk, göç edilmez evler ile uğraşırlar.” şeklindeki göçmen sözünü küçümseyerek hatırlayan Mukay, evdeki ilk gecesini unutamıyordu. Orası ona hapis gibi gelmişti.
Ay geçmeden, Kambarup Mukay, iz Kudayanovskih Kırgız! “Kambarov Mukay, Kudayan Boyu’ndan olan Kırgız” diyerek kendini tanıtmayı öğrenip, Rusların hayatına alışmaya başlamıştı. En ilginci de şehirde çalışan Kırgızların çok olmasıydı. Tırpanla ot kesip, dirgenle ot toparlamayı öğrenen, balta ile kütük kesen, büyük testilerle su taşıyan, zırhlı atlara su veren, arıkla su getiren köle gibi çalışan Kırgızları işte burada görmüştü. Halk ağzında onları, Rusların “Ateşini yakıp külünü temizleyenler, (ne denirse onu yapanlar)” diye adlandırıyorlardı. Farklı Kırgız boylarından insanlar vardı, sorulunca “Tınay Boyu’ndanız, Atake Boyu’ndanız, Sarıbagış Boyu’ndanız, Solto Boyu’ndanız” diye cevap veriyorlardı. Mukay’ın Kudayan Boyu’ndan gelen uzak akrabaları da vardı. Rusça anlayanlarının dediğine göre onları Ruslar, “Topraklarını, akrabalarını bırakan Kırgızlar” (Kirgizı, porvavşie so stepiu) diye adlandırıyorlarmış.
Gerçekten de doğru adlandırmışlar. Mukay, “Akrabalarımızın düğün ve ölüm toylarına, yemeğine daha gitmedik,” “Bu sene kımızın tadını tatmadım” diyerek dudaklarını yalayıp yutkunan Kırgızları görünce çok şaşırmıştı. “Boyunun iyi gününde kötü gününde yanında olmamanın, soyunu inkâr etmenin nesi iyi?” diyerek buna bir anlam veremiyordu.
Mukay’ın dikkatini çeken bir şey de mujiklerin arasında kadınlara göre erkeklerin az olmasıydı. Kilisenin otunu temizleyip, birçok Rusa köle olan Kırgızlarla sohbet ederken onlara bunun sebebini sordu:
–Neden erkekler az?
–Erkeklerinin çoğu savaştaymış. Rusların savaşmakta olduğunu bilmiyor musun? Onlar Almanlar ile savaşıyor.
–Haa…
–Savaş hakkında bilgi vermezler. Buraya gelenler de çoğaldı. Benim gibi köleler de çoğaldı. Baban söylememiş miydi? Bunların savaşı halka zarar veriyor.
Mukay, Rusların savaşa girmesinden sonra halkın fakirleşmesi, vergilerin artması sonucu yönetimle halkın kavga etmesini hatırladı. Kendi boyundaki yiğitlerin de at sürüsü sürüp getirsek diye konuşmaları da bu kıtlık yüzünden olmamış mıydı?
–İnşallah Almanlar, Rusları yener! dedi köle.
–Alman mı diyorsun? Rus giderse, Almanlar mı kurtaracak bizi?
–İlk önce Ruslar gitsin buradan, sonra bakarız ne olacağına.
–Ne yaparsak Ruslar buradan gider?
–Bilmiyorum, açıkcası ben kahrolası Rus, Almanlara yenilsin diye yatıp kalkıp dua ediyor, Yaradana yalvarıyorum.
–Almanların dini neymiş?
–Kilisede tapınan Ruslar ile savaştıklarına göre Müslümanlar galiba.
İçinden, “Kendisi Rusların arasında yaşıyor, bir de onlara beddua ediyor.” diye geçiren Mukay, ona şaşırıyordu. İkisi böyle sohbet halindeyken kiliseden çan sesi duyuldu. Sokaklarda beliren Ruslar, kiliseye doğru ilerliyorlardı.
–Okuyacağım, Rusça öğreneceğim derken kilisede tapınmayı öğrenme sakın! dedi köle Kırgız şakayla.
Mukay, hem halkından ayrılmış buralarda yaşıyor hem de bana akıl öğretiyor diyerek başını salladı. İkisi birlikte onları takip ederek kiliseye doğru yaklaşıp, seyre daldılar. “İbadet ediyorlar.” diye çok defa duymuştu. Mukay, ibadet eden Rusları yakından dikkatle izledi. Onların önünde, başköşede duran sakallı kişiyi Rusların “Otets Mihail” Kırgızların ise “Uzun kaftanlı Mukayıl” diye adlandırdığını biliyordu. Ancak şu an onun dilini anlayamıyordu.
–Anlamı ne bunun? diye köle Kırgız’a sordu.
O, üstünde yırtık kıyafet olan, at sürüsüne bakan birisi olmasına rağmen Rusçayı iyi bilen bir köleydi. “Kiliseye girenler, Rusya’nın savaşı kazanması ve Çar’ın sağlığı için dua ediyorlar.” diyerek izah etti Mukay’a. Onların toplanarak Çarlarının sağlığı için dua etme geleneği Mukay’a çok ilginç geldi. Çarları sanki onları görüyormuşçasına, hepsinin geleceği Çar’ın elindeymiş gibi ibadet ediyorlardı. Kendileri burada, Çar başka bir yerdeydi. Fakat Ruslar, Rus olarak yaratıldığı için, sanki Çarlarıyla canları bir verilmiş gibi ibadet ediyorlardı. “Dua ettikleri Çar mujiklerin dilediğini veriyormuş, iyiymiş, boluş ve köy muhtarlarının yönettiği bizim halkımızın dilediğini kim verir?” Nasıl bir insanmış ki? Anlı şanlı AzCanıbek’ten büyük, yeryüzündeki en kudretli, en zengin adam herhalde diye düşündü sonunda.
Irgat genç, uzun kaftanlı Mikayil’i parmağıyla göstererek:
–Bu, onların imamı! Kırgızlardan hoşlanmaz, diye fısıldadı.
Bir yandan onun söylediklerini dinleyen Mukay, bir yandan da “Kimin dileği daha güçlü, Allah kimin duasını kabul ediyor, kimi duyuyor?” şeklinde düşünüyordu. Bir araya toplanıp yalvaran Ruslara karşı yalnız başına, göğe bakıp Gök Tanrı’ya sığınan ırgatın yakarışını mı duyar, yoksa çan çalan, yüksek sesle şarkı söyleyen, toplanarak kiliseye gelip ibadet edenlerin duasını mı duyar? Bu düşünce yanımdaki eski şapkalı kölenin aklına geldi mi hiç? diye düşünürken ırgat:
–Tanrım yerle bir etsin sizi! diye beddua ederek oradan uzaklaştı.
–“Tanrı diğerlerini ezse de Çar’ı nasıl ezer?” diye düşündü Mukay.
