Nazar Boncuğu
ANAR
Anar
Nazar Boncuğu
“Eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi elinizden alırsa, kalplerinizi mühürlerse onları Tanrı’dan başka size kim geri verebilir?”
Enam Suresi 46. ayet
—Horrasio, yerlerde ve göklerde öylesine çok şeyler vardır ki, onları senin bilim adamların rüyasında bile görememiştir. Hayallerimiz onları bir hülya olarak bile algılayamıyor.
William Şekspir
Mucizeyi inkâr eden insan o anda Allah’ı da inkâr eder, çünkü Allah’tan daha çok mucizeye muhtaçtır. Mucizeden ayrı yaşayamadığı için kendisi mucizeler uydurmaya başlar, efsuna, büyüğe yönelmeye başlar.
F. M. Dostoyevski
Allah bizi, bizim vasıtamızla gerçekler algılansın diye yaratmıştır.
Mevlana
Sanat bize, gerçekler bizi yok etmesin diye sunulmuştur.
F. Nitsche
BİRİNCİ BÖLÜM
Defnimden Sonra Üçüncü Gün
Dünya donların soyucak
Yuyucu tenim yuyucak
İletip kabre koyucak
Acep nola benim hâlim.
Beş karış bezdendir donum
Yılan çayan yiye tenim
Nere dönsem taştır yönüm
Acep nola hâlim benim.
İnsan yalnızca kamıştan ibarettir, tabiatta zayıfların zayıfıdır, ancak o düşünen bir kamıştır. Kâinat onu ortadan kaldırmak isterse pek güçlükle karşılaşmaz, kolaylıkla öldürebilir. Dünya onu ortadan kaldırsa bile insan kendisini öldürenden daha liyakatlidir, çünkü o öldüğünü biliyor, ama kâinat kendinin bu üstünlüğü konusunda hiçbir şey bilmiyor.
Pascal
Ölüm, insanlığın genel mutluluğudur. Bizi öbür dünyada ebedî bir mutluluk mu bekliyor? Bu sorunun cevabı bizi uçurumun eşiğine götürüyor, çünkü bilincimiz bu uçurumu geçmeğe muktedir değildir.
Sören Kyerkegor
Ağrı…müthiş ve katlanılmaz bir ağrı… Vücudumun, yüzümün her bir karışına kor basıyorlar. Ağrıdan dolayı haykırmak… sesim çıkmıyor.
Ağrı… karanlık… zifiri karanlık. Göz gözü görmüyor. Hiçbir şey göremiyorum. Gözlerim kapalı..
Ağrı…müthiş, katlanılmaz bir ağrı… Yavaş yavaş aklım başıma geliyor… Yükseklik. Çoook, çoook yükseklik. Dağın zirvesi mi? Hayır, değil. Karşımda dipsiz bir uçurum… Uçuyorum… Yüksek bir binanın tepesinden… Karşımda uçurum… Uçuyorum…
Arkadan bana doğru yaklaşan kim… Bir eli omzumda, bir eli belimde… Kuvvetli bir itiş. Uçuyorum…
Uçurumun dibi – sokak. Binalar takla atıyor… Saniyenin binde biri… Darbe. İçimden bir şeyler kopup saçılıyor… Yüzüm, üzerinden buharlar yükselen asfalta yapışmış, pide gibi yamyassı. Burnum yanaklarımın arasından bir yerlere çöküyor.
Ağrı… Müthiş ağrı, katlanması imkânsız… Beynimde yıldırımlar çakıyor.
Sonra… Hiçbir şey…
…ne ağrı, ne aydınlık, ne karanlık… sessizlik, sükût…
Rahatsız eden ağrı değil, onun düşüncesiydi. Bir vakitler duyulan bir ağrının hafızama kazınmış hatırası…
Göz kapaklarını, ağır bir yükü kaldırıyormuş gibi güç bela kaldırdı. Katrandan da katı karanlık… Bu, kapalı gözlerin içinde pembe, sarı, yeşil dairelerin oynaştığı bir karanlık değildi, açılmış vaziyetteki gözlerin yuvarlandığı bir karanlıktı. Bütün kâinata çöken karanlık… Hiçbir yerden iğne ucu kadar dahi ışık sızmıyor. Gözlerin, hiçbir zaman ona alışıp da bir şeyleri hissedemeyeceği öylesine katı bir karanlık.
Ne kadar bakarsan bak, etraftaki eşyaların çizgilerini birbirinden ayırmak imkânsız. Aslında etrafta hiçbir eşya da yoktu. Etrafın kendisi de yoktu üstelik. Sanki dar, karanlık bir torbanın içindeydi.
Ana rahminin karanlığı… dışardaki dünyanın renkleriyle ilgili hiçbir düşüncenin oluşmadığı o dönemin karanlığı. Ya da dünyaya, ışıklı dünyaya çıkmış isen yine de doğuştan gelen bir karanlığın içindesin.
Bu karanlık şimdi katlanılmaz bir ağrıyla birlikte varlığına birdenbire çökmüştü. Sızıltı şeklinde gelen ağrı vücudunu terk ettikten sonra, o kısa anın hatırası duyduğu ağrının kendisi kadar bütün benliğini sızlatıyordu…
Ağrı, kendisine algılama yeteneğini geri getiriyordu, bilinci damla damla, katre katre kımıldanmaya başlıyordu.
Onu bu yükseklikten aşağı itip düşüren kimdi? O ani düşüşten sonra, içinde meydana gelen ani bir patlayışla sanki iç organlarının tamamı yerinden kopup fırlamıştı. Peki, bu su nereden çıkmıştı da müthiş bir sağanak gibi tepesine boca ediyordu. Düş… “tüş” Türkler rüyaya düş diyor. Bizde çileğe “duş” diyenler de var. Ancak bu su duştan akar gibi akmıyordu, sağanak yağmura da benzemiyordu. Dopdolu bir leğenden boca eder gibi bütün vücudunu baştan ayağa ıslatmış, soğuk bir günde bedenini sızım sızım sızlatmış, tüyleri diken diken olmuştu. Vücut… Vücutname. İnsanın dünyaya gelişinden ölümüne kadar bütün ömrünü tasvir eden bir şiir. Hatta ölümünden sonra mezardaki durumunu da…Acaba hangi filozof, “ölüm anında – bu ani ölüm olsa bile, – her insanın o anda yaşadığı ömrünün tamamı, hatta en küçük olayları bile gelip gözünün önünden geçiyor…
Hafızasında, ani olarak yüzünde büyükçe yara izi olan biri canlandı… Tavla oyunundaki sesler, atılan zarlar, altı dört, çift se, dübeş, aklında daha çok dübeş kalmıştı. Saygın bir bilim adamı… Ateşler içinde yanıyor…ateşten korunmak için halıya bürünüyor, halı da ateş alıp yanıyor…Kırmızı çizgili üstlüğünü giyinen Zakir’in fal taşı gibi açılan gözleri, çıplak bir kadının sırtında bardak atılan yerlerin morartısı… Karanlık salonda kadının dizleri göze çarpıyor… Kimdi o kadın? Ölüm meleği mi? Azrail mi?
Ölüm böyleymiş… Peki ya o yükseklik, o boşlukta uçuş, o ağrının hatırası…Tanış yüzler… Öldüyse bunları nasıl hatırlıyor? Öbür dünya dedikleri bu galiba… Ölüm nedir – ebediyet. Son veya başka bir hayatın başlangıcı…
Onu daha çok darlık rahatsız ediyordu… Hareket etmek istiyordu, ancak eli kolu bağlı idi… Bilinçaltında bir anısı uyandı. Mısır’da idi, dar bir tünelden ihramlara, piramitlere doğru sürünüyordu… Birden sıkıldığını hissederek durmak istedi, ama boru gibi dar olan tünelin içinde doğrulamazdı, önünde ve arkasında aynen onun gibi sürünen turistler vardı… artık ne geriye, ne de öne gitmek mümkün değildi, başını da kaldıramıyordu, bu anda daral gelecek, yüreği patlayacaktı…
Patlamadı. Şimdi de aynı duyguları geçiriyordum, ama küçücüktüm, minnacık, bir el büyüklüğünde… bedenim, ellerim, ayaklarım nemli, yapışkan, yumuşak duvarlara değiyor. Kanlı ve duru olan ağdalı bir sıvının içindeyim. Karanlık ve sessizlik içinde çok uzaklardan bir ses duyuluyor – ritmik bir çarpıntı, raylar üzerinde yol alan trenin sesine benziyor, trenin acelesi var galiba… Ve benim içimde de bu çarpıntının ahengine uygun düşen bir şey çırpınıyor, bir gidiyor bir geliyor…
İçine doğru karın bölgesinden bir şey akmakta idi…tüyleri diken diken eden, “ancak henüz tüyleri çıkmamıştı” bir haykırış… kadın haykırışı…Suda batıyordu..nerdeyse boğulacaktı… Kaynağı bilinmeyen bir güç onu itiyordu.
Uzun yıllardan sonra yüksekçe bir yerden ölüme itildiği gibi şimdi de yaşama doğru itiliyordu.. Kendinin değil bir başkasının acılarıyla, inlemeleriyle, feryatlarıyla, dilinden dökülen ve birbiriyle ilintisi olmayan tek tük kelimelerle dar bir tünele yapışmıştı. Kurtulmak istiyordu… Nefesi kesiliyordu..
Her hamle, her haykırış onu ışığa doğru yaklaştırıyordu… bir hamle daha, bir haykırış daha. Birden sakinleşti ve üşümeğe başladı. O anda kendisi çığlık çığlığa ağlamaya başladı.
Bir yerlerde dünyaya gelip giden insanlardan yalnızca birisinin, Zerdüşt’ün dünyaya geldiği anda ağlamak yerine güldüğünü okumuştu.
Neden ağlıyordu? Kendi canından, kendi kanından olan bir varlığın acılarıyla, ıstıraplarıyla, ıkınmasıyla birlikte onun içinden dışarıya çıkmış, güzelim dünyaya gelmişti.
Gelmiştim. İnsan dünyaya sessizlik içinde geliyor, cümlesini hangi filozof söylemiş acaba? Dünyaya böyle gelmiştim, böyle de gitmeliydim – ani bir uçuşla. Yere uzanıp hayatımı kaybettikten sonra toprağa gömülmeliydim, ama bunu hatırlamıyordum. Bilincim o müthiş uçuşla, o katlanılmaz acıyla birlikte sönüp gitmişti… Şimdi de toprağın altında olmalıydım.
Olmalıydı. Ölüler dünyasında. Madem öyle, peki, beynine damla damla süzülen, hafızasını çeşitli sahnelerle, olgularla, seslerle dolduran bu düşünce ne idi?
Ömür boyu materyalist olmuştu. Ölümden sonra başka bir hayatın varlığı konusuna asla inanmamıştı. Belki de yanılıyordu. Belki de ömür, aynen saatin sarkacı gibi hayat ve ölüm arasında bir o tarafa, bir bu tarafa gidip geliyordu. O tarafa – malum. Peki, bu tarafa? Hayatın sarkacı bu tarafa da mı dönüyormuş? Peki, o zaman?
Öbür dünya dedikleri bu imiş – dardan da dar, nemli, küf kokan, soğuk, sessiz, soluksuz…
Eli kolu bağlı, hareketsiz bir biçimde uzanmışım. Şimdi Ne-kir Münkir gelecek, sorgu sual başlayacak…Ölüler de mi şaka yaparmış? Ölü olduğumu kesin olarak anlayabiliyorsam bu gerçekten ölüm müdür? Elektrik çarpmışçasına ani bir düşünce beynimi yalazlayıp geçti: Ölü değilim.
Canlı canlı toprağa gömülmüşüm ve şimdi anlaşılmaz bir mucize ile bu ölüm uykusundan uyandım diyorum… Elim kolum bağlı, vücudum kefene bükülmüş durumda, sımsıkı sarılmış hâlde… Anlaşıldı, beni ceset zannederek defnetmişler, mezarın üzerine de ağır, yassı taşlar koyarak üzerini topraklamışlar…
Bunu anladığı için kalbi durabilirdi. Keşke… Bu, çıkılması zor olan durumdan yegâne çıkış yolu olabilirdi. Başkaca bir çıkış yolu da yoktu. Kefeni yırtsa bile onca ağır yassı taşları kaldırmaya, toprağı eşip bir tarafa atarak “hortlayıp” kalkmaya gücü yetemezdi…
Yegâne çıkış yolu (çıkış mı!) sabrederek, canını dişine takarak gerçek ölümü beklemekti… Acaba mezardaki hava ne zamana kadar yeterli olacaktı?
Kaç gün oldu defnedildim? Hâlâ nefes alıyorsam bu yakınlarda gömülmüşüm demektir. Havasızlıktan boğularak, korkunç ıstıraplar çekerek gerçek ölümü tadacağım. Mezardaki kurtlar kefenimi delecek, sonra da bedenime saldıracaklar… Tanrım, suçum neydi? Sana inanmam mı? Vallahi en derin kalbimle inanıyordum, çevre ve şartlar öyle idi ki, mecburen “inanmıyorum” demek mecburiyetinde kalıyordum.
Hıı, ömür boyu varlığını inkâr ettiğin Allah’a şimdi yöneliyorsun demek.. Allah… Allah kerimdir… Tanrı’dan başka hiçbir şeye, hiçbir kimseye güvenilmez…
Beni buradan yalnızca Tanrı denen mucize kurtarabilir. Yooo, tamamen ham hayaldir bu, beni cezalandıran da Tanrı’nın ta kendisi değil mi? Elbette, eğer o gerçekten varsa. Onun varlığı konusunda hâlâ şüphe içindesin demek. Cezanın sebebi işte bu. Hayııır, Allah ufak tefek şeylerle uğraşmaz. Ona inansam da, inanmasam da hayatım boyunca günahtan uzak duran bir ömür sürmüşüm. Kimselere kötülüğüm dokunmamış. Vicdanları sızlatacak hiçbir adımım olmamış.
Sen öyle düşünüyorsun. Yaptığın şeyleri o şekilde yorumluyorsun, senin “hayırlı” olarak gördüğün şey belki de başka birisi için “kötü” imiş.
Tanrı varsa öbür dünya da vardır demek. Yani yalnızca buna katlanarak beklemelisin, her azaba katlanarak “kurtuluş” gibi “ölümü” de beklemelisin. Gerçek ölümü. Ölümden sonra, gerçek ölümden sonra ise başka bir hayat başlayacak, cevapsız kalan soruların cevabını bulacaksın. Bu dünyada sana yapılan bütün haksızlıkların karşılığını göreceksin.
“KARMA” kelimesi de nereden gelip beynime saplandı? Karma da ne demek, hangi dile ait bu? Böylesine ona aşina olan kelime bir türlü aklına gelmiyordu. Bu konuda okuduğu kitapları teker teker hatırlamaya çalışıyordu. Bu da zaman geçirmeğe yarayan bir meşguliyetti. Diğer taraftan bu durumda olduğundan dolayı kendisi için bir teselli oluyordu.
Ölümden sonra hayat… Yeniden yaşamak… Başka bir yaşam… Öbür dünya…
*
Bir vakitler Daniil Andreyev’in[1 - “Roza Mira” adlı eserin yazarı Daniil Andreyev meşhur Rus yazar Leonid Andreyev’in oğludur. Kendi de yazar olan Daniil, cellat Stalin’in sürgün ve yok etme siyasetinin kurbanlarından biridir.] eserinde okuduğum ve okuduğumda da hayrete kapıldığım kelimeleri hatırladım. Andreyev, en son olarak tam üç yüz yıl önce öldüğünü yazmış. Hem de oldukça çok eski ve güçlü kültüre sahip bir ülkede. Daniil, ta çocukluğundan itibaren ömür boyunca eski vatanının özlemini duymuş; söylediğine göre orada bir değil, birkaç defa yaşamış, ölmüş dirilmiş, ölmüş dirilmiş.
Gerçekten bu olmuş mu..! Mevlana, “ahmaklığın en aptal ve alçak biçimi bu hayattan sonra başka bir hayatın başladığını inkâr etmektir” demiş.
Tasavvuf ehlinin söylediği meşhur anekdotu hatırladı. Mumun ateşi pervaneyi kendine çekiyor, zavallı uçarak kendini ateşe atıyor ve yanıyor. Geri dönüp gördüklerini anlatacağını bekliyorlar, ancak pervane ateşin içinde kaybolup gidiyor, ne izi, ne adı, ne de ondan geriye bir belirti kalıyor. Bir de neden dönsün ki, sevdiğine kavuşmuş.
Sevdiği – Allah’tır, tasavvuf düşüncesinde ölüm Tanrı’ya kavuşmaktır.
En büyük suçunun ne olduğunu bilmiyor musun? Hiçbir şeye inanmaman değil. Tanrı’yı inkâr etmen de değil, hayır, kendini Tanrı kabul etmendir. Tanrı olmaya soyunmandır. İnsanoğluna has olmayan, yalnızca Tanrı’ya ait şeylerle meşgul olmandır. Hayra mı, şerre mi, hangi gayeye hizmet ediyor pek önemli değil… Ilık bir yaz sabahı. Bakü’nün dar, eğri büğrü sokaklarından biri… Tek katlı evin önündeki kaldırım. Yaşlı ve çıplak kafasının şakakları beyazlaşmış, cafcaflı gömleğinin altından sert tüyleri görünen biri. Önce kaldırımı suluyor (sıcak asfalttan yükselen buhar)… Üzerine gazete serili tabure, tabure üzerine konmuş bir bardak çay… Zencefil, karanfil, limon kokusu… Kıtlama şekerini çaya daldırıp ağzına atıyor, sonra da çaydan bir yudum alıyor…
Bunu neden hatırladım? Kimdi, nem oluyordu bu adam? Hiçbir şeyim… Sabah erkenden tramvayla Buzovna’dan[2 - Bakü’nün bir ilçesi.] Bakü’ye gelmiştim, evimize doğru giderken çayını yudumlayan bu adamı görmüştüm. Tanışım falan da değildi. Kendisini ilk defa görüyordum. Hiçbir sebep yokken bu sahne hafızama neden kazınmıştı peki?
Hayıflanıyor muydum! Evimizin önündeki kaldırımı neden onun gibi sulamadım, taburenin üzerine gazete sererek üzerine bir bardak limonlu, zencefilli çay koyup da kıtlama şekerle içmedim!
Böylesine kokulu çayları az içmemişti, ama neden böylesine sıradan, küçücük sevinçlerle dolu, sakin, gürültüsüz patırtısız bir hayatı yaşamadı. Yaşamını neden büyük gayelerin esirine çevirdi?!
Diyorlar ki, ölüm öncesinde… (..kim diyor? Öldükten sonra kim dirilmiş de gördüklerini anlatmış…tasavvufçuların pervanesini hatırladım) evet, ölümden önce insanın sağgörüsü açılıyor, zaman ölçüsü değişiyor, yaşananların tamamı bir an içinde film şeridi gibi gelip gözünün önünden geçiyor. Eski Hint inançlarında da olan üçüncü göz anlayışı konusunu bir yerlerde okumuştu.. Hint ilahlarından olan Şiva, üçüncü gözünü açtığında rakibini bakışlarıyla yakıp küle döndürüyor.
Sırtımı çizgi çizgi sızlatan kamçı yerleri. Vücudumdaki ağrılar. Bunlardan kurtulmak istedim. Çimenlik, üşüyen ıslak bedenimin ürpertisi. Soğuktan titriyordum.. Kaçmak…hemen kaçmak, bu anılardan kaçıp kurtulmak…
…Gurup vaktinde denize doğru sürüp gittiğim üstü açık araba. Bulutlar patlıcan moru renginde… Garip Abşeron akşamının hazin kederi… Rüzgâr, yanımda oturan gözleri gamla dolu kızın kumral saçlarını yüzüme savuruyor, saçları yanaklarımı dövüyor, bazıları ise yolunu şaşırıp ağzımın içine dalıyor.. En büyük arzum…keşke bu yol hiç bitmese, keşke deniz uzaklaşabildiği kadar uzaklaşsa, keşke gece olabildiğince geç gelse…
Bu mısraları kim yazmış, aniden hafızamda ayaklandılar: Uzun bir ömrün sonunda, hem de ümitsizlik anında…Bu ani sevinç gelip beni buldu…
İnce bir yağmur çiselemeğe başladı, damlalar alnıma ve yanaklarıma iğne gibi saplanıyor, ancak böylesine ıslanmak çok hoş, insanın başına boca edilen su gibi soğuk değil, sımsıcak… Sıcak yağmur mu? Sıcak yağmur mümkün mü?
Gece aniden bastırdı. Ay doğdu, dolunay, denizleri yükseltti, aksak rüzgârı, – rüzgârın aksağı mı olurmuş? – aksak rüzgârı kemende düşürdü…sonra bulutlar ayın önünü kesti…Ay ışığı kaybolur kaybolmaz kumral saçlı kız da kayboldu…
Ay Kızı, ayın kızı…Samnambula. Bu isimde bir İtalyan operası var galiba – Rossini, Bellini, Donisetti, hangisinin acaba? Ay’ın adamı – uyurgezer – Ruslar böylelerine lunatik diyor.
Bu zulüm ne Tanrım, öldürüyorsan öldür, bu işkence neye gerek? Ölüme mahkûm olan kimse idam edileceği günü ve saati beklerken hiç olmazsa hücresinde havasızlıktan boğulup gitmiyor. “Canlı ceset”. Tolstoy. Ölülerin dirilmesi. Şeyh Nasrullah[3 - Azerbaycan’ın görkemli yazarı Celil Memmedkuluzade’nin “Ölüler” adlı eserinin kahramanı.]. Mirze Celil Memmedkuluzade[4 - 22. 2. 1869 Nahçıvan-4. 1. 1932 Bakü. Azerbaycan’da yenileşme harekâtından sonra gelen millî bağımsızlık döneminin gazeteci ve yazar olarak en önemli simalarından, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanan süreçte halkın aydınlanmasında, bağımsız ve millî devletçilik ülküsünün yerleşip gelişmesinde önemli kilometre taşlarından biridir.]…Beynimde birbirini çiğnercesine canlanan hatıraların keşmekeşi, düşüncelerin izdihamı.. Ne yapmalı? Ne etmeli! Lenin… Çernişevski… “Heç hәnanın yeridir?”[5 - Üzeyir Hacıbeyli’nin, 1956 yılında filme alınan, “O Olmasın Bu Olsun” adlı eserinin kahramanıdır. Bakü’de geçen filmde Server ve Gülnaz’ın aşkları, para ve cehalete karşı yapılan savaş, Gülnaz’ın babası Rüstem Bey, eş, dost ve tanıdıkları, tacirler, kabadayılar, gerici ve satılmış gazeteciler mizahi bir dille filmde yansıtılıyor. Yukarıdaki ifade Gülnaz’ı parayla babasından satın alacağını zanneden Meşedi İbad’ın dilinden söylenen bir ifade olmakla birlikte, Azerbaycan halkının dilinde gereksiz yapılan bir davranışın veya söylenen sözün yersizliğini bildiren bir deyime dönmüştür.] Aklımı oynatmamak için kafamı başka şeylerle meşgul etmek istiyorum.
Kurtuluş – deli olmakta mıdır!?
Bilincin karıncalanması, hiçbir şeyi hissetmemek, hiçbir şeyi anlamamak.. İnsan kendi isteği ile aklını oynatabilir mi? Ölümü yaklaştırmak için (başka hiçbir şeye ümit yoksa) nefes almaya engel olsan, nefes almasan.
Birkaç defa nefesini tuttu, sonra da istem dışı tuttuğu nefesini bıraktı ve ciğerini havayla doldurdu.
Peki, neden bu dar mezarda bir zamanlar gece gündüz okuduğu Hintli yazarların eserlerini hatırlıyordu? Dünyayı yaratan Brahma yumurtada oluşmuş, ama bilincinin gücüyle yumurtayı ikiye bölmüş, bir tarafında sema, diğer tarafında ise yer meydana gelmiş. Bu efsanede onu kendine çeken düşüncenin gücüyle bir şeyleri değiştirme arzusu oluşmuş. Belki o da akıl ve zihin gücüyle kurtulabilirdi. Ama nasıl? Hayır, insan bunu yapamaz, ümit yalnızca Tanrı’ya kalmış.
Ya Rab, ya bir yol göster, ya kurtar veya hemen canımı al. Kurtulma ümidim yok, bir mucize olur da buradan çıkabilirsem ömrüm boyu sana kulluk edeceğim.
Yine bir vakitler tutkunu olduğu kitapları hatırladı. Buda’nın eğitimi aklına geldi, sanki birileri sözleri ona tane tane dikte ettiriyordu. Buda, “İlahlara yalvarmayın. Bir sesi dahi çıkarmaktan aciz olanlardan hiçbir şey ummayın, onlar ne konuşabilir, ne de dinleyebilirler”, diyor.
Dur, dur, galiba Tanrı dileğimi önemsemedi… Gitgide daha zor nefes almaya başladım, boğuluyorum. Sona az kaldı. Sona?[6 - Azerbaycan’da “Suna” adı “Sona” olarak yazılıp, okunuyor ve hitap ediliyor.] O kızın adı Sona mıydı? Hayır değildi. Ne idi, hatırlayamıyorum.
Biraz sabret. Başka çaren yok. Kefenin içinde ne kadar dönüp durursan dön, çabalarsan çabala bir faydası yok.. İnşallah Tanrı merhamet edip seni daha erken öldürür.
Ama galiba…galiba bu rüya. Hepsi rüyadır, kâbus dolu bir rüya…Kâbus. Dede Korkut, uykunun küçük bir ölüm olduğunu söylemiş…
Rüya mı, ölüm mü? Gözlerimi kapıyorum. Gözümün önünde sarı, pembe, yeşil daireler oluşuyor. Daire içinde daire görünüyor, sonra uzaklaşıp kayboluyorlar. Bize uzak dünyalar mı? Oralara mı uçuyorum? Uçuyorum, belki…bel…
İKİNCİ BÖLÜM
“Kötü nazar, çoğunlukla başkasına olumsuz etki ediyor
İbni Sina”
“Hayalin gücü – çok özel hassaslığından dolayı en çok gözlerde yansımasını buluyor. Kötü nazar etrafındaki atmosfere de geçiyor ve yöneldiği sıhhatli insanlara bile olumsuz etki yapıyor. Kötü nazar kendine yöneldiğinde ayna da solgunlaşıyor.
Y. Springer, G. İnstitoris
(10. Yüzyılın Hristiyan rahipleri)”
Son derece rahatsız edici olan rüzgâr insanın iliğine işliyordu. Esen sert rüzgâr, düğmeleri kopmuş, yakası açık ve yamalı eski ceketini neredeyse çekip sırtından alacaktı. Bahçe kapısından eve kadar olan mesafe topu topu yirmi adımdı – defalarca saymıştı. Rüzgâr arkadan estiği için – bu yirmi adımlık mesafeyi – her zamankinden daha kısa sürede kat edebilirdi.. Edecekti de. Sazaktan dolayı üşüye üşüye, titreye titreye…
Bahçe kapısından eve kadar olan mesafeyi koşarak kat etmesinin sebebini, kendinden, annesinden ve Nasip’ten başka kimseler bilmiyordu. Hatta gidip bağırıp çağırmasın diye babasına bile söylememişlerdi. Yukarı kattaki komşularından birisinin muhtemelen onu pencereden gördüğünü ve dikkatinden kaçmadığını düşündü, ancak umurunda bile değildi, belki de hiç görmemiş olabilirlerdi.
Hemen evin kapısına varmalıydı, vardığında da kapıyı çalar çalmaz annesi aceleyle açıp içeri alacaktı, bunu biliyordu… Belki de kapıyı açmış onun gelmesini bekliyordu.
Evlerinin kapısına ulaşmaya bir adım kala yukarıdan boca edilen buz gibi su tepeden tırnağa bütün vücudunu ıslattı. Bu suya alışkın olsa da bedeninde ister istemez bir ürperti duydu. Boynunda, sırtında, kollarında ve bileklerindeki her bir hücrede iğne gibi batan sazağın sızısını duydu. Soğuk ve rüzgârlı havada üzerine dökülen su vücudunu elektrik çarpmış gibi sızlattı. Eli kapılarının tokmağına dokunur dokunmaz deminden beri kapı arkasında bekleyen annesi onu hemen içeri çekti.
–Canım yavrum – diyerek sekiz yaşındaki oğlunu bağrına bastı. —Yavruma zulmedenler bir yudum suya hasret kalsın inşallah…
Menzer, her Allah’ın günü oğlu okuldan eve döndüğünde yukarı katta yaşayan aileye ileniyordu. Her ikisi – Ehliman da, Menzer de suyu üçüncü kattan boca edenin, bir kurumda yönetici olan Kasım’ın oğlu Nasip olduğunu biliyordu.
Menzer, alelacele oğlunun üzerindeki ıslak elbiseleri çıkardı. Ehliman, iç çamaşırlarını değişti ve her gün annesinin ütüleyerek hazırladığı kuru elbiselerini giyindi. Ahat’ın işten dönmesine daha üç saat kadar vardı, ancak Menzer yine de tedbirli davranarak oğlunun ıslak elbiselerini sakladı. Gecenin geç vakitlerinde herkesi uykuya verdikten sonra fısıltıyla beddua ede ede onları ütüleyerek kurutacaktı. Bu anlarda horoz sesi duymamış beddualar bulup ileniyordu…”Yavruma zulmedenler uyuza yakalansın ancak kaşımaya tırnağı olmasın”.
Ehliman hâlâ tir tir titriyordu.
–Gel otur yavrum, gel de otur, yemeğini hemen şimdi ısıtacağım.
Kasımların hizmetçisi bundan birkaç ay önce balkondaki gülleri sularken bakır kap elinden kayarak düşmüş ve su Ehliman’ın üzerine dökülmüştü. Nasip de Ehliman’ın haykırışını duymuş ve bundan müthiş haz duymuştu. Nasip’le Eh-liman aynı sınıfa gidiyorlardı. O okuldan babasının arabasıyla Ehliman’dan daha önce eve varıyor ve üzerine bir leğen suyu boca etmek için onun okuldan gelişini bekliyordu. Suyun sağa sola değil de Ehliman’ın tam tepesine dökülüşünü nişanlıyor ve bundan büyük keyif alıyordu.
Ehliman önceleri bunun tesadüf, sonra eşek şakası olduğunu, daha sonra da kasti olarak yapıldığını anladı. Ancak ne yapabilirdi ki. Kendinden kat kat cüsseli, güçlü kuvvetli, herkesin “efe” dediği üstelik de reisin oğlu olan Nasip’e gözünün üstünde kaşın var demek kimin haddineydi? Onu kime şikâyet edebilirdi ki? Hangi öğretmen sözüne inanırdı, inansa bile kim bu işin üzerine düşer ve kötü adam olmak isterdi? Nasip, bütün okulun üzerine titrediği birisiydi, hatta bazen öğretmenlerini de babasının arabasına alırdı.
Menzer’in yegâne çekindiği şey Ahat’ın konudan haberinin olmasıydı. Delifişeğin birisidir, sarhoş zamanına rastlar, reis meis tanımaz, gidip Nasip’i ayağının altına alır, polisler de gelip götürüp hapse tıkardı.
Ehliman’a okulda – Ehriman- lakabını da Nasip takmıştı. Ehrimen’in kötülüklerin ilahı olduğunu bir yerlerde okumuştu, ancak nerede gözüne takılmıştı bilmiyordu. Hatta öğretmenlerden bazıları da Nasip’in hoşuna gitsin diye bazen sırıta sırıta ona Ehriman diye hitap ediyorlardı.
O vakitler sokakları bir Ermeni ihtilalcisinin adını taşıyordu: Ara Kardaşyan. Ancak sokağın adı yazılan levha eskimiş ve yazılar okunmaz olmuştu. Herkes buraya “Ara Karıştırıcı” sokağı diyordu.
Belki de okuduğu kitapta Ehrimen’den başka iyilik ilahı Hürmüz’ün de adını okumuştu, bunun için de Ehliman’a: Bak, sen Ehrimen’sin, ben de Hürmüz’üm – diyordu.
Bir keresinde Ehliman’ı arabalarına binmeğe davet etti. O vakitler henüz su konusu başlamasa da Ehliman kabul etmedi.
–Eve gitmiyor muyuz, gel de arabayla gidelim..
Çok ısrar edince Ehliman arabaya bindi. Nasip, Ehliman arabaya biner binmez sürücüye:
–Keşle’ye[7 - Bakü’de bir semtin adı.] – dedi.
Ehliman hayretle:
–Keşle’de ne işimiz var? -diye sordu.
–Anlarsın.
Keşle, Ara Karıştıran sokağından tam aksi istikamette idi, aralarında bir şehir kadar mesafe vardı. Nasip, Keşle’ye varır varmaz şoföre:
–Tamam, duralım – dedi.
Araba durdu.
–İn, sana bir şeyler anlatacağım.
İndiler.
–Buraya gel.
Ehliman, Nasip’in yanına geldi, arabadan biraz uzaklaştılar. Nasip aniden koşarak arabaya doğru yöneldi ve biner binmez kapıyı kapayarak kilitledi.
Ehliman’ın cebinde beş para bile yoktu, Nasip bunu biliyordu.
Ehliman, araba hareket edince Nasip’in kendine bakıp sırıttığını gördü.
O zaman da soğuk bir gündü, Nasip belki de bu oyunu oynamak için böylesine soğuk bir günü seçmişti.
Ehliman şehri bir baştan bir başa geçip evlerine ulaştığında artık akşamın karanlığı çökmüştü. Akşam ateş bastı. Soğuk almış, zatürre olmuştu. Tam on gün hasta yattı.
……
Dış kapı gıcırtıyla açıldı, Ahat içeri girdi – yüzünden gözünden zehir zıkkım yağıyordu. Lafını da zıkkımla açtı.
–Yemeğe ne zıkkımın var?
–Şimdi kaygana yaparım, bu kadar erken geleceğini bilemedim.
–Götür de kayganayı babanın mezarına dök. Sana ne erken veya geç geldim, seni ne ilgilendirir bu!
Gidip dolabı açtı.
–Votka hani?
–Canım gözüm dün içmedin mi?
–Meğer ben ne içip içmediğimi bilmiyor muyum ulan, yani aklımı mı oynattım diyorsun – elinin tersiyle eşine okkalı bir tokat yapıştırdı.
–İt oğlu itin kızı, ben gittikten sonra votkayı dökmüş ayakyoluna ben anlamayayım diye de şişesini fırlatıp atmış bir tarafa.
Dün şişeyi dibine kadar içip bitirdiğini elbette hatırlıyordu. Cebinden ezik büzük paralar çıkarıp Ehliman’a uzattı.
–Git Sadık’tan bir votka al – dedi, Ehliman’ın yemeğe başladığı kayganayı önüne çekti.
–Ne öyle sorgularcasına şu zıkkıma bakıyorsun enik, annen sana tavuklu pilav pişirecek. Herifin kızına bak bir damlacık tuz bile ekmemiş.
Elini tuzluğa uzatırken tabağa dokundu, tabak düşerek paramparça oldu ve kaygana yere dağıldı. Bu sefer de oğluna bir tokat attı.
–Ne kötü nazarın varmış be it oğlu it, yıkıl, kaybol gözümden!
Montajda çalışan Ahat’ı bugün sarhoş olup kazaya sebebiyet verdiği için çalıştığı iş yerinden de kovmuşlardı. Zaten zehir küpü olan adam hıncını çıkaracak birilerini arıyordu. Hiddetini yatıştırmak için sesini bile çıkaracak cesareti olmayan bu zavallılardan daha uygun kimseleri nereden bulacaktı!
Menzer:
–Şimdi dükkân kapalı olur, bırak da yarım saat sonra gitsin, hemencecik ikinize de omlet yaparım.
–Bana maval okuma, defol git.
Sonra da gözlerini sonuna kadar açarak oğluna seslendi:
–Kime diyorum ben, koştursana lan.
Ehliman ceketini omzuna atarak bahçeye çıktı, gayriihtiyari üçüncü kattaki evin balkonuna baktı. Pencere sıkıca kapatılmıştı. Nasip, olanlardan haberdar olsaydı kendine laf atardı.
Yine de edindiği alışkanlık gereği bahçeden koşar adımla çıktı. Bahçenin sağında solunda sıçanların, farelerin cirit attığı çöp bidonları dizi dizi sıralanmıştı, onlardan süzülen helme bahçenin ortasına doğru akıyordu. Bazen bu küçücük bahçede yer bulup komşu çocuklarıyla birlikte futbol oynuyorlardı. Şimdi ise Nasip’ten dolayı onu da yapamıyorlardı.
Dükkân kapalı idi, kapının üzerinde “kapalı” levhası asılmıştı. Yarım saat bekleyecekti. Eli boş dönse babası lafını bile bitirmesine izin vermeden pataklardı fakat, bunu biliyordu. Son defa onu üç gün önce dövmüştü. Babası sille tokat Ehliman’ı pataklıyor, eli acıdığında ise o işi kemeriyle yapıyordu. Kemerin sırtında bıraktığı morartılar henüz geçmemişti.
Rüzgâr biraz daha şiddetlenmişti soğuktan dişleri takır takır ediyordu. Bahçe kapısının önünde Nasiplerin arabası durmuştu.
Birazdan yakası kürklü paltosuyla Nasip göründü, sürücü elinden tutmuştu. Ehliman, Nasip onu görmesin diye bir kenara çekildi. Bakışları karşılaşmış olsa Nasip onu alaylı bir eda ile süzecek, belki de bir yaramazlık yapacaktı.
Ehliman, ışıl ışıl parlayan siyah renkli arabaya bakıyordu. Nasip’in yakası kürklü paltosuna ve kulaklıklı şapkasına baktıkça sanki üzerinde ipince elbiseler varmış gibi soğuğu daha da fazla hissetti. Bir an yakalı kürklü bu paltoyu, kulaklıklı şapkayı, deri eldivenleri, yün pantolonun sıcaklığını hayal ederek daha fazla üşümeğe başladı.
Nasip ise kayıtsız bir şekilde etrafa göz gezdirip – beni görüyorsunuz işte – dercesine şoförün açtığı kapıdan arabaya atladı.
Araba hareket etti. Ehliman, arabanın ardınca ıslak asfalt üzerinde kırmızı bir bantmış gibi sürünerek uzaklaşan arka lambaların ışığına bakıyordu.
Aniden büyük bir süratle kaldırımdan yola fırlayan “alabaş”[8 - Ön kısmı çıkıntılı otobüs.] arabayı önüne katarak bir müddet sürükledikten sonra duvara toslattı. Çarpışan metallerin ürpertici gümbürtüsü duyuldu. Siyah araba çarpmanın etkisiyle akordeon körüğü gibi bükük bükük olmuştu.
Caddedekiler koşturup, yumağa dönen arabanın arka kapısını bin bir güçlükle açtılar, yüzü gözü kanla kaplanıp tanınmaz hâle gelen Nasip’in cesedini çıkardılar.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
| Şeyh Nasrullah Doğru Diyormuş
“Hayatla ilgili ne biliyorsunuz ki, ölüm hakkında da bir şey bilesiniz”
Konfiçyüs
“Kutsal Meşhed şehrinde ömrünü ibadetle geçiren Şeyh Nasrullah adlı birisi peyda olmuş. Mezarlığı ziyaret ederek ölüler için dua etmeğe gitmiş ve bir dua okuduktan sonra yüksek sesle şunları söylemiş: “Ayağa kalkın ey Allah’ın mümin kulları”. Ölülerin tamamı bu sesi duyar duymaz Allah’ın yüce kudretiyle hemencecik ayaklanıvermişler”.
Mirza Celil Memmedkuluzade “Ölüler” eserinden.
Nasrullah ile Fazıl mezarın üzerindeki en son iki kürek kadar kalan toprağı da atıp temizlediler. Mezarın derinliği ile yeryüzü arasında toplam iki tane yassı taş kalıyordu. Nasrullah 50-55 yaşlarında bir mezarcı idi. Sakal bırakmasa da günlerden beridir tıraş olmadığından kırçıl beyaz tüyleri yüzünü gözünü boğazına kadar kaplamıştı. Kalın kaşları kapkara idi. Otobüsün 25-26 yaşlarındaki şoförü Fazıl biraz ötede duruyordu. Koca kulaklı, sivri burunlu, avurdu avurduna geçen sıska ve çelimsizin biriydi. Nasrullah elindeki beli yere bırakarak derinden bir iç geçirdi;
–Of be, nefesimiz kesildi, bir azıcık dinlenelim.
Yüzü eskiyip yıpranan ve astarı görünen çantasından gazeteyi çıkararak yere serip üzerine iki su bardağı ile sucuğu dizdi. Sonra da sucuğu alıp cep bıçağıyla doğramaya başladı.
–Gagaş[9 - Azerbaycan’da erkek çocuklar için kullanılan bir hitap ve seslenme şekli.], şu ateş suyunu getir bakalım.
Fazıl, yeşile çalan renkte yarım litrelik votkayı arabadan alıp getirdi.
–Koy bakalım.
–Dayı, işimizi bitirip sonra içsek!
–Yooo, gençsin böyle şeyleri bilmezsin. Saçlarımın sayısı kadar mezar açmışım – gayriihtiyari olarak dazlak kafasını sıvazladı- cesedi halletmeden önce kafayı iyice çekmelisin.
–Dayı, mezardan çok mu ceset çıkardın?
–Bir sürü… İyi, haydi şerefe. Ölülere rahmet, kalanlara can sağlığı. Canımız başımız sağ olsun.
Akşamın karanlığı çöküyordu.
Nasrullah, cebinden daha önce büktüğü bir sigarayı çıkarıp kibritle tutuşturdu ve bir nefes çekip Fazıl’a uzattı.
–Al bir nefes de sen çek.
–Neden?
–Çünkü gerekli.
Fazıl bir nefes çekip;
–Esrar mı?
–Evet, votka ile esrarın keyfi müthiştir, bilmiyor muydun yoksa?
Fazıl bir nefes de alıp öksürmeğe başladı.
–Ver bakalım, senin için bu kadar yeter.
–Dayı, bitirecek miyiz?
–Bitireceğiz de, öteye de geçeceğiz. Çapık saat dokuzda gelecek, tam iki saatimiz var, elbette bitiririz.
–Dayı, Allah hakkı için anlayamıyorum, bu ceset Çapık’ın nesine gerek?
–Gökçaylı mısın?
–Nereden anladın?
–Gökçaylılar yemin ederken “Allah hakkı için” diyorlar da. Komşumuz da Gökçaylı idi.
–Annem Gökçaylı, babam Bakü’lü.
–Yaşıyorlar mı?
–Hııı.
–Allah uzun ömür versin.
–Dayı, bu cesedin Çapık için neden gerekli olduğunu söylemedin ama bu onun neyine gerek?
–Onu yalnızca Allah bilir. Estağfurullah. Bir de Çapık’ın kendinden başka kimse bilemez. Dök bakalım. Albinos ne demek duydun mu?
–Hayır, kim ki, İngiliz mi?
–Kara cahilin biri işte… Albinos bizim dilimizde akçıl demektir, onların her tarafı bembeyaz oluyor, saçları sakalları bile.
–Olsun, ne var bunda?
–Japon bilim adamları böyle insanların tüylerinin de, kemiklerinin de birçok derdin dermanı olduğunu bulmuşlar. Öyleleri öldüklerinde akrabalarıyla konuşup anlaşıyor, ölülerini önce saygıyla gömüyorlar, sonra da gizlice mezardan çıkarıp dışarıya satıyorlar…
Fazıl ağzı açık bir şekilde aval aval bakakalmıştı.
–Bak hele, dünyada neler varmış be, şeytanın bile aklına gelmez. Yani sen Çapık’ın da Japonlarla birlik olduğunu mu söylüyorsun!
Nasrullah kafasını salladı;
–Onu diyemem, bana rapor falan vermemiş be… Falancayı mezardan çıkar, paranı da al der. O kadar. Bu cesedi ne yapacak kendi bilir, bana ne?!
Bardağı kaldırıp içmek için söylenmeğe başladı;
–Ölüp mezarda da rahat yatmak o kadar kolay değil koçum. Hadi, ölüp gittikten sonra kimselerin bizi rahatsız etmemesine içelim…
İçtiler.
Alaca karanlık etrafı hazin bir renge bürüyor, mezar taşlarının kara siluetleri açıkça seçiliyordu.
Nasrullah aşağılarda bir yeri gösterip sordu;
–Oranın neresi olduğunu biliyor musun?
–Dayı, göldür işte.
–Öylesine bir göl falan değil aslanım… Kanlı Göl’dür. Ona neden Kanlı Göl diyorlar biliyor musun?
–Yooo, nerden bileceğim.
–Bin dokuz yüz otuzlu yıllarda GPU polisleri insanları kurşunlayıp bu göle atıyormuş.
–GPU dediğin de kim dayı, o da Japon mu?
–Çoşka[10 - Domuz yavrusu] ki, çoşka… Yahu sen acayip biriymişsin be… GPU’nun ne olduğunu bilmiyor musun? ÇEKA, NKVD…
Fazıl aval aval ona bakıyordu.
–Gagaş, kırılma ama zırcahilmişsin be… Gizli polis teşkilatı demiyorlar mı? O vakitler bu adla anılıyormuş işte. Et Ağa’nın[11 - Et Ağa, Azerbaycan Türkleri tarafından son derece saygı gösterilen bir şahıs olan Mir Muhsin Ağa’dır, kendisi Ulu Peygamberimiz Hz. Muhammed’in neslindendir. Yaşadığı dönemde efsanevi bir nüfuz ve ün kazanmış, ünü Azerbaycan dışına taşmıştır. Binlerce insanın, onun kerameti sayesinde maruz kaldığı kötü durumlardan kurtulduğu ifade ediliyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı döneminde Ruslar tarafından savaşa götürülen halk, evlatlarının sağ salim dönmesi için gidip onun duasını alıyorlardı. Asıl adı Seyitali’dir ve 1883 yılında Mir (seyit) Talip’in oğlu olarak dünyaya gelmiş, fiziki yönden zayıf ve felçli olduğundan dolayı daha sonra “Et Ağa” şeklinde anılmıştır. Uzun yıllar Bakü’de İçerişeher’de Firdevsi sokağındaki 3 numaralı evde yaşamış ve 67 yaşında vefat etmiştir. Mezarı ziyaretgâhtır. Azerbaycan Türkleri muhataplarını kendilerine inandırmak için kutsal kabul ettikleri “Et Ağa, veya Mir Muhsin Ağa” şeklinde adını anarak ona yemin ederler ve muhatapları da bu yemine mutlak surette inanır, çünkü ona yemin eden şahıs asla yalan söylemez, söylerse korkunç bir biçimde çarpılacağına inanır.] ceddine yemin olsun ki, kan dökmekten haz duyuyorlarmış. Kurşunları bittiğinde kurbanlarının ellerini, kollarını bağlayarak boyunlarına taş bağlayıp göle atıyorlarmış.
–Vay anasını…
Nasrullah bir nefes çekti.
–Evet delikanlı, böylesi zamanlar da olmuş… Bu günümüze şükürler olsun.
–Peki, sen bunları nereden biliyorsun?
–Babam anlatırdı.
–Baban da mezarcı mı olmuş?
–Babam da, dedem de. Bütün ecdadımız binlerce yıl bu mezarlıkta ömür çürütmüş. Dedem mollalık da yapıyormuş ancak Sovyet döneminde korkusundan mollalığı bırakarak mezarcı olmuş. Bazen gizlice Yasin suresini okurdu. Güzel sesi vardı. Dök bakalım şu ateş suyundan.
–Yetmez mi? Ben araba kullanacağım, cesedi götüreceğim.
–Endişelenme, nasıl gerekiyorsa öyle de götüreceksin, hem de Çapık’ın tam söylediği yere.
–Diğer cesetleri de Çapık’ın siparişi ile mi söküp çıkardın?
–Hayır, her birinin siparişçisi vardı. Hey Gagaş, bildiklerimi, gördüklerimi söylersem tüylerin diken diken olur.
Votkayı alıp kafasına diktikten sonra sigarasından derin bir nefes çekti.
–Söylersem inanmayacaksın. Her Cuma günü cinler bu Kanlı gölün kenarında öylesi bir şamata düzenliyorlar ki, anlatamam.
Fazıl ağzını açmış hayretle bakakalmıştı:
–Ne yapıyorlar ki?
–Ne yapacaklar, çalıp çağırıyorlar. Çalıp söyledikleri de bizim buraların havasına hiç mi hiç benzemiyor. Bir iki defa beni de davet ettiler, gitmedim. Bir defasında uzaktan seyrederek neler yaptıklarını görmek istedim. Büyük bir hengâmeydi, tasvir edemiyorum.. Amaaan bana ne.. Gitmedim, onların toplantısında ne işim var, hükümete ispiyonlayıp işimden mi kovdursunlar…
Fazıl’ın gözleri fal taşı gibi açılmış yerinden fırlayacakmış gibi olmuştu, kafası da git gide dumanlanıyordu. Diğer taraftan zamanın akıp geçtiğini, birazdan Çapık’ın geleceğini ve söylediğini yapmadıklarını görüp kazanacağı paradan olacağını düşünüyordu. Pek de kati olmayan bir lisanla söylendi;
–Dayı, artık mezarı açsak mı?
–Neden acele ediyorsun be, cesedin oradan kaçıp gideceğini mi düşünüyorsun?
–Yooo, hayır, Çapık gelesiye kadar işimizi bitirelim diyorum, mezarı onun yanında açmayalım dedi ya.
–Peki, senin dediğin olsun, bunu da içip işimize başlayalım. Hadi kaldır, ölülerin sağlığına. Ekmek paramızı onlardan çıkarıyoruz…
Fazıl’ın kafası tamamen dumanlanmıştı, gözleri akıp akıp gidiyordu… Nasrullah ise sanki ne içmiş, ne de esrar çekmişti. Doğrulup mezarın üzerine kapatılan taşın bir tarafından yapıştı.
–Yapış bakalım öbür ucundan. Biraz canlı ol.
–Ya Allah.
Ikınıp bir hamlede yassı taşı kaldırıp aldılar. Nasrullah kırış kırış olmuş kirli mendilini çıkarıp boynunun ve alnının terini sildi.
–Hıı Gagaş, sıkı yapış bakalım.
İkinci taşı da kaldırıp kenara koydular. Nasrullah nefeslenip:
–Elli gramımız kalmış onu da bitirelim, cesedi sonra çıkarırız.
Nasrullah, sırtı açılan mezara doğru oturmuştu, votkayı bardaklara koydu.
–Bakıyorum da, pek yiyip içene benzemiyorsun, senden hoşlandım. Senin sağlığına içiyorum.
Kadehi ağzına yaklaştırdığı anda Fazıl’ın yüzünde beliren dehşet ifadesini gördü. Kadeh elinden düştü, votka gazetenin üzerine saçıldı, ıslanan yerlerde de kara lekeler oluştu. Nasrullah, Fazıl’a baktı.
–Ne?
–O.. o… raya… bak…
Nasrullah kafasını çevirip mezara doğru baktı. Bembeyaz kefeninin içinde kımıldayan ceset mezardan çıkmaya çalışıyordu. Fazıl deliye dönmüşçesine yerinden fırlayıp arabaya doğru koştu, ayağı takılıp tökezledi ve yere devrildi, tekrar kalkıp bin bir güçlükle kendini otobüse atıp kontağı çevirdi, motoru çalıştırıp anında oradan uzaklaştı.
Nasrullah votkayı kafasına dikip kederli kederli gülümsedi ve kendi kendine; —Allah bilir ya, çocuk ki, çocuk, ömründe hiç hortlayan birini görmemiş sanki – diye söylendi.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Kaybolan Garaj
Kiminle konuştuğumu bilmiyor muyum? Ne demek istediğimi biliyorsun artık, bunu gözlerinden okuyorum. Sırrımı senden saklayabilecek miyim? Bu sırrımı kendi dilimden mi duymak istiyorsun? O zaman öğren: Biz seninle değil, onunlayız.
Dostoyevski (Karamazof Kardeşler)
Eğer gözlerin hafızası silinmeseydi psikolojik körlük, yeni görülen objeleri tanımama gibi bir problem de olmazdı. Göz hafızasının körelmesi psikolojik körlüğe sebep oluyor. Bazı insanlar nesneleri iç dünyalarıyla görüyorlar, ama açık olan gözleriyle onları tanıyamıyorlar.
Anrı Bergson (1859-1941) (Hafıza ve Beyin)
Çöpçü Dadaş dehşete kapılmışçasına eve geldi ve elini yüzünü yıkamadan eşine:
–Kadın çabuk bir bardak çay ver, sana öyle şeyler anlatacağım ki, tüylerin diken diken olacak – dedi.
Ocakta çayı demleyene kadar Dadaş’ın sabrı yetmedi ve eşinin yanına, mutfağa gitti.
–Dışarıda tuvaletin yanında garaj var ya…
–Orada garaj mı var?
–Var, var, tuvaletin öbür tarafında. Şimdiye kadar görmemiştim, bahçeye girince göze çarpmıyor.
–Var, var tamam, ne çıkar?
–Dinle, şu yukarıdaki komşumuz var ya..
–Ee… Ne söyleyeceksen desene.
–Bugün arabayı sürüp o garajın önüne gitti.
–Onun arabası mı var?
–Varmış demek…
–İyi, ne var bunda? Varsa var…
–Arabadan indi, garajın kapısını açtı, ben de oraları süpürüyordum, yan gözle garajın içine baktım. Ne görsem iyi?
–Ne gördün be, söyle de ödümüzü koparma.
Dadaş, karısının koyduğu çaydan bir yudum alıp:
–Baktım…
–Hııı…
–Baktım garajın bir tarafında türlü türlü araçlar dizilmiş. Filmlerde bile o tür şeyleri görmedim. Dürbün müdür, projektör müdür nedir, kocaman camları oluyor ya… Ona ne diyorlar?
–Hangi camlar?
–Ne bileyim be, bilim adamları kitap okudukları zaman bakıyorlar ya…
–Mikroskop mu?
–Ne? Yıldızlara da mı onunla bakıyorlar ya?
–Yoo, o teleskoptur. İyi de, ne var bunda?
–Her tarafta büyüklü küçüklü aynalar.
–Herif, galiba senin işin gücün bitmiş, ayna aynadır işte, ne olmalı peki!
–Yahu dur, lafımı kesme – çaydan bir yudum daha aldı – aynaların altında, üstünde, yanında büyüklü küçüklü nazar boncukları asılmış. Hani sen televizyon aldığında birini alıp ona asmıştık ya.
–Galiba o da arabasına kötü nazar falan dokunmasın diye alıp asmış. Yabancı marka mı?
–Ne bileyim, arabadır işte… evde pişmemiş, komşudan da gelmemiş.. Acele etme, kabuksuz yumurtlama dur hele.
–Yahu çıkarsana baklayı ağzından, bir kelime laf edeceksin meraktan çılgına çeviriyorsun insanı…
–Otur şu sandalyeye de sonra yere devrilme.
–…
–Arabadan bir çuval çıkardı, ağzını açtı, yalan olmasın elli altmış tane fareyi garaja bıraktı.
–Ne?
Hayretten donakaldı.
–Ne diyorsun be herif, o deli mi?
Dadaş, söylediklerinin karısını bu derece şaşırtmasından son derece memnun olmuştu.
–Evet, küçük küçük fareler.
–Peki sonra ne yaptı?
–Sonrasını göremedim, garajın kapısını hemen kapadı.
–Yahu herif, diyorum şu organlara bir haber salsan, adam casus falan olur, belki de farelerin eliyle halkımızı mahvetmek istiyordur.
–Boş boş konuşma be kadın, farenin de eli mi olurmuş?
–Eli olmasın ayağı olsun. Belki de canı çıkasıca herif fareleri kullanarak halkımıza hastalık falan bulaştırmak istiyor.
–İyi de, ne diyorsun kadın, şimdi ne yapalım. Belki de dediğin gibi casus falandır, halkımızı zehirlemek istiyor, yoksa bu kadar fare adamın neyine gerek?
–Bu kadar fareyi nereden toplamış be… Hayır, sen bu durumu mutlaka büyüklere ulaştırmalısın.
–Bugün artık çok geç, yarın erkenden nere gerekiyorsa oraya giderim.
Bütün gece boyu kadın da, adam da rüyalarında farelerle uğraştılar. Rüyalarında fareler pencerelerinden içeri girerek evlerini dolduruyordu. Küçükhanım, rüyasında yüzünü fareler tırmalamaya başladığında can havliyle haykırıp uyandı.
–Hey, herif, baban annen cennetlik olsun, çabuk kalk nere gerekiyorsa oraya var durumu anlat, sonra onlara niye haber vermedik diye başımıza iş açarlar vallahi…
Dadaş kalkıp alelacele giyindi. Kahvaltıyı bırak bir bardak çay bile içmeden binadan avluya ayak basınca karşısına garajın sahibi çıktı. Adam Dadaş’a uzun uzun dikkatle baktı, sanki Çöpçü’yü ilk defa görüyordu, verdiği selamını bile almadan dönüp uzaklaştı.
Dadaş, birden kahvaltı yapıp çay içmediğini hatırladı ve tekrar eve döndü.
–Gittin mi?
–Nereye gitmeliydim?
–Büyüklerin yanına gideceğim demiyor muydun?
–Büyüklerin yanında ne işim var?
–Yahu herif, dün, büyüklerin yanına varıp durumu anlatacağım demedin mi?
–Hangi durumu be kadın, ne saçma sapan şeyler konuşuyorsun!
–Saçma sapan konuşan sensin, şu fareler konusunu anlatan sen değil miydin?
–Ne faresi be kadın, aklını mı oynattın?
–Artık sana diyecek lafım yok. Dün tıknefes gelip yukarıdaki komşumuz garajına fareleri doldurdu dedin, ben de gece boyu rüyamda farelerle cebelleştim.
–Kadın, sen aklını oynatmışsın vallahi, git de pabucu büyüğe okut.
–Asıl o işi sen yap. Dün türlü türlü masallar anlatan sen değil miydin, bir çuval fare, falan… ne bileyim ne..
Dadaş elini karısının alnına koydu.
–Hayır, ateşin falan yok, iyi de neden sayıklıyorsun peki?
–Yahu herif beni delirteceksin, komşunun garajında.. diyen sen değil miydin?
–Hangi garajda?
–Şu tuvaletin yanındaki garajda…
–Orada garaj mı var?
BEŞİNCİ BÖLÜM
Defnimden Üç Gün Üç Saat Sonra
“Akın eden kazançların üzerinden atlayıp geçerken geçmişi, geleceği ve ikisi arasında kalan şeylere de takılma, boş ver gitsin. Eğer düşünme yeteneğin hür ise, ne olursa olsun tekrar dünyaya gelmeyeceksin ve yaşlanmayacaksın”.
Dhammapada (M. Ö. III veya IV. yüzyılda yapılan Budist anıtı)
“Birçok örnek, insanın maddi âlemden mana âlemine geçerken fizîki varlığından başka her şeyi kendisiyle birlikte götürdüğüne inanmamı sağladı”.
E. Svedenborg (1688-1772) İsveçli gizemci
Kefenin içinde çabalıyor, bütün gücümle haykırıyordum.
–Hey, birileri var mı? İmdat, çıkarın beni buradan!
Bir müddet sonra birilerinin yaklaştığını duydum.
–Çabuk ol, aç da çıkar beni buradan.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anar-32212513/nazar-boncugu-69499852/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
“Roza Mira” adlı eserin yazarı Daniil Andreyev meşhur Rus yazar Leonid Andreyev’in oğludur. Kendi de yazar olan Daniil, cellat Stalin’in sürgün ve yok etme siyasetinin kurbanlarından biridir.
2
Bakü’nün bir ilçesi.
3
Azerbaycan’ın görkemli yazarı Celil Memmedkuluzade’nin “Ölüler” adlı eserinin kahramanı.
4
22. 2. 1869 Nahçıvan-4. 1. 1932 Bakü. Azerbaycan’da yenileşme harekâtından sonra gelen millî bağımsızlık döneminin gazeteci ve yazar olarak en önemli simalarından, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanan süreçte halkın aydınlanmasında, bağımsız ve millî devletçilik ülküsünün yerleşip gelişmesinde önemli kilometre taşlarından biridir.
5
Üzeyir Hacıbeyli’nin, 1956 yılında filme alınan, “O Olmasın Bu Olsun” adlı eserinin kahramanıdır. Bakü’de geçen filmde Server ve Gülnaz’ın aşkları, para ve cehalete karşı yapılan savaş, Gülnaz’ın babası Rüstem Bey, eş, dost ve tanıdıkları, tacirler, kabadayılar, gerici ve satılmış gazeteciler mizahi bir dille filmde yansıtılıyor. Yukarıdaki ifade Gülnaz’ı parayla babasından satın alacağını zanneden Meşedi İbad’ın dilinden söylenen bir ifade olmakla birlikte, Azerbaycan halkının dilinde gereksiz yapılan bir davranışın veya söylenen sözün yersizliğini bildiren bir deyime dönmüştür.
6
Azerbaycan’da “Suna” adı “Sona” olarak yazılıp, okunuyor ve hitap ediliyor.
7
Bakü’de bir semtin adı.
8
Ön kısmı çıkıntılı otobüs.
9
Azerbaycan’da erkek çocuklar için kullanılan bir hitap ve seslenme şekli.
10
Domuz yavrusu
11
Et Ağa, Azerbaycan Türkleri tarafından son derece saygı gösterilen bir şahıs olan Mir Muhsin Ağa’dır, kendisi Ulu Peygamberimiz Hz. Muhammed’in neslindendir. Yaşadığı dönemde efsanevi bir nüfuz ve ün kazanmış, ünü Azerbaycan dışına taşmıştır. Binlerce insanın, onun kerameti sayesinde maruz kaldığı kötü durumlardan kurtulduğu ifade ediliyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı döneminde Ruslar tarafından savaşa götürülen halk, evlatlarının sağ salim dönmesi için gidip onun duasını alıyorlardı. Asıl adı Seyitali’dir ve 1883 yılında Mir (seyit) Talip’in oğlu olarak dünyaya gelmiş, fiziki yönden zayıf ve felçli olduğundan dolayı daha sonra “Et Ağa” şeklinde anılmıştır. Uzun yıllar Bakü’de İçerişeher’de Firdevsi sokağındaki 3 numaralı evde yaşamış ve 67 yaşında vefat etmiştir. Mezarı ziyaretgâhtır. Azerbaycan Türkleri muhataplarını kendilerine inandırmak için kutsal kabul ettikleri “Et Ağa, veya Mir Muhsin Ağa” şeklinde adını anarak ona yemin ederler ve muhatapları da bu yemine mutlak surette inanır, çünkü ona yemin eden şahıs asla yalan söylemez, söylerse korkunç bir biçimde çarpılacağına inanır.