Abay Yolu 1. Cilt

Abay Yolu 1. Cilt
Muhtar Auezov

Muhtar Auezov
Abay YoluBirinci Cilt “Abay”

Abay’ın 175’inci yılına armağan


SUNUŞ
Bu yıl büyük şair, yazar, düşünür, eğitimci, bestekâr ve çevirmen Abay Kunanbayulı’nın doğumunun 175’inci yılıdır. Bu vesileyle, Kazakistan Cumhuriyeti tarafından ilan edilen ve UNESCO tarafından programa alınan Abay Yılı çerçevesinde çeşitli etkinlikler başlatmış bulunmaktayız. Uluslararası Türk Akademisi olarak kuruluşumuzun 10’uncu, bilge Abay’ın doğumunun 175’inci yılında “Abay Yolu” romanının Türkçesini okuyuculara takdim etmekten büyük onur duymaktayız.
Büyük bilge Abay Kunanbayulı’nın hayatı ve edebî şahsiyeti üzerine yapılan çeşitli araştırmalar Alaş Orda Muhtariyeti döneminde başlamış, zaman geçtikçe artarak devam etmiş ve tespit edilen eserleri birçok dile çevrilmiştir. Bu alandaki eserlerin başta geleni şüphesiz Kazak halkının klasik yazarı Muhtar Auezov’un Abay’ın yaşamını konu alan “Abay Yolu” adlı romanıdır. Abay’ın yaşadığı dönem ve toplum yapısı ile ilgili iyi bilgi sahibi olan millî yazarımız, eserinde sadece Abay’ın yaşamını anlatmakla kalmamış, Abay’ın kişiliği üzerinden dönemin siyasi ve sosyal özelliklerini, millî meselelerini, Kazak halkının yaşam tarzını ve tarihî gelişim sürecini, şahsi mücadeleleriyle gayret ve hayallerini edebî bir üslupla gözler önüne sermiştir. Dünya edebiyat klasikleri arasında hak ettiği yeri kazanan “Abay Yolu” romanı, zengin bir edebî dille mükemmel şekilde örülmüş eşsiz bir sanat eseridir.
Muhtar Auezov’un üzerinde en az yirmi yıl emek verdiği ve bugüne kadar 30’un üzerinde dünya diline tercüme edilen “Abay Yolu” romanını farklı dillere çevirme çalışmaları devam etmektedir. Romanın elinizdeki Türkçe nüshası işte bu yolda verilen beş yıllık emeğin meyvesidir.
Daha önce Abay’ın şiirleri ile kara sözlerini Türkiye Türkçesine kazandıran değerli dostumuz Zafer Kibar, “Abay Yolu” romanını aslına sadık kalmakla birlikte akıcı bir üslupla, okunması ve anlaşılması kolay olacak bir biçimde Türkiye Türkçesine aktarmıştır. Kitapta Muhtar Auezov hakkında, yazarı eseri yazmaya sevk eden etkenler, Abay Kunanbayulı ve “Abay Yolu” romanı hakkında kısa bilgiler de sağlanmıştır.
Şairane bir dile, özgün dünya bakışı ile duygu ve düşüncelere sahip olan Muhtar Auezov’un nakışlı olduğu kadar da örtülü bazı ifadelerini, ustaca yapılan tasvirlerini, iletmek istediği mesajları çevirmenin kolay bir iş olmadığı muhakkaktır. Böylesine zor bir işin başarıyla üstesinden gelmiş olmasından dolayı Zafer Kibar’ı en içten dileklerimle kutlar, şükranlarımı sunarım.
Abay’ın geçtiği yolun gelecek nesiller için de bir rehber, bir ışık kaynağı olması dileklerimle…

    Prof. Dr. Darhan KIDIRAL
    Uluslararası Türk Akademisi Başkanı

BAŞLARKEN…
28 Eylül 1897’de Semey’de dünyaya gelen Muhtar Omarhanulı Auezov, otuz yaşına geldiğinde, millî meseleleri ele alan ve millî kültürü yücelten eserleri dolayısıyla o dönemdeki pek çok Kazak aydını gibi hapse atılmıştı. Hapisteyken karşılaştığı baskı ve zorlamalar dolayısıyla 1932 yılında “açık mektup” yazmaya ve o güne kadar yazdığı eserleri reddetmeye mecbur bırakıldı.
Serbest bırakıldıktan sonra yeni yapılara, yeni yönelimlere ithaf ettiği sözler, masallar, piyesler yazdı, roman projeleri hazırladı. Sovyetler Birliği yöneticilerini memnun etse de kendisini mutlu edemedi. Nihayet steplerin dâhi şairi hakkındaki düşünceler hayalini sarıp sarmaladı. Yirminci yüzyılın en despot yöneticisi olan Stalin’in demir yumruğu altında bunun da kolaylıkla gerçekleştirilemeyeceği belliydi.
O güne kadar yapılan araştırma ve incelemelerle ortaya çıkarılan Abay’ın eserleri, 1927 yılında yayınlanan Kazak Edebiyatı Tarihi’nin ikinci cildinde ve 1933 yılında basılan Abay külliyatında ortaya konulmuştu.
Bu defa Abay’ın sözleri ile şiirlerinden ziyade, o eserlerin ortaya çıkmasına vesile olan hayat tarzının, insan mizacının ve çekişmelerin hakikatlerini açmaya yönelmek gerekliydi. Ancak bu şekilde “Sovyet adamı” yaratmayı hedefleyen ideolojinin baskısı altında yok olma tehdidiyle karşı karşıya kalan dil, töre ve din gibi millî kültür unsurları yeni nesillere aktarılabilirdi. Bu çaba, içinde bulunduğu sömürge düzeni dolayısıyla eserlerini çapraşık bir dil kullanarak dünyaya getiren Abay’ın doğru anlaşılabilmesi için de gerekliydi.
Dünya edebiyatındaki en görkemli, en ustaca örülmüş yüce eserlerden biri sayılan ve yüksek Türk kültürünün klasiklerinden birine dönüşen bu romanın ilk kalemi, işte bu düşüncelerle 7 Aralık 1935 tarihinde oynatılmıştı.
Muhtar Omarhanulı Auezov, “Abay Yolu” romanının son noktasını ise 18 Şubat 1954’te bugün “Auezov Evi” adıyla bilinen kendi evinde koydu. Bu eşsiz eserin başlaması ile bitmesi arasında yaklaşık yirmi yıl geçmişti. Eserin yayınlanmasından önce kıymetli yazarın Moskova’da ev hapsine alındığı ve içeriğine müdahale edildiği de bilinmektedir…
Muhtar Omarhanulı Auezov, büyük halk toplulukları “Abay Yolu” romanını “edebiyattaki büyük olay” olarak değerlendirip takdir ettiğinde böbürlenip kibirlenmedi. Birileri onun bu mülayimliğini hatalı bulduğunda karşı çıkarak çatışmaya girmedi. Çünkü başka bir şahsiyetle kalem kavgasına girerek muradına ulaşmak hevesinden de, bolluğa erişmek arzusuyla düzene kulluk etmekten de, kalabalığı yararak ilerleyip başkalarından üstün duruma gelmek arzusundan da imtina eden kâmil bir insandı.
Romanı kurgularken halkın kendi tarihi ile gelenek göreneğinden ve hayat tarzından uzaklaşmadı. İçinde yaşadığı sıkıntılı dönem ve Moskova’daki ev hapsi dolayısıyla millî kültür unsurlarına yönelik acımasız satırları eklemek zorunda kalsa da, bu satırlara gelinceye kadarki anlatımı ve sunumuyla muhteşem dil zenginliğini, sevgi ve saygı temelindeki geleneklerle görenekleri, İslam dininin temel kavramlarını ve ibadet unsurlarını ahenkle anlatıverdi.
Muhtar Omarhanulı Auezov’un, tıpkı bu romanına konu edindiği Abay Kunanbayev gibi, Kazak edebî dilinin ifade zenginliğini mükemmel bir biçimde kullanarak anlatmak istediklerini anlatmayı başarabilmiş bir dâhi olduğu su götürmez bir gerçektir. Öyle ki; Abay Yolu romanının ateizm temelindeki Sovyet ideolojisi döneminde yazıldığını düşününce insanın okuduklarına inanası gelmiyor. Yayınlandığı dönemde bu eserin Kazakçasını okuyan ve dikkatle tetkik eden samimi bir komünist, romandaki muhteva ve üslup dolayısıyla onu kolaylıkla sürgüne veya ölüme gönderebilirdi.
Muhtar Omarhanulı Auezov’un, Abay Yolu adlı romanını, 1932 yılında yayınladığı “açık mektup” dolayısıyla mahkûm ettiği vicdanını özgürlüğe kavuşturmak ve Sovyet adamına dönüştürülmek istenen halkını yeniden millî kültür bilincine ulaştırmak isteyen bir isyankâr gibi ölümü göze alarak kurguladığı aşikâr.
On binlerce kelimeden oluşan söz zenginliği ile “duygu ve düşünceler, olaylar ve olgular böyle de mi kaleme alınabilirmiş” diye insanı hayranlıklar içinde hayrette bırakan ifade tarzları romanı eşsiz kılmaktadır. Elbette ben, bu romanı Türkiye Türkçesine çevirirken bu zenginliği tümüyle aktarmaya gayret etsem de, bazı bölümlerde tavizler vermek zorunda kaldığımı samimi olarak itiraf etmeliyim.
Üstelik bu tavizlerin bir kısmını isteyerek verdim. Çünkü demokratik bir hukuk devleti bünyesinde yaşayan özgür bir yurttaş olarak tümüyle örtülü anlatımlar yapmak, anlaşılırlığını zorlaştırmak gibi bir çekincem yoktu. Dolayısıyla elinizdeki bu eser, muhteva bakımından tamamen aslına uygun olmakla birlikte okunması aslından daha akıcı, anlaşılması daha kolay kılınmış, takdim tehirleri olması gereken yerine konmuş, bulmacaları çözülmüş, gizemlerinin örtüsü kaldırılmış ve yeniden yazılmış bir eserdir.
Bu eserde 19’uncu asra kadar devam eden kadim Türk kültürünün diyet ödeme, yas tutma, kara bürünme, kuvvetlerin sağ kol ve sol kol olarak bölünmesi, müjde verilmesi, konuk aşı verilmesi, yas aşı verilmesi, diz çökülmesi, saygıdeğer insanın köyünün yanından hızlı geçilmemesi, büyük kişilerin yanına attan inip yaya gidilerek selam verilmesi, akrabalık, yengelerin aracı kılınması, hediyelik yiyecek hissesi verilmesi, saçı, at yarışları, yarışmalar, oyunlar, avcılık ve kuş beyliği gibi daha nice gelenek ve görenekleri bulacaksınız.
Şimdiki gençlerin gördükleri, duydukları, hissettikleri muhteşem görüntüleri, duyguları ve düşünceleri ifade etmek için kullandığı “korkunç”, “dehşet”, “vov”, “deli” türünden tek kelimelik kısır tasvirleriyle kıyaslanmayacak kadar detaylı ve şahane bir üslupla kaleme alınan bu eserin, güzel Türkçemizi yaşatmak, geliştirmek ve yeni nesillere aktarmak hususunda üzerine düşen görevi yerine getireceğine inanıyorum.
Bu eserin dil bilimci, folklor bilimci, sözlükçü, tarihçi gibi pek çok Türkolog’un çalışma sahalarından birine dönüşeceğinden de şüphem yoktur.
Abay Yolu romanı şimdiye kadar otuzdan fazla dile çevrilmiş olsa bile, elinizdeki bu nüshanın, eserin diğer dünya dillerine doğru aktarılması sürecinde de faydalı olarak kullanılabileceğine güvenim tamdır.
Abay Kunanbayev’in, tarafımdan Türkiye Türkçesine kazandırılan “Kara Sözler” adlı eseri ile şiirlerinin büyük bir kısmı 2014 yılında Türk Dünyası Kültür Başkenti Eskişehir Valiliği tarafından yayınlanmıştı. Şimdi elinizde tuttuğunuz bu eser, o kitaplarda yer alan felsefi yazı ve şiirlerin de daha kolay anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Yüksek Türk kültürünün ayrılmaz bir parçası olan Kazak Türk edebiyatının bu şaheserinin Türkiye Türkçesine kazandırılması sürecinde sözlüklerde bulamadığım kelime ve deyimleri anlamama yardımcı olan Kazakistan Cumhuriyeti yurttaşı pek çok dostum oldu. Hepsine en derin şükranlarımı sunarım.
Aslının şahaneliğine layık olması için büyük bir özveri ile çevirip yeniden yazdığım bu eseri değerlendirerek yayınlanmasına destek olan Uluslararası Türk Akademisi’ne ve Başkanı Saygıdeğer dostum Prof. Dr. Darhan Kıdırali Beyefendiye minnettarım.
Türkiye Türkçesine kazandırmak için yaklaşık beş yıl emek harcadığım iki ciltlik bu eseri okurken zevk almanızı ve insanî vasıflarınıza olumlu katkılar sağlamasını dilerim.

    Saygılarımla.
    Zafer Kibar

YAZAR: MUHTAR OMARHANULI AUEZOV[1 - M.O. Auezov’un hayatı ile ilgili bilgiler https://adebiportal.kz/kz/ authors/view/709 adresinden alınmış olup, Zafer Kibar tarafından Türkiye Türkçesine çevrilmiştir.]
Kazak edebiyatının klasiği, Toplum Emektarı, Filoloji Bilimleri Doktoru, Profesör, Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bilim Akademisi Üyesi (1946), Kazak SSC Emektar Bilim Adamı (1957)…
28 Eylül 1897 tarihinde Semey Sancak Beyliği Şınğıs Bolıslığı bünyesindeki Kaskabulak köyünde dünyaya geldi. Çocukluk dönemi yazın yaylada, kışın ovada geçti. Bu romanda ve büyük dâhi Abay Kunanbayev’in eserlerinde resmedilen Kazak toplumunun yaşam tarzını kendi gözleriyle gördü.
Eğitim öğretim hayatı Semey şehrindeki medresede başladı. Medreseden sonra beş yıllık Rus mektebine gitti. Daha sonra, 1915-1919 yılları arasında Muallimler Seminerlerinde öğrenim gördü.
1917 yılındaki seminer döneminde halk efsanesi olan “Enlik-Kebek” adlı destanı piyes şeklinde kaleme aldı. Bu, Kazak millî tiyatrosunun ilk eseriydi.
Bu piyesiyle birlikte 1921 yılında yazdığı “Kimsesizin Günü” adlı ilk hikâyesi sayesinde müstesna yazarlık kabiliyetini gösterdi. O yıllarda Semey’de ve Orınbor’da değişik işlerde çalıştı. Alaş Partisi’nin liderleri olan Alihan Bökeyhanov, Ahmet Baytursunov, Mirjakıp Dulatov gibi tanınmış edebiyatçılar ve kültür adamlarıyla yakınlaştı.
“Abay” adlı gazetenin çıkarılmasına katkıda bulundu. “Uyan Kazak” şiarı ile harekete geçenlerin demokratik düşünceleri Muhtar Auezov’un da hayattaki maksadına dönüştü.
Alaş Orda taraftarlarının resmi kurumlardan çıkarılmaya başlaması dolayısıyla, 1923 yılından itibaren, tüm gücünü edebiyat alanına yöneltti. Verimli çalışmalara imza attı.
1923-1926 yılları arasında “Okuyan Yurttaş”, “Kır Resimleri”, “Evlilik”, “Eskilerin Gölgesinde”, “Günahkâr Ergen”, “Yaslı Güzel” adlı hikâyeleri yazdı.
1923-1928 yılları arasında Leningrad Üniversitesi Dil ve Edebiyat Fakültesini bitirdi. Buradaki son yılında “Bak Bak” ve “Kökserek (Gökkurt)” adlı öyküleri yazdı.
Ondan sonra Taşkent’te bulunan Orta Asya Devlet Üniversitesi’nde “doğu folkloru” alanında aspirantura (Batı sistemindeki doktora) eğitimini tamamladı.
Siyasi görevlerden ayrıldı, sadece araştırma yapmaya yöneldi. Ancak o dönemde, edebiyatçıların siyasetin pençesinden kurtulamayacağını o da anladı. Yıllardan beri ona “milliyetçilik”, “özel mülkiyetçilik” ideolojilerinin taraftarlığı suçlaması yapılıyordu. Takibe uğradı, 1930-1932 yılları arasında hapis yattı, esaretten kurtulmak amacıyla “açık mektup” yazdı…
Auezov’un tarihi konuları ele alışının sebebi derinlerde bulunmaktadır. İlk edebî eseri “Enlik Kebek”, ile ondan sonraki “Han Kene”, “Sıkıntılı Zaman”, “Ayman Şolpan” ve “Kara Kıpçak Kobılandı” piyesleri de bunu göstermektedir. Bunların bazıları halkın bildiği efsanelerden esinlenerek yazılmış olmakla birlikte “Han Kene” ve “Sıkıntılı Zaman” piyesleri tarihi olaylara dayandırılmıştır.
Auezov, 1920’li yıllarda nesir ve piyes alanında güçlü eserler üretmiş, genç yaşta Kazak edebiyatının klasik yazarlarından birine dönüşmüştür.
1930’lu yıllarda da “Kasen’in Davranışları”, “İzler”, “Geçit”, “Kum ve Askar”, “Kartalcı” gibi hikâyeler ile “Ayman Şolpan”, “Altın Kartal”, “Sınırda”, “Gece Ezgisi” gibi piyesler yazmıştır.
1930’lu yıllarda Abay’ın mirasına her zaman büyük değer verilmiştir. Abay’ın derinlemesine tanınması meselesini hayat maksadına dönüştürmek sadece bilgelik ve dâhilik değil, aynı zamanda yiğitlik olarak da görülmüştür.
Büyük, uzun vadeli, milyonlarca okuyucunun yüreğine dokunacak edebî bir eserle Abay’ın dünyaya tanıtılması için Auezov’a ne kadar ihtiyaç varsa, Auezov’un da dünya edebiyatının zirvesine çıkabilmesi için Abay’ın mirasına o kadar ihtiyacı vardı.
1936’da Kazak Edebiyatı gazetesinde “Tatyana’nın Sahradaki Türküsü” adlı makalesi yayınlandı. Bu, gelecekteki romanın bir bölümüydü.
1940 yılında L. Sobolov ile birlikte “Abay” trajedisini yazdı.
Muhtar Omarhanulı, 15 yıl boyunca “Abay Yolu” adlı dört ciltlik romanını yazmakla meşgul oldu. Bunun “Abay” adlı ilk cildi 1942 yılında, ikincisi 1947 yılında yayınlandı. Rusçaya çevrildi. Bu iki ciltlik eser 1949’da SSCB “devlet ödülü” ile ödüllendirildi. Dört kitapla biten destan, 1959’da “Lenin” ödülüne layık görüldü. “Abay Yolu” adlı eser bugüne kadar 30 dile çevrildi, dünya okuyucusundan büyük takdir topladı.
Edebî çeviri alanında da etkin çalıştı. İ. Turgenyev’in “Asilzade Yuvası” adlı eserini çevirdi. SSCB Yazarlarının İkinci Kurultayında edebî çeviriler hususunda tebliğ sundu.
Büyük bir bilim adamı ve eğitimci olan Auezov, Kazak edebiyat tarihinin araştırılması ve edebiyat alanında hizmet edecek kadroların yetiştirilmesi hususunda da büyük işler başardı. Kazakistan’da çok önemli olan “Abay’ı Tanıma” adlı bilim sahasının temellerini attı. Çok ciltli Kazak Edebiyatı Tarihi adlı eserin Kazak folkloruna tahsis edilen cildinin (1960) en önemli yazarı ve redaktörü oldu.
Kırgızların Manas Destanı hakkında monografi yazdı.
SSCB Yazarlar Birliği Yönetim Kurulunun, Barışı Koruma Konseyi Komitesinin, Lenin Ödülleri Komisyonunun üyesi oldu. Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bilim Akademisinin üyesi ve Kazak Devlet Üniversitesinin uzun yıllar boyunca öğretim üyesi olan Auezov, dört beş defa seçildiği Kazak SSC Yüksek Meclisi Milletvekili olarak da sosyal yükümlülükler üstlendi.
Abay Yolu romanından sonra o devrin hakikatlerini anlatacağı geniş kapsamlı yeni bir roman yazmaya başlamıştı. Bunun “Gelişen Medeniyet” adlı ilk cildini tamamlayarak teslim etmişti. Bu eser 1962 yılında yayınlandı.
Edebî çalışmaları dolayısıyla 1957’de Lenin madalyasıyla taltif edildi.
27 Haziran 1961’de, 63 yaşındayken, Moskova’da hayata gözlerini yumduktan sonra hükümet kararıyla Kazak SSC Bilim Akademisi Edebiyat ve Sanat Enstitüsüne ve Kazak Devlet Akademik Tiyatrosuna onun adı verildi.
Yazar adına müze açıldı. Almatı şehrindeki bir ilçeye, bir dizi okula ve sokaklara adı verildi. Doğumunun 100’üncü yılı UNESCO kararı ile uluslararası düzeyde kutlandı…

DÖNÜŞTE

1
Doğu Kazakistan kırları bereketli geçen 1850’li yılların sonuna doğru yeni bir ilkbahara ulaşma coşkusuyla yemyeşil olmuş kaynıyordu.
Kartalların özgürce kanatlanarak süzüldüğü engin mavilikler altında çatlatırcasına at koşturan küçük öğrenci, üç günlük yolun bugünkü son gününde, atını alabildiğine hızlı koşturarak gitmek için varını yoğunu ortaya koyuyordu…
Yola çıkacakları günün akşamında, yatmadan evvel, “gün koruluktan çıkınca at binelim” diye sabırsızlanan çocuk, kendisini şehirden alıp obaya götürmekte olan akrabası Baytas’ı tan atar atmaz uyandırarak yatağından kaldırmıştı.
Gün boyu attan inmemiş, diğer binicilerden ok boyu önde gitmişti. Bildiği Köküyirim, Buvratiygen, Takırbulak benzeri yerleşim bölgelerindeki su kuyularının yakınına geldiklerinde aralarındaki mesafeyi bir hayli açıyor, altında kıvama gelen kula beşlisini[2 - Kula beşlisi: Beş yaşına gelen kirli sarı renkteki at.] akıtırcasına koşturuyordu.
Arkadan gelen Baytas ile yorga Cumabay:
– Şu çocuğun obaya dönmek için sabırsızlanışına kurban olurum!
– Talihsiz çocuk kış boyunca içten içe sıkıntılanmış yahu, diye kendi aralarında konuşuyor, küçük öğrenci önden gidip uzaklaşınca bunlar da zoraki dörtnala peşinden koşturuyor, yele uçuşturarak arkasından yetişiyorlardı. Yorga Cumabay’ın eyer takımına bağlayarak ildiği kara topuzu, Baytas’ın ise dizinin önüne tutturduğu uzun kayın çomağı vardı. Baytas, Takırbulak kıyısına geldiklerinde çocuğu uyardı, onu yalnız at sürmekten alıkoymak istedi:
– Artık bizden uzak gitme! Şu Esembay deresini biliyorsun ya!.. Uğrusu var, dedi. Cumabay da onu destekledi:
– Seni de, bizi de, deminden beri gözetliyor! “Kabadayılık ederek yalnız at sürmek ne ki, yere düşürüp al da gel şunun altındakini” der ve lâkin seni üstünden iter, şu yarış atını alıp gider, dedi. Şaşkın gözlerle büyüklerine bakan çocuk:
– E, ya siz? Siz atımı alıp gitmesine izin mi verirsiniz, diye sordu. Baytas ve Cumabay’ın ürküterek konuşası geldi:
– Eyvah, eyvah! Bizde ne kuvvet var ki? Biz sadece iki kişiyiz. Onlarsa sıralanmış büyük ordu…
– Bu Esembay’da devamlı düşman bulunur. Sadece bizi, “kendi ülkemizin adamı” diye sağ bıraksa iyi! Arazi kötü, dediler…
Çocuğun sinirine dokunan ve bardağı taşıran da bu ifade oldu:
– Sizde fer kalmamış desenize. Birlikte gitsek ne, tek başıma gitsem ne? Ben gittim öyleyse, deyip dizgini gevşetti, kamçıyı bastı. Atın toynaklarını yere vurdurarak obasına doğru yöneldi…
Çocuğun bu hâli Takırbulak’tan geçtikten sonra büründüğü bir hâldi.
Oradan itibaren, bir kez bile arkasına bakmadan, deminki “tehlikeli” denen Esembay’a gelinceye kadar, göz alabildiğine uzaklaşıp devamlı yapa yalnız at sürdü…
Yolun bu tarafları daima tepelik olur. Buralar, tam şimdiki gibi, halk Şınğıs’a, yaylaya doğru göçtüğünde insansız kalan topraklardır. Uzaktan yolu gözetleyen şahikaları vardır. Tam yakınlaşmadan, öfkeli zamanında dikkatsiz gidenlerle düşmanı omuz omuza yürütecek, birden bire kucak kucağa getirecek uğursuz bir yerdir. Gizli hendekleri de vardır…
Bundan önceki iki günlük yolda büyükler hızlı gitmemiş, çocuğun sabrını bütünüyle tüketmişti. Bu yüzden o, bugün, obaya ulaşacağı gün, büyüklere zoraki hızlı sürdürme hilesini bulduğu için memnundu esasında. Böyle de yaptı gün boyunca.
– “Çocuk” dediğinin korkusu olurdu. Akıl var mı bunda, Allah’ım, diyen Baytas, ne yapacağını bilemeden başını salladı.
Cumabay çok geçmeden:
– Vay, şunun evladı!.. “Ben bozkurt eniğiyim” diyerek gidiyor efendim! Bırak, ne olursa olsun geride kalmayalım şimdi. Haydi Baytas! Yürü, deyip kamçılamaya yöneldi. İkisi de dizginleri boşaltıp yarışırcasına koşturmaya başladı…
Baytas’ın bindiği, Kunanbay’ın kara yeleli kır atı, umut beslenen yarış atlarından biriydi. Cumabay’ın altındaki de Kunanbay’ınkilerden biriydi. Naymankök denen, azı dişleri çıkmış, büyük bir at idi. İkisi yarışa yöneldiğinde, çaresiz münakaşaya tutuştu: “Ben geçerim”, “ben geçerim ben” diyerek tekmeleşip, yarışı uzatıverdiler. Bir belden aştıktan sonra durmaksızın ikinci belin yamacına doğru yarışa devam ettiler. Vardıkları son yamaçta kır at bir boy kadar öne geçmişti. Yamaca çıktıktan sonra geri dönerken baktıklarında çocuğu göremediler.
Bunlar, iniş yolunda bir kez daha yarışa tutuşacak oldular. O belin çukurluğuna doğru bu şekilde hızla giderken, yorga Cumabay arkasından, sol omzu tarafından, gürültü patırtıyla gelen bir ses duydu. Kendisi tam Esembay yükseltisinin yanındaydı ve o ses, tam da Esembay deresinden geliyordu.
– Hay kâfir! Buradan peşimize takılan ancak düşman olur efendim. Çocuğu almış, bizi de takip etmiş ya, dedi ve gemi azıya alan kır atı ökçeleyiverdi. Azıcık yana döndü, korkarak arkasına bakıp göz ucuyla süzdü:
– Sarhoş gözünü… Sarhoş, diyerek kendi kendine kızdı. Azrail gibi çullanırcasına ardından gelenin atını da binicisini de tanıyamadı. Yıldırım gibi ardından gelen haydut, “tanınmayayım” diye ağzını yüzünü özellikle kapatmıştı. Bu bölgede gündüz vuran uğrunun âdeti böyleydi. Kendisini yarışa kaptırmış olan Baytas’ta ses yoktu, öne fırlamış kendi kendine gidiyordu. Vurulsa, ilk vurulacak olan yorga Cumabay’dı…
“Artık ne olursa olur, canı koruyayım” diye düşündü, eyer takımındaki kara topuza yapıştı. Onu çıkarırken, bir yandan da “o da ense kökümden vurur yahu” diye çekindiğinden, başını sakınarak gidiyordu.
Takipçi, düşündüğü gibi, topuzu çıkarmasına fırsat vermedi. Eyerinden bütünüyle çıkarıncaya kadar bastırıp yetişti, atılarak Cumabay’ın gür siyah kalpağını gözüne doğru indirdi, aynı anda topuza asıldı. Cumabay’ın başını kaldırmasına, kalpağını düzeltmesine de imkânı olmadı. Mücadeleden çekindi, dizginleri gevşetip kamçıyı basmaktan da aciz kaldı. Böylece tecrübeli düşman, bunun şaşkınlığından faydalandı, çekti topuzunu da aldı.
Cumabay’ın bindiği ak boz at da bir şeylere rastlayıp durmuş gibiydi. Cumabay kendini güç bela düzeltti, kalpağını kaldırıp gözünü açtı. Baksa ki, birdenbire ak boz atın peşine takılan, bunun topuzunu çekip alan, şimdi sessiz bir şekilde katıla katıla gülen adam; deminki çocuk öğrenci imiş! Kendi dediği gibi “Kunanbay’ın eniği” Abay imiş…
Cumabay çocuktan korktuğu için hem utandı, hem öfkelendi.
– Oy, evladım oy! Buralar düşman döşeği. Uğruların oyun alanına gelip, kötü şaka yapmak da neyin nesi, dedi.
O sırada, Baytas da gülümseyerek geri dönüyordu.
Abay, büyük birinin kendisinden korkmasından çok memnun kalmıştı. Cumabay’ın neye öfkelendiğini anlıyordu. Yanık benzi kızarmış bir hâlde aşağı bakarak muzipçe gülerken kalpağını düzeltmeye başladı. Eski “yolkesen” haramiler gibi kaftanını ve kalpağını ters çevirerek giymiş, ağzını burnunu kızıl yağlık ile kapatmış, yine o haramiler gibi Cumabay’ı kovalarken bile “sesimi tanıtmayayım” diye homurdanarak konuşup buyruklar vermişti. Baytas korktu mu, korkmadı mı, hiç belli etmemişti. Cumabay’ın kızgınlığını uzaktan görmüş ve mest olmuş bir hâlde yanlarına geliyordu:
– Kula beşlinin sakarını da yok etmiş, bak ta kendin gör, dedi.
Cumabay da yeni görüyordu. Çocuk, beşlinin sakarını saz balçığıyla sıvayıp kaplamıştı… Cumabay kişilikli biriydi. O da alay konusu olmak istemiyordu. Bu yüzden, bu olayı oyuna dönüştürmek ister gibi davrandı:
– Oy, aslına benzemesen şaşarım tombalak! “Uğru Tobıktı[3 - Tobıktı: Kazak halkının, Abay’ın da mensubu olduğu bir soyudur. Aynı paragrafta yer alan Kerey ve Uvak da Kazak halkını oluşturan diğer soylardandır.], hırsız Tobıktı” diyerek hiç durmadan ağlar Kerey ile Uvak. Küçücük çocuklarına kadar uğru olmanın hakikatini mükemmel şekilde bilirler, ya Hakk. Ağlamasın da ne yapsın Kerey ile Uvak, dedi ve söylediği söze kendisi de gülüverdi…
Cumabay’ın şehre ne için geldiğini, bu defa, Abay da tam bilmiyordu. Fakat onun Baytas’a söylediği bir sözden Kunanbay’ın verdiği bir iş için geldiği anlaşılıyordu. Abay’ın eskiden gözlemlediğine göre, bu adam, Kunanbay’ın değer verdiği kişilerden biriydi. Abay’a kızıp kırılarak giderse önce babasına söylerdi.
Bunu hatırlayan Abay, tekrar yola koyulduklarında kendisini toparlayıp alaycılıktan alıkoyarak:
– Yol uzun. Uykumuzu kaçırsın diye oyun ettim, ayıplamayınız Cumeke, dedi. Artık olabildiğince kibardı. Süzülüverdi…
Cumabay küçük çocuğun mahcup görünüşüne memnuniyetle baktı, ses çıkarmadı. Baytas ise yaşıtıymış gibi sataştı Abay’a:
– Harikasın! “Ayıplamayınız” ha! Senin bu yaptığın, benim “göçerken yük atarım sarı deveme, hangi yüzle söylerim ablam Oyke’ye” diyen şiirim gibi oldu yahu, dedi.
Abay tam anlamadı:
– Nasıl dedin, Baytas ağa? “Oyke abla” derken kimi kastediyorsun?
– E, Oyke ablanı bilmiyor muydun? Bu nasıl olur?
– Pekâlâ…
– Pekâlâ, “Oyke abla” dediğim kişi, benim şimdiki eşim. Bıldır alacakmış gibi yiğitlik edip, ülkeyi gezip, kızlarla gelinlerle eğlence düzenledim ya? Sonu ilginç oldu: Eve dönecek vakit gelmişti. O zaman anladım ki; “hanıma nasıl bakılır”, “ne diyerek yaklaşılır” bilgim de yok, yüzüm de yok… Bunun üzerine kasten, kendim köye dönmeden bir iki gün önce arkadaşlarımı göndermiştim ve yüzünün heybeti sönsün diye yazdığım “hangi yüzle söylerim ablam Oyke’ye…” şiirimi onlara söylettirmiştim. O şiirin ilk satırı, o gün deyim gibi oldu, dedi…
Abay da, Cumabay da anlatılan hikâyeyi merakla dinledi. Kendisi şair olan yiğit ve yakışıklı Baytas’a, biri yaşlı diğeri çocuk olan iki yol arkadaşı da kıskançlıkla ve beğeniyle bakıyordu. Oyke adlı yengesi de, Baytas’ın şarkıyı eğlenceyi seven arkadaşları da Abay’ın gözünde canlandı. Duyduğu konuşmaların hepsini keyifle, arzuyla dinleyen çocuk, eskiden Baytas ile sırdaş, sohbettaş olmasa da meraklandı, bu sohbetin sonunun ne ile biteceğini bilmek istedi. Baytas’ın yaşıtıymış gibi şakalaşmasından faydalanarak:
– Peki, öyleyse, Oyke ablana hangi yüzle söyledin Baytas ağa, diyerek sözü yapıştırıverdi.
Baytas bu çıkışa güldükten sonra büyüklenerek baktı ona:
– Hangi yüzle söyleyecektim? Biçare kadın arzu hâlini uzaktan şarkıyla söyleyişine dayanabilir mi? Gelir gelmez, önümde bitiverdi, atımın yularını alıp bağlayıverdi, dedi ve Cumabay’a bakarak göz kırptı.
Abay ses çıkarmadı. İçinden “beni kandırıyor yahu” diye geçirdi…
Bu konuşma, yolcuların sabahtan beri sert gidişi yüzünden Naymankökün yavaş yavaş yorulduğu vakitlere denk gelmişti…
Çocuk, obaya ulaşma sabırsızlığına ve üç günden beri yaşadığı heyecanlı hâline yeniden büründü, tekrar topuklamaya yöneldi. İki yoldaşı:
– Hey, bırak diyorum, çocuk! At çatlatacaksın!
– Yapayalnız uzaklaşıp giderek düşmana yem olacaksın, deyip hızını kesmek istedi.
Fakat şehirden ve şehirdeki kasavetlendirici yatılı medreseden yeni kurtulan, artık evine ve obasına ulaşma telaşıyla yanıp kavrulan çocuk o sözleri dinlemeye meyletmedi. Büyükleri de korkutan Esembay, hatta uğrular bile, Abay’a o kadar yabancı ve soğuk görünmedi. “Uğru dediğin de ne? Onlar da kendileri gibi bu ülkenin insanları işte!” “Hepsinin elbiseleri ve eyer takımları kir pas içinde!” “Elleri sopalı olur böylelerinin de…” “Uğrular, hepten sarı kelle(!) olurmuş bazen de…”
Abay’ın uğrular hakkında işittiği bunlara benzer pek çok söz vardı böyle.
Halk içindeki büyüklerin ağzından duyduğu bu tür konuşmaları unutması mümkün değildi elbette. Bilakis “hiç olmazsa bir kere o eşkıyalarla karşılaşsam, düşmana saldırış şekillerine baksam” diyerek içinde yaşattığı bir merak da vardı çocuk gönlünde…
İşte “Karavıl tepesi şu, gizli deresi bu” denen Esembay ve Nayzatas bölgeleri ise, Abay’ın kendi obasının çok bilinen yerleşim yerleriydi. İlkbahar ile güz vakitlerinde, yılda iki defa, Kunanbay obaları bu yerlere gelir yerleşir, uzun süre yaşar, hayvanlarını otlatır da giderler. Şurada görünen yamacın her yanı kısrak bağı, oba yerleşimi, koyun ağılı. Hepsi de o kadar tanış, o kadar yakın… Bıldır soğuklar başladığında, koyunlar kırkılırken, şehre okumaya gittiğinde tam da buradan, Esembay’dan yola çıkmıştı. O zaman birlikte tay mahmuzladığı, aşık oynadığı yaşıtı çocuklarla koşarak yarıştığı, gülüp oynadığı en sonuncu sıcak mekân burasıydı. Kış boyunca obasını ve halkını özlediğinde aklından çıkmayan son günleri tam da bu Esembay’da geçmişti.
Öyle olunca “burada harami var, uğursuz yer, belalı yer” şeklindeki sözlerin hiçbiri gönle tesir etmiyordu. Masum engin kırlar, yemyeşil mekânlar, ak yulaflı şahane ülke aklına düştüğünde gözleri puslanır, hüzünlenirdi. Bütün çevredeki geniş dünyaya, özellikle, kendisinin doğduğu bu sahraya, taşına toprağına çok büyük ve sıcak bir akrabalık hissiyle, şefkatle bakıyordu. Israrla, özlemle seviyordu. Aralıksız bir şekilde, sertleşmeden, aynı kalıpta eserek vuran şahane ılık yel ne kadar da huzur vericiydi. Bu yel ile canlanıp, duygulanıp, gölün yüzeyi gibi kıpırdayıp çalkalanan al kızıl kahve renge bürünmüş yulaf ile diken kırları… Kır değil, sanki deniz gibiydi! Bu kırlıktan gözünü alamadan, doyamadan ve ses çıkarmadan gözünü dikerek uzun uzun baktı. Gücü yetse, bu yerleri öcü gibi görmek, ürkerek bakmak bir yana, kucağını açarak sarıp sarmalardı. Okşaya okşaya “ben seni özledim. Başkaları ‘kötü yer’ dese de, ben böyle söylemedim. Koynuna tıktığın uğru muğruların da dursun, hiçbir şeyini yabancı görmedim” diye bakar gibiydi…
Yeniden atını ökçeledi, ayağını yerden kesip uçarcasına uzaklaşıverdi. Olmayacak oldu. Baytas:
– Arkasında kalıp, büküm dönen arabacı gibi daha ne kadar sarsılacağız. Bu zulmü çekene kadar, Cumeke, gel biz de atları serbest bırakalım, dedi ve kır atı su gibi akıtmaya yöneldi. Cumabay da zoraki mahmuzladı.
Bir müddet sonra Abay bunları karşıladı, üçü birlikte uzun uzun yarışır gibi gitmeye başladı…
Koruluktan çıktıkları sabahtan beri duraksamadan koşturan üç binek atı, terinden kan damlar şekilde üçüncü günün akşamüstü ikindi vakitlerinde, Kölkaynar’daki Kunanbay obasına, Abay’ın öz annesi Uljan’ın oturduğu obaya geldi…
Kölkaynar, suyu bol billur bulakları olmakla birlikte yaylaya nispeten geniş bir yerleşim yeri değildi. Boyun, Şınğıs’a yaslanarak sıralanan üç dört obası buraya yerleşmişti.
Kunanbay’ın kendi obası ile yakın akrabalarının obalarından oluşan bu obalara “Kunanbay obaları” deniyordu…
Debisi az olan bulağın kıyısına yakın aralıklarla konan obaların evleri de, peş peşe böğüren hayvanları da, insanları da bu geç vakitte yüksek sesle ağlaşır gibiydi. Evlerin tandırlarından çıkan ve birbirine karışarak çoğalan tütünleri tek vücut olarak gökyüzüne yükselen mavimsi bir pus gibi obaların üstünde yayılıyordu. Ürüyen itlerin, mal güderken naralar atan çobanların, meleyen koyun ve kuzuların gürültüleri birbirine karışıyordu. Akşam suyunu içmeye gelen kalabalık yılkı sürüsünün koşuşma gümbürtüsü ile ara sıra gürleyerek kişnemeleri ve tozu dumana katmaları olsun, günlük çalışması bitince eyeri çözülüp serbest bırakılan ve sürüsünü aramaya koşan genç aygırların kişneme sesleri olsun, hepsi de Kölkaynar’a yerleşen bu obaların akşam saatlerindeki meşgalelerini bildirir gibiydi. Çocuğun alabildiğine özlediği görüntü işte buydu…
Biniciler bulağın tam yanına, en yakınına yerleşen obaya doğru ilerledi. Beş adet ak kiyiz evden oluşan çok evli bu oba Abay’ın iki annesi Uljan ile Ayğız’ın obası idi.
Bu obaların insanları, obaların kenardaki evlerinden uzaklaşarak akşam yayılımı için batı tarafına doğru otlağa çıkan kısır koyunların içinden geçen ve ortadaki büyük evlere doğru gelen üç atlıyı çabuk tanıdılar. İlk görenler, birbirine bağlanan koyunları avlunun ortasında sağan kadınlardı.
Önlerine önlük takmış, eteklerini kıvırarak bellerine dolamış, kovalarını ellerine almış vaziyette binicilere bakan kadınlar:
– Şehirciler! Şehirciler geliyor, diye bağırmaya başladılar. Yaşlı bir kadın:
– Şu Abay! Abay ya! Kurban olayım sana! Anasına söyleyeyim, dedi. Genç bir yenge de:
– Evet ya, Telğara[4 - Telğara: Abay’ın “iki anadan süt emmiş esmer çocuk” anlamındaki lakabıdır.]bu… Canım efendim, bu o… Telğara! Ablama söyleyeyim, dedi ve büyük eve doğru seğirtti…
Annesi Uljan da, Baytas yola çıktıktan sonra, özlediği evladının geleceği vakti hesaplamış ve obaya bugün ulaşacaklarını tahmin etmişti. Kırkına yeni giren ve biraz semizleşen sarı saçlı, kızıl yanaklı baybişe[5 - Baybişe: Çok eşli erkeğin, daha saygıdeğer görülen en kıdemli ilk eşidir.] deminki seslenişlerin hepsini işitmişti. Uljan hemen evin başköşesinde oturan kaynanası Zere’ye haber verdi, yaşlı kadının sağını solunu düzeltti ve çabucak dışarı çıkıverdi.
Kulağı uzun zamandan beri iyi duymayan ninesinin en sevdiği torunu Abay idi. Onu aklından çıkarmaz, duasından eksik etmezdi.
Atlılar evin önüne geldiğinde, o büyük ev ile doğu tarafına kurulan konuk evi arasında, kendilerini bekleyen bir grup insan olduğunu gördüler. Deminki analardan başka, yengeler, komşu evlerin kadınları, nadiren ev dışına çıkan yaşlılar, bu obanın bütün evlerinden çıkıp gelen çocuklar da buradaydı. Obanın büyükleri de her yandan yüksek sesle konuşa konuşa akarcasına bu heyecanlı gruba doğru geliyordu.
Birisi, iki yoldaşını geride bırakarak o topluluğa doğru gelen ve onlardan erken inen Abay’ın atını alıp gidiverdi. Çocuk, kalabalığın içinde en önce kendi annesini gördü ve ona doğru yürüdü. Annesi uzak sayılmayacak bir mesafeden seslendi:
– Ey, gözümün nuru! Canım oğlum! Öbür yanda baban duruyor… Önce ona selam ver, dedi.
Abay annesinin işaret ettiği tarafa bakınca hemen görüverdi. Babası Kunanbay, yanındaki iki üç kişiyle birlikte uzak sayılmayacak bir yerde, konuk evinin dışında duruyordu. Uygunsuz bir şekilde arada kalan çocuk, annesinin bu kadar serinkanlı duruşunun sebebini anladı ve çabucak babasına doğru döndü. Baytas ile yorga Cumabay da, çok uzak sayılmayacak bir mesafede indiği atlarını yedeklerine almış vaziyette yaya yürüyerek Kunanbay’a doğru gidiyordu. Fakat iri yapılı, kır sakallı, bomboz suratlı Kunanbay’ın gözü bunlarda değildi. Arkalarından Azrail kovalar gibi at koşturan dört beş süvari obaya doğru geliyordu. Hepsi de şişman vücutlu olan atlılar varlıklı kodamanlara benziyordu. Bunlar, Kunanbay’ın önceden haber göndererek davet ettiği ve bugün beklediği kişiler olmalıydı. Gözü onların üzerindeydi.
Baytas ile Cumabay yaklaştığında Abay da babasının yanına kadar gelmişti. Üçü birden, her kafadan bir ses çıkarırcasına selam verdi. Kunanbay döndü, çabucak selamlaştı ve kısaca hâl hatır sordu. Oturduğu yerden kalkmadı. Oğlunu yanına da çağırmadı. Az bir süre Abay’ı süzdükten sonra:
– Oğlum, boyun uzamış, akıl baliğ olmuşsun efendim! Molla oldun mu? Bilgin de boyun gibi büyüdü mü, diye sordu. İstihza mıydı, şüphe miydi? Yoksa gerçekten bilmek mi istiyordu?
Çocuk, aklının yettiği günden bugüne kadar, eski püskü kışta güneşin durumuna bakan yaşlı sığırtmaç gibi babasının yüzüne baka baka, onu tanıyarak büyümüştü. Babası da bu oğlunun çok sezgili oluşunu diğer evlatlarından üstünlüğü sayardı. Abay, utanmayı, cevap vermemeyi bağışlamayan baba mizacını iyi biliyordu. O, sabırlı ve uysal görüntüsüyle:
– Şükürler olsun, baba, deyip biraz durdu ve “ders tamamlanmasa da, at geldikten sonra, hazretin iznini ve duasını alıp döndüm” dedi.
Aynen yetişkin bir adam gibi söylediği bu sözler çocuğun önceden hazırladığı cevabıydı…
Babasının yanında duranlar; Maybasar ile onun ulağıymış. Maybasar, Kunanbay’ın üvey annesinden doğan kardeşiydi. “Dört kumalı” akrabaların analarının birinden doğmuştu. Kunanbay bu yıl, kendisi Ağa Sultan[6 - Ağa Sultan: İmparatorluk yönetiminin belirlediği resmi rütbe. Ağa Sultan, içinden seçildiği boyun yönetiminden ve kendi aralarındaki davaların karara bağlanmasından sorumlu idi.] olduktan sonra, Maybasar’ı Tobıktılara İdari Başçavuş tayin etmişti.
Maybasar Abay’ın cevabını beğenerek:
– Kendisi hepten ağırbaşlı olmuş, diyecek oldu, Kunanbay onun sözünü tamamlatmadan Abay’a:
– Git, annelerinin tarafına var, onlarla da selamlaş oğlum, dedi…
Abay’ın beklediği de buydu. Kendisini bekleyen, bütün hareketlerini uzaktan izleyen, kendi aralarında konuşup duran annelerine doğru döndüğünde, Abay yeniden kendi yaşına uygun sevinçli çocuk hâline bürünüverdi. Yorga Cumabay ise Abay’ın bugün kendisini nasıl korkuttuğunu anlatmaya başladı. Çocuk sabırsızlıkla öz annesine doğru yürüyüverdi. Cuma’nın hanımı, Kaliyka denen bir yengesi önden gelerek:
– Telğara! Kurbanın olayım Telğara! Cüsseli adam gibi delikanlı olmuşsun efendim, deyip boynundan sarıldı, yüzünden öptü. Başka bir yengesi, Izğuttı’nın hanımı Tobcan da öptü. Ondan sonra büyük kadınlar ve bu gruptaki büyük erkeklerin, ağabeylerin de bir kaçı öptü. Abay’ı gerçek çocuğa dönüştüren işte bu öpüşler idi. O, mahcup olup kızarmakla birlikte bu öpücüklerden kaçıp kurtulamadı. Ne karşı durabildi, ne uygun görebildi. Birçok büyük kadının gözleri yaş doldu, kimileri tutamadı, yanaklarından döküverdi…
Çaresiz sırasıyla önüne çıkan bütün büyüklerin kucağına girdikten sonra, sıyrılıp annesine doğru hızlandı. Abay’ın öz annesi Uljan ile ikinci annesi, güzel yüzlü Ayğız yan yana duruyordu.
Çocuk topluluğun arasından çıktığında yapmacık bir şekilde gülen Ayğız:
– Hay kötü kadınlar! Oğlumuzun yüzünde öpecek yer de bırakmamış, her yerine tükürük bulaştırmış efendim, dedi ve Abay’ı gözünden öptü.
Sıra öz annesine geldiğinde, o öpmedi. Sımsıkı sarılıp bağrına bastı ve alnından koklayıverdi. Abay’ın babasındaki serinlik çoktan beri annesinin de sevimli mizacı olmuştu. Çocuk bundan fazlasını beklemiyordu. Fakat anasının bağrına basışında Abay’ın yüreğini hızlı hızlı attıran başkaca büyük bir yakınlık hissedildi. Bu ana kucağıydı!.. Uljan oğlunu çok tutmadı:
– Ninene git, orada, diyerek, büyük evin kapısına doğru döndürüverdi. Yaşlı ninesi Zere, bastonuna dayanmış bir hâlde:
– Seni sünepe! Önce bana gelmedin de babana gittin ha! Seni sünepe, diyerek kızıyordu. Torunu kucağına geldiğinde ise “seni sünepenin” ardından alelacele “göz bebeğim, gösterişsiz kuzum… Abay’ım, canım…” diye dudağını titreterek ağlamaya başladı…
Ninesinin kucağında büründüğü ruh hâliyle büyük eve giren Abay, karanlık çökünceye kadar orada kaldı. Anneleri ona kâh kımız, kâh söğüşlenmiş soğuk et, kâh çay sunarak dayatıp verse de çocuğun boğazından bir lokma dahi geçmedi. Doğru dürüst bir şey de içmedi. Gün boyu çektiği açlığı unutmuş gibiydi.
Yemek verirken, alışkanlıkları olduğu üzere anneleri ve yengeleri çocuğa:
– Obayı özledin mi, en çok kimi özledin?
– Molla oldun mu?
– Okulu bitirdin mi, gibi soruları tekrar tekrar sordular. Abay başka sorulara doğru dürüst cevap vermedi. Sadece “kimi özledin” diye sorduklarında:
– Ospan nerede? O nerde dolaşıyor, diyerek kendi küçük kardeşini, afacan Ospan’ı birkaç defa sormuştu.
Uljan önce Abay’ın bu sorusunu cevapsız bırakmış, arkasından bir daha soruverince:
– E, dolaşıyor işte, akılsız sünepe! Bugün burada huzur bırakmadığı için, ninenle ikimiz kovup çıkardık, derken ninesini işaret etti.
Ninesi kendisiyle ilgili bir hususta konuşulduğunu görüp:
– Ne diyor? Ne diyorsunuz, işitmedim, dedi. Abay, Ospan’ın durumunu sorarak yüksek sesle konuştu:
– Nine, efendim! Bıldır böyle değildin… Kulağına ne oldu, niye işitmiyorsun, diye sordu. Herkesin ortasında otursa da mecburen yapayalnız kalarak soyutlanan ninesine acıdı, yanlamasına sarılarak dizinin üstüne uzandı.
Ninesi söyleneni anladı ve azıcık sesini yumuşatarak:
– Ey oğlum! Ninendeki kuru gövde de olmasa, ne endamı kaldı şu hayatta, dedi, kendisinin alıştığı derdine kederine yönelir oldu. Torunu onun bu içlenişine kıyamadı:
– Kendiliğinden iyileşir mi? Tedavi edilse nasıl olur, diye sordu.
Evdekiler de, ninesi de sadece boş boş güldü.
Yaşlı babaannesi gülerken “torununun keyfi kaçmasın” diye arzular gibi yaparak:
– Okuyup üflense, bazen açılıyor. Okuyup üflemek iyi geliyor, dedi… Ayğız durur mu? O da gülerek lafa karıştı:
– Okunup üflenecekse, şu oğlun molla olup geldi ya! Okutup üflet ona, dedi.
– Okuyup üflesin, okuyup üfleyiversin torunu.
– Biçare ihtiyarın gönlüne bu da bir destek yahu, diyen evdeki büyükler ve özellikle yengeler, Abay’dan içtenlikle bir şeyler umut eder gibiydiler.
Abay bu sözlere içten içe öfkelendi. “Okuyup üfleme, içimlik muska yazma ve kaside okumanın” halkın benimsediği türden mollalık alışkanlıkları olduğu doğruydu… Çocuk gönlüne çok iğrenç görünen falcılık, büyücülük gibi işlerle uğraşan baksıya eşdeğer mollalar ve hocalar da az değildi. Abay bunu hatırladı. Kendi durumunu hicveder gibi azıcık gülümsedi ve aniden doğrularak ninesinin başını ellerinin arasına aldı. Fısır fısır fısıldayarak artarda bir şeyler söyledi. Oradakiler alabildiğine esnemeye başlarken “başına dualar okuyor” diye söyleştiler. Bunun üzerine Abay, tecrübeli bir molla gibi diz çöktü, yüzünü astı, ellerini kaldırdı:
“Yüzü gül, gözü mücevher,
Hem yakut gibi, lebi ahmer[7 - Lebi ahmer: Dudağı kızıl.],
Hem gerdanı kardan, bihter[8 - Bihter: En iyi.],
Kaşınız kudret, bileği inceler…”
Diyerek, kimsenin anlamadığı şiiri yüksek sesle okudu, söyleyiş tarzını da “Tebâreke” suresini okuyan mollalar gibi uzattıkça uzattı:
“Sizinle karşılaşsa bir kez yiğitler,
Seyre dalarlar, kendinden geçer.
Gider kuvveti, yumulur gözler
Niye felç gibi, tutmaz olur dizler?”
Diyerek yaklaştı. Gözünü yumup dudaklarını kımıldatarak ninesinin kulağını açtı ve “pü-üf” deyiverdi. Bu, kendisinin bu yıl ilkbaharda Nevaî ve Fuzulî’yi okuduğu günlerde yazdığı bir şiirdi. Oturanlar daha hâlâ rehavet içindeydi. “Hakikaten dua okudu” diyenler, şüphe duyanlardan daha çok idi. Çocuk onların hâlini bildiğinden, dalga geçer gibi aldatıverdikten sonra, sesini netleştirip sertleştirmeye başladı. Tekrar gözünü yumup, suratını asıp, Kur’an okuyan molla gibi, ileri geri sendeleyerek:
“Uçan boz serçe sığınır inanarak,
Basarsın ayağını sıkılaştırarak,
Yaşlı ninem işitmez, inanıversin,
Vereyim şiirimi içten şifalayarak.”
Deyip yaklaştı ve tekrar “pü-f-f” deyiverdi. Evdekiler şimdi anlamıştı ve şamatayla gülüştüler. Son şiir sırasında söyleneni duyabilen ninesi de torununun niyetini anlamıştı. Ses çıkarmadı, mutlulukla gülümsedi ve torununun başını kaldırıp arkaya iterek alnından kokladı…
Abay gülmüyor, dalga geçer gibi bakıyordu. Ninesine yapışırcasına yaklaştı:
– Nasıl, kulağın açıldı mı, diye sordu. Ninesi:
– E, iyi oldu. Umutların gerçek olsun oğlum, diyerek teşekkür etti…
Büyükler çocuğun bu mizacına bir şaştı, bir güldü, nihayet hayran kaldılar. Herkesin gözü kendisine dikilince kara simalı çocuk mahcup oldu, yüzü kızardı. Lakin gözünde şimşek gibi yanan ateş fark edilebiliyordu. Uljan’ın bu çocuğunda, diğer çocuklarının çehresinden başkaca bir ihtiras ve şuur ateşi var gibiydi.
Uljan, sevimli olmakla birlikte tenkitçi bir anaydı. Oğlunun deminki mizacını bir süre düşünerek oturdu. Bu yıl boy atan oğlu, mizacı bakımından da olgunlaşmış gibiydi. Uljan herkesle birlikte gülmemişti. Oğluna dikkatle baktı, önce bir “hah!” etti:
– Oğlum efendim! “Şehirden mollalık getireceksin” diye düşünürken, hısımlarına mı çektin sen, diye iğneledi.
Bu söz, büyüklerin hepsi için çok manidar idi. Deminki muzip çocuğun mizacını tam olarak ortaya koyar gibiydi, evdeki kalabalığı tekrar güldürüverdi. Uljan’ın kimi kastettiğini anlayanlar:
– Tabii, sivri dilli!
– Biytan, Şiytan[9 - Biytan ve Şiytan: Eskiden yaşadığı rivayet edilen çok kurnaz, çok düzenbaz iki kişinin adları.]!
– Tonteke’nin yeğeniyim diyor yahu, diyerek Abay’ın akrabasını andılar. Oradakilerin aklına, Tontay’ın, ölüm döşeğindeyken “iyileşe iyileşe ayıp oldu hocaya mollaya, artık ölmezsek olmaz bu kadarı da” dediği de gelmişti. Abay:
– Anacığım! Şimdi baksı ya da büyücü kılığına bürünerek kuzu kürkü toplayacağıma, Tonteke’ye benzesem daha iyi olmaz mı? Ha” diyerek kendini savundu.
– Tamam, o hâlde! Olgunlaşmışsın oğlum, dedi annesi de.
Tam o anda Maybasar’ın ulağı girdi içeriye. Bu, demin, akşamüstü Kunanbay’ın yanında duran kaba sakallı, kara benizli Kamısbay idi:
– Abay! İki gözüm, baban seni çağırıyor, dedi.
Evdekiler ses çıkarmadı. Abay, deminden beri ortaya koyduğu serbest, hareketli, çocukça mizacından sıyrıldı, kendisini toparladı. Sessizce oradan çıktı ve babasının oturduğu eve geldi…
Konukevi annelerinin evi gibi değildi, içi dışından da soğuk, sessizdi. Abay daha eşikten girerken, yüksek sesle, belirgin bir şekilde evde oturan büyüklere selam verdi. Büyükler de onun selamını sesli olarak aldı. İçeride çok adam yoktu: Kunanbay ile Maybasar ve Cumabay’dan başka, Tobıktı soyunun bu bölgedeki tanınmış büyüklerinden Baysal, Böjey, Karatay ve Süyindik vardı. Yine bunların yanına ilişen genç arkadaşı, Baysal’ın torun kardeşi, delikanlı Jiyrenşe vardı. Yaşı Abay’dan biraz büyük olsa da yaşıtıymış gibi dostça ilişki içindeydi.
Babasının az önceki akşamüstü konukevinin önünde beklediği kişiler bu büyüklerdi. Abay’ın çocukluğundan beri sezdiği bir hâl; babasının böyle kişilerle, özellikle tam da bu dört beş kişiyle, bir araya gelmesinin bölgede başlanacak büyük ve münferit bir işe işaret etmesiydi. Babası bunları kıdemleri dolayısıyla özel olarak çağırtmış gibiydi.
Bundan önce Abay, bu tür konuşmalara ne karışmış ne de bu konuşmaları dinlemişti. Bugün ilk defa özel olarak içeri alınıyordu. Bir an Abay, “bana bir şey mi diyecekler” diye düşündü ve etrafına bakındı. Fakat bu düşüncesini haklı çıkaracak hiçbir işaret bulamadı…
Abay gelip oturur oturmaz bu büyükler, ondan şehrin vaziyetini, kendisinin eğitim durumunu ve sağlığını sordu. Diğer büyükler içinde Abay’a özellikle ilgi gösteren kişi, hatip olan, parlak yüzlü Karatay idi. O, Abay’a bakarak Kunanbay’ın diğer çocuklarını da hatırlattı:
– Bu Iskak bir hârikulâde! Becerikli ve bir başka türlü uyanık sümsük, dedi.
– O evvelki hanımı Künke’nin elindeki mi, diye lafa karışan Böjey “doğru, rüzgâr gibidir” diyerek Karatay’ı tasdik etti.
– Evet! Doğru efendim, o ateşlidir, diyen Baysal da onların sözüne katıldı. Zikzak çizerek yapılan bütün bu konuşmalar esasında Kunanbay’a iltifattı.
Ses vermeden, boğazı düğümlenmiş gibi, beti benzi atmış hâlde oturan Kunanbay o sözlerden pek etkilenmiş değildi. Bilakis, orada olmayan oğlu hakkında yapılan övgüleri ters görmüş gibi başını çevirip Abay’a bakarak:
– Ondan her ne beklentiniz varsa, bu kötü karadan da umsanıza, dedi.
Karatay, Kunanbay’ın bu oğlunu buraya çağırtacağını ve az önceki gibi yaparak bunlara tanıtacağını başkalarından önce anlamıştı. O, tecrübesiyle yumuşak başlılığa yönelerek Kunanbay’ın deminki simasına bürünüp Abay’ı anlatmaya başladı. Böjey ve Baysal’a bakarak:
– Sizler bunu sünnet ettirdiğinizde ne dediğini işitmiş miydiniz, diye sordu ve biraz güldü. Abay kendisinin çocukluktaki sığ davranışlarından birini böyle soğuk görünüşlü büyüklerin önüne sürmekte olan Karatay’ın yaptığından hiç memnun değildi. Utandı, sıkıntılanmaya başladı. Fakat durduracak gücü yoktu. Sonunda, yapabildiği; o çocuk kendisi değilmiş gibi sessizce donup kalmak oldu.
Karatay gülerek:
– Sünnet edildiğinde, zorlanarak ağlamış ve “ey Allah’ım, bu zulmü çektireceğine, niye kız olarak yaratmadın ki” demişti. O zaman annesi “ey akılsız oğlum, kız olsan çocuk doğurmaz mıydın, ondan da mı zor oldu ki” diye sorunca, bu, “eyvah, bir de bu mu vardı” demiş ve ağlamayı bırakıp, dişini sıkmıştı, dedi. Nihayet gülmeye başlayan diğer büyüklerle birlikte katıla katıla güldü.
Kunanbay bu sözleri işitmemiş gibi hiçbir tepki göstermedi. Onunla Baysal’ın yüzüne bakınca bunun gibi konuşmaların çok uzamayacağı anlaşılıyordu. Abay için uygun olan da buydu. Yoksa büyük adam gibi aralarına çağırıp, sonra da, ahmak çocuk yerine koyarak kendisine gülüşmelerinden memnun kalmayı düşünmüyordu…
Bu arada Ospan içeri girdi. Abay’ın küçük kardeşi! Obaya geldiğinden beri sorsa da göremediği, yaramaz olan, ele avuca sığmayan kardeşi.
O da selam vermeyi unutmadı. Fakat babası ile başka hiç kimseye bakmadan dosdoğru gelip Abay’ı kucakladı. En sevdiği akrabası; ağabeyi Abay idi. İkisinin arasında beş altı yaş fark vardı. Ospan gelince, o da kucağını açmış, yüzünden öpmüştü. Büyükler, bunların yeni görüştüğünü anlayarak hâllerini anlayışla karşıladı. Fakat sadece bir dakika sonra Ospan kendisinin haşarılığını göstererek itibarlı durumundan uzaklaşmaya başladı. Dizüstü oturan ağabeyinin boynuna sarıldı, kendine doğru çekti ve “neredeydin” diye soran Abay’ın kulağına bir şeyler fısıldadı. Söylediği sözler çok kötü ve ayıp sözlerdi. Bu sözleri, yandaki evde oturan ağabeyi Takejan’dan öğrenmişti. Özlediği ağabeyiyle ilk konuşması işte böyleydi.
Abay iğrenerek kulağını uzaklaştırdı:
– Of, ne diyorsun, deyiverdi. Ospan can havliyle atılıp tekrar sarıldı ve babasının tarafını göstererek:
– Söyleme, söyleme diyorum ona! Ona söyleme, dedi. Abay’ın ağzını açmasına fırsat vermeden sırtüstü yıkıverdi.
Abay bir yandan zoraki gülerken öte yandan mahcubiyet içinde kendisini toparlamaya çalışıyordu. İri vücutlu, bileği kuvvetli Ospan ondan önce ayağa kalktı ve bir daha sırtüstü yıktı. Bu da yetmezmiş gibi çabucak Abay’ın döşünü açtı, cebine sakladığı salyalı sert bir şeyi çıkararak onun çıplak göğsüne sürtüp attı. Abay iğrenerek Ospan’ın elinden kurtulmaya çalışıyordu…
Şu haşarı çocuk, büyük kişi gibi oturan öğrenciyi bir anda küçük çocuk gibi tartıştırıp çatıştırıvermişti.
Ospan onun iğrenmesine mest oldu, babasını unutmuş bir hâlde yüksek sesle gülerek:
– Kurbağa! Kurbağa attım gömleğine, diyerek Abay’ı eskisinden de beter iğrendirdi.
Kunanbay kendisinin arka tarafında oturan çocuklarının ne yaptığına bakmamıştı. Ancak haşarı Ospan’ın alışık olduğu mizacı kudururcasına artınca kızdı, aniden hızla dönerek onlara baktı. Olup biteni gördü. Alpçesine iri olan âsi kara oğlu Abay’ın üstüne oturmuştu ve kalkmasına engel oluyordu.
Kunanbay kendi huzurunda yapılan bu görgüsüzlüğe çok sinirlendi. Ospan’ı sol eliyle tutup hırpalayarak kendine doğru sürükledi ve silleledi. Ospan iki yanağı ateş gibi yanar vaziyette büyük gözleriyle kor gibi bakarak dondu kaldı. Kunanbay’ın oğlunu silleleyişinden zerre kadar ürperen de, “yapma”, “etme”, “çocuktur işte” diye ses veren de olmadı. Bütün bunları gören Süyindik, Baysal’a fısıldayarak:
– Canım efendim! “Kurt çocuk” işte bu yahu, deyince Baysal da:
– “Kuj”[10 - Kuj: Efsanelerde geçen ve her şeyin aksini yapan bir dev.]desene! Bundan da bu çıkar efendim, diyerek homurdandı.
Kunanbay ulağa kati emir verdi:
– Gel! Al götür şu lanetlenmişi, dedi. Ospan’ın yüzünü kapıya doğru çevirdi ve savurur gibi iteledi. Çocuk yuvarlanarak düşerken, ulak sımsıkı tutup kaldırıverdi. Ospan, tam da babasından kurtulmayı beklermiş gibi ulak onu tutup kaldırdığında evdekilerin hepsine işittirerek arkasından yel çıkarttı, “tırrt” etti de gitti. Maybasar Karatay’a göz kırptı, dudaklarının ucunu kıvırarak gülümsedi ve çenesini sağa sola sallayarak:
– Tüh! Bu itibarsız, sahip olduğu itibardan da bir anda ayrıldı ya, dedi. Konukların bir kısmı gülüverdi.
Karatay ve Baysalgil, kendi içlerinden, Ospan’ın gidişini “korkarak gitmedi, çatışarak gitti” diye değerlendirmişlerdi.
Eskiden de Kunanbay’ın boğazının düğümlendiği, söyleyeceği söze başlayamadan hiddetlenip oturduğu vaziyetler olmuştu. Bu durumda tekrar hevesi kaçmış, somurtmaya başlamıştı. Evdekiler bir vakit ses çıkarmadan öylece oturup kaldı.
Nihayetinde, biraz surat asarak oturduktan sonra, Kunanbay tekrar kıpırdandı ve aklındaki söze başladı…
2
Konuk evindeki yuvarlak masanın üstünde pembe renkte mecalsiz ışık veren bir kandil yanıyordu. Hâlsiz kandil ara sıra duvarın alt tarafından vuran yelin esintisiyle değişiyor, bazen alevlenerek alazlanıyor, sonra tekrar eski cılız hâline dönerek yanmaya devam ediyordu. Abay, yan tarafında oturan babasının büyük ve irice siluetini tam göremese de ona bakıyordu.
Kunanbay’ın rengi soğuktu. Kara duman rengi yüzünde bozaran tüyler de çıkmıştı. Sadece kendisi konuşuyordu. Güçlü sesinde öfke ve hiddet vardı. Uzun konuşması sırasında bazen Abay’a ilginç görünen kimi atasözleri ile deyimleri de kullanıyordu.
Abay babasının söz akışını, konuşmanın temel muhtevasını anlamış değildi. Sadece bazı atasözleri ile deyimleri seçebiliyordu. Buradaki büyüklerin mevcut geleneğine göre babası da üstü kapalı, dolambaçlı, anlaşılmaz bir biçimde konuşuyordu. Babasının bir sözünü diğer sözüne eklemeyi başaramayan Abay, şaşırıp kalıyordu. Kendine kalsa, hemen, deminki gönlü hoş eve, annesinin yanına giderdi. Fakat babası çağırdıktan sonra, artık çıkıp gitmek olmazdı.
Dolayısıyla o, bir süre, babasının konuşmasının şeklini ve ses akımını dinledi. Kendisinin ilk defa duyduğu için bilmediği anlaşılması zor kimi sözleri kullandığını fark ediyordu. Kelimelerden herhangi birine bastırarak ve çok sinirlenerek konuşan babasının sesi bazen buna bir yağmalama narası, çarpışmaya giden mülteci haykırışı ya da uzun bir nağme gibi geliyordu. Bu anlaşılmaz konuşmadan içi daralıyor, babasının siluetine ve fiziki yapısına bakarken arada sırada dalıp gidiyordu.
Esasında, uzun zaman kımıldamadan ve gözlerini ayırmadan masalcı ve şair gibi çeşitli konuşmacı kişilere bakmak Abay’ın küçüklük günlerinden beri âdeti idi. İnsanların görünüşü buna her zaman olağanüstü, farklı, ilginç bir resim gibi gelirdi. Özellikle, yüzünde kırışığı çok olan büyüklerin görüntüsü ilginç birer hikâye gibiydi. O, kimi insanların çizgi çizgi kırışıklıklarında, sarkık avurtlarında, buruşuk alınlarında, ışıltısı kaybolan gözlerinde ve her çeşit sakal ile bıyığında kendince nice türlü canlı, cansız dünyevî özellikleri görür gibiydi: Kınalanmış çatlakları çok mu taşlı? Yoksa seyrek çalılık mı? Yulaf ya da kara pazı mı? Yoksa duran bir hayvan mı, kaçan bir av mı? … Baktığı insanların simalarında bunlara benzeyen görüntüler bulurdu…
Mesela at yanaklı olan babasının biraz uzunca başının kulaktan yukarı yeri kaz yumurtası gibiydi. Bunsuz da uzun ve büyük olan yüzüne upuzun şekilde ve yuvarlakça biten sakalı da eklendiğinde babasının kafası geniş bir alan gibi görünüyordu. Kunanbay’ın sağ gözü ise onun yüksekçe burnunun sol omzuna çıkan, tek başına uyuklamadan hedefine bakan ve yerinden ayrılmadan ufku gözetleyen bir muhafız gibiydi. Hem de; gevşekliği olmayan, uykusu hafif ve gaddar bir bekçi! Hiç olmazsa onu serbest bıraksaydı ya!
Bu tek göz, gömülüce değil, pörtlekçe idi. Bir an bile kapanmadan öfkeyle bakıyordu. Kirpiğini de seyrek kırpıyordu. Bota derisinden diktirdiği dışı kumaş kaplı kaftanını omzuna almış olarak böbürlene böbürlene konuşan Kunanbay bu evdeki tek bir kişinin yüzüne bakıyordu. Gözünü tam karşısında oturan Süyindik’e dikmiş, öylece konuşuyordu.
Saçı sakalı kara kırçıl aynı renkte olan Süyindik arada sırada Kunanbay’a baksa da gözünü dikerek devamlı bakmıyordu. Bakışlarını aşağı düşürüyordu. Abay onun görünüşünü çok karşılaştığı “az konuşan” insanlara benzetti.
Böjey de o kadar farklı değildi. Yalnız rengi soluk gibiydi. Kendisi kızıl kahve sakallı ve iri burunlu olan Böjey burada oturanların hepsinden yakışıklıydı. Yüzündeki kırışıklıkları da daha azdı. Fakat Abay’ın gözünü ona yönlendiren şey birbirine yakın ve küçücük görünen gözleriydi.
Kunanbay uzun uzun konuşurken Böjey yerinden kıpırdamadı, kimseyle fısıldaşmadı. Gözünü de bakışlarını aşağı düşürmüş durumdaki vaziyetinden çıkarmadı. Dolayısıyla o, uyukluyor muydu yoksa düşünüyor muydu belli değildi. Salınarak kalkan sarkık göz kapağı gözünü azıcık göstermeden tekrar siper alır gibiydi.
Konuklar içinde kartal gibi cesurca gözünü ayırmadan Kunanbay’a bakan kişi tam başköşedeki Baysal idi. Kızıl yüzlü ve al don sakallı Baysal’ın bedeni iri, kendisi cüsseli idi. Büyük mavi gözleri, hem serin hem sır vermezcesine sabırlı idi.
Benzi atmış soğuk bakışlı insanlar içinde en canlısı, en hareketlileri, ince yapılı Karatay ile Abay’ın yanındaki Maybasar idi.
Büyükler arasındaki iki genç ise; beri tarafta babasından aşağıda oturarak gözünü ayırmadan ona bakan Abay ile öteki tarafta tam da onun gibi yaparak oturduğu yerden bütün dikkatiyle Kunanbay’ı dinleyen genç delikanlı Jiyrenşe idi.
Jiyrenşe, Kötibak boyundan Baysal’ın yakın akrabası Şokan’ın oğlu idi. Baysal, onu her daim maiyetine alır ve gittiği yere beraberinde götürürdü. Hem yiğitlerinden biriydi, hem de sözden anlayan, “adam olur” denen yeni nesildendi. O, konuşmanın sonunu bağlamayı iyi bilirdi. Konuşurken ilgi çekici kılarak anlatırdı. Kendisi komikti. Abay’ı şımarttığı dönemler de olmuştu. Şimdiki bu toplantıda Abay’ın tek başına görüşmeyi uygun gördüğü ve istediği tek kişi oydu.
Fakat onun büyüklere içtenlikle mi yoksa öylesine mi baktığı anlaşılmıyordu. Her nasılsa, şimdi, Kunanbay’ın konuşmasından başka bütün her şeyi unutmuş gibi görünüyordu. Bununla birlikte Abay’ı da bir yana bırakmış gibiydi.
Jiyrenşe kaşlarını çattı, kımıldandı. Abay, o anda, babasının sözünü tamamlamak üzere olduğunu fark etti:
– Kodar zaliminin bu yaptığı, başka halklar nazarında yalnızca bana karşı yapılan bir saygısızlık olsa da, kendi halkımızın nazarında hepimize, burada oturan herkese yapılan bir saygısızlık. Sizlere saygısızlık, dedi ve biraz duraksadı. Süyindik’e dikilen tek gözünü, başköşede oturan Baysal’a çevirdi ve ondan sonra kendisinin sağında oturan Böjey’e dikti.
Fakat Böjey de, Baysal da istifini bozmadı. Oturan diğer kişilerin hepsi konuşmanın ağırlığı ile sonucunu kendi sırtlarında hissetmiş gibi kımıldandı, salındı…
Kunanbay:
– Öyleyse, utanç ölümden güçlü! Yurdun görmediği rezilliğe, halkın görmediği ceza gerek, diye sözünü bağladı. Yeniden yumuşayacak hâli yoktu. Kördüğüm gibi bağlanmış, taş gibi pekişmiş görünüyordu.
Oturanlar bu hâli iyi tanıyordu. Kunanbay’ın bu tür yönelişlerinin geri çevrilecek dönüşü yoktu, bunu hepsi iyi biliyordu.
Ya konuşup tartışarak gitmek vardı ya da bunun gibi içten onaylamadıkları durumlar olduğu zaman Baysal ve Böjey’in yaptığı gibi yapmak; meseleyi ona başlatmak ve devamını da yine kendisine yaptırtarak yükümlülüğü Kunanbay’a bırakmak âdeti vardı.
Onlar, taraftarlık gerektirmeyen durumlar olduğunda bu son tutumu çok kullanıyordu. Hepsi de dişini çatlatırcasına sıkıyor, sabrediyor, konuşmuyordu.
Fakat Kunanbay’ın bu söylevi sessiz kalmalarına izin vermese de konuşmalarına da fırsat bırakmıyordu. Üzerlerine büyük bir ağırlık çöktü. Evdekiler bir süre sessizce oturdu…
Abay Kodar’ı tanımıyordu. Bu ad, ona, evvela “Kozı Körpeş ve Bayan’ın[11 - Kozı Körpeş ile Bayan Sulu: Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı destanlarına benzer bir aşk destanı.]” Kodar’ını hatırlattı. “Zalim” deyişine bakıldığında da geçen yıl ozan Baykökşe’nin annelerine okuyuverdiği Kodar’ın sureti aklına geldi. “Kodar diyerek, ona benzeyen birini, özellikle o isimle mi söylüyor” diye düşündü.
Sepsessiz oturan topluluk içinden bu hususta ilk konuşan ince yapılı Karatay oldu. O:
– Zalim olduğu doğru! Oğlunun kızının başına vermesin. Gerçeği söylemek gerekirse; bu, kâfir halklara yaraşır bir iş yahu, dedi. “Kodar’ın suçu gerçek mi, değil mi” şeklinde kendi akıllarında bulunan şüpheye şöyle bir dokunarak, kıvırıverdi.
Kodar’ınbutoplantıdakiakrabasıSüyindikidi.Kunanbay, deminden beri öfkesini kusarken, gözlerini özellikle ona dikmişti. Onu da herkes tanıyordu. Kunanbay’ın, Kodar’ın terbiyesizliğinin karşılığını vermesi için, öncelikle kendi akrabasına “suçlu”, “kabahatli” dedirtmesine, bunu, onun ağzından söylettirmesine ihtiyacı vardı.
Süyindik, o sözü kopkolay ve lafı hiç döndürmeden söylerse yarın kendi akrabaları arasında sıkıntı olurdu. Kunanbay’ın söylediği Kodar’ın bu kabahatlerini kendi gözleriyle de görmüş değildi. O, Karatay’ın araya girme çabukluğundan bir fayda sağlamış gibi oldu. Özellikle onun “gerçeği söylemek gerekirse” dediği yumuşatıcı ifadeye tutundu:
– Bu suçu kesinse; durdurup boğazlayalım! Fakat bu gerçeği gören var mı, deyiverdi. Kunanbay ellerini kaldırırken ileri doğru yekindi:
– Ey, Süyindik, deyip yeltenince omzundan kayan kaftanını düzeltirken kızarak konuşmaya başladı. “Al karısı da gözünün içine bakarak basar. Yönetici hem beceriksiz hem şerefsiz olunca, iblisi cini ona dadanmasın da ne yapsın? “İyi niyetli” desek, “zararsız” desek can verelim, aklayalım, ahrette de suçunu kendi boynumuza alalım. Fakat benim iki canım yok. Buna boyun eğecek olursan, canını da verirsin. Verir misin, canını” derken elini kendi döşüne çarparak yapıştırdı.
Süyindik, Kunanbay’ın bir süreden beri ortaya döktüğü öfkesinden artık iyice rahatsız olmaya başlamıştı:
– E-eh! Verilmeyecek canım yok! “Soruştur” demeyip de “canımı al” diye kefil olarak mı gelmişim, deyip suratını buruşturdu. Birdenbire bağırmakla Kodar’ı koruyormuş gibi yaptı. Bu adamın elinden gelen, verebileceği bütün karşılık buydu. Kunanbay bunu sezdi ve kazanmak için son darbeyi vurmak üzere gelişmeleri ileri sürdü:
– Soruşturacaksan, Kodar zalimini efsane yapıp herkese yayan halkı soruştur. Halk bir yana, dünkü toplantıda meseleyi “küt” diye yüzümüze vuran, lafını sakınmadan konuşan düşmanı soruştur. Bunu da yaptılar işte! Git de “yalan” diye onları ikna etsene, halkın ağzına kapak ol da gelsene. Fakat elinden gelmez bu… Öyleyse; ya erkek gibi akla ya da inan da cezalandırsana! Gözümün nuru! Sadece, çiğliğini gösterme, kararsızlığını ve tutarsızlığını uzak tut meclisimizden de, dedi. Süyindik ses çıkaramadı.
DemindenberiKunanbay’arenkvermeyen,soğukkanlılıkla oturup bakan Baysal biraz tereddüt ettikten sonra:
– “İbret olsun” diye cezalandırıldığı gün, bunun cezası ne olacak, deyiverdi. Kunanbay:
– Cezası, şeriat yolu! Şeriat ne buyurmuşsa o olacak. Böyle zalimlik karşısında Kazakların gösterdiği yol yok. Esasında, önceki atalarımız bizden bahtlı imiş. Böyle bir laneti kendi yakınlarında görmemiş. Hükmünü de vermemiş, dedi.
Kunanbay bu aşamaya kadar kızgınlık ve öfkeyle gelmişti. Artık bu vakitte bezginlik hâli göstererek toplantıya katılanların belini kırmak istiyordu.
Hepsi de aynı noktaya gelmişti. Aynen deliksiz at burnu gibi gürültüsüz bir odaya girmişçesine kimse ses vermedi, sözünden dönmedi.
Böjey biraz düşündü. İçinden “okumuşu çok şeriat bu dedikodulara doğru düzgün bakar herhâlde, başı yok, gözü yok, yularını vermez rast gelenin eline” der gibiydi.
Fakat bu düşüncesini yüksek sesle söylese Kunanbay meseleye tekrar dalar, uzattıkça uzatırdı. Bu yüzden ses çıkarmadı. Çabuk davranan Karatay:
– Ya şeriat! Şeriat bu terbiyesiz Kodar’a ne buyurur ki, diye sordu.
Kunanbay deminden beri omuzları çökmüş gibi oturan yorga Cumabay’ı yeni hatırlamışçasına dönüp ona baktı:
– Bu Cumabay şehre gitti, Ahmet Riyza hazretten fetva aldı da geldi. “Cezası darağacına asılmak” demiş.
– Darağacına, diye ürken Karatay kala kaldı.
Bunu duyan Böjey’in içi paramparça olmuştu. Kunanbay’a tiksinerek bakıyordu. Ona kızgınlığı açıkça belliydi:
– Bütün karar bu mu? İt de olsa, kardeşimiz değil mi, deyince kırılan Kunanbay:
– Ona kardeş diyenin karnı yarılsın! Şeriatla çatışacak mısınız? Kodar değil, isterse nimetim olsun, dönmem de, dinmem de, dedi. Artık boynuna takılan kemendi koparıp götürecek kadar dizgini tutulmaz bir noktaya gelmişti.
Böjey içi buz kesmiş vaziyette oturarak:
– Gözün kesiyorsa! Keyfin bilir, dedi ve aklındakileri yine söylemedi, içine gömdü.
Baysal sessiz bir hâlde sus pus oturuyordu. Kunanbay’ı desteklemese bile, Böjey’i de tasvip etmiyordu.
Süyindik de bu grubun alışkanlıklarına vurgu yaptı:
– Halk da senin, halk içindeki haşarı da senin! Kaçsan da, kovalasan da, varacağın yer kendinin! Yalnız! Ne buyurursan buyur, soruşturduktan sonra buyur! Gerisini kendin bilirsin, dedi. Konuyu nasıl bağlayacağını bilemedi, “onun bir bildiği vardır” diye düşünerek çabucak yüzünü çevirdi, Böjey’in gözüne bakıverdi.
Büyüklerin her biri bu konuşmaları destekledi; teker teker “soruşturduktan sonra bildiğini yap” dediler ve konuşmayı bağlayıverdiler. Lâkin Kunanbay ile araları en başından beri efsunlanmış gibiydi. Toplantıda tartışma bile yapmamışlar, kâh kızarak kâh üzülerek için için önlerindeki yeri incelemişlerdi…
Kodar’ın hiç de nahif olmayan durumunun Kunanbay’ın bir başka hüneri hem de büyük bir marifeti olmak üzere olduğunu bilseydi Böjey, o zaman, nereye yönelirdi? Neye başvururdu? Bilinmez. Ne de olsa, şimdi, bütün yükü Kunanbay kaldıracaktı. Bunlar sendeleyerek onun sözüne katılmış değillerdi. Her şey Kunanbay’ın istediği gibi olmuştu. Esasında, burada oturan kişiler, bu hususta tartışsalar da verdikleri kararın mantığı buydu.
Süyindik ve Böjey tarafının düşüncesi böyle olsa da hesabını önceden ölçüp biçmiş olan Kunanbay içtenlikle kararlıydı. Onun için az önce aldığı sonuçtan başka kayda değer bir şey yoktu. “Şunu yapacağım” diyerek neyi uygun bulduğunu da söylememişti…
Pek çok keseye pek çok hesap koyarak gelen kodamanlardan oluşan bu beş altı kişi, falanca bin evden oluşan Tobıktı soyunun nice düğümü ile çetrefil olayını tam da şimdiki pozisyonlarıyla bu meclise taşımış olan insanlardı.
Kunanbay Ağa Sultan olduktan sonra diğerlerinin önüne geçmişti. Yöneticilik onda idi. Dışarıya karşı da büyüklere karşı da kıymetli idi. Hem de zengin, mallı idi. Konuşmada mahir, davranışında kıvrak ve çalışmasında kabiliyetli idi. Bütün bunlar, kendi gücüyle çevresini bastırıp alt edebilmesine imkân veriyordu.
Fakat Kunanbay’ın sağlam yeri Tobıktı’nın içindeyse, zayıf yeri de bu Tobıktı’nın içindeydi. “Kuş, kanadıyla uçar, kıçıyla sıçar” derler ya! İşte, halk içindeki bu kanat ile kıç, birbirinin akranı olan boy beyleri Baysal ile Böjey idi.
Bunlar son bir yıl boyunca eskisi gibi açık sözlü ve anlaşılır değildi. İçten içe Kunanbay’ı gözetler gibiydiler. Kunanbay bunu biliyordu. Fakat öyle ya da böyle bunları yedeğinde gitmeye özendirse yeterliydi. Esasında, hepsini de gözetleyerek ilişkilerini dengede tutan terazi halk idi. Bu halkın nazarında “alınan kararı, Kunanbay’la birlikte alanlar bunlar” olduktan sonra yeterliydi. Yanarsa, Kunanbay’la birlikte onlar da yanardı. Fakat içlerinde ne saklıyorlardı, işte onu bilmiyordu. Böyle olunca, Kunanbay da, bunların içindekini bilmeyen ve buna da değer vermeyen biri gibi duruyordu…
Tobıktı soyu çok boylu kalabalık bir halk olmakla birlikte bütün büyükler heyetinin dengesi burada oturan beş altı kişinin boylarıyla sağlanırdı. Özellikle boy beyi, bu kişilerin varlıklarıyla ağırlık kazanırdı. Orada Kunanbay’ın sağ tarafında oturan Böjey, nüfusu çok kalabalık olan Jigitek boyunun beyiydi. Eskiden aralarından Kengirbay gibi sert mizaçlı ve sağlam bir bey çıkaran halkın içinde, son zamanlarda, pek çok sataşkan, savaşkan, avcı ve yağmacı delikanlı türemişti. Leb demeden leblebiyi anlayan hatip ve haylaz Jigitekler!
Baysal da Jigitekler gibi kalabalık bir boy olan Kötibak boyundan idi. Bunlar da sürüsü kalabalık aygır gibi çok kalabalık olduklarından “gür yeleli doru” diye adlandırılmışlardı. Bu boylar, özellikle malı çoğaltmaya ve büyük alan kaplamaya uğraşan, malının ve insanının çokluğuna güvenen, şundan bundan utandığı için o kadar da çok aşırmayan boylar idi.
Süyindik, bu akraba halklar içinde nüfusu en az olan Bökenşilerden idi. Malı ve mülkü az olanlar da bunlardı. Borsak boyu ise Bökenşilerin muhacir akrabası idi. Bunların demin sözünü ettiği Kodar, bu Borsak boyundandı.
Kunanbay ise Irğızbay boyundandı. Bunlar, adam sayısı bakımından Jigiteklerden de Kötibaklardan da azdı. Fakat zengindi. Hem de uzun zamandan beri Tobıktı soyunu yönetip bir arada tutan sülale bunlardı…
Akrabalık açısından bakıldığında ise Baysal Kunanbay’a, Böjey ile Süyindik’ten daha yakındı. Sırtını birine yaslayarak konuşmak gerektiğinde, güce ve sayıya ihtiyaç duyulduğunda, işte bu Baysal’ın halkı olan Kötibaklar Kunanbay’ın sağlam dayanağı oluyordu. Bunu, bugüne kadar, kendisi de aklından çıkarmış değildi.
Karatay ise bunların hepsinden uzak gibiydi. Ara akraba sayılabilecek Kökşe denen boyun yöneticisi idi. Az da olsa becerikli olduklarından ve hayvan gütmeyi bildiklerinden, hiç bir meclisin üyeliğinden geri kalmaz, her türlü sosyal faaliyeti izlerlerdi…
Burada toplanmış olan boy yöneticilerinin tutumu peşlerinden gelen büyüklü küçüklü yöneticilerin, aksakallıların, kara sakallıların hepsine yansır, onlar için usûl olurdu.
Kunanbay’ın yanındaki koyungözlü yakışıklı Maybasar, Başçavuş olduktan sonra, kendi dostlarından da Kunanbay’ın diğer yakınlarından da ayrışmaya başladı. Şimdi Kunanbay’ın önünde küçüklükten beri alışık olduğu gibi sessizce otursa bile, bu, fevkalade asabî ve hırçın bir adamdı. Kunanbay’ın yöneticiliğiyle bahtına mest olan Irğızbayların önde geleni oydu.
Aslında bugün Böjeylerin Kunanbay ile içten içe bozuşmasına sebep olan da bu Maybasar idi.
Bundan iki ay önce iyice huzursuzlanan halk, Böjey’i temsilci olarak göndermiş ve “Maybasar’ı görevden al” diye talepte bulunmuştu.
Kunanbay, Maybasar’ın tutumunu bildiği hâlde onu görevden almadı. Kendisinin kaba gücü, kuvveti gibi olan böyle bir adamın ortalıkta serbestçe gezinmesini uygun gördü. Büyük bir hesabı vardı: “O, halkı, asabî aygır gibi önüne katar, var gücüyle kovalar. Onu şikâyet etmek isteyenler bana gelir ve yan cebime koyarlar” diye düşünüyordu.
Kunanbay, Kodar hakkındaki sözlerin gerçekliğini araştırıp öğrenmemişti. Onların dedikodusunu işitmiş ve ses çıkarmadan devamını beklemişti…
Toplantıda istediği sonuca ulaşan Kunanbay, biraz zaman geçtikten sonra, sözü başka bir konuya taşıdı: “Bu bahar mal doyumu nasıl, otlakların durumu nasıl, göçme yerleşme işleriyle ilgili zamanlama nasıl olacak” gibi hususlar hakkında konuşmaya başladı. Bu yıl da burada oturanların hepsinin fikri Şınğıs eteklerindeki Bakanas ve Baykoşkar’a değin göçmek şeklindeydi. Oralar Kereylerin yaylaları olsa da oraya yakınca yerleşecekler ve her yıl olduğu gibi iki nehrin suyundan faydalanacaklardı. Tobıktı’nın bu tombulları, yıldan yıla kona göçe, o iki nehrin arasını fakir Kereylerin elinden almak niyetindeydi.
Bu konular açılınca az önce beti benzi atmış olan herkesin yüzü gevşedi ve rahatlıkla konuşmaya başladılar…
O esnada Jiyrenşe Abay’a bir işaret çaktı ve dışarıya çıktı…
Abay, “Kodar kim, suçu ne” bunları bilmiyor gibiydi. O sadece, “darağacına asılmak” denilince, içinde bir çeşit tiksinti hissetmişti. Babasına inanamamış, çekinerek bakmış, “bunu yapar efendim” diye düşünmüştü. Fakat düşünüp tartınca darağacı denen şeyin, bu bozkırda, bu ülkede hiçbir zaman bulunmadığını hatırladı. Bunu ne işitmiş ne de görmüş değildi. Onun düşüncesine göre bu, Halife Harun Reşit zamanında o zamanki Bağdat, Mısır ve Gazne’de uygulanan bir ceza gibiydi. Dolayısıyla “darağacına asılmak” diye öylesine söylenmiş olmalı, “bu olmaz, olamaz!” diye düşünüyordu.
Bununla birlikte Abay, babasının Cumabay’la ilgili konuşmalarına da şaşırdı. Şehir ile yolda birlikte oldukları kaç günlük süre içinde bir defa olsun sezdirseydi ya!
“Fetva”, “darağacına asılmak” denen hükümleri kendisinden gizlemiş, üstelik gelip Abay’la yarışmıştı. Hatta şakalaşmış, oynaşmıştı. İçeride hiçbir şey bilmezmiş gibi ses vermeden oturması da cabası. Bugün, gün boyu, akranıymış gibi Abay’la yarışarak at sürüşünden de eser kalmamıştı.
Abay ona bakarak büyüklerin içlerinin böylesine katmerli zorlayıcı düşüncelerle dolu olduğunu düşündü. İçinden “büyüsem, bunların mizacını her daim bilebilsem, tanıyabilsem” diyor, şu büyüklüğe bir kez daha ilgi duyuyor ve kavuşmak için acele ediyordu. Esasında Abay, çabucak büyümeyi çok istiyor, buna meraklanıyordu…
Birden aklına geldi: Şehirdeyken bir gün Cumabay, o zaman anlamlandıramadığı bir takım tavırlar sergilemişti. “Kunanbay gönderdi, Hazrete hediye götürüyorum” diyerek hiç çiftleşmemişlerden semiz bir büyükbaşı yedeğine almış gidiyordu.
Abay’a, onun mollası ve mescidin imamı olan Ahmet Riyza’nın evini sormuş, ardından ona “peşimden gel” demiş ve azı dişleri çıkmış kunan[12 - Kunan: Üç yaşına giren erkek at.] olacak atı Abay’la birlikte mollanın evine götürmüştü.
İkisi birlikte huysuz azılı kunanı yedekleyip giderken “haylaz Sağit” denen kavgacı çocuğun başlarına açtığı bir belâyı da hatırladı. Şimdi sıkıymış gibi oturan Cumabay’a baktı, tebessüm ederek gülümsedi.
Bunlar sokak kapısının önünden geçerken pencereden görüp dışarı çıkan Sağit kunana taş atmış, onu ürkütmek için bağırıp çığırmış, huysuz kunanın ürktüğünü görünce de daha fazla kudurmuştu. Yeniden içeri girmiş, bu defa değnek alarak dışarı çıkmış, saklanarak gelmiş, yapıştırırcasına huysuz kunana vurmuştu. O zaman azılı kunan var gücüyle şaha kalkıp firar etmeye yönelince onu tutan Cumabay “bırakmayacağım” diye epey uğraşmıştı. Tay yerinde duramamış ve Cumabay’ı sürüklemişti. Huysuz at bir türlü durmadığı için yularını beline dolamış olan Cumabay ayağını yere direyerek geriye yaslana yaslana yürümek zorunda kalmış, bütün sokağın tozunu kumunu havalandırmış, iyice rüsva olmuştu. Ayakları tarp tarp ederek hızlı adımlarla tayın ardından giden Cumabay’ın kalpağı ve takkesi de başından uçmuş, yere düşmüştü. Parlak güneş altında başının ışıltısı da görününce gayri ihtiyari gülmüştü Abay. O zaman Sağit’le birlikte gözünden yaş gelinceye kadar gülmekten Abay’ın da karnı kasılmıştı.
Cumabay azılı kunanı zorlukla durdurduktan sonra, Abay, Sağit’i daha fazla yaklaştırmadan kovmuş, bu belâdan Cumabay’ı da kunanı da kurtarmıştı…
Bunlar ahırına girip huysuz kunanı at tavlasına bağlarken onları gören Hazret, tayın kendisine getirilen bir hediye olduğunu anlayarak seslenmemişti.
Daha sonra Hazretin evine girdiklerinde Cumabay, Kunanbay’ın selamını söyledi ve:
– Şu oğluna, Sizin öğrencinize “Hazretin duasını al da gel” demişti, dedi.
Hazret kollarını açmış:
– Bârekallah, Bârekallah… Birahmetike ya erhamerrahimin, diyerek Abay için dua etmişti.
Bundan sonra Hazretle konuşacağı konuya ne şekilde başlayacağını bilemeyen, kem küm ederek eveleyip geveleyen ve yaptığı konuşmayı kendisi bile anlamayan Cumabay, aklındaki konuya hemen başlayamamıştı. İlk sözü; Kunanbay’ın söylediği selamı idi. Meğer “iste gel” deyişinin büyük bir anlamı varmış. Cumabay, bunu söylerken bir Abay’a bir Hazrete bakarak:
– “Fakat bu durumu bir ücrada, gizlice konuş” demişti, dedi. “Oğlum, sen” deyip bir şey söylemek için Abay’a seslendiğinde Hazret de bu durumu sezmiş ve Abay’a:
– İbrahim! Siz şimdi medreseye dönünüz oğlum. Obaya gitmeden önce bana geliniz ve duamı aldıktan sonra yola çıkınız, demişti. Abay da çıkıp gitmişti…
Abay, “Cumabay Hazretle baş başa oturmuş, aklındakini rahatça söylemiş ve deminki fetvayı da o zaman almış ya efendim” diye düşündü.
Abay, Jiyrenşe çıktıktan sonra, kendisinin orada bulunmasını gerekli kılan bir konu görmediği için sessizce dışarı çıktı. O vakit Jiyrenşe, evin yanında eyerli olarak bekletilen sonuncu atı da otlaması için serbest bırakmıştı. Kapının açıldığı yerde Abay’ı gördü ve kısık bir sesle:
– Abay! Beri gel, buraya gel, dedi.
Abay, onun yanına gelir gelmez:
– Oy, Jiyrenşe! Bu Kodar da kim? Ne yapmış? Söylesene, dedi.
– Pek fazla yakını olmayan Kodar tek bir kiyiz evi olan ihtiyar bir Borsak.
– O nerde yaşıyor?
– E! Şu Şınğıs’ın en yakın eteklerinde, Bökenşi geçidinin bağrında.
– Peki, ne yapmış o?
– O, bu yıl kış günü, tek oğlu öldükten sonra, “geliniyle yakınlaşmış” diyorlar. İçeridekilerin “rezillik” dedikleri bu!
– Yakınlaşmış mı? … Nasıl?
– “Nasıl” ne demek? “Başına çökmüş” diyorlar…
– O da ne?
– E! Sığır çökmesini bilmiyor musun? … Buğra ile ingenşe[13 - İngenşe: Dört beş yaşlarındaki iki hörgüçlü dişi deve.]? … Bilirsin işte, diyen Jiyrenşe, bunu söylerken bir taraftan da çok ama çok kaba el kol hareketleri yapıyordu. Büyüklerin huzurunda otururken içi iyice sıkılmış olan Jiyrenşe, şimdi, serin bozkırda birazcık oynaklaşmıştı. Abay’ı güldürmek istiyordu. Fakat Abay oralı olmadı. Gönlünde kati bir isyan vardı.
Abay, gözlerini dikerek “bu doğru muymuş?” diye sordu. Jiyrenşe ağırbaşlılığını takınarak:
– Evet? Şurası açık ki, tanığı bilinmiyor… Halk dedikodu ede ede Sağır Sultana bile işittirdi böyle. Süyindik’in, deminki “hakikatini bilelim” çıkışı da bundan ya, dedi.
– Bu, içi boş bir iftira olmasın?
– Öyle diyenler de çok elbette! Fakat o gün Kuneken[14 - Kuneken: “Kunanbay ağabeyin” anlamında sevgi, saygı ve yakınlık ifade eden bir kısaltma.] Sıbanlar arasında bir kalabalığın yanına gittiğinde Soltabay Töre bu meseleyi yüzüne vurmuş. Baban Töre’ye “nasıbayı[15 - Nasıbay: Dilin altına konulmak için hazırlanmış, kokulu, keyif verici madde.] atsana” deyince, o da “ben nasıbayı atayım, fakat sen de Şınğıs’daki saçlı şeytana mâni olsana” demiş. “Ayyuka çıkan dedikoduları Kunekenin yüzüne vurmuş” diyorlar. Demin içeride olanlar, buna öfkelenen babanın asabîliği ya, dedi.
Abay babasının “darağacına asmak” derken ki ayazlı soğuk yüzünü anımsadı. Bir süre sessiz durdu, kaşlarını çattı, sertçe iç çekti ve arkasını dönüverdi. İç çekişi, hasta bir bedenin zorlanan iniltisine benziyordu. Annesinin evine doğru yöneldi. Jiyrenşe, başka bir şeyler konuşmak için arkasından seslendi. Fakat Abay vedalaşır gibi sağ elini kaldırarak sol omzunun üstünden Jiyrenşe’ye kısa bir bakış atarken de ses vermedi. Öylece gitti…
3
Gelininin yeni ısıtıp getirdiği kurutulmuş yoğurtla pişirilen konuk köjesini[16 - Köje: Ekseriyetle kış aylarında ve Nevruz Bayramında kurutulmuş yoğurt, kırmızı et ve yarma ile pişirilen çorba.] arada sırada yudumlayarak oturan Kodar:
– Güzelim! Kamka! Bugün Cuma değil mi, diye sordu.
– Cuma! Mezar başına gidip, Kur’an okuyup dönsek ya, diyen Kamka iç çekerek “Tanrı’nın kudreti işte, bu gece oğlunuz bir başka girdi düşüme” dedi.
– Kusursuz Allah! Allah, diyen Kodar da cüsseli gövdesine büyük gelen ve onu tam ortadan ikiye bölen derdi ortaya döktü: “Hey gidi yüce Tanrım! Düşle teselli eder hemi!” deyiverdi. Bu gece, Kutcan’ı, bir tanecik merhum evladı kendi düşüne de girmişti. Fakat Kamka eskiden olduğu gibi görülen düşü dayanak bilirdi. “Düşünü söylesin. Çocuğun gönlü bütünüyle boş kalacağına bununla avunsun” diye düşündü ve “hayra tebdil olsun” diyerek gelinini dinlemeye başladı. Gelini:
– Tam uyanıkmış gibiydim, evin önüne gelip attan indi, aceleyle, neşeyle girdi içeri: “Babam ve sen niye ağlıyorsunuz, niye feryat ediyorsunuz? Beni gerçekten öldü mü sanıyorsunuz? Ben geldim işte… Ölmüş değilim. Yapma Kamka! Gözünü açsana!” dedi ve bir şekilde acımı dindirdi, dedi.
O sırada Kamka’nın da Kodar’ın da gözlerinden dökülen sessiz yaşlar salya sümüğe karışarak oluk oluk akıyordu.
Ölüm sessizliğindeki evin kapısına yakın bir yerde oturan Kamka’nın kulağına dışarıdan bir vızıltı sesi geldi. Bununla birlikte birkaç defadır, şimdiki gibi sabah saatlerinde, Kamka’nın kulağına böyle vızıltı sesleri geliyordu.
Kanı kaçarak apak bozarmış yüzünü evin başköşesinde oturan kayın babasına doğru döndürerek dikkatlice dinledi. İki gözü yaşla dolmuş, ağlamaktan ağzı burnu kızarmıştı. İncecik yüzündeki yeşil damarlar fark edilebiliyordu. Onun dışarıdan gelen sese dikkat kesildiğini gören Kodar:
– Şınğıs’ın yamaç rüzgârı ya, güzelim, dedi.
– Vızıltısı da neyin nesi?
– Ahırın tepesi açılmış. Onun da eskimişliği yetmez mi? Deliklerden başını çıkaran eski kamışlar var. Kahrolası rüzgâr esince vızıltı yapıyor, dedi.
Biraz sonra ikisi de dışarı çıktı. Yeteri kadar eskimiş olan tek kiyiz ev, yapayalnız, küçücük, eski cızıltılı ahırın duldasına sığınmış gibi duruyordu. Etrafta ne kışlık bir dam, ne bundan başka bir kiyiz[17 - Kiyiz: Keçe.] ev, ne de diri bir can yoktu. Kendisinin göçecek aracı olmayınca hiç kimseden yardım da istememiş, kışlık damdan göçmek için harekete de geçmemişti…
Önceden oğlu araç getirir, “biçare gibi yatacak mıyız?” diyerek babasını heveslendirir, halkın çoğu ovaya göçse ovaya yaylaya göçse yaylaya eklenirdi. “Mal doyumu, iş yoğunluğu” diye hesaba girmezdi. Deyiver, tam genç olduğu için zahmetten kaçınmaz gibiydi. O zaman Kodar, kendisi de; “en kötü ihtimalle süte talim ederiz, birinden azıcık süt sağar içeriz” der ve halkın peşinden gitmelerine karşı gelmezdi.
Bu yıl ise “akrabalar bilmez mi, oğlum öldü ya” dedi. Onların kendiliğinden bir iyilik yapmasını umar gibi araç istemek için birilerinin kapısına gitmeyi kendisine layık görmedi.
Kamka da, Kutcan’ın toprağı kurumamış kabrini azıtıp, onu yalnız bırakıp, “yayla var, seyran var” diyerek gitmek istemedi. Gece gündüz dökülen gözyaşı ile inleyen dertliler, evin merteğini kara toprağın bağrında bırakıp gidecek dermanı da kendilerinde görmedi.
Bunlarda “mal” denecek hayvan da azdı. Bu kışlağın etrafındaki otları birazcık olsun yaz kış yemişlerse de dağ eteğindeki ot tümseklerinin görünüşünü dahi bozamamışlardı. Tek evin elindeki malın tamamı; hepi topu yirmi otuz koyun ve keçi ile oğlaktan oluşan davar sürüsü ve bir tane buzağılı sığır ile iki danadan oluşan büyükbaş idi. Bu mala bakmalık bineği ise bir tanecik konur at! Kutcan’ın konur atı…
Oğlu öldükten sonra Kodar, kış günü, bu halkın içine sonradan giren ve herkesin yanında ücretli çalışan bir ihtiyarın yeğeni olan Jempeyis’i yanına almıştı. Jempeyis’in hanımı da, çocuğu da, evi de yoktu. Hayatı düzen görmemiş bir biçare idi.
Kodar, Kutcan için Kur’an okumaya gelen Jempeyis’e derdini dökmüş, “iki yarım bir bütün edelim. Kime güveneceğiz? Omuz tıpışlayıp gün görelim” demiş ve onu yanına almıştı. Şimdi varı yoğu bütün hayvanlarını konur atla yayıp getiren bu Jempeyis idi.
Malda endişeleri, evde işleri yoktu… Bu kederli iki insan, ömrünün kalan vaktini geçiren bir yaşlı ile derdinin acısını çeken bir biçare olarak aheste adımlarla yürüye yürüye gönülsüzce mezar başına gitti.
Pırıl pırıl parlayan Mayıs günü bir başkaca nurlu ve sükûnetli görünüyordu. Gökyüzünde sadece pamuksu ufacık ak bulutlar göze çarpıyordu. Bu mevsimde çevredeki yazı ile tepeciklerin tamamı alabildiğine yeşildi. Her yer kısa ve fazla uzun olmayan türden sık ve yoğun yem bitkileriyle kaynıyordu. Gelincik, safran, düğün çiçeği, kardelen gibi çiçekler canlanıp etrafı sarmış; kızıl, sarı, mavi renkleriyle yemyeşil otlar arasından fışkırıyordu. Ses çıkararak uçan kelebek gibi çok renkli, nice türlü sevimli böcekler bile onlara yaşama sevinci veremiyor, bir an olsun yüzlerini gülümsetemiyordu.
Sabahları her zaman Şınğıs’a doğru esen yamaç rüzgârı huzur verici serinlik hâlinde idi. Şimdi de güneşin sıcaklığını hafifletiyor, rahatlatıcı küçük bir esinti gibi üfürüyordu. Fakat bu yaraşırlılık, bu tazelik kimler içindi?
Elbette bunları gören ve varlığını fark eden herhangi birinin rahatı, herhangi birinin mürüvveti, herhangi birinin sefası için olabilirdi. Bütün bunlar sadece bu iki karalı için yoka denkti.
Bunların önünde, sadece, küçücük yeşil tepeciğin kıble tarafındaki uzun taşı tek başına duran münzevi yeni mezar vardı. Gözleri de, gönülleri de ordaydı.
İlkbahar mevsimi, Kutcan’ın, daha geçen yıl bu dönemlerde, gülüp eğlenerek yaşadığı sağlıklı günlerindeki diri olduğu zamanları hatırlatıyordu. Hatırlattıkça da yeniden dalgalanarak gelen kasvete boğuyor, adeta yüreğin üzerine safra ve zehir dökülür gibi oluyordu…
Kodar iri yapılı, altmışına yeni giren, saçı sakalı ağarmış bir yaşlı idi. Yalnızlık ile bu yaslılık omzuna bastırmasa hayatın bunu çökertecek gücü yok gibiydi.
O, gençliğinde mızrakçı bir batırdı. Bu yaşına kadar haysiyetini kirletecek fenalıklardan da uzak yaşamıştı.
Kadı kim, halk kim, bahtına mest çılgın kim? O, hiçbirini de bilmezdi. Kendi hayatı ve kendi evinin işiyle uğraşır, kendi yoğurdunu yer, gün geçirirdi.
Evden çıkmaz, herhangi bir konuşmaya ve dedikoduya karışmazdı. O yüzden, uzaktakiler bir yana, akrabaları içinde dahi bunu bilenler azdı. Kendisi de bir kısım Borsak ile Bökenşilerden başka kimseyi tanımazdı.
Son altı aydır onu bunaltan tek kaygısı biricik evladı Kutcan’ın vefatıydı.
Peki ya şimdiki ümidi neydi? Tenhalaşan fâni ömründeki dayanağı neydi? Düşünse de bu soruların cevabını bulabilmiş değildi. Bulamayacağını bildiği için de son dönemlerde pek düşünmüyordu bu meseleleri.
Kodar’ın tek acıyanı, aynı kaygıyla sönmekte olan, düşüne düşüne sararıp solan biçare geliniydi. Peki ya onun geleceği nasıldı? Ne olacaktı? Bunun cevabını bulamadığı için kaskatı kesilen göğsü ona nefes aldırmıyordu. “Ölen kocasının mezarını bırakıp gider mi” diye düşünmeye cesareti yetmiyordu. Bu soru aklına gelince sevgili oğlu Kutcan’ı, bir defa değil, iki defa ölmüş gibi oluyordu.
Gelini Kamka ile Kutcan arasındaki iyi geçimlilik bir başkaydı. Bu biçare, yetim bir kız idi. Ta uzaktaki Sıbanlar içinde yaşayan akrabalarını ziyaret eden Kutcan oradan kaçırıp getirmişti. Onun ardından gelecek, ona sahip çıkacak kimsesi de yoktu. Bu yüzden miydi bilinmez, her nasılsa, Kutcan’ın isteklerine ve bu evin işlerine bütün içtenliğiyle koşturuyordu. Kodar bunu biliyordu ve Kamka’yı kendi evladı Kutcan’dan bir zerre dahi daha az sevmiyordu. Onun da, bunun da, aynı derecede ortak babası olmuştu.
Dirayetli, sağlam mizacına uygun olarak “bu duyguyu, ölünceye kadar korur, mezara kadar götürürüm” diye düşünüyordu…
Kutcan’ın vefatı üzerinden pek çok gün geçmişti. Jempeyis, komşu köylerin koyun çobanlarıyla görüştükten sonra, dağda işittiği kötü niyetli sözlerden bir kısmını anlatmaya başladı. Kodar, anladığı kadarına kızarak lafın kalanını dinlemek istemedi ve tam anlamadan kestirip attı, tamamını söyletmedi. İşittiği sözlere bakılırsa, hayattaki dedikoducu akrabaları boş oturmuyordu. Onların yakıştırmacasıydı bunlar yahu.
“Bu Kodar, niye kışlık damdan çıkmıyor, ine girmiş gibi yatıyor” diyorlarmış. “Bu Kodar’ın gelini ne bekliyor? Ne düşünüyor” diye soruyorlarmış.
Böyle dedikoduların içindeki zehri, bu lafların estireceği soğukluğu sezer gibiydi Kodar. Ona göre, bu tür konuşmaların ardında dul kalan gelinine kayınları arasından bir koca bulma arzusu vardı: Mal çıkarmadan, başlık parası ödemeden, birinin evine bedava zevce sokmak arzusu! Kodar’ın malına sahip olacak mirasçıyı arayıp bulmak arzusu!
Böyle sıradan dedikodular, akraba mizaçlı, acıyan mizaçlı kurnaz yöneticilerin hevesle sarıldığı söylentilerdi.
Kodar, halk arasına karışmazken, halkın gelmesini de istemezken özellikle böylesinden korkuyordu. “Hiç olmazsa evladımın yıldönümü geçsin” diye, bu söylentilerin arkasını hiç düşünmeden konuyu kapatmaya uğraşıyordu.
“İşte, bu! Jempeyis sayesinde, koyun çobanları sayesinde, ömür ayazının ilk esintisi olarak gelen acımasız soğuk bu” diye düşünmüştü…
Kodar sıkıntılanıp asabileşince, Jempeyis de işittiklerinin hepsini anlatmadı. Söylemek istese de konuşmayı bilmeyen, sözü kişiye uygun bir dille söyleyemeyen, çok beceriksiz bir adam idi. Bu özelliğinden de çekinerek “Kodar’ı daha fazla zora sokmayayım” diye anlatacaklarını yarım bırakmıştı.
Fakat bir gün, bozkırda, yaşlı bir koyun çobanı buna rezilce bir söz etmişti:
– “Kodar geliniyle yakınlaşmış” diyorlar. Sen bu konuda ne biliyorsun, demişti.
Jempeyis buna çok kötü bozularak:
– Onmayayım ki böyle rezillik işitmedim. Sözünü geri al… Geri al kâfir! Bu sözünü geri al, diye tepki vermişti. Savunmuş muydu? Yoksa şaşırmış mıydı? Bilmek mümkün değildi.
Deminki rezilce sözü söyleyen koyun çobanı Aytimbet art niyetli biri değildi. İçinden, “bu yaygaracı bilse böyle bir tepki vermezdi. Demek ki ya onlar iyi kişiler ya da bu hiçbir şey bilmiyor, sezmiyor” diye düşünüvermişti. Hatta daha sonra Kodar’la arada sırada görüşen fakir fukaranın etrafında dolaşıp mevzular açarak ve “iyi kişilerdendir” diye överek onu deminki iftiradan korumaya çalışmıştı.
Fakat yanındaki yoksul böyle dese de bu dedikoduyu tekrar tekrar çıkarıp halka yayan başka bir “göz” vardı. Aytimbet ne yaparsa yapsın, bu iftira, Jempeyis’den ilk sorduğu günden başlayarak dönüp dönüp Kodar’a yapışan bitmez bir bühtan olmuştu…
Şu son günlerde Kodar’da, Kutcan’ın ölümüne duyduğu kederinden ayrı başkaca bir memnuniyetsizlik vardı. Bunun sebebi, bundan üç gün önce, Süyindik’in ona bir kişi göndermesiydi. Bir kenara çekip konuşan Bekten adlı köse hatip, her bir şeyi karıştırdıktan sonra, buna:
– Halkın ağzına kim kapak olacak? Kan gövdeyi götürüyor. Canı acıyan iyiler bu dedikoduyu bastırmak istese de, gücü yetmiyor, diyerek Süyindik’ten söz etmiş, onu şöyle bir övmüştü. Sonrasında bir kez daha sözü dolaştırıp getirerek:
– Kötü söylüyorlar… Seninle bu gelininin adını kötüye çıkaracaklar, diye lafı koyunca, Kodar:
– Oy! Canım, neler kuruyorsun, diyerek Köse Bekten’i tiksintiyle kovar gibi olmuştu. Fakat o insafsız gidecek gibi değildi:
– Bu sözlere inanan Kunanbay sana sert bir ceza verilmesini buyuracakmış gibi görünüyor. Süyindik öz kardeşine kıyar mı? Beni sana özellikle gönderdi. “Sözün hakikati ortaya çıkıncaya kadar dayansın, inadından vazgeçsin” diyor, demişti.
Kodar baskıdan ölürcesine bunaldı ve hiddetle yerinden fırlayarak:
– Höst! Git şurdan, yok ol! Allah’ın gazabını görmüş olan Kodar, Kunanbay’ın hiddetinden mi korkar diyorsun? Defol buradan, deyip daha fazla ileri gitmesini engellemişti…
Bu konuşma aklına geldikçe Kodar’ı öfkeden kudurtuyordu. Fakat Kamka ile bu hususta konuşmayı düşünmüyordu. Ondaki “babalık” duygularını biliyordu. Kodar’daki “çocukluk” yakınlığı da Kamka tarafından biliniyordu. Bu üzüntüyle her gün birbirlerine dert yanarak ve iç çekerek kederlenmeleri ikisini de gelin ve kayınbaba hâlinden uzaklaştırmış, kaygısı ortak kaynana ile gelin gibi ya da baba ile oğlu gibi yakınlaştırmıştı. Bu bir anlamda insanın insanla tanışması, buluşmasıydı. Fakat ikisi de başka pek çok hususu ayıklayıp bükmeden açıkça konuşsa bile Kodar’ın cesareti deminki rezilliği ağzı var dili yok biçare dertli evladına söylemeye yetmiyordu…
İkisi aheste adımlarla gönülsüzce mezar başına geldi. Kodar Kur’an okumayı bilmiyordu. Kamka da okumuş değildi. Fakat ikisi de Kutcan’la ilgili dileklerini, dertlerini, hayallerinde sakladıklarını içlerinden dile getiriyordu. İki can dostu devamlı ılık ılık gözyaşı döküyor, yakınlarının kabrine tekrar tekrar baş yaslıyor, omuz omuza, gözlerini mezardan kaldırmadan, uzun uzun sessizce oturuyorlardı. Yine her zaman olduğu gibi uzunca bir vakit oturup kalmışlardı. Ancak bu defa bunların arkasından gürültü çıkararak gelen birkaç atlının patırtısı duyuldu.
Kodar da Kamka da dönmedi. Atlılar yakına geldi ve attan indi. Gelenler beş kişiydi. Maybasar’ın kara sakallı ulağı Kamısbay ile iki Bökenşi ve iki de Borsak… Kamısbay attan inerken:
– Gördün mü sahtekârı, diye kükredi. Kodar ile Kamka’yı bu hâlde görmeyi ummadığı belliydi. Başkası olsa, sevdiklerinin mezarı başında böyle sarılıp kalan dertlileri görünce yüreği kıyılır idi. Yanındakiler attan inmekte tereddüt etti. Fakat Kamısbay “saç al dense, baş alan”, Maybasar’dan da beter, dik başlı, arabozucu, cani biriydi:
– İnin, diye buyurdu ve hepsini atlarından indirtti. Borsaklardan biri ona destek çıktı. O, Jeksen adlı devasa ihtiyarın kardeşi Jetpis idi. Jetpis:
– Mezardan baş çevirmeyenin, başı mezara girsin, dedi.
Kodar bunların özellikle geldiklerini anlayarak geriye döndü. Sabırlı ve serinkanlı bir yüzle:
– Neyiniz var, canlarım, diye sordu.
Kamısbay öfkeyle bastığı yeri tozutarak tepinircesine karşısına geldi:
– Neyimiz olacak ki? Büyük yöneticimiz sizi çağırıyor. Şu Karaşokı’da, halkın hayırlıları ve iyileri toplandı, sizi bekliyor, dedi.
– İyin kim? Büyük yöneticin kim?
– Büyük yöneticim Başçavuş Maybasar’ın amiri Kunanbay! Şu gelininle seni ifade vermeye çağırttı. Kalkın, gidiyoruz!
– Boş konuşuyorsun. Buna ne hakkın var?
– Ne diyorsun? Yönetici çağırıyor, “ne hakkın var” mı diyorsun?
Kan beynine sıçramışçasına öfkelenen Kamka:
– Bu Allah’tan korkmaz kibirlenen de kim böyle, dedi.
– Allah’tan korkmayan sensin saçlı Şeytan! Sizsiniz! İki utanmaz, diyerek onu bastıran Kamısbay kamçısına sarıldı. “Haydi, alın! Alın bunları! At bindirin ikisini de” diye bağırarak yanlarında duran yiğitlere buyruk verdi.
Dört yiğit önce Kodar’a yöneldi.
– Hey Allahsız! Senin neyin var, diye bağıran Kodar yanına ilk gelen iki yiğidi yumrukladı. Burnunun üstüne yumruk yiyen yiğitlerden biri uçarak yuvarlansa da diğer dördü çok geçmeden Kodar’ın sağından solundan yapıştı, kolunu arkaya burktu, hazır bulundurdukları urganla sımsıkı bağladı. Kamka’yı da sürükleyerek atların yanına getirdiler ve Kamısbay’ın önüne bindirdiler.
Kodar’ın arkasına da Jetpis bindi. O da kavgacı biriydi. Onların peşi sıra diğerleri de at bindi. Doğu tarafındaki Karaşokı’ya yönelerek tepeleri aşmak üzere yola çıktılar. Kodar “savuracak kılıç, atacak ok, bunlarla konuşacak söz yok. Ne de olsa büyük yöneticisiyle konuşurum” diye düşünüyordu.
Kendisiyle aynı boya mensup olsa da yol boyunca Jetpis’le bir cümle dahi konuşmadı.
Esasında, Kodar ile Kamka’nın duçar olduğu bu duruma sebep olanlar da işte bu Jetpis ile onun şirret ve müfteri ağabeyi Jeksen idi…
Bunlar Kodar’ın en zengin akrabalarıydı. Başlangıçta, bu ilkbaharda, Kutcan öldükten sonra halk Jeksen’i suçlamaya başlamıştı.
“Kodar aynı boydan akrabası idi. Hem fakir, hem yalnız, hem de kimsesiz kalmıştı. Zengin Jeksen onu himaye etse ne olurdu? Göçmesi için araç vermedi, bir çiftlikte yalnız bırakıp gitti” diye suçluyorlardı. Bir değil, iki değil! Bu sözü devamlı işiten Jeksen ilk defasında kendisinin yardımlaşmayışına bahane olsun diye:
– O kahrolasından tiksiniyorum. “Yardımlaşmayayım” demiyorum, fakat dehşete kapılıyorum, demiş, Bökenşi ve Borsakların ortak toplantısında belalı sözün başını delikten ilk kez çıkarmıştı.
Süyindik bu lafın ne anlama geldiğini sorunca, sözünü:
– O kâfir geliniyle yakınlaşmış… Bana ne tavsiye ediyorsun? Yanıma alıp onunla beraber yaşasam, yarın yüzüme tükürmez misin, diye tamamlamıştı…
İlk kez bu şekilde dile getirilen dedikoduyu halka yayanlardan biri de Süyindik olmuştu. En başta kendilerinin yaydığı bu dedikodu, sonradan canı sıkılan ve bunun peşine düşen bütün ağzı deliklerin hepsini keyiflendirircesine ortaya yayılınca, Süyindik, Jeksen’in yanına bir kez daha gelmiş, artık açık delilini sormuştu. Jeksen kış günü, Kutcan’ın yedisinin verildiği gün, Kodar’ın söylediği bir sözü iddiasına delil yaptı.
Kodar, derdinden sendeleyip canı yanarak otururken:
– Çevremde kimse yok. Allah bunu bana yaptı ya. Kâfir ölsem de artık sakınacağım bir şey yok. Allah bana yaptıysa bunu, benim de Allah’a yapacağım bu, demişti.
Jeksen, “bu Allah’a ne yapacak” diye kendi kendine çok düşünmüş, sonunda “yaptığı gelini oldu” diye kanaat getirmişti.
O günden beri dedikoduyu yaymasının bir sebebi daha vardı: “Kodar’da epeyi toprak var. Bunun kışlağına en yakın hemşerisi benim. Deyiver, rahatı kaçsa da neyime yahu. Buralardan kovdurup göndereyim, bastırıp toprağını ele geçireyim” şeklinde bir hesabı da vardı.
Buradan sıçrayan söz, Sıban boyunun bir toplantısında Soltabay’ın Tobıktıları alaya alarak dile getirmesiyle Kunanbay’a kadar ulaşmıştı. Ondan sonra, belanın devam edeceğini anlayan Süyindik yeniden gelerek Jeksen’e tekrar sormuştu. Yalnızca Jeksen’den değil çevreden de sorup soruşturmuştu. Koyun çobanı Aytimbet başta olmak üzere bütün komşu akrabalar kendi iradeleri ile bu hususun açıklığa kavuşturulması gerektiğini düşünüyordu. Söz peşinde koşmayan uysal akrabaların hiçbiri Kodar’ı karalamadı. Bilakis sadece kaygı çeken dertli hallerini dile getirdiler.
Fakat Jeksen ile Jetpis, bu kaygılı duruş hakkında da şüphe uyandırıcı dedikodular yayıyordu:
– Özellikle böyle yapıyor, böyle görünüyor. Öyle yapmasa olur mu? Bela gece başlıyor yahu, diyorlardı.
Kendisi gerçeği bilmeyen ve “eğer gerçekse, bunu dayanak yapacak olan Kunanbay, Borsak ve Bökenşilere zarar verir” diye düşünen Süyindik, yabancı bir kişiyle konuştuğunda:
– Bu sözler boş laf, diyordu. “Kunanbay’ın önünde de böyle söylerim” diye düşünüyordu. Fakat Kunanbay, bu husustaki kararı onun ihtiyarına bırakmamıştı.
Bunun üzerine, kısa bir süre önce, kendisinin özel olarak Kodar’a gönderdiği Köse Bekten yol boyundaki Jeksen obasına da gitmiş, hatta fitne verip dönmüştü:
– Kodar “Allah da lazım değil, Kunanbay da! Ne yaparsam yapayım kendi seçimim. Benim üzerimde ne hakkınız var yahu” diyerek kovdu beni. Bir de “Allah bunu bana yaptı ya, ben de Allah’a yaptım” dedi. İşte bu sözü, belanın tam kendisi yahu, deyip zehrini damlatmış, kafaları karıştırıp gelmişti.
Kunanbay’ın hiddetinden korunarak dönen Süyindik, kendi gözüyle görmese de sonunda kararını vermişti. Bununla birlikte, Kodar’ın durumu gelip bunun kapısına dayanmıştı…
Kamısbay, Kamka’yı önüne almıştı. “Kaynatasıyla konuşturmayayım(!)” diye, özellikle ok boyu geriden ve duraksayarak geliyordu.
4
Karaşokı Kodar’ın kışlağından uzak değildi. Şınğıs’ın büyük zirvelerinden biriydi. Onun eteklerinde suyu berrak bir ırmak ile sık ağaçlı orman vardı. Burada ince gövdeli kavaklar olsun, dağ kayını veya eğrice kızıl kayın olsun hepsi de yeşerip büyüyordu. Bu arazi verimli ve güzel bir kışlaktı. Bökenşi ile Borsak boyları erken gelip buraya yerleşmiş, yakınlaşarak birbirine alışmıştı.
Irğızbaylar içinde özellikle bu Karaşokı’ya ilgi duyanlar oldukça çoktu. Burada yerleşen oba, Borsak boyundan Jeksen obası idi. Buraların Borsaklara nasıl göründüğü bilinmese de başka boylar için “sıradaki yakacak odunluk” gibi göründüğü biliniyordu.
Toplantı buradaydı. Jeksen obası dört evden oluşuyordu. Nehre yakın, akarsuyun üzerine çullanırcasına dimdik duran bir uçurumun dibinde yerleşmişlerdi. Kodar ile Kamka’yı buraya getiriyorlardı…
Dışarıdan gelen:
– Geliyor! Alp geliyor… İşte! Kodar, diyen sesler işitildikten sonra Jeksen’in evinde oturan Kunanbay ile maiyetindekilerin tamamı dışarı çıktı. Tepeyi aşarak gelmekte olan Kamısbaylar obaya yetişinceye kadar buradaki bütün kalabalık seçile seçile bir boşluğa doğru yöneldi. Obanın dışında toplaştı. Bu boşlukta burnundan geçirilen iple kazığa bağlanmış ve çöktürülmüş olan büyük ve uzun boylu bir kara atan yatıyordu. İki hörgücünün arası beline atılan teğelti ile yığma yapılarak yükseltilmiş, onun üstüne de bastırarak bir tahtırevan yerleştirilmiş, sımsıkı sarılıp bağlanarak bırakılmıştı.
Kamka topluluktan çok korktu. Yol boyunca sormasa da artık obaya yaklaşınca Kamısbay’a:
– Canım efendim! Sen de insan evladısın yahu… Suçumuz ne? Ne yapacaksınız? Söyleyip öldürsenize, dedi
O ana kadar “leb” demeyen Kamısbay konuşmaya başladı. Fakat sözleri zehir gibiydi:
– Şu kaynatan Kodar ile yakınlaştığın için şimdi ikiniz de darmadağın olacaksınız, dedi. O, bunu söylerken “Kamka ne diyecek” diye düşünmüştü. Baksa ki Kamka’da ses yok. Genç kadın sadece bir kez inledi, aniden yana düşerek attan aşağı doğru kayıverdi. Kamısbay da attan düşeyazdı. Kamka’yı zorlukla tuttu, kucakladı, sıkıca sarıldı. O vaziyette rüzgâr gibi geliverdi topluluğun önüne…
Önce gelenler Kodar’ı attan indiriyordu. Kamka’yı hasta taşır gibi tutarak getiren Kamısbay atından önce kendisi indi, ardından dul gelini indirdi. Kamka’nın inişi, iniş gibi değildi. Küt diye düştü. Düştüğü yerde bayılmış gibi mecalsiz yattı…
Kodar’ın önünde aşağı yukarı yüz kişi vardı: Kunanbay, Böjey, Baysal, Karatay, Süyindik ve Maybasar da bunların arasındaydı. Bunlar öndeydi, hemen arkalarında ise aksakallar, kara sakallılar. Hemen hemen her boydan, pek çok boydan insanlar. Boylarının sadece daimi önde gelenleri buradaydı. İçlerinde de sade giyimli kimse yoktu…
Kodar selam vermedi. Bağlıydı. İçinde dinmeden kaynayan öfke ve kızgınlık vardı.
Kalabalık arasında tek gözü namlu gibi kendisine dikilmiş olan Kunanbay’ı tanıdı. Ona baktı ve boğazı düğümlenerek sertçe haykırdı:
– Vay, Kunanbay! Allah’ın takdirine ağlayışım az mı geldi sana? Bu kastın nedir bana, dedi. Bunu duyan Maybasar’ın öncülük ettiği dangalak yöneticiler:
– Kes sesini!
– Konuşma!
– Kapat çeneni, diyerek çemkirdiler. Kodar’ın az önce söylediği türden Kunanbay’ı paylayarak söylenen sözleri o güne kadar işitmiş değillerdi.
Kodar biraz sessiz kaldı. Az öncekiler sustuktan sonra:
– El âleme maskara edip aşağılayarak şu kör gözünün öcünü benden mi almak istedin, deyince sinirlenen Kunanbay:
– Çıkartmayın sesini! Yok edin nefesini, diye buyruk verdi.
Maybasar:
– Hoşt! Nesepsiz it oğlu it, dedi ve kamçı sallayarak Kodar’ın üzerine yürüyüverdi.
Kodar buna şaşırmadı, karşılık verdi:
– Evet, ben itsem, siz de itsiniz! Susarsınız da, bayıla bayıla yersiniz, dedi. O sırada Kamısbay ile deminki dört yiğit Kodar’ı sürüklemeye başlamıştı. Kodar sürüklenerek götürülürken bütün gücüyle haykırdı:
– Akımı karamı araştırıp bilmediniz mi? Kan içici utanmazlar, diye bağırdı. Kan bürümüş gözleriyle Kunanbay’a döndü ve gözlerini fırlatır gibi baktı.
Ancak tam o anda boynuna bir urgan geçirildi. Dört yiğit iri yarı Kodar’ı geri geri hızla çektiler, deminki boş alanda yatmakta olan kara atanın sağ tarafına getirip başına çuval gibi bir şey geçirdiler. Beş altı kişi deveyi yıkmış, üzerine çullanmış, hareket ettirmeden tutuyordu. Kodar tekrar lanet okuyacak, bağırıp çağıracak oldu. Ancak arkasından sert bir tekme yemiş gibi eli ayağı sağa sola savruldu. Kodar’ın arkasından çarpan şey ayağa kalkan devenin kaburgasıydı. Bu çarpmadan sonra canını sökerek alıp götürecek dağ gibi ağır bir güç boynuna bastı, demir gibi sıktı, “tırk” ettirdi. Sanki dünya devrilmiş, gelip üstüne düşüvermişti. Gözünde bir ateş parladı, sonra sönmeye başladı.
Kalabalıkta “çıt” yoktu.
Kodar’la aynı şekilde devenin öteki tarafına asılan Kamka, devenin kalkmasıyla birlikte bir anda ölüp gitmişti. Onu herkes görüyordu. Kodar ise bir büzüldü bir süzüldü, çabuk ölemedi… Alpçe büyük bedeni her süzülüşünde eskisinden daha fazla uzuyor, genç devenin boyuna denkleşir gibi oluyor, basacakmış gibi yere yaklaşıyordu. Deveyi ayağa kaldırdıklarından beri epeyce bir süre geçmiş olmasına rağmen kalabalık hâlâ konuşmadan seyrediyordu. İki canın ölüm azabını yüklenmiş olan deve de sessiz duruyordu…
Tahammül edemeyen Baysal, arkasını döndü ve oradan uzaklaştı. Konuşanlar, yalnız çok alçak ses tonuyla konuşuyordu. Karatay fısıldayarak Böjey’e:
– Ölemedi! Zorlandı efendim zavallı biçare! Şimdi anladım, asil biriymiş yahu, dedi.
Böjey, iyice atmış benziyle, bunun yüzüne parçalayacakmış gibi baktı:
– Asilini artık aslan yedi, dedi ve arkasını dönerek gitti.
Meydandaki halk fısıldaşıyordu:
– Ölmedi, hâlâ ölmedi, diyorlardı.
Kodar’ın vücudu, gerçekten de hâlâ kıpırdar gibi titriyor, arada sırada büzüşüp tekrar düşüyordu.
Kunanbay, halkın fiskosunun arttığını fark etti. Öldürmekten de eziyet çeker gibi sağ koluyla sert bir işaret yaptı, “deveyi çökert” diye buyurdu.
Deve çökünce Kamka serilip kaldı ama Kodar ölmemişti, bükülerek düştü. Bu arada Kunanbay, halkın aklını başına toplamasına fırsat vermeden yandaki uçurumu göstererek:
– Alıp çıkarın şunun başına! Oradan atın kâfiri aşağıya! Bitsin bununla, dedi.
Deminki Kamısbay ile yiğitler Kodar’ı ses çıkarmadan boylu boyunca devenin üstüne yatırdılar, halatla bağladılar ve dağ başına yöneldiler. Bu uçurumun arka sırtı düzlüktü. Alabildiğine geniş ve çayırlı bir düzlük…
Bekleyen kalabalık içinden tahammül edemeyenler birer birer uzaklaşıp gitmek istiyordu. Kunanbay öfkelendi:
– Hey! Dağılmayın hele, diye gürleyerek emir verdi. Kalabalık geri döndü.
Kodar’ı götüren yiğitler bir süre sonra uçurumun başına çıktılar, oradan obadaki topluluğa baktılar. Kunanbay ayağa kalkıp biraz öne çıktı ve “at” der gibi elini aşağı doğru salladı. Yukarıdaki dört yiğit Kodar’ın vücudunu tuttu, ileri geri salladı, bir anda atarak aşağı yolladı. Bu katı yürekli adam, kalbi yokmuş gibi, gözünü ayırmadan uçarcasına düşen Kodar’a bakıyordu.
Bunsuz da eza gören, zulüm çeken ölü vücut, yol boyunca hiçbir taşa, hiç bir çıkıntıya çarpmadan dosdoğru aşağı geldi, bütün ağırlığıyla “tars” ederek yere çakıldı. Zaten şok olmuş gibi yığılıp kalmış olan kalabalığın tam önüne düştü. Uzakta duranların bile işitebileceği şekilde bütün kemikleri birer birer kütürdeyerek kırılmış gibiydi…
Tam o vakitte, aşağıdaki orman içinden çıkan ve hızlı adımlarla yürüyerek Jeksen obasına doğru gelen iki kişi vardı. Bedenleri derli toplu idi, birisi çocuk gibiydi. Atlarını en dıştaki eve bağlayan ve hızlı adımlarla yürüyerek yaklaşan bu kişiler Abay ile Jiyrenşe idi.
Atlarından inerken ıssız yar başına doğru bakan kalabalığı görmüşler ve kendileri de gözlerini o yana dikmişlerdi. Bir ara kaftanının eteği kanat gibi iki yana açılarak düşmekte olan Kodar’ın bedeni göründü. Jiyrenşe atını bağlayıp topluluğa doğru koşmaya başladığında Abay kendini tuttu ve olduğu yere oturuverdi… “Bitti, öldü…” diye kendi kendine söylendi.
Vaktinde yetişse, hayatında ilk kez babasına yalvaracak, ayağına sarılıp öpse de öldürtmeyecekti. Gecikmişti… Artık kalabalığın içine girmek istemiyordu. Yeniden atına yönelmek istedi. Fakat tam o anda sessiz duran kalabalık tarafından peş peşe sesler duyuldu.
– Ya sen!
– E, ya sen?
– Ya kendin, diyerek bağrışan kalabalık ellerine birer ikişer iri taşlar alıyordu. “Kavga mı var” diye düşündü. O tarafa doğru yürüdü…
Bu; kavga değildi. Yere çakılmış olan Kodar’a hıncı devam eden Kunanbay:
– Hâlâ canı çıkmadı. Şimdi bu kâfirden kendi canımızı kurtarıp uzaklaştırmak için kırk boyun kırk kişisi taş atsın Kodar’ın leşine. Bu soydaki her atanın evladından birer kişi taş alsın ellerine, diye buyruk vermişti.
Önce kendisi aldı. Böjey ve Baysal’a bakıp, yerdeki taşları göstererek “alın” dedi! Buyurarak söyledi. Onlar da boyun eğdi.
– İşte, şeriat buyruğu! Taşlayın, dedi ve önce kendisi fırlattı. Kodar’ın sırtından vurdu. Böjeygil taş alırken birisi alır, birisi almaktan çekinir gibiydi… Meğer deminki bağrış çığrış bundanmış, birbirine taş aldırıp vurdurma buyruklarıymış.
Abay yetişinceye kadar kalabalık birbiri ardına Kodar’a taş yağdırdı. Abay kalabalığa yaklaşınca Jiyrenşe onu kolundan yakaladı, yüzünü yüzüne döndürerek:
– Şuna bak! Şu vurup duran ihtiyara bak! Kendisi Kodar’ın yakını. Kendisi ihtiyar. Kendisi Borsak. Bu Jeksen!.. Buna ne yetmiyor ki! İt oğlu it, dedi.
O an, gerçek katil buymuş gibi göründü Abay’a. Hamle edip Jeksen’in ense tarafından iyice yaklaştığında, Jeksen:
– Git, felaket! Git, yüzkarası, diyerek büyük bir taş fırlatmıştı Kodar’ın cesedine. Kafası paramparça olan Kodar’ın cansız vücudunu yeni gören Abay, beynine kan sıçramışçasına öfkelenerek geldi:
– Oy, yaşlı melun, dedi. Jeksen’i ensesinden yumruklayıverdi.
Jeksen, “Kodar’a taş atanlardan birinin kolu, kanadı mı değdi” diye düşünerek dönüp arkasına baktığında;
– Ne biçim imansızmışsın, yaşlı köpek, diyen Kunanbay’ın oğlunu gördü. Abay sırtını dönüp gidiyordu ki Jeksen buna kızarak:
– Hey, çocuk! O, ben miyim? Erkeksen, işte… Baban, deyiverdi.
Oradakiler “bu da neyin nesi, ne oluyor” diye birbirine soruyordu. Abay hızla gidip atının yanına geldi.
Kiyiz evin bel bağından atının yularını çözerken o ev içinde ağlayan pek çok kişinin seslerini duydu. Kadınlar olmalıydı… Kimi hıçkırarak, kimi inleyerek, kimisi de kesik kesik konuşa konuşa ağlaşıyordu. Seslerini çıkaramayan, öfkeyle ağlayan kadınlar…
Erkekler obanın bütün kadınları ile çocuklarını önceden bu eve kapatmıştı. Ağlaşanlar onlardı. Bunları çok korkutmuş olmalıydılar ki seslerini çıkaramadan ezile büzüle için için ağlıyorlardı. Bu sesler Abay’ın yüreğine ok gibi dokundu. Dinlemeye tahammül edemedi, atına biniverdi…
Bu arada Jeksen onu Kunanbay’a şikâyet etmiş olmalıydı. Babası bağırarak Abay’a:
– Hey Allah’ın belası! Dur hele, başımın belası, dedi. “Tutun, getirin” diyemedi. Abay atına atladığı gibi kendi köyüne doğru kamçıladı.
Onu arkasından takip eden Jiyrenşe:
– Hay seni haylaz Tekebay… Haylaz Tekebay, diye diye at koşturdu. Bunlar, hızla uzaklaşıp gittiler…
Toplantı yaparak adam öldüren ve halk içindeki hiç kimsenin kulaklarının işitmediği, gözlerinin görmediği rezilliği kendi elleriyle gerçekleştiren topluluk atlarına bindi, her biri bir yana saçılırcasına dağılıp gitti. Sessiz sedasız, çıt çıkarmadan ve kimseyle vedalaşmadan oradan ayrıldılar.
Böjey, Süyindik ve Karatay ile birlikte kalabalıktan ayrılıp giderken “ah” etti:
– Er öldürenden diyet istenirdi. Şimdi diyet istemek bir yana, darılıp suçlamaya bahanen yok hemi! Öldüren kendinsin değil mi! Kırk boyun kırk kişisi taş atarak öldürdü kardeşimizi, hangi yüzle ses çıkaracaksın ki, dedi.
Karatay, onun ne demek istediğini anlıyordu. Kunanbay, Böjey’in aklındaki hesabın çoğunu bozmuştu. Böjey’e, Kodar’ın öldürülmesinden ziyade Kunanbay’ın hilesi batmış gibiydi. Karatay buna dikkat ederek:
– Şeriatın hakiki belasını sona saklamış ha! Bu Şeriat ta hileye alet oldu ya sonunda! Hem de Kunanbay’ın koynu koncunda, dedi.
Süyindik yaşananlar karşısında dehşete kapılmış gibiydi, biraz sakinleşerek:
– Yok olsun! Bela bununla bitsin, dinsin, dedi.
Böjey çok içli dışlı olduğundan Kunanbay’ın yöntemlerini derinlemesine biliyordu:
– Bitmek mi, dinmek mi, diyerek iç çekti ve “Bökenşi, Borsak! Ne zaman söyledin ki demeyin, kemendi yalnız Kodar’ın boynuna geçirmiş değilsin. Yazgı buyurmuşsa, onunla birlikte kendi boynuna da takmış olabilirsin” dedi.
Her biri aynı düşüncedeydi. Ses çıkarmadan, başları önde ve hayal kırıklığı içinde at sürdüler…
5
Abay ve Jiyrenşe’nin, “bugün bu belanın üstesinden geliriz” şeklinde bir düşüncesi yoktu. Esasında büyükler “halk haberdar olmasın” diye örtbas etmek istemiş de olabilirlerdi. Hiçbir obada böyle bir dedikoduyu, sırrı açığa çıkaran insan yoktu…
Jiyrenşe, o sabah, Kunanbay obasına güzel bir alacalı tazı getirmişti.
Gelişi obayı gürültü patırtıya boğmuş, çoluk çocuğun çoğunun gayri ihtiyari dışarı çıkmasına yol açmıştı. Bu uğultunun başı, haşarı Ospan’dı…
Jiyrenşe tazısıyla konukevine doğru yaklaştığında evlerin arasından onu gören Ospan:
– Kiş, kiş, kiş! Oy vay! Saldırın şu Jiyrenşe’nin tazısına! Joldayak[18 - Joldayak: Yol dayanağı.], Böribasar[19 - Böribasar: Kurt boğar.], diye nara atar gibi bağırarak Kunanbay obasının bir sürü sarı alasını topluca harekete geçirdi.
Jiyrenşe Ospan’ın kırıp dökeceğini anlayarak:
– Oy, Ospan! Kurban olayım! Cancağızım… Bırak! Bırak yahu, diye yüksek sesle uzaktan seslense de, o kadar durdurmak istese de Ospan:
– Böribasar… Heyyy, diye kahkahayla gülüp, zıplayıp hoplayarak, bütün itlerini alacalı tazıya saldırtmıştı.
O sırada konukevine yetişmiş olan Jiyrenşe atını bıraktı, tazısını boynundan tutup havaya kaldırdı. Fakat her bir evin kuytusundan fırlayarak çıkan yedi sekiz sarı ala kudurmuşçasına koştu, “hır hır” hırlayarak gelip onları çevirdi. Ne eve girmelerine, ne de kaçmalarına fırsat vermiyorlardı. Jiyrenşe “bırak” dedikçe kahkahayla gülen Ospan itlerini daha da kinlendiriyordu:
– Kap… Kap, diyerek hararetlendirdikçe hararetlendiriyordu. Fakat hepsi yaşlanmış olan itler, Ospan’ın her gün bu şekilde nice defalar olmayacak hır güre salmasından bıkmış mıydı bilinmez, tazıyı ısırmadılar. Sadece boş hırlamayla havlamalarını arttırdılar.
Büyük evde oturan ve bu uğultuyu işiten baybişe Uljan sabah yemeğini yiyen Abay’a:
– Çıksana Abaycan! Kov şu kahrolası itleri! Ortalığı yıkıp döken bizim deli dana herhâlde, dedi ve Abay’ı dışarı çıkardı. Eve gelmiş olan genç bir hizmetçi hanımı da peşinden gönderdi. Abay, Jiyrenşe’yi itlerin arasından kurtarıp tazısıyla birlikte konukevine götürdü. Yeni bulduğu eğlencesinin hızlı sonlanmasından mutsuz olan Ospan bunların arkasından sinerek yaklaştı, tam eve gireceklerken Jiyrenşe’yi bacak arasından sertçe çimdikledi. “Şu it…” diyen Jiyrenşe bir köpeğin kendisini ısırdığını sanarak ileri sıçradı, ürkerek kaçarken kafasını kapı pervazına vura mura gidip konukevinin başköşesine oturdu. Ospan buna da kahkahayla güldü:
– O, korkak, korkak, diyerek alay etti…
Boynunda çivili tasması olan kara ağızlı, alacalı kancık Abay’a bir başka güzel göründü. Jiyrenşe’ye:
– Adı ne, diye sordu.
– Jelkuyın[20 - Jelkuyın: Kasırga.].
– Adı da güzelmiş.
– Sadece adı değil efendim, kendisi de öyle! Tavşanı, tam kasırga gibi eserek alır, dedi.
Bu söz, Jelkuyın hakkında kendi obasındaki büyük bir avcının söylediği söz idi. Jiyrenşe bu sözü devamlı söylerdi.
Bu söz ile birlikte Jelkuyın’ın yattığı yerde yalanıp duran sükûnetli hâli Abay’ın büyük ilgisini çekti:
– Tavşana mı çıkıyorsun, diye sordu.
– Evet, tavşana çıkıyorum. Haydi, sen de gel. Atın var mı?
– …
Abay’ın kula beşlisi eyerleninceye kadar kımız içtiler, sonra batı tarafındaki Kızılşokı denen ufak adıra[21 - Adır: Dağdan küçük, tepeden büyük yükseltiler.] doğru orta hızda at koşturarak çekip gittiler.
Bunlar Kızılşokı’ya girerken hızla önden gitmiş olan Jelkuyın bir tavşanı bezdirircesine kovalamaya başlamıştı bile. Jelkuyın uzaktan kendisini görüp kaçmaya başlayan tavşana kolay yetişememiş, iki üç bayır geçtikten sonra mecalsiz kalan tavşanı zoraki yakalamıştı. Bundan başka da tavşan görmemişlerdi. İkisi tavşan ararken Kızılşokı’nın Şınğıs tarafına bakan en uçtaki tümseğine kadar gelmişlerdi.
Buraya geldiklerinde Şınğıs’ın Karaşokı tarafından gelmekte olan bir atlı ile karşılaştılar. O, Maybasar’ın ulaklarından Cumağul idi.
Cumağul Jiyrenşe’ye bakarak:
– Siz burayı bırakın da Karaşokı’ya varın. Bugün orada, bir infaz yapılacak Kodar’a. Halk toplanıyor, dedi.
Jiyrenşe atının üstünde ayağa kalkar gibi dikilip öne doğru sertçe abanarak:
– E, ne oldu? Kodar ile gelini nerde, diye sordu.
– Kamısbay’ın da içlerinde olduğu beş yiğit tutmuş onları, daha demin götürüyorlardı. Toplantı Jeksen obasında olmalı, dedi ve atını kamçıladı. Cumağul, telaşla uzaklaşıp gitti. Jiyrenşe bunu işittikten sonra:
– Gidelim, görelim! Haydi! Haydi, yürü, demiş ve düşünmesine fırsat vermeden heveslendirip peşine takarak götürmüştü…
Gördükleri az önceki…
Abay şimdi yüz geri etmiş, ormanlı nehri arkasında bırakmış, yel gibi at sürerek kendi obasına dönüyordu. İçi buz kesmiş, nabzı hızlanmış, can damarları zonkluyordu. Öfkeden dehşete düşmüş gibiydi. Kimden, neden ürküyordu? Özellikle babasının… Babasının mizacından, babasının elindeki kandan dehşete kapılıyordu. Kendi babası… Katı, öfkeli babası…
Abay, arkasından yetişmeye çalışan Jiyrenşe’nin sözlerine karşılık vermedi. Nehir boyunca uzanan yamaçlı dağdan da uzaklaşmadı. Tek kişilik patikada ikisi yan yana at süremiyordu. Öne düşen Abay, dörtnala gidiyordu. Mecali kalmayan Jelkuyın ise ikisinin de önündeydi. Yolun elverişsizliği konuşmalarına izin vermese bile Jiyrenşe Abay’ın ardından ayrılmadan peşinden geliyor, durmadan bir şeyler söylüyordu.
O, deminki Jeksen obasında bir iki kişiyle konuşmuş, bir şeyler işitmişti. Bunları anlatıyordu. Hasta bir insan gibi öfkeden titreyen ve yüreği sert bir şekilde çarpan Abay Jiyrenşe’nin bütün sözlerini anlamasa da bir iki yerini açık seçik kavramıştı.
Esasında, bugünkü toplantıda, iki söz ağızdan ağıza yayılmış gibiydi. İkisi de “Kodar’ın sözleri” diye söylenmişti. Birisi evrilip çevrilen bir söz idi de diğeri tam onun sözüydü. Bunlardan ilki Kodar’ı suçlayan söz idi. Bugünkü katı cezanın delili, dayanağı…
Bu, öldürenlerin tekrar tekrar söylediği: “Allah bunu bana yaptı ya, ben de Allah’a yaptım” demesiydi.
İkincisi daha az konuşulmuştu. Fakat bu söz topluluğa doğrudan söylenmişti: Kodar, “ben itsem, siz de itsiniz! Susarsınız da, bayıla bayıla yersiniz” demişti.
Abay’ı çok duygulandıran söz buydu. Bu söz, az önceki kadınların gizli gizli gözyaşı döküşlerini de hatırlattı. Jiyrenşe’nin önünde dörtnala giderken hüngür hüngür ağlayıverdi.
Jiyrenşe, arkasından gelse de Abay’ın ağladığını anlayarak:
– Hey, hey! Haylaz Tekebay! Sen ne yapıyorsun, dedi ve daha da hızlanarak yanına gelmek istedi. Abay, Jiyrenşe’nin doru sakarının başının kendi atının üzengisine yaklaştığını yaş dolu gözleriyle gördü ve kula beşlisini ökçeleyerek daha da hızlandı.
Bu anda ikisi de dağ yamacından kurtulmuş, yazıya çıkmıştı. Abay, kula beşlisinin başını Kölkaynar tarafına burdu, kamçıyı vurdu.
Jiyrenşe’ye gözyaşını göstermek istemedi. O da ardından bastırdı. Fakat Abay’a yetişemedi. Abay, ok atımı mesafesinde uzaklaşırken kendi kendini iyice serbest bıraktı, iç çeke çeke ağlayarak gitti…
Uzun yıllardan beri ağlamış değildi. İçi yana yana hiç durmadan ağladı. Yulaflı ve çayırlı yeşil kırlar, uçarcasına giden beşlinin iki tarafından süzülen taşkın sular gibi göz alabildiğine akıyor, arkasına doğru rüzgâr gibi kayıyordu. Çınlayarak esen coşkulu yel, Abay’ın gözünden akıp iki kulağını ıslatarak geçen kat kat katreleri deminki yulaflar ile çayırlara savuruyordu.
Abay bundan önceki dönemlerinde ne böyle bir duygu yaşamış, ne hissetmiş ve ne de bilmiş değildi. Şimdi bakıyordu da, gözyaşında, insanı bütün varlığıyla kendine doğru çeken farklı ve sıcak bir kuvvet vardı. Büyük uçurumun en yüksek yerine çıktığında bir an obaya doğru düşmek istermiş gibi kendine çeken anlaşılmaz bir güç. Pek çok sezgi, bu çağdaki karman çorman çocuk yüreğinde kasırga olup eser gibiydi.
Bunda, canının alabildiğince acıdığı zulüm altında ölenlere duyduğu merhametlilik de vardı. Öldürenlere öfke ve beddua da vardı. Bununla birlikte, özellikle, birbiriyle çarpışan duyguları; “baba” deyip hakkında kötülük düşünemediği, ancak yine de bu “babadan” dehşete kapılarak korkması da vardı.
Bütün iç dünyasını sarsan, çocuk ruhunu yerle bir eden, şüpheyle titreten bir sezgiydi bu.
Ağlayıp için için yanmasının sebebini; bir an, “medresenin, dinin, halifelerin ‘suçluların günahına bulanırsın’ şeklinde öğretmesi dolayısıyla, sanki bunun affını dilermiş gibi yalvarmanın hüznü” diye düşündü. Ama kendini bu düşünceden çabuk toparladı.
– Bu değil, dedi kendi kendine sessizce.
“Onlar din adına, özellikle, imamın verdiği fetvaya göre yaptı ya bunu! Allah kimi yakacak” diye düşündü. Kendini, ücrada kalmış gibi yapa yalnız, en dayanaksız, en biçare yetim gibi hissetti. İçten içe yeniden büyük ve ağır bir sezginin bükülüp rahatsız ederek gelmesi ve çocuk yüreğine farklı bir şekilde vurmasıyla, o, eskisinden de çok, hem de oldukça çok büyük bir ıstırapla hıçkıra hıçkıra ağlayıverdi.
Bağıra çığıra ağladı. Jiyrenşe’ye göstermemek için, daha hâlâ, uçarcasına hızlı at sürüyordu.
Bu sürüşün etkisiyle miydi yoksa kendi çocuk gönlünün sarsılmasıyla mıydı bilinmez, Abay ağlarken bir ara mide bulantısından çok rahatsız oldu, kustu ha kustu! Midesi dışarı çıkacakmış gibiydi. Ruhu da, vücudu da aynı anda azap içinde kıvranıyordu.
Lâkin o zaman bile durmadı. At yelesini kucaklayarak, sadece düşmemeye özen göstererek hiç durmadan koşturdu.
Abay, Jiyrenşe kendisine yetişemeden Kölkaynar’a yetti, annesinin evine geldi…
Uljan dışarıda duruyordu. Oğlu eve yaklaştığında yüzüne baktı, içi ürperdi. Abay’ın rengi sap sarıydı, çok değişmişti. Bildiği Abay gibi değildi. Uljan “gözüm mü bulanık görüyor” diye düşünerek kirpiğini sık sık kırpıştırdı, tekrar baktı. Gelen Abay’dı! Fakat hepten yabancıladı. Oğlu atını bağlayıp yanına geldiğinde fark etti. Gözü de kıpkırmızı olmuş, pişmişti.
– Oy, Abaycan! Yakışıklım, ne oldu? Birisi mi vurdu, diye sorarken, içinden “babası mı dövdü” diye düşünüyordu. Etrafta başka kimse yoktu. Abay ses çıkarmadan annesine sarıldı, koynuna sokuldu, kendisinin alev gibi yanan başını anasının döşüne bastırdı, yapışıp kaldı. Kendisini kimsesizlikten kurtaracak anası vardı! Onca ağlamanın ardından hıçkırık tutmuş gibiydi. Hıçkırıklarla sarsılan vücudu zonk zonk zonkluyordu. Fakat bu defa Abay’ın gözünde yaş yoktu. Ağlaya ağlaya hepsini tüketmişti. Artık ağlamayacağına, gözyaşını hiç kimseye göstermeyeceğine güvenerek sert bir şekilde yutkundu. Uljan tekrar sordu:
– Doğrusunu söyle! Yakışıklım, ne oldu? Baban mı vurdu?
– Yok, hiç kimse vurmadı, sonra anlatırım… Ana, döşek sersene, yatırsana beni, diyen Abay annesine sımsıkı sarılmış hâlde eve doğru yürüdü.
Sabırlı Uljan bundan sonra hiçbir şey sormadı, üstelemedi. Evdeki ninesini de başka bir kimseyi de ürkütmedi. Abay’ın hâlini kimseye hissettirmedi. Oğlunu büyük ak evin sağ tarafına götürdü, ninesinin yer döşeğini serdi, soyundurup yatırdı, kendisinin kumaş kaplı büyük deri yorganıyla örttü, sağını solunu sıkıca kapattı.
Abay’ın yattığını gören ninesi:
– Ne oldu, yakışıklım? Mideni mi bozdun yoksa, deyip bir şeyler öğrenmek istedi. Uljan:
– Midesi bozulmuş ya! Dokunmayalım. Yatıp uyusun, dedi ve mal bakıcısı kadınlardan biri olan Katşa’yı çağırdı. Usulca:
– Tünlüğü[22 - Tünlük: Kiyiz evin tepesinin tam orta yerinde bulunan şanırakı geceleyin veya yağış olduğunda kapatmak için kullanılan harici örtü.]kapat, kapıyı kıvırıp açık bırak! Abay’a güneş düşmesin, dedi.
Ninesi, kendisine arkasını dönerek yatmış olan Abay’ın sırtına yaslanarak oturdu, kaşlarını çattı, ağzını şıpırdattı. Sessiz bir şekilde sadece dudaklarını kımıldatarak Kur’an okumaya başladı…
Uljan, o sabah Abay’ı alıp götüren Jiyrenşe’nin nerede olduğunu bilmiyordu. Dışarıdaki itler sabahki gibi tekrar ürümeye başlayınca “tazısıyla gelen olabilir” diye düşünerek evden çıktı. Jiyrenşe konuk evinin yanına gelmiş, atını bağlıyordu. Uljan büyük evin kenarında durdu, Jiyrenşe’yi yanına çağırdı, doğrusunu sordu.
Jiyrenşe, sabah saatlerindeki tavşan kovalamadan başlayarak Jeksen obasında gördüklerini de yol boyunca neler olduğunu da bütünüyle anlattıktan sonra:
– Abay nerede, diye sordu. Uljan, Abay’ın yattığını söyledi, Jiyrenşe’ye biraz soğuk davrandı.
– Gözümün nuru, sen çocuk değilsin, yetişkinsin. Kendin gitsen neyse! Öyle kötü, rezalet bir yere Abay’ı niye götürdün, dedi. “Kötü” ve “rezalet” kelimelerini hakikaten bastırarak söylemişti. “Çocuk değil mi? Korkar diye düşünmedin mi” diye ekledi.
Jiyrenşe ne diyeceğini bilemedi, utandı, sıkıldı:
– Ayıp oldu. Ben de üzgünüm. Fakat Allah hakkı için, “ölüsünü görürüz” diye düşünmüş değildim!
– Rahmetlim, bundan gayrı Abay’ı böyle yerlere götürme! Gençsin daha, büyüklerin bu türlü belalarından sen de uzak yaşa. Kendisiyle gitsin! Görüp, bilip ne yapacaksın, dedi…
Jiyrenşe nice büyükler içinde sözünü böyle serinkanlı söyleyen, bu kadar etkili ve ağırlığıyla söyleyen birini daha önce görmemiş gibiydi.
Uljan’ın böylesine soğuk konuşması, buna kızmasından da vurmasından da daha hafif gelmiş değildi.
Sıkıntılandığı için bir müddet ayağıyla yer eşeleyen Jiyrenşe tekrar konukevine yöneldi. Uljan da kendi evine döndü. Jiyrenşe başka hiçbir şeye bakmadan ve tereddüt etmeden at bindi, tazısını yedeğine alarak gitti…
Vakit, öğle zamanı geçip giderken ki vakit idi…
Abay, akşamüstü yaylımdan gelen koyunlar arasında analarını bulmak için var güçleriyle meleşen kuzuların meleme sesleriyle uyandı. “Bugün koyunları geç mi sağıyorlar, ne oluyor, karanlık çökmüş” diye düşündü. Dünya arı kovanı gibi uğulduyordu sanki… Fakat bunları müphem ve bulanık bir düş içindeymiş gibi hissetti. Başı sersemlemişti. Vücudu pelte pelte olmuş, yanmış gibiydi. Ağzı kurumuş, dudakları kızarmıştı. Boş boş ağzını şapırdattı. Ninesi ile annesi yanında oturuyordu. Uljan, avuç içini bunun alnına koymuş, düşünceli düşünceli önüne bakıyordu. Abay:
– Ana… Nine… Ne oldu, hasta mıyım, dedi ve yaşaran gözleriyle annelerine doğru kaykıldı. Uljan:
– Evet, ateşin var. Ağrıyan yerin var mı, diye sordu. Kaykılarak annelerine doğru yakınlaşırken iki şakağı çok sancılanmış, sıkışıp ağrır gibi olmuştu. Bunu söyledi.
Uljan az önce Abay uyurken annesine bir şeyler söylemişti.
İkisi de:
– Çok korkmuş ya! Midesi ondan bulanmış, diye değerlendirmede bulundular. Zere, Jiyrenşe’ye de büyüklere de çok kızdı, yere tükürür gibi yaptı…
Abay gündüz vakti olan olayları annelerinin öğrendiğini anladı:
– Babam… Babam, dedi ve babasını hatırlayarak iç çekti. Annelerine gizli bir sırrı açar gibi göğsüne vurarak “ne kadar acımasız, ne kadar katı idi” dedi. Babası hakkında içinde yaşayan müphem, karmakarışık, ağır duyguları bugüne kadar dışa vurmamıştı. Duygularını bir insan evladına ilk söyleyişiydi bu. Ninesi yarım işitti. Uljan bir şey demedi, Abay’a da cevap vermedi. Fakat Zere gözlerini ona dikip dizinden dürterek “ne dediğini söyle” der gibi işaret edince dudaklarını onun kulağına yaklaştırarak:
– Babasını söylüyor. Gaddarmış, “niye acımadı” diyor, dedi.
Ninesi anladı, göğüs geçirdikten sonra Abay’ın yüzüne doğru döndü, uzanarak uzun uzun alnından kokladı:
– Kurban olduğum, göz bebeğim, gösterişsiz kuzum! Acımaz, acımaz o, diyerek gözlerini kıstı, başını yukarı kaldırdı. “Ey Allah’ım! Şu vakitsiz duam muhtaçlık dileğim olsun. Bu göz bebeğime, babasının it mizacını verme!.. Acımasızlığını verme!.. Ey Yaradan” diye dua etti, gökyüzüne doğru kaldırdığı buz gibi mecalsiz elleriyle kırışmış nurlu yüzünü sıvazladı. Uljan da sessizce “âmin” dedi, duasına katıldı.
İki ana arasında canı acıyan bir evlat… Üçünün vakitsizce dile getirdiği gizli dileği, büyük içtenlikle üzerine titreyerek dua ettiği dileği, bu idi.
Abay da bu dileğe bütün içtenliğiyle katıldı, “âmin” dedi, yattığı yerden göğe doğru açtığı elleriyle yüzünü sıvazladı…
Hayatını ve çocukluğunu yeniden bulmuşa benziyordu. İçine büyük bir nur ve iyi duygular girmiş gibiydi. Fakat içi böyle olsa da, bedeni hastaydı. Gönlü canlanmak istiyordu, ama vücudundaki ateş ve başındaki sancı yeniden artmıştı. Artık üçü de sessiz, çıt çıkarmadan duruyordu. Dışarıdaki koyun kuzunun gürültüsü de uzaklaştıkça sönmeye başlamıştı. Evin içi gibi dışarısı da bugün alışılagelmişin dışında çok sessizdi.
O anda Abay ve annesinin kulağına farklı, yabancı, soğuk bir ses geldi. Dışarıdaki birisi:
– Oy vay, kardeşim! Vay vay buğram, diye figan ederek geliyordu. Bu halk içindeki erkeklerin yakınlarından bir kişi ölünce uzaktan adını haykırarak at koşturmak şeklinde bir âdetleri vardı. O zaman bu biçimde “vay vay kardeşim” diyerek at kamçılarlardı. Yaşlı nine bu sesi işitmemişti. Sesi duyan evdeki iki kişinin yüreklerine korku düştü.
Uljan’ın gönlüne düşen korku ile aklına gelen ilk düşünce; “bu obadan biri mi öldü, yoksa Kunanbay mı öldü?” şeklinde oldu. Korkuyla kulağını dışarıya doğru çevirdi.
Ürkmüş olduğundan anlayamıyordu. Burnundan solutularak koşturulan at sesi de yoktu. Bu, yakın yerdeki bir yayanın sesi idi. Abay annesinden önce anladı. Sesini özellikle kalınlaştırıp büyükleştirerek bağırmakla birlikte bu bir çocuk sesiydi. Hatta tam da haşarı Ospan’ın sesiydi.
O, kırdaki oyundan dönerken “kötü âdettir”, “şudur”, “budur” diyenlere aldırış etmemiş, kaygısız ve tasasızca yalandan ağıt yakmayı sürdürerek:
– Oy vay, kardeşim Kodar! Vay vay, Kodar, diye diye kendi butunu şaplaklayıp at gibi koşturarak gelmişti. Kodar’ın ölümünü bütün oba gibi o da işitmişti. Bugün akşama doğru bulak başındaki bir çoraklıkta toplanan arkadaşlarıyla birlikte böyle ad haykırarak uzun süre oynamıştı: Çoraklığın ortasına çukur kazmışlar, kuru bir kemiği meyyit gibi taşıyarak getirip gömmüşler, üzerini mezar gibi kabartmışlar, her tarafını andız dallarıyla çevirmişler ve “ad haykırarak” uzun uzun bağrışmışlardı.
Uljan, Abay’ın hastalığına üzüldüğü yetmez gibi kendisini deminki haylazlığıyla çok kötü korkutan Ospan’ın bu yaptığına çok öfkelendi. Gün boyu batakta gezen, ayağı bacağı hem kirlenen hem de nasırlaşmış olan Ospan eve girince:
– Hey! Beri gelsene oğlum! Beri gelsene, diyerek hiç belli etmeden ve kızmadan yanına çağırdı. Kızıp azarlayarak söylese Ospan her zaman yaptığı gibi söve söve kaçacak ve kimseye yakalanmayacaktı. Ospan ayaklarını pat pat vurarak annesine doğru koştu, tam evin ortasında yanan ateşin yanından Abay’ın döşeğine değin sıçradı ve Uljan’ın dizine çarparak önünde durdu.
Annesi onu aniden sol kolundan yakaladı:
– Sen deminki ad koyduğun şeyi nereden çıkardın? Bunun kötü âdet olduğunu söylememiş miydim? Evde ağabeyin hasta yatarken, ha! İt peşinde gezen deli! Bu yaptığın ne, derken hırpalayarak yüzükoyun yatırdığı Ospan’ın kaba etini şaplakladı ha şaplakladı.
Ospan, babası vurunca ağlamasa da annesi vurunca hepten sulu göz oluyordu. Babası ağlamasına aldırmıyordu. Ama bu kendini koruma ağlayışı annesine karşı bazen etkili oluyordu. Şimdi de bağırmaya başlamıştı. Bütün gücüyle çığırıyor, gürültü çıkarıyordu.
Annesinin elinden kurtulunca zıplayarak sol taraftaki yüksek tahta karyolanın üstüne atladı ve yüzüstü yatarak ağladı. Fakat bu defa ne kadar ağlasa da annesinin onu avutacak hâli yoktu. Bunu biliyordu. O yüzden, gözünde yaş olmasa da arada sırada yalancıktan bağırıp duruyordu. Kendisi de ağlamaktan usanmaya başlamıştı. Nihayet bir kez daha dalgacı ve haşarı mizacına bürünüp ağlarmış gibi yatarak seyrek de olsa kısaca:
– Oy vay, kardeşim, diyordu. Bir iki defa hafifçe dönerek gözünün ucuyla annesinin tarafına bakıyor, kimse hareket etmiyorsa bir defa daha bağırıyor, bağırışının ardından bir kez daha o belayı söylüyor ve deliliğini sürdürüyordu. Bir defasında “oy vay, kardeşim Abay” diyerek inledi. Abay, başı ağrısa da gayri ihtiyari gülüverdi.
Ospan annesinin büyük ve şişman vücudunun yerinden kımıldamaya başladığını fark etti. Ayağa kalmak üzereydi. Yine bir tehlike olacağını anladı ve annesi kalkıncaya kadar zıplayıp döşekten indi:
– Oy vay, kardeşim Abay! Abay! Abay, diye bağırarak kapıya doğru fırladı. Annesi kalkıp hamle yapmak istedi, kalkamadı:
– Hey, kim var orda? Yakalayın! Yakalayıp getirin şu deliyi, diye dışarıya doğru seslendi. Ospan kapı önünde kasılarak yürüdü, kenardaki evlere doğru hoplaya zıplaya sıvışıp gitti. Orada annesinin buyruğunu işiterek bunu yakalayıp getirmek için hemen harekete geçen büyük ağabeyi Takejan’ı gördü…
Abay bu şekilde bir hayli uzun süre hasta kalmıştı. İlk günlerde biri “uçuklamış”, biri “nöbet geçiriyor”, başka biri “karahummaya yakalanmış” diyerek çeşitli tahminlerde bulunsa da tam olarak açıklayabilen olmamış, özellikle tedavi için bir şey yapılmamıştı.
Sadece hastalandığı ilk günün ertesinde ninesi buyruk verince yaşlı bir kadın günbatımında Abay’ı dışarı çıkarmış, yeni kesilmiş koyun akciğeriyle çıplak vücuduna vurmuş, yüzüne su sıçratarak okuyup üflemiş, “git felaket, git! Göç oğlumdan, göç” demiş, batmakta olan kıpkızıl güneşe baktırarak bir türlü tedavi uygulamıştı. Ona göre de Abay korkup uçuklamıştı…
Abay, kendine geldiği bu akşamüstünde eklemleri çözüle çözüle ve başı dönerek zorla çıkmıştı evin önüne. Gözleri bulandığından mı, nedir? Şimdiki dünyanın kızılı, eskiden görmediği şekilde bir başka görünüyordu gözlerine. Hayal mi, düş mü? Her nasılsa, bir başka âlemin farklı bir sureti gibiydi çevre.
Oba, iki gün geçtikten sonra Kölkaynar’dan Şınğıs’a doğru göçtü…
Bir süreden beri boyların büyükleri ve sürü sahipleri “yaylanın besleyiciliği iyi mi ki? Otları yetişti mi ki” diyerek gelen geçenden soruşturuyordu. Bağrı ve bayırları yeşermekle birlikte Şınğıs’ın belleri çabuk ısınmaz ve erken yeşermezdi. Bütün Tobıktı’nın suyu bol, yaylası geniş, otlağı uzun, büyük mekânları Şınğıs’ın öte yakasındaydı. Oralara ulaşmak için geçilmesi gereken beller ise üzerine çok kar yağan yüksek rakımlardaydı.
Kunanbay obası göçmeye başlayınca çevredeki başka pek çok oba da hemen peşinden göçmeye başladı. Aşağılardaki Jidebay, Musakul, Şüyginsu gibi bol gür otlu kışlık yerleşkelerde oturanlar da akarcasına göçüyordu. Her halk kendi yakınındaki Akbaytal, Köldenen, Jigitek, Şatkalan, Bökenşi gibi geçitlere yöneldi. Şınğıs dağının kimi geçitlerinin adı o çevreyi sahiplenen boy adıyla anılırdı. “Jigitek”, “Bökenşi” denenler, böyle geçitlerdi.
Bökenşi geçidine Kodar kışlağı ile Jeksen kışlağı arasındaki geniş alanlardan çıkılarak varılırdı…
Abay sağlıklı olsa göç sürecini sevinçle geçirir, gülüp oynardı. İlkbaharda Şınğıs’ı aşıp yaylaya göçmek büyüklere ve özellikle sürü sahipleri ile fakir fukaraya ne kadar ağır ve uzun süren bir meşakkat gibi görünse de çocuklar için güzel havada gezinti yapmak gibiydi.
Abay da, önceki yıllarda bu Kölkaynar’dan o kadar uzak yamaçta akan Baykoşkar nehrine ulaşıncaya kadar yapılan ona yakın seferi, insan ve mal kaynarcasına kalabalık bir pazarın ilgi çekiciliği bitmeden göçmesi gibi görürdü.
Bu yıl da göç öyleydi. Yol üzerindeki bilinen konaklama yerleri Taldıbulak, Barlıbay ve Kızılkaynar idi. Kimi konaklama yerlerine sabah erkenden gelip konuyorlar, akşamüstü yeniden yollara düşüyorlardı. Bunu apar topar göç olarak adlandırıyorlardı. Kimi konaklama yerlerinde ise ya bir ya iki gün konaklar konaklamaz gidiyorlardı. Bu durumda büyük evler kurulmuyor, “urankay[23 - Urankay: Sırıkların uçlarını tepede birleştirip bağlayarak kurulan çadır türü.] (çadır)”, “abılayşa[24 - Abılayşa: Ağaç direklerle kurulan küçük Kazak çadırı. İçerisinde, kiyiz ev kubbesinin tepesinde bulunan ve “şanırak” adı verilen yuvarlak kısım ile katlanabilir kafes şeklindeki “kerege” adlı desteğin bulunmadığı çadır türü.] (tahta direkli)”, “jappa[25 - Jappa: Bir ağaca veya yükseltiye dayanan sırıkların üstüne keçe örtülerek kurulan çadır türü, çardak.] (çardak)”, “iytarka[26 - İytarka: Göçerken iki keregenin çatılması ile kurulan geçici çadır türü.] (çatma)” denilen nice türlü küçük, dar ve alçak çadırlar dikiliyordu. Herkes kendisinin sevdiği türden evciğini kuruyordu. Uçsuz bucaksız bölgedeki bütün obalar bu yaylaya göç seferinde çocuklarla birlikte “oba oba”, “kulübe kulübe” oyununu oynar gibi oluyordu.
Kışın, ilkbaharda ve güzün birbirinden uzakta yaşayan obalar bu seferler boyunca yerleşme durumlarıyla nispeten birbirine kavuşuyor, karman çorman karışarak yerleşiyordu. İnsanları, malları, çadırları da buluşuyor, bir obadan diğerini ayırmak zorlaşıyordu.
Bu şekildeki göçüş başkaları için kolay olsa da koyuncu, kuzucu, yılkıcılar için çok büyük bir huzursuzluk kaynağı ve asalaklık günleri olurdu. Birisinin yılkısına yabani atlar, başıboş avareler karışır. Birisinin koyununu başka bir obanın kuzusu emer, koyunlar koyunlara karışır, birbirine musallat olur giderdi. Böylesi telaşlı anlarda “ayakbastı”, “göz kıstı” diye, nice uysal kişinin toklusu ve devesi ele avuca sığmaz obaların yemi olurdu.
Kendisininkini yemekten imtina eden, gece boyunca başkasından gelen “karışma” ve “girmelerin” altını üstüne getiren, evirip çevirerek çiğli pişmişli yuvarlayıp yutan mal düşkünü kötü niyetli kodamanlar ve nice belanın başını çeken yöneticiler de olurdu.
Bu seferler sırasında pek çok halkın ivedi göçüyle birlikte deminki gibi yığılarak yerleşmesine sebep olan başka bir şey daha vardı: İlk günlerde dışarıda kurt çok olurdu. Issız olduğu için bu bölgelerdeki dağ bellerinde yavrulayan kurtlar halk gelinceye kadar sıçan ve dağ sıçanı avlayarak yaşar, her yer mal ile kaplandıktan sonra ise huzur vermeden kasırga gibi vururlardı. Pek çok oba gece boyunca hayvan barınaklarını at üstünde gözetir, obaların kenarına fasılasız alevlenen ateşler yakar, bağırış çığırış ile sabahı sabaha eklerlerdi. Bütün bunlar yaylaya göç seferini, her şey yerli yerindeykenki ve başka dönemlerdeki diğer yaşayış tarzlarının hepsinden farklı kılardı. Gündüzleri bütün halk at üstünde olurdu. Erkekler ise mızrağını, sopasını veya ay baltasını göç boyunca ellerinde taşırdı. Abay, kitle hâlinde seyahat edilen genel göç seferinin bu görüntüsünü yağmalama saldırısına benzetirdi…
Her yıl olduğu gibi bu baharda da tekrarlanan göçler Abay’a ilk defa alabildiğine huzur bozucu bir meşakkat olmuştu. Onu sarıp sarmalayarak mağlup etmiş olan bir hastalığı yoktu. Fakat sağlıklı da değildi. Yürümek isteyince gözü kararıyor, başı dönüyor, olduğu yere düşüyordu. Ancak, onun hastalığına bakıp ta göçmemek uygun olmazdı.
Uljan’ın evine üç dört günde bir uğrayan Kunanbay çoğunlukla Uljan’ın güzel kuması Ayğız’ın evinde kalırdı. Arada sırada da baybişesi Künke’nin yanında kalırdı. Onun obası ayrıydı. Kunanbay, bu defa Künke’nin göçüyle birlikte seyahat ediyordu.
Oğlunun hastalığını hastalandığı ilk gün bir defa sorup sual etmiş, sonra unutmuş gibiydi.
Abay at binemedi. Annesi “yük devrilir, deve yıkılırsa ölür” diyerek yük taşıyan deveye de bindirmedi. Yaşlı nine ile Uljan’ın elinde yalnızca bir araba vardı. Esasında her bir boyunun ve her bir obasının her mevsimdeki yerleşim yeri yıllarca değişmeyen bu halk, yazın yaylaya, kışın kışlağa göçmek dışında başka bir yere gidip gelme ihtiyacı duymadığından araba kullanmazdı. “Tobıktı soyu içine gelen ilk araba, Kunanbay’ın yaşlı annesi Zere’nin bu mavi arabasıydı” denilse de yanlış olmazdı. Kunanbay Ağa Sultan seçildiği seyahatinde Karkaralı’dan özel olarak almış:
– Göçerken buna bin, diyerek annesine vermişti.
Bu yaşında dağlık yerde at binmek Uljan için de zordu. Yaşı ilerlemiş, vücudu ağırlaşmıştı.
Uljan Abay’ın hâlini düşününce kendi rahatını bırakmış, arabaya, ninesinin yanına Abay’ı bindirmişti. Kendisi uysal bir doru kısrağa binerek devamlı bu arabanın yakınında gidiyordu…
Yaylada Kunanbay obasının çoğunlukla yerleştiği alanlardan biri Botakan ocağı idi. Kölkaynar’dan buraya gelip yetişinceye kadar yaklaşık yirmi gün geçmişti. Bu yirmi gün içinde yol boyunca eğreti hasta hâlinden kurtulamayan Abay, ancak yeni yeni düzelmeye başlamış gibiydi. Kendi kendine ayağa kalkıp yürümeye, çıkıp dolanmaya da uygun duruma gelmişti.
Artık gönlünün de kendine gelmesi, eski çocukluk neşesini ve oyun meşgalesini bulması gerekliydi. Fakat hayret! Bu yıl, özellikle son günler içinde Abay çocukluğun ilginç meşgalelerinden ve meraklarından uzaklaşmış, soğumuştu. Çocukluğundan bütünüyle uzaklaşmış gibiydi. Hastalıktan yeni yeni kurtulmasından mı, yoksa son dönemlerde gönlünü ezerek geçmiş olan ağır sezgilerden ve derin azaplardan dolayı mıydı? Yahut hepten çocukluğun bitmesinden, büyüklüğe doğru gitmesinden miydi? Açıklıkta yokuşa tırmanırcasına çaresiz bir durgunluğa düşmüş gibiydi…
Bu yıl Abay on üç yaşını tamamlamıştı. Vücudu da biraz gelişmiş, boyu büyümüş, kolu bacağı uzamıştı. Eskiden burnu kümük gibiydi, bu yıl o da biraz uzamıştı. Siması ve genel görünüşü çocuktan ziyade iriceydi, delikanlılık hâline meyletmişti. Fakat daha hâlâ bu görünüşte büyüklük görüntüsü yoktu. Bütünüyle ergen değildi. Zayıflayıp uzayarak kof bir biçimde gerilmiş gibiydi. Bu görünüşü ile güneş görmeden büyüyen, solgun ve upuzun bir bitkiyi andırıyordu.
Önceden esmerdi, yüzünde biraz da allık vardı. Şimdilerde şehirden dönmüşlükten mi, yoksa hastalanmışlıktan mı, bilinmez bir şekilde beyazımsılaşmıştı. Seyrek kahverengi saçlarının arasından yer yer kafa derisi de görünüyordu. Bu da hastalanmışlıkla gün yüzü görmemişliğin bir işaretiydi…
Abay’ın bu şekildeki mutat mizacı da kendine bir başka türlü, kendince yaraşmıştı.
O, at binip gidebilecek duruma geldiği hâlde evden pek çıkmıyordu. Başka çocuklardan farklı bir uğraş, ayrı bir dost bulmuştu. Bu dost öncelikle ninesiydi. Ondan vakit kalırsa annesiydi.
Abay bunu, ancak bu yıl farkına vararak değerlendirebilmişti. Onun ninesi, bir başka ustalıkta hatip idi. İlginç konuşuyordu. Sözlerinin her yerini hoş kılıyor, meraklandırarak anlatıyordu. Evvela hastalanmaya başladığındaki günlerden bir gün akşam uyuyamadan yatarken ninesinden bir şeyler anlatmasını istemişti. O zaman ninesi, biraz düşündükten sonra:
– E-e… Gün belli etmeden geçermiş. Eskiden kim geçmiş, demiş ve azıcık şiirleştirerek konuşmaya başlamıştı. Abay bunu öğrenmişti. Bir dahaki sefere sohbetini rica ettiğinde ninesinin dizini usulca ittirerek:
– E-e… Gün belli etmeden geçermiş. Eskiden kim geçmiş, demiş ve yine bir şeyler anlatmasını istediğini bildirir olmuştu…
Ninesi eski devirlerle ilgili “Edil ile Jayık (İdil ile Yayık)”, “Jupar Korığı (Leylak Ormanı)”, “Kula Mergen (Tek Keskin Nişancı)” gibi pek çok masal anlatmıştı. Abay, onun sohbetini, göç boyunca sabah akşam dinler olmuştu.
Geçenlerde daha iyi bir duruma gelince ninesinden başka sözler de öğrenmişti. Bu sözler Tobıktı halkı içinde Zere’nin gençliğinden beri gördüğü ve işittiği konular hakkındaki sözlerdi. Günlerce halkla halkın savaşı, boyla boyun mücadelesi hususundaki pek çok şeyi dinlemişti… Ninesi bundan yirmi otuz yıl önce Naymanların bu ülkeye ve bu soya saldırdığını, o zaman kendisinin büyüttüğü Bostanbek adındaki oğlunun öldüğünü, Nayman askerlerinden biri olan ve bu oba tarafından esir alınan şair Kojamberdi’nin durumunu anlatmıştı… O, Kojamberdi’nin pek çok şiirine hayrandı… Bundan başka “Karaşor Şapkan[27 - Karaşor Şapkan: Karaşor Çarpışması]” gibi çarpışmaları ve nice talanları da anlatmıştı.
Yine başka günlerde Mamır gibi, Enlik gibi kızların kederlerini de anlatıvermişti. Abay yorulmadan ve usanmadan daima arzuyla dinliyordu. Bazen ninesi yorulup anlatmayı bırakınca annesine yapışıyordu. Uljan da pek çok hikâye biliyordu. O, sık sık ve çoğunlukla şiirli hikâyeler anlatıyordu.
Okumamış olan annesinin ve ninesinin bugüne kadar öğrendiklerini unutmadan koruyan zihinlerine şaşıyordu. Eski zaman destanları, atışmaları, öğüt verici lâtifeler gibi daha neler neler anlatıyorlardı. İki anasını heveslendirip tekrar anlattırmak için kendisi de bazen şehirden getirdiği kitaplar içinden “Jüsip Zıliyka (Yusuf ile Züleyha)” benzeri kıssalar okuyordu. Nağmeleştirip şarkılaştırıyordu. Yol boyunca annelerinin anlamadığı Oğuz Türkçesindeki sözleri Kazak Türkçesine çeviriyordu. Bu şekilde onları yeniden heveslendiriyor, yine eski hikâyeler anlattırıyordu.
Ninesi Zere, savaşları anlatırken, o zamanları “halkın başına musallat olan ve uğunurcasına ağlattıran kötü günler” olarak anardı.
Küçüklüğünden beri masal dinlemeyi çok seven çocuk bu yaz hepsinden fazlasını duymuş, daha fazlasını öğrenmiş gibiydi…
Bütün ilgisini böylesi anne sohbetlerine vererek yaşadığı günlerin birinde onların evine iki yabancı konuk geldi. Biri yaşlı biri genç, iki kişi! Abay genç olanı tanıyordu. Gördüğü anda seviniverdi. O, bıldır yaylaya gelmiş, bu evde üç gün kadar kalmış, “Kozı Körpeş ve Bayan” destanını anlatmış olan Baykökşe adlı destancıydı. Abay onun yanındaki yaşlı kişiyi tanımıyordu ama annesi çok iyi biliyordu.
Uljan konuklarla selamlaşıp hâl hatır soruştuktan sonra Abay’a bakıp gülümseyerek:
– Ya oğlum! Ninenle beni bıktırıyordun! Sohbet ve destan dükkânı, işte şimdi geldi. Bu büyük kişi; şair Barlas, dedi.
Abay, sadece bir tutam beyazlaşmış sakalı olan, yakışıklı, gür sesli, ak sarı tenli Barlas’ı görür görmez beğenmişti. Bildiklerini içinde saklayan, ses çıkarmadan oturan diğer büyükler gibi değildi. Anında konuşan, neşeli, açık sözlü biriydi. Bu evde uzun zaman kalmış bir oba insanı gibiydi. Abay’a:
– E, yavrum! “Hatibin konuşması su gibi akar, dinleyicinin kalbi ona düşen kireç gibi yumuşar” derler ya! Konuşmayı da dinlemeyi de seven halk, bizim halkımızdır. Sen dinlemekten usanmazsan, Baykökşe de anlatmaktan yorulmaz, dedi ve genç yol arkadaşına bakarak gülümsedi…
Mamay boyundan olan Baykökşe’nin obası seyahat sırasında onların obasına katılmıştı. Her yıl, bu şekilde yan yana gelip birkaç ayı birlikte geçirirlerdi. Yaylaya gelip yerleştikleri günden beri yabancı konuklar da geliciydi. Bu konuklardan biri olan Barlas Sıban boyundandı. Yerleşimleri yaylaya yakınlaştığı için her yıl yaptığı âdeti üzere selamlaşmak için oba oba geziyordu.
Konukların gelişinden evdeki herkes bütünüyle memnun kalınca iki şair de kolay çözüldü. Barlas o akşam yemek pişinceye kadar “Kobılandı Batır” destanını söyledi. Abay’ın, hayatı boyunca Kazak ağzından işitip kitap sayfasından okuyarak öğrendiği en güzel, en tesirli, en güçlü destan buydu. Barlas destanı bitirdikten sonra elini yıkamaya hazırlanırken, Abay:
– Bunu söyleyen kim? Bu şiiri yazan kimmiş, diye sorarak, deminden beri kendisini mest eden şairin adını bilmek istedi.
– Bunun aslına “eskiden geliyor” derler, efendi oğlum. Fakat Janeken, “tam deminki gibi derleyerek söyleyen şair; Kişi Jüz[28 - Jüz: Kazak Türkleri; Kişi Jüz (Küçük Yüz), Orta Jüz (Orta Yüz) ve Ulu Jüz (Büyük Yüz) adı verilen üç büyük Kıpçak soyundan gelen Türk boylarının bir araya gelmesiyle Kazak Hanlığı’nı (1465-1737) kurmuş ve devletleşmişlerdir.]soyundan Marabay’dır” derdi, dedi. “Janeken” dediği, ozan Janak idi.
Özellikle Kobılandı’nın vedalaşması, Tayburıl’ın çarpışması, Kazan ile Kobılandı’nın teke tek vuruşması Abay’ı mest eder gibiydi. Uyarılmış olan hisleri dolayısıyla yattığında uzun süre uyuyamadı.
Ertesi gün Uljan, Barlas ve Baykökşe’yi göndermedi:
– Gitmeyin. Acele etmeyin. Birkaç gün daha konuğumuz olun, dedi. Bu, Abay’ın isteğiydi. Abay eskiden “ibret numune kitapta, bilim ve edebiyat yalnızca okulda” diye düşünürdü. O, destan ustası olarak Nizamî, Nevaî ve Fuzulî’yi, kaside üstadı olarak Şeyh Sadi ve Hoca Hafız’ı, kahramanlık şairi olarak Firdevsî’yi bilirdi.
Kazaklarda “Bayan Sulu ve Kozı Körpeş” gibi neler neler, “Akbala ile Bozdak” gibi nice destanlar varmış da kendisi bilmiyormuş.
Barlas ile Baykökşe’nin sırayla anlattığı destanların dili anlaşılır, hayatları bildik olduğundan mıydı; bazen şarkılaştırarak anlatmalarından mıydı; yoksa bazen yavaşlatarak, bazen süratlendirip estirircesine çalarak heveslendiren nağmelerinden miydi? Veyahut uygun bir şekilde aheste aheste inleyen ufak dombıradan mıydı? … Nasıl olursa olsun! Abay, bugüne kadarki hayatında, tam da bu Barlas ile Baykökşe’nin sunduğu hikâye ve destanlar gibi hiçbir şey işitmemişe benziyordu.
Hem gündüz hem gece Barlasgilin yanından ayrılmıyordu. İki şair, Uljan’ın evini bütün bu obanın kaynayan pazarı gibi kalabalık bir toy evine dönüştürmüştü.
Kısrak bağladıktan sonra, öğleye doğru, oba halkı kımız içmek için toplanıyordu. Coşkuyla destan dinliyorlardı. Gündüzleri daima uzun destanlar söyleniyordu. Veya seyrek olarak dâhilerin, dilbazların söylediği şiirli tartışmalar, hükümler, davalar anlatılıyordu.
Barlas, halk işine gücüne dönüp yalnız kaldıklarında kendi yazdığı destanların peşinden Asankayğı, Bukar Jırau, Marabay, Janak, Şortanbay, Şöje, Sıbanbay, Balta, Alpıs gibi şairlerin şiirlerini de ekliyor, kendisine yaşıt başka şairlerin söylediği destanları da çalıp söyleyerek sunumunu renklendiriyordu.
Bunlar içinde dönemin kederlerine ve halkın elemlerine ilişkin sözleri ayırarak özellikle anlatıyordu. Barlas birini övüp yalakalık yapan, birisinden bir şey isteyip yalvaran bir ozan değildi.
Abay ile annelerinin akşam vakti dinlediği destanların çoğu Barlas’ın kendisinin sevdiği kulağı hoş tutan, gönlü okşayan, yüreği kanatan termeler[29 - Terme: Müzik eşliğinde şarkı söyler gibi söylenerek yapılan şiirli sunumlar.] idi. Böyle anlarda Barlas, gündüz ki Barlas’tan bütünüyle bambaşka görünüyordu. Yalnızca ilgi uyandıran, coşturan, sohbeti kızıştıran hikâye ve destanları söyleyen, güldürücü ve eğlendirici ozan olmaktan çıkıyordu. Akşam vakitlerinde o bazen büyük bir nasihatçiye, bazen de dertli bir ihtiyara dönüşüyordu.
Böyle anlarda kendi içini de dökerek:
“…
Kulak ver destanıma,
Düşünerek bak sırrıma,
Mutlu, mesut değilim ha!
Boş tay gibi oyalansam da,
Türlü türlü ezgiler çalsam da
Barlas’ı kaygısız sanma!
…”
Diyerek çalıp söyler, kendi hâlini dile getirirdi. Abay, bazen:
– Kaygısı ne, diye annesinden sorardı. O zaman Uljan:
– Büyük vasfını uygunsuzca kocaman gösterip övme âdeti yok. Kapı kapı gezen bir ozan değil ya! Bunun sözlerini iyi anla, derdi.
Abay, Barlas’ı dinlerken yine yeni sözler işitmişti. Bunlar, o dönemin büyükleri ile beylerini anlatan, eleştirip ayıplayan sözlerdi. Bir termenin içinde Barlas:
“…
Ağa Sultan, yönetici var,
Ele malûm, ettiği hatalar!
“Öl” deyince ölmesen, sen,
“Yaşa” deyince yaşamasan,
Zincire vurur kapatırlar.
Malı çok hilebazlar!
…”
Deyiverdi…
Abay babasının evde olmayışını hatırladı, “keşke gelmese”, “başka yerde gezse” diye düşündü. Gerçekten de Kunanbay, Barlasgil geldiğinden beri bu evine hiç uğramamıştı. O, bir grup büyüklerle beraber sefere çıkmış, ülkeyi dolaşıyordu. Uljan’ın Barlas’ı göndermeyişi de bundandı. Kunanbay’ın burada olmayışı olmasa, herhangi bir ozan ile şarkıcı onun obasına bu kadar yakınlaşamaz, ayak uzatıp yatamazdı.
Barlas “büyük”, “bey” derken kimi kastediyordu? Bunu açıkça söylemiyordu. Fakat Abay, onun bu şekildeki destanlarını daima kendince anlıyor, verdiği örneklerin çoğunu yakından takip ediyordu. Lâkin bu çocuk da sırlarını kimseyle paylaşmıyordu. Barlas:
“…
Başçavuş denen yönetici var,
Fayda görür ona yakın olanlar.
Kalabalık halktır, onun tek yemi!
Tipili günün azdırıp elleştiği
Aç kurt gibi kovalar biçareleri.
…”
Deyince, “bu Başçavuş Maybasar olmalı” diye düşündü Abay.
“…
Demez dertli, kederli!
Genişçe açarak çeneyi,
Tüyüyle birlikte deveyi,
Yutayım diyen talihsizi,
Kefil olup engelledi mi?
Akları da çoğalıverdi,
Kırışığı da artıverdi.
…”
Diyerek “dert yanar gibi” olunca, Abay, Barlas’ın kaygısını da anlar gibi oldu.
“Halkın iyilik dayanağı sarsıldı” derler ya, tam da o şekilde Barlas’ı sarsan, Abay’ın eskiden işitmediği bir derdi, bir kederi var gibiydi.
Yüzünden anlaşılmasa da her zaman iç çekerek ve derdini dökerek gezinen yaşlı ninesi gibi çok yaşamış ve çok keder görmüş olmaktan gelen büyük bir elemi vardı. “Bu kederlerin kaynağı kim” sorusunun cevabını tam olarak bilmiyordu Abay. Fakat bu şuurlu keder ninesi ile anasında da olsa bile kendi babası Ağa Sultan Kunanbay’da yoktu. Bunu anladı. Babası yalnızca kendi murat maksatları doğrultusunda konuşuyor, başkalarının derdini işitmiyor, işitmek için bir arzu da duymuyordu…
Bu defa Abay, ya kendi olgun tavrıyla ya annesi üzerinden ağırlık koyarak Barlas ve Baykökşe’yi tam bir ay göndermedi. Bu süre içinde genç delikanlı, Barlas ve Baykökşe ile tamamen dost oldu, yakınlaştı. Hatta son günlerin gecelerinde o, Barlas’ın koynunda uyumaya başladı. Gündüzleri elinden geldiğince hizmet ediyordu. Onun anlayışlı akıllılığından çok hoşlanan ve büyük memnuniyet duyan, içtenlikle hayran olan Barlas bir ara öylesine tıngırdatıp:
“…
Gözümün nuru, yetişir er olursun,
Er olsan, peki, ne eder, ne bulursun?
Çalıp söylesen çok uzaklarda duyulursun,
Kendini verip çalışırsan, zirveye kavuşursun.
…”
Dedi ve gelip dombırasını Abay’a sundu:
– İşte, oğlum! Benim duam bu olsun. Bütünüyle içtenlikli merhamet içinde söyler durursun, dedi. Abay huzursuzlanarak utandı, ses çıkarmadı. Bu söz, “Barlasgil yarın gidecek” denilen gecede, yemek öncesinde söylenmiş bir söz idi…
Ertesi gün ozanlar atlarını eyerleyip gitmeye hazırlanırken Abay annesini dışarıya çağırdı:
– Ana, ikisini de memnun edecek hediye vererek gönder lütfen, dedi. Uljan bir şey demedi.
Konuklar kımız içti, vedalaşmaya geldi. Uljan Barlas’a bakarak bir söz söyleyecekmiş gibi tavır gösterdi. Konuklar duraksadı:
– Bu oğlum eğitimden döndüğünden beri eğreti hastaydı, tam olarak iyileşemiyordu. Siz geldiğinizden beri söylediğiniz güzel sözlerinizle şifa getirmiş oldunuz. Gelişi kutlu konuklar oldunuz, dedi.
Hakikaten de Abay, tam da bu günlerde kendi kendisini bütün hastalıklardan kurtulup iyileşmiş gibi, tam bir güç kuvvet toplamış gibi hissediyordu. Annesi ses çıkarmasa da, açıkça söylemese de “bilgili, teşhisi belli, tecrübeli” gibi göründü. O, biraz duraksasa da henüz sözünü bitirmemişti:
– Yine bekleriz. Şuradaki yaşlı ninesini ve beni çok rahatlattınız. Yolunuz açık olsun! Gelişiniz dolayısıyla dışarıya küçük bir hediye bağlattım. Alıp gidin… Memnuniyetle, güle güle gidin, dedi.
Abay dışarıya çıkıp Barlasgili yolcu ederken gördü. Bu obanın iki yılkıcısı olan Berkimbay ile Jarkın, Barlas için azılı bir atı, Baykökşe için doru bir kunanı gemlemiş tutuyorlardı.
Ozanlar kendileri için hazırlanmış olan iki atı yedeklerine aldılar, bir kez daha “hoşça kalın” dedikten sonra atlarını ökçelediler.
Abay annesinden çok memnun kalmış olarak sevinçle geldi, eski küçüklük günlerindeki gibi şımarıklaşıp sırnaştı. Uljan’ın büyük gövdesine sarılıp kucakladı, sertçe sıktı ve yüzünden, burnundan, gözünden tekrar tekrar öptü…

KAT KAT OLDUĞUNDA

1
Kunanbay’ın kendi obaları da yakın akrabalarının obaları da bu yılki kışlık ot biçimini Tobıktı soyunun diğer boylarından daha erken yapmıştı. Eskiden, büyük sürülerin ot ihtiyacını yerinde karşılamak için hiç olmazsa biraz kar serpiştirmeden güz yerleşiminden göçmek istemezlerdi. Şimdi ise Kasım’ın ortasına gelir gelmez kışlağa doğru göçe başlamışlardı.
Jigitek, Kötibak, Topay, Torğay gibi yakınındaki komşu yerleşimlerde bulunan akraba boylara göçme yerleşme hususundaki düşünce ve tavsiyelerini de söylememişti Ağa Sultan…
Süyindik bu duruma şaşırmış ve rengi atmış vaziyette Böjey’in evine gelmişti:
– Akrabanın bu hareketini anladın mı? Bu ne için yerinde duramayıp gitti, ha, diye sordu.
Tüsip de Böjey’in evindeydi. Koca burunlu, deste sakallı, gür sesli Tüsip, Jigiteklerin Böjey’den sonra gelen en önemli şahsiyetlerinden biriydi. O:
– Böyle yapmazdı. Bu ne yapıyor? Yoksa güzlüğünün otu mu bitti, dedi. Böjey buna meraklı gözlerle baktı ve “hah” diyerek dudağının ucuyla yalancı bir gülücük attı. Sabırsızlanan Süyindik:
– E, bak hele! Güzlüğün otu biter miydi? Her yer ot, dedikten sonra “Böjey’in bir bildiği var efendim” diye düşünerek ona döndü ve afallamışçasına bakarak “pekâlâ! Mal doyumu da bütünüyle fevkalâde. Gırtlağını erkenden kışlağa götürürse, kış günü ne yedirir sürüsüne? Bunun ot biçimini önceden yapışı da, bu göçme yerleşme işini erkenden yapma hesabındanmış desene! Yoksa sen biliyor muydun? Söylesene” dedi. Süyindik’in merakına ortak olan Tüsip:
– Söylemese de onun köze gömdüğü kömbeyi sen bulursun. Tamamen kuşkulandırma, söylesene, diye üsteledi. Bunun üzerine Böjey:
– Kunanbay baharda erken göçse, basar alır Uvak’ın arazisini de. Yaylaya erken gelse, göz diker Kerey’in yerleşimine. Ama kışa doğru, yoktur atının varamayacağı mesafe. Eğer Tiney’in sarı kuşu gibi kendi kendini öldürmezse, dedi ve bulmaca gibi konuşarak bir tehlikenin varlığına dikkat çekti. Süyindik Böjey’in anlattıklarından iğrendi. Fakat sözlerine bir anlam veremedi:
– Canım efendim! Yoğurt gibi yayıldı, ayran gibi kabardı ya! Juvantayak’ı kovdu. Anet’ten alacağını aldı. Kökşe’yi de sıyırıp attı. Artık arazisine göz dikeceği kim kaldı? Güzlükteki Takırtuma’dan, ta yayladaki Baykoşkar’a değin otuz göz yerde fasılasız onun baharlığı, güzlüğü, kışlağı, yaylası! Bir yerleşiminden ötekine göçerken devesinin sırtını terletecek ıraklık yok yahu, dedi.
Hakikaten de Irğızbaylarınkilerle karşılaştırılsa nüfusu çok daha kalabalık olan Jigiteklerin bile yerleşim yeri daha az, otlağı daha dar idi…
İnsanlar bir tepeden bahsettiğinde Tüsip için o, sadece bir tepeyi ifade ediyordu. Süyindik’in saydığı Kunanbay yerleşimlerini gözünün önüne getirdi:
– Kuzu göçürecek kadar hepten birbirine yakın yerleşimler yahu, dedi.
Jigiteklerle özellikle bu hususta dert ortağı olan Süyindik Tüsip’le karşılıklı konuşmaya daldı:
– Hem de ne biçim yerleşimler! Tertemiz billur kaynakları, ipek gibi gözeleri, düzgün akan nehirleri, mavi renkli derin gölleri…
– Hele yaylaya gidince… Bütün bir soyun tüm halkı tek bir bulak başına yığılırken, bunun her bir obası derin akan birçok nehirden pay alıyor değil mi?
– Bütün bunları birkaç yıl içinde sahiplendi. Peki, şimdi hangi hisseye niyetlendi!
– E-e-e! Hangi hisseye niyetlendi desene?!
Böjey bu ikisinin konuşmasını öylesine dinliyordu. Artık rahatsız olmuş gibi başını dikleştirdi:
– E-eh! Hisse paylaştırıcı siz olsanız, söyler misiniz, diyerek artık bıkmış gibi ellerini yakasından aşağıya doğru silkeledi. Bu tür konuşmaları dinlemek istemediği belliydi. Arkasından ekledi:
– Konuşursan, hayal çok lafta! Bu büyük hastalıktan ne kazandınız bugüne kadar ha, deyip biraz kaşlarını çattı. Damağı kurumuşçasına yutkunduktan sonra Tüsip’e “o illetlinin de hayali çok! Fakat hayalini bilmek azık olur mu bize? Çaresini, hilesini bulamayınca konuşsak ne, konuşmasak ne” dedi.
Tüsip şimdi algılamaya başlamıştı. “Hayal” dediği şey Böjey’in içini kemiriyordu… Şiy boyunda Tüsip ile Böjey’in meşhur atası Kengirbay’ın mezarı vardı. Onun yanındaki büyük otlaklar Jidebay ile Barak idi. Kunanbay “kışlak yapacağım” diyerek buraları da sahiplenmişti. O zaman Böjey’in gururu kırılmış, çok sinirlenmiş ve eline geçirse öldürecekmiş gibi olmuştu. Fakat Kunanbay Tüsip’i çağırmış ve çözümünü bulmuştu. Tüsip Böjey’e gelerek güvence vermiş, elini kolunu bağlamıştı. Böjey’in Kunanbay’a karşı açık açık yaptığı tek çıkışması da bu olmuştu. Son yıllarda içinde yaşattığı memnuniyetsizliğin en önemli sebebi buydu. O hesap da henüz kesilmemişti. Sonradan kızgınlığı artarak hakikati konuştuklarında, Tüsip’e, nice defalar:
– Kunanbay’la konuşacak söz bitti. İşten başka çare yok. Erkeksen işe dayan! Yoksa alışkanlıklarına göre yaşa, verdikçe ver, demişti.
Bunu Süyindik’e de hissettiriyordu. Onun gibi, Jigitek içindeki kollayıcısı Baydalı’ya da söylüyordu. Bir kenarda baş başa kaldığı her bir kişiye hissettiriyordu…
2
Güzlükten bütünüyle göçüp Kızılşokı, Kıdırğa, Kölkaynar’a ulaşan Irğızbay boyu şimdi bu yerlerdeki kışlaklarına dağılacak idi… Fakat dün sabah Kunanbay buyruk vermişti:
– Haber almadan göçmesinler! Dağılmasınlar, demiş ve yanına Maybasar’ı alarak kendisi Şınğıs’a gitmişti. Yer uzak olsa da Kunanbay gün boyunca at sürmüş, ancak akşamüstü dönmüştü.
Dönüp indiği yer büyük baybişesi Künke’nin obası idi. Bugün, buraya hediye getiren pek çok hanım konuk vardı. Künke’nin kumasının annesi Tanşolpan da bunların arasında idi. Akberdi’nin annesi de buradaydı. Yaşlı yengesi Bopay’da gelmişti. Künke’ye biri gelin ise diğeri elti olan Irsay’ın annesi, Juma’nın annesi, Jortar’ın annesi gibi pek çok hanım da gelmişti…
Başka boylardan ayrılarak erkenden göçmüş olan bu bir grup oba, Irğızbay boyu obaları idi. Bunlar en fazla yirmiye yakın obadan oluşuyordu. Çoğunluğu Irğızbayların hanımları ile Öskenbay’ın hanımlarından töremiş olan akrabalardan meydana geliyordu.
Kunanbay’ın evlerine yılda iki defa hediye yiyecek hissesi getirmek; bu elti, yenge ve gelinlerin bir âdeti idi. Yakınına yerleşmişlerse en önce Zere’nin oturduğu büyük evden başlarlar, Kunanbay obalarını birer birer ziyaret ederler, Künke’nin evine de gelirlerdi. Hediye yiyecek hissesi olarak tuzlanıp kurutulan ve kışın tüketilmemiş olan etlerden getirirlerdi… Kış boyunca gelip gidememişlerse hediye yiyecek hissesinin biri havalar ısındığında, baharda verilirdi. Hediye hissenin ikincisini ise şimdiki gibi birbirlerinden ayrılıp kışlaklara dağılacakları zaman getirirlerdi…
Kunanbay gelip ininceye kadar hep beraber konuşan ve gülüşüp şakalaşarak oturan hanımlar Kunanbay ile Maybasar gelip kapıyı açtıklarında sepsessiz kaldı. Erkekler içeri girip başköşeye oturduktan sonra Tanşolpan:
– Bu annelerin ve yengelerin hediye yiyecek hissesi getirdi. Artık dağılacaklar, evladım. Yaşlı ninenin yeri bir başka! Onun hediyesi ayrı gidiyor, diyerek Zere’yi de hatırlattı. Büyük küçük herkes Zere’ye, hepimizin ninesi anlamında “yaşlı ninen” dediği için Tanşolpan da son yıllarda kendi yaşıtı olan Zere’yi böyle adlandırıyordu.
Kunanbay ses vermedi. Tanşolpan yürekli annelerden biriydi. Taze gelin olduğu dönemlerde düşman yılkıya(!) musallat olunca eyersiz ata binmiş, eline mızrak alarak çarpışmış olmaktaki yiğitliğini yurdun tamamı bilirdi. Kendisinin evli barklı dört oğlu vardı. Böyle çok oğullu kumaların kendi kendine yüreklenmesi de âdetten idi. Tanşolpan Kunanbay’ın sessiz oturuşunu beğenmeyerek şöyle bir kımıldandıktan sonra:
– Hediye yiyecek hissesini Künke’ye getirmiş değiliz. Oğlum da olsan, baş oldun, sana getirdim. Yarın kışlaklara gideceğiz de kış boyu ine girmiş gibi damlarımızda yatıp kalacağız. Kadının ömrü bu ya! Yıl geçinceye kadar esenlik diliyorum sana. Edeceğim dua bu evladıma. Elimizden ne gelir bundan başka, dedi.
Kunanbay ona baktı, ses çıkarmadan baş eğdi. Biraz durduktan sonra:
– Göçüp ayrılacağız mı diyorsun? Peki ya “yine bir kurutulmuş tuzlu et yemeli” desek de göçüp ayrılmasak ne yapacaksın, diyerek güldü.
Kunanbay gülünce evdeki konuk hanımların hepsi gülüştü. Uzun boylu, ince yüzlü, kara yağız Künke kocasının güler yüzlülüğünden faydalanarak:
– Bugün bohçaları ve yükleri çözdürtecektim, yarın da evleri kurdurtacaktım. Yine bir göçme yerleşme mi var? Bu halkı da bizi de belirsizlikte bıraktınız ya, deyip Maybasar’a baktı. Kaynı Maybasar da gülerek:
– İki hisse yersin ya! “Belirsizlik” dediğin bu mu acaba, dedi ve sorunun cevabını söylemedi. Kunanbay:
– Bohçayı yükü çözdürtme, evi kurdurtmak için de zahmet etme! Yarın yine göçeceksin, dedi. Şaşkınlaşan Tanşolpan gözünü Kunanbay’a dikerek:
– E, evladım! Bu ne göçü, diye sordu.
– Hepiniz birlikte göçeceksiniz. Yarın sabah Şınğıs’a göçeceğiz. Yerleşim yerlerine bakıp geldik. Gidip obalarınıza da söyleyin! Bohçaları bağlayıp düğümleyin, hazırlanın, dedi…
Kunanbay’ın dediği gibi oldu. Tünlüğünü sabah ilk önce Künke’nin evi topladı. Irğızbayların yirmi obası hep birlikte göçtü. Gittikleri yer Şınğıs’ın geniş odağı idi…
Göçenler kopuk kopuk ve aralı mesafeli değil, eğri büğrü topluca ve hınca hınç kalabalık bir şekilde harekete geçti. Esasında göç, kazlar ve turnalar gibi dizi dizi dizilerek yapılırdı. İlk anda bir araya toplanmış olan bu halk, şimdi, topluluğuna doğan çarpmış ördek sürüsü gibi karman çorman ve alt üst olmuştu. Çünkü tan atar atmaz Kunanbay acele buyruk vermişti:
– Çöreklenip kalmasınlar, tez göçsünler! Katar katar olmasınlar, hep birlikte harekete geçsinler! İvedi yönelsinler, şeklindeki kısa kısa emirlerini her obaya haberci göndererek söyletmişti. Alışılagelmişin dışındaki göçün alışılagelmişin dışındaki görüntüsü de bundandı.
Göç Kızılşokı’dan Şınğıs’a doğru giderken geçidin sol yakasında tek bir tepe vardı. Kunanbay yanına Maybasar ve Kamısbay’la birlikte Künke’den olan oğlu Kudayberdi’yi de aldı, bütün göçten ve bütün atlılardan önce geldi ve bu tepeye çıktı. Altında kuyruğu ayaklarına dolanan doru at vardı. Yağlanmaması için sadece sabahları bir kez beslenen ve adeta kapıdan evin başköşesine kadar uzun boylu görünen semiz doru at heybetli duruyordu. İki kulağını kamış gibi dikerek aşağıdaki hınca hınç kalabalığa “hadisenize” der gibi bakıyordu. Kunanbay da yola revan olan göçün önünü keserek onlara bir şeyler söylemek ister gibiydi.
Daha gün doğmamıştı, alacakaranlık idi. Yirmi oba yüklerini yüklerken ne kadar sessiz ve gürültüsüz hareket etmişlerse, şimdi tam tersine develerini kaldırıp yürümeye başladıklarında meleşen kuzular gibi nice türlü seslere bürünmüşlerdi. Bazen yükü ağır gelen ve sırtına batan bir deve bağırıyor, bazen annesini kaybeden bota bozluyordu. Her obanın hırslı itleri bir birine havlıyor, hırlaşıyordu. Heyheyleyerek koşuşturan atlıların ve yük taşıyıcı yiğitlerin bağrışları birbirine karışıyordu. Uykusunu alamayan çocuklar ağlaşıyor, anneler susturmak için onları azarlıyordu. Ara sıra nara atarak mal güden malcıların, gençlerin ve yaşlıların sesleri de bunlara ekleniyordu…
Göçler apar topar hareket ederken Kunanbay, Kamısbay ile Kudayberdi’ye:
– İkiniz çabuk gidin! Bütün göçenlerin belli başlı kişilerini, büyüklerini, toplayıp buraya getirin, dedi.
Kudayberdi ile Kamısbay bu buyruğu işitir işitmez atlarını topukladı. Uzun boylu, ince belli genç delikanlı Kudayberdi ile geniş omuzlu Kamısbay kalabalığa doğru at sürerken göçün önüne doğru boylu boyunca yarışır gibi gidiyorlardı. İkisi çabucak vardı, göçen göçün önünde giden erkekler topluluğunun yanında bir an duraksadı ve tekrar hızlanıverdi. Bunların önünde duraksadığı her gruptan bir iki kişi derhal sıyrılıp çıkıyor, tek tepeye doğru yele uçurtarak at koşturuyordu. Kunanbay’ın beklediğini görenler yaltaklanırcasına kamçı basıyor, aceleyle geliyordu.
Kudayberdi göçün öteki başına ulaştığında Kunanbay’ın yanına yirmi otuz atlı toplanmıştı bile…
Elverişli hava şartlarında geçen güz mevsiminin bugünkü günü rüzgârsız ve durgundu. Gökyüzü de açıktı. Sonuncu atlılar Kunanbay’ın yanına geldiğinde erimiş kızgın demir gibi uçkun saçarak parlayan büyük güneş uzaktaki Arkat dağının eğri büğrü yamacına tırmanmaya başlamıştı.
Göçün önünde, yan yatmış gibi kat kat heybetli etekleriyle Şınğıs görünüyordu. Gün ışığı uzaklara doğru sınırsızca uzanan büyük dağın yüksek yamaçlarını bir anda altına bulanmış gibi sarartıp renklendirdi. Dağlar gecenin loşluk veren örtüsünü üzerinden şimdi sıyırıyordu. Göçün önündeki yuvalarından kalkarak uçuşan ve gökyüzünü kaplayan sığırcıklar cikirdeşerek havalanıp semada süzülüyor, göç üstündeki havayı binlerce çeşit ötüşle keyiflendiriyordu.
Ötüşleri “hoşça kal, hoşça kal” der gibi yankılanan uçsuz bucaksız bir turna kafilesi de göz hizasındaki bir yükseklikten uçarak güneye gidiyordu.
Kudayberdi ve Kamısbay altlarındaki iki bozu nefes nefese bırakıp terleterek en sonuncu üç büyük kişiyi peşlerine takmış hâlde Kunanbay’ın yanına gelirken o tek tepede yaklaşık elli atlı vardı. Son gelen üçlünün ortasındaki kişi Kunanbay’ın yine bir kuma annesinden doğan Jakıp idi. Kunanbay bunun selamını alır almaz ökçeledi, “deh!” dedi.
Bütün topluluk bu tek tepeyi tars turs çiğneterek Şınğıs’a doğru ilerledi. Göç kafileleri çaprazlamasına yanlarından geçip gidiyordu. Fakat bu grup onlardan daha acele etmiyordu.
Yakın akrabalarını onar onar iki tarafına alan Kunanbay kalabalık atlıların merkezinde gidiyordu… Bu topluluk içinde Kunanbay’ın babasıyla akraba olan Ürker, Mırzatay, Jortar gibi amcazadeleri, kuma annelerinden doğan Jakıp, Maybasar gibi akran kardeşleri ile daha nice torundaş hısımları vardı…
Kunanbay kendisi, bir annenin tek çocuğuydu. Baybişenin bir tanesi, baba ocağının sahibiydi. Büyük zenginlik ve iktidar ile otorite sahibiydi. Yaşı bakımından da akrabalarının çoğundan büyüktü. O yüzden büyükbabaları Irğızbaylardan töreyen bu yirmi obayı oluşturan gruplar içindeki hiçbir kişi bugüne kadar Kunanbay’ın yoluna çıkmamıştı. Bütünüyle küskünlükleri ve kırgınlıkları olsa bile açık açık söyleyemezlerdi. Ama Kunanbay’ın ağzından konuşulması gerektiğinde yahut kol gücüne ve baskı ile hiddete ihtiyaç duyulan bir durum olduğunda bu topluluk içinde tereddüt eden kimse olmazdı. Bu, kor ateş gibi bir topluluk, sağlam bir gruptu. Bunlar yer almak, ülke basmak, kolay mal kazanmak gerektiğinde Kunanbay’ın kaşını çattırmadan gereğini yapardı. Nice baybişe ve kuma birbirine yakın obalarda kat kat yatmakla birlikte birbiriyle iyi geçinmek zorundaydı. Bunların arasında bir kırgınlık veya geçimsizlik olduğunda da Kunanbay çabucak ortadan kaldırırdı. Küskün kalanları nice defalar faydadan ve ganimetten mahrum bırakmış, cezalandırmış, kendi iradesine boyun eğdirmişti.
Kunanbay, bu topluluğa, kendi aralarındaki birliğin kazanç olduğunu iyice öğretmişti. Irğızbay boyu bunu anladıktan sonra zenginleşmişti…
Son dönemlerde içten içe tamamen çekişmeli olan biri diğerine ortak kadınlar da memnuniyetsizliklerini ifade edemez duruma gelmişlerdi. Bunların yaşlısının da gencinin de sesini, ya kaynı ya beyi ya da evladı evden dışarı çıkarmadan kesiyor, bastırıyordu. Daha da olmazsa bu kadınları ya beyine yahut haşarı bir kaynına dövdürüyor, böylece “ibret-i âlem olsun” dedirterek başkalarını daha da ileri gitmekten alıkoyuyordu.
Bütün ittifakı bu şekilde Kunanbay’a bağımlı kılan yirmi oba tam bir kurt sürüsü gibiydi. Kalabalık Tobıktı içindeki en kuvvetli ve en sağlam topluluk olmalarının sebebi de buydu. Küçücük muhitleri sımsıkı olunca onun etrafındaki akrabalardan Topay, Torğay, Kötibak boylarını da kendi ittifaklarına çekmiş, bastırarak yönetimleri altına almışlardı. Anet, Juvantayak, Sak Toğalak, Kökşe gibi nüfusu çok yiyecek hissesi yok boyları da beslenmeye alıştırarak kendi etraflarına paravan yapmışlar, bir dediklerini iki ettirmiyorlardı. Irğızbaylardan birileri böyleleriyle tek tük hısımlık ve uzaktan akrabalık bağları kuruyor, “uzun atkı, geniş bukağı” düğümlüyordu. Bazen özellikle kendileri dürtüyor, bir belaya bulaştırıyor, tekrar bundan kurtararak onları kendilerine gebe bırakıyorlardı.
Az obalı Irğızbay boyunun en azından yirmi boy içinde samimiyet, yakınlık, hısımlık, arkadaşlık şeklinde tuzaklarının örtüsü olacak bastırıcı ve kıyıcı ilişkileri vardı. Yapa yalnız Kunanbay’ı Kunanbay yapan şartlar böylesi çetrefilliğin içinde oluşmuştu.
İşte! Irğızbay boyunun bu topluluğu Kunanbay’ı çevreleyerek at sürerken: “Nereye göçüyoruz”, “niye göçtük” gibi bir soru dahi sormuş değildi. Alışkanlıklarına uygun olarak “bize kötülük yapacak, zarara sokacak değil ya! Önümüzdeki günlerde görürüz nasıl olsa” diye düşünüyorlardı.
Kendisi acele etmeden gitse de arkadan gelenleri kısa adımlarla koşmaya zorlayan uzun doru at, gayri ihtiyari, topluluğun tamamını tırıs yürütüyordu. O zaman dahi tam ortadaki doru atın başı ile boynu diğerlerinden öne çıkıyordu. Koşturarak giden topluluk telaşsız doru üstündeki iri vücutlu Kunanbay’ı namazdaki imam gibi öne çıkarıyordu. Tek tük gençlerin atlarının başı ansızın ileri geçse yanlarındaki büyükleri hiddetlenerek bağırıyor “dizginle, gerile” deyip geri çektiriyordu. Kunanbay tek gözü ile sağını solunu kolaçan ediyordu. Topluluk içinde Irğızbay olmayan kimse yoktu. Her birinin obasında “konu komşu”, “hizmetçi, uşak”, “ecnebi, devşirme, girme” denen yabancılar olsa bile onlar bu topluluğa giremezdi. Onlar sahibinin ağzıyla konuşurdu, ama asla sürüye girmiş değillerdi… Kunanbay çevik bir şekilde giderek topluluğu maiyetine almış, göçün önüne düşmüştü.
Giderken yirmi obanın önde gelen yirmi kişisine Şınğıs içindeki hangi bağa ve hangi kışlağa ulaşıp çatı çatacaklarını söyledi. Sözleri, müşavere değil, karar idi. Belirttiği; kesip, biçip verdiği; emir ile buyruk idi…
Irğızbay boyunun göçtüğü yoldan, altı gün sonra, daha başka bir sürü göç geldi. Bunlar Bökenşi ile Borsak boylarının göçleriydi. Bunlar da Kızılşokı’dan geçip Şınğıs’a girmek üzereydi. Sürülü göçler değildi. Ama göçen halkın nüfusu çok idi. Yığılıp toplanarak değil, dağınık bir hâlde ölçüsüzce yayılarak kendi başlarına geliyorlardı. Göç yanında at binen kişiler de azdı. Her göçte sadece tek tük erkekler ile göçün önünden giden yaşlı hanımlar at üstündeydi. Bunların dışındaki çoluk çocuk ile yaşlı ve genç hanımların çoğu yük taşıyan develere binmişti. Yılkı sürülerini otlağa ya da ortakçıya göndermiş, sadece kışa tahsis edilen biniti tasarrufuna almış halklara benziyorlardı.
Az da olsa taylaka[30 - Taylak: İki yaşını doldurmamış deve.] veya öküze binmiş erkekler de vardı. Kalabalık halk içinde yalnızca iki üç obanın göçü diğerlerinden başkacaydı. Bunlar Bökenşi boyundan Süyindik ve Sügir’in göçleri ile Borsak boyundan Jeksen’in göçü idi.
Süyindik, Sügir ve Jeksen gibi yaşlı genç yaklaşık yirmi kişi biraz ileri çıkmış, bu göç kafilelerinin önünden geliyordu. Bu toplulukta nükte de, gülüşme de, sohbet de yoktu. Hepsi kürk ve kaftan giymiş olan huzursuz topluluğun görünüşü de şimdiki güzün huzursuz ve esef verici havası gibi yarı karanlık ve keyifsizceydi. Özellikle Süyindik, Sügir ve Jeksen küplere binmiş gibiydi. Halkın çoğu yalnız Süyindik’in ağzına bakmakla birlikte, o usulca:
– Gidelim bakalım! Yüz yüze görüşelim. Cevabını kendi ağzından işitelim, demişti.
– Ne olursa olsun, gidelim bakalım!
– Hangi hakikate, hangi geleneğe sığdırmış? Kendisinden işitelim, diyen Sügir ile Jeksen de onun bu fikrini desteklemişti. Bu topluluktaki çiftçi gençler de yaşlılar da boğazlarını düğümleyen bir öfke içindeydi…
Kunanbay güzlükten erken göçünce diğer halklar da alışılmışın dışında güzlükteki hasadı erkenden toplamış ve yollara düşmüştü… Kunanbay, yaz boyunca, Bökenşi ile Borsaklara güler yüz göstermemiş, kırgınlık ve küskünlük içinde karışık duygular sergilemişti.
Süyindik bundan kuşkulanarak, o gün, Böjey ile müşavere yapsa da aklındaki sorulara cevap bulamadan dönmüştü.
O yüzden yaylaya daha geç gelmiş olsa da erkenden ayrılan Irğızbay obalarının nerede gecelediğini ve nereye konmak için hareket ettiğini soruşturarak takip ediyordu.
Irğızbayların aynı atadan akrabaları olan Topay, Torğay, Kötibak boyları da Bökenşilerin arkasına eklenmiş olarak göçmekteydi.
Göçler Şınğıs dağının eteklerine girerken vadiden aşağı doğru iniyor, her biri kendilerinin her yıl kış aylarında kışladığı bölgelere yöneliyordu. Bökenşi ve Borsak boylarının Şınğıs içinde kışladığı alanlar o kadar da geniş değildi. Bu alanların ortası Jeksen kışlağı olan Karaşokı idi. Baharda Kodar’ı asarak öldürdükleri yer…
Kimigöçlerivadivadibölerekkendiyollarındangöndermiş olsalar da Süyindik ve Jeksen’in önderlik ettiği erkekler topluluğu birbirinden ayrılmamıştı. Pek çok kalabalık göçü arkalarına takmış vaziyette dosdoğru Karaşokı’nın ormanlı nehrine girmişler ve onu takip ederek aşağı doğru gidiyorlardı. Bir müddet sonra dağ eteğini aşıp Karaşokı bağrındaki yeşil düzlüğe çıktılar. Kodar’ın atıldığı büyük uçurum da görünmüştü… Onun eteğindeki geniş çayırlık bütünüyle oraklanmış, yığın yığın dürülüp toplanmıştı. Bir sürü sığır ve deve Jeksen avlusuna yayılmış, çok otağlı ak oba uçurumdan biraz yukarıya kurulmuştu. Evlerin tütünü yükseliyor, koyunu kuzusu meleşip kaynaşıyordu. Buralar artık Jeksen kışlağı değil gibiydi ve buraya kurulan bu obanın mekânı olmuşa benziyordu.
Uçurumdan beri tarafta, Süyindiklerin tam önünde, kalabalık bir yılkı sürüsü dağılmış vaziyette yayılıyordu. Hem de iki yamaçlı vadinin iki yakasındaki omuzlarında bulunan tümseklere kadar saçılırcasına dağılmışlardı. İçinde al donu ile kulası çok olan bu sürü Kunanbay sürüsüydü…
– “Allah çarptı” desene! Göz bebeğim, Süyindik, efendim! Şimdi ne edeyim, diyen Jeksen’in gözleri yaşardı.
– “Yaylanı düşman aldı, kışlağını ateş sardı” denen rezillik bu olmalı, diyen Süyindik kuru kuruya iç çekmekten başka hiçbir şey söyleyemedi. Bu topluluktaki gençler ve yaşlılar, kimi abes konuşmaları işitmiş olsalar bile tam da bu şekilde bir manzarayla karşılaşacaklarını hiç düşünmemişlerdi. Bunlar içinde ziyadesiyle ciğeri yanan kişi Jetpis idi:
– Yalnızca Jeksen’in değil, bütün Bökenşilerin, bütün Borsakların arazisini basıp almış yahu. Katlanmaktansa bu zulme, ölmek daha iyi be, deyince Bökenşi ve Borsaklardan birçok yiğit atlarını ökçeledi, ileri atılıverdi. Hepsi de gözlerini Süyindik ve Sügir’e dikerek:
– Toprak acısı, can acısı!
– Bundan ötesi, esen kalanlarımızın sadakası!
– Bökenşi ve Borsak kumadan mı?
– Ne zamana kadar katlanacağız?
– Korka korka bulduğunuz bu ya!
– Çekingen kılıp öldürdünüz ha, diye hiddetlerini dile getirdiler.
Süyindik bu sözleri başına çarpan bir kamçı gibi hissetti, çok huysuzlandı. Serbest bıraksa, bu topluluk sükûnetle şurada yayılan yılkı sürüsüne de saldırmaktan geri durmazdı. Az önce söylenen sözlere bakılsa sanki aynı atadan töreyen insanlar değilmiş gibiydiler. Bu tavırlar ona tümüyle çapulcu tavrı gibi görünüyordu. “Sıradan kalabalık” diye düşündü. Bunlar bir eylem yapıp dağılacaktı. Fakat bunun sorumluluğu kime kalacaktı?
Yarın adı “her şeyi başlatan, yılkı sürüsüne saldırtan, oba basan Süyindik” diye çıkacaktı… Süyindik bunları düşününce ürktü, dehşete kapıldı. Hem malıyla hem canıyla hesap verecek olan Sügir, Jeksen ve kendisi olacaktı. O, bu duruma aşırı şekilde sinirlenerek atının dizginlerine asılıp şaha kaldırdı:
– Hey yiğitler! Durun durduğunuz yerde, diye bağırdı. Bütün herkes irkildi, ona baktı. “Böyle konuşacaksanız, belanızı başka yerde arayın! Beni aranızda saymayın. Hadi, işte, varın! Kunanbay sizin dik görünen yirmi topuzunuzdan korkar mı sandınız? Korksa böyle yapar mıydı? Siz yirmi olsanız o yüz, siz yüz olsanız o bin olur” dedi. “Görün işte” derken çenesini obaya doğru uzattı.
Oradakiler, Süyindik’in neyi kastettiğini onun gösterdiği tarafa bakınca anladı. Oba ile uçurum tarafından ve iki yakadaki tepeliklerden önlerinde yayılan kalabalık yılkı sürüsüne doğru tek tek bastırarak gelmekte olan pek çok atlı vardı. Birileri yan tutmuş, birileri eyer takımına kıstırmış, birileri de bileklerine ilmiş vaziyette hemen hemen yüze yakın topuzcu topuzlarını sallandırarak geliyordu. Hepsi de kısa süre içinde sürünün içine girmiş, bir araya toplanmış ve sessizce avına yaklaşan kaplan gibi süzülerek akarcasına Süyindiklere doğru yaklaşıyordu.
Süyindik’in konuşmasından sonra toparlanan Bökenşi ve Borsaklar ses çıkarmadı. Hepsi de atlarını ağır ağır bastırarak kendilerine doğru gelmekte olan deminki topluluğa doğru yürüttü.
Şimdi kalabalığı yatıştırmak için konuşan Sügir idi. Bökenşiler arasında genç ala yılkısı en çok olan, en büyük zengin oydu. Aheste bir şekilde yalvararak başladı konuşmasına:
– Akrabalar var, halk var! Zararı misliyle dokunur bize de arkadaşlar! Söyleriz! Halkın gündemine sokarız işte. Yeter ki kendinizden geçercesine belaya bulaşmayın Siz de, dedi. Onunla aynı düşüncede olan Süyindik yiğitlerini tehdit edercesine:
– Bela çıkaran olursa, o belanın azabını kendi başına çeker ha! Ne zaman söylemiştin, bizi uyarmadın ki demeyin, dedi ve konuşmaları özetleyerek sonlandırdı…
Yılkı sürüsü içinden bunlara doğru hareket eden kalabalık grubun tam ortasında Kunanbay vardı. Onun bindiği uzun doru at, başını aşağı yukarı sallaya sallaya, kekilini yelleyip savura savura, aheste adımlarla geliyordu. Kunanbay, bütün bu kalabalıkla birlikte Süyindiklerin yanına kadar gelmedi. Yılkı sürüsünden beriye doğru biraz çıktıktan sonra arkasındaki atlıları geri çevirip gönderdi.
Yanında o topluluğun ileri gelenlerinden sadece on kişi kaldı. Kunanbay Süyindiklerle görüşmeye bu seçkin toplulukla birlikte geldi. Görünüşü soğuk, yüzü asık idi… Kuvvetliliğin göstergesi olan bu yüzü asıklık “ne eder, ne yaparsın” diyen bir meydan okuma çehresiydi… Yamacın otlarını titreştiriyor, tüyleri diken diken ediyordu. Bölgeyi vermeyecekleri anlaşılıyordu. Boyun önde gelenlerinin ve özellikle Kunanbay’ın dış görünüşü böyleydi. Süyindikler her zaman bunun bir korkutarak gözdağı verme olduğunu bilseler bile bu görünüşten ürkerlerdi…
Önce Bökenşiler selam verdi. Kunanbay yalnızca dudaklarını kıpırdattı, selamı sessizce aldı. Bir müddet ses çıkartmadan bekleyen Süyindik:
– Mırza[31 - Mırza: Bey, Efendi, Beyefendi.], bu atlılar da ne, diye sordu. Tobıktı soyunun bütün yöneticileri Kunanbay’a “Mırza” diye hitap ederlerdi. Kunanbay:
– Öylesine! Şu yılkılara “otlağa çıkarmadan önce damga bastırayım” demiştim. Bunun için toplandılar, dedi.
Konuşma bundan öteye ilerlemedi. Jeksen dönmüş arkasına bakıyordu. Arkadan gelen göçün en önündekiler yamacın başındaki tepeliği aşmış ve onlara doğru yaklaşıyordu. Kunanbay’a:
– Evet, Mırza! Şu gelmekte olan bizim göçümüz ya! Kışlağımıza geliyorduk dura kalka. Burada ise hâl bir başka! Bu nasıl oldu, diye sordu. Kunanbay:
– E-e-e! Sana “göçünü al da gel” diyen kim? Çalım satarak izin almadan göçmesen, konuşup haberleşerek yola çıksan olmaz mıydı? Göçün döner, gideceği yere gider, dedi. Jeksen, halkı öne sürmek istedi:
– Yönetici halkın sahibi, halk toprağın sahibi değil miydi, dedi. Bunun üzerine Kunanbay sinirlenerek:
– Yönetici olmak, havada durmak mı ki? “Şınğıs’ın hiçbir yerinden Irğızbaylara kışlak verilmesin” diye buyruk veren kim, derken Süyindik araya girmek istedi:
– Şınğıs demesen! Bu bölgedeki kışlaklık yerin az değil, yetersiz de, diyecek oldu. Kunanbay sözüne ara vermeden:
– Hey, Kişeken[32 - Kişeken: “Kayıncık”, “yavrusu” gibi sevgi ile istihza karışımı küçüklük vurgusu yapan bir ifade.], Böben[33 - Böben: “Bebecik”, “bebesi” gibi sevgi ile istihza karışımı küçüklük vurgusu yapan bir başka ifade.] diye büyüklenerek konuşmasına devam etti… Jigitek ile Bökenşi boylarından olan kişileri sıvazlamak istediğinde böyle “Kişeken”, “Böben” derdi… Kunanbay şimdi bu ağaların boylarını bir araya yığmış da bütün halklarıyla yüz yüze davalaşır, şikâyetlerini birinin hakemliğine sunar gibi konuşuyordu. “Ağabey oldun, önce yettin. Alabildiğine uzanan Şınğıs’a olabildiğince yayılıp yerleştin. “Irğızbay küçük” diye, “sayıları az” diye uçsuz bucaksız Şınğıs’tan bir adımlık kışlak vermedin. “Başka kışlak” diyorsun… Şınğıs’ın yanında kışlak mı sayılır başka yer? Ben ne edeyim, ne zamana kadar boyun eğeyim? Ne zamana kadar eli boş ömür süreyim? Sırtını yaslayacağı, Şınğıs gibi dayanacağı bir direk, Irğızbay’a da gerek… Irğızbay da gelişip büyüyen bir halk. Yabancın değil, akraban! Kumadan mı doğdu ki hisse vermiyorsun, dedi. Davasını da, kararını da kendisi söyledi.
– O zaman söylesene! Bökenşilerden ne kadar kışlak almayı uygun buldun Mırza, diye soran Süyindik artık bu salmanın miktarını öğrenmek istiyordu. Kunanbay:
– Bökenşi Şınğıs’ın bu yakasındaki bütün kışlağı verecek, deyince içi yanan Jetpis:
– E! Biz nereye gideceğiz, diyerek hayıflandı. Müteakiben kalabalık içinden:
– Çıkarılıp kovulan Bökenşi mi oldu?
– “Sürünsün” demek bu!
– Koruyucun, hamin yok olmuş yahu, diye sesini yükselterek başkaldırmak isteyenler oldu. Kunanbay gözünü Süyindik’e dikti ve kamçısını itiraz sesleri yükseltenlere doğru uzatarak:
– Sustur şunları, diye haykırdı. Kunanbay’la mücadele etmeyi gözü kesmeyen Süyindik kendini temize çıkarmak için:
– Hey! “Galeyana gelmeyin” dememiş miydim, çığırtkanlar! Susun artık, dedi. Kalabalık zoraki susup kaldı. Kunanbay sesini yumuşatmadan:
– Bökenşi, Borsak! Kışlağınızı aldı da “bozkıra kanırttı” mı diyecektin? Alsam da öylesine almış değilim, karşılığını vereceğim. Bu Şınğıs’ın eteklerinden kışlak yer göstereceğim: Gidip şu Jigitek ile Kökşe’nin arasına yerleşeceksiniz. Başı Talşokı, bayırı Karavıl ile Balpan. Gidin oraya yerleşin. Kararım bu! Göçlerinizi çevirin, o tarafa yönelin, dedi…
Bu sırada batıdan ve doğudan da birkaç atlı gelmiş, Süyindik’in topluluğuna eklenmişti. Batı tarafından gelen iki atlıdan biri Süyindik’in büyük oğlu Asılbek idi:
– Bizim kışlağa Jakıp ve Jortar konmuş… Ne yapalım, diye sordu.
Doğu tarafından gelen ise Sügir’in komşusu Kabas idi:
– Bizim kışlaklara Irsay, Mırzatay, Ürker yerleşmiş… Göçü ne yapalım? Yük boşaltamadık, afallayıp kaldık, dedi… Artık her yandan, kışlaklarından ve ata yerleşimlerinden ayrılan obaların dörder beşer kişilik genç ya da yaşlı üyeleri geliyordu. Hepsinin beti benzi atmıştı. Öfkeden kudurmuş, hiddeti boğazına kadar dolmuş, yutkunamayan ve nefes alamayan kişiler…
Arkada bıraktıkları göçlerdeki erkek ve kadın herkesin memnuniyetsizliğini, bedduasını, hiddetini ve haysiyetini yüklenip getirmiş gibiydiler.
Bökenşi ve Borsak topluluğu çoğalıvermişti. Fakat Kunanbay baş eğecek gibi değildi. Süyindik kendi halkının perişanlığını ve yaşadığı ıstırabı sezebiliyordu. Kendisinin de zavallı durumuna düştüğünü, onurunun ayaklar altına alındığını çok iyi anlıyordu:
– Ne yapayım, ben ne yapayım? Yabancıdan görsek neyse, deyince yanında duran Jetpis:
– Adalet ölmüş yahu, deyiverdi. Onun memnuniyetsizce çıkışmasını izleyen kimi gençler:
– Koruyucun kalmamış ya!
– Böyle yapacağına, zavallı durumuna düşen bu Bökenşileri, Borsakları yersiz yurtsuz bırakıp kovsa ya, diye sesini yükselterek hareketlenmeye ve tekrar öfkelerini sergilemeye başladılar. Tam o sırada Kunanbay’ın yanına iki grup atlı geldi. Önce gelen yaklaşık on kişinin başında Baysal vardı. Onun yanında da Kötibak boyunun en seçkin kodamanları. Bunların yöneticisi durumundaki Baysal, Kunanbay’la samimi bir şekilde selamlaştı:
– Yerleşiminiz hayırlı olsun, Mırza, dedi. Onunla birlikte gelenler de:
– Hayrı uzun sürsün!
– Mekânın hayırlı olsun, diyerek peş peşe kutladılar. Bu grubun hemen arkasından bir başka grup daha geldi. Bunlar beş altı kişiydi. Bunların başındaki kişi Torğay boyunun en güçlüsü ihtiyar Kulınşak’tı. Kulınşak’ın yanında beş evladı vardı. Meşhur “beş kesici” diye adlandırılan bu oğulların hepsi cengâver, mızrakçı ve savaşçıydı.
Kulınşak da Kunanbay’a iyice yaklaşarak:
– Gözbebeğim, Kunancan, aman mısın? Yerleşimin hayırlı olsun, dedi…
Bökenşi ile Borsak şimdi anlıyordu. Irğızbay boyu bu zorbalığı yalnız Irğızbaylar olarak yapmıyordu. Kötibak, Torğay, Topay boylarının da bütün güçlü kuvvetlileri ile ele avuca sığmayan yiğitleri Kunanbay’ın yaptığını uygun buluyor ve onaylıyordu.
Süyindik’in ümidi Kötibaklar idi. Bütünüyle olmasa da “sağlam karakter sahibi Baysal, Kunanbay’ın bu işinin dışındadır” diye düşünüyordu.
Kimseye hissettirmeden ne konuşulmuştu? Ne sırlar vardı? Belli değildi. Şu samimiyetine bakılırsa Kunanbay ganimet sahibi bütün güçlü kuvvetlileri tamamıyla arkasına takmış gibi görünüyordu.
Hâl hatır sormaya gelen, “hayırlı olsun” demeye gelen Baysal ve Kulınşak boşu boşuna tam da bugün gelmiş değildi. Bökenşi ve Borsak’a gözdağı vermek için gelmişlerdi. Kunanbay bunu özellikle yaptırıyor gibiydi.
Bunu yalnızca Süyindik değil, Jeksen de sezmişti:
– Yazık! Kaç göbek atalarımdan beri yerleşimimdi. Bu bir yana! Yahu hepinizin gözünün önünde daha dünkü baharda Borsakların bir yiğidinin kanının döküldüğü yer bu taşların bağrı değil mi, dedi. Bu laf, oradakilerin beklemediği bir laftı. Süyindik içinden “bunun beyni iltihaplanmış” diye düşündü. Söyledikleri hiç hoşuna gitmedi, ama “bunu niye söyledi ki” diye de meraka girdi.
Bu, Kunanbay için de beklenmedik bir konuşmaydı. Bu olayı “davada delil gösterenler, bahane edenler olur” diye düşünmemişti. Bu yüzden cevabını düşünmeden söyledi. Bundan, buraları Bökenşi ve Borsakların elinden almasını icap ettiren bir sebep olarak faydalanacak oldu:
– Ne diyorsun? Bunadın mı? “Erim, yiğidim” mi diyorsun? Erin, yiğidin o ise senin halkında ne haysiyet kalır? O er değil, Borsak ervahının sadakası, kurbanı! Aynen Tobıktı ervahının da sadakası, kurbanı! O, iğrenç alçağın biriydi. Ben özellikle o iğrenç alçak yok olsun, “izi tozu kalmasın” diye burayı, bu bölgeyi başkalarına yurt ediyorum. Bu boş konuşma da neyin nesi, dedi.
Bu konuşma, Bökenşi ve Borsakların kalabalık topluluğuna taşla vurulmuş gibi ağır geldi. Bir anda hepsine Kodar’ın ölümünün arkasındaki sır Bökenşi arazisinin ellerinden alınmasına bahane ediliyormuş gibi geldi.
Bu konuşmadan önce Süyindik’in takati tükenmişti:
– Vay canına, ne diyorsun! Ağzına kurban olayım Böjey efendim! Kodar öldüğünde “bu kemendi yalnız Kodar’ın boynuna geçirmiş değilsiniz. Yazgı buyurmuşsa, onunla birlikte kendi boynunuza da takmış olabilirsiniz” demeseydin keşke! Heyhat, Kodar efendim! Bir hayal uğruna gitmişsin ya, dedi ve sustu. Atının yelesine sarıldı, bükülmüş vaziyette öylece kaldı.
Bunun üzerine Jeksen:
– Vay arlanmaz başım! Felaketleri çeken yalnızlığım! Ben ne biçim bir itmişim, evladımdan vazgeçmişim? Oy vay kardeşim! Kardeşim Kodar, diyerek hüngür hüngür ağladı, atını ardı ardına kamçılayıp bağıra çığıra Kodar kışlağına doğru koşturmaya başladı. Oradaki Bökenşi ve Borsakların tümü sanki bekledikleri buymuş gibi “oy vay kardeşimleyerek” Jeksen’in arkasından at koşturmaya yöneldi. Süyindik de onlarla birlikte gitti…
Baysal ile Kunanbay da artık burada duramadı, bet benizleri atmış vaziyette sessizce arkalarına dönüp oradan ayrıldı. Kunanbay içinden “hay Allah, deminki sözleri söylemekle hata ettim galiba” diye düşünüyordu. Fakat bunu Baysal’a dahi belli etmiyordu. Bökenşilerin bu tavrına yeni bir mazeret aradı, kendi kendine “buldum onu” dedi. Baysal’a gözlerini dikerek:
– Bunları kudurtanın kim olduğunu gördün ya! Kendisini küçük düşürdükten sonra uçurumda yatan sırrını ifşa edişini görüyorsun ya! Yatağına su püskürten, kuytularda çiseleyen Böjey’miş. Açık açık Böjey! Tobıktılar içinde benim önümü kesen kanlı kapan oymuş demek! “Birlik, beraberlik” diyorsun. Günah kimde? Gördün mü? Fakat biricik Allah ta görüyor ya, yenerim onu da, dedi. Bir müddet sonra yalnızca Baysal’a gizli bir sır veriyormuş gibi “sen Süyindik, Sügir ve Jeksen’e söyle. Halkı ayaklandırmasınlar! Bastırsınlar! Şınğıs’ın hangi yakasına yerleştirirsem yerleştireyim, bu üçünün hissesi az değil. Üzülmesinler! Pişman etmem. Bu sözüme güvensinler” dedi.
Maybasar ise öylece kala kalan topluluğun ortasında, az önce yaşanan olayların olduğu yerde duruyordu. O, ağlayarak at koşturup tepelerle tümsekleri aşa aşa giden Bökenşilere bakarak:
– Vay yarenler! Bunları “öğleden sonra meleşen topal koyunlar” mı sanıyorsunuz. Hiç te değil! Bökenşi yahu bunlar, öğleden sonra meleyen kuzular. Baharda ölen biri için hasat zamanı mezar kazanları gördünüz mü? “Bunu gören kim” desenize, dedi ve “kark kurk” ede ede güldü…
Kodar’ın cenazesine ilkbaharda kimse yaklaşmamıştı. Sadece koyun çobanı Aytimbet ile Jempeyis gelerek yasçı olmuştu. O gün Jeksen kendi obasının çoluğunu çocuğunu ve kadınını kısrağını “niye ağlıyorsunuz, gözünüz kör olsun” diyerek dövmüş, kartal çarpmış gibi her birini bir yana savurmuş, Kodar’ın cenazesine de evine de uğratmamıştı. Jempeyis ve Aytimbet’in yanına yalnızca kendileri gibi çoban olanlar ve canı acıyan yoksullar katılmıştı. Bu insanlar iki meyyiti yıkayıp kefenlemiş, dert yanarak ağlaşmış, yas tutmuş, Kutcan’ın mezarı başına götürüp gömmüşlerdi.
Şimdi Kutcan’ın mezarının iki yanında bulunan yeni kabirler Kodar ile Kamka’nın mezarlarıydı…
Bökenşilerin bütün üyeleri ad koyarak kamçılayıp gelmiş, ağlayarak bu mezarların üstüne düşüvermiş, ağıt yakmaya girişmişti. Süyindikler gelmeden önce kabirlerin yanında sadece üç dört kişi vardı. Bunlar Jempeyis ve Aytimbet ile başka bir iki koyun çobanıydı.
Yaz boyunca gelemedikleri için bugün göçle birlikte gelir gelmez ilk önce onları hatırlayan ve kabirleri başında Kur’an okuyan kişiler bunlardı.
Yaslı çobanlar uğultuyla mezarların üstüne dökülen kalabalığı görünce çok şaşırdılar. Ağlaşanlardan biri de Süyindik idi. Bu nasıl bir muamma, bu nasıl bir bulmacaydı?
Bunları özellikle şaşkın bırakan Jeksen ile Jetpis idi… İkisi de üç kabri sırayla kucaklayarak:
– Bağışla, asilim, bağışla!
– Ağabeyim, bağışla, diyerek hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Gözlerinden akan içtenlikli üzüntü yaşları sular seller gibi çağlıyordu.
Fakat Jempeyis’in yüreği yumuşamadı. Bu yaz Kodar ile Kamka’nın kederinden beli tamamen bükülmüş, iyice sararıp solmuştu.
Jempeyis, göğsüne vurarak Kamka’nın kabrini kucaklarken hüngür hüngür ağlayan Jeksen’e:
– Oy, gözün aksın, gözün kör olsun, dedi…
Yalnızca erkekler değil, bütün göçlerdeki kadınlar da kısa bir süre içinde üç kabrin başına toplaşmıştı.
Kalabalık halk gözyaşı dökerek uğuldadı, yaygara kopararak ağlaştı…
3
Bökenşi ve Borsaklar eski kışlaklarından yüz geri edip uzaklaşmakla birlikte Kunanbay’ın belirttiği yeni kışlaklara varmadılar. Kızılşokı, Kıdır ve Kölkaynar’a çardak kurup kondularsa da göçlerini sonlandırmadılar…
Bu dönemde diğer halkların tamamı kendi kışlaklarına gelmiş, yerleşmişti. Biçilen yemlerin çiftliklerin yakınına taşınması, kışlık giyimlerin hazırlanması, kışın yakılacak tezeklerin seçilip toplanması, hayvan barınaklarındaki yırtık ve deliklerin yamanması, evlerin bakımının yapılması ve sobaların tamir edilmesi gibi işler kışlık mekânı olan halkların tamamı için hep birlikte yumuldukları mevsimlik yoğun işlerdendi.
Böyle işlerin uzağında kalan ve gideceği yer belli olmayan Bökenşi ve Borsaklar kısa bir süre içinde akarak sürüklenen bir halka dönüştü…
Kunanbay yorga Cumabay’ı Süyindik ve Sügir’e göndermiş, “şu Karavıl, Balpan, Talşokı civarından seçtikleri yerleşimleri alsınlar! Yine otlak olarak boylu boyunca bütün Şalkar’ı alsınlar. Fakat halka ön ayak olmasınlar, tez gidip konsunlar” diye mesaj iletmişti. Süyindik ve Sügir “Şınğıs’tan her birimiz bir kışlak alacaksak, Karavıl ve Balpan da elimize geçecekse, yine özellikle yayladaki iki nehir özel mülkümüze dönüşecekse, bizim için üzülecek bir şey yok” diye düşünüyorlardı.
Süyindik ve Sügir, kendi hesaplarınca utulmadıklarını anlayınca göçme yerleşme işini düşünüp kıpırdanmaya başlamışlardı. Süyindik, Sügir ve Jeksen obaları, bugün, diğer Bökenşilere söylemeden tan atışıyla birlikte urganını ipini önceden hazırlattıkları develerini yakalatmışlar ve çardaklarını da toplatmaya başlamışlardı. Bunların, bu şekilde, diğer Bökenşi ve Borsaklardan uyuşmazlık hâlinde ayrıştığını ve göçeceğini anlayan halk içinden yirmi otuz kişi at binerek bunların obasına yöneldi.
Bu topluluk, sıradan çiftçi topluluğuydu. Aralarında iri yapılı ve orta yaşlı Darkembay da vardı. Bunlar önce Kızılşokı sınırında konaklayan Jeksen’in yanına geldiler. Jeksen ve Jetpis’i dışarıya çağıran Darkembay:
– Halkı bırakıp da canını kurtarmak ister gibi nereye böyle? Kal kaldığın yerde! Göçme! Ne göreceksen, birlikte göreceksin bizimle! Çardağını devirme, dedi.
Jeksen mukavemet gösteremedi. Sadece yılan gibi kıvrılarak:
– Canım efendim, bir bildiğiniz mi var, diyebildi. Darkembay:
– Şimdi ikiniz de at binin! Erişin bize! Süyindik ve Sügir’e gideceğiz, dedi.
Jeksen ve Jetpis at bindi, gayri iradi diğer atlıların peşine takılıverdi…
Bu topluluk Süyindik ile Sügir’e de çok şey söylemedi. Buyruklarını kısaca dile getirdi, göçlerini durduruverdi. Bunların sözlerine çaresizce boyun eğen Süyindik:
– Peki, ama bulduğunuz fikri söylesene! Kış geliyor kılıcını sürükleye sürükleye! İhtiyarı, yaşlıyı öksürte öksürte! Çoluk çocuk içinden delikanlılarını alıp ne zamana kadar oturacağız böyle? Nereye gideceğiz, nereye, diye sordu.
Darkembay’ın cevabı hazırdı:
– Süyindik, Jeksen, Sügir, üçünüz de düşün önümüze! Haydi, yürüyün, Böjey’e! Halktan yırtılır gibi ayrılmakla onmazsınız bütünüyle! Böjey’e gideceğiz, ağırlığımızı hissettireceğiz akraba kimselere. Dayanak destek olan olmazsa hiçbir şekilde, sonra düşünürüz gerisini de, dedi…
Jeksen ile Jetpis’i, Süyindik ile Sügir’i de aralarına alan bu topluluk aynı gün öğle vakitlerinde Şınğıs’daki Böjey obasına geldi. Onun kışlağı, Tokpambet denen gür çayırlı, bol çalılı, çok duldalı bir kışlak idi. Burası Böjey’e öz büyükbabası Kengirbay’dan ata yerleşimi olarak miras kalan araziydi.
Bökenşi topluluğu geldikten sonra Böjey alelacele birilerini gönderdi ve yakın yerdeki Baydalı ile Tüsip’i çağırdı. Hiç olmazsa “Jigiteklerin düşüncesi aynı yerden, birlikte çıkmış olsun” diye düşünmüştü.
Süyindik bu topluluk içinde açık seçik konuşmuyor, sözlerini ağır ağır hareket ederek ve boğazındaki bir şey onu boğacakmış gibi yutkunarak sıralıyordu. Nihayet:
– Akrabaların geliyor. Aklına fikrine sığınıyor. Ne diyorsun? Yol gösteren bir söz söyle, dedi.
Böjey onun içinde sakladığı sırrı bilmiyordu. “Alıştığı korkaklığı, Kunanbay’a karşı duramayan ezeli paytaklığı” diye düşündü, “hıh” etti, bıyık altından güldü. Süyindik alabildiğine solgun olmakla birlikte çoğunluk öyle değildi. Onun keyifli hâlinden hoşlanmadığı için boynunu dışarıya doğru döndürüp kanı çekilmişçesine oturan Darkembay, Böjey’in gülücüğünü hissederek:
– Böjike, irkile irkile bir hâl olduk ya! Çalık ayak doğru düzgün basmaz olunca, it de çıkıyor, kuş ta sıçıyor omzuna! “Çök, çömel, otur” demeden yalnızca, bizi de halk kılıp devlet yapacak ve erkek edecek aklı bulsana! Ne duruyorsun daha, dedi.
Baydalı böyle külhanbeyi erkek mizacını beğenirdi. Açık seçik konuşup doğru söyleyeni severdi. Kendisi de cesarete ve harekete değer veren biriydi. Jigiteklerin askerî gücü çoğunlukla bu Baydalı’nın çevresinde görünürdü:
– O-o Süyindik! Sen aklı bu semiz Darkembay’dan sorsaydın ya. Erkeklik sözü bu fukarada! Bu er fukarada, deyip gövdesini dikleştirdi ve hayranlıkla Darkembay’a baktı…
Böjey bu mücadeleye, askerle değil, önce kendi yolu ve yöntemiyle başlamayı makul görüyordu. Bu defa Kunanbay’ı diline dolayıp elinden geldiğince ifşa edecek ve halkın önünde rezilliğini ortaya dökecekti. Şu gelen Bökenşilere yarın başlarına gelebilecek belaları söyleyecek, önlerinde duran meselelerin üstünü açıp haber verecekti… Önce bundan başlamak münasipti:
– Böben, Borsak! Kardeşimsiniz. Size dokunması, bana dokunması! Sizden uzakta kalarak esenlik ve huzur bulamam. Fakat Kunanbay’ın dediği olursa sizinle beni de iyi geçim içinde ve akraba olarak bırakmaz efendim. Talşokı, Karavıl, Balpan denen yerleri söylediğini işittim. Bunun altında yatanı anlıyor musunuz, dedi, kolaçan eder gibi bütün topluluğa baktı, biraz sessiz kaldıktan sonra:
– Bu, “Kişeken ile Böben’in arazi sınırı aynı olsun” demesi: “iki atadan töreyen nesiller birbirine komşu olursa iyi geçimlilikten uzaklaşırlar. Birbirlerine yakın otursunlar. Beş dal kuru ot ile bir yudum su için bile en küçük hareketlerinde çatışsınlar” demesi… “Bugünkülerden gelecek nesillere iflah olmaz ayrılık kalsın” demesi ya… Fakat onun düşüncelerinin hepsi arzu ettiği gibi ilerlemez. Akrabalığım akrabalık! Günlerden bir gün ihtiyaç duyup Talşokı ile Karavıl’a gelecek olursanız yeriniz hazır. Bütün varlığımı ortaya salarım, tartışıp çekişmeden paylaşırım. Bir yol bu… Fakat bundan önce konuşup görelim. Ara akrabamız Kişeken ya. Biz teşebbüs etmezsek kim teşebbüs eder, dedi ve Tüsip’e bakarak:
– Akrabaların önünde “bu yaptığın rezillik, bu yaptığın zorbalık” deyip görelim. İşin kalanı ile konuşmayı sonra bitirelim… Olur mu, diye sordu. Bökenşi topluluğu da Baydalı da Tüsip de “olur” dedi. Böjey konuşmasını:
– O hâlde, Tüsip, sen at bin! Bu konuşmayı Kunanbay’a ilet, cevabını bugün getir, diyerek tamamladı.
Tüsip’in ulak olarak gitmesi karara bağlandıktan sonra Baydalı da öfkeyle konuştu. Tüsip’e:
– Yalnız, serbestçe konuş! Söyleyeceklerinin hepsini söyleyip gel. İçimize ata ata, tasalana tasalana, boğazımıza kadar dolduk. Bozuşsan bile kati söyle, halkın hiddetini yetiştir bütünüyle, diyerek tam cesaret verdi.
Tüsip aynı gün akşamüstü Kunanbay’ın yanına yetişti, bu söylenenleri aynen yerine getirdi…
Kunanbay büyük baybişesi Künke’yi Karaşokı’ya yerleştirecekti. Kendisi de oradaydı. Tüsip ikindi vakti geldi ve Kunanbay’ı uygun bir yere çağırdı. Küçük bir tepenin başına çıkıp oturdular. Tüsip uzun süre konuştu. Sözü uzaktan başlattı, “bereket ve birlik” gerektiğini söyledi, en sonunda:
– Bu işine sadece Böben değil, bütün Kişeken de dâhil, hiç kimse razı değil, deyiverdi. Kunanbay korkusuzca Tüsip’in yüzüne baktı ve büyük bir öfkeyle:
– Razı olmayanın hamisi Kişeken mi olacak? O hâlde bu Kerey, Uvak, şu Sıbanlar da bütünüyle rızasız ve memnuniyetsiz. Sağlı sollu hepsi öfkeli! Kime öfkeli? “Soydu, yağmaladı, helal malımızın hissesini vermedi” diyerek tam da Kişeken’den şikâyetçi, Kişeken’den memnuniyetsiz. Baydalı’dan, Böjey’den ve senden… Tam da Sizden razı değil… Bökenşileri konuşacağına, kendi başının çaresine baksana! Hırsızına, yağmacına sahip çıksana, dedi.
Tüsip bu yaklaşıma çok sinirlendi, sesi de yükseliverdi:
– Hayta ile haşarı her yerde var, Kunanbay! Böjey ve Tüsip hırsız mı ki! “İki arada bir derede kalan akrabaların laflarını söyledin, kız kardeşlerin gözyaşını dile getirdin” diyerek daha da mı azarlayıp suçlayacaksın? Ak da olsam, olmayacak ithamlarla daha da mı kışkırtacaksın? Böjey ile Tüsip kötü niyetli olsa söylersin! İyi niyetli olsa, günahsız olsa, ne dersin?
– Dediğim dedik! Suçlusun, kötü niyetlisin…
– Peki, öyleyse, suçu ufalayıp dök ortaya… Kabahatimi yükle boynuma, diyen Tüsip, tir tir titreyerek diz çöktü.
– Suçunuz şu: Böjey bana tuzak kurmayı bıraksın! Birinin arkasına saklanarak bana ok atmaktan caysın! Artık bunları terk etmezse varını yoğunu ortaya salsın, bütün oklarını atsın! Fakat “ne zaman uyardın” demesin! Sıradaki yas bağını, başkası değil, tam da kendisi görür ecelin hasını! Kerey’in, Uvak’ın malını vereceksiniz! Verdirtirim! Yarın üstünüze kurultay toplatırım. Bu birincisi… İkincisi, Bökenşilerin dedikodularından uzak dursun. Ayağını denk alsın. Sen de ayağını denk al! Aradaki akraba sen değilsin. Sana sınatacak sözüm yok benim. Bela aramıyorsan müdahil olma! Müdahil olursan “çarpışmak için özel olarak karıştın” diye düşünürüm. Git! Söyle tavrımı! Bütünüyle ilet Böjey’ine, Baydalı’na, dedi.
Konuşma bununla bitti, ikisi iki tarafa ayrılıp gitti!
4
Maybasar’ın iki ulağı, Kamısbay ve Cumağul, ertesi gün öğleye doğru at koşuşturarak Jigitek içlerine geldi. Sorgusuz sualsiz peş peşe dalıp dalıp çıktılar bazı evlerden içeri…
Ürkimbay’ın kışlağındaki altı evin etrafında duran bütün itler çitlerinden çıkmış idi. Ulaklar haykırıp kamçı sallayarak üstlerine gitti, hepsini bezdirip geri çevirdi.
Her bir kiyiz evin kapı örtüsüne sarınarak gizlice izleyen çocuklar da bu haşarı konuklardan korkmuş, deliklerine kaçan fareler gibi evlerinden içeriye dalıp saklanmışlardı.
Bazı erkekler, Ürkimbay’ın oturmaya elverişli büyük kiyiz evinde toplanmıştı. Ev sahibi yanı sıra Kaumen ve Karaşa da oradaydı. Bu ikisi Böjey’in yakın akrabalarıydı. Ürkimbay’ın perçemli küçük kızı kapı önünden kaçarak gelip babasının koltuk altına tıkıldı ve sesi titreyerek:
– Ulak, ulak, dedi.
Ulak gelince ardından kavga getireceğini çocuklara kadar herkes çok iyi biliyordu.
Boyunlarına deri çanta asmış, döşlerine kapak gibi büyük bakır göğüslük takmış olan iki ulak eve girince perçemli kız:
– İşte! İşte ya, baba, diyerek sülük gibi yapışırcasına babasının koynuna girdi. Bu durumdan hoşlanmayan Ürkimbay:
– Oy, canlarım! Niçin bağıra çığıra geliyorsunuz, diyerek karşıladı.
– İş çok, buyruk daha da çok… Acele ediyoruz, diyen Kamısbay başköşeye kuruldu. Cumağul ise ateşin başına geldi, bir dizinin üstüne çöktü ve oturdu.
Orada bulunan Karaşa:
– E-e, buyruk ne? Daha ne var? Halk göçtü kendiliğinden, istilacı yağmur yetti hariçten, dedi ve öfkeyle kaşlarını çatarak Kamısbay’a baktı. Fakat aksi ulak oralı olmadı.
– Buyruk şu: “Konukevleri kuracaksınız!” Karaşa, Kaumen sizi de arıyorduk. “Ürkimbay, Karaşa, Kaumen… Üçünüzün obalarınızda kurultay olacak. Halk toplanacak. Kerey ve Uvak’ın davacıları gelecek. Halkla halkı konuşturup tartıştıracağız, malı hırsızdan alıp sahibine vereceğiz” diyor…
Bu durumdan hoşlanmayan Kaumen, tiksintiyle:
– Kim diyor, diye sordu. Karaşa yeniden gözlerini dikti:
– Alıp verecek olan kim, dedi. Ürkimbay da korkusuzca bakarak:
– Hırsızdan mı alıp verecek, yoksa “hırsız olmayan da yükü paylaşsın” mı diyor, diye sordu…
Kurultay’ın gideri çok olurdu! Bu, “pek çok halkın kalabalık davacıları gelip yerleşecek” demekti. Bu, “halkın kuvvetli, besili ve doyumsuz yöneticileri gündüzleri öğle yemeği yiyecek, akşamları konuk ziyafeti çekecek ve hiç acele etmeden obalarında aylarca yatacak” demekti.
Ezelden bilinirdi. Hangi oba üstünde kurultay olursa o obanın ziyanı bol olur, halktan ayrışıp huzursuzluğa boğulurdu. Büyük yönetici hangi obayı hedefine almışsa o obaya kurultay kurdururdu.
Kamısbay, burada oturanların kurultay kararına kolaylıkla baş eğmeyeceğini önceden biliyordu. Bunlar başçavuş ile Ağa Sultana bir şey söylemeseler de ulakla çok çatışırlardı. Fakat Maybasar’ın buyruğu sertti. Tereddüt etmek olmazdı:
– Buyruk büyüğün buyruğu: Kunanbay ile Maybasar’ın buyruğu. Benim çıkardığımı mı zannettin, dedi. Böbürlenerek Karaşa’ya baktı ve
– Hadi! Hadi bakalım! Aranızda konuşun da evleri kurmaya başlayın. Üçünüzün obalarınızdaki bütün kiyiz evleri getirip buraya kurun. Kesimlik konusunda da anlaşın. “Jigitekler öncelikle kesimlik elli koyunu arasında paylaşsın” dedi. Bunları hangi obalara yükleyeceğiz. Şimdi bu hususta fikir yürütelim, diyerek konuşmasını tamamladı…
Kaumen, ulakla konuşarak kimseyi ikna edemeyeceğini ve yola getiremeyeceğini iyi biliyordu. Dolayısıyla o, münakaşayı çoğaltmadan, yakındaki Baydalı ile görüşmek istedi. Ürkimbay ile Karaşa’ya:
– İkiniz bana baksanıza, dedi. Biraz sessiz kaldıktan sonra “bu, yalnızca bize değil, bütün Jigiteklere düşen bir afet yahu. Burada Baydalı var. Ne zamandır Böjey ile müşavere ediyorlar… Karaşa! Sen tez at bin de varıp Baydalı’ya danış, şu ulakların beklediği cevabı getir” dedi. Ürkimbay da:
– Doğru, öyle yap, diyerek Kaumen’in sözüne katıldı. Ulaklar da buna karşı çıkmadı.
Karaşa hemen kalktı, başka bir şey demeden çıktı…
Bundan sonra ulaklar öylesine oturdular, ikram edilen çayı içtiler. Ürkimbay onlarla tartışmasa da içten içe Maybasar’ın buyruğuna çok öfkelenmişti. Bütün Tobıktılar içinde “kazanına haram lokma salmayan evler” diye bir liste yapılacak olsa, o listeye, en önce Ürkimbay’ın evi yazılırdı…
Ulaklar çok beklemedi.
Birkaç atlı kişi atlarını kişneterek evin yanına kadar gelmiş, çabucak inmiş, yularlarını hızlı hızlı bağlamaya başlamıştı.
Gelen Karaşa idi. Onun yanında da Baydalı ve Karaşa’nın yürekliliğiyle tanınan eşkıya yıkıcı yiğitleri vardı. Ulak Cumağul uyanıkça idi. Bunların gelişi içine sinmemiş, bundan hoşlanmamıştı:
– E-e! Bu ne? Ayaklanmış gibisiniz hep birlikte, deyiverdi. Kojakan adlı uzun boylu kara yağız delikanlı:
– “Düşman deveni kesiyorsa, beraber tutsana” demişler. Jigiteklerin bütün malını elinden alıp Size vermeye geldik, dedi. Buna öfkelenen Kamısbay:
– Bütün malı değil, sadece elli koyunu gerekli. Kalan malın çoksa sahibi geldiğinde yanına katar gönderirsin… Acelen ne, diyerek zehrini döktü.
– Onları alıp verecek olan sen misin, diyen Karaşa, çömelerek Kamısbay’ın tam yanına oturdu ve Kamısbay’la tartışmaya başladı.
– Ben olsam ne yapmak isterdin?
– Seni kana susamış cani! Bütün halkı ağlattın yahu! Bu yalakalığı bırakmayacak mısın?
– Hey, boş konuşma! Çekil şöyle! Şu Baydalı’nın cevabını söyle.
– Cevabı mı? Öyleyse, cevabı şu, diyen Karaşa, elindeki kızılcık saplı kalın kamçıyı savurarak vurup onu yere yıktıktan sonra yekinip ayağa kalktı, Kamısbay’ın kafasına gözüne vurmaya başladı…
Kamısbay yediği kamçılara rağmen çarçabuk ayağa kalkıvermişti… Ürkimbay, evdeki yiğitlerine haykırarak buyruk verdi:
– Tutun! Yıkın itleri, dedi.
Cumağul ve Kamısbay üzerlerine çullanan yiğitlerle mücadele etmeye ve bağırarak küfretmeye başladı. Fakat yiğitler boyun eğmedi. Ses çıkarmadan üstlerine atılan on yiğit ikisini de vura vura yıktı ve dizüstü çökertti.
Hiddetinden nefes nefese kalan Karaşa:
– Baydalı’nın cevabı şu: “İki iti düreye[34 - Düre: Cezalandırılmak istenen kişinin öne eğdirildikten veya yüzüstü yatırıldıktan sonra sırtı ile üstüne oturduğu çıplak uzvuna kırbaçla veya sopayla vurulması.]yatır, kıpkızıl kızartarak Maybasar’a geri gönder” dedi… Pekâlâ! Başımın belası, dedi ve gelerek Kamısbay’ın omuzlarına oturdu. Kuyruğu ile sırtından at sürer gibi kırbaçlayıverdi. Ürkimbay ile diğer yiğitler de aynı şekilde Cumağul’u kırbaçlayıverdi…
İki ulak Jigiteklerden olabildiğince dayak yedikten sonra yüzlerindeki kırış kırış kuruyan kararmış kızıl kanları temizlemeden at koşturarak Karaşokı’ya gelip Kunanbay’ın huzuruna çıktı.
Baysal ve Maybasar da Kunanbay’ın yanındaydı. Kulınşak’ın batır oğullarından Nadanbay ve Manas da onlarla birlikteydi. Ev, Irğızbaylardan Juman, Tölepberdi gibi daha pek çok yiğitle dolup taşıyordu…
Kunanbay evvela ses çıkarmadan donup kaldı, biraz sonra iki ulağın yüzünü işaret ederek Baysal’a:
– İşte, gördün mü? Nasıl akrabalık yapayım? Böjey’in bu kamçısı, bunlara değil, bana vurulmadı mı? Kalkın, diye sertçe haykırarak bütün yiğitlere buyruk verdi: “Şimdi gidin! Kendi evinde dövdüren Ürkimbay’ı, elini ayağını bağlayıp sürükleyerek önüme getirin” dedi.
Başka hiç kimse bir cümle dahi söylemedi. Kunanbay da bundan başka bir söz demedi. On yiğit at biner binmez kamçılayıp gitti. Kulınşak yiğitleri de onların içindeydi…
Akşam loşluğu başlarken Ürkimbay’ın obasına yetiştiler. Bütün oba erkeklerini kartal çarpmış gibi dövdükten sonra Ürkimbay’ı kendi evinden sürükleyerek çıkardılar.
Ürkimbay ev içinde karşılık verse de dayak yiyeceğini anladıktan sonra mücadeleyi bırakmış ve ses çıkarmamıştı. Yüzündeki kan son damlasına kadar çekilmiş gibiydi. Öfkeden yemyeşil olmuş, nefesi kesilmişti. Dudağını ısırıp yüzünü taş gibi kaskatı katılaştırarak kendini tutmuştu.
Ürkimbay’ı dışarı çıkarınca ellerini arkadan bağlayıp semiz bir sarı kula ata bindirdiler. Tölepberdi de sıçrayarak onun arkasına bindi. Hiddetli topluluk atlarını çatlatırcasına Karaşokı’ya yöneldi.
Artık her yan kararmaya başlamış, bütünüyle alaca karanlık çökmüştü…
Bunlar Şınğıs’ın epey içlerindeki Ürkimbay tavlasından aşağıya doğru yönelmiş, nehir boyunca at koşturarak gidiyordu.
Kısa süre sonra nehri kesen yamaç yoluna geldiler. Buradan batı tarafındaki Karaşokı’ya doğru döneceklerdi.
Önlerinde alabildiğine uzamış olan bir grup yüksek ağaç vardı. Bir anda bunların arasından kalabalık bir insan topluluğu çıktı:
– Çevir, çevir!
– Giriş, giriş!
– Öldür itleri, öldür, şeklindeki bağrış çığrışla ve hızla, birçok atlı üstlerine geliyordu. Sayıları otuz kırktan az değildi. Hepsinin ellerinde topuz ile sopa vardı. Bunları gören Kunanbay yiğitleri de haykırdı:
– Geleceksen gel!
– Gel de geber!
– Girişeceksen giriş, diyerek düzensiz bir şekilde dağıldılar ve üstlerine gelen kalabalığın arasına karıştılar. Bunların da sopaları ve topuzları hazırdı.
Uzun uzun sopalar sıra sıra savruldu, tak tuk birbirine vuruldu…
Karanlıkta pusuya yatıp hücum eden Karaşa idi. Baydalı gündüz ona buyruk vermişti:
– Ettin edeceğini, ama artık koru kendini, demişti.
Karaşa, bu konuşmadan beri, akşam karanlığı basıncaya kadar at üstündeydi… Akşamüstü gölgeler uzamaya başladığında Ürkimbay obasına doğru at koşturan kalabalık topluluğu tam vaktinde görmüştü. Bunların boşuna gitmediği de belliydi. Onları görür görmez atını topuklamış, dağdan inip kendi obasındaki beş altı yiğidini atlandırmış, yol üstündeki Kaumen yiğitlerini de toplamış, böylece gününü bu vakte kadar at üstünde geçirmişti.
Hasımlarını Ürkimbay obasında bastıramayacağını bildiğinden bu dönüş yoluna gelmiş, burada beklemeye başlamıştı.
Karaşa sopa kavgasında çok iyiydi. Kendi obasının genç yiğitleri de at üstünde yapılan kavgalarda cesaretini kaybetmezdi. Kojakan gibi “arayan belasını bulur” denen cinstendi…
Olur olmaz yerde iyi rast gelmişti. Kunanbay kuvvetleri içinde bu çatışmaya ilk başlayan Kulınşak’ın batır oğlu Manas oldu. O, önlerinde pusu kurulmuş olabileceğini düşünen biri gibiydi. Jigitekler kendilerinin etrafını çevirmeye başladığında hiç şaşırmamıştı.
Eyerindeki kara topuzu hızla sıyırıp alırken bütün yiğitlerine buyruk vermiş:
– Şaşırmayın! Çok da olsalar korkmadan vuruşun! Çekinmeden vurun, deyip gelenlerin arasına dalmıştı. Kalabalık toplulukla önüne geleni devire devire, eze eze bir süre çarpıştı. Manas, iki Jigitekleri yere indirmişti bile…
Ürkimbay’ı aldıklarından beri Tölepberdi’nin aklında bir şey vardı. Yolda büyük bir tehlike olursa, o, en azından Ürkimbay’ı yıkıp öyle gidecekti. Ancak karşılaştıkları pusuyla başlayan kargaşa anında bu düşüncesini gerçekleştirinceye kadar Karaşa yetişti, ona bu fırsatı vermedi…
Elleri bağlı olan Ürkimbay, çatışmanın bir anında Karaşa’nın atını tanıdı ve hemen:
– Karaşa! Buradayım, beni kurtar, diye bağırdı. Ürkimbay’ın sesini duyan Karaşa, hemen iki kişinin bindiği ve ay ışığında beyazımsı görünen sarı kula atın peşine düştü. Karaşa’nın peşinden gelen Jakıp’ın yüğrük sarı atı ne kadar uğraşsa da ona yetişemedi.
Karaşa geride kalmamış, kalabalığın arasından yırtar gibi çıkıvermişti. Tölepberdi şaşkın şaşkın arkasına bakarken önünü görmeden gidiyordu. Ürkimbay bu sıkıntılı andan faydalandı, kendini kolayca attan sıyırdı, yere düşüp yıkıldı.
Jigitekler bu şekilde Ürkimbay’ı Kunanbay kuvvetlerinin elinden almış oldu.
Jigitekler çarpışırken dağları yıkarcasına nara atıyorlardı. Onların sesini duyan yeni kişilerin de gelmesiyle toplulukları kalabalıklaşmaya başlamıştı. Her taraftan:
– Nerede? Neredeler, diye sağa sola at koşuşturarak Kunanbay kuvvetlerini kuşatan atlıların uğultusu iyice çoğalmaya başlamıştı. Bu durumu fark eden Manas kendi yiğitlerine:
– Şimdi dönün! Kaçarak vuruşmak gerek! Kaçarak vuruşmaya başlayın! Haydi çekilin, dedi ve önce kendisi çekilmeye başladı…
Ürkimbay ellerinden alındıktan sonra hep birlikte dağı aşıp gittiler. Kunanbay yiğitleri, Jigiteklerin eline geçmeseler de Jigitek kuvvetlerinden korkup kaçmıştı. Ürkimbay’ı alıp götürememiş, geride bırakmışlardı.
Gündüz vakti Kunanbay’ın iki ulağını dövmeleri gibi bu gece Ürkimbay’ı kurtarmış olmaları da bütün Jigiteklere moral vermiş, onları cesaretlendiren bir iş olmuştu…
5
Bu olaydan sonra havalar iyice bozuldu, kış soğukları etrafı kasıp kavurdu…
Şınğıs’tan aşarak esen sert bir rüzgâr vardı. Baharda “iyilik” için esen yel, bu defa kar döken ve yamaçlardaki otlarla su kenarlarındaki sazlıkları dimdik diken bir yel oluvermişti. Esasında kış günü esen Şınğıs yeli çiftçilerin dostuydu. Dağlık arazi ile yamaçlarda bir hafta on gün kadar fasılasız estiğinde kış zorluklarını dağıtır, hayvan yayılımını çoğaltır, faaliyetin kalanını tamamlatırdı.
Bu, değişerek esen bir yeldi. Bu yüzden o kadar da çok soğuk getirmezdi. Fakat yamaçlardaki taşı kumu uçurarak esen karayelin esişindeki sertliğin kendine özgü bir yanı vardı.
Bu rüzgârın, koyunların yediği kısa pelinlerle bodur çayırlar dışındaki otları, boyu uzunca olan gövdesi boş bitkileri de yolup uçurma âdeti vardı.
Esasında Şınğıs’ın asil otu, koyunların nimeti, kısa pelinlerdir. Bu sebeple kışlak seçimi, seçilen yerin koyunlar için elverişliliği bakımından değerlendirilir. Bu yüzden, koyunların serveti pelin olduğundan, iyi bir kışlak arayan pek çok halkın sığındığı yer işte bu Şınğıs olur.
Şınğıs’ın karayeli diğer zamanlarda iyi olmakla birlikte tam da güz günlerinde uygunsuz eser. Havayı soğutur, gökyüzünü karıştırarak gelir. Şınğıs’ın etekleri ile kuytularındaki obalar bu dönemde kışlık damlarına yakınlaşıp konar ve hava durumunu takip eder…
Bugün, güz karayelinin başlamasıyla birlikte kar da serpiştirerek düşmeye başlamıştı. Yılın ilk karıydı bu. Yılın ilk karını düşüren soğuk rüzgâr kiyiz evde yaşayan obaları bütünüyle büzüştürdü. Halkın tamamına yakını kiyiz evlerini alelacele söktü, yüklerini çiftliğe taşıdı ve sıcak kerpiç evlerine girdi…
Halkın büyük çoğunluğu bu telaşta olsa da Kunanbay’ın Karaşokı’daki obası kendi gailesiyle yas yemeği veren bir oba gibi kendi kendine alt üst oluyordu. Ürkimbay’ı alamayışlarıyla ilgili yaşadıkları karşı koyuşu bütünüyle anlatan Manaslar geldiğinden beri Kunanbay obasından her yöne doğru üstü üstüne ulaklar gönderiliyordu.
Bu obada Baysal’ın katılımıyla başlayan dünkü “bütün büyükler toplantısı” henüz dağılmamıştı. Bunlara ilave olarak şimdi Irğızbay göbek bağından töreyen civardaki bütün erkekler atlanıp geliyordu. Ulakların gittiği yönlerden onlarca atlı saf saf yele uçurtarak gelip bunlara katılıyordu…
Kunanbay bu gelen gruplardan on kadar yiğidi seçti, başlarına Maybasar’ı verdi ve evvela Bökenşi boyuna gönderdi.
Kızılşokı’daki Bökenşiler daha hâlâ göçmemişti.
Bunlar gider gitmez sıkı buyruk verdi ve buradaki Bökenşileri Talşokı ile Karavıl’a doğru göçürttü. Süyindik ve Sügir bu şekildeki bahaneleri bekliyor, iki kanadını açmış uçmaya hazır bir kuş gibi duruyordu. Öncelikle bunlar göçtü. Diğer Bökenşiler de zoraki onların peşinden gitti.
Bugün göçenler yalnızca Bökenşiler değildi. Irğızbay obalarından biri olan Öskenbay’ın büyük obası – Zere’nin oturduğu oba ile onun yanındaki Izğuttı, Karabatır, Juvantayak gibi birkaç oba da göçüyordu. Bunlar yaz kış Uljanlar ile birlikte göçen ve Jidebay ile Barak’ta kışlayan obalardı.
Kunanbay bu vakte kadar o obaları kışlaklarına göndermemiş, kendi topluluğunu bir arada tutmuştu. Artık soğuk düşünce yaşlı annesini ve Uljan’ın elindeki genç oğullarını dondurarak oturtmak imkânı kalmamıştı.
Çocuklar da Zere ile Uljan’a “kışlağa göçelim, donduk” diyerek bastırmıştı. Bunun üzerine Zere Kunanbay’a kızmış, onu zoraki bugün göçmeye ikna etmişti.
Kunanbay, bu obalarını göçürtüp yola çıkardıktan sonra Şınğıs bölgesinde tam da bugün yaşanan telaş ile karmaşadan alelacele faydalanmak istedi.
Sabahtan beri üst üste gelen atlılar, şimdi öğle vaktinde, büyük bir kalabalığa dönüşmüş ve koca bir kuvvet olmuştu: Hepsi de sopa, mızrak, ay balta, topuz tutan ve saldırı ile savaşa hazır bir kuvvet!
Bu gelenler Irğızbay boyu yanı sıra Torğay, Topay, Juvantayak, Anet, Sak Toğalak gibi boylardan gelen gruplardı. Yine Kötibaklardan büyük bir kalabalık grup gelmişti. Bu halkların hepsi de Şunay, Şiy, Jidebay ve Kıdır’dan başlayıp Şınğıs’a kadar uzanan bölgelerde kışlayan halklardı. Bunlar, Karaşokı’ya yakın olan kışlakların insanlarıydı…
Kunanbay önce her halkın boy beyini yanına almış, geride kalanlara bu boy beylerinin adıyla selam göndermiş, böylece bütün bu kalabalığı toplamıştı… Baysal, mensubu olduğu Kötibaklara kendi adına selam söylemiş, ulak olarak da Kötibakların yiğitlerini görevlendirmişti…
Kunanbay, kendisi Karaşokı’yı aldıktan sonra Baysal’a bir söz vermişti. Şınğıs’daki kışlağı az nüfusu çok Kötibakların arazisini genişletecekti. Kötibaklar Jigiteklerle hemşeriydi. Jigitekler eskiden bütün Tobıktıları yöneten ataları Kengirbay zamanında Şınğıs içindeki iyi ve duldalı kışlakların tamamını almış, ondan beri de tamamen kendisine bağlayarak bugüne kadar gelmişti. Kunanbay artık nüfusu artan, malı çoğalan ve o dönemlerde arazi hissesi düzgün bir şekilde tahsis edilmeyen Kötibakları Jigiteklerden yer alıp vermek suretiyle memnun etmek istiyordu.
Bu meseleyle yaz ortasından beri ilgileniyordu. Böjey’den çekerek kopartıp kendisine bağladığında bunu açıkça hissettirmiş, özellikle ilgisini çekmişti: Baysal’ın hissesi olarak ayırdığı bir kışlak vardı. O kışlak, bugün Böjey’in oturduğu meşhur Tokpambet idi…
Bu arzu Baysal’ı sarıp sarmalamıştı. “Jigitek arazisini adabıyla, yoluyla alabiliriz” diye düşünüyordu. Kunanbay’ın ağzından “alıp veririm” sözünü işittiğinden beri yaşananlara ses çıkarmıyor, kaş göz işaretiyle anlaştığından beri ikisi birlikte hareket ediyordu. Baysal ses çıkarmıyorsa bu yapılanlara razı olmasındandı. O, karşı olduğu zaman, karşı olduğu hususa sadece bir kez ve peşinen diklenirdi. Bu defa bugüne kadar ses çıkarmadan gelmişti. Kötibakları yazdan beri Kunanbay’ın buyruğundan çıkarmış değildi. “Yönettireyim, boyun eğdireyim, katılıp göreyim. Nereye, nasıl götürür bekleyeyim” diye karar vermişti.
Fakat son iki üç gün içinde kafası karışmış, gerilmişti. Tokpambet artık gaddarlıkla eline geçmezse barış içinde elde edilebilecek değildi… Zorbalıkla ve ağlatarak alırsa kendisi sükûnet bulabilir miydi? Üstelik Jigitekler hem kalabalık, hem akrabalı, hem sağlam bir boydu. Bunlar içinde Kunanbay’a ayak direyen Böjey vardı. O, bereketli ata kışlağını yerleşim olarak uzun süre Kötibaklara bağlatır mıydı? Zorbalığın da geri dönecek bir karşılığı olmaz mıydı? Böjey istikrarlı bir kışlak olan kadim Tokpambet’i Baysal’a bırakmaya dayanabilir miydi? Nasıl olursa olsun, gaddarlıkla alınan bir şeyin hayırlı olacağını söylemek zordu. Alacağını bir alsaydı, arkasından vurup yıkarak atıp gitmeseydi, iyiydi…
İşte bugün ses çıkarmadan, Kunanbay’ın yanında ağzını açmadan duran Baysal’ın içi böyle kaynıyordu…
Kunanbay paldır küldür giyindi, güneşin tam tepede olduğu öğle vaktinde Baysal ve Maybasar’ı peşine takıp dışarı çıktı ve bütün halka:
– Ey akrabalar! Binin artık atlara, diye bağırarak buyruk verdi.
Herkes harala gürele at bindi. Irğızbay yiğitleri silahlarını eline almıştı. Diğerleri de bütünüyle silahlı idi…
Bu vakitte rüzgâr sertleşmiş, hava soğumuş, sabahtan beri serpiştiren kar artık yoğunlaşmış ve yüze vurmaya başlamıştı. Her yan bulutlu idi. Şınğıs’ın zirvelerinden nefes kesercesine kıvrılarak inen ve akarak geçip giden dumanlı bir pus da vardı.
Kunanbay uzun doru atın üstünde dikildi, etrafa ve güneşin canlılık durumuna baktı. İçinden “kimsenin karartısı görünmüyor, bu oldukça iyi” diye geçirdi. Kaşlarının arasından düşen iki eşit kırışığı vardı. Bunlar şimdi iyice derinleşmiş, sert bir şekilde çatılmıştı. Yanağında uzayıp giden tüyler yüzünü yer yer gölgelendirmiş, büyük ve keskin bakışlı tek gözünü kan bürümüştü. Fıldır fıldır dönen gözüyle etrafa keskin bakışlar fırlatıyordu.
Halk bütünüyle at bindikten sonra sağında ve solunda duran Baysal ile Maybasar’a bakarak buyruk verdi:
– Bas, dedi.
Kamçı basarak atları burnundan solutan, kara susamış yamaçları gümbürdeterek giden büyük ordu Jigiteklere doğru yöneldi.
Ordunun önündeki Kunanbaylar tepelerin arasında bir görünüp bir kaybolurcasına hızlı gidiyordu. Aynı günün öğle vakti geçmeden yele uçurtarak Tokpambet’in batı yakasındaki yassı tümseğe kadar geldiler.
Böjey’in kışlağı kuzu otlağı mesafesindeydi. Çiftliğine girmişti. Saf ahbun tütünü, puhariden taşarcasına kesintisiz süzülerek çıkıyordu evin bacasından.
Çiftlik çevresinde kalabalık çoktu. Fakat yaya idiler. Tam ahırın yanında uygun vaziyette duran tek tük at vardı. Kunanbay etrafı hızla kolaçan etti. Eyerlenmiş atların tamamı kışlağın yukarısında ve aşağı doğru uzanan yoğun ılgınlı çayırlık tarafında kösteklenmiş hâlde yayılıyordu…
Irğızbay tarafından gelen kalabalık kuvveti görür görmez çiftlikteki herkes aceleyle atlarına doğru koşuştu. Ellerinde sopalar ve mızraklar vardı. Karşılık vermek için hazırlıklı oldukları belliydi.
İçlerinde bulunan az sayıdaki hanımlar da atlarına binecek gibiydi. Bu durumdaki karşı koyuş, kıran kırana savaşa dönüşecekti. Bunu anlayan Kunanbay kürklü deri kalpağının iplerini çenesinin altından bağlarken doru atı ökçelemiş:
– Sarın, sarın! Olcay! Olcay, diye nara atarak kamçıyı basmış, öne atılmıştı. Onunla beraber kendisiyle birlikte gelen bütün kuvveti de:
– Irğızbay! Irğızbay!
– Topay! Topay!
– Olcay! Olcay, diye atalarının adlarından gelen boy adlarını bağırarak hep birlikte ileri atılmıştı.
Sonbaharın sert rüzgârında tutuşarak her yanı kaplayan gür otluk yangınınınki gibi toprağı feryat ettirircesine çok ses çıkıyordu. Gür gür gürleyen bu bağrış çığrış kendinden geçmiş kuvvetin soğuk sesiydi…
Böjey obasındaki topluluğun sayısı bu kuvvetten her hâlükârda daha azdı.
Jigitek esasında hazırlanamamış, hazırlıksız kalmışa benziyordu. Savaş olacaksa böyle bir durumda herkese malum bir âdet olduğu üzere karşılıklı olarak “vuruşulacak yeri söylesin” diye haber gönderilir, ondan sonra kuvvetler yığılır idi. Kunanbay böyle yapmamış, tez elden bastırmaya gelmişti…
Böjey’in yanına toplanmış olanlar Şınğıs bölgesindeki Jigiteklerin sadece çok küçük bir kısmıydı. Bozkırdaki Balpan ile Şiy boyundaki Jigitekler habersiz kalmıştı. Aynı şekilde dağdakilerin çoğu da bugün kendi çiftliklerine girme telaşındaydı.
Bütün Bökenşiler içinden şu anda Böjey’in yanında bulunanlar ise sadece on kadar sıradan çiftçiydi. Onların başında da Darkembay vardı… Jidebay ile Musakul’dan, Kıdır ve Kölkaynar ile Kızılşokı’dan topuz tutarak Karaşokı’ya doğru at koşturan grup grup atlıları gören Darkembay “bu gidiş boşuna değil. Bunlar Jigiteklere karşı, Böjey’e karşı toplanan bir kuvvet” diye düşünmüştü.
Kunanbay tarafındaki kötü haberi bugün öğleden önce Böjey’e ve diğer Jigiteklere yetiştiren de Darkembaylar idi.
Yol boyunca Baydalı, Karaşa, Kaumen ve Ürkimbay’a uğrayan ve alelacele at bindirerek buraya yetiştiren de onlardı.
Şimdi, Böjey çiftliğinin önünde yaklaşık kırk kişi vardı. Bunların ortasında da Böjey’in ta kendisi duruyordu. Onun yanında ise “Böjey’i yalnız bırakmayalım” diye çevreleyen Darkembay, Baydalı, Karaşa, Ürkimbay, Kaumen ve Kojakanlar vardı.
Bunlar gibi ihtiyar kişilerin yanı sıra Kunanbay saldırısını bekleyen bir grup genç yiğit de vardı. Bunlar Kaumen’in iki sağlam oğlu Bazaralı ve Balağaz ile Karaşa’nın oğlu Abılğazı idi. Yine Jigitek içindeki taraftar akrabaların genç şahsiyetlerinden Beysembi, Abdilda ve Oralbay’da oradaydı. Bunlar Kunanbay kuvvetlerini görünce yaya da olsa evvela kışlık damın yanında duran beş on eyerli ata bindi, ellerine aldıkları sopa ve topuzlarla:
– Kengirbay, Kengirbay, diye nara atarak karşı koyacak oldu.
Bunu anlayan Baydalı haykırarak buyruk verdi:
– Durun! Hey! Böjey’i yalnız mı bırakacaksınız? Ölecekseniz yanında ölün, dedi…
Kunanbay hızla gelirken hemen hemen yüzer kişiden oluşan iki büyük gurubu çiftliğin sağına ve soluna doğru yöneltmişti. İki yana bölünen kuvvetlerden başka ortadan hücum eden Kunanbay’ın arkasındaki kalabalık da iyiden iyiye çoktu.
Kunanbaylar yaklaştıkça yakınlaşıyor, duraksamıyordu. Taraftarlarına cesaret, hasımlarına korku vererek ve topuzlarını havada döndürerek önüne çıkanı yok etmek istercesine geliyorlardı…
Üstlerine doğru doludizgin gelen kuvvetleri gören Böjey:
– Hay Allah! Rezil olduk yahu! Gafil başım! Yine gafil avlandım ya, diyerek içtenlikle hayıflandı. Bunların azıcık güvencesi kışlağın yukarı yakası ile aşağı tarafındaki yiğitlerdi.
Bu yiğitlerden yaylımdaki atlarına çabucak yetişenler beşer onar toplaşıp topuzlarını kaldırarak düşmana doğru alabildiğine hızla akmaya başlamışlardı. Öndekiler bu şekilde olmakla birlikte arkadaki büyük çoğunluk atlarını tutamamış ve binememişti. Çünkü yaylımdaki atlar Kunanbay kuvvetlerinin çığlıklarından korkmuş, her biri bir yana kaçışmaya başlamıştı. Anlaşılan o ki Olcay kolu bu yayaların çoğunu atlarına binmeden bastıracaktı…
Jigitek tarafından at binerek karşı koymak üzere üstlerine gelen seyrek gruplar Kunanbay’ın yönettiği büyük kalabalığa yanaşmıştı. Sel gibi akan kalabalık kuvvet kısa bir süre içinde onları ezip geçti… Topuzların altına aldıkları erkeklerin kaşını gözünü patlatıp un ufak ediyor, kırıp geçiriyorlardı.
Beklenmeyene maruz kalan yiğitlerin atları büyük bir ustalıkla o hengâmeden sıyrılıyor, çarçabuk dışarı çıkıyordu. Arada kalan bir yiğide tam kırk elli topuz vuruluyor olmalı ki kop kolay ezilerek yere yıkılıyordu.
Atlarına yetişemediği için yaya kalan yiğitler de üstlerine gelen kalabalık gruplarla yaya olarak savaşmak zorunda kalmıştı. Fakat atlı ile yaya savaşabilir mi? At üstündekiler atın ivmesiyle gelip topuzu vurunca yayaları yıkıyor, yerlere yuvarlıyordu…
Böylece çiftlik yapılarından uzakta bulunan yiğitlerin hepsinin mecali kesilmişti. Çokluğuna güvenen, sevinip kubaran ve bunların hazırlıksızlığını görüp tamamen kibirlenen Kunanbay kuvvetleri nara ile çığlıklarını artık iyiden iyiye yükseltmişlerdi:
– Aydos! Aydos!
– Irğızbay! Irğızbay!
– Topay! Topay!
– Torğay! Torğay, diye ilk sloganları Aydos’u haykırdıktan sonra vakitleri müsaitse bağırarak sonraki ata ruhlarını da sık sık çağırıyor, Jigitek yiğitlerine vururken de:
– Kır! Öldür! Yok et, diyerek alabildiğine korkuta korkuta, zehirlerini saça saça ilerliyorlardı…
Bütün kuvvetler, önlerindeki zayıf engelleri ezerek geçtikten sonra her yönden çiftliğe doğru atıldılar. Bütün dünya alt üst olmuş gibiydi. Çığlıklarla bağrış çığrış ve takır tukur sesleri esas meşgale olmuş, her yanı kudurukluğun abes şarkısı basmıştı.
Böjey grubu daha hâlâ çiftlik önündeydi. Buradaki bütün topluluk topuzunu sopasını kaldırmış, acımasız erkekler gibi sırt kıllarını ürpertip kabartarak kımıldamadan duruyordu. Düşman artık bütün çevreyi sardıktan sonra Baydalı yüksek sesle bağırdı:
– Bitti yahu! Kahretsin bitti yahu! Çekilin şimdi, çiftliğe çekilin! Kapıları tutacağız, çiftliğe sokmadan ölüşüp göreceğiz, dedi. Bütün topluluk öyle yaptı…
Baydalı ile Böjey merkezdeki büyük kapının ağzındaydı. Bunları çevreleyen Bazaralı, Balağaz ve Kojakan gibi gençlerin hepsi sağlam yiğitlerdi.
Düşman topluluğu kalabalık kitle hâlinde çiftliğin üstüne dökülüyordu. Kesip parçalayarak akıyor, yığıldıkça yığılıyordu. Hepsinin toplaştığı yer Kunanbay’ın etrafıydı. O, buyruk bekleyenlerin tam ortasındaydı ve daha hâlâ atından inmemişti.
Tam o sırada çiftliğin iç tarafından koşarak gelen Darkembay hücum edercesine Böjey ve Baydalı’nın arasına daldı, ayaklı tüfeği kaldırdı. Nereden aldığını bilmedikleri tüfeğin fitili kaldırılmıştı. Ateşe verilse patlamaya hazırdı. Darkembay o telaşta dirseğiyle Böjey’i dürttü ve niyetini açıkladı:
– Şu kör, acımak niyetinde değil. Dibimize kadar geldi yahu. Vuracağım! Yerle bir edeceğim, diyerek çakmağını çakıverdi.
Böjey onu sert bir şekilde ittirerek durdurdu:
– Vurma! Çekil şöyle! Ervahın varlığı doğruysa, bundan gelecek yas bağını görürüm ben de, dedi… Tam o anda Kunanbay nara atarak buyruk verdi:
– Tutun iplerinden! Sürükleyerek çıkarın inlerinden! Ellerini kollarını bağlayarak alın bütün itaatsizleri, acımayın, dedi. Maybasar yönetimindeki bütün Irğızbayları çiftliğe doğru saldırtıverdi.
Onlar kapıların önünde duraksayınca Kunanbay bir kez daha haykırdı:
– İn attan, yakala! Kimseyi bırakma, diyerek Kötibak, Topay ve Torğay yiğitlerini de hep birlikte üstlerine saldı…
Bazaralı ve Darkembay gibi yiğitler, topuzlarını alçak tavanlı çiftlik yapıları içinde kulaç kulaç sallayamadı. Kalabalık gruplar çok geçmeden Jigiteklerin kırk kişisini daha ezdi, teker teker sürükleyerek dışarı çıkarıverdi.
Baydalı ile Böjey’in yanındaki Bazaralı, Balağaz ve Darkembaylar sert bir şekilde karşılık verseler de kurt gibi saldıran Kunanbay kuvvetleri korkuyla koşuşturan kalabalık koyun sürüsü gibi çaresiz kalan Jigiteklerin hepsini boğup geçmişti…
Kunanbay kuvvetleri, Karaşa ve Ürkimbay başta olmak üzere genç yiğitlerin hepsini birer ikişer dışarı çıkarıp attıkça beşer onar üstlerine atılıyorlar, düreye yatırıp pata küte dövüyorlardı. Yüzü, göğsü, sırtı kan içinde kalan Karaşa ve Darkembay dillerini tutmuyor, bütün bedduaların hepsini tam da Kunanbay’ın kendisine ediyor, bağırıp çığırıyorlardı. Fakat kalabalığın gürültüsü içinde bu sözler Kunanbay’ın kulağına kadar gelmiyordu. Maybasar dışarı çıkarılanları işaret ederek:
– Dövün! Vurun düreyi! Acımayın!.. Karşı koymanın bedelini anlasın bu Jigitek, diyerek acımasızca dövdürüyordu.
Yorulmadan, tereddüt etmeden kamçılayan ve tekmeleyen yiğitler vardı. Bunların başını Jigiteklerden dayak yiyen iki ulak; Kamısbay ve Cumağul çekiyordu…
Kunanbay ilk çıkarılanlara bakmadı. Onlara verilen cezayı da önemsemedi. Gözünü, büyük çiftliğin üç kapısından birer birer çıkarılan Jigiteklerin üzerine dikmişti.
Beklediği, diş bilediği yalnız bir kişiydi. İşte, şimdi, en sonunda onu da çıkarmışlardı. Bu Böjey idi. İçeriden çıkarılan diğerleri gibi değildi. Üstü başı kırışmamış bir hâlde kendi iradesiyle çıkıyordu. Baş giyimi, kürklü deriden kalpağı da üstündeydi. Diğerleri gibi üstü başı yırtılmamıştı. İte kaka çıkaran da yoktu. İki yanını ve önünü arkasını çeviren Irğızbaylar çoktu.
Kunanbay atını kamçıladı, kalabalığı yararak yaklaştı. Onun yanında duran Baysal da sertçe ökçeledi ve hemen peşinden yanaştı. Kunanbay bağırarak Maybasar ile Kamısbay’a emretti:
– Vurun düreye, dedi.
Kamısbay ile Cumağul yakasından tutup çekerek Böjey’i yüz üstü yere yıktı. Kunanbay atını çok öfkeli bir şekilde etrafında döndürerek:
– Vur düreyi! Arkasını da dürüp al! Öyle vur, dedi.
Böjey:
– Hey Kunanbay! Gözün kör olsun! Gözün aksın! Ervahın kanı tutsun, laneti seni bulsun, diye bağırıyordu… O anda kürklü kaftanını ve cepkenini çıkarıp bir kenara attılar. Beli ile arkası açılmış, yüz üstü uzanmış yatıyordu. Kamısbay geriye doğru kaykılarak kamçıyı kaldırdı. Böjey’in ak pak vücudunu gören bütün kalabalık tam o anda sessizliğe büründü, yatıştı.
Kamısbay’ın kamçısı salınarak Böjey’in arkasına doğru inerken birisi kendi vücudu ile Böjey’i örtmek ister gibi atılarak onun üstüne düştü. Bu, Kunanbay’ın peşine takılarak gelmiş olan Kötibaklardan Puşarbay’dı. Böjey’in Kötibaklar içindeki akranı ve dostuydu. Puşarbay:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/muhtar-auezov-32668810/abay-yolu-1-cilt-69499246/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
M.O. Auezov’un hayatı ile ilgili bilgiler https://adebiportal.kz/kz/ authors/view/709 adresinden alınmış olup, Zafer Kibar tarafından Türkiye Türkçesine çevrilmiştir.

2
Kula beşlisi: Beş yaşına gelen kirli sarı renkteki at.

3
Tobıktı: Kazak halkının, Abay’ın da mensubu olduğu bir soyudur. Aynı paragrafta yer alan Kerey ve Uvak da Kazak halkını oluşturan diğer soylardandır.

4
Telğara: Abay’ın “iki anadan süt emmiş esmer çocuk” anlamındaki lakabıdır.

5
Baybişe: Çok eşli erkeğin, daha saygıdeğer görülen en kıdemli ilk eşidir.

6
Ağa Sultan: İmparatorluk yönetiminin belirlediği resmi rütbe. Ağa Sultan, içinden seçildiği boyun yönetiminden ve kendi aralarındaki davaların karara bağlanmasından sorumlu idi.

7
Lebi ahmer: Dudağı kızıl.

8
Bihter: En iyi.

9
Biytan ve Şiytan: Eskiden yaşadığı rivayet edilen çok kurnaz, çok düzenbaz iki kişinin adları.

10
Kuj: Efsanelerde geçen ve her şeyin aksini yapan bir dev.

11
Kozı Körpeş ile Bayan Sulu: Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı destanlarına benzer bir aşk destanı.

12
Kunan: Üç yaşına giren erkek at.

13
İngenşe: Dört beş yaşlarındaki iki hörgüçlü dişi deve.

14
Kuneken: “Kunanbay ağabeyin” anlamında sevgi, saygı ve yakınlık ifade eden bir kısaltma.

15
Nasıbay: Dilin altına konulmak için hazırlanmış, kokulu, keyif verici madde.

16
Köje: Ekseriyetle kış aylarında ve Nevruz Bayramında kurutulmuş yoğurt, kırmızı et ve yarma ile pişirilen çorba.

17
Kiyiz: Keçe.

18
Joldayak: Yol dayanağı.

19
Böribasar: Kurt boğar.

20
Jelkuyın: Kasırga.

21
Adır: Dağdan küçük, tepeden büyük yükseltiler.

22
Tünlük: Kiyiz evin tepesinin tam orta yerinde bulunan şanırakı geceleyin veya yağış olduğunda kapatmak için kullanılan harici örtü.

23
Urankay: Sırıkların uçlarını tepede birleştirip bağlayarak kurulan çadır türü.

24
Abılayşa: Ağaç direklerle kurulan küçük Kazak çadırı. İçerisinde, kiyiz ev kubbesinin tepesinde bulunan ve “şanırak” adı verilen yuvarlak kısım ile katlanabilir kafes şeklindeki “kerege” adlı desteğin bulunmadığı çadır türü.

25
Jappa: Bir ağaca veya yükseltiye dayanan sırıkların üstüne keçe örtülerek kurulan çadır türü, çardak.

26
İytarka: Göçerken iki keregenin çatılması ile kurulan geçici çadır türü.

27
Karaşor Şapkan: Karaşor Çarpışması

28
Jüz: Kazak Türkleri; Kişi Jüz (Küçük Yüz), Orta Jüz (Orta Yüz) ve Ulu Jüz (Büyük Yüz) adı verilen üç büyük Kıpçak soyundan gelen Türk boylarının bir araya gelmesiyle Kazak Hanlığı’nı (1465-1737) kurmuş ve devletleşmişlerdir.

29
Terme: Müzik eşliğinde şarkı söyler gibi söylenerek yapılan şiirli sunumlar.

30
Taylak: İki yaşını doldurmamış deve.

31
Mırza: Bey, Efendi, Beyefendi.

32
Kişeken: “Kayıncık”, “yavrusu” gibi sevgi ile istihza karışımı küçüklük vurgusu yapan bir ifade.

33
Böben: “Bebecik”, “bebesi” gibi sevgi ile istihza karışımı küçüklük vurgusu yapan bir başka ifade.

34
Düre: Cezalandırılmak istenen kişinin öne eğdirildikten veya yüzüstü yatırıldıktan sonra sırtı ile üstüne oturduğu çıplak uzvuna kırbaçla veya sopayla vurulması.
Abay Yolu 1. Cilt Muhtar Auezov
Abay Yolu 1. Cilt

Muhtar Auezov

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Abay Yolu 1. Cilt, электронная книга автора Muhtar Auezov на турецком языке, в жанре легкая проза

  • Добавить отзыв