Çar’ı görünce, yani onun resmini görünce kölenin sözlerini hatırladı. Zaman içinde okulda çarla ilgili daha çok bilgi anlatılıyordu. Öğretmen de Kırgız çocuklara “Çalışkan olursanız, Tatar çocukları gibi başarılı olursanız size Çar’ın resmini yakından göstereceğim.” diyerek sanki bir ödül gibi gösteriyordu. Rus Çar’ını, yeryüzünün en kudretli, en şefkatli, en merhametli hükümdarı olarak anlattı. “Rus İmparatorluğu’nun Coğrafyası ve Tarihi Hakkında Bilgiler” adlı ders vardı. Bu derste duyduğu kadarıyla, Rus devletinin geniş topraklara sahip, bir okyanustan diğer okyanusa kadar uzanan bir devlet olduğunu anlattı. Söylenene göre sadece Kırgız ve Kazak değil dili farklı, yüzü farklı birçok halk bu devletin içinde yaşıyormuş. Tatarlar başta olmak üzere Sarı Nogay, Kara Nogay halkları bu devlete uzun süre önce boyun eğmişler.
Tüm bunları duyunca, “Boyun eğmeyen sadece Çin mi kalmış?” düşüncesi akla gelebilirdi. “İşte bu büyük devleti Rusların Çarları kurmuştur.” diyerek öğretmeni her gün tekrarlıyordu. Komiserler, papazlar, boluşlar, muhtarlar, mujikler, göçebe halklar, Tüzem okulunda okuyanların hepsi Çar’ın tebasıdır.
Bir gün resmi getirdi. Bu Ruslar neleri getirmedi ki Kırgız topraklarına: Toprağı süren alete “pulluk” diyorlarmış, ip gibi uzanan telin bir ucundan vurulunca diğer ucundan mektup olarak düşüyormuş, ona “telgraf” diyorlarmış, onu Rusların Pişpek dediği Bişkek, Tokmok, Almatı gibi büyük şehirlerde yerleştirmişler, Kırgızlar, biz kendi gözümüzle görmedik ama hızlı sürülen trenleri “ateş arabası” varmış diyerek Rusların elinden ne görürse, ağzından ne duyarsa şaşırdıkça şaşırıyorlardı. Şimdi ise resmin karşısında Mukay bu haldeydi. Boya dese, hayır boya değildi. Kurşun kalemle mi çizilmişti? Hayır, o da değildi. Kalın kâğıda kişinin küçültülmüş gölgesi yapıştırılmış gibiydi. Sadece ses çıkartmıyor, kıpırdamıyor ve gözlerini kırpmadan sürekli bakıyordu. Hem de onu, boyu bir arşın, genişliği yarım arşın olan, ağaç kalıba yerleştirip, çiviyle duvara asmaya uygun hale getirmişlerdi. Mukay’ın şaşırarak baktığını fark eden öğretmen “Gosudar!” yani Çar dedi. Kilisedeki olaydan sonra Çar’ın, Allah’ın dünyadaki peygamberi gibi olduğu zihninde yer eden Mukay, yaklaşarak resme baktı.
–Bu Çar’ımızdır, hepimizin Çar’ı Nikolay Vtoroy! dedi öğretmeni, kötü telaffuzlu bir Kırgızca ile.
–Niikeley?
–Evet, İkinci Nikolay. Dünyadaki en kudretli Çar! Şubat devrimine kadar Rusya’yı yöneten hanedanlık, Romanovlar!
–Urumanup?! diye sordu Mukay. Diğer Kırgızlar gibi Romanov diyemiyordu. Onun ismi bir Nogay veya Tatar ismi gibi gelmişti kulağına.
–Evet, Romanovlar! İşte bu resimde Çar tüm ailesiyle; işte bu da kraliçe, bu gözleri parlayanlar ise kızları, ötekisi oğlu! Gelecekteki çar sayılır.
Çar da normal, her gün gördükleri Ruslara benziyormuş, tam da onlarınki gibi sakalı, bıyığı varmış. Üzerindeki kıyafet Ceti Suuluk’a gelen Rusların asker kıyafetlerine benzemiyor mu? “Hükümdar” denilince taç giyen, üzerinde altın ve gümüşle süslenmiş, parlak iplerle nakışlanmış kürkü ve üzeri değerli taşlarla bezenmiş çizmesi olan masallar hatırlanır. Özellikle Karagız Nine’nin anlattığı masallarda öyleydi.
Ninenin anlattığı hikâyelerde her zaman Kırgız çocukları Kalmuklarla, Kazaklarla olan savaşı kazanır, yılkı sürüsünü ellerinden alırdı. Kaşgarlı ve Taşkentli kervancıları kovalar, altın ve para dolu olan heybesini kucaklayan tüccar da “Bırakın, bırakın!” diye arkasına bakmadan kaçardı. Nine, bunları anlatırken bu kahraman Kırgızların Kudayan Boyu’ndan mı yoksa başka boydan mı olduğunu anlayamıyordu. Kısacası atların en iyisine binen, tüfeğin iyisi “Akkelteyi” arkasına asan, mızrağın en sağlamını koltuğuna kısan, namuslu Kırgız çocuğu demişti. Söylediğine göre o zamanlar kızların da kendince gelenekleri varmış. Onlar, baykuşun tüyünü beğenmedikleri için, sadece turna tüyü ile süslenen kıyafetleri giyerlermiş. Manas zamanından önce mi yoksa sonra mı, kim bilir? Birilerinin bey, diğerlerinin zengin olduğu herkesin kuvvetli, refah içinde yaşadığı bir zamanmış. Bazıları, öncesi sonrası yok, tam da Manas ve Semetey’in zamanı diye yorumluyordu.
Ninesinden duyduğu efsaneler, Rus öğretmeninin anlattığı uzun tarihin neresinden çıkacak diye hep beklerdi. “Han” ile ilgili duyduklarım, öğretmenin anlatmış olduğu zamanların hangisinden çıkacak acaba diye araştırıyor ama bulamıyordu. Sonunda kendi kendine şu soruyu sordu: “Han” ile ilgili, “Bey” ile ilgili masallar nereden çıkacak?
Öğretmene göre Kırgızların, güçlü Çar’a ses çıkarmadan boyun eğmeleri gerekiyormuş. Amirlere, memurlara ya da sakallı mujiklere kısacası tüm Ruslara, göçebe halkın börkünü çıkarıp, ayağa kalkıp saygı göstermesi bundan dolayıymış. Ne yaparlarsa yapsınlar, Ruslar sert davransa bile, sopayla kafalarına vurup dövseler bile ses çıkarmamalılarmış.
Mukay, köyde bu türden olayları da görmüştü. Bırak susmayı, Rusların elinde öleni de gördü. Kıyafeti eski püskü, orta yaşı geçmiş kısa boylu bir Kırgız, köyün içinde rast gelen herkesin işini yapardı. Kendisine ot, odun kesme gibi işler aramak için dağdan inmişti ve her zaman omzunda kemanını taşıyordu. İş çıkarsa yapar, çıkmazsa arık boyunda yetişen ağaçların gölgesine oturarak keman çalıp zaman geçirirdi. Onun çaldığı müziklerden, Mukay’ın en çok hoşuna giden “Baykuşun tüyü sarıdır” adlı şarkıydı. Kemanının yayını hareket ettirdikçe tellerden, “Baykuşun tüyü sarıdır, baykuşun tüyü sarıdır” diye nağmeler dökülüyor gibi duyulurdu. Kulağa, sanki kemanın içinden tüyleri sarı baykuşun yavrusu “Pır” diye kanatlanıp uçacakmış gibi gelirdi. Kemanın sesi çok etkileyiciydi.
Bunun dışında, destan ve şarkı söylemekte de yetenekliydi. “Semetey Destanından” başlayarak sonunu “Seketbaylar” ile bitirirken herkes onu hayranlıkla dinlerdi. O kadar çok masalın arasından özellikle “Kedeykanı” çok güzel söylerdi. Bu destanda, hayvanı ve malı çok olan Azimkan adında bir han ile, “Bir gün bey olsam…” diye hayal kuran Kedeykan adında bir fakir arasındaki mücadele anlatılırdı. Bunu anlattığında şu andaki boluş ve muhtarlarla tartışan, “Onun partisi, şunun partisi” diye ikiye ayrılan, valiye kadar çıkarak birbirlerine düşman olan Kırgızları anlatıyor gibiydi. “Bu hadisede çok eski bir olay anlatılır.” derler ama dikkat edince eski değil de sanki şimdiki zamandır anlatılan. Çünkü bunu Kırgızlar, birisinden mi duymuş yoksa kendisi mi üretmiş bilinmez. Ancak bugüne uydurarak kinayeyle söylerdi. Onun şarkısında şöyle sözler geçiyordu:
Parti bela oldu başımıza,
Birleşip, birlik olmazsak,
Hizmet et bu yalan dünyada milletine,
Alnın ak gidersin ahirete!
Halkımızda düzen tertip kalmadı,
Particiler halkın arasını kapladı,
Yıldan yıla yayıldı.
Dinleyen Kırgızlar hayret ediyorlardı. Halkın sorunlarının birisine benzemiyordu. “Herkesçe bilinen Kalıgul’un olayı mı?” Yok değildi. “Arstanbek mi?” Hayır, bu da değil. Bu söylediklerinde Kırgızların kullanmadığı kelimeler vardı. “Parti” kelimesini çok duymuşlardı. Hani boluş ve muhtarların seçimi yapılırken “Şabdan’ın partisi”, “Kanaat’ın partisi” ve “Kambar’ın partisi ”diye karşı gruplara bölünmeleri değil mi?
(Kadere bak! Bu günlerin üzerinden beş altı sene geçmeden, boluşluk yerine “partiye mensup” olarak yaşadıktan sonra da sadece “Partiliyim” demek yetmeyip, “Gerçek Partiliyim” diyerek ilkeleri tutacağını ve sonunda kendisi de onlara karışacağını, o zamanlar Mukay hayal bile edememişti.)
Kırgızlar, “millet” kelimesini hiç anlayamıyor, çeşitli yorumlarda bulunuyorlardı. O, “Tatarlardan eğitim gören yeni imamlar çıktı, onlar da kitap yazmaya başladılar.”
“Abayılda’nın neslinden olan Osmon imamın yazdığını okudular.” “Kıyamet kopacak sanki, Abayılda’nın nesilleri imam mı oldular?” gibi düşünceleri halk ağzından çokça duymuştu.
İmamın yazdıklarını ezbere söyleyen Kara destancının söylediklerinde ise şunlar geçiyordu:
Rusları durdurup Taşkent’te,
Şehit oldun Alımkul!
Şehrin sahibi öldü diye,
Ruslara müjde ulaştı.
Kırgızların hanı öldü diye,
Çin’e müjde ulaştı.
Alımkul öldü diye,
Düşmanın sevindi…
Bunu dinleyenler, hangi olayın efsanesini anlattığını anlayamazlardı. “Han” olarak Ormon ve Cantay’ı bilip de, bir de Rus ile çarpışan Taylak’ın oğlunu duyardık. Bu hangi masal? diye şaşırıyorlar, hangi olay olduğunu çıkaramıyorlardı. Destancının kendisi ise “Anciyanlı şairden duymuştum.” diyordu.
Bu şehrin Rusları onu Kara masalcı olarak adlandırıyorlardı. Skazitel Kara opyat ştoto rasskazıvaet na svoem kara kirgizskom yazıke “Kara masalcı, Kara Kırgız dilinde masalını anlatmaya başladı.” derlerdi. Kırgızlar, etrafında toplanarak onu dinlerlerdi. Dinleyeni dinlendirir, kendisini eğlendirir, bitince de zayıf atına binerek “Yarın görüşürüz.” diyerek, iş bulamadığına da hiç üzülmeden evine dönerdi.
Ne günah işlemişti kimse bilmiyordu. Yoksa “Utanmaz Kırgız, Ruslarla ilgili kötü bir söz mü söylemişti?” Bir gün o Kırgız’ı, kolu uzun olduğundan Çongkol lakaplı bir Rus, acımasızca döverek büyük arığın dibine bırakıp kemanını kırmış, atını ise elinden almıştı. Araya giren kimse de olmamıştı. Her zaman onun ezgilerini, şarkısını dinleyen Kırgızlardan biri bile müdahele etmemişti. Genç Mukay, tek başına nasıl karşılık verebilirdi ki Ruslara? İşte o gün araya giremediği için çok utandı. Oradaki zavallı Kırgızlar gibi, o da Rusların avlusuna sığınmıştı. Ruslara karşı çıkamadığı için vicdan azabı çekiyordu. “Keşke, burada Narboto Ağa’m olsaydı, sessiz durmazdı.” diye iç çekti.
Çongkol’un Almanlarla olan savaştan psikolojisi bozulmuş olarak döndüğü söyleniyordu. Alman’ı döven Çongkol, şimdi de masalcıyla beraber sanki masal kahramanlarını da dövmüştü. O, “Kedeykan” destanını söylerdi. Çongkol’un yumruğu hangisine inmişti? Kendi aralarında anlaşamayan talihsizlerden hangisine? Kedeykan’a mı yoksa Azimkan’a mı?
Çongkol’un “Semetey” destanını okuyan Kara’yı dövmesi ile Semetey’in ruhuna karşı gelmesi aynıydı. Semetey, Kara’ya güvenerek kendi gücünden kaybediyordu sanki. Ah büyük Semetey! diyerek Mukay buna da kederlenmişti.
Kara’nın yanına kimse gidememişti. Ölü mü diri mi olduğu belirsiz bir halde Kara destancı, avlunun kenarında uzunca müddet öylece kaldı. Ertesi gün, durumu ağır bir vaziyette köyüne götürdüklerini duymuştu Mukay. Masalcının ezgilerinin tükenip, ölünceye kadar dövüldüğünü kendi gözleriyle gören Mukay, bu şehirden artık iyilik beklemiyordu. “Kahrolsun şehir hayatı!” dedi. Tezek ile uğraşarak geçirdiği köy hayatını, özgürce yaşadığı günleri özlüyordu. Kaç gündür şehirde olduğunu bile karıştırmış bir haldeydi. At sürüp neşe içindeki günlerini, ninesini, annesini, beraber oynadıkları, yarıştığı arkadaşlarını özlemişti.
Şehirde yaşadıklarını anlatığında köy halkı toplanarak onu dinlerdi. Sanki büyük bir masalcıdan hikâye dinliyormuşçasına kulak kesilirlerdi. Mukay, Çar’ın resmini görünce onu canlı görmüş gibi şaşırmıştı. “Sıradan bir Rus muymuş?” diye sormuştu Narboto. “Tahtı ve tacı nasılmış?” diye ihtiyar Kalıbek sormuştu. Çar ile ilgili çok soru sormuşlardı. Yolda karşılaştığı herkes üşenmeden duruyor ve o konuda soruyorlardı.
Yürümekte olanlar yürürken, atla gitmekte olanlar at üzerinde soruyordu. Hiç bıkmıyorlardı. “Karısı nasılmış?” diye de soruyorlardı. Çar’ı sorduklarında mutlaka “Karısı nasılmış?” sorusunu sorarlardı. Onun karısına “Kraliçe” de demiyorlardı. Mukay ise resimde gördüklerini sanki Çar’ın sarayına gidip görmüş gibi anlatırdı. Çar’ın karısının kraliçe olduğunu kendisi de unutur, soruyu duyar duymaz anlatmaya başlardı. “Karısı mı? Saçları kıvırcık, uzun gömlekli, ağzı yüzük gibi küçücük, gözleri masmavi” cevabını verirdi. Gözlerinin maviliğini sanki görmüş gibi konuşurdu. İlk başta Çar’ın karısını neden sorduklarına önem vermiyor, anlamlandıramıyordu. Uzunca bir zaman geçince ancak anlayabilmişti. Büyüklerin bolca kımız içip sohbet ettikleri ortamda ancak kavrayabildi.
Meğerse Sagınbay adında ileriyi görebilen bir Manasçı varmış, duyduğuna göre o bu topraklardanmış. İşte o, bir keresinde başına uygun şekilde işlenilen altın taç sölköbayı, görünce “Bu Çar ölecek.” diye söyleyerek halkı şaşırtmış. “Nerden biliyorsun?” diye sorduklarında “Donarak düşüp, boğazı kesilecek.” diye cevap verip “Yöneticilere hemen haber verin!” demiş. Boluş ve muhtarlar “Sakın kimse duymasın, durduk yere başımıza bela açacaksın” diye korkuyorlardı. Yalvarırcasına Sagınbay’ı zar zor susturabilmişlerdi. Sonrasında Sagınbay’ın söyledikleri, halk arasına yayılmış, şehre, pazara gidenler bir bahane bulup Çar’ın başındaki nakışlı sölköbayı görmek için çabalamışlar. Bir de onun öleceğine inanıyorlardı. “Karısı nasılmış?” diye sormaları da “Çar ölürse, karısı tahta çıkacak, nasıl biriymiş?” diye ilgilenmelerindenmiş.
Sadece Karagız Ana’sı farklı yorumlamıştı. “Çar’ın resmini görmen iyi bir şey.” diyerek sanki torunu resimden değil de, gidip Çar’ı sarayında görmüş gibi yorumlardı. “Han’ın gözünü gören ölmez derler oğlum! Sen Çar’ı gördün.” diyerek Mukay’a dua eden Karagız Ana, onun gördüklerini iyiye yorumladı, kucaklayıp, torununu başından tekrar tekrar kokladı.
Yeşil otlaklı tepede uzanarak, Bordu’nun içindeki boz üyleri izleyen, gökteki bulutların hareket etmesini seyreden Mukay, şehirdeki günlerini böyle hatırladı. Ninesinin masal ve hikâyelerine inanmayıp şüphelenmesi işte o zamandan başlamıştı.

V
Dağ eteklerine uzanan, yamacı kaplayan arazilerin hepsi ekin tarlasıydı. Bu sene Ruslar ekini çok ekmişler, tarlalarının bir ucu Kırgızların mezarına kadar dayanmıştı. Kam-bar Boluş, yiğitleriyle beraber ekin tarlalarının kenarından at sürerek gidiyordu. Boluş’un, oğlu ve yiğitleriyle kasabaya ineceğini duyan boydaşları “Yalnız gidersek, ne yapacağımızı bilemeyiz, sokaklarında kaybolup pazarını bulamayız, zorlanırız. O yüzden Boluş’un yardımıyla kasabayı görelim, pazarına gidelim.” diyerek onlara katılmışlardı. “Sölköbayı göreceğiz.” diye heyacanlananlar da vardı.
Ekin tarlalarının kenarında ilerlerken “Bir zamanlar buraları bizim topraklarımızdı.” düşüncesiyle bakıyorlardı, sömürgeciden korktukları için, ekine basmayalım diyerek itinayla gidiyorlardı.
–Yedinci atamız Kudayan ve sonraki atalarımız burada yatıyor, dedi Kambar Boluş.
Ondan öncekiler de mutlaka bu topraklara defnedilmiştir, ancak kesin olarak bildikleri Kudayan’dan başlıyordu. Burada kimler yatmıyordu ki, Mamatkul ile Tınay, Koşoy ile Talkan zamanında Kalmuklar ile savaşta şehit olanlar, toprak için Kazaklar ile yapılan savaşta ölen yiğitler burada yatıyordu. Cesedi tam olarak defnedilenler de, savaşta kemiği etinden ayırılıp getirilerek defnedilenler de vardı. Gençken ölenler de, yaşlıyken ölenler de burada yatmaktaydı!
Kimisinin mezarı toprak yığınıyla küçük bir tepe oluşturmuş, kimisininki ise taş yığınıyla türbe halini almıştı! Kahraman olarak hatırlanan da, sıradan bir hayat yaşayıp bu dünyadan göçen de vardı bu mezarlıkta. Ah yüce Atalar! Onlar öldüğünde yakılan ağıt halâ dillerdeydi:
“Babacığımın,
Atmacaymış hayâli,
Kapan gibiymiş pençesi!” diye söylenirdi.
Bazıları bunun, Narboto’nun ataları öldüğünde söylenen ağıt olduğunu iddia ediyordu. Bazıları da bu görüşü kabul etmiyordu. Herkesin atasının üzeri yığın toprakla örtülmüş halde orada burada yatıyordu. İşte bunları düşünerek ölülerini anan Kırgızlar, Kambar Boluş’la birlikte başlarını öne eğerek birkaç dakika sustular.
–Bu sene buraya kadar gelmişler, sanırım gelecek sene mezarlarımızı da buralarda bulamayacağız! dedi içlerinden biri.
Başka biri, mezarların yıkılmaya başladığını fark etti. “Falancanın mezarı yıkılmış, ötekinin mezarının nerede olduğu belli olmuyor, bu büyük mezarlık yerle yeksan mı olacak?” diyerek yiğidi destekleyip, diğer Kırgızlar da Ruslara küfürler savurdular. “Gelecekleri olmasın, atalarımızın ruhu çarpsın!” diye hakaretlerle yere tükürdüler. Kambar bile onları susturmadı. Senelerdir yönetici olarak görev yapıyor, Ruslara hizmet ediyordu. Boluş olarak seçilmiş, muhtarlık da yapmıştı. Ancak halkının Ruslara olan nefretinin bu kadar büyüdüğünü hiç fark etmemişti. Boluş susunca yiğitler de sessizliğe büründü. Komşu boylarda yaşanan, mezarlıkların bozularak işgal edilmesinin, Kudayan Boyu’nun da başına geleceğini düşündüler.
Mukay, “Halk Ruslardan nefret ediyor. Bir fırsatını bulup öldürecekmiş gibi onlara sövüyorlarsa, bu kadar beddua ediyorlarsa ben niye Rusların okuluna okumaya gidiyorum ki?” diyerek kendini sorgulamaktan alamıyordu. Babası ise “Narboto Ağa’nın yolundan gidersen, yılkı sürüp getirmekten, halkımızın millî oyunu kökbörü oynamaktan başka bir şey öğrenemezsin. O yüzden Rusça öğren, Rusların okulu güçlüdür.” demişti.
Kırgızlar Ruslara beddua ederken Kambar Boluş atından inerek, kır pelinlerinin arasında babası Boşkoy’un mezarına doğru yürüdü.
Yanındaki yiğidine dönüp, “Kur’an okur musun?” dedi. Boluş’un babasına Kur’an okutacağını duyunca diğer Kırgızlar da atlarından inerek diz çöküp yere oturdular. Yiğit, “Bısmılda ırahman ırayım, kulkuldabat…” diyerek Kur’an okumaya başladı. Yiğit Kur’an okumayı, çok önceleri yaptığı bir alış veriş neticesinde “Ödemenizi kuzu ile yapayım.” dediğinde “Fazlasını öğrettim.” diye kabul etmeyip, koyun alan sarıklı bir tüccardan öğrenmişti. O, Kur’an okurken Boluş göz ucuyla türbenin dibine üzüntüyle bakarak oturuyordu. Yaşlanmış annesini düşündü. Annesi, bu yıl “Yedi müçölmün” diye ağlar olmuştu. Annesi artık öleceğim diyordu. “Öleceğim gün yaklaşıyor, ölürsem cenaze geleneklerimize göre beni bu dünyadan uğurlayın.” diye tembihliyordu. “Hayvanların semiz olduğu zaman ölsem keşke, gelenler yağlı et yesinler.” diye dua ederdi. Mezar taşlarına bakan Kambar, annesi vefat ederse, babasına yakın defnedecek bir yer belirliyordu.
Annesini ziyaret eden kızlara şakayla karışık “Ben ölürsem ne diye ağıt yakarsınız? Ağıtı kötü söylerseniz falancanın kızları, gelinleri ağıt söyleyemedi diye halk dedikodu eder. O yüzden şu ağıdı yakın!” diyen annesinin ağıtı aklına geldi.
Açık, güneşli gökyüzün,
Bir çay kaynama vaktinde bozan,
Kutsaldı anamız, ah!
Tükürüğü bile ilaç olan,
Tütsüyle nefes veren,
Şamandı anamız, ah!
Karanlıkta aydınlık gören,
Bugünden tam gören,
Gelecekteki işi kesin söyleyen,
Bilgeydi anamız, ah!
Efsaneydi anamız…
Yiğit, “Kulkuldabat, kulkuldabat” diye üç defa tekrarlayarak Kur’an’ı bitirince, “Âmin” dedikten sonra yerlerinden kalktılar.
Öğleden sonra at sürerek kasabaya girdiler. Kırgızların bu ziyareti, tam da kilise çanının çaldığı zamana denk gelmişti. Kilisenin tahta kulesinde çan çalıyordu. Bu sesi daha önce duymayan atlar ürker gibi oldu. “Rusların gözü önünde atlarımızı ürküterek yanlış bir hareket yapmış olmayalım.” diye çekinen Kırgızlar, dizginlerini sıkıca tutarak “Yavaş! Dur!” diye bağırarak, onları kontrol ettiler.
Kasabaya ilk defa gelenler, şaşkın şaşkın etrafa bakınıyordu. Özellikle de kiliseye hayretle bakıyorlardı. En çok da kilisenin çanı onlara garip gelmişti. Yakındaysan, çanın sesi kulak zarını patlatacak gibiydi, “Bu sesi kim, nasıl çıkartıyor?” der gibi bakıyorlardı. Kambar, Komiser’in ofisine ulaşınca atından indi. Diğer Kırgızlar da atlarından inerek bir elleriyle atlarının dizginlerini tutup diğer ellerine tebeteylerini alıp, Komiser görünürse diye boyun eğip, saygı göstermeye hazır hale geldiler.
Komiser’in yüksek duvarlı evinin avlusunda kalabalık bir grup toplanmıştı. Buradakiler yalnızca boluş, muhtarlar, köy yöneticilerinden oluşmuyordu. Aralarında, resmi bir görevi olmasa da önceki yaşantısını unutamamış, kamçısını iki büklüm tutarak belindeki kemerini diğer eliyle sıkan, kamçısını iki büklüm tutmayıp da uzunca salıvererek bazen onunla çizmelerine vuran, arada tükürüp hala kendilerini yükseklerde gören köy ağaları da vardı. “Bugün nasıl bir emir duyacağız?” düşüncesiyle hazır bekliyorlardı.
Kambar Boluş, oğluna “Selam ver, şu boluş ile selamlaştın mı, bu köy muhtarına selam verdin mi?” diyerek sırasıyla birilerini gösteriyordu. “Okula gidecek oğlun bu mu? Yiğit olmuş! Evlenecek yaşa da gelmiş!” şeklindeki sözlerle Kırgızlar Mukay’ı övüyorlardı.
Atlarını yiğitlerine bırakarak, kamçılarını yere sürükleyerek meydana gelen boluş ve köy muhtarları, Komiser’i beklerken sohbet ediyorlardı. Kimilerinin ablası, kimilerinin de teyzesi olan Karagız Ana’nın hali vakti yerinde mi? diye soruyorlardı.
Alman-Rus savaşı hakkında konuşuyorlardı. Okuryazarlığı olan yoktu konuşanların arasında, Rusların iç durumuyla ilgili yeterli bilgileri yoktu. Elli yıl geçti Ruslara boyun eğdiğimizden beri diyorlardı. Herkes duyduğu dedikoduyu birbirlerine anlatıyordu. Kimileri savaş için kaç yılkı sürüsü verdiğini söylüyor, kimileri de şırdak dedikleri nakışlı keçe, ip gibi verdikleri eşyaları halktan toplayıp Komiser’e getirdiklerini anlatıyordu. “Nakışlı keçelerimizi bile veriyoruz, Kırgızların bu keçeleri savaşta ne işe yarar ki?” diye şaşırıyorlardı. “Rus onu serip mi yatar yoksa örtünüp mü yatar?” diyorlar, bir türlü anlam veremiyorlardı. Eninde sonunda konuşmaları topraklarının daralması meselesine geliyordu. Çüy arazisinde boş toprakların kalmadığını, Kara Balta’dan başlayarak tamamıyla çiftlik kurulduğunu, diğer toprakların da balcılık yapan Ruslar tarafından sahiplenildiğinden bahsediyorlardı. “Şimdi neden çağırdığını bilen var mı?” diye birbirlerine soruyorlardı.
Kambar Boluş ise korkulukların tahta sütunlarına bakıyordu. Bakıyordu ama dikilen tahtalara destek olarak koyulan sütunların nasıl birbirlerine tutturulduğunu anlayamıyordu. “Kerege bağlanmış gibi köknar ağacından yapılan destek tahtanın bağlanışına bak!” diye kendi kendine şaşırıyordu. Dağlarımızdan kesilen köknar ağaçlarının, cami yapımı için de uygun olduğunu duymuştu.
Ofisin kapısı açıldığında Komiser göründü. Tercümanı da amirin beyaz sopası gibi her zaman yanındaydı. Halk, onu görünce saygıyla başını eğdi. Komiser, yüksekliği beline kadar gelen ince tahtadan yapılmış korkuluklara dayanarak toplananlara baktı.
–Kırgızlar! dedi Komiser. Toplananların kendi aralarında mırıldanmalarını kesip, dikkat çekmek istedi. Kırgızlar konuşmalarını bitirip, Komiser’in söyleyeceklerine dikkat kesildiler.
–Kırgızlar! Bugün sizleri sayın Çar’ın emriyle buraya çağırdım.
Sesini açmak için biraz öksürüp, kendisini izlemekte olan Kırgızlara baktı.
–Elli sene önce yüce Çar sizlere büyük yardım göstererek kendi yönetimi altına almış, sizi halkı olarak kabul etmişti.
Şimdi de size, Kırgızların bizim halkımız olduğunu göstermenizi emrediyor.
Komiser’in konuşmasını anlamadan şaşkınca bakan Kırgızlar, tercümanın çevirmesini bekliyordu. Komiser’in “Kırgızlar halkımız olduklarını göstersin.” dediğini tercümandan duyunca toplananlar canlanıverdi. “Ne istiyor bizden?” der gibi yerlerinde hareketlendiler.
–Almanya ile savaşmakta olan Rus İmparatorluğu’nun askere ihtiyacı var. Sayın Çar Tüzem halkından, Kırgızlardan, Kazaklardan asker toplamamızı emretti! dedi, komiser.
Tercüman bunu tercüme etti. Topluca Komiser’e bakıp ilk önce yerlerinden doğrulan Kırgızlar “Asker toparlayacak” sözünü duyunca “Aman, ne diyor?” diye duyduklarına şaşırıp, sarsıldılar.
Kırgızların şaşırarak baktığını gören Komiser “Bunlar yanlış anladılar herhalde.” düşüncesiyle konuşmasını yüksek sesle tekrarladı.
–Almanya ile savaşmakta olan Rus İmparatorluğu’nun askere ihtiyacı var. Beyaz Çar Tüzem halkından, Kırgızlardan, Kazaklardan asker toplamamızı emretti. On sekiz yaşından kırk yaşına kadarki erkekler listeye alınacak! Sizlerin yüce Çar’a yapacağınız iyilik bu olacaktır!
Tercümana baştan tercüme ettirdi, dinleyenler yine susarak baktı. Komiser’in sözü tepelerine inen bir şimşek etkisi yaşatmıştı. “Asker alacak” sözü “Şimdi Ruslar canımızı yakacak.” diye duyulmuştu sanki. “Vah vah öyle mi?” diye bazıları üzüldü, bazıları sinirlendi. Örme kamçılarını iki büklüm yapıp kemerine kıstıran “Boluşlardan, köy muhtarlarından olmasam da heybetliyim, hakkım olmasa da grup toplantılarına katılabiliyorum.” diye övünen köy ağaları bile ses çıkaramadan, susarak öylece duruyorlardı. O zaman akıllarına ihtiyar Kalıgul geldi. Kimileri de Arstanbek’i hatırladı. Çoğu, kendi kendine kelime-i tevhit getirerek “Tövbe” diye mırıldandılar.
“Ruslar alır yerini,
Kırar senin belini,
Korursun sarı arazini,
Askere vereceksin,
Karnından çıkan oğlunu!
diyerek bilmem kaç yıl önce kim söylemişti, Ruslar daha buraya gelmeden dememiş miydi?” diyerek kelime-i tevhit getirdiler. Ermişlerin dediklerinin gerçek olduğuna şaşırarak, “Söyledikleri sonunda gerçek oldu!” dediler. Hatta bazılarının korkudan akılları yerinden uçtu. Geleceklerini düşününce hayalleri, umutları karamsarlıklar arasında kaybolup gitti.
Kırgızların bu halini gören Komiser şaşırdı. Onların yüzlerine baktığında mutlu olan birini göremedi.
–Ama bilin ki, Kırgızlardan alınan askerler savaşa direk katılmayacak! Sizden gidenler artçı olarak kalacaklar. Siperde kalarak artçı işlerini yapacaklar.
Kırgızlar, Komiser’in söylediğine inanmadılar.
–Artçı dediğin kurşun getirir, askerin kurşununu getirip, onun yanında bulunup da savaşa girmemek de nasıl bir şeymiş? dedi boluşların biri.
–Ne zaman alacaklarmış? diye sordu bir başkası.
–Asker vermekten başka çareniz yoktur! Her boluş, on sekiz yaşından kırk yaşına kadar olanların listesini oluşturmalı! Ağustosun ortasına kadar yapılacak bu işler! dedi Komiser.
“Çok erkenmiş! Ağustos dediğin ayak oona değil mi?” diye Kırgızlar kendi aralarında tartışarak hangi ay olduğunu belirlediler. “Ay bitiyor şu an ay karanlık, demek ki bir kaç gün sonra baş oonanın yani eylülün ilk günü olacak. Bu ay ortasında hava bozulup dağların tepesine sis çökecek, demek ki çok az vakit geçtikten sonra yeni ay başlayacak” diye ağustosun hangi aya denk geldiğini belirlediler. Arkadakiler yavaşça yürüyerek gitmek için hazırlanmaya, atlarını su kenarından çekip eyere asılı olan üzengileri indirmeye başladılar.
“İzinsiz nasıl gideceğiz?” diye sırtını dönüp gidemeyen bir boluş da demin kilisenin ne olduğunu Mukay’a anlatan köleye fısıldayarak “Halktan asker alacaklarmış, halka söyle” dedi. Babasının yanında duran Mukay da bunu dinliyordu. “Kırgızlardan asker alacaklarmış, sen erkenden gidip halka söyle.” diye tekrarladı Boluş. Kırgız kölenin aceleyle köyden çıktığını fark etti Mukay.
“Nikeley, Nikeley!” nidasıyla, savaşacaklarını akılları alamayan Kırgızlar, başlarını öne eğerek sırtlarını dönüp yavaşça gitmeye başlayınca Komiser onları durdurdu.
–Kırgızlar! Pişpek ile Prceval yani sizin Karakol dediğiniz şehrin valisine vergi olarak toplanan hayvanlara saldırıp çalanlar çoğaldı. Halkınızı kontrol edin, yoksa ceza alacaksınız! Aklınızda olsun, Kara Baltanın yukarı tarafında at sürüsüne saldıran Kırgızlar yakalandı, askerî mahkeme onları idamla cezalandırdı. Bu olay size ders olsun! dedi Komiser.
Komiser yılkı sürüsüne saldıranları anlatırken Kambar Boluş dikkatle dinledi.
–Geçende Rus devletinin tebaaları Çin’e girip, at sürüsüne saldırmış! Yasaya uymayan, imparatorluğun sınırını bozan haydutları hemen kendi isteğinizle bulun!
Toplananlar kendi aralarında fısıldaşarak, sanki hiç ummadıkları bir olayı duymuş gibi birbirlerine bakıyordu. En son Bugu Boyu’nun Turpan’a giderek hayvan çaldığını ve o zaman Rus yönetiminden sert tepki aldığını, bunun son defa olması gerektiğini hatırlattıklarını unutmamışlardı. Şu sıralar afyon kaçakçıları zamanı diye biliyorlardı, meğerse barımtaçılar da mı varmış? Toplananlar “Duymadık, bilmiyoruz, biliyorsak Allah çarpsın!” diyorlardı. İlk defa duyuyormuş gibi gözükmeye çalışan Kambar Boluş da omuzlarını silkip fark ettirmedi, “Allah korusun!” diyerek diğerlerine katıldı.
–Tekes’in karşısındaki göçebe Kalmukların yılkı sürüsüne saldıranlar aranmaktadır. Saldıranların, yüce Çar’ın tebaasındaki Kırgız veya Kazaklardan olduğu tahmin ediliyor! dedi, Komiser.
Kambar Boluş, “Kazak” kelimesini duyunca “Her zaman Kazakları suçlar İnşallah.” diye umuyordu içinden.
–Duymadık vallahi! Çalınan yılkı sürüsü yoktur bizde! diye Kırgızlar yine bir defa daha mırıldanarak tekrarladılar.
Komiser konuşmasına devam etti:
–Yılkı sürüsüne saldıranlara, onları kovalayanlar yetiştiğinden sürüyü bırakarak kaçmışlar! Ancak, ölen biri varmış. Ağır yaralanan iki Kalmuk da sonra ölmüş! Kim olduklarından haberiniz var mı?
–Nerelilermiş? diye Kırgızlar hep birlikte sordular.
–Sürüye saldıranların bir tanesi ölü olarak dönmüş. Eti çıkartılıp, kemiği getirilmiş! Üzerindeki kıyafeti ve çizmesi Çin yönetiminin polisine verilmiş. Kırgızlardan ölü gelen birisini biliyorsanız, kendi rızanızla haber verin! Son günlerde kimi defnettiniz?
Toplananlar omuzlarını silkip, fısıldaştılar.
–Geçende seksene ulaşmış, çok saygıdeğer bir ihtiyarımızı halkımızla beraber defnettik başkasını bilmiyoruz, dedi bir boluş. “Hepiniz gelip birlikte defnetmemiş miydik?” der gibi yan taraftakilerine baktı.
“Yalancılar, yüz karaları!” dedi, içinden Komiser. Yasayı anlatıp birkaç gün sonra tüm boluşların halkını gezmeye, incelemeye çıkacağını söyleyerek “Hadi dağılın!” diye oradakilerin gitmesine izin verdi. “Listeyi almak için mi gelecek yoksa hırsızları bulmak için mi?” diye tam olarak anlayamayan boluş ve köy muhtarları, ne olursa olsun diye hızlıca buradan uzaklaşmak için başlarını öne eğerek dağılmaya başladılar.
Polislerin gizli ajansı tarafından “Kudayan Boyu’ndan bir genç ölmüş.” haberini öğrenmiş olan Komiser, Kambar Boluş’u durdurdu.
–Sizde ahali nasıl, her şey yolunda mı? diye sordu.
Kambar Boluş ilk başta çok korktu. Hırsızları söyleyiverecek gibi oldu önce, sonra durdu. Belli etmemeye çalışarak, sabırlı bir şekilde konuştu:
–Yapmayın Komiser Bey! dedi yapmacık bir ifadeyle.
Boluş, barımtaçıları koruyacağım diye Rus yasasına göre büyük suç işlediğini hissetti. Eğer bunları sakladığı duyulursa, cezasının iki kat artacağını hatırlayıp ödü koptu. Gerçeği söylerse Kudayan Boyu’nun dağılacağını düşünüp, ihtiyar Kalıbek’in “Hepimiz bir ağız olalım.” cümlesini aklına getirerek kendini tuttu.
–Araştırmaya göre Çin sınırında yaşayan Kalmuklara saldıranların sizin boydan olduğu tahmin ediliyor, dedi Komiser.
Yalan söylemek ne kadar zor olsa da Kambar Boluş içinden “Allahım, susmayayım yardımcım ol.” diyerek konuştu:
–Komiser Bey! Bizim halkta her şey yolunda, yöneticilerin söylediği vergiyi zamanında toparlayıp veriyoruz, yasaya karşı gelen yok.
–Yılkı sürüsünü çalarken bir Kırgız ölmüş. Geçende sizden de birisi, genç biri ölmüş diye duyduk dedi, Komiser.
“Komşu Kırgızlar öğrenirse, kıskanan birisi söyleyebilir, ancak Kudayan Boyu’ndan kimse öyle yapmaz.” diye düşünen Kambar:
–Evet, gerçekten de birisi vefat etti. Ancak o, Kalmuk’un elinden ölmedi. Kendi eceliyle vefat etti. Yaylada uçurumdan düşerek öldü. Yakınlarıyla da konuşup sorunuz, dedi sesini ciddileştirerek.
Komiser, Verniy’li yazar arkadaşının “Kırgızlar ahmak görünmelerine rağmen iftiracı ve kurnaz olurlar.” sözünü hatırlayıp, Kambar’ın gözlerine bakarak düşüncesini okumak istedi. Masmavi gözleriyle Kambar’ın kara gözlerine baktı. “Bu da ne?” diye düşünen Kambar Boluş da parlayan gözlerini kaçırmadan ona baktı.
–Kambar Bey! Araştırmayı devam ettireceğiz. Ancak siz bir şey biliyorsanız bir an evvel söylemeniz sizin iyiliğinize olur. Sakladığınız anlaşılırsa, siz de zan altında kalıp ceza alırsınız. Yine tekrarlıyorum, yakında köyünüze geleceğim dedi Komiser.
Kambar içinden “Ne olacağını göreceğiz.” diyerek, bir an önce oradan ayrılmak için acele etti. Komiser, geçende yaptığı gibi omzundan okşayıp şefkat göstererek uğurlamamıştı.
Bir yandan “Hırsızı bul.” diye sıkıştırırsa, bir yandan da erkekleri askere alırsa, böyle birbirimizi kandırıp, çare ararken hangi okul, hangi cami, hangi toprak koruma diye geçirdi içinden… Kambar Boluş, Bordu’ya atın üstünde yol alırken sağ gün göremeyip yerin dibine gireyim!” diyerek sinirle tükürdü.
“Pazara geldik de ne oldu? Bu kötü haberi duymaya mı gelmiştik?” diye, Boluş’un peşinden at sürmekte olan Kırgızlar da kızgındı. Askere giderlerse, yabancı topraklarda cesetlerinin kalacağını düşünerek kendi topraklarında Kur’an okudukları Kudayan Boyu’nun mezarlığına defnedilemeyeceklerini akıllarından geçirip ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Ulaşır ulaşmaz askerlik işini ahaliye anlattı. Bu kötü haberi duyan halk sert tepki verdi. “Şimdi bir de askere gitmemiz eksikti?” diyerek kızdılar. Boluş, sorgu memuru ve topografların beraber geleceğini de söyledi. Halk “Olur mu öyle şey!” dedi. “Bordu’nun içerisine girmeden yollarını keselim!” diyenler de oldu. “Asker gelecek, yüz asker!” dedi Kambar Boluş. Nereye kaçacaklarını bilmeden “Kaçalım!” diyenler de oldu. “Sorgu memuru ve topograflarla birlikte asker de gelecek.” dediğinde “Geldiklerinde askere de alacaklarmış” şeklinde anlayanlar, “Kudayan’ı Allah cezalandırıyor, felaket üstüne felaket…” diyerek kötü bir işaret olarak kabul ettiler. Kimileri askere gitmekten, kimileri askere çocuklarını vermekten, kimileri askerî sorgu memurundan korkuyordu hatta topograflarından bile korkanlar vardı. Halk ne yapacağını bilmiyordu.
Kambar Boluş, öfkeli halkını zorla sakinleştirdi.
–Müfettişi dinleyelim, topograflar topraklarını belirlesin, onlarla konuşayım! Sonra hep birlikte ne yapacağımızı kararlaştırırız! dedi.
“Konuşayım” dediğinde halk inanmak istercesine “Bizi kurtarmak için toprak verecek galiba.” diye düşündü “Allah’a bırakalım, Karagız Ana’mız başımızda, hiç değilse sonra bakarız.” diye dağıldılar. Halkın diğer kısmı da Kam-bar Boluş’a inanmayıp, onun yüzüne söyleyemeseler de içten içe ondan daha da nefret etmeye başladılar. “Boluş’umuz şehre her indiğinde, kötü haber getirmeyi alışkanlık haline getirdi. Bir gittiğinde balcılara toprak alacakları, ikinci defa gittiğinde vergiyi çoğaltmak gerektiği haberini getirmişti. Şimdi de asker haberini getirdi.” diye bu olanları kötüye yordular.

VI
Üzengileri ayna gibi göz kamaştıran, demirden düğmeleri güneşte parlayan, omuzlarına süngülü tüfek asılı, at üstündeki Kazak Rusları sıra halinde boğaza doğru giriyorlardı. Hızlı yürüyen atların ayakları altında kara yolun toprağı ezilip, tozu köknar ağaçları boyunca savruluyordu. Almatı’dan gelen silahlı on asker, Komiser ve Petersburg’dan gelen bir misafirin bulunduğu arabanın etrafında onlara refakat ediyorlardı.
Dağ arasındaki, Kırgızların yaşadığı hazine topraklarından yer belirlemeye büyük bir grubun gideceğini, onlarla beraber Sootnik’i yöneten Kazak Ruslardan oluşan bir asker grubunun da gideceğini duyan Petersburglu etnograf; “Buraya kadar gelip Dağ Kırgızlarını gezmeden gitmek ayıptır.” diyerek onlara katılmıştı. Yan tarafında eyerlerinde deri çantaları sallanan topograflar da dizi halinde geliyordu.
Onların geldiğini uzaktan gören göçebe halk, ne kadar kalabalık olduklarını tahmin etmeye çalışarak tedirgin bir şekilde bekliyorlardı. Korku içinde “Askerler geliyor! Bu kadar çok askeri hiç görmemiştik, biz onlara gözükmeyelim, saklanalım.” diyorlardı. “Yüz asker olduğu gerçek mi?” diyerek birbirlerine soruyorlardı. Saklanacak yer bulamayanlar, büyük grubu görünce karşılaştıkları yerde donakalıp at üzerindelerse zıplayıp iniyorlar, yürümektelerse bulundukları yerde kalpaklarını çıkarıp başlarını yere eğerek ellerini göğüslerine koyup, grup geçene kadar heykel gibi duruyorlardı.
“Gözden kayboldular mı?” diye göz ucuyla belli etmeden bakıp, grubun geçtiğinden emin olmaya çalışıyorlardı.
Petersburglu etnograf misafirinin sıkılmasını istemeyen Komiser, geçtikleri yoldaki toprakları tanıtıyordu:
–Aleksandır dağlarının eteğinde, Bordu adı verilen yaylada göçebe hayat süren, Kudayan Boluş’unun Kara Kırgızları işte bunlardır. Buradan ilerideki geçidi geçersek orada Temir Bolot Boluş’unun halkı yaşıyor, diyerek yol boyunca yaşayan Kırgızları eliyle tarif ediyordu.
İşte bu dağların eteklerinde başından sonuna yaklaşık bir ay içinde gidilebilen, yükseklerde topraklar bulunmaktadır. Oraya genel olarak “Kırgız toprağı” derler. O toprakların öbür tarafında Ural dağları bulunmaktadır. Dağın gerçek anlamda ne olduğunu ilk defa bu topraklarda gören etnograf “Dağ dediğin buralardaymış.” diyerek, göklere ulaşan sivri kayalıklara hayranlıkla bakarak yolculuk ediyordu. Komiser’in konuşmasından onun da aklına bir şey geliverdi:
–Ural’ın Kırgız Kaysakları denilmiyor muydu? “Aleksandır sıra dağlarının Kırgızları! Yeni bir adlandırma! diyerek bir kahkaha patlattı.
–Genelde Kırgızların hepsi vahşi, ama bunlar en vahşileridir dedi, Komiser.
–Nasıl yani! dedi etnograf şaşkın bir ifade ile.
Komiser fısıldayarak:
–Kan içinde olan cesedi, kesip kemiklerinden ayıran Kırgızları duydunuz mu hiç? Sizin bilim literatürünüzde ne denir buna? İnsan yiyenler denmiyor mu? Ajanların verdikleri bilgilere göre, bunlardan bir tanesinin de işte buradakilerin arasında olduğu tahmin ediliyor. Sessiz sessiz anlatacağım bu olayı belki yakalanırsa, kendi gözlerinizle de görmüş olacaksınız, dedi etnografın kulağına.
“İnsan eti yiyen mi var? Ne zoru varmış ki?” diye irkilen etnograf, kollarını göğsüne bağlayıp, yol kenarında duran kişilerin yaşlanan yüzünde, yorgun suratlarında vahşiliğin bir belirtisini arıyormuşçasına bakıyordu. Arabada giderken misafir, dikkatle bakarak defterine şöyle yazmaya karar verdi: “Bölge amirliği ve komiserliği buralara çok sert yönetim kuralları getirmiş. Önümüze farkında olmadan çıkıveren Kara Kırgızlar Rusları görür görmez ellerini önlerinde bağlayıp, oldukları yerde heykel gibi donuyorlardı. Yolu boşaltmaya çalışıyorlardı. Boğaz çok dardı, dağa tırmanıp yol boşaltmaları da mümkün değildi, çünkü dağ çok dikti. Bundan dolayı sıkışıp, oldukları yerde biz geçene kadar durdular. Onların perişan hallerinden baskı yapıldığı belliydi ve zavallı gözlerinden korktukları hissediliyordu. Vasiliy Radloff’un “Eskiden Rusların kurallarını kabul etmeyip özgürce hayat süren halkın, bu gidişimde koyun gibi sakin olduğunu gördüm.” şeklinde yazdıkları aklıma geldi. Âlimin dediklerine kendi gözlerimle şahit oldum”.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/arslan-koyciyev/bedel-gecidindeki-lanet-69499897/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Bedel Geçidindeki Lanet Arslan Koyçiyev
Bedel Geçidindeki Lanet

Arslan Koyçiyev

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bedel Geçidindeki Lanet, электронная книга автора Arslan Koyçiyev на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв