Davul Taşın Hikâyesi

Davul Taşın Hikâyesi
Arslan Koyçiyev

Arslan Koyçiyev
Davul Taş’ın Hikâyesi

DAVUL TAŞ’IN HİKÂYESİ

I
Kan Donduran Kara Makale
Kaygısız hayatı, geçen yaz ki sıcaklar gibi bir yaz gününde birdenbire mahvoldu. Zaman zaman uykusunu kaçıran, kâbus gibi rahatsız eden düşünceye daldığından beri alıştığı eski evinde kalıyordu. Gençlik çağlarında yayılmış halk düşmanlarının başındakileri kendi elleriyle tuzağa düşürecek kadar inat edip ideolojik kargaşanın lekelerini temizlemeye geldiğinde yedikleri yemeği bile bırakan ajanların en övgüye layık olanlarından biriydi. En uzak büfelerdeki gazeteleri bile gözden kaçırmayıp iki günde bir çıkanı iki günde, her gün çıkanı her gün üşenmeden aldırtmayı alışkanlık haline getiren KGB’den emekli albay iki kucak dolusu gazeteyi yavaşça yayıp ajanlar gibi her sayfayı dikkatle okurdu. KGB’den emekli M. K., iki günde bir çıkan altı sayfalık “A …”. gazetesinin son sayısını eline aldı. Of diye bağırıp, ellerini başına kaldırdı, beti benzi attı ve elleri de titremeye başladı. Burnundan soluyor ve çenesi titriyordu. İki üç satır okuyunca gazete okumaktan yorulmuş kıpkırmızı gözleri büyüdü. Daha da okumaya devam edince siniri tepesine çıktı ve şakaklarında damarlar belirgin hale geldi. Sinirleri bozuldu.
İn…san… insan… insanın cesedi mi diyor? Bulundu mu diyor? Yine mi? Sonunda mı? Kafası, eli, ayağı… kalça kemikleri iyi, sırtı ve kaburgaları da iyi… çürümemiş… omurgaları kırılmış… kısacası insanın bütün vücudu duruyordu. Allah kahretsin. Bulundu mu diyor? Sonunda bulundu mu? Baksana haberi doğrulamak için resmini bile koymuşlar. Ölenlerin toplanmış kemiklerinin resmiyle, bu adamın tam karşıdan çekilen resmi de var. Topluca katledilip ve toplu mezara gömülenlerin dağ arasındaki kabirleri mi? Bu gazete saçma sapan şeyler yazmıştı. Topluca mezara gömülenlerin ve topluca ateş edilip öldürülenlerin belirsiz mezarlığı mı, bu doğru mu söylüyor? Yazdıkları gerçek mi?
İnsan dediğin hayatın karşılaştırdığı zorluklardan, kaderinden, akıp giden günlerden umudunu kesmez. Emekli de böyle düşünmeye bir müddet ara vererek okumayı bıraktı. Dudaklarını ısırarak kaşlarını çattı ve elindeki gazeteyi önünden uzağa koydu. İkiye katladı ve başını kaldırarak göz ucuyla baktı. Satırlara göz ucuyla bakarken şüphelendi. Şüphelenmekten başka çaresi var mıydı? Eline kâğıt alıp, yazabilen herkes gazeteci oluyordu, bu haberciler başka neler yazarlar, hep saçma sapan haberler…
Cidden mi? Kırgızca ve Rusça karıştırarak mırıldandı. Cidden mi bulmuşlar.
Söğüt ağacının gölgesinde saat on buçuktan bu yana başını kaldırmadan, kendi elleriyle demlediği yeşil çayı içerek karşısında duran bir sürü gazeteye baktı. Bu mezarlar daha önceden mi bulunmuştu? Eksik ve kısa cümleler de yok. Bir sürü gazeteyi kucaklayarak alıp tek tek bakıyordu. Tek tek inceliyordu. Ama…
Her hafta yayınlanan, halkı ‘Kama Sutra’yla’ tanıştıran gazete göze çarpacak bir şekilde yarım sayfa yer vermiş. İki paragraf var sadece iki paragraf olmasına rağmen her şey var. Aşk arzusuna kanmanın otuz birinci, otuz ikinci yöntemleri… hayır hayır yanılıyoruz, buna ‘otuz ikinci’, ‘otuz üçüncü yöntemleri’ deniliyor. Âdem Ata, Havva Ana’dan başlayarak dünyanın her yerine dağılmıştı. Çok eskiden iki bin yıl önceden öğrenilen yöntemlerden sadece biz eksik kalmışız. O, ayrıntılarına kadar yazdıklarına, kadın ve erkeklerin çırıl çıplak haldeki resimlerine, göz ucuyla bakarak “Zavallı insanlara, hayvan gibi yaptıkları muameleyi anlatmaya başladılar” deyip başını sallayarak üzüldü. Daha önce saçma sapan kemikler, cesetler hakkındaki haberleri gazeteden okumamıştı. “Gözümüz açık! Sovyetler Birliği zamanında yolumuzu kapatmışlar, Sovyet Birliği dağıldıktan sonra gözümüz açıldı!” nankör insanlar çoğaldı, zaman geçtikçe çoğalıyor. Bir daha başlarını kaldıramayacaklar diye düşünüyorduk ama daha bitmemişler. Kimler kaderinden memnun değil? Her şeyi yoluna koyacak şamanlar var. Evet tek değil birkaç şaman var. İsimleri, soyadları, adresleri sırasıyla biliniyor. Avcundaki çizgilerden geleceğini tahmin etmeye çalışan çingeneler ortada geziyor. İstiyor musunuz haber vermeye başlayalım. İsterseniz hemen kapısına gidip telefonu kulağına verin. Daha? Bu hafta hava durumu otuz sekiz, otuz dokuzdan aşağı inmedi, gibi arka arkaya haberler; dereler kurumuş, tarlalar yanmaya başlamış. Sonra çukurda bulunan kafatasları ve dağılan kemiklerle ilgili bir haber vardı. Sonra ‘A…’ gazetesinde kimler çalışıyor öyle ‘A…’ gazetesi bu haberleri nereden buluyor? Demek ki…
Yanılıyor olmasınlar? Yanılıyor dediğim eski bir haber olmasın. Sakin olun sayın albay. Sayın emekli albay iyice baktınız mı? Belki geçen seneki gazete, belki geçen seneki haberdir. Belki… Belki sokakta çekirdek satan kilolu kadın, eski gazetelerle kutu yaparak iki üç soma satıyordur. Ona, eski ya da yeni olması fark etmez ki. Sanki onları satarak para kazanan kadının gazetesiydi. Belki geçen seneden beri ‘Koy-Taş’ diye ağzından düşürmeyen az eğitimli kâtipleri Koy-Taş’ın yerine ‘Davul Taş’ diye yanlışlıkla yazmıştır. Bu düşünce daha mantıklı geldi. Böyle olsa ne güzel olur. Keşke öyle olsa…
Gazetenin arka tarafına baktığı an şaşa kaldı. Çünkü elindeki gazete bu seneki gazeteydi. “Bu sene yazılmış, 1992 yılı yazıyor. Hatta bugünün gazetesi, 15 Temmuz yazıyor yanlış okumuyorsam. Allah kahretsin, şimdi gördüm.” Aralarında “Stalin’in öldürttükleri insanların cesetleri bulundu” yazısını gördü. Hepsi kalın harfler ile yazılmıştı, tüm satırlara baktı. Beş basamaklı sayının sıfırlarını saydı. Ne fazla ne eksik otuz bin diye yazılıyor.
Hmm… çok ilginç! Nasıl? Nasıl buldular? Nasıl belli oldu? Kim buldu bunu, Allah kahretsin. Ne oluyor? Ortalık karışmaya başladı. Nereden çıktılar? Emekli olup herkes tarafından saygı duyulan albay olduğu an, olanlara bak.
Son üç satırı tekrar okuyunca toplu insan cesetlerinin Davul Taş’ta bulunduğuna inanmaktan başka çaresi kalmadı. Evet, Davul Taş’ı siyah harflerle yazmış hatta son üç cümleyi tekrarlıyordu sürekli.
Ama… ama nasıl buldular? Aklı almıyordu. Birileri yardım etmiş olabilir mi? İmkânsız öyle bir şey, yanılmadan bulup kim gösterecek ki orayı şaşırıyordu. KGB neye bakıyordu, bizi düşünmeden. Bu sıcakta habercilerle beraber o tepeyi kazmaya mı yardım ediyorlardı.
Nefesi daraldı, damağı kurudu. Terlediğinden dolayı şapkasını yere attı. Biraz önce yeşil çayını eline alarak söğüt ağacının gölgesinde oturduğu haline bak. Orta-Say
’ın kenarındaki altı yüz metrelik avluda hava sıcakmış gibi bunaldı. On yıllık söğüt ağacının gölgesi bile yetmiyordu. Hava bir anda Afrika gibi oldu sanki.
Yarım bardak soğuk su içesi geldi. Eve doğru kafasını çevirdi. Ağzından çıkanı hemen yerine getiren yardımcısına alışan albay her zamanki gibi su ver dedi. Uzun zamandır alışkanlık haline getirip her zaman bu vakitlerde çayını alıp söğüt ağacının gölgesinde oturarak gazete okurdu. Ruh hali çok çabuk değişiyor, bir anda kızıyor Kırgızca ve Rusça karışık küfürler ediyordu. Böyle kızınca bir bardak su getiren karısı şuan bırak bir bardak suyu, hastalıktan dışarı çıkamıyordu. Durumu kötüydü, eski kanepeden zor kalkıyordu.
Su verecek biri var mı? derdi sinirli bir şekilde. Her zaman yeşil çay isteyen eşinin sesini duyunca su mu dedin, derdi içeriden. Evet su, başka ne demiş olabilirim. Emekli Albay’ın yürürken ayakları ağrıyordu, karısı yavaşça yürüyerek bir elinde su bir elinde fincanla çıkardı.
Su getir demeye hali yoktu, son üç gündür böyleydi.
Felaket! Büyük KGB’nin gücüne sığınarak kimseye duyurmamak için gayret ettiysek de Davul Taş’ın sırrı duyulmaya başlamıştı. Üstüne taş, toprak döküp ot büyümesini sağlamıştık hatta her yıl üstünden hayvanlar otladığı için hiç belli olma gibi bir ihtimal yoktu. Sonunda sırrı çözülmüş. Şimdilik resimdeki herhangi birisinin cesediymiş gibi duruyordu. Sanki dirilip resimden çıkıp hesap soracakmış gibi bir hali vardı. Büyük dişleri hala çürümemiş, ağzı bir karış açılmış, canı çıkarken avazı çıktığı kadar bağırış halindeki çenesinin şekli bozulmamıştı. Üçünün kemikleri tam bulunmamış, belki kuşlar ya da köpekler yemiştir belli değil ayakları bulunamamış. Şimdi ise arşivler araştırılacak…
Haberin, burasına kadar okudu ve resimlere göz ucuyla bakarak sinirlenip gazeteyi bıraktı. Kanepeye oturdu. Sinirlendi, sinirlenmekten başka çaresi yoktu. Küfretti, nasıl küfretmesin. Asırlar boyunca saklanacak sırların böyle ortaya çıkması ortalığı karıştıracaktı. KGB’nin başındakiler şu an ne iş yapıyorlar. Söylenilmedi mi onlara? Söylenilmişti. Söylenmemiş miydi? Söylenmişti, geçen sene hatırlatılmıştı. Geçen sene söylemişlerdi. Geçen sene söylenmesine rağmen hala önlem alınmamış. İş bilmeyenler, işin başına gelmiş KGB’nin düzeni bozuldu. Hiç kimse çalışmıyor, boş boş Beyaz Sarayın etrafında geziyorlar.
Titreyen ellerini kalbine götürdü. Göğüs cebinden kalemini almaya çalıştı. Sonraki çıkacak haberlerden hemen bulunacakmış gibi ‘arşiv’ kelimesinin üzerini çizdi, ‘karıştırmak’ kelimesini yok etmek lazım. Olanları bize hatırlatmak istiyorlar. Akılsızlara göstermek lazım. Ateşle oynuyorlar bunlar!
Gömleğinin cebinde bulamadığı kalemini masadaki gazetelerin arasında buldu. Hemen bulunacak kolay bir yere koydu. Yazmak için beyaz bir kâğıt bulması lazımdı. Karısı getirse iyi olurdu.
“Bir tane beyaz kâğıt getirseydin” dedi karısına. “Ne yapacaksın kâğıdı” dedi eşi ne için. “Ne için olsun yazmak için?” dedi. “Yazacağın mı tuttu bu saatte” dedi eşi. “Yazmam lazım başlamam lazım” dedi albay. “Eve girip yaz” dedi eşi.
Eski kanepede uyuklayan eşiyle sessizce gözleriyle konuşmuş gibi içeri girmeye karar verdi. Sinirlendiren bu makaleyi sonuna kadar okuduktan sonra eşinin yanına giderse daha iyi olacaktı. Gözünün önünden ayırmadan yazması lazımdı.
Olacağı buydu. Sonunda öyle olacaktı. Eninde sonunda halkın kafasını karıştıran, huzurunu kaçıran olaylar ortaya çıktı. Nasıl olacaktı ki? Sonra “Göstereceğim size, sizin de zamanınız gelir” dedi. Pis kokan iş yerinizle mi bize rakip olmak istediniz? Olacak şey mi bu? Otuzlu yıllarda tam altmış yetmiş sene önce yol başçının dileğini yerine getirmek için savaşa hazırlanmıştık hatırlıyor musunuz? Hepimiz hazırlanmıştık! Hep beraber hazırlanmıştık! İnsanoğlu yeryüzüne geldikten sonra kendisiyle beraber oluşan kötü huylarını düzeltmeye, insanların birbirine yaptığı kötülükleri, insanın aklına gelmeyecek kötü işleri aklına sokan kötü huylarını değiştirmeye kısacası kendini tekrardan terbiye etmeye ve topluma güzel hayat sağlama dileğine inanmıştık. Şimdi bu işe yaramazlar o büyük savaş zamanında acımasızca kurşunlanıp öldürülenler ve Sibirya’da ölenler için öç alacaklarmış sözde, durduk yere halkı huzursuz ettiler. Otuz bin… gülmeyen insanı güldürürler.
Evet, “Stalin’in zamanındaki Davul Taş’taki kanlı olayın izi bulundu!” diye bir başlık atmışlar. Habercilerin dediği gibi yarım sayfalık makalenin yazarı beşinci paragraftan sonra saçma sapan olayları yazmaya başlamış. Kendini çok akıllı göstermek istemiş galiba türlü türlü terimler kullanmış. T.C isimli haberci, her şeyin çözülmesi için “Geçen sene de demiştik, yine de diyoruz: KGB’nin arşivleri tekrar araştırılsın! Stalin zamanındaki NKVD[1 - Kırgızistan’da bir bölge ismi.]’nin çalışanları, baskı zamanında acımadan öldüren askerlerin isimleri en kısa zamanda açıklansın, halka söylensin, onların cezasını çekmelerini, devletten istiyoruz! Eğer birileri hala aramızda ise kendi elleriyle yaptıklarını kendi başlarıyla çeksinler, halkın önünde cezalarını çeksinler. Devletin hesabından emekli maaşı almayı bırakıp cezalarını çeksinler. Cumhurbaşkanımız ne iş yapıyor, onların temizlenmesi lazım.
Emekli, gazeteye tükürmek istedi. Boğazı kurudu, yutkunamıyor ve çenesi titriyordu. “Tasfiye mi? Tasfiye yapılmasını istiyormuş!” diye mırıldandı. Bir tükenmez kalem alıp, “arşiv” yazan her kelimeyi toplayıp, altını çizdi, “tasfiye” sözü defalarca tekrarlanmıştı, uzun çizgiler çizdi, cetvelle çizilmiş gibi uzun çizgiler çizdi. “Emeklilik maaşlarının kesilmesi” “Emeklilik maaşlarının askıya alınması”, “Haklarının kaldırılması” gibi hemen gözüne çarpan yerlere işaret koydu.
İç çekti, boynuna asılı olan şapkasını kenarını kavrayıp ıslak alnına doğru çekti. Tortusu dibinde birikmiş olan boş kâseyi alıp uzağa koydu. Tükenmez kalemini alıp, göğüs cebine tutturdu. Bilmek istiyorsanız, “tasfiye” diyorlar ona çocuklar. Kollarını salladı ve dağınık gazeteleri katlayıp, sol kolunun altına sıkıştırdı. İkiye katladığı “A …” gazetesini sağ elinde tutarak ayağa kalktı. Söğüt ağacının yüzüne gelen yumuşak dallarını gazete tuttuğu eliyle iteleyip yürüyordu “tasfiye” dedi. Kalın bir söğüt ağacının dalından kaçarken bir anda yere düştü ve sonra doğrularak tekrar: “Tasfiye!” Kalın bir söğüt ağacının gölgesinden çıktığında kas katı kasılan beliyle hemen doğrulamadı, öfkeyle yürürken titreyen çenesiyle “tasfiye” diye mırıldandı.
Evin içine geçerken, “Gerçek tasfiyeyi biz gördük! Kendi gözlerimizle gördük! Görmek bir kenara dokunduk! Kendi ellerimizle yaptık!” diye düşündü. Genç yaşta, gece yarısı özel görevler için sık sık Davul Taş’a giderdi. Bir grup askerle birlikte atışların yapıldığı yerde yedi atar naganıyla ateş edince ortalığı ayağa kaldırdığını, sessizliği bozduğunu, elleri arkadan bağlı titreyen halk düşmanlarını derin bir vadinin kenarında sıraya dizdiklerini hatırladı. Elleri arkalarından bağlıydı ve kaç kez ateş edip kaç kez orada olduğunu hatırladı. Hangisini söylüyorsun onlara bakarak ateş edip on ikisini öldürdüğü, arkası dönük ateş ederek on yedi kişiyi öldürdüğü günler oldu. Hangisini söylüyorsun bakarak ateş edip mavi boyunlu siyah bir kuşa ıskalamadan ateş ettiği günler de oldu. Hangisini söylüyorsun…
Arşivlerinize bile kaydedilmemiş bir hikâyenin her ayrıntısını hatırlıyor musunuz? Derin düşüncelerle bir an sarsıldı. Genellikle duvara dokunmadan geçtiği yerde sol ikona[2 - Rusların gizli polis teşkilatının ismidir.], pencerenin kenarından silerek aldı. Kireç tozunu bir kadın gibi gömleğine sürdü.
“Ah canım!” dedi. Yirmi beş yaşında, gencecikken “NKVD’ nin üst çavuşu” rütbesine yükseltilmesi büyük bir andı. Sorumluluk, sorumluluğu düşünen, yükselmeyi bilen kişiye yüklenmez değil mi? Aklındaydı, hala gün gibi hatırlıyor. Bir gecede on iki adam teker teker vuruldu ve tepe taklak çukura düştü. Yedi atar tabancısıyla nişan alırken korkuyla titrese de yüksek sesle bağırarak “Ateş et, ateş et!” diye emretti. Rus binbaşı yanına geldi ve takdir ederek omzuna vurdu. “Aferin, Kırgız!” dedi. Üstlerine bir tavsiye mektubu yazıp ödüle layık olduğunu belirteceğim dedi. Bu arada o, yirmi beş yaşında genç bir Bolşevik’ti. Bu raporlar arşivlerde gizlidir. Şimdi gizli arşivi açmanız gerekiyor! Kat kat tutulan mavi damgalı raporlar artık her yere yayılıyor, herkes okuyor. Şunlara bak!

II
Bu sırada Kızıl-Asker’deki Taş Kaplı Birahanede 15 Temmuz 1992’ye kadeh kaldırıldı
Kırk derece sıcakta Kızıl Asker’in tozlu sokaklarında yürüyüp üç duraklık mesafeden sallanarak gelirken yandı. Ne kadar doğru yazdığı meçhul olan kolunun altındaki dört gazetede çizgili gömleğine yapışmıştı. Koltuk altları sırılsıklam olmuş, ter içinde kalan gazeteci T.C.’nin kanı beynine çıkmıştı. Susamıştı, pis bir bardağa sarı fıçının musluğundan köpüklü soğuk bir bira dolduruldu. Ayakta içerken köpüğü üst dudağında kalmıştı, parayı vermeden ikinci bardağı istedi.
“Ah!” Gözüm görmüyor! İç çekerek “Cenneti hayal ettim!” dedi. Hadi kardeşim, dolaşalım! Bugün bira günü!
Göğsünü gererek, her iki tarafa bakındı. Bu sırada arpa mis gibi kokuyordu. Taze yapılmış soğuk bira mideye ulaştı. Sonra eklemlerini yumuşatıp ve tamamen rahatlatarak zihnini boşaltı. Önce etrafına sonra dönüp arkasına baktı.
Her yer sessizdi. Susayan herkes saklanarak gelip, etrafta kimsecikler yok mu? diye göz gezdirdi. Kimse yoktu galiba, etrafına bir daha göz attı.
Burnuna tanıdık bir koku geldi. Oo, yakından baktığında kolunun içine saklanmış kâğıda sarılı bir esrar buldu. Bu arada, kenevirin iyisi bu bizim Çüy’de oluyormuş. Duymadınız mı bunu, dünyanın hiçbir yerindeki kenevir, Çüy’dekinin tadına yaklaşamıyormuş. Birkaç kişiyi görmezden gelerek, filtresiz sigaralarla karıştırılmış birkaç sigara içti. Az sayıda insan sigara içiyor olmalı ara sıra sigara içiyorlar. Parlayan gözleri cam gibiydi. Hiç garip bir şekilde gülümseyip sırıtan birini gördünüz mü? Gördüyseniz, yanılmıyorsunuz, evet onlardır. Hmm…
Öğle vakti şeytan gibi yoldan çıkıp, kalabalığın arasında çekinmeden yürüyenleri, eteklerini zar zor kapatan kısa eteklileri fark ettiniz mi? Gece gündüz arzulamak olmuyor, dünden bu yana erkekliği nedeniyle salyasını gizlemiş, etrafta gözleri kızaran, surat asan hayat kadınlarını görürsünüz. Onlar, farklı ırklardan, türlü türlü milletlerdendiler. Biraya ne kadar para harcayacaklarını kim bilir, bir defa oturdular. Erkekler…
“Hay, anasını… Bu ne ha? Tüyleri diken diken eden cinayeti ifşa edersek, halkın umurunda olur mu? İnsanlar bugün gazete okumuyor ki!” diye düşündü.
Tesadüfen, bacaklarını yolu kapatacak kadar uzatmasının nedenini tam olarak bilmeyen adama, boş gözlerle baktı. Anlatıcı şöyle gözlemliyor: “Nasıl olur da bir bardak soğuk birayı içemezken onların bu denli övünmeleri ayıp. Akciğer nerede, akciğer? Aramızda arka arkaya iki veya üç kupa içenler vardı!” diye başını sallamıştı. Yere tükürmesi de mümkündü. “Kötülüğün başka bir yeteneği, Allah’ım boğazını böyle verdi” diye övünüyorsun! “Başka bir kötü yeteneğim daha olsun. Allah’ım boğazımı öyle açsın!” “Onu tek seferde içmek istemesine sebep olan fıçının boyuna bak!” diye söylenip, gizlice aşağılayıcı ve sinsice sigara içen birisi vardı. Ama kargaşada yol kenarında taş çatılı etrafı dikenli telle korunan birahanenin etrafında sürekli dolaştı. Böylesine karanlık bir kalabalığın ortasında gazetecinin hayali, gazetesi küçük de olsa makalenin yayınlandığı günlerde kanı kaynıyordu. Akciğerlerinin kendiliğinden şişeceğini bilenler de vardı. Haftada en az iki kez, halkın arasına çıkar, bazen dört veya beş gün üst üste çıkardı. Askerin içinde “sanatçı”, unvanını bekleyen “mütevazı halkın siyasi sesi” unvanı alan gazetecimizin çok eskiden beri süre gelen âdetidir. Uzun süredir devam eden bir alışkanlık…
– Ağabey dedi bardağına bira dolduran yiğit. Söylemezsem de şanslısınız ya? Tabi ki şanslıyım.
Gazetecinin sol koltuğun altına baktı ve gazetelere vurdu.
– Şanslıyım tabi ki. Amcanın KGB’den korkmadığını biliyorsun. Şimdi kan emici ajanların lekeli izine düşüp geri durma, dedi ilgili gazeteci. Toprak yolda kana susamış ajanların konvoyunu duymadın mı?
– KGB’nin mı dedi genç adam iç çekerek.
– Evet KGB’nin! dedi gazeteci heyecanla. İşte burada oku.
Kolunun altına sıkıştırdığı gazetelerden birini dışarı çekip, genç adama verdi. Yarısı beyaz köpükle dolu saf birayı tutuyordu. Cam kupayı sağ elinizde tutun biranın köpüğünü alın ve oturun. Köpüğü azaltan huzursuz genç adam, sol kolunu hafifçe uzattı ve gazeteyi aldı. Gazetenin ne olduğuna bakıp, eyerin kaşı[3 - Ortodokslarda İsa, Meryem veya ermişlerin tahta üzerine mumlu ve yumurtalı boyalarla yapılmış dinî içerikli resimleridir.] üzerinde tahta bir kutuya atmıştı. Bıraktığında ana sayfaya dikkatle bakıyordu. Üst üste birçok karşı haberi gördü. Koyu siyah harflerle yazılmıştı, örneğin: “Stalin tarafından öldürülenlerin cesetleri bulundu!” haberini gördü. Gözleri tabakaya daldı. Vuranlar! Ey millet anlıyor musunuz? “Stalin!” O acımasız katil! Öldürenlerin! Tehlike! Başka birinin de bu haber ilgisini çekti.
– Evdekilere de oku, dedi gazeteci.
– Okurum tabi ki, hiç okumaz olur muyum?
– Atmayın, yaşıtlarınıza tekrar okuyun, komşularınıza okuyun. Elden ele, daha fazla kişiye yayılsın. Elinden geliyorsa tüm köye dağıt.
– O zamana kadar parçalara ayrılacak!
– Parçalanana kadar okuyun.
– Okurum.
– Gitmiyorum kardeşim, buralarda dolaşacağım. Kaç bardak içtiğimi unutma, tamam mı?
– Tamam ağabey.
Köpüğü iki avcu dolduran kupayı aldı. Yanlışlıkla sallarsanız, bir veya iki yudumu dökülür, dolaşmayın. Ağız dolusu büyük bir yudumu içerken, bira üç kişinin üzerine döküldü. Üst dudağında kalan beyaz köpüğü yine sol elinin dışıyla yana doğru çekerek sildi. Bugünkü davranışına kim ortak olmak ister? Nerede? Kim çıkacak karşısına? Kime gidip de kucaklaşacaksın? Kim çıkacak? Sayabileceğinden daha fazla etrafa baktı. Ceplerinde bozuk para kalmayana kadar yarıştılar ve dikkatleri dağıldığında mezeleri avuçlarına alıp kokladılar, hanı neredeler? Akranlarını aradı. Acı ter üstlerine sınmıştı, kirli, yağlı alınlarına eski şapkaları kokuyordu, görebiliyor musun? Etrafa dikkatlice baktı ve tanıdıklarını aradı.
Alt tarafa daha uygun bir köşeden baktı. Bu arada ikinci kupayı içti, derin bir iç çekti. İçindekini sabahtan beri anlatmak istiyordu, onun için de etrafından biriyle uzun bir sohbet başlatması gerekliydi. Yanına bir arkadaş aradı, boynunu uzattı, bir an gözlerini kıstı ve sağ tarafına doğru döndü. Birbirlerinin karşısında oturmuş, saçları darmadağınık olan on dokuz ila yirmi yaşlarındaki biri gruptan birinin uzaktaki boş masaya oturduğunu anladı. Mavi dumanı sağa sola doğru üflendiğini fark etti. Yarım adım atarken esrar kokusu geliyordu. Güneşin ısısı o kadar yoğundu ki, bardaki çeşitli kokular arasında hemen fark edildi. Esrar kokusunu alanlar, esrarın keskin bir kokusu olduğunu, burun deliklerini tahriş ettiğini ve heyecanlandırdığını bilirler. “Tövbe! Uyuşturucu bağımlıları da yetmişli yıllarda ortaya çıkmaya başladı” diye düşündü. Yapma! “Kırmızı şapkalıların sana engel olmasına izin verme” dedi. Uzaklaştı, daha uzak bir geçişten sola döndü. Gözlerini çevirirken, kırmızı dudaklı, göz kapaklarını maviye boyamış ve kısık gözleri olan kızıl saçlı bir kız fark etti. Bir veya ikisini iyi tanıyordu, onları yakından tanıyordu. Onu dirseklerinden tutarak da tam olarak hâkim olamıyorlar. “Aptal! Çılgın çılgın çılgın! Durmuyor… deli!” Görünüşe göre her neslin yozlaşmışlardandı. Zamanında ellili, altmışlı yıllarda hayat kadınlarını görmüştüm. Ünlüler her zaman gidiyorlar, şimdi ise gitme isteklerini gizli tutuyorlar. Zar zor yürüyebildik, kahretsin şimdi yetmişli yılları görebilseydik keşke! diye düşündü.
Belki de bir bardak birayla sarhoş olup sapıttı. Bu sırada yakındaki mavi etekli birisi gözüne çarptı ve gözleri parladı. Eteği beline kadar kıvrılmış, kalçaları beline kadar çıplak ve iriydi, bütün gece gözlerini dikip izlemek istedi. “Abartma diye düşündü baştan çıkarıcı bakışlarından uzaklaştı. Dağdan şehre yeni gelip gezen utangaç gençlerden beter kafasını çevirip gitti.
–Ah ağabey, nasılsın? Bize burada destek olunuz!
–Ağabey! Ağabey!
–Buraya gel!
Bağırmak için döndü. Arkasına yaslanarak oturup deminden beri hatırlayamıyordu. Taş çatılı bu barın önünde yürürken çoğu zaman ansızın karşılaşırdık. Elleri birayla dolu olduklarında kupalarını birbirlerine uzatıp çarpıştıran eski tanıdıklarmış. Her ikisi aynı anda geriye dönüp el salladılar. İsim? Hmmm … İsimleri hatırlayamadım. İsimler … İsimler … A … Hayır, o değil. B … yok o da değil. A.. belki B … tüü, Kırgızlarda böyle bir isim yoktu. O şimdi ne yapıyor? Hatırlayamadı. Hatırlayamadığı için bir an iç çekti. “Doğru, kupa çarpıştırıp yürürüz. Onlar kimdi? Pörtlek gözleri… Onun çenesiyle çok tanıdıktı. Yürümeye başlamıştı.
–Hey, dostlarım, sizlerin burada oturduğunuzu fark etmedim!
– “Hadi ama güzel bir kız gördüğünde şaşıracaksın.” Akranları gibi şakayla karışık konuşabildiğini göstermek isteyerek gıcırdayan dişlerini sıkmıştı. Tereddüt etmeden yaklaşmıştı.
Onu iteleyen ötekisi, kızarmış gözlerinin önüne serilmiş kare kâğıt parçasını ve kâğıt parçası üzerindeki dört yuvarlak kurutu[4 - Süzme yoğurttan yapılan bir Kırgız yemişi.] gösterdi:
– Bize vurma, biz ölüyüz kardeşim. Tüm yapabileceğimiz bu!
Güldüler ve birbirlerini selamlamak için ayağa kalktılar. Gazeteci bira kupasını düşürdü ve doğrudan gözlerinin içine baktı.
– Çok geniş bir alanda sıkıştın, dedi.
– Evli kızların arasında görünmedi galiba. Kızların yalnızlığı… Galiba mehtap omuzlarını örtüyordu.
Öteki ikisinin sadece karınlarında bir bardak bira değil, görünüşe göre ondan daha fazlası vardı. Bu kadar ahlaksız konuşup bağrışarak dizlerine vurarak güldüler.
–İy çobanlar! Kimler ağzını şapırdattı? Buraya girsinler!
–Gel ve otur, bugün kolunun altında bir gazete yok ağabey. Bugün yok.
–Karşısındaki ikisinin ismini hatırlayamayan gazeteci düşüncelerini toparladı. Aceleyle kupasını kaldırdı ve ağzını kapattı.
–Sanattaki yeni başarılarınız için hiçbir zaman gazete sayfalarını bırakmayın devam edin. Sizin gibi yetenekler her zaman var olsun.
– Yaşasın senin gibi bir gazeteci! Sizinle her zaman gurur duyuyoruz!
Çok fazla bira içtiler. Her şeyden önce birayı övdü. Birlikte övdüler.
– Ah … Bugünküymüş! dedi biri.
– Yeni yapılmış! dedi diğeri.
– Güzelmiş! dedi gazeteci.
Birdenbire kurut aldılar ve biranın ekşi tadını tatmaya hazır hale geldiler.
– Ah, çocuklar! Öncelikle bu gazeteyi açın! Gazeteci dişlerini sıktı ve gazetelerden birini çıkarıp önlerine fırlattı. Repressiyaya kurban olan atalarımızın cesetlerini, kemiklerini bulduk.
– Evet, tekrar mı buldunuz? dedi genç.
–Geçen yıl bir kargaşa varmış gibi görünmüyor muydu? dedi en büyüğü gazeteyi alıp.
– Geçen yıldaki farklıydı. O, Koy Taşta’ydı. Bu sefer başka bir yerde bulundu, dedi gazeteci.
– Ağabeyciğim!
Eskiden kızıl parti kartını gösterince, “komünist” olanlara kolaylık sağlanırmış uzun zamandan beri böyleymiş diye söyledi. Bu dünyada, hükümetin sıradan halktan gizlediği, söylenmediği bilgiler varmış. Seni kızdıran ve huylandıran dedikodular var. Tüm bunların bir gazetenin içine basılması gerekiyordu, saklanarak iç sayfasına basılıyormuş. Söylentileri dinleyen en büyüğü gazeteyi alır almaz baş sayfasına bakmaya zahmet etmeden, genişçe açıp önüne yaydı. Yavaşça altına üstüne bakıp, kocaman açılan gözleriyle durup boynunu süzerek, küçük kafatasının resmini görünce şaşkına döndü.
–Tövbe! dedi.
Bir deri bir kemik kalıp kuruyan kafatasının tam karşısından çekilen resmi değil miydi? Hatırlıyor musun? Bunu gördü. Bir sinek gibi öldüğünde haykırıp, ağlarken sesi tamamen kısılmış ve ölürken çenesi tamamen açık kalmış. Karma karışık gömülenlerden birisinin ağzı açık kalmış, gözleri akmış kum ve toprakla dolmuştu. Çene kemiği hayli gerilmiş açık kalmıştı.
–Tövbe! dedi küçüğü gözlerini büyüterek.
Hepsi birlikte, sivrilen dişlerine baktı. Kapanmayan çene kemiği sallanmıyor, bugüne kadar sağlam kalmıştı.
– Stalin devrindeki “Davul Taş’taki kanlı günlerin izleri bulundu!” diye iddia etmişti. Sonunu okurken uzatan en büyükleri şaşırıp korkmuştu. Allah korusun! Yerle bir olan bilinmeyen bir mezar… Of dağların arasına toplu gömülenlerin kemikleri? Pazartesi günü yapılan kazılarda ikisinin kemikleri bulundu, perşembe günkü kazılarda beş ceset mi bulundu diyor?
– Kemikler hala bulunuyor! dedi gazeteci. Kazdığınızda çıkar.
– Ah, tövbe! Öyle mi? dedi genç.
– Sonra! Merhametin anlamını bilmeyen NKVD, insanı kuş yerine görmedi.
Karanlık görünmez gözlerden uzak bir yermiş, dört ayaklı hayvanlar gibi dar bir vadiye sürmüşler, toplayıp sıradan öldürmeye devam etmişler… Etrafa gömdüler, gömdüler… Anasını… Müdür yardımcısı yüzünden gazetede fazla yerim yoktu, sadece kenarına yazabildim… Keşke zaman kaybetmeden yazabilseydim. O zaman insanlar ayağa kalkardı.
Bunu anlatmaya başladığında, bu yarım sayfalık makaleye sığmadı. Gazetenin dışında bırakılanların sırrını duymaktan mahrum kalmış gibiydi. Hadi diye inanarak söylemeye başladı, keskin gözlerinizi yormaya zahmet etmeyin oturup kötü haberi dinlemek çok kolay geliyordu. Somurtkan dostumuz kolunun altındaki gazeteyi hemen eline alıp okumaya başladı, en başından beri dinlemeye heveslendik.
– Gazeteciler gün geçtikçe daha yetenekli ve cesur bir tavırla çalışıyorlar. Sizlerin haberi yoktu. Yerle bir olup gittilerse, haberini nereden duydunuz? diye düzeltti. Ya da bir işaret mi varmış?
– Hey, okuyucular için ilginç bir soru, “Çok eskiden kalan bir işaret mi?” Gazeteci kaşlarını çattı ve aniden sinirlendi, eskisi gibi sinirlendi. Kim böyle bir iz bırakacak ve onu kim geride bırakacak? Ahmaklık, gönüllü olarak itiraf eden birini hiç gördünüz mü? Kimi gördün? Bu şekilde kendi kendini ele verip, kendi kendini ortaya çıkarmak için KGB yada parti bir iz bırakır mı? Eğer böyle bir iz varsa, Allah’ın bizim gibi vatanseverlere nasıl bir nimetiydi? Binlerce insanı üzen, hala nerede olduğu bilinmeyen insanların cesetlerine “burada” deniyordu, nerede olduğu bilinmeyen bir hediye!
– Onu söylüyorum ya!
Garip bir şekilde sadece hava değil, aynı zamanda ruh hali de aniden değişti ve gazeteci bir kupa bira alıp içti. Derin bir nefes aldı ve kana kana içti ve bardan aşağıya bira kupası düştü. İçki içmek için mücadele eden ikisi de “şıp” diye bir anda susmuştu. Nefeslerini tutup, gazetecinin ağzına baktılar. Gözleri parlıyor, gerçekten, hey! Kendilerini ispat ederler miydi? Ancak mezarı kazmadan önce dağlarda dolaşıp mezarı aramanız gerekiyor. Bu arada onu rahatsız eden tek şey yüzündeki bakış, yaşadığı sıkıntı, endişelendiği şey neydi? Sessizdiler, sessiz kalırsak, gazetecimiz böylesine şok edici bir hikâyenin sağlıklı bir insan tarafından hayal edilemeyeceğini duyduklarında, insanlara yeni bir siyasi okuryazarlık türü yayma görevini gönüllü olarak kabul etti. İki tavsiye verdi:
–Akıcı bir şekilde konuşup, iyi bir şekilde yazabilir misiniz dostlarım? Bir Gazetecinin de iyisi olur. Hey… Yetmiş yıldır, kurnaz komünistler başınızı elma gibi çevirdi. Gerçek gazeteciliğin ne olduğunu kurnazca gizleyip, beynini yalanlarla kapladı. “Trans” ne biliyor musun?
İç çektiler ve “Biliyoruz” dediler, Birbirlerine başlarını salladılar. Gazeteci şöyle devam etti:
– Komünist Partinizin hipnozu, deyim yerindeyse kara büyüsü, toplumumuzu böyle bir “trans” durumuna sürükledi! Beni uyuttu ve uykuda bıraktı! Gazetecilik, toplumu transtan uyandıran güçtür! Gazetecilik, gerçek gazetecilik daha yeni başladı ve gün daha yeni başladı. Senden önceki makalede söylediğim şeyin kanıtı!
Çocukluğumdan buyana gazetecilerinde çeşitleri olduğunu yeni görüyorum. Kalemin ve kâğıdın gerçek sahipleri, bilinmeyenin gerçek yetenekleri artık iş başındalar. Bir gazeteciye ikinci kez yaklaştıklarında, ansızın uygunsuz sorular soruyor gibiydiler. En büyüğünün acelesi vardı:
– Senin gibi asil insanlar olduğu için! deyip başını eğdi.
– Öyleyse alalım! dedi en genci hazırlanarak.
Gözleri hemen açıldı ve gazetecinin kupasına baktı. Yarım bardak birayı içebildi. İki büyük adamın, şişkin yanaklı, kızarık gözlü iki adamın el becerisine hayran kaldı. “Çok heyecanlıydı, inşallah kötü gazetemizi okunacak hale getirdim. Hükümet yanlısı gazetelere gösteriyorum, uğraştırıyorum” diye düşündü.
–Ha! dedi ani bir kahkaha patlamasıyla. Haydi kardeşler, transtan çıkartınız!
Kupalar yükseldi ve kupalar tokuşturuldu. Gazeteci bu kez yarım bardak birayı dibine kadar içti. Eşit yarış tersine çevrildi ve bitinceye kadar içti.
Başı görünen gazetecimiz koca kafasını eğdi. Günümüz dünyasının güzelliklerinden bahsetti ve güneş doğmadan sarı fıçıdaki bira tükenmiş ve musluk kapanmış diyerek barın önüne oturdu. Garip yanaklı adam sağ kalçasının üzerine eğildi, elini pantolonunun sol cebine sokup mavi desteden para çıkarttı ve uzattı.
–Üç bardak daha yeni biradan doldur.

III
Altı Sayfalık Bir Dilekçe Yazan Emekli, O Sırada Parça Parça Geçmişi Hatırladı
KGB’nin yeni nesil yöneticilerine yönelik şikâyetler o kadar yoğundu ki, üzülüyorlardı. Yaşlı haline bakmadan inatçı emekli, parmaklarını ovalayarak en az altı kâğıdı karaladı, işaret parmağının ucu uyuşana kadar incecik yazdı. Başını kaldırdı saat dört veya beşte bir kez çalan siyah telefonu dört beş dakika kulağına tuttu, birisi fısıldayarak şunları söyledi:
“Heh, o gazeteci… Dinle yaşlı kadın, gazeteci bütün gün bardan dışarı çıkmadı. Sarhoş olduğunu söylüyorlar.”
Gün batımından önce başını kaldırarak biraz daha yükseğe oturmaya karar verdi ve kuş tüyü yastığını alıp battaniyesini katlayarak siyah kanepeye kaşlarını çatarak uzandı. Yaşlı kadının gergin bir şekilde ona kulak verdiğini fark eden emekli şöyle devam etti:
– Konuşmakla övündüğünü söylüyor. Hatta iyi bira içtiği için övünüyormuş. Toprağı kazarlarsa bulacaklarını söylüyorlar, beni doğrudan başkana anlatacaklar ve beni cezalandıracaklar… “Sarı patikaya ot ektim.” dersin! “Zorunluluk” dersin…
Yaşlı kadın başını kaldırırken çenesi titriyordu. Yaşlı adamın ağzına baktı ve bir şey mırıldanmasını bekledi. Yaşlı söğüt ağacının altında gölgesinde dururken aceleyle gazeteye sarıldı. Bir kucak gazeteyi okuduktan sonra öğle vakti aklı başına geldiğinde: İyi misin, ihtiyar? Kötü görünüyorsun, ne oldu? diye üzülerek sorduğu eşinin birden kızarıp zorlanarak gayretle kağıda yazdıklarına engel olamıyordu. Kendi haline bıraktı. Yazma işinin arasında eline verdiği ortalığı karıştıracak gazeteyi, karısı iki defa okuyup hiçbir şey demeden yattıktan sonra;
– Kimin için, ne için övünüyordu? dedi cansız sesiyle.
– Onun gibi sarhoşlar kimin umurunda?
Yaşlı kadın kocasına üzüldü ve burnunu çekti. İhtiyar, artık sefalet yok, kim seninle aynı seviyede? Eğer eşitseniz, sizi kim asacak? dedi. Elli yıldır birlikte geçirdikleri güzel yaşamlarında, ihtiyara her zaman cesaret vermiş ve destek olmuştur. Ancak bu sefer her zamanki gibi yüksek sesle destekçi olamadı, yaşlı adam kaşlarını çattı.
–Sarhoş değil, sarhoş gibi, diye mırıldandı, arkasını dönerek.
Gazeteciyi hemen gözetim altına alan ajan, tekrar aradı ve gördüklerini, duyduklarını listelemeye devam etti. Kafası karışan sorunlu gazeteci, barı terk etmeyip kapı tarafından eğilerek geçti. Sonunda insanlarla zar zor iletişim kurmuştu. On beş dakika tek başına oturdu ama yüzü bir tabak gibiydi, beyaz tenli birinin kalçalarını sallaması cazip gelmiş olmalı ki onun yanına gitti.
Yaşlı kadın onun mırıldanmasını engelleyemedi.
–Yedinci dedi yürürken, Yedincinin hikâyesini hatırlıyor musun?
Yaşlı kadın “Hatırlamıyorum” diye fısıldadı.
“Yedinci” nedir? Hangi masalı anlatıyorsunuz? Yaşlı adam bunu hatırlamasına şaşırmıştı. “Yedinci” diyerek, insanların duymadığı bir masalı hatırlamıştı, diğerleri bu konuşmayı anlamıyordu. İkisi dışında kimse anlamıyordu. “Yedinci, yedinciyi hatırlıyor musun? Yedincide yapılabilirdi, yedincide de yapılabilirdi!” diye şakayla karışık konuştular.
Emekli okuma sevgisiyle birçok ilginç kitabı okumuştu. Halk tarafından okunan beş on sayfalık masalları ve kimsenin okumadığı masalları okuduğu bir yeri vardı. Gençlik çağında, mağaradaki gizli yeriyle ilgili olarak bir yakalanma hikâyesini de anlattı.
Bir masalı inceleme görevi almıştı. Her satırı, her kelimeyi en ince ayrıntısına kadar inceleyip, kâğıt ve kalemin rengine kadar incelemişti. Yaşlı kadına sadece bir veya iki kez zorlandığını anlatmıştı. “Kimse duymasın!” diye genç yaşında şiddetle uyarmıştı, dedi. Ayrıntılarına girmek onun seçimiydi. Masalın bir peri masalının kalıntısı olduğunu hatırlamıştı.
– İnsanoğlu Allah ile yedi kez karşılaşır. “Yedi kez, yedi dileğini söyler.” dedi emekli alaycı bir tavırla. “Hatırlıyor musun?”
– Evet, dedi yaşlı kadın iç çekerek.
– Yedinci kez buluşmasına çok yaklaşmıştı. Ah be yedinci kez buluşabilseydi böyle halk düşmanlarının yeryüzünden kaybolmasını isteyebilirdi. Yeryüzünde böyle bir acı olmazdı, böyle bir acı çekmezdik…
– Doğru, dedi yaşlı kadın.
– Sorun değil, dedi yaşlı adam sabırla.
– Kavga mı edeceksin? dedi yaşlı kadın.
– Öğrencilerime söyleyip bu kurnaza özel operasyon düzenleyeceğim. Sabah geç kalmadan başlayacaklar, dedikten sonra sustular
– Kâhinler, vardı değil mi? dedi yaşlı kadın, gazete okuduğunu hatırlayarak.
– Evet? dedi yaşlı adam, şaşkınlıkla.
– Bu olayın sonu için endişeliyim, dedi yaşlı adam. Kâhinler bu işte size yardımcı olabilir mi?
– Kâhin nerede? Ne yardımı olacak? Yaşlı adam öfkeyle ayağa kalktı.
Hayatım boyunca seni incitmedim. Dilini tutmadan çekinmeden konuşuyorsun.
“Ben bir Bahşıyım! Gözlerim açık. Ruhlar ile konuşuyorum, doğrudan diğer dünya ile konuşuyorum! Son alçağı kendi ellerimle vurduğumu biliyor musun?”
Yaşlı kadın, komünizmin yolunu tıkayan laneti, son düşmanı da kendi elleriyle ezmiş gibi eskiden anlattığı bir hikâyeyi hatırladı. Belli belirsiz hatırladı. “Sırt üstü düşerken lanet etti, Bolşeviklere beddua eden yaşlı cadı, bir kenara itildi.” Yaşlı adam da kendi elleriyle ateş ettiğini hatırladı.
– Fal açtıralım, bunun kötü bir fikir olduğunu düşünmüyorum.
– Yeterince Kâhin yok, burada. Komünist ideolojiyi yok ettiğiniz için vay halinize!
– Hadi saçma sapan konuşma. Komünistleri yok etmişim gibi konuşuyorsun! dedi yaşlı kadın. Siz asla Tanrı’nın adını ağzınıza almadan onun hakkında bir masalı anlatıyorsunuz galiba.
İkisi de tekrar sustu. Kulübede yalnız ampulün loş ışığında sessizce oturdular. Bu durumda derin bir iç çekildi. Uyuyunca kâbus başladı, KGB’nin itibarı kalmadı. Ağzı boş görünen gazeteci dişlerini gıcırdattı. Emekli, gerçeğin karşısında hayal kırıklığı içinde derin bir iç çekti. İhtiyarın akşam yemek yememesine üzülen yaşlı kadın, kanepede üzgün bir şekilde uzandı.
“Eski Vaynşteyn-Maynşteyn diyenlere benzetip, ateş etmek nasıl görünmüştü?” diye homurdanarak mırıldanan emekli geriye doğru döndü.
Vaynşteyn-Maynşteyn mi? Sakallı ve kıvırcık saçlı bir Vaynşteyn vardı. O Vaynşteyn mıydı? Hay anasını sakinleşemedi, hayallerini dinleyecek bir ruh bulamadı. Gecenin alacakaranlığında bu felaket nereden çıktı. Asla hatırlamayan kâfiri neden birdenbire hatırlattın? Sanki şeytan tarafından baştan çıkarılmış gibi akşam mırıldanan ve ismini doğru telaffuz eden Vaynşteyn-Maynşteyn kimdi? Vaynşteyn’ın vücudunun çok uzun zaman önce bulunan resmine bakarsanız, o zamanki olayları bugün gibi hatırlayabilir misiniz? Pek çok kez Davul Taş’a gittiğini hatırladı. Gecenin karanlığında gittiğini hatırladı, ay ışığında at üstünde gittiğini hatırladı. Atışların yapıldığı evin verandasında bir amirle tüfek tutmuşlardı. Yedi atar nagan[5 - Tabanca ismi.] tutmuştu, bu yedi atar naganla defalarca ateş etmişti. Sürülen insanlar derin bir uçurumun kenarına doğru koştular, elleri arkalarından bağlıydı ve onlara ateş edilmişti. Orada birçok kez bulunduğunu hatırladı. Hangisini söylüyorsun tüfeğini yüzlerine doğrultup on ikisini öldürdüğünü mü, arkası dönük on yedi kişiyi öldürdüğü günleri mi? Ayaktayken, alnına ateş ettiği, arkaları dönükken enselerine ateş ettiği günler oldu. Hangisini söylüyorsun…
Kırgız’ın, Rus’un, Müslüman’ın ve kâfirin karışık olarak vurulduğu zamanda, sakallı, beyaz kıvırcık saçlı, uzun burunlu, geniş alınlı ve yuvarlak gözlere sahip bir Moskovalı aklını kaybetmiş gibi görünüyordu. Hala acı çığlığını hatırlıyorum: “Musa kötü biridir! Sözümden geri dönmeyeceğim! Musa kötü biridir!” diye bağırdı. Babasının bırak oraya gitmeyi, aklına bile gelmeyecek olan dağların arasında öldürülmesi, kâfirlerin cesurca bağırarak haykırması neden? Kiminle yüzleşti, kime bağırdı? Kim duysun istiyorlar? Diğerleri rahat bir şekilde merhamet beklemeden: “Ölsek de komünist olarak öleceğiz, partiyi satmadık” diye haykırırken yerdeki sakallı adam ise saçma sapan kimsenin duymadığı Musa’dan bahsediyordu. Alamadığı bir öcü, öbür dünyada da sönmeyecek bir öfkesi varmış gibi sinirle haykırışı dağlarda yankılandı. Kim ifşa etmek istedi, kim tanıklık etmek istedi ve kim itiraf etmek istedi? Bu Musa kimdi? Nasıl bir kötülük yapmış olabilir. Hiç ilgilenmiyorum, sorgulamıyorum bile. Hey, Kırgız çocuk! Kelimeleri işaretle! Musa …
Çok bağırmadan, çenesini bir an önce kapatmak istiyorum, İki kaşının arasına nişan alarak pat diye vurunca “Kötü” diyemeyip, “k … k …” diye mırıldandı. Kanı aktı ve sırt üstü düştü. Daha sonra zavallı adamın Alman ya da Yahudi kökenli olduğunu ya da ikisinin karışımı olduğunu öğrenmişti. İşe yarayan saf Ruslardan değildi.
Kaderlerindeki hangi yazgı için insanlardan ayrılıp, hangi suçları için ağır cezalar almalarının doğru olduğunu düşünenler var. Onlarla nadiren karşılaşırlardı. İnsanlardan biri ölüme giderken bağırarak şunları söyledi: Allah komünistleri insanlığın mutluluğu için yarattı! “
Tek bir ampulün loş ışığında iç çeken emekli tüm bunların hemen hepsini hatırladı ve çöktü. “Halkın düşmanlarını ifşa etmek ve cezalandırmak için zamanımız olmalı! Vurulmalı ve sürülmeli! “ diye söylerdi şef.
– Keşke bütün ulus Stalin’in adına inanıp, Stalin’in kültüne tapacak kadar başarılı olabilseydik! diye iç çekti emekli.
– Hastayım dedi yaşlı kadın.
–Boğazına bakayım, dedi yaşlı adam.
– İyileşirim, dedi suçlu bir şekilde.
Emekli başını salladı, koridordaki mutfak ışığını yaktı. Elleri titreyince bakır çaydanlığın kapağı elinden fırladı.

IV
Felaket! Yoldaş Vaynşteyn’i Arayanlar Kızıl Ordu’ya Gelmiyorlarmış
Boğazından çıkan kokuşmuş tükürükten habersiz, kim bilir bu horlama ile daha ne kadar uyuyacaktı. Telefon çaldı ve sıçrayarak uyandı. Derin bir uyku çekmişti kafasını toparladı ve sabah pencerenin önünden geçen bir damperli kamyonun sesini duyup, güneşin yükselişini ve hayatın telaşını düşündü.
Bu yaşımda tek başına bira beni bu hale getiremez. Tek başına bira böyle yapmaz. Sonunda kalabalık artmış ve arka arkaya üç veya dört kez içmişti. Votkayı karıştırırken, henüz gözlerini açmadığını fark etmişti. Yastıktan kalkarken başı ağrıyordu, başını yastıkta çevirirken başı siyah bir kayadan daha ağır gelmişti. Çok hastaydı.
Aniden telefon çaldı ve sessizlik bozuldu. Yaşlı adam yerdeki kırmızı telefona uzanmak üzereyken yuvarlanmıştı.
Sanki biri onunla gelmişti. Sanki ağzı açık geyik gibi yürüyen biriydi. Nerede bu? Kafam karıştı, yüksek sesle gülüp uzaklaştı. Başlarını yastıklara koyup kıpırdamadılar mı? Altı satır için ruhunu feda etmiş gibi miydi? Ne zaman kalkıp gitti? “Ya fahişe değilse?” dedi içinden.
İlk önce giriş gerek. “Girişin düzenlenmesi gerekiyor!” diye düşündü. Dili boğazına kaçmıştı ve kanı donmuştu. Bir kâse soğuk su özlemi çekti. Musluk suyunu içip susuzluğunu giderip kendini dükkânlardan birine sürükleyerek, nefes almadan yüz gram votka içerse çirkin bir insan gibi görünürdü.
Sanki telefon tekrar çaldı. Kimi arıyorlardı? Yazı işleri bürosu mu yoksa baş editörü mü? Ağır bir ücret ödemiş gibi görünen aptallar, sanki aramıyorlarmış gibi bugün nasıl yaygara koparırlar!
Yarım dakika dayanarak bekleyip telefonu açmazsanız kapanması gerekir. Başını yün bir yastığa koyup uzandı. Yarım dakika, yarım dakika geçmesi için sabretti arayan kişi sıkılıncaya kadar çaldırıyordu. Bekledi, yine de bekledi. Hayır, salak inat edip aramaktan vazgeçmiyor, ısrarla beni arıyor.
Telefonun uzun çınlamasının yakında kesileceğini ummuştu. Doğal olarak saçma sapan kötü sözler ağzına geldi. Telefona da telefonun diğer ucundaki kişiye de küfrederek başını kaldırdı. İki metre yerde yuvarlanarak telefonu aldı. Kaşlarını çatıp yüksek sesle:
–Alo! dedi.
Karınca sürüsü gibi Rus’un olduğu yerde Kızıl-Asker’in küçük kalabalık sokaklarında yaşayan gazeteci küçük evindeki kızıl telefonundan hiç Rusça konuşamamıştı. Hiçbir zaman Rus telefon etmemiştir. Rus işi düşüp hiç aramamıştı. Bu sefer telefonun diğer ucundaki yabancı birdenbire Rusça merhaba demekten korktu!
– Merhaba, dedi kibar bir şekilde boğuk sesli biri.
Rusça konuşmasını az bilen gazeteci:
– Merhaba, dedi, kötü bir telaffuzla.
– Moskova’dan rahatsız ediyorum.
– Moskova?
– Evet evet Moskova’dan. … İsmiyle bir gazeteci arıyorum.
Moskova’dan, Moskova’dan mı arıyorsunuz? Moskovalılar önemli bir konu olmadıkça aramazlar. Karışık renkli külotla bir serseri gibi duruyordu. Ah şu konuşulan Moskova! İlk başta inanamadı. Ancak telefonun diğer ucundaki yabancı kendini iyice tanıttı ve sormaya başladı.
– Evet, evet öyle diye mırıldandı gazeteci.
– Önce kendimi tanıtmama izin verin. Benim adım Mihail. Mihail Vaynşteyn.
– Nasıl? Nasıl Vaynşteyn?
– Evet Vaynşteyn, Mihail İsaakoviç Vaynşteyn.
– Dinliyorum, Yoldaş Vaynşteyn. Ne istiyorsunuz?
Vaynşteyn’in konuşmasını yarım dakika dinledikten sonra, gazetecinin başına ağrılar girmişti. Çok susadığını hemen unuttu. “Evet! Toplu mezarlarının keşfi hakkında yazmaktan çekinmediğim doğrudur. Makalemin şöhretinin Moskova’ya kadar bu denli kısa sürede yayılmasından daha da gurur duydum” gibi bir şeyler söylemek istedi ancak Rusçası buna yetmedi ve kendisini çaresiz hissetti. Sadece iki şey söyleyebildi:
– Teşekkür ederim! Evet, yazar benim! Çok teşekkür ederim!
Ama Vaynşteyn’in sonraki sözlerini duyduğunda, beyaz, şişmiş yüzü her zamanki gibi terledi, gözü seğirdi ve gülümsedi. Yüreğini rahatlatan iyi bir haber aldı. Önündeki duvarda asılı duran aynaya gülümsedi. “Yazdıklarım hemen Rusçaya çevrilmiş, ayrıca sizi bilgilendiren ve tam adresimi verenlere de teşekkürler! Evet şimdi aynen söylediğiniz gibi mezardakilerin isimlerini belirlemeniz gerekiyor. Bir sonraki hedefim onların peşinden gitmek, KGB arşivlerini açmak! “Ah zavallı, sizin babanız da mı otuzlu yıllarda vurulmuştu” diye konuşmak istemişti. İnsanın konuşmak isteyip de konuşamaması ne kadar kötü bir şeydi.
–Sizin… babanız… Sizin babanız mı? diye kekeledi. O da mı öldürüldü? Bizim ülkemizde, Kırgızistan’da?
– Evet, son bilgilerime göre, çağının büyük bir bilim adamı olan babam Mısır Bilimci İsaak Vaynşteyn hangi suçundan mahkûm edildi de Kırgızistan’da öldürüldü ve büyük ihtimalle kemikleri senin yurdunda bir yerlerde yatıyor. Büyük dağları arasında diyerek Mihail Vaynşteyn iç çekti. Bilmiyorum, muhtemelen Davul Taş’ta yeni keşfedilenler arasında çıkacaktır.
– Belki.
Gazeteci, Vaynşteyn adlı bir adamın bu evrende yaşadığını ve onun bir bilim adamı, büyük bir bilim adamı olduğunu anladı. Endişeli insanlar birçok meslek icat eder. Uzun bir kariyeri olduğunu anladı ama “Mısır Bilimci” kelimesini anlayamadı.
Neden Kırgızistan’a geldi? Bir keresinde, yanılmıyorsam, otuzlu yıllarda göçebeleri geliştirme görevi verildiğini ve büyük Rus şehirlerinden çok sayıda gönüllünün işe alındığını duydum. Muhtemelen o da bunlardan birisidir. Geldiğinde ne iş yapmıştı?
O günden bugüne babasının mezarını arayan Mihail, telefonun diğer ucuna bir şeyler anlatıyordu. Önceki günkü votka ile birayı karıştırma alışkanlığından dolayı başı ağrıyordu. Gazeteci telefonu kulağına sıkıca tuttu ve gergin bir şekilde ayağa kalkmaya çalıştı. İşte hikâyesi böyleydi.
O zamanlarda Mihail dokuz yaşındaymış. Görünüşe göre babası İsaak Vaynşteyn’in Sovyet Kırgızistan’a sürgün edildiği yılı anlatıyordu. Of bu felakete üzüldük ama “Mısır Bilimcinizin” kim olduğunu bilemeyiz. Antik Mısır’ın efsanevi tarihini araştıran, taş oymaları okuyan ve onları araştırarak geçimini sağlayan bir adam olduğunu söylüyor. Vaynşteyn, genç bir adam olarak hayatını kazanmak için zulüm gördü ve küçük düşürüldü. Doğduğu, büyüdüğü Moskova’dan dünyanın yedi kat altına sürüldü, onun çektiklerini az kişi çekmiştir. Sonunda dibe vurmuş, kara bahtlı ve fakir biri oldu.. Evet, Mısır Bilimciydi, kara bahtlı bir Mısır Bilimci. Ala-Too’nun yamaçlarında hiç kendinize “Mısır Bilimci” demek istediniz mi? Sakin bir şekilde duran Ala-Too’muza yolunu kaybetmiş gibi “Mısır Bilimci” gelmiş mi yok mu, yoksa ayakları bu toprakları basmış yok mu kim bilebilir ki. Vaynştein’e ders vermeye gelen bilgeler “düzeltilmez burjuva” olarak anılan uzaktaki Kırgız halkına doğru kovmaya karar verdiler. “Çok fazla bilgi ve beceriniz varsa, dağlara taşınan insanların cehaletini ortadan kaldırmaya yardımcı olun” dediler. Yoksa sonsuza dek acı çekmesini sağlamak için bir komplo muydu yoksa Kırgızları bahane ederek kurtulmak mı istediler kısacası Vaynşteyn’i akla gelmeyen Frunze’ye taşınmasının nedeni buymuş.
Oturup sonuna kadar dinleyebilmek, eksik bırakmadan beyaz bir kâğıda yazabilmek için arkasına yaslanıp rahatlaması lazımdı, ilginç bir hikâyeydi. Yakınlarda sadece yüz gram votka vardı. Gazetecinin elleri titriyordu ve başı dönüyordu, öfkeleniyordu ve merak ettiklerini duymak için acele ediyordu. Söz istedi.
– Neden? dedi.
– Ne neden? Mihail Vaynşteyn, dedi.
– Sebep? Baban neden cezalandırıldı? Ne için cezalandırıldı? dedi gazeteci. Yoksa İngiltere için çalışan bir casus muydu?
İstemsizce neden ceza aldığını sordu, beni daha sonra tekrar ara yoldaş. Hay anasını ondan kurtulmak kolay değildi. On iki yaşında babasını kaybeden adam, bu soruya cevap bulamadı. Buradaki bir adamın çektiği acıyla ne ilgisi var? Din hakkında bilgisi olmayan bir öğrenci gibi uzun bir ders almak, Tevrat ve İncil tarihi hakkında uzunca konuşmak zor gelmişti! Tevrat ve İncil! Of, aylarca ve yıllarca anlatsan da asla bitmeyecek bir hikâyeyi anlatmayı ne zaman bitirecek? Telefonun yazmıyor mu? Tevrat’ı daha önce hiç görmedim ancak yazı işlerinde bazı kişilerin inandığını biliyorum, İncil’i bir kez gördüm boşuna yalan söylemeyeyim, mukavva kapaklı çok kalın bir kitaptı. Çok kalındı. Kalın kaplanmış cildinin ağır olduğunu mu söylüyorsun? Bir kıssa, birkaç peygamber hikâyesi anlatan çokça kitap var. Rastgele açıp, “Tufan geldiğinde Nuh Peygamber altı yüz yaşlarındaydı.” diye yazılan yeri görür görmüştü.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/arslan-koyciyev/davul-tasin-hikayesi-69499846/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kırgızistan’da bir bölge ismi.

2
Rusların gizli polis teşkilatının ismidir.

3
Ortodokslarda İsa, Meryem veya ermişlerin tahta üzerine mumlu ve yumurtalı boyalarla yapılmış dinî içerikli resimleridir.

4
Süzme yoğurttan yapılan bir Kırgız yemişi.

5
Tabanca ismi.
Davul Taşın Hikâyesi Arslan Koyçiyev
Davul Taşın Hikâyesi

Arslan Koyçiyev

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Davul Taşın Hikâyesi, электронная книга автора Arslan Koyçiyev на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв