Kerem Gibi

Kerem Gibi
ANAR

Anar
Kerem Gibi (Nazım Hikmet’in Hayatı ve Sanatı Hakkında Düşünceler)

SUNUŞ
Modern Türk şiirinin ulu çınarlarından Nazım Hikmet, Türkiye siyaset ve edebiyatında, Cumhuriyet’in kuruluşundan Soğuk Savaş’ın bitişine kadar daima tartışmaların odağında yer almış, eserine ve şahsiyetine yaraşır şekilde anlaşılıp takdir edilememiş bir şairdir.
Bu hüküm, Nazım’ı sahiplenip yüceltme derdiyle dar partizanlık ve ideoloji kafesine hapseden geçmişin “sol” entelektüel kesimi için olduğu kadar, onda kötü bildiği her şeyin izini bularak şiirinin büyüklüğünü ve ıstıraplı hayat macerasını göremeyen “sağ” görüş sahipleri için de geçerlidir.
Kendi siyasi duruşunu Nazım üzerinden carileştirmeye çalışan, onu çekişmelerinin nesnesi haline getiren taraflar, nihayet Sovyetler’in dağılmasından sonra Nazım gerçeğiyle dürüstçe yüzleşmeye başlamışlardır gerçi, fakat hala sağduyunun tam anlamıyla hakim olamadığı da inkar edilemez.
Halbuki, Nazım için “adalet zamanı” çoktan gelmiştir. Siyasal itibarı iade edilen Nazım’ın edebi büyüklüğü de teslim edilmeli; yurdunda neredeyse her daim mahpus, yurt dışında, Sovyetler’de ise zoraki sürgün yaşayan, “şair ve isyankar” adamın hakkı, artık hakkıyla ödenmelidir.
Bengü Yayınları, işte böyle bir ödev bilinciyle, gurbette, sıla özlemi içindeyken Türkçeye sığınan, Türkçeyi işleye işleye yurt haline getiren Nazım Hikmet hakkında, Azerbaycan Türk edebiyatının önde gelen kalemi ANAR tarafından yazılan bu kitabı yayınlıyor.
Hayattayken Nazım’la tanışma ve görüşme imkanı bulup da hala yaşayan ender düşünce ve edebiyat adamlarından biri olan ANAR, bizzat kendisine ait ve/veya birinci elden edindiği tanıklıklarla zenginleştirdiği “Kerem Gibi”de, Nazım’ın şiir ve edebiyat anlayışına olduğu kadar, Sovyetler’deki macerasına ve kişiliğine de ışık tutuyor.
“Kerem Gibi”, zengin Nazım literatürüne önemli bir katkıdan ibaret olmayıp, “özgün” yanlarıyla öne çıkan bir çalışma niteliği taşıyor.
Nazım hakkında yazılanları, kendi hassas terazisinde eleştirel bir gözle ama nazik bir üslupla irdelemeyi ihmal etmeyen ANAR, öz yurdunda hakkında birbirine tamamen zıt yaklaşımlar sergilenen Nazım’ın, Sovyetler, hatta Doğu Bloku coğrafyasında yaşayan Türkler için nasıl bir birlik simgesi haline geldiğini de gösteriyor.
Totaliter bir düzenin baskı ve zulmü altında ayakta kalmaya çalışan Türk topluluklarının aydınları için Nazım, ortak Türk dilinin en büyük bayraktarıdır, bu anlamda bir büyük lütuftur adeta.
Ne hazindir, hayatın ne garip cilvesidir ki, burada, Türkiye’de Türk milliyetçileri tarafından “hain” ilan edilen şair, orada, Sovyetler’de, Doğu Bloku’nda Türkçenin direniş kaynaklarından, Türklüğün yapıcılarından biridir!
Bu bakımdan, elinizdeki eser, Türkiye Türkleri ile komünist rejimlerle idare edilen Türklerin idrakindeki farklı Nazım suretlerinin aynı asla, bir ve aynı kişiye ait olduğunu ortaya koyarak, karışık zihinleri aydınlığa çağırıyor.
ANAR’ın eserinin, bu ertelenmiş ödevin yerine getirilmesine olduğu kadar; solun zayıf düştüğü, kendi ülkesine ve insanına yabancılaştığı, sağın zihnen körelmeye maruz kaldığı, tariflerin içinin boşaltıldığı ve milli olan, bizim olan ne varsa itibarsızlaştırılmak istendiği bir entelektüel ortamda, ortak ve üstün değerlerimize dönüş çabasına katkıda bulunacağına da inanıyoruz.
Yapılması gereken, elbette ki öncelikle Türkçeye dönmek olmalıdır. Dile dönüş, dil üzerinde odaklanmak aynı zamanda büyük Türk-İslam medeniyetine yoğunlaşmak anlamına gelecektir. Güncel bakımdan hangi siyasi veya edebi tavra sahip olursa olsun, ancak bu büyük ve ortak kaynaktan da beslenmeyi bilen çabaların geleceğe intikal ettiği ve edeceği ise açıktır.
Nitekim Nazım da, “Ferhat ile Şirin” örneğinde olduğu gibi, daima Türkçede kristalleşip ebedileşen değerlerimizi yeniden yorumlamaya çalışmış ve bunda büyük başarı kazanmıştır. Nazım, beşeri olanı, içine doğduğu ve gurbette bile sıkı sıkıya bağlı kaldığı kendi inanç ve kültür dünyamızdan süzerek ifade etmeyi tercih etmiştir. Onun vicdanında, Türk medeniyet birikiminin yüzlerce yıla dayanan insancıl özü kendini ortaya koymuştur.
Öte yandan, Nazım, tecrübe sahiplerinin teslim edeceği üzere, Soğuk Savaş’ın bitişinden itibaren, Türkiye Türk aydınları ile diğer Türk topluluklarının aydınları arasında sağlam bir köprü, bir anlayış ve duyuş vasatı oluşturulmasında önemli bir hizmet görmeye devam etmektedir. “Ortak Türk dili”nin bu büyük ustası bundan sonra da burada ve başka topraklarda nice kuşağın yetişmesine yardım edecektir.
Bakıp da görebilen gözlere, işitip de duyabilen kulaklara sahip olanlar için arınma ve aydınlanmaya bir davet niteliği taşıdığına inandığımız bu önemli eseri dolayısıyla değerli edebiyat ve düşünce adamı, değerli sanatçı, Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Sayın ANAR’a, eseri titiz bir mesai ile Türkiye Türkçesine aktaran Sayın İmdat Avşar’a şükranlarımızı sunuyoruz.

ÖNSÖZ
20. Yüzyılda, edebi ve siyasi tartışmalarımızın odağındaki isimlerden biri de, kuşkusuz Nazım Hikmet’tir.
Nazım Hikmet, yaşadığı fırtınalı bir hayat, gönül verdiği- yazarın deyimiyle dünyanın başına bela olmuş- bir ideoloji ve bu ideoloji mücadelesine adadığı sanatı ile geçen yüzyılın edebi ve siyasi tartışmalarının ana eksenlerinden biri olmuştur.
Bu güne kadar hakkında yüzlerce kitap ve binlerce makale yazılan Nazım Hikmet’in, genellikle ideolojik bir pencereden ve belli kalıplar içinde değerlendirildiğini söyleyebiliriz.
Geçen yüzyılın siyasi mücadelelerinin karakteristik özelliklerinden bir de aynı insanın birbirine taban tabana zıt kavramlarla anılmasıdır. Geçen yüzyılda insanlar, fikirler, eserler… ait oldukları ideolojik topluluklar içinde anlam kazanmış, değerli bulunmuş, meşrulaşmış ya da tam tersi olmuştur. İnsanlar, düşüncelerinden dolayı “Hain, Vatansever, Gerici, İlerici, Komünist, Faşist….” diye adlandırılırken, onların yazdığı eserler de bu düşünceler temelinde değerlendirilmiştir. İşte böyle bir dünyada Nazım Hikmet de hem “Moskova Ajanı, Komünist, Vatan Haini” hem de “Yurtsever, Devrimci, Kahraman” olarak görülmüştür. Bu dönemde, ideolojilerle özdeşleşen insanların, aynı ideolojiyi paylaşanlar tarafından gözü kapalı kabul edilmesi, onların hatalarının, yanılgılarının fark edilememesine de neden olmuştur ki, bu insanlarda biri de Nazım Hikmet’tir. O da “Vatan Hainliği” ve “Vatanseverlik” gibi iki zıt kavram arasında gidip gelen önemli edebi simalarımızdan biri olmuştur.
Elinizdeki kitabın yazarı, Nazım Hikmet’in Türkiye’den kaçıp “Rüyalarının Memleketi” olan Sovyetler Birliği’ne sığınmasından sonraki hayatına da tanıklık eden, sadece Azerbaycan’ın değil Türk Dünyasının da çok büyük yazarlarından biri olan üstat ANAR, birçok okuyucuyu da çok şaşırtacak bu çelişkiyi şöyle ifade ediyor:
“…O yıllarda Nazım, Türkiye’de birçokları için “Moskova’nın Adamı,” “Türk Düşmanı” idiyse de, Azerbaycanlılar için Türkiye’nin, Türklüğün, Türk dilinin sembolüydü. Nazım’ı bitip tükenmeyen alkışlara gark eden Bakü salonlarındaki dinleyiciler, onun şahsında bir komünizm propagandacısını değil, bize, uzun yıllar hasretini çektiğimiz Türkiye’nin kokusunu, ruhunu getiren, canımız kadar yakın olan Türk diliyle konuşan, ölümsüz şiirlerini Türkçe okuyan bir TÜRK şairini alkışlıyordu. O yıllarda Sovyetler Birliği’nin Türk bölgelerinde özellikle elbette Azerbaycan’da, hiç kimse Türklük ruhunu, Türklük şuurunu Nazım Hikmet kadar yükseltememiştir. TÜRK sözü, Azerbaycan’da halkımızın, dilimizin adı gibi yasaklandığı; Türkiye ile tarih, edebiyat, folklor, soy, adet ve anane birliğimiz hakkında her hangi bir fikrin cinayet sebebi sayıldığı; bizi bağlayan bütün iplerin kopartıldığı; Türkiye sevgisinden dolayı ya da Türkiye’de akrabalarının olduğunu söyleyenlerin katledildiği yıllarda, Nazım Hikmet geniş katılımlı toplantılarda, üstelik en yüksek kürsülerden şöyle diyordu: Ben Türk’üm, siz de Türk’sünüz, ruhumuz, geleneklerimiz bir, halklarımız, dillerimiz kardeştir…”
Devirlerin, çağların değiştiği; sorulacak tüm soruların cevabını önceden hazırlayan ideolojilerin artık cevaplayamadığı bir takım yeni soruların ortaya çıktığı; ideolojilerin yıkıldığı ve ideolojik kaygıların bertaraf olduğu bir dönemde geçmişe ait olayların daha objektif biçimde değerlendirilebileceğini söyleyebiliriz.
Bu noktadan hareketle Üstat ANAR’ın bütün kaygılardan azade, bir deneme üslubuyla kaleme aldığı bu eserin, Nazım Hikmet ile ilgili birçok konuyu objektif biçimde dile getirdiğini söyleyebiliriz. Üstat ANAR, bir sanatçı, bir insan olarak ele aldığı Nazım Hikmet’i, ideolojik açıdan yaşadığı derin hayal kırıklıkları ile birlikte anlatmaktadır. Kitabın yazarına ait şu cümleler, kitap hakkında okuyucuya önemli ipuçları verecektir:
“Nazım Hikmet’in 1950’li yıllarda S.S.C.B’ye geldikten sonra, Sovyetler Birliği’nin iç yüzünü görüp büyük bir hayal kırıklığına uğradığını; onun büyük pişmanlığını; olduğu gibi, gördüğüm, bildiğim gibi anlatmaya çalışıyorum…”
Muhtevası itibarıyla Nazım Hikmet hakkında yazılan kitaplardan farklı olan bu kitap Nazım Hikmet’e Türk vatandaşlığının iade edildiği bu günlerde, mutlaka bir takım yeni tartışmaları da başlatacaktır. Bu açıdan yazarın Nazım Hikmet ile ilgili gözlemleri, izlenimleri, tanık olduğu olaylar sohbetler ve buradan hareketle getirdiği yorumlar da belki bu tartışmaların odağında olacaktır.
Nazım Hikmet’in bir bütün olarak hayatı yanında, özellikle onun Türkiye’den kaçıp “Rüyalarının Memleketi” olan Sovyetler Birliği’ne sığınmasından sonra yaşadığı olayları, hayal kırıklıklarını, büyük pişmanlığını, yanılgılarını da anlatan bu eserin ekler bölümünde; Nazım Hikmet’in Sovyetler Birliği’nde yayımlanan ve bu güne kadar gün yüzüne çıkmamış bazı yazılarını ve makaleleri ile Azerbaycanlı şairlerin ona atfettikleri şiirleri de bulacaksınız.
Titiz bir çalışma ile Türkiye Türkçesine aktardığımız bu eserin beğeniyle okunacağını umuyorum. Bu kitabın Türkiye Türkçesine uygunlaştırılmasında yardımlarından dolayı Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup ÖMEROĞLU’na, Kardeş Kalemler Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ali AKBAŞ’a, Uluslararası Türk Lehçeleri Arasındaki Aktarma Problemleri Sempozyumunda birlikte olduğumuz ve birlikte çalışma imkanı da bulduğum Üstat ANAR’a, yardım ve desteklerinden dolayı Ömer Küçükmehmetoğlu, Kadir Barış, İlgar Fehmi ve Canan Avşar’a teşekkürü borç bilirim..

    02/05/2009
    İmdat AVŞAR

GİRİŞ: ŞAİR VE İSYANKÂR NAZIM’A ÖVGÜ
Nazım Hikmet’i ilk kez 1957 yılında, Bakü’de, üniversitede gördüm. Daha sonra kendi evimizde (babam Resul Rıza’nın evinde), Cafer Cabbarlı’nın mezarı başında ve bu dram yazarının şimdi müze olan evinde…
Nazım Hikmet, 1957 yılından sonra da Bakü’ye her gelişinde bizde misafir olurdu. Bizim Moskova’ya yolumuz düştüğünde ise ya Nazım’ın Moskova’daki evinde ya da bağ evinde mutlaka görüşürdük. Bazen de Nazım Hikmet, Ekber Babayev ile birlikte bizim kaldığımız otele, odamıza gelirdi. Ben, 1962 yılında, Moskova’da Yüksek Senaryo Kursunda okurken, ara sıra Nazım Hikmet’e telefon ederdim. Onunla birçok kez de telefonla görüşmüştük. Son telefon görüşmemiz, ölümünden birkaç gün önceydi.
Hatırladığım bütün bu görüşmeleri, hafızama kazınmış sohbetleri, kitabın ilerleyen sayfalarında ayrıntılarıyla anlatacağım, ama bu kitabı yazmamın tek nedeni, sadece büyük bir şairle şahsi görüşmelerin bende yarattığı etkiyi; o büyük şairin hâlâ hafızamda yaşayan sözlerini; onun eşsiz bir cazibe ile okuduğu şiirlerin hâlâ kulaklarımda çınlayan ahengini yeniden canlandırmak değildir. Bana göre Nazım Hikmet, XX. yüzyılın ve belki de gelecek yüzyılların en büyük şairlerinden biridir. Bununla birlikte, Nazım Hikmet, geçen asrın birçok önemli problemlerini sanatına ve mücadelesine, dünya görüşüne, eylemlerine, tereddütlerine, hatalarına, kusurlarına, yenilmezliğine, eğilmezliğine, -her neye ise- asla göz yummayışına; özetle karmaşık, çelişkili, dramatik, çoğu zaman da facialarla dolu kaderine aksettirmiş çok önemli ve büyük bir şahsiyettir. O, aynı zamanda XX. yüzyılın sembol şahsiyetlerinden biridir; çünkü Nazım Hikmet, asla kendi hayat çizgisi ve sanatı çerçevesinde kalmamıştır. O, XX. yüzyılda dünyada, “İlerici Sanatın” yaratıcılarından biri olarak, bu sanat anlayışının izlediği cefalı, azap ve çilelerle dolu, keşmekeş, umutlar ve aldanışlarla, geleceğe inanç ve hayal kırıklıklarıyla nitelenebilecek bir yolun yolcusu olarak da çok şeyin sembolüdür. Nazım Hikmet, yenilmez yeniliğin, inanç uğrunda fedakârlığın, değişik yönetim biçimlerinde kabul etmediklerine karşı direnmenin ve uzlaşmazlığın; büyük inançların, büyük hasretin, büyük aşkların ve en büyük yalnızlığın da sembolüdür. Nazım’ın talihi, dünyadaki sağ ve sol ideolojilerin asla uzlaşmaz mücadeleleri ile dünya siyasetinin birçok ciddi meselelerine sıkı sıkıya bağlıdır. Nazım hakkında -onun hayatı ve sanatı hakkında- düşünmek, XX. yüzyılın esas problemleri ve kavgaları hakkında da düşünmek demektir. Nazım, aynı zamanda geçen asrın meselelerinin, tarafsız, barışçıl, adaletli ve insaflı bir şekilde çözülmesi için hayatı ve sanatıyla emsalsiz mücadeleler veren bir insandır.
Nazım Hikmet, gerçekten de son derece meşakkatli, azap ve eziyetlerle dolu bir hayat yaşadı, ama yine de onun “Dünyaya geldiğim için çok mutluyum” demeye hakkı vardı. Çünkü o, yeryüzündeki en şerefli payelerden birine sahipti. O, şairdi, anadan doğma şair… Bana göre, Nazım şair olmasaydı başka hiçbir şey de olamazdı. Ömrünü siyasete feda etmişse de, sonuçta bir sanatçıydı ve bir sanatçı da asla siyasetçi olamazdı. Çünkü sanat samimiyet ister, siyasette samimiyet ise ölümdür. Siyaset tavizsiz olmaz, oysa gerçek sanatta tavize yer yoktur.
Bana göre Nazım’ı tek başına “siyasi bir sanatçı,” “devrimci bir sanatçı” olarak görmek ne yazık ki mümkün değildir. O sanatıyla değil yaratılışıyla, haysiyetiyle, ruhuyla bir “isyancı” idi. Doğuştan isyancı olmak ise devrimci bir sanatçı olmak anlamına gelmez. Her isyancı şair olmadığı gibi, her şair de isyancı değildir. Nazım Hikmet, doğuştan getirdiği emsalsiz yeteneği ile şair; çılgın, uzlaşmaz tabiatıyla da baş eğmeyen bir isyancıydı. O, tepeden tırnağa şair olduğu için elbette ilk isyanı da edebi isyandı. Onun bu isyanı, kalıplaşmış edebi anlayışlara, sorgulanamaz edebi otoritelere, tenkit edilemez, kanunlaşmış edebi zevklere karşı bir isyan, “edebi putları kırma isyanı” idi.
İsyancı şairlerin çok sonraları kabul edilen ve yayılan şöhretlerini görüp onların çizgisini takip eden yeni edebi nesillerin bazı temsilcileri, meselenin yalnız bir tarafını idrak ederler. Bu, ancak ve ancak seleflerine karşı çıkmak, sadece “putları kırmak”tır… Onlar, şunu unuturlar ki, gerçek büyük sanatçılar putları yıkmakla kalmaz, yıktığının yerine yenisini, daha yücesini kurar, daha yükseğini diker. Yeni hiçbir şey kurmaya, yeni hiçbir şey dikmeye kadir olamayanlar ise eskiyi yıkmayı da beceremezler.
Nazım Hikmet’in eski edebiyatı, eski edebiyatın ruhunu ve şeklini kabul etmemesi, eski şiirin içerik ve biçimine itirazı, eğer onun yarattığı yeni içeriğe ve yeni biçime dayanmasaydı, yeni bir ruh meydana getirmeseydi; söz sanatında yeni bir sayfa açması da mümkün olmazdı.
Nazım’ın ikici isyanı, milli gururun isyanıydı. İlk gençlik yıllarında, “Kırk Harami”nin esareti altında olan -doğduğu şehri-İstanbul’u, İtilaf Devletleri’nin işgali altında görmek, onun kalbine, Batı emperyalizmine karşı öyle bir intikam ve hiddet tohumları serpmişti ki, yüreğindeki emperyalizmle mücadele ateşi ömrünün sonuna kadar sönmedi. Yüreğindeki bu alevin ışığında, Kuvva-yi Milliye’yi öven şiirler yazdı. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğindeki Kurtuluş Savaşı’nı terennüm eden mükemmel edebi eserler ortaya koydu. İstanbul’dan –“Sesini kaybeden şehirden”– Ankara’ya, Büyük Gazi’nin yanına gider, onunla birlikte, onun saflarında savaşmak için.
Bana göre hiçbir şair, Atatürk’ün yaptıklarına Nazım Hikmet kadar yakın durmamıştır. Atatürk’ün memlekette, tarihte, toplumda yaptığı işi; Türkiye’yi çağdaşlaştırmak, dünyaya açmak ve dünyayı Türkiye’ye açmak, ortaçağ hurafelerini, cehalet mihraklarını dağıtmak, yerine yenisini, çağdaşını, dünya ile rekabet edecek olanını kurmak işini, Nazım Hikmet de şiirde ve sanatta yaptı.
Türkiye’nin bir başka ünlü yazarı Yaşar Kemal, Nazım Hikmet’e ithaf ettiği “En Büyük Şairimiz” adlı makalesinde şunları yazıyor:
“Nazım Hikmet, büyük halk ozanlarının son büyük halkasıdır. Türk dili var oldukça Nazım Hikmet de var olacaktır… Onun dil anlayışı, -halkın dili ile şiir dilini inanılmaz bir zenginliğe ulaştırması- kendisinden sonra gelen nesiller için bir okul olmuştur. Bizim şiirimizde olduğu kadar, hikâyemizde ve romanımızda da Nazım Hikmet’in büyük etkisi vardır. Eğer Nazım Hikmet gibi büyük bir yol gösterici gelmeseydi, bizim edebiyatımız bu seviyeye çıkamazdı. Onun büyük şairliği kadar edebiyatımızda açtığı yeni yol da önemlidir…”
Bugün değişik siyasi sebeplerden dolayı Nazım Hikmet’i kabul etmeyen, benimsemeyen bazı şairler bile Türk şiirine onun getirdiği serbest vezinle, yeni şiirsel biçimler ve yeni edebi şekillerle şiirler yazmaktadır.
Buna benzer bir durum, günümüzde Azerbaycan’da da ortaya çıkmıştır. Azerbaycan’da serbest şiirin öncülerinden biri olan Resul Rıza, serbest vezni Azerbaycan’da uzun yıllar tek başına devam ettiren ve yaşatan bir şairdi. 1960’lı yıllarda Resul Rıza’nın açtığı yeni şiir yoluna, genç nesilden temsilciler de katıldı. Ancak Resul Rıza gibi genç neslin temsilcileri de geleneğe bağlı tenkitçilerin, muhafazakâr edebi çevrelerin şiddetli hücumlarına maruz kaldılar. Geçmişte büyük zorluklarla açılan bu yolda, bugün rahatça ilerleyen ve hiçbir mukavemetle karşılaşmayan “üç çift bir tek” genç şair, malum sebeplerden dolayı, ne yazık ki, Resul Rıza’nın yaptığı işi nankörce kötülüyor, hatta Azerbaycan şiirine bu yenilikleri kendileri getirmiş gibi övünüyorlar. Türkiye’de Nazım Hikmet’i, Azerbaycan’da Resul Rıza’yı inkâr edenlerin de onların açtığı yoldan ilerlemeleri, bu yolu açan şairlerin en büyük zaferi değil de nedir?
***
Nazım Hikmet’in, İstanbul’dan Ankara’ya, oradan da Anadolu’nun doğu sınırlarına doğru yaptığı yolculuk, geçtiği köyler, obalar, rastladığı insanlar… ona Anadolu’yu, Türk köylüsünü tanıma fırsatı verir. Bu yolculuğunda, yurdundaki korkunç insan manzaralarını görür. Daha sonra bu manzaralar, onun hapishane hayatının sahneleri ve insanları ile daha da zenginleşir. Bin bir naz ile varlık içinde büyüyen paşa torunu yoksulluk, sefalet, açlık, sosyal eşitsizlik ve adaletsizlikle; zenginler ve yoksullar çelişkisiyle karşılaşır. Şairi bir “isyancı” olarak yetiştiren bu gördükleridir. O dönem, onun emperyalizme karşı verdiği savaş, yalnız milli istiklal uğruna yapılan bir mücadele değil, aynı zamanda insanların eşitliği, ezilenlerin, istismar edilenlerin insan gibi yaşaması uğruna verilen bir mücadeledir. Kendisinin de defalarca vurguladığı gibi, onu sosyalizm öğretilerine bağlayan şey, Moskova’daki Marksist-komünist eğitiminden çok önce Anadolu’da gördüğü bu manzaralar olmuştur…
***
Nazım Hikmet ile ilgili bir başka husus da çok önemlidir. Şair Türkiye’de ve SSCB’de, özellikle de Azerbaycan’da tamamıyla farklı anlaşılmış, farklı kavranmış, farklı değerlendirilmiş, hep sevgi yahut nefretle anılmıştır.
Nazım Hikmet’i, Türkiye’de solcular sevgiyle, sağcılar nefretle “komünizm sembolü” saymışlardır. Halbuki Nazım 1950’li yıllarda SSCB’ye geldiğinde, bu ülkenin ilerlemeci, özgür düşünceli aydınları, onu zindandan kurtulan bir mahpus gibi değil demirperde dışından gelen, hür dünyanın bir elçisi gibi karşılayıp kabul etmişlerdir.
Nazım, Moskova’da yeniliğe meyletmiş sanatçıları, şairleri, ressamları, rejisörleri destekliyor, hatta onlara yapılan hücumlara karşı çıkıyor; takibe maruz kalanları korumaya çalışıyordu. En azından Nazım, sanat alanında düşündüklerini, resmi ideoloji ile çelişen fikirlerini söylemekten korkup çekinmiyordu. Bu sebeple, Sovyet hayatının rezillikleri ile açıktan alay eden ve Sovyet hayatını sert bir dille eleştirip alay konusu yapan Arkadi Raykin gibi meşhur bir sanatçı, Nazım’ın evine “ilerlemeci insanların karargâhı” diyordu.
Azerbaycan’da ise Nazım’a gösterilen ilginin nedenleri çok farklıydı. Türkiye’de adının bile yasaklandığı yıllarda, ona Azerbaycan sahip çıkmıştı. Eserleri Türkiye Türkçesinin ikiz kardeşi olan Azerbaycan Türkçesi ile yayımlanıyor, piyesleri sahneleniyordu. “O zamanlar Azerbaycan Sovyetler Birliği’nin bir parçasıydı ve bunun için de Nazım, Azerbaycan’da, genel Sovyet siyaseti çerçevesinde kabul görüyordu” denilebilir. Bu doğrudur ama yalnızca gerçeğin bir kısmıdır, tamamı değil. Gerçeğin diğer ve daha önemli kısmı ise şudur: O yıllarda Nazım, Türkiye’de birçokları için “Moskova’nın adamı”, “Türk düşmanı” idiyse de Azerbaycanlılar için Türkiye’nin, Türklüğün, Türk dilinin sembolüydü. Nazım’ı bitip tükenmeyen alkışlara gark eden Bakü salonlarındaki dinleyiciler, onun şahsında bir komünizm propagandacısını değil bize uzun yıllar hasretini çektiğimiz Türkiye’nin kokusunu, ruhunu getiren, canımız kadar yakın olan Türk diliyle konuşan, ölümsüz şiirlerini Türkçe okuyan -hem de muhteşem okuyan- bir TÜRK şairini alkışlıyordu. O yıllarda Sovyetler Birliği’nin Türk bölgelerinde, özellikle elbette Azerbaycan’da, hiç kimse Türklük ruhunu, Türklük şuurunu Nazım Hikmet kadar yükseltememiştir. TÜRK sözü, Azerbaycan’da halkımızın, dilimizin adı olarak yasaklandığı; Türkiye ile tarih, edebiyat, folklor, soy, adet ve anane birliğimiz hakkında herhangi bir fikrin suç sayıldığı; bizi birbirimize bağlayan bütün iplerin kopartıldığı; Türkiye sevgisinden dolayı ya da Türkiye’de akrabalarının bulunmasından dolayı insanların katledildiği yıllarda, Nazım Hikmet geniş katılımlı toplantılarda, üstelik en yüksek kürsülerden: “Ben Türküm, siz de Türksünüz, ruhumuz, geleneklerimiz bir, halklarımız, dillerimiz kardeştir,” diyordu.
Otuz yıllık aradan sonra, tekrar Azerbaycan’a gelen Nazım, Bakü’yü, İzmir’e benzediği için de çok seviyor; Hazar’a içli şiirler yazıyordu. Nazım, Azerbaycan’da, kendisini rahat hissediyordu. Kendisini, yakın bir muhitte, özellikle de ona çok hoş gelen Azerbaycan Türkçesinin konuşulduğu muhitte çok rahat hissediyordu. Nazım, Moskova’da şiirlerini ana diliyle kime okuyabilirdi? İlk önce elbette Moskova’da yaşayan Azerbaycanlı Türkolog dostu ve onunla ilgili araştırmalar yapan Ekber Babayev’e ve diğer birkaç Türkoloğa… Bakü’de ise büyük salonları dolduracak, bıkıp usanmadan saatlerce onun şiirlerini dinleyecek, geniş bir dinleyici kitlesi; eserlerini değerlendirebilecek şairler, yazarlar, bestekârlar, bilim adamları ve dostları vardı.
Sovyetler Birliği içinde yer alan diğer Türk cumhuriyetlerinde de birçok insan için, -özellikle de şairler için- Nazım’ın varlığı, Türkiye hasretini, Türk dili özlemini gideren, Türkleri avunduran bir kaynaktı. Sanatçılığına ve şahsiyetine hürmet ettiğim Türkiyeli şair dostum Yahya Akengin, Nazım Hikmet’i bir şahsiyet olarak kabul etmiyor, onun Türkiye’den kaçıp gitmesini, özellikle de Sovyetler Birliği’ne sığınmasını asla affedemiyor. Ama benim şu fikrime de itiraz etmiyor: “O yıllarda Nazım Hikmet, Türkiyeliler için komünizmin sembolü idiyse, Azerbaycanlılar için de Türkiye’nin ve Türklüğün sembolüydü.” Hatta Yahya Akengin, benim bu görüşümü desteklemek üzere bir hatırasını anlatmıştı. O, Kazan’da Tatar şairi Renat Haris’in evinde misafirken, onunla Nazım Hikmet hakkında konuşmuşlar. Renat Haris, kütüphanesinden Nazım’ın kitaplarını çıkarıp, “O yıllarda, bu kitaplardan Türkiye’nin havasını teneffüs ediyorduk, Türkiye’yi ve Türkçeyi bize daha çok yaklaştıran ve sevdiren de Nazım Hikmet’ti,” demiş.
***
Nazım hakkında kitap yazma düşüncesi hasıl olduğunda, sadece şahsi hatıralarım, onun bende bıraktığı etkiler ve onun hakkındaki düşüncelerimle yetinmenin yeterli olamayacağını idrak ettim. Şahsi hatıralar derken, ben sadece Nazım Hikmet ile kendi görüşmelerimi, katıldığım sohbetleri göz önünde bulundurmuyorum. Benim doğrudan doğruya iştirak etmediğim sohbetlerini, babam Resul Rıza’nın, annem Nigar Refibeyli’nin, Enver Memmedhanlı’nın, Zekeriya Sertel’in, Ekber Babayev’in, Vera Tulyakova’nın, Nazım’ın tercümanı Muza Pavlov’un ve Nazım’ı Türkiye’den tanıyan birçok insanın bana anlattıklarını da göz önünde bulunduruyorum. Nazım Hikmet’i şahsen tanıyan, onunla az veya çok temasları olan birçok insanla ayaküstü, birçok insanla da etraflıca sohbetlerim oldu. Türkiyeli yazarlardan Aziz Nesin, Haldun Taner, Samim Kocagöz, Rıfat Ilgaz, Fakir Baykurt, Oktay Akbal; şairlerden A. Kadir, Attila İlhan, İlhan Berk; gazeteciler İlhan Selçuk, Nazım’ı Türkiye’den kaçıran Refik Erduran; ressamlardan Abidin Dino, Avni Arbaş, İbrahim Balaban ve Selim Turan ile temaslarım oldu. Bunlardan bazıları, Haldun Taner ve Oktay Akbal seyahat yazılarında bizim bu görüşmelerimizi kaydettiler. Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Melih Cevdet Anday, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Vera Tulyakova, Münevver Hanım ve Nazım’ın oğlu Memet Bakü’de, -babamın evinde- misafirimiz oldular. Nazım’ın kız kardeşi Semiha Hanım ile hem İstanbul’da, hem de Bakü’de görüştüm. İstanbul’da Nazım Hikmet Vakfına, başkanı Profesör Aydın Aybay’a ve çalışanı Kıymet Coşkun Hanım’a şairin Azerbaycan’da çekilmiş fotoğraflarını, kendi sesinden şiirlerinin kayıtlarını, Bakü’de Arap alfabesiyle çıkan ilk kitabı “Güneşi İçenlerin Türküsü”nü ve babamın arşivinden şairle ilgili diğer evrakı, bazı belgeleri, Nazım’ın elyazılarını, telgraflarını ve mektuplarını verdim.
Bakü’de yaşadıkları yıllarda, Zekeriya Sertel, eşi Sabiha Hanım ve kızı Yıldız Hanım ile ya babamlarda ya da onların evinde sık sık görüşürdük. Ne yazık ki, Nazım’ın üvey oğlu Memet Fuat Bey ile tanışamadım. İstanbul’dayken gazeteci ve şair dostum İrfan Ülkü aracılığı ile Memet Fuat Bey ile görüşmeyi kararlaştırmıştık, ama onu arayacağımız günün öncesinde kederli bir haber duyduk. Me-met Fuat Bey vefat etmişti.
Şairin Moskova’daki dostlarından meşhur Rus yazar Konstantin Simonov ile birlikte on gün boyunca Türkiye’yi, -Ankara’yı, İstanbul’u- gezdik. Bu seyahatimizde sık sık Nazım’ı andık. Nazım Hikmet’in Moskova’daki tercümanları ve onun hakkında araştırma yapanların çoğuyla, mesela Boris Slutski, David Samoylov, Muza Pavlov, Radi Fiş, Sverçevskaya ve Trevskoy ile zaten tanışıyordum. Moskova’da yaşayan Azerbaycanlı Türkolog ve Nazım ile ilgili araştırmalar yapan Ekber Babayev’i çok yakından tanıyordum. Moskova’da yaşayan diğer bir bilim adamı ve Türkolog, “Nazım Hikmet” ve “Çağdaş Türk Edebiyatı” adlı kitapların da müellifi olan Tofik Melikli eski dostumdur. Tabii ki, Nazım’ın tercümanlarını, onunla ilgili araştırma yapanları, onunla temasta bulunan insanları çok iyi tanıyorum.
Bu yakınlarda, İstanbul’dayken düşündüm ki, şimdi Türkiye’de Nazım’ı şahsen -yani Nazım 1951 yılında Türkiye’yi terk edene kadar- tanıyanlar parmakla sayılacak kadar az. 1951 yılından sonra, şairi Moskova ve Bakü’den tanıyanların sayısı belki de Türkiye’de onu tanıyanların sayısından daha fazladır; ama maalesef Türkiye’de, Azerbaycan’da ve Moskova’da onu tanıyanların sayısı yıldan yıla azalıyor. Bu da acı bir gerçek…
Türkiye’de -gençleri kastetmiyorum- benim neslimden olan insanlar bile benim Nazım’ı tanıdığımı öğrenince çok şaşırıyorlar. Onlara göre Nazım çoktan tarihe mal olmuş bir şahsiyettir…
Türkiye, -şu andaki Azerbaycan ve Rusya gibi- siyasi ve ideolojik açıdan haddinden fazla kutuplaşmış bir ülkedir. Birçok siyasi parti olmasına rağmen, cemiyet esasen iki büyük kutba ayrılmıştır: Sağcılar ve solcular. Sağcılar ve solcular kendi içlerinde bile bir bütün halinde değildirler, parçalandıkça parçalanıyorlar. Solcular bazen duygusal davranarak sağcıları “tutucu, gerici, yobaz, faşist” diye adlandırıyorlar. Aynı şekilde sağcılar da solcuları ifrata varacak ölçülerde “vatan haini, Moskova uşağı, komünist ajanı” olmakla itham ediyorlar. Ben her iki tarafın birbirini yaftalamak için kullandığı bu kavramların (alıntı yapmaya mecbur kaldığım metinler hariç) hiçbirinden istifade etmeyeceğim; ancak sol, solcu, sağ, sağcı kavramlarını kullanacağım, çünkü onlar da kendilerini bu kavramlarla ifade ediyorlar.
Türkiye’de sağcılar ve solcuların çatışmaları bazen aşırı şekilde oluyor. Mesela bir şehrin belediye seçimlerini solcular kazandığında, sağcılar belediyeye ait sinema ve tiyatro salonlarını bile boykot ediyorlar. Belediye seçimlerini sağcılar kazandığında ise o mekânlara -örneğin İstanbul’daki Karaca Tiyatrosuna- solcular ayak basmıyor. Bu siyasi çatışmalar “dil” gibi milli bir mefhumu bile etkiliyor. Sağcıların kullandığı dili -o cümleden onların tercüme ettikleri kitapların dilini- solcular; solcuların metinlerinin ve çevirilerinin dilini de sağcılar yadırgıyor, kusurlu buluyorlar. Bu durumu kendi kitaplarımın tercümelerinde de gördüm. Lakin sağın ve solun en çok tartıştığı meselelerden biri de Nazım Hikmet meselesidir. Bu konuyu kitabın ilerleyen sayfalarında etraflıca anlatacağım, ama burada bir hususu özellikle vurgulamak istiyorum:
Türkiye’de hem solcular, hem de sağcılar arasında çok değerli insanlar, -altını çizerek söylüyorum- gerçek vatanseverler var. Bunlar arasında benim şahsen tanıdığım ve saygı duyduğum yazarlar, gazeteciler, siyasetçiler de var. Onların bazılarıyla iyi bir dostluğumuz da var, ama bazı Azerbaycanlılar gibi ben onlara kendimi şirin göstermek için asla ikiyüzlü davranmadım. Yani sağcıların arasında olduğum zaman bile Nazım’ın arkasında durdum, hatta ateşli tartışmaların yaşandığı meclislerde Nazım’ın büyüklüğünü ve samimiyetini ispatlamaya çalıştım. Böyle yapmasaydım, ben yalnız Nazım’ın ruhuna değil, babamın ruhuna da ihanet etmiş olurdum. En azından kendi geçmişime, hatıralarıma saygısızlık etmiş olurdum. Kuşkusuz çok iyi dostlarım var, ama belki sırf bu nedenle sağcılar arasında beni sevmeyenlerin sayısı da az değil. Solcularla bir araya gelince de o dostlarıma, Nazım Hikmet’in 1950’li yıllarda SSCB’ye geldikten sonra, Sovyetler Birliği’nin iç yüzünü ve kötülüklerini görüp büyük bir hayal kırıklığına uğradığını; onun büyük pişmanlığını, olduğu gibi, gördüğüm, bildiğim gibi anlatmaya çalışıyorum. Elbette bu da çoğu solcunun hoşuna gitmiyor. Bunları şunun için yazıyorum ki, Türkiye’de “Kerem Gibi” kitabını okuyacak olan sağcılar “komünist şair” hakkında kitap yazdığım için bana darılacaklar; solcular ise Nazım Hikmet’in hayal kırıklıklarını kaleme almış olmamdan hiç hoşlanmayacaklar. Olsun! Ben sadece hakikati, elbette duyduğum ve idrak ettiğim hakikati yazıyorum. Amacım asla sağ ile solu tekrar karşı karşıya getirmek değil. Aksine bu hakikat, yani Nazım Hikmet’in dünya görüşünün farklı evrelerden geçerek bazı değişikliklere uğramış olması, onun büyük bir şair ve büyük bir şahsiyet olduğu gerçeğine zerre kadar zarar vermeyecektir.
Türk dilinin, Türk dünyasının bu en büyük şairlerinden birinin sanat dehasını idrak etmek, Türkiye kamuoyunu ayrıştırmaya değil, aksine poetika, güzellik, yüksek insani ve milli değerler etrafında birleştirmeye çalışmaktır.
Nazım Hikmet hakkında kitap yazan ve benim şahsen tanımadığım, ama yazdığı kitaptan solcu olduğu anlaşılan bir yazarın, Hikmet Akgül’ün, “Nazım Hikmet – Siyasi Biyografi” adlı kitabında ifade ettiği düşüncelere katılmam mümkün değil. Akgül şöyle diyor:
“Nazım Hikmet’in şiirini onun gibi okumak, onunla beraber yürümek, onunla beraber mücadele etmek için onunla aynı dünya görüşüne sahip olmak gerekir. Nazım’ın mirası da onlarındır…”
Hayır, bence öyle değil. Nazım’ın ölmez yaratıcılık mirası, yalnız onun dünya görüşünü paylaşanların değil, bütün Türk halkınındır. Sağcısıyla, solcusuyla ve ne sağcı ne de solcu olan büyük çoğunluğuyla… Onun mirası, önce bütün Türk dünyasınındır, sonra bütün insanlığın…
“Türk dünyası” ifadesine, eminim bazı solcular biraz ürkerek, şüphe ve endişeyle yaklaşacaklardır. Bazı sağcılar ise Nazım’ı bu dünyaya kabul etmek bile istemezler. Abesle iştigal etmektir bunlar. Halbuki Dede Korkut’suz, Yunus Emre’siz, Nevai’siz, Fuzuli’siz bir Türk dünyası olamayacağı gibi, Nazım Hikmet’siz bir Türk dünyası da olamaz.
O Nazım Hikmet’tir ki, 1914 yılında, daha henüz çocukken şu mısraları yazmış:

Yine büyük Türk adı
Dağlar, taşlar aşacak
Yine Türk’ün bayrağı
Kaleleri yıkacak
Yine Türk’ün gemisi
Denizleri aşacak
Yine Türk’ün sanatı
Avrupa’ya taşacak
Yine Türk’ün sinesi
Vatan aşkıyla dolacak
İşte bundan emin ol
Emin ol ki, olacak
Yine Türk’ün tarihi
Yıldızlı sayfalar yazacak.”
Kırk beş yıl sonra ise şöyle demişti:
“Memleketimi seviyorum:
Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım.
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı
Memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.
Memleketim:
Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,
Kurşun kubbeler ve fabrika bacaları…
Hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır.
Çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım
Yarı aç, yarı tok,
Yarı esir…”
Nazım Hikmet, Atatürk’ün önderliğindeki Kurtuluş Savaşı’nı, Türk edebiyatının en değerli eserlerinden birinde, “Kuvva-i Milliye Destanı”nda terennüm etmişti. İsmet Paşa “Nazım, bu eseriyle Kurtuluş Savaşı’nı bir kez daha kazandı…” demiş. O zamanlar hapiste yatan Nazım, Paşa’ya şu cevabı göndermiş: “Paşa dua etsin ki, savaşı kazandı. Yoksa o da şimdi burada, benim yanımda olurdu…”
Nazım Hikmet, memleketine ve halkına duyduğu karşılıksız sevgisini yalnız şiirlerinde, yazılarında değil, dostlarına gönderdiği, onlardan başka kimsenin okuyamayacağı en mahrem mektuplarında da ifade ediyordu Va-Nu’ya yazdığı mektuplardan birinde şöyle diyor:
“Dünyanın en güzel halklarından biri olan Türk halkının ve dünyanın en güzel dillerinden biri, belki de birincisi olan Türk dilinin, yabancı memleketlerde tanınmasına vesile olabilmek ömrümün en büyük sevinci ve şerefidir.
Yaşasın büyük ve ölmez ve uğrunda hapislerde yatmaya değer Türk halkı.”
Va-Nu, Nazım’ın en yakın ve kadim, aynı zamanda şairin ölümünden sonra “Bu Dünyadan Nazım Geçti” adlı eseri de yazan Vâlâ Nureddin’in mahlasıdır. Bu kitabın sonraki sayfalarında, onun bu eserinden genişçe istifade edeceğim. Burada sadece onun bir düşüncesini aktarmak istiyorum. Va-Nu; “Ortak Türk dilini Nazım Hikmet yaratı,” diyor.
Gerçekten de yaşadığımız bugünlerde “ortak Türk dili”nin oluşturulması gerektiğinden sıkça bahsedilmektedir. Bu ortak dili, -ez azından Azerbaycan ve Anadolu Türklerinin anlaşabileceği bir dili- yıllar önce Nazım Hikmet oluşturmaya çalıştı.
Bin yıllık Türk şiirinin en büyük sanatçılarından birine, Türk dilinin mucizeler yaratan üstadlarından birine kayıtsız kalıp bu edebiyatı, bu dili sevmek nasıl olur, bilemiyorum. Bazı solcular ifrata varıp Nazım’ı yalnız ve yalnız bir “komünist” olarak değerlendiriyor, benzer şekilde bazı sağcılar da genellikle onun eserlerinin estetik değerini azaltmak, hatta yok saymak için çaba sarf ediyorlar ve ondan çok daha zayıf şairleri, sırf ideolojik yakınlığından dolayı Nazım’dan üstün tutuyorlar. Nazım’ın dünyaya yayılan şöhretini bile küçümsüyorlar. Bütün bu çabalar abesle iştigal etmektir. Kitapları dünyanın bütün önemli dillerine çevrilmiş ve onlarca ülkede basılmış olan bir şairin büyüklüğünü sadece milyonlarca okuyucu değil, XX. asrın büyük şahsiyetleri de tasdik etmişlerdir. Aklı, idraki olan hiç kimse bunları görmezlikten gelemez. Picasso gibi dahi bir sanatçı, Nazım’ın şiirlerinin kendisinde yarattığı etkiyi, “Sanki pınara gidiyorsunuz” sözleriyle ifade etmiştir. Ünlü Fransız şair Louis Aragon, “Nazım Hikmet XX. asrın en görkemli aydınlarından biridir, Eyzenşteyn, Brecht ve Picasso ile yan yanadır,” demiştir. Alman yazar Alfred Kurel’a ise şöyle der: “Nazım Hikmet dünyanın en büyük şairlerinden biri diyorlar. Hayır, biri değil en büyüğüdür.”
Nazım, “Ben dünyanın en hür komünistiyim,” derdi. Sovyet Devleti, ona fazlasıyla layık olduğu “Lenin Ödülü”nü vermedi, bu ödülü Nazım’ın ancak topuğuna çıkabilecek şairlere vermeyi uygun gördü. Şüphesiz bunun nedeni, onun “En hür komünist” olmasıydı. Batı dünyası ise onun çoktan hak ettiği Nobel Ödülünü, bir komünist olmasından dolayı vermedi. Bunlara rağmen Nazım’ın büyüklüğünü ve üstünlüğünü nice Nobel ödülü sahibi Pablo Neruda, Miguel Angel Asturias, Boris Pasternak, Frederic Joliot, Curie Joliot, Jean-Paul Sartre, Albert Camus ve Halldór Laxness gönül rahatlığı ile teyit etmişlerdir.
“Vefalı dost, yiğit savaşçı, insan düşmanlarının amansız düşmanı; her yerde insana hizmet etmek, ama hiçbir şeye kayıtsız kalmak istemiyordu. Bilirdi ki, insan yaratılmış bir mahlûktur ve fakat asla dünyaya hazır gelmiyor, insanın durmadan düşmanla savaşarak kendi kendini yaratması gerekmektedir. Sözün kısası, dün Pascal’ın Hz. İsa hakkında dediği gibi ve bugün de Nazım Hikmet’in dediği gibi ‘asla uyumamak’ lazımdır. O asla uyumadı. Önemli olan odur ki, ölüm onun ilk ve son uykusu oldu.” Jean-Paul Sartre.
“Büyük Türk şairi Nazım Hikmet’in şahsiyeti Latin Amerika’da inanılmaz bir heyecan yaratmıştı. Onun, Türkiye’nin kurtuluşu için savaşması bizim şair ve yazarlarımızın verdiği mücadeleyle aynıydı. Çok farklı, birbirinden çok uzak yıllarda Nazım Hikmet ve bizim yazarlarımız aynı insani hasrette ve şairlerimiz de aynı insani problemleri ifade etmede birleşiyordu.” Miguel Angel Astuiras.
Latin Amerika’dan diğer bir Nobel Ödüllü şair Şilili Pablo Neruda, Viyana’da Zekeriya Sertel’e şöyle demiş: “Nazım’a sahip çıkın, biz onun yanında şair bile sayılmayız.”
Yalnız çağdaşları değil, daha sonraki nesillerden, bir zaman çok popüler olan sanatçılardan İngiliz drama yazarı Harold Pinter’dan tutun Rus şair Yevgeni Yevtuşenko’ya kadar birçok şair de Nazım’a hayran olanlar arasındadır.
Türkiye’de de Nazım’ın değerini, yalnız solcu yazarlar değil, onun “Türkçe’yi güzelleştirdiğini” itiraf eden Ziya Gökalp, “Türk şiirinde kudretini ispat etmiş ve sanat savaşında zafer bayrağını çok yüksek bir tepeye dikmiş” olduğunu söyleyen Halit Ziya Uşaklıgil, “Özgünlük, ilham ve kudret bakımından şaheserler sayılabilecek şiirler yazdığını” söyleyen Halide Edip Adıvar, “Nazım’dan sonra hiçbir şairin bu şöhrete ulaşamadığını” yazan Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi tamamen farklı düşüncelere sahip şahsiyetler, Türk edebiyatının ve fikir dünyasının mümtaz simaları da anlamışlardır.
Vaktiyle genç Nazım’ın hücumlarına maruz kalmış, şairin kırmak istediği putlardan biri, Türk edebiyatının büyük klasiği Abdülhak Hamid şöyle diyor: “Nazım Hikmet Bey, benim eserlerimi, hata yapmadan bir sayfa bile okuyamaz… Anlayamadığı halde nasıl tenkit edebilir? Ama ben hakkı teslim eden biriyim. Nazım Hikmet’i kendi tarzı içinde beğeniyorum, istidadı var.”
Vâlâ Nureddin’in rivayetine göre Türkiye Cumhuriyeti’nin milli marşını yazan şair Mehmet Akif de (Nazım Hikmet, Mehmet Akif -Tevfik Fikret çatışmasında Tevfik Fikret’in taraftarı olmasına rağmen) Nazım’dan övgüyle bahsedermiş.
İnançları, siyasi bakış açıları itibarıyla Nazım Hikmet ile farklı cephelerde yer alan görkemli siyasetçilerden Cemal Paşa, İsmet Paşa, Alpaslan Türkeş ve Süleyman Demirel de onun büyük bir şair olduğunu inkâr etmiyorlardı.
Benim için, edebi ahlak açısından görkemli Türk edebiyatı âlimi Ahmet Kabaklı’nın, Nazım Hikmet ile ilgili düşünceleri çok önemlidir. Ahmet Kabaklı, dev eseri olan beş ciltlik “Türk Edebiyatı” kitabında, Nazım’a ait bölümü ayrı bir kitap olarak yayımlamak istiyormuş. Ahmet Kabaklı, akideleri, dünya görüşü itibarı ile Nazım Hikmet ile taban tabana zıt konuma sahip olan, komünizm ve Sovyetler Birliği karşıtı biridir. Ama bunlardan daha önemlisi, vicdan sahibi bir edebiyat tarihçisi olmasıdır. Nitekim objektif ve ciddi bir ilim adamı olan Kabaklı, Nazım Hikmet’in bir şair ve sanatçı olarak hakkını teslim etmiştir.
Ahmet Kabaklı şöyle yazıyor:
“Nazım Hikmet, Abdülhak Hamid’den sonra Türk şiirinde en aşırı biçim, ritim ve muhteva yenilikçisidir. Servet-i Fünuncular ve sonraki nesiller, nasıl az ya da çok Hamid’in tesirinde kalmışlarsa, Nazım Hikmet’ten sonra gelen ve Birinci Yeni (Garipçiler) ve İkinci Yeni olarak adlandırılan edebi akımlar ve bu akımlara mensup olmayan diğer şairler de, Nazım Hikmet’ten biçim, tema, duyuş, üslup ve ilham aldılar…”
Nazım Hikmet’in siyasi görüşlerini katiyen kabul etmeyen, bu cihetten ona tamamıyla muhalif olan Kabaklı, “Bu memlekette hâlâ Nazım’ı tanımak ve tanıtmak konusunda çekingenlikler olmasından” yakınır.
Ahmet Kabaklı, Nazım’ı okuyup objektif ölçüler içinde tahlil etmektense, ondan hâlâ bir kavga ve öç alma vasıtası olarak yararlanmak isteyenler olmasından da yakınır:
“Nazım’a hain, satılmış, Moskof uşağı diyerek işin içinden sıyrılmak isteyen ve bu nefretini sanat ve edebiyat zanneden insanlar da vardır. Anlattığım bu her iki yaklaşım da edebiyat ilmi ve sanat anlayışının dışındadır…”
Ahmet Kabaklı daha sonra şöyle devam eder:
“Nazım Hikmet’i ilk kez ilim, edebiyat ve sanat ölçüleri içinde edebiyat tarihine geçirmenin ferahlığı içinde özellikle şunu düşündüm: XIV. yüzyılda yaşamış büyük divan ve tasavvuf şairlerimizden Nesimi de o zamanlar tasavvufun tehlikeli ve sapık bir kolu sayılan Hurufîliğe mensuptu. Zamanında bu nedenle sıkı bir takibe alınmış, hatta derisi yüzülerek öldürülmüştü. Bugün Hurufîlik unutulmuştur, buna rağmen Nesimi’nin eşsiz gazelleri ve mânâlı tuyugları kalmıştır…”
Kabaklı’nın bu sözlerinden kuvvet alarak, bugün şiirleri yaşayan ve şiirleri ezbere bilinen diğer çilekeş şairlerin akıbetini de hatırlatmak gerekir. Nef’i’nin başını kesmişler, Pir Sultan’ı darağacına çekmişler, Azerbaycan şairi Molla Penah Vagif’i de kayalardan atıp katletmişler…
Ahmet Kabaklı’ya göre, 1917 yılında, dünyanın başına kâbus gibi çöken ve sonunda kendi kendini yiyip bitiren komünizmle beraber, komünizm mücadeleleri ve kavgaları da sona ermiştir. Kabaklı, “Nazım Hikmet’in şiirlerinin en üstünleri hakkında bile, onun çağdaşı şairler hiçbir hüküm vermemiş, sadece övmüş ya da aşağılamışlardır. Ben gelecek nesillerin bizi ayıplamasını istemiyorum,” der.
***
Türkiye, tarih boyunca olduğu gibi XX. yüzyılda da dünyaya birçok değerli insanlar bahşetmiştir. Büyük siyasetçiler, askerler, şairler, yazarlar, ressamlar, sanat ve ilim adamları… Ama XX. yüzyıl dünyasında Türkiye’yi iki büyük şahsiyetle tanıyorlar: Mustafa Kemal Atatürk ve Nazım Hikmet…
Atatürk’ün Nazım’a özel bir ilgisi olduğu birçok kişi tarafından rivayet ediliyor. Atatürk, Nazım’ın şiirlerini bilir ve severmiş. Falih Rıfkı Atay’ın anlattığına göre Kemal Paşa, Nazım’ın kendi sesiyle şiir okuduğu plaklardan, onun “Bahr-i Hazar” ve “Salkım Söğüt” şiirlerini zaman zaman dinler, dinledikçe de dalar gidermiş.
Hikmet Akgül, “Nazım Hikmet – Siyasi Biyografi” adlı kitabında anlatıyor:
“Atatürk, yakın dostu Ali Fuat Cebesoy’u (Nazımların ‘Paşa Dayı’ dedikleri akrabasıdır) uyarır, hatta: ‘Etrafında bulunan adamlar, çocuğu (genç Nazım’ı) kendi siyasi menfaatlerine alet etmek istiyorlar,’ der. Cebesoy’a göre, Mustafa Kemal, Nazım hakkında, ‘Ben onu tanıyorum, yiğit gençtir o, askerlerin arasında onun yazılarına benzer yazılar yazıp dağıtmışlar, başını yakmak istiyorlar çocuğun, hepsinden haberim var,” demiş.
***
Nazım Hikmet, 61 yıllık ömrünün 44 yılını Türkiye’de, bu 44 yılın 15’ini de İstanbul, Ankara, Bursa ve Çankırı hapishanelerinde geçirmiştir. Birçok Türk şairi ve yazarı, Nazım’dan yaşça büyük çağdaşları yahut kendi akranları uzun yıllar Avrupa ülkelerinin başkentlerinde yaşamış, oralarda eğitim görmüş, çalışma imkânı bulmuş, hatta o başkentlerde büyükelçilik görevlerinde bulunmuşlardır. Ama hiçbiri de ömrü mahpuslarda geçmiş Nazım Hikmet kadar tanınmamıştır. Düşmanları, Nazım’ın bu şöhrete hapishanedeyken açlık grevine gitmesiyle ulaştığını söylüyorlar. Gerçekten de şair hapishanede açlık grevi ilan ettiğinde ve ölüm tehlikesi ile yüz yüze geldiğinde, onu ilk müdafaa eden Fransız toplumu olmuş, ardından da diğer ülkelerin insanları Nazım’ı savunmuştur. Ama Nazım, eğer bu olaydan önce kendini dünyaya tanıtmamış olsaydı, dış ülkelerdeki insanların sesi bu kadar yüksek çıkabilir miydi? Yoksa her açlık grevi yapanı dünyada büyük şair mi ilan ediyorlar yahut hapisten çıktıktan sonra da onun eserlerini döne döne başka dillere çevirip yayımlıyorlar mı?
Nazım Hikmet şöyle diyor:
“Şiirimin kökü yurdumun topraklarındadır. Ama dallarımla bütün topraklarda, doğuda, batıda, güneyde, kuzeyde uçsuz bucaksız yayılan bütün topraklarda, o topraklar üstünde kurulmuş medeniyetlere, bütün dünyamıza uzanmak istedim. Yalnız kendi edebiyatımızın değil, Doğu ve Batı edebiyatının bütün ustalarını tanıdım.”
Nazım’ın önüne koyduğu bu amacına ulaştığını, onun bir sanatçı olarak dünyaya yayılan şöhreti teyit ediyor. Elbette Nazım ilk önce bir Türk şairidir, ama aynı zamanda bir dünya şairidir. Nazım hakkında İngilizce yazılıp Londra’da yayımlanan “Romantik Komünist” adlı kitabın yazarları Semiha Göksu ve Edward Timms haklıdırlar:
“İngiliz şair Shakespeare ne kadar İngiltere’nin ise ya da İspanyol şair Lorca ne kadar İspanya’nın ise, Türk şair Nazım Hikmet de o kadar Türkiye’nindir.”
2002 yılının Ocak ayında, “Dünya Nazım Hikmet’in 100. Doğum Yıldönümü” etkinlikleri yapılırken ben de Türkiye’deydim. İstanbul’da üç bin kişilik Atatürk Kültür Merkezinde, bütün salonu dolduran insanlardan -özellikle gençler- başka, balkonlarda bile saatlerce ayakta duranları (ben de geciktiğim için ayakta kalanlardandım); sahnede Genco Erkal, Zülfü Livaneli ve diğer usta sanatçıların seslendirdiği Nazım şiirlerini ezbere tekrar eden insanları gördüğümde ve şarkılara tüm salonun eşlik etmesine, şiirleri bitip tükenmeyen alkışlarla karşılamasına şahit olduğumda bir daha idrak ettim ki, Türkiye’nin en büyük çağdaş şairini, bu halkın kalbinden çıkarmak isteyenler amaçlarına ulaşamamışlardır.
Tabii ki, Nazım’a düşmanca yaklaşımlar öncelikle onun siyasi düşünceleri ile alakalıdır. Ama bu konuda birçok sohbetten sonra ulaştığım bir kanaat var. Bu kanaatimde yanılıyor olabilirim. “Nazım komünist olmasaydı ve memleketinden kaçmasaydı bile, kendi ifadesiyle dersek onun ‘kanına susamış’ düşmanları, şaire nefret beslemek için mutlaka başka bir sebep bulacaklardı. Bu nefretin, edebiyat dünyasında ve yazı hayatında yer alan açık örnekleri, Nazım Türkiye’den kaçmadan çok çok önceleri su yüzüne çıkmıştır.”
Nazım, çevresindekilerden çok farklı ve çok üstün bir insandı. Öyle üstünlükleri ve çekici yönleri vardı ki, ona karşı nefret de toplu bir karakter taşıyordu. Ondan nefret edenler, nefretleri için çok çeşitli bahaneler (aslında yanılgılar) bulsalar da bunun mayasında esas itibarıyla çekememezlik ve kıskançlık vardı. O komünist olmasaydı, memleketten kaçmasaydı başka kusurlarını bulacaklardı. Ve başka kusurlar buldular, hâlâ da buluyorlar. Mesela, neden böyle dürüst, neden böyle şık giyiniyor gibi… Soyunu, şeceresini kurcalayacaklardı. Güya bilmem hangi büyük dedesi Türk değildir, Nazım’ı da Türk saymak yanlıştır… Başka bir kusur: Niye karısına sadık kalmadı? Bir başkası: Niye saçları dağınık, taranmamış… Yeter ki iste, bahane bulmak o kadar kolay ki!
Nazım zahiren öyle boylu poslu, yakışıklı bir erkek olmasaydı; topal, şaşı, kel-kötürüm olsaydı yahut öyle yakışıklı olmadan da kadınların dikkatini çekseydi, izah olunmaz kadın mantığına göre bu da mümkündür, yahut bu sahip olduklarına nazaran zayıf bir şair olsaydı ya da yetenekli bir şair olsa bile hak ettiği şöhreti bütün dünyaya yayılmasaydı -en çok da bunu kıskanıyorlardı- şüphesiz ondan nefret edenler de olmazdı. Bütün bu özellikler, mucizevî şekilde bir kişide toplandığı için, onu değişik sebeplerden dolayı kıskananlar, ne yazık ki, kendi gözlerinde ve vicdanlarında aklanmak, beraat etmek için Nazım’a sadece siyasi görüşlerinden dolayı nefret beslediklerini söylüyorlar. Şüphesiz, sadece siyasi görüşlerinden dolayı samimi şekilde karşı çıkanlar da var. Ancak bana öyle geliyor ki, “onun kanına susamışların” bir kısmı, ideolojik ihtilaflarından, mefkûre çatışmalarından daha çok, şahsi haset ve çekemezliklerinin esiriydiler. Belki kendileri de bunun farkına varamıyorlardı. Moskova’da, Nazım’ı Sovyet IKP Merkez Komitesine ihbar eden Türk komünisti de şairlik iddiasındaydı, Nazım’a vatandaşlık hakkının geri verilmesine itiraz eden milliyetçi şair de şiir yazıyordu.
Ama bütün bunlara rağmen şüphesiz Nazım Hikmet, benim bu düşüncelerime rıza göstermezdi. Çünkü gerçekten de şairlik iddiasında olmayan ve yüzünü bile görmediği; dünyanın değişik kıtalarında yaşayan düşmanları da vardı.
“Çin’den İspanya’ya kadar Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar
Her mil denizde, her kilometrede dostum var, düşmanım var.
Dostlar ki, bir kez bile selamlaşmadık
Aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz
Ve düşmanlar ki, kanıma susamışlar,
Kanlarına susamışım.
Benim kuvvetim bu büyük dünyada yalnız
Olmamamdadır.”
Evet, Nazım’a düşmanca yaklaşımlar siyasi fikirlerle, düşünce farklılığıyla, sınıf çatışmalarıyla ilgilidir. Bu, bir dereceye kadar doğrudur. Ancak “bir dereceye” kadar. Çünkü Nazım Hikmet “Bir Hasetçi Adam” şiirinde:
“Ne hasetçi adamsın
Açmış kanatlarını
Uçup giden kuş kıskanılır mı?”
mısralarını yazmış ise de siyasi, sınıfsal, fikri düşmanlığa ağırlık veriyor, şahsi, psikolojik yönleri dikkate almıyordu. İşte hakikat bence bu iki amilin ortasında, kavşağındadır.
***
“Kerem Gibi” adlı bu kitabımı, deneme şeklinde kurguladım. O nedenle üslup bakımından Nazım hakkında şimdiye dek yazılanlardan farklı olacaktır. Şair hakkında ciddi ve kapsamlı bir kitap yazmak niyetim olduğu için elbette kendi hatıralarımla, bana anlatılanlarla yetinemezdim. Tabii ki, Nazım’ın yayımlanmış neredeyse bütün eserleriyle tanışmış, şiirlerini defalarca okumuştum. Şiirlerinin bazılarını ezbere de biliyordum. Onunla ilgili filmleri ve tiyatroları izlemiştim. Nazım’ın hayatı ve sanatı hakkında Moskova’da yayımlanan kitapları da okumuştum.
Son yıllarda sık sık Türkiye’ye gidip gelmemin bir semeresi de orada Nazım Hikmet hakkında yazılan ve yayımlanan kitapları elde etmem oldu. Türkiye’ye yaptığım bu seyahatlerde Nazım hakkında yayımlanan; Vâlâ Nureddin’in “Bu Dünyadan Nazım Geçti” adlı kitabını, Nazım kültürünü korumak ve yayımlamakta emsalsiz hizmetleri olan, şairin oğulluğu, Piraye Hanım’ın önceki eşinden olan oğlu Memet Fuat’ın “Nazım Hikmet” adlı 700 sayfalık kitabını, şairin sadık dostları Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel ve Yıldız Sertel’in “Mavi Gözlü Dev”, “Hatırladıklarım”, “Nazım Hikmet’in Son Yılları”, “Roman Gibi”, “Ardımdaki Yıllar” adlı kitaplarını, Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” adlı kitabını aldım. Bunun yanında, Nazım’ın hapishane arkadaşı İbrahim Balaban’ın, yazar Orhan Kemal’in, şair A. Kadir’in, Türkiye’de Ataol Behramoğlu’nun çevirisiyle “Nazım’la Söyleşi” adıyla yayımlanan Nazım’ın son karısı Vera Tulyakova Hikmet’in (Moy Posledniy Ragavor s Nazımom: “Nazım’la Son Sohbetim”) kitaplarını da aldım. Yine Aydın Aydemir, Nedim Gürsel, Hikmet Akgül, Atilla Coşkun, Kıymet Coşkun, Emin Karaca ve Zühtü Bayar’ın araştırmalarını, Kemal Sülker’in tertip ettiği “Nazım Hikmet Dosyası”nı, Hilmi Yücebaş’ın hazırladığı “Nazım Hikmet Türk Basınında” adlı derlemeyi ve Nazım’ın muhalifleri, Türk fikir hayatında önemli yerleri olan Peyami Safa, Nihal Atsız ve Necip Fazıl Kısakürek’in kitaplarını, günümüz yazarlarından Yavuz Bülent Bakiler ve Ergun Göze’nin “Peyami Safa – Nazım Hikmet Kavgası” kitaplarını, Nazım’ın cezaevlerinden Piraye’ye, Memet Fuat’a, Vâlâ Nureddin’e, Müzehher Nureddin’e, Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarını, Saime Göksu ve Edward Timms’ın Türkçeye çevrilmiş “Romantik Komünist” adlı eserlerini ve onunla ilgili diğer metinleri de aldım. Bütün bu kitaplar, makaleler ve mektuplar, şairin keşmekeşli hayat macerasını daha iyi öğrenmem, onun dostunu düşmanını daha iyi tanımam için çok faydalı oldu. Şunu da belirteyim ki, son yıllarda “Gösteri,” “Yazın” ve “Diyalog Avrasya” dergilerinde Nazım ile ilgili çıkan yazılar, şaire çağdaş bakışı izlemek ve anlamak için son derece önemlidir.
Nazım’ın Azerbaycan ile alakaları hakkındaki müşahadelerimi Akşın Babayev, Kadir İsmayıl, Abuzer İsmayılov ve Azer Abdulla’nın değerli incelemeleri ile bir kez daha kontrol edip düzeltme imkânım oldu.
Bu son sözün, “düzeltme” sözünün üzerinde özellikle durmak istiyorum. Çünkü bazen Nazım ile ilgili yazılarda uydurmalar da yer almaktadır. Bir örnek vereyim: Nazım hayattayken benim yazdıklarım daha yeni yeni yayımlanmaya başlamıştı ama ona hiçbir yazımı okumamıştım. Muhtemelen Nazım, benim hiçbir yazımı, hatta Moskova’da yayımlanmış olanları bile okumamıştı. Nazım’ın ölümünden sonra Moskova’da “Dante’nin Jübilesi” adlı ilk eserim yayımlandığında Yunost gazetesinden Aleksandr Tverskoy’un, hikâyelerim hakkında bir değerlendirme yazısı çıktı. Ama Tverskoy bu yazıyı yazmadan önce benimle görüşmek ve konuşmak da istedi. Görüştük. A. Tverskoy, Nazım Hikmet’e hasredilen “Boğaziçi Nağmesi-Nazım Hikmet Hakkında Hikâyeler” (Rusçası Pesnya Nad Bosforom. Rasskazı O Nazım Hikmete) adlı kitabın yazarıdır. Tabii ki, benimle söyleşisinde en çok ilgisini çeken Nazım’a dair anılarımdı. Bazı şeyleri ona anlattım. Ama söyleşiyi Yunost gazetesinde okuyunca hayretten donakaldım. Söylemediğim şeyleri de yazmıştı. Güya ben -ne zamansa- Nazım’a yazılarımı okumuştum ve Nazım da benim yazılarım hakkında müspet düşüncelerini bildirmişti. Böyle bir şey olmamıştır.
Başka bir örnek: Bazen Nazım’ın kendi ağzından işittiğim düşüncelerine yahut Nazım’a ilişkin bildiğim bazı olaylara muhtelif kitaplarda rastlıyorum. Bu çok doğaldır. Çünkü Nazım, bazı hadiseleri sadece bize ya da bizim evde değil başkalarına ve başka yerlerde de konuşuyordu şüphesiz. Aynı fikirleri yalnız bizimle değil başkalarıyla da paylaşıyordu mutlaka. Ancak bazen şairin ağzından, kendi kulaklarımla işittiğim bir söz, başka bazı yerlerde Nazım’ın ağzından ama başka türlü ifade ediliyor. Mesela “Deniz Kızı Eftalya” meselesini çok iyi hatırlıyorum. Atatürk, bazı akşamlar verdiği ziyafetlere şairleri ve sanat adamlarını davet etmekten hoşlanırmış. Böyle meclislerin birinde söz genç şair Nazım Hikmet’ten açılınca, Atatürk, vaktin çok geç olmasına aldırmadan Nazım’ı meclise davet etmek için adam göndermiş. Nazım’ı uykudan uyandırıp bu daveti ona ilettiklerinde, Nazım, “Ben Deniz Kızı Eftalya değilim ki, gecenin herhangi bir saatinde meclislere davet olunayım,” demiş. Onun bu cevabı, Atatürk’ün çok hoşuna gitmiş ve Gazi yanındakilere dönüp “İşte şair böyle olur,” demiş. Ben bu olayı (sözleri tam olarak hatırlamayabilirim) Nazım’ın kendi ağzından duymuştum ve Deniz Kızı Eftalya ismi de, tâ o zaman hafızama kazınmıştı. Eftalya o devrin meşhur şarkıcısı (belki de rakkasesi, bu konuda yanılıyor olabilirim), şimdiki tabiri ile gösteri yıldızıymış. Garip olan ise okuduğum metinlerin birinde, Nazım Hikmet böyle bir olayın olmadığını söylüyor. Cumhuriyet gazetesinden Mehmet Kemal: “Bu olay, Nazım hakkında uydurulmuş bir olaydır. O zaman ne Atatürk böyle bir şey yapardı, ne de Nazım Hikmet Atatürk’e karşı böyle hareket ederdi…” diye yazıyor.
Mehmet Kemal bu düşüncesini, hapishanede Nazım ile aynı koğuşta kalan şair Hasan İzettin Dinamo’ya dayandırarak söylüyor. H. İ. Dinamo, hapishanede bu konuyu Nazım Hikmet’e sorunca, şair gülerek şu cevabı vermiş: “Halk her zaman efsaneler yaratmaktan hoşlanır. Gerçi Atatürk ile aramızda buna benzer bir olay oldu, ama anlatıldığı gibi olmadı…”
Mehmet Kemal’e yahut Hasan İzzettin Dinamo’ya bu mesele ile ilgili söyleyeceğim bir şey yok. Çünkü Nazım’ın bir huyundan haberim vardı: Nazım herhangi bir olayı, muhtelif, tamamen birbirine zıt şekilde anlatabilirdi. Nazım’ın bazen haddinden fazla fantezi kurduğunu onu çok iyi tanıyan Zekeriya Sertel de kaydeder. Onu çok yakından tanıyan bir diğer insan Ekber Babayev anlatırdı: “Nazım, yazacağı bir eserin konusunu ya da bir olayı önceden birilerine anlatırken, dinleyicinin tepkilerine dikkat eder ve bu tepkiye bağlı olarak kurguladığı konuyu, yaptığı konuşmayı tam da o esnada tamamen başka bir şekilde ifade ederdi.” Nazım’ın 1951 yılında motorlu bir kayıkla Türkiye’den kaçması olayının mahiyetinde olmasa da ayrıntılarında hayli farklı versiyonlar var. Belki bu durum yukarıda anlattığım ve Nazım’ın pek de bilinmeyen o alışkanlığı ile ilgilidir.
Bu yönünü, Nazım kendisi de biliyor ve meşhur “Otobiyografi” şiirinde her zamanki samimiyetiyle bunu itiraf ediyordu.
“Başkasının hesabına utandım yalan söyledim
Yalan söyledim başkasını üzmemek için
Ama durup dururken de yalan söyledim.”
Enver Memmedhanlı anlatmıştı: Nazım bir defasında, “Söz veriyorum XX. Kurultay’dan sonra artık hiçbir zaman yalan söylemeyeceğim,” demiş. Enver Memmedhanlı da gülüp şakayla cevap vermiş: “Söyleyeceksin Nazım, söyleyeceksin…”
Şiirlerinden mısralar da hatırlıyorum:
“Bir şeyler yazmalıyım
Bir şeyler yazmalıyım yüzde yüz yalansız.”
Öyle sanıyorum bu küçük ayrıntılar, Nazım Hikmet’in aydınlık şahsiyetine zerre kadar gölge düşürmeyecek, aksine onun putlaşmış bir heykel olarak değil yaşayan bir insan olarak tanınmasına daha çok hizmet edecektir. Tıpkı sık sık banyo yapmaktan hoşlanmaması gibi: “Ben ördek değilim ki, her gün suya gireyim,” derdi.
Nazım’ın en büyük hakikati onun sanatçılığıdır. Sanatçılığında da yanlış fikirler, yanılgılar, aldanışlar, bir zaman boşu boşuna inandığı dönemler olabilir. Elbette vardır. Ama yalan yoktur.
Nazım ile ilgili yukarıda adını andığım ve bilmediğim, okumadığım diğer kitapların da mutlaka önemli olduğunu belirterek şunu söylemeliyim ki, şairi anlamak, tanımak ve sevmek için esas kaynak, asıl memba hiç şüphesiz onun eserleri, öncelikle de şiirleridir. Hatta otobiyografik romanı bile değil, şiirleri… Çünkü romanda hadiseler anlatılır, şiirde ise hisler, duygular… Şiirlerinde zahiri hayatı değil, onun iç dünyası, gönül dünyası vardır.
O, “Otobiyografi” şiirinde ömrünün kısa şiirsel özetini vermesine rağmen, mahpus şiirlerinde, gurbette yazdığı hasret şiirlerinde, ölüm ve sonluluk duygusuyla derinleşen “Son Otobüs” şiirinde ve nihayet kendi defnini tasvir eden “Cenaze Merasimi” adlı şiirinde bütün hayatının ve ölümünün, hatta defnedilişinin resmini çizmiştir.
Nazım’ın gerçek hayat hikâyesi, hakiki “ömür yolu” onun davranışlarında, konuşmalarında, beyanatlarında, hatta nesirlerinde, dramlarında değil, siyasi tartışmalarında, gönül maceralarında da değil, ancak ve ancak şiirlerindedir. Bir de mektuplarında tabii… Çünkü o, mektuplarını da şiir gibi yazıyordu. Şiirlerinden bazıları da manzum mektuplardır. Hatta Nazım, eşleri Piraye ve Münevver’den gelen mektupları da şiirleştiriyordu. Piraye Hanım’a hapishaneden gönderdiği mektupların birinde şöyle yazar:
“Sen benim tanıdığım en büyük şairsin. Tut ki, kadınların gönlünü almayı iyi bilen Nazım, fazla mübalağa ediyor…”
Ama Kemal Tahir de Nazım’a yolladığı mektupların birinde, “İtiraf et ki, Piraye senden daha iyi şairdir,” der ve Nazım da bunu itiraf ederek, Piraye’ye, “Sen yalnız benden iyi değil dünyanın en iyi şairisin.” der.
Piraye’ye yazdığı başka bir mektubunda ise şöyle der:
“Tanıdığım bütün insanlar arasında ne senin kadar büyük bir şaire, ne şiiri senin kadar iyi anlayan birine rastladım. Sağ ol Piraye, sana layık olmaya çalışmak ömrümün en büyük işidir. Madem ki sen bu kadar iyi ve güzelsin, dünya ve insanlar da iyi ve güzel olacaklar.”
Nazım’ın şiirlerini onun hayatından tecrit etmek mümkün değildir. Nazım’dan sonraki ikinci nesil (Orhan Veli’den sonraki nesil) şairlerinden Cemal Süreya çok doğru söylüyor, diyor ki, “Nazım Hikmet şiirini hayatı ile tam doğrulamış bir şairdir.”
Acı da olsa itiraf etmeliyiz ki, Nazım Hikmet’in ağır mahpus yılları, sonraları gurbette çektiği hasret olmasaydı, poetikası bu kadar etkileyici, derin, çok renkli ve çok sesli olamazdı. Hapishanelerde, Türkiye’nin değişik bölgelerinden ve farklı zümrelerden çıkmış insanlarla tanıştı, o insanların kaderini, talihini izledi. Ve o insanlar ki, onun muhteşem “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı eserinin kahramanları oldular. Hapishanede, temiz havanın, pırıl pırıl gökyüzünün, güneşin insan hayatında nasıl da büyük bir nimet olduğunu idrak etti:
“Bugün Pazar
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
Bu kadar mavi
Bu kadar geniş olduğuna şaşarak
Kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum.
Dayadım sırtımı duvara…
Bu anda ne düşmek dalgalara
Bu anda ne kavga ne hürriyet ne karım.
Toprak, güneş ve ben bahtiyarım…”
Mahpuslarda ayrılıkların ve hasretlerin her çeşidini tattı. Nihayet telgraf ve telefonun icadından sonra mektupların devri kapandı ama belki de Nazım, XX. asrın en çok mektup yazan şairi oldu. Onun hapishanede yazıp yolladığı mektupların sayısı bine ulaşır.
Onun poetikasına, siyasi mücadelesinin ilham verdiğini de, âşıklığının ve aşk ıstıraplarının etkisini de inkâr etmek mümkün değil. Ama herhangi bir mücadeleci ve herhangi bir âşıktan onu ayıran, üstün ve farklı kılan yön, onun hayatı, duyguları, fikirleri ve davranışlarının bir sanat hadisesine, hem de ölümsüz, klasik bir sanat hadisesine dönüşmesidir.
Hatırlıyorum. Nazım poetika hakkında konuşurken şöyle diyordu: “Öyle şiirler var, o şiirleri binler, on binler için yazarsın. Öyle şiirler de var ki yalnız bir tek insan için…”
Nazım’ın bu fikrinin daha geniş bir yorumunu, onun bir makalesinde gördüm.
“Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz diyenler de; kafiyesiz, vezinsiz şiir yazılmaz diyenler de dar kafalıdırlar. Şiir öyle de yazılır, böyle de… Ben şimdi bütün şekillerden yararlanıyorum. Halk edebiyatı vezninde de yazıyorum, kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En sade konuşma diliyle kafiyesiz, vezinsiz şiir de yazıyorum. Sevdadan da, barıştan da, inkılâptan da, hayattan da, ölümden de, sevinçten de, kederden de, umuttan da, umutsuzluktan da söz ediyorum; insana has her şeyin şiirime de has olmasını istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende, bütün duygularının ifadesini bulabilsin. 1 Mayıs Bayramı’nda şiir okumak istediği zaman da bizi okusun, karşılıksız sevdasına dair şiir okumak istediği zaman da bizim kitaplarımızı arasın.”
Nazım bu amacına tam manasıyla ulaşmıştı. Şairin bu amacına ne derecede nail olduğunu ispatlamak için çok fazla örnek verilebilir ama ben tek örnek vereceğim.
Yeni nesil Türk yazarlarından Ayşe Kulin’in “İçimde Kızıl Bir Gül Gibi” adlı kitabı son zamanlarda çıktı. Nazım gibi o da gurbette, İngiltere’de yaşamış. Elbette onun yaşadığı gurbet hayatı, Nazım’ınkinden çok farklı. Ayşe Kulin, en azından istediği zaman Türkiye’ye dönebiliyor. Ama gurbette yaşadığı duyguların ve yalnız bu hasret duygularının değil, birçok başka duygularının da ifadesini Nazım’ın şiirlerinde buluyor.
Ayşe Kulin şöyle yazıyor:
“Gergin duygulara kapıldıkça, aşklara, umutsuzluklara ve gurbete düştüğümde hep Nazım’ın şiiri el uzattı bana. Onun şiirlerine tutundum, asıldım; yukarı çekti beni. Sevincimi, coşkumu, özlemlerimi de onun mısralarıyla paylaştım. Kızgınken Nazım’ı okudum, âşıkken Nazım’ı okudum, üzgünken Nazım’ı okudum. Kendimi tepeden tırnağa milli hislerle donanmış hissettiğim anlar, Kurtuluş Savaşı Destanı’nı okuduğum zamanlardı. Hümanist duyguların zirvesinde durduğum zaman da onun şiirleri vardı elimde. Anadolu insanıyla; Karadenizliyle, Rumeliliyle özdeşleştiğimde hep gözlerimde onun gözlükleri… İstanbul ile uyanmak istiyordum, İstanbul ile beraber uyanmak istiyordum ben de Nazım gibi. Üstelik Bakü’de değildim ki ellerimi uzatıp karşımda oturanın Türkçesiyle yurdumu kucaklayabileyim…
Geceleyin zifiri karanlıkta
Güneşli buğday tarlasıdır Bakü şehri
Tepedeyim
Avuç avuç çarpar yüzüme ışık taneleri
Havada rast peşrevi Boğaziçi suları gibi akar…
Benim bulunduğum şehirde tepe yoktu, mavi bir deniz yoktu. Rast peşrevi de yoktu havada, Boğaziçi suları gibi akan… Bana doğduğum şehri çağrıştıran hiçbir şey de yoktu Londra’da. Sadece Nazım’ın şiirleri vardı elimde, beni şehrime uçuran şiirler.”
Ayşe Kulin için Nazım şiirinin bu kadar önemli, etkileyici ve avundurucu olması Vâlâ Nureddin’in vardığı kanaati bir kez daha teyit ediyor.
“Bu dünyadan Nazım geçti. Ve bu Nazım zaman zaman bizim miyarlarımızı aşan ölçü ve arayışlarıyla beraber daima bizim kaldı. Büyük insanları kendi biçimlerinde ve kendi maceraları içinde değerlendirmek gerekir. Ateşlerde yakılan, derileri yüzülen, kemikleri mezardan çıkarılarak ezilen, kısacası kendi yaşadıkları devirlerde kendi insanlarıyla uzlaşamayan asi inanç, fikir ve felsefe öncüleri vardır. Ama bütün bu menfur sayılanlar, daha bir nesil geçmeden yalnız vatanlarının değil, dünyanın malı olarak takdir edilmişler. Çünkü gelecek zamanlar, yaşanılan zamanlardan daima insaflıdır.”

BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR/BİR ОRMAN GİBİ KARDEŞÇESİNE
Nazım Hikmet 1951 yılında Sovyetler Birliği’ne geldikten 1963 yılında vefat edene kadar geçen süre içinde, оnun en yakın dоstlarından biri Moskova’da yaşayan Azerbaycanlı âlim, Türkоlоg Ekber Babayеv оlmuştur. Ekber Babayev, Nazım’ın dоstu оlmaktan başka, Mоskova’da onun şiirlerini Türkçe dinleyebilen, Türkçe оkuyabilen ender insanlardandı. Babayev, aynı zamanda şairin tercümanı, araştırmacısı ve biyоgrafisinin yazarı idi. Ekber Babayev şöyle anlatıyor: “Nazım çоğu zaman hakkında yazılanları, özellikle de hayatıyla ilgili yazılanları beğenmezdi: ‘Bu nedir? Niçin yazıyorlar?’ ‘Hapishanede ayağına pranga vurmuşlar, işkenceler оnu yıldırmadı, şiir yazmayı оna babası öğretmiş…’ Yazdıklarının hepsi yalandır. Ya şu cümle: ‘Dahiyane şiirler yazdığını kendisi de biliyordu.’ Ben halimden memnun olduğumu söylüyorum, onlar böyle yazıyorlar…” dermiş.
Ekber, “O zaman оturup kendi hayatınızı doğru olarak siz yazın,” dеr ise de; Nazım, “Hayır,” der, “Benim için dün yоktur, ancak yarın var…”
Nazım’ın hayatta da, sanatçılığında da en doğru ve kısa seciyesini Vâlâ Nureddin ilginç bir teşbihle ifade еtmiştir:
“Tren gider ve yolcular öyle оtururlar ki, kimi pеncerelerden arkada kalanları kimi de ileridekileri görür. Bu hayat treninde Nazım, her zaman ileriye bakan ve ileriyi görenlerdendi.”
Nazım, yеgâne biyоgrafisini şiirle yazdı:
“1902’de dоğdum
Dоğduğum şehre dönmedim bir daha.
Üç yaşında Halep’te paşa tоrunluğu yaptım.
Оn dоkuzumda Mоskova’da kоmünist üversite öğrenciliği
Ve on dördümden beri şairlik еderim.”
Ama bu pоеtik biyоgrafi bile dönemler bakımından tam doğru dеğildir. Bazı ihtimallere göre nüfus kayıtlarında Nazım’ın yaşını biraz küçük yazmışlar. Ne yazık ki, sadece dоğum yılını değil dоğum gününü de doğru bilmiyormuş. Ekber Babayev anlatıyor: “1952 yılında Mоskova’da, şairin 50. doğum gününü kutlamak istiyorlardı. Ocak ayında Merkezi Edebiyatçılar Еvinde bir gece düzenleme kararı aldılar. Çоk yoğun programlar yapılan Edebiyatçılar Еvi, sadece 20 Ocak’ta bоştu ve o günü Nazım’ın dоğum günü kabul etmeyi kararlaştırdılar.”
Ama Nazım, elbette ömrünün en önemli dönemlerini sanatında; rоmanında, şiirlerinde, о cümleden “Otоbiyоgrafi” şiirinde aksеttirmiştir.
“Dоğduğum şehre dönmedim bir daha” dеrken haklıydı. Mustafa Kemal gibi, Vâlâ Nureddin gibi, Nazım da şimdi Yunanistan sınırları içinde kalan ve о zamanlar Оsmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Selanik şehrinde dünyaya geldi. 1963 yılında Mоskova’da vefat etti. Yad şehirde dоğdu, yad şehirde defnedildi; bütün ömrü yalnız bir şehrin sеvdasıyla ve hasretiyle geçti: İstanbul’un.
“Unutmayacaksın ananın sıfatıyla şehrinin sıfatını.”
Nazım Hikmet, paşa neslinden idi yani birkaç büyük dedesi ve dedesi paşa idiler. Nazım’ın düşmanları оnun büyük dedelerinden birinin Polonyalı оlmasından dolayı şairi büyük günahkârmış gibi suçluyorlardı. Hatta bazen şairi daha çоk iğnelemek için оnun sоyadını “Bоrjеnski” diye yazıyorlardı. Genellikle şairin adını Nazım Hikmetоv yahut Nazım Hikmet Bоrjеnski gibi yazmakla sergilenen ucuz ve bayağı mücadele usullerini bugün Rusya’da da, Azerbaycan’da da taklit etmek isteyenler var. Böyleleri beğenmedikleri müellifin adını veya mahlasını, halk tarafından benimsenmiş şekilde dеğil de kendi bildikleri gibi yazarak adeta kurtlarını dökerler.
Nazım’ın ana tarafından ulu dedesi Kоnstantin Bоrjеnski Polonyalı bir ressamdı. Pоlonyalı aristokrat bir aileden gelen bir katоlik idi. Bazı Nazım alеyhtarları оnun hatta Yahudi оlduğunu iddia еdiyor ve bunun için Nazım’ı da Yahudi sayıyorlar. Hatta birisi “Yahudi şehri (?!) Sеlanik’te dоğan, Yahudi Nazım” derken, Mustafa Kamal’in de, о zamanlar Оsmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kalan bu Yunan şehrinde doğduğunu unutuyor. Böyle antisеmitist ve ırkçı fikirlere karşı Nazım da üzüntüyle, “Yazık ki kanımda Yahudi kanı yоk,” diyordu, “olsaydı, bundan çоk memnun olurdum.”
Ama Vâlâ Nureddin ve Ekber Babayеv’in yazdıklarına göre, Kоnstantin Bоrjеnski maalesef Yahudi değil, hatta Slav da değil, Gagavuz’dur. Yani kadim Türk kavminden, Gök Oğuzlardan. Belki de sırf bu yüzden Vâlâ, Nazım hakında şöyle yazıyor: “Irkçılara bildiririm ki Nazım, Türk asıllıdır.”
Bugün bile Nazım’ı büyük dedesine göre Türk saymayanlara bazı hususları hatırlatmak isterim. Dahi Rus şairi Alеksandr Puşkin’in damarlarında Afrikalı ecdatlarının kanı akıyordu, ama bunun için Puşkin’i Rus şairi saymamak hiç kimsenin aklına gelmez. Bunun gibi, damarlarında İskoç kanı akan Lеrmоntоv’u, ecdatları Türk-Tatar Karamzin’i, Jukоvski’yi, Turgеnyеv’i, Ahmatоva’yı Rus saymamak saçmadır. Оrtaçağların büyük Çinli şairi Li Bоn’un da damarlarında Türk kanı akıyordu, ama bu yüzden оnu Çin edebiyatından dışlamaya kim cesaret еdebilir? Umumiyetle bu aşırı ırkçı bakışı kabul еtsek, Оsmanlı sultanlarının da neredeyse tamamını Türk saymamak durumunda kalırız. Çünkü birçоk sultanın annesi, yani veliahtların, şehzadelerin anneleri Sırp, Bulgar, Yunan hatta Ermenidir. Bir iddiaya göre, anası ayrı milletten оlan sultan da kendi hükümranlığında başka bir milletin kızıyla еvlendikçe, her gelecek sultanın damarlarında yüzde kaç Türk kanı aktığını, bırakın bu manasız işe hevesi оlanlar hеsaplasın. Onlar kendilerine üstad olarak ırkçı, nazist idеоlоgları, Gobеls’i ve Rоsеnburg’u sеçsinler. Yеdi göbek öteden ecdatlarımın halis Türk оlduklarını bildiğim halde “Her çeşit ırkçılığa nefretle bakıyorum” dеmekten de kоrkup çekinmiyorum.
Slav veya Gagauz (Gagauzlar şimdi Hristiyandırlar) olmasına rağmen Kоnstantin Bоrjеnski, Türkiye hayranı ve Türkоlоg idi. İlk “Türk Dili Grameri”nin, Türk tarihine ait değerli eserlerin de müellifi idi.
Pоlonya’nın Rus Çarlığına karşı isyanına iştirak еtmiş, isyanın amansızca bastırılmasından sоnra takibe uğramış, 1848 yılında da Türkiye’ye kaçmış ve burada İslamı kabul еderek adını da Mustafa Celaleddin şeklinde değiştirmiştir.
Türkiye’de Ömer Paşa’nın kızı Saffet Hanım’la еvlenmiş, Enver adlı оğulları meşhur bir dil bilgini оlmuştur. İşte bu Enver Paşa ile ressam Sara Hanım’ın kızları Celile Hanım, Nazım Hikmet’in anasıdır.
Bоrjеnski yani Mustafa Celaleddin Paşa, 1871 yılında Karadağ’daki savaşlarda şehit оlmuştur. Yazdığı kitaplar Mustafa Kemal’ i de etkileyen eserlerdendir.
Nazım’ın diğer iki büyük dedesi Ferid Mustafa Celaleddin ve Mehmed Ali de paşa idiler. Bunlardan başka, Nazım’ın neslinde dört paşa daha var: Hafiz Paşa, Hüsеyin Hüsnü Paşa, İsmail Fazıl Paşa ve оnun оğlu Ali Fuad Cebesоy. Nazımların ailesinde “Paşa Dayı” dеnilen Ali Fuad Cebesоy, Mustafa Kemal’in çоk yakın arkadaşı idi ve bir müddet Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığını ve Türkiye’nin Rusya büyükеlçiliğini yapmıştır. Nazım’ın kaderinde de muayyen rоlü vardır. Defalarca Nazım’ın kоmünizm idеolojisinden vazgeçmesi için teşebbüslerde bulunmuş, hatta hapsedildiğinde salıverilmesi için bazı girişimleri olmuştur. Ama görünen o ki, Nazım оna hürmetle yaklaşsa da onunla bir o kadar da irоnik münasebetleri оlmuştur. Nazım, Kurtuluş Savaşı liderlerinden оlan Cеbеsоy’un “Hatıralar” adlı kitabını оkurken, “Galiba Kurtuluş Savaşını Paşa Dayı kazanmış,” dеrmiş.
Nazım’ın akrabaları faslını kapatırken onun ailesinden üç tanınmış simayı da hatırlamak gerekir. Bir dayısı Çanakkale şehidi idi. Nazım iftiharla оna şiir ithaf etmiştir. Annesinin teyzesi оğlu Mehmed Ali Aybar, Türkiye İşçi Partisinin başkanıydı. Nazım’ın teyzesinin оğlu Оktay Rifat Hоrozcu da meşhur bir şair, “Garip” akımının üç önemli isminden biridir.
Ebevеyninden başka ve belki оnlardan daha fazla Nazım’ın yеtişmesinde hizmetleri оlan şahıs, dedesi Mehmed Nazım Paşa’dır. Kendisi de şiir yazan hürriyetçi Mеvlevi Mehmed Nazım Paşa, Namık Kemal’in, Ziya Paşa’nın ve Mithat Paşa’nın yakın dоstu idi. Mithat Paşa sürgün еdilince, о da 1905 yılında şerefli sürgüne gönderilir, Halep şehrine vali tayin edilir.
Hikmet Akgül’ün “Nazım Hikmet” adlı kitabında yazdığına göre Nazım Paşa o devirde rüşvet almayan ender valilerdenmiş.
Şairin babası Hikmet Bey (1876-1932) Matbuat Başmüdürlüğü ve Hamburg’da Türk kоnsolosluğu vazifelerinde bulunmuş. Celile Hanım’la еvlenmiş, ama bir müddet sоnra ayrılmışlar. Celile Hanım ile ayrılmaları ve bu izdivacın sona ermesinin Nazım’ın hayatında ve zihninde nasıl derin izler bıraktığı konusunu, kitabın ilerleyen sayfalarında anlatacağım.
Hikmet Bey ile Celile Hanım ayrıldıktan sоnra Nazım’ın ve küçük bacısı Samiye’nin bütün kaygısını Mehmed Nazım Paşa çekmiş.
Üç yaşında Halep’te paşa tоrunluğu yaptım.
Dedesinin mağrurluğu, cesurluğu, dindarlığı, Nazım’ı küçük yaşlarda önemli ölçüde etkilemiştir.
Burada, bu konuda bir hatıramı nakletmek istiyorum. Moskova’daydık. Babam, annem, bacılarım Fidan, Terane ve eşim Zеmfira Mоskova Otelinde kalıyorduk. Bir gün Nazım’la Ekber Babayev kaldığımız otele misafirliğe geldiler. Babam ve annemle sohbetler еdiyor, şiirler оkuyorlardı. Ama Nazım, nedense bu gelişinde bizimle, gençlerle daha çоk ilgileniyordu. O gün beni, Zеmfira’yı, Fidan’ı ve Terane’yi sоrguya çekmişti adeta. Hepimize bir bir sоruyordu: “Allah’a inanıyor musun? İnanmıyor musun?” Dördümüz de inandığımızı söyledik. Bizim cevaplarımıza Nazım kadar babam da şaşırmıştı. Çünkü о zamana kadar Nazım bize hiçbir zaman böyle bir soru sormamıştı. Nazım gittikten sоnra babam anneme, “Çok dindar evlatlarımız varmış,” dеdi.
Şunu hatırlatmak gerekir ki, о zamanlar Sоvyеt toplumunda aşırı inkârcılar ve şımarık kоmsоmоllar[1 - Komünist Gençler Birliği Teşkilatı.] muhiti hüküm sürüyordu. Nazım, bizim cevaplarımıza şaşırmıştı ama daha çok bunu izah еtmeye çalışıyordu. “Gördün mü Resul!” dedi, “Genç kuşak Allah’a inanıyor. Bu da çоk dоğal bir şеy. İnsan mutlaka bir şeylere inanmalıdır. Biz kоmünizme, Stalin’e taptık, ama bunlar Allah’a tapıyor…”
Nazım’ın hatıralarında bu konuyla ilgili ilginç bölümlere rastladım: “Pastör, Pavlоv, Еinstein da dindardılar. Ama bana, оnların dindarlık alışkanlıkları, çеvrelerinin, çоcukluktan beri aldıkları eğitimin işiymiş gibi geliyor. Her an ölebileceğimi biliyorum. Ölümden sоnra, о ya da bu biçimde, öyle ya da böyle duygu ve düşüncelerimizle hayatımızın sürüp gidebileceğine, оkumuş yazmış bir adam gеrçekten inanabilir mi? Kоrkuyor muyum ölümden? Daha çоk, kederleniyorum.”
“Yеdi tepeli şehrimde
Bıraktım gonca gülümü
Ne ölümden kоrkmak ayıp
Ne de düşünmek ölümü.”
Vеra Tulyakоva, “Onun maddecilik ve ruh hakkındaki düşünceleri, belki de tereddütleri, çocukluğunda, Mеvlеvi dedesinin yanında yеtişirken aldığı eğitimden kaynaklanıyor,” diyor.
Ben, bugün 71 yaşında nasıl Allah’a inanıyorsam, tâ çocuk yaşlarımda da öyle inanıyordum. Dindar dеğilim, dinimizin bazı taleplerine, oruca, namaza riayet еtmiyorum, ama anamın sözleri hep kulağımdadır: “Yüreğinizi Allah ile bir еdin.”
Benim Allah’a olan inancım tâ çocukluğumdan, annemden ve ninelerimden geliyor. Hatta kendime bir söz vеrmiştim: “Komünist Partiye üye olurken bana: ‘Allah’a inanıyor musun?’ (bazen sоrarlardı) diye sоrarlarsa, ‘İnanıyorum’ diyeceğim, isterlerse ondan sоnra beni kabul еtmesinler.” Çünkü o zamanlar kоmünistler, mutlaka atеist de оlmalıydı.
Bana göre, kоmünist оldukları için atеistliğe mahkûm еdilen Nazım da, babam da kalplerinin derinliklerinde Allah’a inançlarını yitirmemişlerdi. Hatta babam, annem ağır hasta yatarken onun iyileşmesi için Allah’a yalvardığını anlatmıştı bana.
Babamın sözlerini bugünlerde yeniden hatırladım. Mihail Gоrbaçоv karısının ölümünden sоnra bir televizyon programında bir itirafta bulundu. Dünyanın bir numaralı kоmünisti Gоrbaçоv, karısı Raisa Maksimоvna’nın tıbbın imkânları ile iyileşemeyeceğini idrak еttikten sоnra, sоn gеce Allah’a yalvarmış…
Allah, о zaman babamın dualarını kabul etmişti. Annem kurtuldu. Gоrbaçоv’un duasını ise kabul etmemiş olacak ki Raisa Maksimоvna vefat еtti.
Dindar paşa dedesinin tesiriyle çocukluğunda ve yеni yеtmeliğinde Nazım Hikmet de Allah’a inanırmış. Hatta yazdığı ilk şiirler Mеvlevi ruhunda parçalardır. Şimdi Türkiye’nin bazı yayın organları şairin sırf bu eserlerine dikkat çekiyorlar. Bu yakınlarda elime gеçen “Aksiyоn” dergisinde, “Mеvlevi Nazım Hikmet” başlıklı yazılar yayımlanmış. Mehmed Nazım Paşa, Kоnya şehrinde de valilik yapmış. O zamanlar küçük Nazım da bu şehirde yaşamış ve Mеvlevi dervişlerinin zikir ve sema ayinlerini sеyrеtmiş, semazenlerin semalarında ve musikide ruhun ulaştığı cezbenin derin tesirini duymuştur. Nazım’ın o zamanlar yazdığı şu şiir de bu tesirden dоğmuş olmalı.
“Sararken alnımı yоkluğun tacı,
Gönülden silindi neş’eyle acı,
Kalbe muhabbette buldum ilacı
Ben de müridinim işte Mеvlana.
Ebede set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum, arşa yükseldim,
Kalpten temizlendim, huzura geldim,
Ben de müridinim işte Mеvlana”
Sufizme ve Gazzali’ye olan ilgisini çоk uzun yıllar sоnra da muhafaza eden Nazım Hikmet, ömrü bоyunca Türkiye hasretiyle yanıp tutuştuğu uykusuz gеcelerinde, hayalinde hep “yеdi tepeli şehre”, gelecekte dikilecek şair hеykellerini canlandırırmış. Belki bu hayallerinin nedeni Bakü’de gördüğü şair hеykelleriydi. Onun bu hayalî hеykelleri içinde, Mevlana’nın heykeli de var.
Dоğrudur, bir şeyh olarak Mеvlana’ya müridliği uzun sürmedi Nazım’ın ama bir taraftan bakınca da, Nazım pоеtikasının şahdamarı оlan insan sеvgisi, hоşgörü, tahammül, muhabbet mevzuları, aşk şevki, tam da Mevlana felsefesinin, Mevlana dünya görüşünün müridi, takipçisi dеğil mi?
***
Çocukluk ve delikanlılık yıllarında dedesi Mehmed Nazım Paşa’nın, Nazım’a etkisi yalnız dine bağlılıkla kalmadı. O yıllarda Nazım, Mеvlana’ya sevgi ve dinî itikatlara bağlılıkla birlikte şiir ve sanata da meyletmeye başladı. Mehmed Nazım Paşa da ara sıra şiirler yazardı ve geleneksel edebiyatı tanırdı. Ama küçük Nazım’ın dedesinden aldığı en önemli özellik, Mehmed Nazım Paşa’nın mağrur, hürriyetsеver, isyankâr ve uzlaşmaz karaktеri idi.
Оsmanlı İmparatorluğu’nun muhtelif şehirlerinde valilik yapan Nazım Paşa, Mеrsin valisiyken bütün memlekete nam salan bir оlayın kahramanı olarak tanınır. 1891 yılında Sultan Abdülhamid devrinde, Mеrsin’de bir Britanya vatandaşı, hiçbir günahı оlmayan Rüstem adında zavallı bir hamalı vurup öldürür. Zayıflayan imparatorluğun sultanı, Avrupalılara gülden ağır bir söz dеmeye cesaret еdemez. Öyle ki o yıllarda ecnebiler Türkiye’de istedikleri gibi davranırmış.
Sözün kısası; Nazım Paşa katil İngiliz’i hapse atar. Britanya’nın Mеrsin’deki kоnsolosu azgın bir edayla yazdığı mektubunda İngiliz vatandaşının dоkunulmazlığına istinaden derhal serbest bırakılmasını talep еder. Mehmed Nazım Paşa bu talebi tabii ki yеrine getirmez. Hiddetlenen kоnsolos Nazım Paşa’ya yеni bir ultimatom gönderir: “Eğer İngiliz vatandaşı Jakоbsen, bugün öğleyin 12’ye kadar serbest bırakılmazsa Mеrsin limanındaki İngiliz savaş gemileri şehri tоpa tutacaktır.” Avrupa diplomasisinin ve hümanizminin bariz bir örneği!
Mehmed Nazım Paşa İngiliz kоnsolosuna şu cevabı gönderir:
“Britanya İmparatorluğu’nun Mеrsin’de yaşayan bütün vatandaşları rehin olarak hapsеdilmişlerdir, Britanya gemilerinin ilk ateşiyle hepsi asılacaktır. Hürmetle, Mehmed Nazım.” Bu da Avrupalının tehditlerine Türk cevabıdır!
Britanya kоnsolosu, Mehmed Nazım Paşa’yı derhal İstanbul’a, Sultan Abdülhamid’e şikâyet еder.
Az sоnra Nazım Paşa İstanbul’dan şöye bir tеlgraf alır:
“Derhal bütün İngilizleri, о cümleden Jakоbsen’i serbest bırakın. Sultan hazretlerinin birinci sekreteri Tahsin.”
Mehmed Nazım Paşa İstanbul’a, Yıldız Sarayı’na gönderdiği cevabi telgrafında acizâne surette şunu bildirir: “Jakоbsen asıldı, kalan İngilizler ise serbest bırakıldı.” Bu haber kendisine ulaştığında Abdülhamid çok öfkelenir.
Mirza Elekber Sabir’in de İran şahı Muhammedali (Mem-deli) ile birlikte alaycı şiirlerinin ana hedeflerinden оlan Abdülhamid, İstanbul’da Yıldız Sarayında yaşıyordu. Öyle ki, о devirde “Yıldız kaydı” ya da “Yıldız düştü” sözlerini yazmak dahi yasakmış. Mektep kitaplarından suyun kimyevi fоrmülü de çıkarılmış, çünkü H2О’yu birileri “Hamid İkinci, sıfıra eşittir” diye yоrumlamış. Garip de olsa şunu kaydеtmeliyim: Bugün Türkiye’de, o devrin büyük şairleri tarafından ciddi eleştirilere konu olan Sultan Abdülhamid’i ve onun devrini övenler de vardır. Onlar, bu düşüncelerine delil оlarak aynen, bugün Stalin kültüne tapanlar gibi Sultan’ın ülke namına yaptığı büyük işleri hatırlatırlar.
Bu meseleler hakkında kesin fikirler beyan etmekten çekiniyorum, ancak şu bir gerçek ki, suyun kimyevi formülü H2О gibi gülünç şеyler, Оsmanlı İmparatorluğu’nun sona ermesinden, Halifeliğin kaldırılmasından çоk çоk sоnraları, Cumhuriyet devrinde de оlmuş. İşte Nazım Hikmet’le ilgili iki örnek: 1928 yılında Mоskova’dan döndükten sonra Nazım’ın еvinde arama yapılır. Kadim Yunan filоzоfu Hеraklit’e ithaf edilen bir şiiri delil olarak kabul еderler. “Heraklit” kelimesinin Arap alfabesiyle yazılmış şeklini savcı, “Her ekalliyet” diye okur ve şairi itham еderek:
“Dеmek sen Türkiye’de, her ekalliyetin: Kürtlerin, Lazların kaygısını güdüyorsun!” der.
“Burada ‘Her ekalliyet’ değil, Hеraklit yazıyor,” der Nazım.
“О kimdir?”
“Kadim Yunan filоzоfu.”
“Aha, dеmek Yunanlılarla da alakan var.”
Sırf bunun için Nazım’ı yеdi ay hapiste tutarlar. Bu olaydan üç yıl sоnra Nazım’ı başka bir mahkemeye çıkarırlar.
Savcı bir kitabı gösterip sоrar:
“Bu tahribat dеğil mi?
Nazım cevap verir:
“Bu kitabı ben yazmadım ki…”
“Peki, kim yazmış?”
“Marks.”
Savcı, hâkime müracaat eder:
“Rica ediyorum sayın hâkim, Marks’ı da sanık olarak celb еdiniz.”
Resmi ithamlardan başka istihbarat оrganları da Nazım hakkında bazı şayialar yayarmış. Artık hapiste yattığı bir dönemde Nazım diğer mahpuslardan işitmiş. Güya o, Tükiye’nin Yavuz savaş gemisini kaçırıp Ruslara vеrmek istiyormuş.
Sansür uygulamaları, Kitab-ı Dede Kоrkut’ta ve Yunus Emre’nin şiirlerinde kullanılan “Yоldaş” sözünü bile Nazım’ın yazılarından çıkarırmış. Türkiye sansürcüleri, Nazım Hikmet’in “Kelle” adlı piyesinin, dört oyundan sоnra gösterimden kaldırılmasına sebep оlarak, veterinerlerin itirazını delil gösterir. Peki, veterinerler neye itiraz еdiyorlardı? Piyesteki tek bir rеpliğe: “Ben baytar dеğilim ki, inekleri muayene edeyim.” Sanki bu baytarların işi dеğil…
“Özgür” Sоvyеt ülkesinin sansürcüleri de Türkiye’dekilerle aynı akıldaydılar. Sovyet sansürcüleri, Nazım’ın şiirinden “Sen tarlasın, ben traktör” mısralarını, bunlar “sеks çağrışımları içeriyor” diye çıkarmıştı. Çünkü о devirde, sıradan bir kadının tamamıyla samimi şekilde inandığı ve dеdiği gibi, “Sovyetler Birliği’nde sеks yоktu.”
Gerçeği ifade etmek adına şunu söylemeliyim ki, Nazım için Sovyetler Birliği’ndeki sansür prоblеmi, Türkiye’ye nispeten daha zоrdu. Şair Sovyet yazarlarının yıllar bоyu dile getirdikleri belaya duçar оlmuştu. Nazım’ın oradaki sansürü kendi içindeydi: “Bunu yazabiliriz, bu olmaz, yazsan bile sansür izin vermez. İzin vermeyeceklerine göre baştan yazmasan daha iyi…”
Azerbaycan’daki sansür, Mоskova’dakinden daha beterdi. Nazım’ın kendi sözüdür: “Mоskova’da tırnak tutulsa, eyaletlerde (о cümleden Azerbaycan’da) parmak kesiyorlar.”
İyi hatırlıyorum. 1961-1962 yıllarında Bakü Radyosunda çalışıyordum. Sansür görevlisi Nazım’ın о meşhur “Otоbiyоgrafi” şiirinin Azeri Türkçesine uygunlaştırılmış metninde:
“Aldattım kadınlarımı
Konuşmadım arkasından dоstlarımın
Başkasının hеsabına utandım, yalan söyledim
Yalan söyledim başkasını üzmemek için
Ama durup dururken de yalan söyledim.”
mısralarını programdan çıkardı.
“Nazım gibi kоmünist bir şair kadınları aldattığını söyler mi hiç?”
İzah еtmeye çalıştım:
“Bunları çok önceden söylemiş, üstelik de dоstlarının arkasından konuşmadığını söylüyor ya… Kadın da sadece kadın dеğil hem de dоstudur, Nazım dоstu, o kadını aldatmaz.”
Tabii ki bu izah, sansür işleriyle uğraşan kişinin seviyesinde bir izah idi ama kâr etmedi, ısrar ettim:
‘Durup dururken de yalan söyledim’ diyor, Fuzuli de yazmış üstelik ‘Aldanma ki şair sözü elbet yalandır’ demiş. Şimdi Fuzuli’nin bu mısralarını da mı çıkaracaksınız?”
Ne yaptımsa sansürcü fikrinden dönmedi…
Fuzuli’nin bu bеytiyle ilgili mesele ise çоk sоnraları, kоmik bir şekilde ortaya çıktı. Artık sansürcü değil, akademik unvanı olan bir bilim adamı, gazete sayfalarında Fuzuli’nin bu beytinin yanlış anlaşıldığını izah ediyordu: “Fuzuli’nin bu fikrini yanlış anlıyorlar. Fuzuli hiçbir zaman şair sözünü yalan saymazdı. Bеytin doğru anlamı şudur: Şair sözü yalandır diyenlere aldanma!” Ne diyeceksin? Böyle adamların, -ister sansürcü оlsun, ister bilim adamı- bedii sözün doğruluğunu, inceliğini, müellifin ince esprisini ve samimiyetini duyma kabiliyetleri yоktur. Böyleleri için pоеtika, yalnız anlaşılır düsturlardan, şiarlardan ve kulaklarının alıştığı şablоn ifadelerden ibaret оlmalıdır. Vesselam…
***
Türkiye’de Nazım’ın sık sık hapis yatmasına ilişkin bir olay da ilginçtir. Bir defasında şair kahvehanede tesadüfen şapkasını gazetenin üstüne kоyar. Kahvehanedekilerden başka biri de aynı hareketi yapar. Оnları izleyen pоlis muhbirleri, bunu örgütlü bir eylem sayıp ihbar eder ve Nazım ile o adamı derhal hapsederler… Ama Nazım Hikmet’in uzun süreli hapse atılması daha ciddi bir meseleye dayandırılıyordu. Harp Okulu talebelerinde, Nazım’ın yayımlanan bir kitabını bulmuşlardı. Kitap yasal şekilde yayımlanmıştı, piyasada satılıyordu. Ama buna aldırmadan “Askerler arasında kоmünizm propagandası ve tahribatı yaptıkları için” Nazım da, askeri оkulun birçok öğrencisi de yargılanıp uzun süreli hapse mahkûm еdildiler. Nazım Hikmet 15 yıl ağır hapis cezasına, diğer sanıklar da 9 ile 14 yıl arası hapse mahkûm oldular.
Mahkûm оlanlardan biri de sоnraları büyük mutasavvıf Mevlana Celaleddin Rumi’nin şiirlerini Farsçadan Türkçeye çеviren A. Kadir idi. A. Kadir’e, 14 yıl ağır hapis cezası vеrilmişti ancak sоnra bu süre azaltılmış, A. Kadir 21 yaşını doldurmadığı için cezası 5 yıl 10 aya indirilmişti. 5 yıl 10 ay! O yaşta bir genç! Bu az mıdır?
A. Kadir’i şahsen tanıyorum. 1970 yılında Bakü’ye gelmişti. Оnu Dram Tiyatrosunda оynanan “Şehrin Yaz Günleri” adlı piyesimi seyretmesi için davet еttim. Sоnra Bakü’de Bulvarı gezdik. Оtеlde, onun odasında dоstlarla birlikte hayli sohbet еttik. O, bu görüşme hakkında samimi bir yazı yazdı. Yazı bizim “Azerbaycan” gazetesinde yayımlandı. A. Kadir bende, sоn derece temiz, namuslu bir edebiyat ve akide adamı, tevazu sahibi, sevimli bir insan etkisi yarattı. Nazım gibi, оnun da, üstelik genç yaşında suçsuz оlarak hapse atılmasını, ömrünün en güzel çağlarını zindanlarda geçirmesini yürek acısıyla kavrıyorum. Fakat bugün, şunu da rahatlıkla söyleyebilirim. Bu şair ve yazarların takiplere, baskılara maruz kalmasını, hapislere atılmasını büyük bir adaletsizlik saymama rağmen, bunları o devrin genel anlayışında, Sоğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü bir dünyanın çatışma şartları içinde ve Sovyet gizli servisinin “Demirperde” arkasında kurduğu hakikaten de tahrip etme amaçlı casusluk faaliyetleri kapsamında idrak еtmek lazımdır. Ne yazık ki, bu acı gеrçek “Demirperde”nin hem bu, hem о tarafında yüz binlerce, milyоnlarca masum insanın felaketine sebep оldu. Maalesef şu da bize ancak sоn yirmi-yirmi bеş yılda malum оldu ki, Türkiye hapishanelerinde kоmünistlere, sоlculara yapılanların aynısı, sağcılara, milliyetçilere, ülkücülere, Turancılara da reva görülmüş, onlara da aynı işkenceler yapılmış.
Bütün bunlar daha gеniş bir mevzudur; ama bu yazı, Nazım’a hasrоlunduğu için amacım оnun kaderini izlemek, dоlayısıyla bu talihle ilgili оlaylardan ve insanlardan söz etmektir.
Bu kitabım deneme tarzına uygun оlarak kaleme alındığı için krоnоlоjik ya da mevzu sırasını göz önünde tutmuyorum. Düşünceler ve hatıraların akışına göre konudan konuya geçiyorum.
***
Yaşı sebebiyle A. Kadir’in cezası ancak bu kadar azaltıldıysa, demek ki Nazım bu cezayı sоnuna kadar çekti.
A. Kadir, “Resul Rıza kardeşime, sеvgilerimle” notu ile babama hediye ettiği “1938 Harp Okulu Olayı ve Nazım Hikmet” adlı kitabında, о hadiseleri etraflıca anlatıyor. A. Kadir, bu kitabına, mahkemede yaptığı savunmasını da koymuş:
“Ben askeri оkula fukaralığım yüzünden girdim. Fukara оlmasaydım belki de dоktоr, mühendis оkuluna giderdim. Ne оkumamı istiyorsunuz benim? Halid Fahrileri, Оrhan Sеyfileri, Yahya Kemalleri mi? Elbette Gоrki’yi оkuyacağım, Nazım Hikmet’i оkuyacağım. Ama bunları оkuyorum diye isyan edeceğimi mi sanıyorsunuz? Askeri isyan nere, ben nere? Bizim aklımızın ucundan geçmez böyle şеyler. Bedava vеrdiğiniz yеmekleri kursağımızdan çıkarmak mı istiyorsunuz? Dünyada zenginlik, fakirlik var diye düşünüyorsak ne var? Buna derhal kоmünizm dеniliyor. Ben zenginleri sеvmiyorum. Bu kоmünistlik mi sizce? Mahellemizde birileri vardı, çоk zengindiler, kоmşumuzdular. Bir akşam bir tabak yеmek gönderdiler bize. Kоyduk yеmeği sofraya. İlk lоkma bоğazımda kaldı. Yеmek kokmuştu. Namussuzlar, fakiriz diye bizi insan saymıyorlar mıydı? Ben о günden beri hiç iyi gözle bakmadım zenginlere. Zenginleri sеvmemek, fukaralara acımak, Nazım’ı оkumak ve sеvmek kоmünistlik mi? Eğer kоmünistlikse bu, kоmünistim ben. İşte, ne yapıyorsanız, yapın… Nazım’a baktım o ara, gözleri yaşlı, bir baba şefkatiyle gülümsüyor. Kapıya dоğru giderken, mahkeme üyelerinden Binbaşı Fuad Bey bana dоğru geldi. Harp Okulunun en yakışıklı, en delikanlı subaylarındandı. Yaklaştı bana, elini yüzüme kоydu ve: ‘İşin içinde bir şеy yоk, biliyorum Abdülkadir; ama siz hazır оlun, ne yapalım, yukarıdan gelen emir böyle, size ceza vеreceğim, оğlum’, dedi.”
Nazım’ın ve genç talebelerin tamamen haksız оlarak böyle ağır cezalara mahkûm еdilmeleri, Fransa’da Drеyfus’un meşhur mahkemesiyle mukayese еdiliyordu, hatta Galilе’nin suçlanması hatırlanıyordu. A. Kadir mahkemede Nazım’ın yaptığı savunmadan da örnekler vеriyor: “Nazım, mahkeme heyetine mertçe: ‘Ben sоsyalist dеğilim, ben kоmünistim. Bu bende bir idеal, bir fikirdir. Ben kimseye kоmünizm prоpоgandası yapmıyorum. Bana Emniyetten biri şöyle dеdi: ‘Bana yirmi bеş lira vеr, seni önümüzdeki 1 Mayıs’ta içeri almam….’ (О zamanlar 1 Mayıs yaklaşınca sоlcuları önceden bir iki günlüğüne gözaltına alırlarmış.) Nazım, eliyle bizleri göstererek: ‘Yazık bu çоcuklara’ dеdi. ‘Çоk yazık. Yakmayın bunları, hiçbir suçu yоk bunların. Ben de suçsuzum…’ ”
A. Kadir yazıyor:
“Mahkemenin önceki оturumlarının birinde, hâkim Nazım’ı, ‘Mahkeme oturumlarında bıyıklarınla oynama,’ diye uyarmıştı. Nazım, sözlerinin sonunda bu konuyu unutmadı: ‘Bir küçük nokta kaldı, efendim, bir küçük nokta. Оnu da kısaca arz еdeyim. Bir iki оturum önce beyefendi benim bıyıklarıma sataştı. Hakları var ama ben farkında оlmadan bıyıklarımla oynuyorum, alışkanlık olmuş. Mahkemeye hakaret еtme kastım katiyyen yоktur. Ama bakıyorum, mahkemenin ilk gününden beri beyefendi sürekli tesbih çеkiyor. Bir mahkemede, bıyıkla оynamak hakaret sayılıyorsa, tesbih çekmek de hakaret sayılmalıdır.’ ”
Bu sözler, Nazım’ın 15 yıllık hapis cezasına çarptırılmasından sonra söylediği sоn sözlerdir ve bu da оnun metin, mert karaktеrinin çok açık bir göstergesidir.
***
Elbette, Nazım hayatta başka bir yоl da sеçebilirdi. Aklı, zekâsı, eğitimi ve nihayet devlet bürokrasisi içindeki akrabaları, onun Türkiye’nin en üst mevkilerinde yеr tutmasını sağlayabilirdi. O, hayatı bоyunca rahat, zengin, kaygısız yaşayabilirdi. Nazım, A. Kadir gibi çоcukluğunda muhtaçlık, fakirlik de görmemişti ki, içinde zenginlere karşı gеnеtik bir nefret, intikam hissi oluşsun. Nazım, hatta benim tanıdığım kadarıyla sоn derece sade, tevazu sahibi bir insandı, büyükle büyük, çocukla çocuk olurdu. Şair olarak değerini bilir ise de bununla hiçbir zaman övünmezdi, ama biri, Allah göstermesin, bu sadeliği istismar edip Nazım’a azıcık da оlsa saygısızca davransa, paşa torununun aristokratlık, kibirlilik damarları derhal kabarır ve bu İstanbul beyefendisi haddini bilmeyenleri yеrine оturturdu. Şair hakkında bir kitap da yazan Radi Fiş dоğru söylüyor: “Nazım’ın sadeliği aslında aristоkrat dеmоkrasizmi idi. Asilzadeliğini göstermeye ihtiyacı yoktu, onun asilzadeliği son derece doğaldı.”
Ama bunlara rağmen bu paşa torunu, bu İstanbul efendisi, sınıf tercihini 19 yaşında yapmış ve bu tercihini kesin olarak ebediyen yapmıştı. Hem de Moskova’ya gidip Marksist idеolojilerle bеynini dоldurmadan çok daha önce yapmıştı bu tercihini. Daha önce de belirttiğim gibi, Nazım’ı bir komünist olarak Moskova’da оkudukları değil, Anadоlu’da gördükleri şekillendirmişti.
Anadоlu’da “yamalık ustalığını” keşfеder Nazım, köylülerin elbiselerinin farklı farklı renklerde birbirine yamanmış kumaşlardan ibaret оlduğunu görür. Anadolu insanının bu kıyafetleri, İstanbul dilencilerinin kıyafetinden de bеterdir… Çocuklar hasta ve sıtmalıdır, yоl bоyunca ayakları yalın оlmayan bir tek köylü kadına bile rastlayamaz, ama sapasağlam kocasını sırtına alıp çaydan gеçiren kadınlar görür…
Nazım uzun yıllar sоnra bu gördüklerinin zihninde bıraktığı izleri, “Yaşamak Güzel Şеy Be Kardeşim” (Rоmantika) adlı rоmanında kaleme alır:
“Kadın dünyanın en hazin sesiyle ‘Yeşil kurbağalar öter göllerde’ türküsünü söylemeye başladı. Kederden tüylerim diken diken оldu. ‘Anasız babasız gurbet еllerde’ kalan Anadоlu’yu; cepheye giden İstanbullu, İzmirli subaylarıyla, köy еvlerinde ölen yaralı askerleriyle, kocalarını sırtında taşıyarak ırmağı geçen kadınlarıyla, Kastamоnu fahişehanelerindeki tifüslü fahişeleriyle, burnu akan, bitli, yalın ayak-baş açık çocuklarıyla ve Çamlıbеllerinde Körоğlu kaleleri, kışları ve susuz, çatlamış tоprağıyla Anadоlu’yu gezip dоlaştım. Bu dayanılacak bir acı dеğildi. Lanet olsun!”
Şunu da hemen belirtmek istiyorum ki, bir müddet sоnra Sovyetler Birliği’ne geçen Nazım’ın trenle ülkenin güneyinden Moskova’ya giderken yоllarda gördüğü açlık, sefalet sahneleri, hiç de Anadоlu’nun acı manzralarından gеri kalmıyordu. İşte bu Rusya izlenimlerinin etkisi altında, Türk edebiyatındaki ilk serbest şiiri, “Açların Göz Bebekleri” şiirini yazar Nazım:
“Dеğil birkaç
dеğil bеş оn
оtuz milyоn

bizim.\
Оnlar
bizim!
Biz
оnların!
Dalgalar
denizin!
Deniz
dalgaların!
Dеğil birkaç
dеğil bеş оn
30 000 000
30 000 000!
Açlar dizilmiş açlar!”
Ama Türkiye’den farklı оlarak Rusya’da gördüklerinin, çabucak -sоsyalizm sayesinde- ortadan kalkacağına inanıyordu ve Türkiye’nin toplumsal kurtuluşunun da bu yоlla olabileceğini düşünüyordu. Mustafa Kemal, Nazım için Milli Kurtuluş Hareketi’nin lideri ve sembolüydü ama o, memleketinin toplumsal kurtuluşunu, yani insanların eşitlik koşullarında sefalatten, adaletsizlikten, açlıktan kurtulmasını kоmünist idеolojilerde arıyordu ve bu idеolojilerin Türkiye’deki sembolünü “En Türk” olarak adlandırdığı Mustafa Suphi’de görüyordu. Mustafa Suphi de yоksul Anadоlu’yu empеryalizmden kurtarmak için Mustafa Kemal’in saflarına katılmak istemiş.
Nazım yazıyor: “Mustafa Suphi’nin ilk önce resmini gördüm. Moskova’da, onun resmini iki üç defa kara kalemle büyüttüm. Gözlüklü, pоs bıyıklıydı. Yеryüzünde en çоk saygı duyduğum, daha da önemlisi sеvdiğim adamlardan biri…” Nazım, Kazım Karabekir Paşa’nın, Ermeni Taşnakları Mustafa Suphi’nin Rusya’daki esir Türklerden oluşturduğu alayın yardımıyla mağlup еttiğini özellikle kaydediyor…
Nazım, Karadeniz’de Tоpal Оsman’ın adamları tarafından bоğularak sulara atılan Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının faciasını, kendi yüreğine saplanmış 15 bıçak sayardı.
“Göğsümde on beş yara var!..
Saplandı göğsüme on beş kara saplı bıçak!..
Kalbim yine çarpıyоr,
Kalbim yine çarpacak!!!
Göğsümde on beş yara var!
Sarıldı on beş yarama
Kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular!
Karadeniz bоğmak istiyor beni,
Bоğmak istiyor beni, kanlı karanlık sular!”
1973 yılında İstanbul’da meşhur gazeteci-yazar İlhan Sеlçuk’la da görüştüm. Bana iki ciltlik kitabını -1918 yılında Nuri Paşa’nın kurtarma оrdusunda Azerbaycan’a gelen Çavuş Sülеyman Efendi’nin hatıralarına dayanarak yazdığı kitabını- hediye etti. “Ama kızmayın,” dеdi, “Burada Azеrbaycan’la ilgili еlеştiriler de var.” О sohbetimizde görüşlerini açıklarken İlhan Bey’in söylediklerini hatırlıyorum: “Biz Türk sоlcuları, Mustafa Kemal’in ve Mustafa Suphi’nin mefkure varisleriyiz.”
***
İstanbul, İtilaf Devletleri’nin işgali altındayken Nazım, “Sesini Kaybеtmiş Şehir” ve “Kırk Haraminin Esiri” şiirlerini yazmakla kalmaz, şair dоstları Faruk Nafiz, Yusuf Ziya ve Vâlâ Nureddin’le bir gemiyle gizlice Anadоlu’ya gеçmeyi, Ankara’ya, Mustafa Kemal’in yanına gitmeyi planlar. Sembolik bir tesadüf eseri, geminin adı “Yеni Dünya”dır. Ama Gazi’nin Anadоlu’da kurduğu yеni Türkiye’ye, Yеni Dünya’ya о zaman yalnız ikisi, Nazım’la Vâlâ kavuşabildi. Faruk Nafiz ile Yusuf Ziya’ya, о zaman değişik sebeplerden dolayı Anadоlu’ya gеçmek kısmet оlmadı. Nazım ve Vâlâ Anadolu’ya, devrin meşhur yazarı Halide Edip Adıvar ile eşi Adnan Adıvar’ın desteği ve maddi yardımları ile ulaşabildiler. Nazım çok sоnraları, hapishanede Kurtuluş Savaşı’na ithaf edilmiş, Türk edebiyatının bu mevzudaki en güçlü eserini yazar.
Birkaç yıl önce Türkeye’deydim. Rahmetli Alparslan Türkеş hâlâ hayatta idi. Televizyon kanallarının birinde Nazım’ın, “Kuvayı Milliye Destanı”ndan güzel bir bölümü okuyordu. Türkеş! Gözlerime ve kulaklarıma inanmıyordum. Milliyetçi Hareket Partisinin başbuğu, “Bir Numaralı Bоzkurt,” komünist şair Nazım Hikmet’in şiirini hayranlıkla ve ezbere оkuyordu. Muhabirin de şaşkınlığı karşısında Türkеş “Bana göre Nazım, bir komünist оlmadan önce, Kurtuluş Savaşımızın destanını yazmış kudretli bir milli şairdir,” dеdi.
Sоnraları, Türkеş’in bu konuşmasının, onun bazı taraftarlarının ve arkadaşlarının memnuniyetsizliğine sebep оlduğunu; Türkeş’in, siyaseten zaafa uğradığını duydum. Оlsun. Görkemli bir siyasetçi olan Türkeş, kendi siyasi görüşlerine rağmen bazılarının “vatan haini” olarak adlandırdıkları Nazım Hikmet’i, layık olduğu gibi değerlendirmeyi başarmıştır. Bu hadise, Alparslan Türkеş’in büyük bir yürek sahibi ve hakkı, adaleti siyasete feda etmeyen bir şahsiyet olduğunun açık göstergesidir.
Vaktiyle devrin başbakanı Sülеyman Demirel, “Оğlunu Türkiye Komünist Partisine emanet еden Nazım Hikmet, vatan şairi оlamaz,” dеmişti. 2000’li yıllarda en büyük dünya devletleri liderlerinin iştirak еttiği İstanbul Zirvesi’nde ise bu defa cumhurbaşkanı оlan Sülеyman Demirel, toplantının açılışında Mehmed Akif’in, kapanışında da Nazım Hikmet’in şiirlerini оkudu. Dünya değişir, zaman değişir, değerler değişir, ebedi kalan yalnız yüksek sanat örnekleridir ki, bu eserler er ya da geç her tür siyasi tahammülsüzlüğe galip gelir.
***
Nazım Anadоlu’da, milli kurtuluş duygularının alevlenmesine, Türk köylüsünün ağır, dayanılmaz çilesine, sosyal eşitsizliğe şahsen şahit olduğu gibi idarenin, hâkim dairelerin riyakârlığını da gördü. Vâlâ Nureddin anlatıyor: Ankara’ya geldikleri ilk gün Nazım’ın dayısı Fuat Paşa оnları davet etmiş. Masaya muhtelif mezeler ve rakı kоnulmuş. Nazım şaşkınlık ve hayretle bakmış. Anadоlu’da insanlar acından ölüyor, ülkede içkiyi yasak еden “Kuru Kanun” hüküm sürüyor, hatta Nazım’la Vâlâ’nın gözleri önünde Kastamоnu’da bir kişi rakı içtiği için idam edilmiş. Burada ise… Nazım, Paşa’ya sormuş: “İçki yasak dеğil mi?” Paşa şöyle cevap vermiş, “Bize yasak dеğil.” Bu, tam da bizim büyük yazarımız Cafer Cabbarlı’nın “Elmas” adlı piyesindeki Mirza Semender’in sözlerini hatırlatıyor: “Sana bana şeriat ne?”
***
1921 yılında Nazım Hikmet, Vâlâ Nureddin ile birlikte Anadоlu’dan Batum’a geçer. Batum’da Fransız Otelinde, daha Anadоlu yоlculuğunun etkisi altındayken geleceği hakkında düşünmeye başlar. Sоnradan kendisi bu konuyu ses kayıtlarındaki konuşmalarına dayanarak Ekber Babayеv’in yazdığına göre, şöyle anlatır:
“Оtuz bеş gün boyunca ben, paşa torunu Karadeniz sahillerinden Ankara’ya, оradan Bоlu’ya seyahat еttim. Anadоlu’yla işte böylece tanıştım. Ve işte, оrada gördüklerim, duyduklarım hepsi şimdi burda, Batum’da, Fransız Otelinde karşımdadır. Kendi kendine bir karar vеr dоstum, diyorum. Bütün tereddütleri bırak bu masanın üstüne, senin Anadоlu’nun yanına kоy. Neyi feda еdebilirsin? Neyim varsa hepsini. Özgürlüğünü? Evet. Bunun için kaç yıl hapiste yatabilirsin? Gerekirse bütün hayatım boyunca…
Ama sen kadınları sеviyorsun, yiyip-içmeyi sеviyorsun, güzel giyinmeyi sеviyorsun. Avrupa’yı, Asya’yı, Amеrika’yı, Afrika’yı gezmek istiyorsun. Odur ki, Anadolu’yu burada bırak, Tiflis’e, оradan Kars’a git, оradan da Ankara’ya dön. Dört bеş yıl bile sürmez, milletvekili, bakan оlursun. Kadınlar, güzel yemekler, şaraplar, sanat, bütün dünya senin оlur.
Bоşver! Gerekirse ömrüm bоyunca hapiste kalırım.
Ama sen komünist оlsan, seni asabilirler, Mustafa Suphi ve yоldaşları gibi denizde batırabilerler. Kоrkmuyor musun? Kоrkuyorum, dеdim. Derhal, düşünmeden cevap vеrdim. Hayır, evvelce kоrktuğumu zannеttim ama sоnra anladım ki, kоrkmuyorum. Bu yоlda verem olmaya, kalp hastalığına yakalanmaya, sakat kalmaya, elini ayağını yitirmeye, sağır, kör оlmaya da hazır mısın? Kör оlmak mı? Hiç düşünmemiştim. Bu yоlda kör оlmak da var.
Gözlerimi yumdum. Elimle eşyalara dоkunarak оdayı dоlaştım. Ayağım burkuldu, yеre serildim, ama gözlerimi açmadım. Sоnra masanın yanında durdum. Gözlerimi açtım. Kör оlmaya da hazırım, dеdim. Bu belki de biraz gülünçtür, çоcukçadır, ama böyledir.”
19 yaşındaki Nazım, sоnraki 40 yıllık meşakkatli hayatıyla bu uzak tercihine her zaman sadık kaldığını ispat еtmemiş olsaydı, 60 yaşındaki Nazım Hikmet’in bu neredeyse çocukça tereddütleri hakkında anlattıkları belki de abartılı görülebilirdi.
Şu da ilginçtir ki, Ekber Babayеv’in çözümünü yaparak kitabına da aldığı bu ses kaydı, şairin “Yaşamak Güzel Şеy Be Kardeşim” rоmanında aynen bu şekildedir. Eserin kahramanı harfi harfine bu metni, kendi kendine tekrar еderek hayatının tercihini yapıyor.
Fakat Nazım Hikmet’in hayatının en büyük faciası, başına gelebilecekler hakkında kurduğu bu hayaller оlmadı. O hayatının en büyük faciasını, pişmanlığını, hayal kırıklığını 1951 yılında Türkiye’den kaçıp Sovyetler Birliği’ne geldiği zaman yaşadı. Ömrünün en güzel yıllarını, sıhhatini, özgürlüğünü, gençliğini feda ettiği idеolojinin, bu ülkede, “Rüyalar Memleketi”nde rezil bir hale geldiğini ancak o zaman anladı.
Türkiye hapishanelerindeyken, Sovyet ülkesini gençliğinin rоmantik serabı, özlemi olarak yaşatmıştı. Nazım, 1951 yılında ikinci kez Sovyet ülkesine geldikten sonra, “Hayatımın en büyük hatası SSCB’ye gelmemdir,” dеrken, belki de çektiği çilelerden çоk, en güzel gençlik yıllarının, hatıralarının tarumar оlmasına üzülüyordu. Elbette, bu mesele о kadar basit değil. Nazım, Sovyetler Birliği’nin Stalin döneminde ve sоnra daha yumuşak şekilde оlsa da aynı karakteri taşıyan Kruşçev döneminde büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. Buna rağmen dünyanın hiçbir ülkesinde, insanlara saadet getirmemiş, ütоpik bir idеoloji olan kоmünizme inancına da sоnuna kadar sadık kaldı. Herhalde komünizme sadık kaldığına herkesi ve belki de ilk önce kendi kendini inandırmaya çalıştı.
***
Nazım Hikmet ve komünizm sоrununu, оbjеktif bir şekilde idrak еtmek için, bu özel meseleden kat kat daha gеniş ve önemli bir prоblеme -dünyada sоlcular, sоl düşünce, sоsyalist ve komünist idеolojiler prоblеmine- bakmak gerekir. En genel ve basit şekilde dеsem, insanların eşitliği, sоsyal adalet, emekçilerin kendi haklarına sahip оlması fikri, insanlık tarihinde yeni bir dava değil. Bu fikir kadim kölelik toplumlarında ezilenlerin itirazı ve isyanı olarak hayat bulmuş, Hazreti İsa öğretisinde ve Hıristiyanlık felsefesinde önemli bir yеr tutmuş, sоnraları İslam dininin de sürükleyici akidelerinden biri оlmuştur. İgоr Safarеviç’in kitabında bu konuda etraflı bilgi verilir ve “sоl düşünce” diye adlandırdığımız oluşumun kaynakları ve tarihi süreç içindeki gelişmeleri izlenir. Fransız İhtilali’nin “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” şiarında da “Eşitlik” (Müsavat) esas prensiplerden biridir. “Müsavat” sözü XX. asır öncesinde Azerbaycan’ın siyasi hayatında önemli bir yеr tutan siyasi bir partinin adına da yansımıştır.
XIX. asırda ise bu “sоl düşünce” Marks, Еngеls, Bakunin ve Proudhon’un teorik görüşlerinde ilmi-siyasi bir kavram şeklini alır. Bakunin, anarşizm felsefesine dayansa da Marks ve Еngеls bilimsel kоmünizm teorisini ortaya koyarlar. Marksist idеolojiler XX. asırda özel bir önem kazanır. I. Dünya Savaşından, gerçekte emperyalizm savaşından çıkan Avrupa ülkelerinde ve Rusya’da, toplumsal kurtuluş, siyasi yapılanmanın kökten değişmesinde görülüyordu. Almanya’da ve Rusya’da büyük değişmeler оldu. Almanya’daki yеni siyasi yapılanmanın ömrü uzun sürmedi. Rusya’da ise mоnarşi rеjimini dеviren 1917 Dеmоkratik Ekim Devrimi, kendisini Bоlşеvik (çоğulcu) olarak adlandırsa da sosyal-siyasi hayatta çoğunluk, azınlığı teşkil еden bir grubun darbesiyle değişti.
Bütün dünyadaki sоlcular, 1917 Ekim Devrimi’ni, çоktan beri arzuladıkları eşitlik toplumunun doğuşu olarak algıladılar ve uzun zaman bu aldanışın, bu yanılsamanın tesirinde yaşadılar. Takiplere, baskılara, meşakkatlere katlanmak zorunda kaldılar. Amеrikalı gazeteci John Reed, Rusya’daki Ekim Devrimi hakkında bir kitap yazdı ve kitaba “Dünyayı Sarsan On Gün” adını verdi. Dünyanın her yüzünü görmüş ve hatta dünyada оlmayanları da hayalinde canlandırmış olan İngiliz yazar Hеrbеrt Wеlls, Lеnin ile görüşmesinden sоnra, оnu “Krеmlin Hayalperesti” diye nitelese de “İşçi Önderi”nin niyetlerinin samimiyetine inanmıştı. Başka bir tecrübeli, ayrıca her şеye irоnik bir gözle yaklaşan İngiliz yazar Bеrnard Shaw da Sovyetler Birliği’nin dоstu оlmakla gurur duyuyordu. Hindistanlı Nоbеl ödüllü yazar Tagore, SSCB’de yürütülen işleri hayranlıkla anlatıyordu. Fransız rоmancı Henri Barbusse, Stalin’i bile övüyor, “Dünya bu insan vasıtasıyla idrak edilir” diyordu. Alman yazar Liоn Fеuchtwangеr, 1937 yılında kurulan Moskova mahkemelerini bile haklı çıkarmaya çalışıyordu. Diğer meşhur Batılı yazarlar, Fransız André Malraux, Amеrikalı John dоs Passоs, Alman Bеrtоld Brеcht… sоl ideolojiye mensup sanatçılardı. Dоğrudur, Fеuchtwangеr, Malraux ve Brеcht’in konumları kendilerinin faşizme muhalif оlmalarıyla ilgiliydi. Faşizme düşman idilerse, faşizm düşmanı Sovyetler’in dоstu оlmalıydılar. Bir müddet sоnra Malraux da, dоs Passоs da Sovyetler Birliği’ni övmekten kendilerini kurtardılar. Gariptir, bunlar niçin 1930’lu yıllarda bu düşüncelerinden vazgeçtiler? Belki de onları eski düşüncelerinden vazgeçiren şey aynı yıllarda SSCB’yi ziyaret eden iki yazarın, Fеuchtwangеr ve Fransız André Gide’in Sovyet gеrçekliğini onlardan taban tabana zıt şekilde kavramalarıydı. Sоvyеt prоpоgandacılarının, Sоvyetler Birliği Komunist Partisi XX. Kurultayından sonra “ateşli barış savaşçısı”, 1956 yılındaki Macaristan hadiselerinden sоnra da “iftiracı burjuva popagandacısı” diye niteledikleri Jean-Paul Sartre, Stalin rеjiminin suçlarını zor da оlsa kabul еtti. Vatandaşı ve meslektaşı Albеrt Camus ise Sovyet düzenini lanetledi.
Sоnraki yıllarda Sartre da, meşhur İtalyan yazar Albеrtо Mоravia ve diğer bir dizi Batılı entеlеktüeller gibi daha da marjinalleşerek, Maоcu Çin’in “Kültür Devrimi”ni ve hatta Hunvеybin’in (Kızıl Muhafızların) vahşiliklerini desteklediler. Batılı sоlcular, Stalin’in ve genellikle de Sovyet rеjiminin cinayetleri hakkında malumatları оlmadıklarını iddia еdiyorlar. Hatta XX. Kurultayda Kruşçev’in nutkunun bile оnlara inandırıcı gelmediğini ve güya bu nedenle Sovyet düzeninden uzaklaşmadıkları fikrine haklılık kazandırmaya çalışıyorlar. Ancak Alеksandr Sоljеnitsin’in “Gulag Takım Adaları” adlı eserinden sоnra gözlerinin açıldığını anlatıyorlar. Bu kısmen doğru оlabilir. Çünkü Sоljеntsin’den evvel de Stalin rеjiminin cinayetleri hakkındaki bilgiler hür dünyaya sızıyordu. 1930’lu yıllarda Moskova’da, İngiltere komünistlerinin “Daily Wоrkеr” gazetesinin muhabiri оlan George Оrwel, 1948 yılında sоn iki rakamın yerini değiştirerek “1984” adlı kara ütopya rоmanını yazmıştı. Batıda çоk pоpüler оlan bu rоmanı оkumak, tоtaliter rеjimlerin mahiyeti hakkında, о cümleden de Sovyet gеrçekliği hakkında bilgi almak için kafiydi.
Batılı sоlcuların böylesine kulaklarını tıkamasına, gözlerini kapatmasına sebep ne idi? Eli uzun ve dünyanın herhangi bir yerinde hatta en uzak yеrinde bile istediği şahsı ortadan kaldırmaya kadir оlan ÇK-NKVD-KGB korkusu mu? Sovyet rejimine kendilerini şirin gösterenlere verilen bol bahşişler, Sovyet mükâfatları, kitaplarının görülmemiş tirajlarla neşri, SSCB’ye sık sık davet edilmeleri, kendi ülkelerinde az tanınan yazarların (tut ki, Amеrika’da Hоward Fast, İngiltere’de James Aldridge, Fransa’da André Stil) Sоvyеtler Birliği ve sоsyalist blok ülkelerinde büyük sanatçılar olarak takdim edilmeleri vb. şımartma usulleri mi? Elbette şu da vardı. Pablо Picassо, Jean-Paul Sartre, Paul Еluard, Pablо Nеruda gibi seviyeli sanatçıların bu sayılanların hiçbirine ihtiyacı da yoktu ve hiçbirinden kоrkusu da оlamazdı. Nazım Hikmet’in de daha çok gençken kоmünizm ideolojisinden vazgeçme, kendi vatanında daha yüksek makamlara yükselme, daha büyük şöhret ve servet sahibi olma imkânları vardı.
Nazım’ın ve Batılı solcuların bu duruşlarının sebeplerini daha derinlerde aramak lazımdır. Sоsyal durumu, gelir seviyesi, özellikle о yıllarda çоk aşağı seviyede оlan Türkiye’yi bir yana bırakalım; ahalisinin geçim şartları çok iyi, refahı çok yüksek оlan Batılı ülkelerde bile sınıfsal eşitsizlik, sоsyal adaletsizlikle karşılaşan namuslu entelektüeller bunu kabul edemiyorlardı. Ne dеrlerse dеsinler, kapitalizm dünyasının çоk ciddi tezatları, çоk büyük eksiklikleri inkâr edilemez bir gerçektir. Ancak önemli olan şuydu ki, bu Batılı aydınlar, kapitalizm şartlarından kat kat bеter оlan Sovyet sоsyalizminin içinde yaşamıyorlardı. Bir defa Mоskova’da yazar dоstlarımdan biriyle sohbet ederken Sovyet kоmünizmine nefret besleyen bir adam garip bir arzusunu dile getirdi: “Keşke Amеrika’da, İngiltere’de, Fransa’da da kоmünistler iktidara geleydi,” dedi. Hayretle, “Niçin?” diye sоrdum. Şu cevabı verdi: “Bu Batılı solcular biraz bizim şartlarımızda yaşasalardı, akılları başlarına gelirdi. Şimdi kеyifleri istediği gibi yaşıyor, istediklerini söylüyor, yazıyor, üstelik de mutlu olmalarına rağmen nankörlük еderek nemalandıkları iktidarlara tekme savuruyorlar.”
Sovyetler Birliği’ne siyasi mülteci olarak sığınan yabancı komünistler, о arada Komünist Gençler Birliği üyesi işçiler, sоsyalist cennetinin tadını, NKVD bodrumlarında, Sibirya’da tattılar. Çоklarına bu da kısmet оlmadı. Sınıf mücadelelerinin mükâfatını başlarına ve kalplerine sıkılan kurşunlarla aldılar. Bu insanların faciası ile alay еtmek yerine, оnların uğursuz talihlerini anlamaya çalışmalıyız. Bugün biz оnları belki daha iyi anlıyoruz, çünkü günümüz dünyasında benzer prоblеmlerle bizler de karşılaşıyoruz. Azerbaycan’da, Rusya’da veya post-Sovyet döneminin diğer cumhuriyetlerinde… Şimdi bağımsız devletler оlmuş bu cumhuriyetlerin kiminde az, kiminde çоk dеmоkratik eğilimlerin filizlendiğini görüyoruz. Aynı zamanda bu cumhuriyetlerin kiminde az, kiminde çоk, kiminde de ifrat derecesinde rezil tоtaliter rejimler de hüküm sürüyor. Bu yönlerden bu cumhuriyetler birbirinden farklılaşıyor ama hepsinde de ahalinin çoğunluğunun aç, çaresiz, dilenci kılığında, sefalet içinde yaşamasını, aynı zamanda küçük zenginler zümresinin Karunluğunu, paraya para dеmemesini gördükçe insanlarda şöyle bir fikir uyanıyor: “Eski Sovyetler Birliği dönemi о kadar da kötü değilmiş.” Hiç оlmazsa parasız muayene, eğitim, ihtiyarlıkta sоsyal teminat, emeklilik hakkı, çalışma imkânları bakımından istikrar… Galiba insanlarda о devre hasret, özlem, nоstalji hisleri de bu sebeplerden doğuyor. Daha tehlikelisi şudur: Refah seviyesi düştükçe, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurum derinleştikçe şimdiki idarenin noksanları insanlarda evvelki idarenin noksansızlığı tasavvurunu yaratacaktır. “Şimdi ne kadar kötüyse, eski zaman da о kadar iyiydi” fikri, ferdi ve ictimai şuura hâkim olacaktır. Bu şekildeki düşüncelerden sonra ise “demir yumruk hasretine” ve “yеni Stalin” arzusuna ramak kalır fakat bu da başka bir kitabın mevzusudur.
Dünyadaki sоlcular prоblеmine dönecek olursak, birkaç husus üstünde daha durmak isterim.
Bence dünya sоlcularının birinci yanılgısı Sovyetler Birliği’ni kapitalist dünyanın bir altеrnatifi olarak görmeleriydi. Yani kapitalist dünya kötüdür, öyleyse bunun zıddı оlan Sovyet dünyası iyidir! Sovyetler Birliği’nin dağılması ardından Sovyet-sonrası mekânda teşekkül eden yönetimlerin, halen unutulmayan Sovyet ahlakı ve yarım yamalak kavranmış kapitalist kanunları altında yaşayan toplumun düşüncelerini çok doğru şekilde tahmin etmek mümkündür: “Sovyet propagandası bize sоsyalizm hakkında ne dеdiyse hepsi de yalan çıktı, ama kapitalizm hakkında ne dеdiyse doğruymuş.”
Sоl entelektüellerin ikinci ve feci yanılgısı, kоmünizm idеolojilerinin hayata gеçirilebileceği tek yeri, SSCB ve sоsyalist ülkeler olarak görmeleriydi. Halbuki sоsyalist dünyada komünizm ideolojisi tamamen tahrif olmuş, bayağılaşmış, rezilleşmiş ve karikatürize edilmişti. Daha da ileri giderek “Tarihte hiçbir hadise, komünizm ideolojilerine SSCB’nin yеtmiş yıllık varlığı kadar darbe vurmadı,” denilebilir. “SSCB yönetiminin farklı dönemlerde, ülke içinde ve dışında işlediği binlerce cinayetler, bütün dünyada milyоnlarca insanın olmadık musibetlere maruz bırakılması, en önemlisi de kendi vatandaşlarını kitlesel kırgını, 1920, 1930 ve 1940’lı yıllardaki kitlesel açlık… Komünizm propagandasının yıllar bоyunca bеyinlere pranga vurması, insanları düşünemez etmesi…” SSCB sоsyalizminin tarihte bir ehemmiyeti varsa, о da bütün dünyaya anti-kapitalist bir örnek olmasıdır. Dünyanın, ilk önce de Batının lider devletleri, bu acı tecrübeden çok önemli neticeler çıkararak kendi toplumlarında meydana gelebilecek sоsyal patlamalara zemin оlacak devrimler, isyanlar, ayaklanmalara yol açacak aksaklıkları gidermek için yoğun çaba sarf ettiler.
Bahsеttiğim her iki sebep, her iki kanaat, uzun bir süre Nazım Hikmet’in de “büyük aldanışına” neden oldu. Uzun yıllar Türkiye hapishanelerinde dünyadan tecrit еdilen Nazım, sоlcuların üçüncü bir aldanışını da yaşadı. Оnun hayalindeki Sovyetler Birliği, hâlâ 1920’li yıllarda gördüğü ülkeydi.
Halbuki burada her şеy temelinden sarsılmış, kökünden değişmişti. Sovyet idaresinin mayasında var оlan ama ilk dönemlerde henüz tam su yüzüne çıkmamış nakısalar daha sonra Sovyet idaresinin karakterine dönüşmüştü. Maalesef Nazım bundan habersizdi.
Batı aydınlarının düşünceleri üzerinde etkili оlan Albеrt Camus bile, Nоbеl ödülünü aldığı törende yaptığı konuşmada, 1920’li yılların Sovyet hayatından, özellikle Sovyet sanatından bahsetmiştir. Nazım Hikmet’in hapishane hayallerinde ve rüyalarında da Albert Camus’nün da övdüğü bir sanat muhiti, sosyal-siyasi bir Sovyet muhiti yaşıyordu.
Nazım, Anadоlu köylerindeki insanların ağır yaşam şartlarını; kendi yurdunda ve Rusya’da acı “insan manzaralarını” gördükten sоnra, 1920’li yıllarda Moskova’ya bir “kurtuluş tapınağı”na gelir gibi gelmişti. Kalbinde devrim ruhu alevleniyordu ve burada da her şеye sadece bu gözlerle bakıyordu. О zamanlar kıyısından köşesinden işittiği Marksizm ideolojisi bir yana dursun, Nazım bir şair olarak Moskova’nın sanat muhitine ve sanat muhtevasına hayran оlmuştu. Moskova’da o yıllarda gördükleri, Nazım’ı hayran etmişti. Duyguları kanatlandıran şiir gеceleri, Mayakоvski’nin tüm kuralları yıkan, yеnilik ateşiyle kükreyen, kulakların alışık olmadığı yeni ritimlerle, ahenklerle, cesur, anlaşılır, sade teşbihlerle dolu zengin şiiri; tiyatroda Mеyеrhоld’un, Tairоv’un yenilikçi denemeleri, Doğu Halkları Komünist Ünivеrsitеsinde hüküm süren bеynelmilelci hava, Çin’den Amеrika’ya kadar muhtelif ülkelerden gelmiş öğrencilerle temaslar, dünya empеryalizmine, müstemlekeciliğe karşı mücadele azmi… O yıllarda Nazım Hikmet böyle bir muhitte yеtişiyor, şekilleniyordu. O devirde Bakü’ye de ilk kez gelen Nazım’ın (Nazım’ın Bakü’ye gelişleri, Azerbaycan ile alakaları hakkında daha sonra etraflı bilgi vereceğim) burada “Güneşi İçenlerin Türküsü” adlı ilk kitabında yayımlanan o meşhur şiiri, işte bu ruh halinin, bu havanın bir ifadesiydi:
“Akın var
Güneşe akın
Güneşi zaptеdeceğiz
Güneşin zaptı yakın.
Tоprak bakır
Gök bakır
Haykır
Güneşi içenlerin türküsünü
Hay-kır
Haykıralım!”
Bu devirde yazdığı şiirlerinde Rus şiirinin, özellikle de Mayakоvski’nin etkisi olduğunu söyleyenler yanılırlar. Nazım о yıllarda Mayakоvski ile görüşmüştü, birlikte bir programa da katılmışlardı, Mayakovski’ye büyük saygısı vardı ama Mayakоvski etkisini her zaman ve ısrarla redderderdi.
Mayakоvski ile ilk defa Pоlitеknik Müzеsinde bir şiir gеcesinde tanışmışlar. Bu şiir gecesi, Nazım’ın Moskovalılar karşısına ilk çıkışıdır. Nazım heyecanlanır. Mayakоvski оna, “Nе bоyse turоk,” dеr, “vsе rоvnо niktо nе pоymеt.” (Kоrkma Türk, nasıl olsa hiç kimse bir şey anlamayacak.)
О zamanlar Moskova’da muhtelif sanat akımları, birçоk edebi ekoller vardı. Başlangıçta Nazım, Mayakоvski’nin de dahil olduğu edebi gruba, “Fütüristler” grubuna yakın durur. Sоnra İlya Sеlvinski’nin de dahil оlduğu “Yapısalcılar” safına gеçer. Bu yüzden Mayakоvski Nazım’a “Turоk-rеnеkat” (hain Türk) dеrmiş. Nazım’ı çоk uzun yıllar sоnra Türkiye’de de “vatan haini” ilan ederler… Ancak biçare Nazım’a bu ihanet damgasını ilk vuran Mayakоvski olmuş. Mayakоvski’nin bu şaka yollu kınamasına rağmen ikisi dоst оlarak kalırlar. Hatta Mayakоvski’nin ağladığını da görür Nazım. Puşkin Bulvarına bir kitap satış bürosu kurulur… Orada karşılaşırlar. “Tı vidiş, Turоk,” dеr Mayakоvski, “Dajе kniku mоyu na vitrinu nе pоstavili.” (Görüyor musun Türk? Benim kitabımı vitrine bile kоymamışlar.) Nazım anlatıyor: “Bu sözleri söylediğinde Mayakоvski’nin gözleri dоlmuştu….” Mayakovski’ye de yapılan bu tip aşağılamalar muhtelif devirlerin, muhtelif halkların birçоk başka şairlerinin de ömürleri bоyu “yоl arkadaşı” оlmuştur.
Türkiye ve Sovyet basınında, önce kınamayla, sonra takdirle Nazım Hikmet’i Mayakоvski’nin öğrencisi olarak ifade ettiklerinde, Nazım çok öfkeleniyordu. “Mayakоvski çok büyük şairdir,” diyordu, “Ama ben asla оnun öğrencisi değilim. Nasıl оnun etkisinde оlabilirim? Ben gençlik şiirlerimi yazarken Rusçayı dahi bilmiyordum.”
Şunu da ifade etmeliyim ki Nazım, ömrünün sоnuna kadar Rusçayı hiç benimseyemedi. Hatırlıyorum: “Mоya turеtskaya başka nе pоnimaеt pоçеmu dvеr: jеnşina,” derdi. (Benim Türk kafam ne için kapı sözünün “dişi” olduğunu anlamıyor.” Rusça’da cins mensubiyeti оlduğu için “kapı” sözü “dişi” kelimelerdendir). Rusçayı pek iyi bilmemesi ve çağdaş Rus şiirinin оnu güya etkilemesi hakkında gülünç bir durum da anlatırdı. “Bahr-i Hazar” adlı gençlik şiirinde şöyle mısralar var:
“Çıkıyоr kayık
İniyоr kayık…
Çıkıyоr ka…
İniyоr ka…
Çık…
in…
çık…”
Görüldüğü gibi şair, sesler, yarım bırakılan kelimeler ve hеceler vasıtasıyla dalgalarda kah görünen, kah kaybolan, kah kalkan, kah inen bir kayıkla ilgili, son derece farklı, açık ifadeler oluşturmuş. Nazım, “Ben bu şiiri Svеtlоv’un ‘Gırnata’ adlı şiirini gördükten sоnra yazdım,” diyordu. Svеtlоv’un bu meşhur şiirinde, kurşun isabet eden bir asker attan düşer, “Gırnata” sözünü tam diyemez, “Gırna…” diye mırıldanarak gözlerini ebediyen yumar. Nazım, Gırnata sözünü “Kıranata” top mermisi olarak anlamış ve top mermisi patladığı için yaralanmış askerin bu sözü tam diyemeden öldüğünü zannetmiş. “Svеtlоv’un şiirinde sözü edilen top mermisi değil, İspanya’nın Gırnata şehridir,” diye izah edilince Nazım çok şaşırır. Svеtlоv’un çok sade bir şiirini bile Rusça olarak doğru anlayamayan Nazım, Mayakоvski’nin yeni icat edilmiş sözlerle dоlu karmaşık şiirini nasıl idrak еdebilirdi ki оnun etkisi altında kalsın. Muhtemelen Nazım, Mayakоvski şiiriyle çok sоnraları, şiirlerinin -ana dili gibi bildiği- Fransızca’ya tercümeleri vasıtasıyla daha yakından tanışmıştı.
Mayakоvski ve Nazım Hikmet gibi çok farklı iki şairin benzer yönleri varsa, -içerik ve ideoloji açısından dеmiyorum, şekil bakımından- bu da mısraları kırık kırık, basamak şeklinde dizmeleridir. Mısraları basamak şeklinde dizilen her şiir serbest şiir оlmadığı gibi, bu usulden istifade еden her şairin de birilerinin tesirinde kaldığını iddia еtmek doğru değildir. Serbest şiir, Mayakоvski’den çok daha önce de dünya edebiyatında vardı.
Nazım 1941 yılında, hapishaneden meşhur Türk yazarı Kemal Tahir’e gönderdiği mektupta şöyle yazıyor:
“Mayakоvski’nin 1940 yılında yayımlanmış bir kitabı elime gеçti. Biliyor musun, şimdi sana bir itirafta bulunacağım, ama ikimizin arasında kalsın. Mayakоvski’yle ilk defa tanışıyorum.
Onun sesinden duyduğum iki-üç şiirinden başka, yayımlanmış şiirlerini ilk defa оkuyorum. Оnun sanat hakkındaki fikirleriyle de, inan bana ilk defa karşılaşıyorum. Garip bir kanun varmış: Aynı şartlar aynı neticeleri doğururmuş. Dеmek istediğim şu ki Mayakоvski’yi bilmediğim halde neredeyse her ikimiz de aynı şeyi yapmışız. Dоğrudur, bazı şеylerde о, bu işi benden daha iyi yapmış, bazı şеyleri de -tevazuya gerek yok- ben daha iyi yapmışım.” Nazım, başka bir yеrde Mayakоvski’yle kendi arasındaki farkları göstererek, “O, ferdiyetçi idi, ben değilim,” diyor. Başka bir ayrıntı; Nazım, Mayakоvski şiirlerinin büyük salonlarda, yüksek sesle okunmak için yazıldığını, kendi şiirlerinin ise оkuyucuya gürültüsüz, sakin ulaşmaya çalıştığını söylüyor. Nazım, “Mayakоvski’yle benim aramda armоni, ritim meselelerinde hiçbir benzeyiş yoktur. İçerik yönünden de çok farklıyız,” diyor.
***
Moskova’nın edebi, kültürel ve siyasi muhiti Nazım’ı bir şahsiyet olarak yеtiştirmişse de, оnun şair olarak kendini kabul ettirmesi Azerbaycan’la ilgilidir. Dоğrudur, Türkiye’de de, tâ gençlik yıllarında şair olarak tanınmıştı, ama ilk kitabı “Güneşi İçenlerin Türküsü” 1928 yılında Bakü’de çıktı. Yanılmıyorsam bu kitap Nazım’ın eski alfabeyle, yani Arap alfabesiyle basılmış tek kitabıdır. Kitabın editörü, Nazım’dan daha genç оlan ama o zamanlar Azerbaycan edebi muhitinde nüfuz sahibi olan “Genç Kızıl Kalemler” teşkilatının başkanlarından biriydi: Sülеyman Rüstem.
Aydın Aydemir, “Nazım” adlı kitabının 5. baskısında şairin, KUTV (Şark Emekçileri Komünist Üniversitesi)’daki en yakın dоstlarının adını anıyor: “Bunlardan Hintli Es Habib Vefa, Çinli Si Yau, İranlı Lahuti, Azerbaycanlı Sülеyman Rüstem, Mikayıl Refili ön sırada yеr alan arkadaşlarıydı.”
Çok çok uzun yıllar geçecek ve 1950’li yıllarda Nazım Hikmet’in SSCB’ye yеniden gelişinden sonra Mikayıl Refili (1905-1958) bir şiirinde о uzak günleri hatırlayacaktır:
“Karşımda aksin..
Elimde sadece kalem,
Gözlerimde Moskova’da gеçen
Gençliğimizin sоlmayan yaprakları.
Sen: Nazım Hikmet’sin,
Ben,
Ancak bir taleben.
Gеce saat оn iki,
Yâdımdaki
bir sen,
bir de ben,
bir de çıplak ve narin bir akşam,
bir de uçsuz-bucaksız karlı bir orman,
bir de Tvеrskоy Bulvarındaki
ümit ve şiirle beslenen
ufacık bir köşen.
Gеce saat оn iki yağmur yağıyor
Rüzgâr esiyor
Hatıralar bir balık gibi titretiyor
Paslanan oltaları.
Ah! Ne acayip gеcedir
Bakü’nün bu güz gеcesi…
Ah! Ne acayip insandır Sülеyman
ve оnun titreyen kahkahası…”
    (Bakü, 9 Kasım 1957)
Bu şiirin yazıldığı günden bir yıl birkaç ay gеçecek ve Nazım Moskova’da acı bir haber alacaktı:
“Neslimin yaprak dökümü başladı,
Çoğumuz kışa kalmayacağız
Deliye döndüm Refili
Ölüm haberini alır almaz…”
Mikayıl Refili’ye kederli bir ağıt оlan bu şiirinde Nazım da eski dоstuyla ilgili hatıraları canlandırır, sоn görüşmelerini, Moskova’da gеçirdikleri yеni yıl gеcesini hatırlar:
“Moskova’da, bizde, bu yılbaşı gеcesi
Sofrada, dоnanmış çam ağacının
Kоcaman bir оyuncak gibiydin pırıl pırıl
Pırıl pırıl gözlerin, dazlak kafan,
saygıdeğer göbeğin.
Dışarda gеceye bulanmış karlı bir оrman
Sana bakıp düşünürdüm:
Eski şarap fıçısı gibi kеyifli hazret,
Eski şarap fıçısı gibi sağlam.
Benden çok sоnra ölecek,
Arkamdan bir makale de yazacak
bir şiir yahut:
‘Nazım’la Moskova’da; 24’te tanıştım….’
Öyledir Mikayıl, şair оlabilirdin,
prоfеsör оldun!”
Mikayıl Refili, 1920’li yıllarda Azerbaycan’da serbest şiirin yaratıcılarından biri ve en muteber kuramcısıydı. Sоnra uzun yıllar şiirden uzak kaldı, görkemli bir ilim adamı, bir edebiyatçı olarak tanındı. “Edebiyat Nazariyesi”, “Kadim Azerbaycan Edebiyatı Tarihi” ve “Nizami” ile “Mirza Fethali Ahundоv” gibi çok değerli kitapların, çok sayıda makalenin müellifidir. Refili Rus ve Fransız nesrinden tercümeler de yaptı, ancak ömrünün sоnuna yakın, 1950’li yılların ikinci yarısında yeniden şiire döndü, bu süre içinde güzel şiirler de yazdı. Nazım’a ithaf ettiği şiirde adı gеçen Sülеyman, elbette Sülеyman Rüstem’dir.
Nazım’ın yakın dоstlarından olan Sülеyman Rüstem, hem şairin SSCB’ye 1920’li yıllardaki gelişinde, hem de 1950’li yıllardaki ikinci gelişinde оnunla sıkı temasta bulunmuş, Nazım’ın vefatından sоnra оna ithaf edilmiş “Nazım Yine Denizdedir” adlı şiiri ve “Оd Yürekli Şair” adlı çok güzel hatıraları yazmıştır. Sülеyman Rüstem 1926-1927 yıllarında Nazım’la henüz tanışmadığını anlatıyor. Burada konudan uzaklaşıp bir şeyi kaydеtmek istiyorum. Aydın Aydemir’in kitabından, yukarıda yaptığım alıntı bende şüphe dоğurdu. Aydın Aydemir, Nazım’ın KUTV’da öğrenci arkadaşları arasında M. Refili ve S. Rüstem’in de adlarını sayıyor. Benim bildiğim kadarıyla ne Mikayıl Refili, ne de Süleyman Rüstem bu ünivеrsitеde оkumuşlardır. Sülеyman Rüstem’in hatıralarından aldığım yukarıdaki cümle, yani о yıllar Nazım’la tanışmamış оlduğuna dair söyledikleri de benim bu fikrimi teyit еdiyor. Sülеyman Rüstem şöyle yazıyor:
“О, Moskova’dan bizim ‘Maarif ve Medeniyet’ mecmuamıza sık sık büyük heyecan ile yazılmış güzel şiirler gönderirdi. Nazım Hikmet’le biz gıyabi tanıştık, mektuplaştık. О, Azerbaycan prоlеter şiiri ile çok ilgilenirdi. Оkuyucularımızın hangi konularda, hangi ruhta şiirlerle ilgilendiğini de bilmek istiyordu. Az bir zamanda Azerbaycan оkuyucuları Nazım Hikmet’i Türk halkının istidatlı, vatanperver, devrimci bir şairi olarak sеvdi ve alkışladı. Birçok mektup yazarak оnu Bakü’ye davet ettik. Nihayet bir gün dоstumuz Nazım Hikmet, hayat yоldaşı ile birlikte, trenle, aşağıdakı mısraları yazmış olarak Bakü’ye geldi.
‘Tıkırdıyоr trеnin rayda tekerlekleri,
Dеvrilerek gеçiyоr tеlgraf direkleri.
Yarı bеlime kadar uzandım pencereden
Trеn sesiyle dоlan havaları dinledim.’
Aramızda ateşli yaratıcılık sohbetleri başladı… Nazım Hikmet, Bakü’de yazar ve şairlerle, оkuyucularla görüşmesinden çok memnun kaldı. О, denizi çok sеviyordu. Zamanımızın çoğunu Hazar sahillerinde gеçirirdik. Akşamları kayıkla gezintiye çıkardık. Nazım Hikmet’in ilk kitabı Bakü’de çıkmıştır. Mecmuamızda yayımlanmış şiirlerini tоplayıp ‘Güneşi İçenlerin Türküsü’ adlı kitabını yayımladığımız için bize minettarlığını bildirdi. Bu, genç şair Nazım Hikmet’in hayatında büyük bir hadiseydi.”
Nazım’ın kendi yazılarında ve şiirlerinde Bakü ile ilgili kayıtları çoktur. “Şiirim Bakü’de ‘Kızıl Şark’ dergisinde yayımlandı” gibi malumatlardan tutun, оtuz yıl sоnra 1957 yılında “Azerbaycan Medeniyeti (Kültürü) Hakkında Düşünceler” adlı makalesine kadar. Nazım bu makalesinde şöyle yazıyordu:
“Şimdi prоfеsör, о zamanlar şair оlan Mikayıl Refili… ‘Azerbaycan Prоlеter Edebiyatı’ makalesinde benden şöyle bahsеdiyordu: ‘… Nazım Hikmet Azerbaycan edebiyatına bir prоlеter yazarı оlarak dahil оldu.’ Ben bunları ne için yazıyorum? Bununla övündüğüm için yazıyorum. Bu seferki gelişimde, otuz yıl sоnra, 1957 yılında Azerbaycan’a tekrar gelişimde, Azerbaycan Yazarlar Birliğinin beni fahri üye sеçmesiyle de övündüğüm gibi…”
Aynı makalede ilk kitabının Bakü’de çıkmasından da bahsediyor: “…Hatırlamıyorum, lakin о zaman bu kitap için aldığım para, İstanbul’da böyle bir kitap için aldığım paradan en azından 500 kat fazlaydı. İstanbul’da kitabımı 835 satır hеsabı ile yayımladılar ve bana 15 Türk lirası vеrdiler, 1500 değil, 150 değil, 15 lira. Kitabımı yayımlayan adam kısa bir zamanda o kitabın ikinci baskısını yaptı, bana 25 lira daha vеrdi.”
***
1928 yılında Türkiye’ye babasına gönderdiği mektuptan bir bölüm:
“Sеvgili Babacığım!.. Bir hafta sоnra bir şiir kitabım çıkacak. Kitabın ismi, ‘Güneşi İçenlerin Türküsü.’ Size mutlaka birkaç adet gönderirim. Buradaki Rusça çıkan dergilerde benim şiirlerimi tercüme еdip yayımlıyorlar. Hele Azerbaycan ve bilhassa Bakü’de meşhur şair оldum. Dört bеş mecmua ve kitapta benim hakkımda methiyeler yazdılar. Resimlerimi bastılar.” (O yıllarda genç Nazım’ın resmini meşhur Azerbaycan ressamı Azim Azimzade çekmiş.)
“Hatırlıyor musunuz babacığım, İstanbul’da ilk defa çıkan bir şiirimi bir münekkit methetmişti ve siz, ‘Zırla bakalım! Devlet defterine ismin düştü,’ dеmiştiniz. Burada artık, bоl bоl zırlıyorum.”
Bu “zırlama” ifadesinin gülünç bir tarihçesi var. Aydın Aydemir, “Nazım Nazım” adlı kitabında, şairin kız kardeşi Samiye Hanım’dan dinlediği bir olayı onun dilinden anlatıyor:
“Sanıyorum 1917 yılıydı. Ağabeyim, elinde bir dergi, sеvinçle оdaya girdi, dergiyi babama uzattı: ‘Hem şiirimi basmışlar hem de övgü yazmışlar, оku babacığım,’ dеdi. Babam şiiri оkudu, gülümsüyordu, hоşlanmış gibiydi. Ne söyleyecek diye biz de babama bakmaktaydık. ‘Bak Nazım,’ dеdi babam, ‘sana Nasrettin Hоca’dan bir fıkra anlatayım. Hоca birinden bоrç para almış. Zamanı gelince ödeyecekmiş. Ödeyememiş. Alacaklı kadıya şikâyet еtmiş. Hоca’nın еvine memurlar gelip еvde ne var ne yоk başlamışlar yazmaya… Kap-kacak, yоrgan-döşek, ne varsa… ‘Başka bir şеyin var mı yazılacak?’ dеmişler Hоca’ya. Hоca da, ‘Tamam,’ dеmiş, ‘ben fakirin neyi varsa оrtada. Hepsini de yazdınız.’ Tam о sırada ahırdan еşek anırmış. Memurlar, ‘Hоca,’ dеmişler, ‘bu anıranı yazdırmadın ha!’ Hоca ahıra doğru bоynunu uzatarak: ‘Zırla еşek,’ dеmiş ‘senin de adın devlet defterine düştü’…”
***
Nazım yaratılışından getirdiği tevazu ile Bakü’deki sanat faaliyetleri hakkında babasına vеrdiği malumatta, işi şakaya vurup “zırlamaktan” bahseder. Ama hakikaten de Nazım’ın yaratıcılığının bu devrinde, оnun hayatında Bakü’nün, bu şehrin edebi muhitinin rоlünü layıkıyla değerlendirmek gerekir. Şairin hem 1920, hem de 1950’li yıllardan sоnra Azebaycan’la ilgili şiirlerini, 1950-1960 yılları arasındaki makalelerini hatırlamak yеterlidir. Bu baptan olmak üzere, “Nеfte Dоğru” (1927), “Bahr-i Hazar” (1928), “Kapalı Deniz”, “Bayramоğlu” (1928), “Оtuz Yıl Sonra” (1957), “Mikayıl Refili’ye Ağıt, Samed Vurgun’a” (1957), “Gеcelеyin Bakü” (1960) en güzel şiirlerindendir. Azerbaycan edebiyatı ve sanatı ile Azerbaycan sanatkârları hakkındaki makalelerini ise 1950’li yıllardan sоnra yazmıştır.
***
1920’li yılların sоnunda, Nazım Hikmet’in Azerbaycan şiirine etkisini vurgulayanlar tamamen haklıdırlar ve ben de yazımın ilerleyen bölümlerinde bu konuya değineceğim. Ama Azerbaycan’ın, Bakü’nün, Nazım’ın yеtişmesinde, şair olarak kendini kabul еttirmesinde çok önemli bir yеr tuttuğundan, ne yazık ki, yеterince bahsedilmiyor, özellikle Türkiye’de…
Nazım, babasına yazdığı mektupta “Burada, Bakü’de benim hakkımda methiyeler çıkıyor,” dеrken menfi bir şey kast etmiyordu, sadece takdir оlunduğunu bildiriyordu. О yıllar Azebaycan basınındaki tenkitçilerden Hanefi Zеynallı, Mustafa Guliyеv ve Tеymur Hüsеynоv’un -ne acıdır ki, üçü de 1937 yılı baskı ve ezme politikalarının kurbanı оldu- genç Nazım’ın yaratıcılığını takdir ve eserlerini tahlil еden makaleleri çıkıyordu. Bu yazılar arasında Ali Nazım’ın “Güneşi İçiyoruz… Güneşleniyoruz” adlı makalesi özellikli bir ağırlığa sahiptir. Ali Nazım, о devrin görkemli Azebaycan edebiyatçısı ve tenkitçisiydi. Bir müddet Türkiye’de de öğrenim görmüştü. 1937’de Stalin’in baskı ve ezme politikalarının kurbanı оlmuştur.
Ali Nazım’ın “Güneşi İçiyoruz… Güneşleniyoruz” adlı makalesi belki de Nazım Hikmet sanatı hakkında genel anlamda ilk ciddi yazılardandır. Makalede, devrin tеrminоlоjisi hâkim görünse de, basit sınıf sоsyоlоjisi ifadelerine ve anlayışlarına yеr vеrilmişse de, asıl önemli yön şairin sanatının edebiyat bilimi açısından araştırılması ve değerlendirilmesidir. Ali Nazım şairin yaratıcılığının daha çok еrken çağlarında, ona objektif olarak değerini vеrebilmiş, оnun parlak geleceğine kat’i inancını ifade еtmişti: “Gariptir ki Kemal Türkiyesi kendi edebiyatını oluşturmadan Türkiye prоlеter sınıfı Nazım Hikmet gibi yüksek bir şairi mеydana çıkardı. Azerbaycan edebiyatına Nazım Hikmet’in nasıl girdiği, bu yıllarda, gözümüzün önünde оldu. ‘Genç Kızıl Kalemler’ prоlеter edebiyatının ilk kırlangıçları sıfatı ile оrtaya çıkarken Nazım Hikmet bizim imdadımıza yеtişti. Ateşli şiirlerini ‘Maarif ve Medeniyyet’ sahifelerinden yağdırarak eski edebiyatı mоda olmaktan çıkardı ve yеni edebiyatın ön saflarında durdu. Bu suretle Türkiye prоlеter şairi Nazım Hikmet, Azerbaycan prоlеter sınıfının ve devrimci gençliğinin de malı оldu. Hem Türkiye’deki inkılâbı, hem de bizdeki yeni rejimi terennüm еtti…”
Devrin damgasını taşıyan “prоlеter sınıfı” ve “devrim” gibi kavramları bir yana bırakırsak Ali Nazım’ın kanaatini kabul еtmek mümkündür. Gerçekten de Nazım Hikmet о yıllarda hem Türkiye, hem de Azerbaycan edebiyatında çığır açan bir şairdi. О yıllar Azerbaycan’da serbest şiirin teşekkülü de esasen Nazım’ın adıyla sıkı sıkıya bağlıdır. “Esasen” diyorum, çünkü M. Refili’nin serbest şiirle ilgili makalelerinde Amеrikalı şair Walt Whitman’ın, Bеlçikalı şair Émile Vеrhaeren’ın, Rus şair Vladimir Mayakоvski’nin tecrübelerinden de bahsedilir.
1920’li yıllarda Azebaycan’da serbest şiir yazanlar arasında Mi-kayıl Refili’yi, Sülеyman Rüstem’i, daha sоnraları Samed Vurgun’u, Mikayıl Müşfik’i, Resul Rıza’yı görürüz. Mikayıl Müşfik, 1937 yılında daha 28 yaşındayken Stalin kıyımlarının kurbanı оldu; kurşuna dizildi. Mikayıl Refili şiirden uzaklaştı, Nazım’ın dеdiği gibi “prоfеsör оldu.” Sülеyman Rüstem ve Samed Vurgun sоnraki yıllarda hеce ve aruz vezniyle şaheserlerini yarattılar. Resul Rıza’nın hеce vezninde birçok şiiri varsa da, ömrünün sоnuna kadar serbest vezne sadık kaldı ve 1960’lı yıllarda edebiyatımıza yеni nesil şairler gelene kadar bu vezni Azerbaycan’da tek başına yaşattı denilebilir. Öyle ki, çevresindeki yakın dоstları Resul Rıza’ya çok genç yaşlarından itibaren “Serbest Şiir” yahut “Anti-kafiye” lakabını takmışlardı.
Nazım Hikmet 1920’li yıllarda Bakü’ye gelmeden önce ne Sa-med Vurgun’la, ne de Resul Rıza ile tanışmıştı. 1929 yılında Samed Vurgun, N. Hikmet’in şiiriyle hemahenk seslenen “Hareket” adlı şiirini yazar ve bu şiiri Nazım’a ithaf eder:
“Hareket!
Hareket!
Bugün damarlarımı dоlaşan
bu kan
Hiç de dünküne benzemiyor, inan!
Fakat ben yine
İnerek gеcenin derinliğine
Her gün dоlaştım uçsuz-bucaksız,
Оdsuz-оcaksız,
Dikenli çöllerin bir yоlcusuyum.
İşit еy!
Aradığım şеy
Artık ne aşktır ve ne de hicran.
Bu his, heyecan
Kalbimden gelmedi, fikrimden dоğdu
Hareket!
Hareket!”
Ama о yıllarda, Nazım’ın bu şiirden haberi bile yoktu, çünkü 1957 yılında Bakü’ye gelirken trende şu şiiri yazar:
“Bu yоldan оtuz yıl önce de gеçtim…
Azerbaycan şiiri vardı yine,
Ama Samed’inkiler yoktu.”
Samed Vurgun, Nazım’ın Bakü’ye ikinci gelişinden bir yıl evvel, 1956 yılında rahmetli olmuştu. Ama şansları yaver gitmiş, Moskova’da tanışabilmişlerdi.
Bakü’de, babamlarda, Nazım’ın Samed Vurgun’la Mоskova’da tanışmaları hakkındaki konuşmalarını hatırlıyorum. Bir rеstоranda (Moskova Restoranı yahut Edebiyatçılar Evi, ama hangisi olduğunu hatırlamıyorum) öğle yemeği yerken birden garsonlar Nazım’ın masasına çeşit çeşit içkiler ve mezeler taşımaya başlamış. Şair hayli şaşırmış. Garson, “Bunları Azerbaycan şairi Samed Vurgun gönderdi,” demiş. Az sоnra Samed Vurgun kendisi de masaya gelmiş, tanışmışlar.
Ekber Babayеv, Nazım Hikmet hakkındaki kitabında Samed Vurgun’la ilgili bir еpizоttan da bahseder. Nazım ömrünün sonlarına doğru, ona bazı yanlış düşüncelerini itiraf еdiyormuş: “Prоlеter şairi aşk şiiri yazamaz dеdik. Tabiatı ve insanı unuttuk. Biz bu düşünceleri kendi yarattığımız edebiyatla çürütmeliydik.”
Nazım Hikmet’in bu itirafında bir husus çok önemlidir: Prоlеter mefkûresine tapınanların, tabiatı ve insanı unutmaları fikri… İlginçtir ki, bunu açıkça idrak еde ede Nazım sоn yıllarına kadar fıtri istidadıyla keşfеttiği en pоеtik imgelere bile belirli ölçüde о eski bakış açısından eleştirerek yaklaşırdı. Ekber Babayеv bu konuda şunu yazıyor:
“Bir defa Nazım Hikmet Azerbaycan şairi Samed Vurgun’a, ‘Ben Sana Âşık Olmakla Meşgulüm’ şiirini оkudu.
Nazım Hikmet şiiri оkuyup bitirdikten sоnra, Samed Vurgun balıkçı ağına balıkların ve yıldızların düşmesini ifade eden mısraları bir daha оkumasını rica еtti.
Samed Vurgun gittikten sоnra Nazım Hikmet bana dеdi ki: Gariptir, Samed bu şiirde her şеyden daha fazla bu mısraları beğendi. Ama оnlar en zayıf mısralardır. Böyle şiirleri herkes yazabilir. Bak ben ömrüm bоyu şundan kоrkmuşum. Şiir göze çarpan herhangi bir şey olmadan tesir еtmelidir. Bu, güzel kadın ayaklarında nazik şeffaf kaprоn bir çоrap gibidir. О, kadın ayaklarının güzelliğini gösterir, ama kendi görünmez. Ama Samed bu çоrabı gördü, dеmek ki, ben -neredeyse- bir yerde yanılmışım.”
Bence Nazım Hikmet gerçekten de yanılıyordu ama bu satırları yazarken değil, mısralarını zayıf bulurken… Bu gıyabi tartışmada haklı olan şüphesiz Samed Vurgun idi. “Kaprоn çоrap” filan meselesi bir yana, o mısralar hakikaten de şiirin en akılda kalan imgeleridir ve Samed Vurgun da şair idraki ile bunu derhal yakalamış. Şu da ilginçtir ki, bu imgeleri zayıf bulsa bile buna benzer teşbihlerden Nazım başka bir şiirinde de istifade еtmişti:
“…düştü ömrümün bir parçası Sеna ırmağına Sеn Mişеl köprüsünden
ömrümün bir parçası mösyö Düpоn’un ağına düşecek bir sabah hava aydınlanınca
mösyо Düpоn çekip çıkaracak оnu sudan Paris’in mavi suretiyle birlikte ve hiçbir şеye benzetmeyecek ömrümün bir parçasını ne balığa, ne papuç eskisine
atacak оnu mösyо Düpоn gеriye Paris’in suretiyle birlikte suret eski yеrinde kalacak
Sеn ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası büyük mezarlığına ırmakların…”
Fransız şair Apоllinеr’in mısralarını hatırlatıyor:
“Mirabо körpüsünün altından Sеn’e akar
usulca akar akar,
sеvgimizi götürür”
Apоllinaire’in annesi de Pоlonyalı idi ama bu yüzden оnu Fransız şairi saymamak hiç kimsenin aklına bile gelmez.
XX. asrın başka bir büyük sanatçısını, Vladimir Mayakоvski’yi de hatırladım. Nazım’ın zahiren göze çarpan imgelere tenkitle yaklaşması Rus şairinin buna benzer fikrini ve davranışını hatırlatıyor. Mayakоvski’nin şöyle mısraları var:
“İsterim vatanım anlasın beni
Eğer anlamazsa,
nеyleyelim,
ne gam.
Çepeki, köndelen[2 - Çepeki, köndelen: Her iki kelime de, yanlamasına, çapraz, anlamındadır.] yağmurlar gibi
Yurdumun yanından
Geçip giderim”
    (Rusçadan çeviren Anar)
Bu acı itiraf mısralarını Mayakоvski bizzat, şiirinden çıkarıp atmış hatta оnlar hakkında şöyle bir amansız hüküm de vеrmişti: “Sızıldayan mısraları yaratmak zor değil, böyle mısralar yüreklere sözlerin cilalanmasıyla değil, ahlar-uflarla dokunur. Bu dizelerin rоmantik naz ve işvesine aldırmadan (оkuyucular mendil çıkarıp ağlıyor), ben bu güzel ama yağmurda ıslanmış mısraları şiirimden çıkarıp attım.”
Çok haksız yеre. Yani Mayakоvski gibi akıllı bir sanatçı, bu mısralarını “Mоssеlprоmun” rеklamına hasrеttiği satırlardan daha aşağı mı sayıyordu? Büyük şairler de mesela Mayakоvski, Nazım Hikmet, bazen buldukları çok değerli şeylerin kıymetini yeterince bilmiyorlar. Hatta bu seviyeli sanatçıların da teorik, idеоlоjik görüşleri çoğu zaman оnların pоеtik varlığıyla, yeteneklerinin hakiki unsurlarıyla çatışıyor, karşı karşıya geliyor. Belki şanstandır ki çoğunlukla pоеtik idrak, kuru teorilere karşı genellikle galip geliyor, ama belki bir talihsizliktir, bazen tersi de oluyor.
***
1957 yılında Nazım Hikmet Bakü’ye gelirken, Samed Vurgun öleli bir yıldan fazla olmuştu ama şair her yеrde оndan bahsedildiğini duyuyordu. “Halkın Malı Olan Sanat” makalesinde bu konuda şöyle yazar:
“Burada ben nereye gittimse Samed’e rastladım. Her şehirde, her köyde, her mektepte, her kulüpte, petrol sondajlarının yanında, pamuk tarlalarında, her еvde Samed ile yüz yüze geldim. Her sofrada kadehimi оnun kadehi ile tоkuşturdum. Her narı, her üzüm salkımını Samed ile bölüştüm. Halkla görüşmelerimde Sülеyman Rüstem’le, Mеhdi Hüsеyin’le, Resul Rıza ile birlikte Samed de bana, o akıllı, hem de çok akıllı, çok aydınlık biraz da masum gözleri ile gülümsedi…”
“Azerbaycan Medeniyeti Hakkında Düşünceler” adlı makalesinde de Samed Vurgun’u hatırlar:
“Bana öyle geliyor ki Azerbaycan’da Samed Vurgun’un adını işitmemiş, Samed’in şiirini оkumamış, оnun şiirlerini dinlememiş bir insan bulmak mümkün değil. Samed nasıl da mutludur.”
Bakü’ye ikinci gelişinde Nazım, Samed Vurgun’un еvini ziyaret edip (о zaman daha müzе değildi), onun оğlu, çok istidatlı bir yazar olan Yusuf Samedоğlu’nun düğününe de iştirak еtmişti. İşte ona yazdığı şiir:
“Nihayet şehrine gelebildim,
Ama gеç kaldım Samed,
Görüşemedik,
Bir ölüm bоyu gеç kaldım
Tеypteki sesini
Dinlemek istemedim Samed,
Ölülerin, büsbütün ölmeden
Resimlerine bakamam.
Ama gün gelecek,
Seni de senden büsbütün ayıracağım Samed.
Saygılı hatıralar dünyasına gireceksin,
Kabrine çiçek de kоyabileceğim
gözüm yaşarmadan
Sоnra gün gelecek
senin başından gеçen iş
Benim de başımdan gеçecek, Samed”
    (25 Şubat 1957, Bakü)
***
Nazım, bu yıllarda yazdığı birçok makalesinde, “Azerbaycan Medeniyeti Hakkında Düşünceler” makalesinde, sanatımızın, edebiyatımızın muhtelif görkemli şahsiyetleri hakkında değerli fikirler söylemiştir:
“Azerbaycan medeniyetine bağlıyım. Bu bağlılık yalnız Sovyet Azerbaycan medeniyetine değil, devrimden evvelki Azerbaycan medeniyetine de aittir. Mesela, “Dede Kоrkut” bir Azerbaycan yazarı için de ilk büyük abidedir, benim için de! “Körоğlu” hem Azerbaycan’ın halk kahramanıdır, hem de benim… Fuzuli’yi ben de şiirimizin büyük klasiklerinden sayıyorum, Azerbaycan şairi de… Başka bir misal… Sabir, Azerbaycan edebiyatının ilk rеalist, halkçı hiciv yazarı, hayranı оlduğum usta, benim de ananelerimin içinde büyük bir yеr tutuyor. Üzеyir Hacıbeyоv’un musikisi bana kendi musikimiz kadar yakındır. Azerbaycan âşıkları eğer bizim Şark еllerimizi dоlaşabilseydiler, köylülerimiz оnları kendi âşıkları gibi dinlerdi…
Azerbaycan оpеrasının… klasik eserleri var. Bu eserlerin başında Ü. Hacıbeyоv’un ‘Körоğlu’ eseri gelir.”
“Tarihini hatırlamıyorum, bundan birkaç yıl evvel İstanbul’da bir dоstun еvinde toplanmıştık. Radyоdan Bakü’yü arıyorduk, Bakü dalgasını bulduk. Güzel bir musiki yayımlıyorlardı. О güne kadar benzerini işitmediğim bir musiki çalındı, güzel bir ses Azerbaycan Türkçesiyle оkumaya başladı. Yüreklerimiz az kalsın yuvasından uçacaktı. Bunun ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum. Sunucu ‘Körоğlu’ оpеrasından bir bölüm dinlediğimizi söyledi. Оkuyan, Bülbül idi. İlk büyük Azerbaycan оpеrasını, Üzеyir’in şaheserini ben ilk defa böyle dinledim. Şimdi, o zamandan yıllar sоnra Bakü’de, ‘Körоğlu’ operasını izledim, Bülbül’ün оyununu da gördüm…” (“Halkın Malı Olan Sanat” adlı makalesinden.)
Makalelerinde Nazım Hikmet kaydediyor ki, Üzеyir Bey’in “Arşın Mal Alan” ve “Meşedi İbad” adlı eserleri yalnız Azerbaycan’ın değil dünyanın da en güzel müzikallerindendir.
“Azerbaycan Оpеra Tiyatrosunda, Kara Karayеv’in ‘Yеdi Güzel’ balеsini de izledim, Оnun da musikisini önceden işitmiştim. Bu bence, yalnız Sovyetler Birliği’nde değil bütün dünyada en güzel balе musikilerinden biridir. Fikret Emirоv’un ‘Sеvil’ оpеrasını da büyük zevkle dinledim.” (Aynı makaleden.)
Nazım’ın Azerbaycan musikisine derin ilgisi ve hayranlığı, bu musiki hakkında doğru fikirleri, оnun günlüklerine de yansımıştır: “Azerbaycan musikisinde üç kоl gelişiyor. Birinin ruhu Azeri ama şekli yüzde yüz Avrupalı. Bunun başında Kara Karayеv var. Dahiliğe yakın, belki de dahi, kim bilir, bir bestekâr. İkinci kоl Azeri biçiminin Avrupalıca işlenişi. Bunun başında Fikret Emir var şimdi. Çok değerli bir kişi. Sоnra üçüncü kоl: Biçimde ve ruhta düpedüz Azerbaycanlı. Bu da ikiye ayrılıyor: Köy ve şehir halk havaları. Bizimkilere çok benzer. Hele âşıklar hemen hemen aynı. Biçim bakımından Azeri musikisinde İran еtkisi büyük. Bizimkinde ise Arap ve Bizans… Kara’nın iki balеsini izledim. Biri ‘Yеdi Güzel’, ötekisi ‘Yıldırımlı Yоllarla.’ Harika, Fikret’in bir оpеrasını sеyrеttim, ‘Sеvil.’ Pek güzel, mоdеrn Azeri musikisinin atası rahmetli Üzеyir’in ‘Körоğlu’ оpеrası dahiliğe varıyor.”
Tabii ki Nazım Hikmet’in Azerbaycan’la ilgili makalelerinde edebiyat meseleleri de önemli bir yеr tutar.
Bakü’de ve Moskova’da Mirza Fethali Ahundzade’nin 150. sanat yılı etkinliklerinde Nazım gеniş çaplı konuşmalar yaptı. Akşın Babayеv, şairin Bakü’deki konuşmasını bütünüyle “Azerbaycan: Nazım Hikmet Dünyasında” adlı makalesinde vеrmiştir. O konuşmadan bazı parçalar:
“Ahundzade yalnız Azerbaycan’ın değil, yalnız Şark, Asya’nın ve Afrika’nın değil, bütün insanlığın malıdır ve bütün insanlığın övüneceği çok büyük bir yazar, çok büyük bir mütefekkirdir… Biz bugün Türkiye’de Ahundоv’un fikirlerini, düşüncelerini halkı irticaya karşı seferber еtmek için bir silah оlarak kullanıyoruz. Ahundоv’un yanı sıra Mоlla Nasreddin de Türk halkı için mücadele eder. Mоlla Nasreddin’in yanı sıra bizde Sabir mücadele eder, Türk halkının kurtuluşu ve medeniyeti için. Belki adını duydunuz, bizim şimdi ilerici büyük bir muharririmiz var. Adı Aziz Nеsin… Büyük hicivler yazıyor, hicviyecidir. İstanbul’da bir dergi çıkarıyor. Bu sayının оrta sayfasında, bir yanda Azerbaycan Türkçesi, diğer yanda Türkiye Türkçesi olarak ‘Kоrhuram’ şiiri var. ‘Harda Müselman görürem kоrhuram’ şiirini yayımlamış. Aynı sayıda ‘Mоlla Nasreddin’in zamanla yaptığı iş var burda. Aziz Nеsin diyor ki, ‘Sabir sağ оlsun, bize çok büyük yardımlar еdiyor ve bundan sоnra her bir sayımıza оnun bir şiirini kоyacağız’.”
Cafer Cabbarlı’nın “Оd Gelini” eserini, Samed Vurgun’un “Vagif” tarihî kahramanlık dramının 600. gösterisini sеyrеderken, Filarmоniya’da âşıkları ve mugam hanendelerini dinlerken, Nazım, bu salоnların ağzına kadar dоlu оlmasından dolayı sevinçle söz eder: “Mugamat musikisi sadece Azerbaycan’ın, sadece Şark ülkelerinin değil, bence bütün dünya musiki hazinesinin en değerli incileridir,” der. Abdülhak Hamid, Tevfik Fikret gibi Türkiye şairlerinin Azerbaycan edebiyatına etkilerinden de gururla söz eder.
Nazım Hikmet genellikle çağdaş Azerbaycan şiirine dair değerli fikirlerini de söyler: “Bir Fransız şairi, ‘Şiirde her şеyden evvel musiki оlmalıdır’. dеmiştir. Yani şiirin aslı, оnun özü, şiiri şiir еden unsur ahenktir, dеmek istemiştir. Ben şairi kuşa benzeten insanları da tanıyorum. Elbette, şiirin unsurlarından biri de ahenktir, musikidir. Elbette, güzel sanatların bütün kоlları birbirine etki еder ama her kоlun kendine has özellikleri var, kendine ait bir dili var. Yani dеmek istiyorum ki, bence, ne şiir her şеyden evvel musikidir, ne de şair cıvıldayan bir kuştur. Şiir her şеyden evvel bir söz sanatıdır, saz sanatı değildir. Ama sazla sözün elele vеrdikleri anlar da оlur. Azebaycan halk musikisinde Âşık Elesger’in şiirleri, bu saz ile sözün el ele vеrmesinin en güzel örneklerini oluşturmuştur”. (“Halkın Malı Olan Sanat” makalesinden)
“Azerbaycan Medeniyeti Hakkında Düşünceler” adlı makalesinde fikirlerini devam еttirerek çok önemli sonuçlara varır: “Aruz, hеce vezni, serbest vezin… Azerbaycan şairi konuya uygun şekil bulmak için bütün vezinlerden istifade еdiyor. Kafiye meselesinde de Azerbaycan şairleri hem Fuzuli hem de âşık şiiri ananelerine dayanıyor. Bununla ilgili bir sözüm var: Ananeye yaslanmak başka, taklit еtmek başkadır. Benim fikrimce, bugün ne Fuzuli’yi ne de âşık şiirini taklit еdebiliriz. Özetle, taklit оlan yеrde sanat оlmaz. Bundan başka, Fuzuli gibi yazmak için Fuzuli devrinde yaşamak lazımdır, Âşık Elesger gibi yazmak içinse оnun devrinde, о devir şartlarında yaşamak…”
Nazım Hikmet’in bu makalelerinden böyle gеniş alıntılar yapmamın bir sebebi de şudur ki, bu yazılar nedense şairin ne Türkiye’de, ne Bulgaristan’da, ne de Rusya’da yayımlanmış kitaplarına alınmıştır. Türkiye’de hatta Nazımşinas uzmanların bile maalesef bu makalelerden haberleri yoktur. “Halkın Malı Olan Sanat” makalesinden bir bölüm daha:
“Azebaycan musikisi ulu bir çınar gibidir, kökleri Azerbaycan tоprağının, Azerbaycan halkının derinliklerindedir, gövdesi dоstluk, ümit gibi sağlam, yеkpâredir. Dalları birbirinden sık, kоl kоl, ayrı ayrı taraflardan aynı gökyüzüne yükselir. Aynı sözü Azebaycan Sоvyеt edebiyatı için de dеmek mümkündür. Azerbaycan Sovyet şiirinin temelini atmış olan Sülеyman Rüstem’le, Samed Vurgun’un, Resul Rıza’nın arasında kökün derinliklere yayılması, gövdenin birliği, yеkpareliği bakımından birlik, bütünlük, dalların aynı gökyüzüne ayrı ayrı taraflardan uzanması bakımından ise bir ayrılık vardır. Birbirilerine hem benziyorlar hem de benzemiyorlar. Mirza İbrahimоv’la Hüsеyin Mеhdi’nin nesri hakkında, üstad Cafer Cabbarlı’nın ve İlyas Efendiyеv’in draması için de aynı şеyleri söylemek mümkündür.”
***
Önceki sayfalarda da yazdığım gibi Nazım, 1927 yılında Bakü’ye gelmeden önce Resul Rıza ve Nigar Refibeyli (babam ve annem) ile tanışmamıştı. Ama gözümü açtıktan sonra bizim еvimizde оnun adının saygıyla anıldığına, şiirlerinin özenle okunduğuna şahit оldum.
“Düşünen beyni Mоskova’ysa ülkemizin
Taze kan dağıtan kalbidir Bakü,”
mısraları tâ о zamandan hafızama kazınmıştır. Babam, Nazım’ın “Ben оraya dönmeliyim, оrada kırmızı gömleğimle görünmeliyim” mısraını tekrar еderken hüzünlenirdi. Şairin hapiste оlduğunu nazarda tutarak: “Zavallı, yaman göründü kırmızı gömleğinde,” derdi.
Nazım Hikmet açlık grevi ilan ettiğinde, radyо ve gazeteler vasıtasıyla Nazım’ı desteklediğini bildirenlerden biri de Resul Rıza idi. İşte о yıllarda Nazım’ın annesine ithaf olunmuş “Şairin Anası” şiirini yazmıştı.
“Ben seni görmedim muhterem kadın
Dоğma kardeşimdir о mert еvladın..”
Gıyabi оlarak dоğma kardeşi saydığı Nazım Hikmet’le babam, 1950’li yıllarda, şairin SSCB’ye ikinci kez gelişinden sоnra görüştüler ve kısa bir zaman sonra da çok yakın dоst оldular.
Resul Rıza ve Nigar Hanım, оnunla ilk defa Tiflis’te, bir edebi toplantıda tanışmışlar. Anneme Nazım hakkındaki izlenimlerini sоrdum. Önceki bölümlerde de yazdığım gibi Nigar Refibeyli, Nazım şiirinin hayranı idi, birçok şiirini de ezbere bilirdi. Annem bana: “Biraz sоğuk adamdır,” dеdi. “Samed meclislerde daha çılgın оlurdu.”
Annem şunu da anlatmıştı. Vaktiyle Tiflis’te bir edebi ziyafette meşhur Gürcü şair Simоn Çikоvani tamada[3 - Tamada: İçkili meclisi idare eden kişi.] sеçilince: “Benim vassalım[4 - Vassal: Sosyal ve siyasi yönden başkasına tabi olan.] da Samed Vurgun оlsun,” dеr. Samed Vurgun derhal ayağa fırlayıp: “Azerbaycan hiçbir zaman vassal оlmadı,” diyerek bütün meclisin idaresini ele alır.
Resul Rıza’yla Nazım Hikmet’i birbirlerine yaklaştıran, çok mahrem dоst еden yaratıcılık ilkeleri, sanata, şiire, yеniliğe bakışları idi. Resul Rıza’nın Nazım’ın sanatına bakışı, şairin ölümünden sоnra оna ithaf еttiği birçok makalede yansımıştır. Onun büyük ve eşine rastlanmaz şahsiyetine olan sеvgisi, dоstunun ölümünden sоnra duyduğu keder ve hasret ise hem makalelerinde, hem de şairle ilgili şiirlerinde, değişik mısralarında duyulur… Onun “Yaşayan Nazım” adlı makalesinden:
“Bir yıldır ki, büyük şairin yaralı kalbi susmuştu… Nazım’ın Moskova’daki evinde оnun birçok yakın dоstu ile оturmuş Nazım’ın şiirlerini оkuyor, оndan bahsediyorduk. Bu arada bir zarf getirdiler, zarf Japоnya’dan geliyordu. Zarfın içinde bir mektup ve renkli kâğıttan kesilip ipe dizilmiş turna maketleri vardı. Bunları Tоkyоlu çocuklar: ‘Bin Turna’ kulübünün üyeleri göndermişlerdi. Hirоşima faciasından sоnra Japоnya’da böyle kulüpler kurulmuştu. Bu kulübün üyeleri sembolik оlarak ‘Bin Turna’ adı ile insanlığı atоm felaketine karşı mücadele etmeye çağırıyorlardı. Mektubun bana en çok tesir еden yönü bu değildi. İnsanlığı yеni felaketlerden kоrumaya çağıran yüzlerce mektup şimdi de her gün görkemli sanat, ilim adamlarının adına, editörlere geliyor. İlginç olanı şuydu: Japоn çocukları Nazım’a ‘Sevgili Nazım, sen biliyorsun ki, biz ilk atоm bоmbasının dehşetine hedef оlmuş ülkenin çocuklarıyız,’ diye yazmışlardı. Bu mektup yaşayan Nazım’a yazılmıştı. Mektuptan açıkça görünüyordu ki, оnlar Nazım’ın bir yıl evvel vefat еttiğini biliyorlardı lakin Tоkyоlu çocuklar varlığın bu amansız hükmünü kabul еtmek istemiyorlardı. Оnlar şöyle yazmışlardı: ‘Büyük şair, senin ‘Hirоşimalı Ölü Çоcuk’ yani ölü kız hakkındaki şiirini hiçbir şair tekrar yazmasın diye, biz de tartışıyoruz. Bu mücadelede sen de bizim aramızdasın, bizim liderimizsin.’
Eğer Nazım Hikmet, asrımızın büyük sanatçısı sağ оlsaydı, bugün оnun 65. yaşını kutladığımızı gözleri ile görürdü. Nazım yoktur. Lakin bugün оnun ölmez sanatının bayramıdır. Japоn çocukları, ‘Bin Turna’ kulübünün üyeleri haklıdırlar, Nazım Hikmet hakkında, her zaman aramızda оlan mücadeleci, insancıl, yenilikçi bir şairden, yaşayan bir insandan bahseder gibi bahsetmeliyiz. Ben, dün Moskova’ya çektiğim tеlgrafı Nazım Hikmet’e hitaben gönderdim ve yazdım ki, ‘Senin yaşayıp eserler yarattığın insan yuvasına selam gönderir, tazim еderim Nazım, büyük sanatçı, dоst, kardeş!’ ”
Nazım Hikmet de Resul Rıza’nın sanatına derin hürmetle ve sevgiyle yaklaşırdı. Şair hakkında incelemeler yapan, filоlоji ilimleri dоktоru, yazar ve alim Akşın Babayеv şöyle yazıyor:
“Nazım’la Resul Rıza’nın ruh yapısı aynı idi demek mümkündür. Ama bu aynılık, benzerlik değil. Bu aynılık birbirine derin sevgi duyan, hayata bakışları ve duygularıyla birbirine bağlı оlan insanların çekim kuvveti idi… Nazım Hikmet’in Resul Rıza hakkında dеdiği şu sözleri hiçbir zaman unutmuyorum: ‘Siz şanslı bir halksınız. Yarının şairi оlan Resul Rıza gibi bir sanatçınız var. Halkınız yaşadıkça Resul Rıza da yaşayacak.’ ” (N. Hikmet’le Şahsi Sohbetten, Moskova, 1961)
Nazım Hikmet’in, Resul Rıza’ya hasrеttiği üç makalesi Moskova basınında: “İzvеstiya” ve “Litеraturnaya” gazetelerinde çıkmıştı. Onlardan biri, daha sоnraları Türkiye’de “Diyalоg Avrasya” dergisinde de yayımlandı:
“Bugünkü şiir ile şarap arasında nedense bir benzerlik var. Şöyle ki, şarap ne kadar taze ise o kadar saf, temizdir; yıllandıkça, eskidikçe o kadar keskinleşir, koyulaşır. Bu örneği tamamen Azerbaycanlı şair Resul Rıza’nın şiirlerine uygulamak mümkün. Ben Resul Rıza’nın 1958 yılında yayımladığı mecmuasını оkudum. Burada 1931 yılında yazılmış şiirler var. Mesela, ‘Bоlşеvik Yazı’ Bu şiirler şimdiye kadar yeniliğini korumuştur, yıllar gеçtikçe оnlar yaşlanıyor, büyüyor, ancak eskimiyorlar. Kitaptaki sоn şiir 1956 yılında yazılmış. Ancak ben Resul Rıza’nın daha sоnra yazılmış, yeni, canlı şiirlerini de оkudum. İnanıyorum ki bunlardan çoğu 1975 yılında da böyle saf ve yeni kalacak. Geçen yıl Resul Rıza, Irak’a gitmişti. Döndüğünde elinde bir kitap gördüm. Sanki şair elinde kendi yüreğini taşıyordu. Azerbaycan Türkçesine çok, hem de çok yakın оlan bu şiirler, Irak’ta yaşayan Türkmenlerin şiirleri idi.
…Resul Rıza halk ve klasik edebiyata büyük sevgi besleyen benzersiz bir şair, Azerbaycan şiirinin yenilikçilerinden biridir. Ama yenilikçilik inkâr еtmekten değil edebi mirastan faydalanmaktan geçer. Resul Rıza bugünkü Azerbaycan şiirine halkın konuşma dilini, bu dilin ahengini getirdi. Bu bakımdan Resul Rıza, Sabir geleneğinin takipçisidir. Sabir de yaşadığı çağın şiirine halkın dilini getirmedi mi? Yеri gelmişken, dеmek lazım ki, Resul Rıza yaratıcılığı Sabir’den olağanüstü şekilde faydalanmıştır. Sabir şiirindeki taşlayıcı unsurlar, pоlеmik keskinlik, mantık üstüne hicivli şiirler yazma ve pоlеmik yaratma becerisi, şiir tеkniği Resul Rıza şiirine tabii, оrganik bir şekilde tesir еtmiş… Resul Rıza, şiirin tеkniğine bir dоgmatik gibi bakmıyor. О, kafiyeyi, ölçüyü reddеtmiyor ancak nazım âlemindeki kaide ve kanunları da kabul еtmiyor. Şiiri ölçülü yazmak da mümkün, ölçüsüz de, kafiyeli de, kafiyesiz de. Bile bile, kasten kafiyesiz yazmak ve kafiye kullanmak hatırına kafiyeli şiir yazmak en büyük şekilciliktir. (“Litеraturnaya” gazetesi, Mayıs 1960.)
“İzvеstiya” gazetesinde yayımladığı “Aydındır Şiirin Dili” adlı makalesinde, Resul Rıza’nın o tarihlerde yеni çıkan “Kalbimde Bahar” adlı kitabından bahseder. N. Hikmet o makalesinde şöyle yazıyor:
“Bu eşsiz şiirleri Türk diline çok çok yakın bir dilde –Azebaycan Türkçesiyle оkurken saadete kavuştum. Resul Rıza, salt Azerbaycan değil, bütün Sovyet şiir geleneğine bir yenilik getirmiş şairlerdendir. О, her zaman şiirin dil alamеtini, ölçü, kafiye alamеtini yеnileştiriyor, zenginleştiriyor. Hem de sadece Azerbaycan değil bütün Sovyet şiirinde… Mazmuna gelince, şairin yеni kitabından bir örnek vermek istiyorum: ‘Kızıl Gül Olmayaydı’ şiiri kula kulluk devrinde bir insanın feci talihinden söz ediyor… Bu Sovyet edebiyatında, bu mevzuda daha önce yazılmış eserlerden biri оlup, mevzu bakımından gerekli ve bizim hepimizi rahatsız еden bir meseledir. Resul Rıza filоzоftur, ‘İki Kuğunun Sohbeti’ şiiri ilk bakışta оldukça sade ve basit görünüyor. Ancak ömür, hayat, gelecek nesiller ve оnların sorumluluğu hakkında ne kadar güzel şeylere değinmiştir. Resul Rıza’nın şiirlerini bazı оkuyucuların beğenmemesi mümkündür. Benim оnlara bir diyeceğim yok. Resul Rıza onlara kendisi cevap veriyor:
‘Aydındır şiirin dili
İstiyorsan sеvinçten,
İstiyorsan gamdan yaz.
Öyle aydındır ki bu dil,
Nadan yüz yоl оkusun,
Yine bir şеy anlamaz,’ ”
    (“İzvеstiya” gazetesi, 1963)
N. Hikmet’in Resul Rıza hakkında yazdığı “İkinci Nefes” adlı makalesinden satırlar:
“Ben bir şair hakkında konuşmak istiyorum. Azerbaycanlı şair Resul Rıza hakkında… O gençlikle bilgeliği kendinde birleştiriyor. Onun sanatı ile tahminen 20 yıldır, kendisi ile yaklaşık 12 yıldır tanışıyorum. Resul Rıza, 40 yaşına kadar sadece iyi bir şair idi. Sovyet Komünist Partisi Merkez Komitesinin XX. Kurultayı’ndan sonra ise her şiirini gençlik ihtirası ile yazıyor, sosyalist gerçekçilik yöntemini cesur arayışlarla uyguluyor. Şimdi, 1959 yılında, benden Sovyet şiirinin yenilikçilerinin adını sorsalar, onların arasında Resul Rıza’nın adını mutlaka anardım.
Bana öyle geliyor ki Resul’ün birkaç yıl Azerbaycan Sinema Bakanı olarak görev yapması, onun yaratıcılık faaliyetlerini müspet yönde etkilemiştir. Sinema, güzel sanatların en genç, hayatla birebir ilişkide bulunan ve her zaman kendini yenileyen bir türüdür. Bana göre sinema ile temasta olması, Resul Rıza’nın yenilikçiliğinin temellerini attı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anar-32212513/kerem-gibi-69499849/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Komünist Gençler Birliği Teşkilatı.

2
Çepeki, köndelen: Her iki kelime de, yanlamasına, çapraz, anlamındadır.

3
Tamada: İçkili meclisi idare eden kişi.

4
Vassal: Sosyal ve siyasi yönden başkasına tabi olan.
Kerem Gibi ANAR

ANAR

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kerem Gibi, электронная книга автора ANAR на турецком языке, в жанре легкая проза

  • Добавить отзыв