Abay Yolu 2. Cilt

Abay Yolu 2. Cilt
Muhtar Auezov

Muhtar Auezov
Abay Yoluİkinci Cilt

Abay’ın 175’inci yılına armağan


KAYGANLIKTA

1
Tan atmadan önce bir saat kadar uyuklamış olsa da bütün geceyi uykusuz geçirmişti. Fakat daha hâlâ yorulmuş değildi, kitaba dikiyordu gözlerini… Büyük masa üzerinde sırtüstü açılmış olarak duran pek çok kitap vardı. Pek çok dillerde yazılmış olan bu kitaplar onun eline bugün geçmiş ve büyük ilgisini çekmişti. Abay’ın iyi anladığı Çağatay devri Türkçesindeki kitaplarla birlikte, dillerini zorlukla anladığı Arapça, Farsça kitaplar ve onlardan da ağırca gelen Rusça kitaplar…
Abay’ın bugünkü okuyuşunun amacı okuma alışkanlığıyla yaptığı her günkü okumalarından da başkaydı. Kitaplardan alacağı bilgiler o günkü meşguliyet için doğrudan gerekli, acele ihtiyaç duyulan bilgilerdi. Abay şu son günlerde, özellikle bu son gecede, kendisinin daha önce alışık olmadığı bir hâldeydi. O eski zamanların “âlimleri” mi, “rivayetçileri” mi demeli, onlar gibi bir vaziyet içindeydi. Bu durumuna kendisi de şaşırıyor, ilgiyle bakıyordu.
Farsça ve Türkçe kitaplar onu özellikle Şiraz’ın Gülistan’ına çekiyordu. Gözünü Semerkant’ın türbe yapılarına diktiriyor. Başını Merv ve Meşhet’in meyveli bülbüllü bağlarına, serin meltemli havuzlarına eğdiriyordu. Ulu şairlerin mekân tuttuğu Herat, Gazne ve Bağdat saraylarına, medreselerine, kütüphanelerine götürüyordu. Nice asırlar boyunca İsfahan menşeli eğri kılıçların, yatağanların fasılasız çarpışmasıyla şark şurk vuruşularak geçirilen Arap, Fars, Türk ve Moğol tarihleri de büyük ilgisini çekiyordu. Bunlardan birazcık başını çevirip Rusça kitaplara baktığında Orta Asya’nın, İran’ın ve Arap ülkelerinin coğrafi yapısını; nehirleri ile göllerini, çölleri ile kumluk bölgelerini, şehirleri ile ticari hayatlarını açık seçik tanımış gibi oluyordu. Bugün Abay’ı kendisine çeken husus deminki ülkeler ile vilayetlerin günümüzdeki durumu idi…
Okuyor, kimi durumları açık seçik anladıktan sonra bir kâğıda yazıyordu. Kervanların geçtiği ticaret yolları, büyük pazarlar, şöhretli şehirler, su kaynakları vs. hepsi de bilhassa bugün lazım olmuştu.
Bu kitaplardan aldığı bilgilerin tamamı birazdan seyahate çıkacak olan yolcu için gerekliydi. Abay okuyor, bazen çocukluğundan beri çok işittiği ta uzaklarda bulunan pus içindeki şehir ve vilayetlere yöneliyor, “bu seyahate kendim gider miydim” diye düşünüyor, meraklanıyordu. Görmek ve öğrenmek için meraklanıyordu…
Birdenbire esen soğuk rüzgâr açık pencereden içeri girdi. Büyük ve hafif ak perdeyi çeviriverdi. İçini doldurup dalgalandırarak getirdi, yakınında duran yüksek masanın üstündeki kitapların üzerine döküverdi. Perde bir öyle bir böyle oynayan çocuk gibi kâh Abay’ın okuduğu kitabın üstünü örtüyor, kâh eserek kitapların yazılarını süpürüp uçurmak ister gibi kayarak üstünden geçiyordu.
Abay şimdi fark etmişti, arkasındaki büyük kapı genişçe açılmış, öte tarafından gelmekte olan saygıdeğer bir kişiyi bekler gibiydi.
Tan attığından beri bu odanın kapısının ilk açılışı buydu ve ilk girecek kişi oydu. Abay bükülerek bakınca gelmekte olanların kim olduğunu anlayıverdi. İki kadının kollarına girdiği ve destek olarak getirdiği, aheste adımlarıyla ve ağır nefes alışıyla adeta dinlenerek gelmekte olan kendi annesiydi. Bu günlerde vücudu ağırlaşan, yürüyüşü ve hareketi iyice zorlaşan Uljan eşikten geçerken Abay çabucak yerinden kalktı, annesinin oturması için minder yaydı. Yüzü Abay’a benzeyen, şık kıyafetler giyinmiş ak benizli güzel kadın yastıklar getirdi. Bütün dış görünüşü ile Kunanbay soyundan olduğu belli olan bu genç kadın, bu evin kızı, Abay’ın ablası Mekiş idi. Uljan’ın koluna girerek onu getiren ikinci kadın ise Uljan’ın obasında onunla birlikte yaşayan yoldaşı Kaliyka idi. O da kalaylı bakır leğeni getirip Baybişenin önüne koydu ve elini yıkaması için Kaşkar’ın güzel oval ibriği ile su döktü.
Mekiş geniş odanın ortasındaki menteşeli masayı açarken açık kapıya doğru seslendi:
– Hay yaşa! Al getir, dedi.
Mekiş’le akran olan ak-kızıl yüzlü ve uzun boylu gelin eve girdi. Altın sırmalı yakası olan siyah pelüş kaftanlı, şakak saçları bakım kremleriyle yağlanmış ve pırıl pırıl taranmış çekici gelin sofrayı kurdu ve konuklara ikram edilecek olan kahvaltıyı hazırlamaya başladı.
Kaftanını çıkaran annesi ellerini yıkadıktan sonra kendi önüne getirilen leğenin üzerine eğilen ve ibrikten dökülen ılık suyla elini yüzünü yıkamaya başlayan Abay, uykusuz gecede başının biraz ağırlaştığını ve ağrıdığını şimdi sezmişti. Ona büyük saygı göstererek eline su döken Mekiş’e:
– Mekiş, suyun iyi geldi. Başıma da döküver, biraz ayılayım, dedi ve başını boynunu bütünüyle yıkadı.
Kurulanıp nefeslendikten sonra ancak kendisine gelen Uljan Abay’ın kullandığı yüksek masaya göz attı ve oğlunun durumunu anladı:
– Abaycan! Sen bütün gece uyumadın mı, diye sorarken oğlunun yüzüne baktı. Abay’ın yüzü ağarırcasına bozarmış ve iki gözü kızarmıştı:
– Yok, gece yarısı gözlerimi dinlendirdim biraz, dedi. Bunun üzerine Uljan:
– O kadar okuyunca insanın aklı karışmıyor mu evladım? Bizim Kodığa’ya “kurdun koyunlara dalışına niye dikkat etmedin, uyudun mu yoksa” diye sorduğumda, Kodığa “uyumadım. Fakat seher vaktiydi, devenin hörgücünü dört taneymiş gibi gördüğüm vakitlerdi. Tam önümden geçen, pusarak koyunlara yaklaşan kurdu it zannettim de ağıla girmesine izin verdim” demişti… Onun dediği gibi, deve hörgücünün dörtleştiği vakitte sersemleyen başa bilgi girer mi ki, canım evladım, dedi.
Annesinin latifesine Abay da Mekiş de güldü. Abay:
– Kodığa’nınki doğru ana. Fakat vakit dar! Yolcular bugün yola çıkacak ya, dedi. Annesi:
– Yolcuların hangi yoldan gideceğini kitaptan açık seçik öğrenebilir misin ki, diye sordu. Abay “açık seçik yolunu göstermese de, gidilecek yere ulaştıracak güzergâhı anlayabileceklerini” söyledi. Yine bu günlerde kitaplardan çok güzel öğrendiği, kendisini mutlu eden bir husus hakkında annesine bilgi verdi:
– Şu sizin büyük yeriniz[1 - Büyük yer: Mekke şehrinde bulunan Kâbe.]var ya! Gitmesem de, gitmiş kadar vakıf oldum oraya, dedi. Bu, yeni bulduğu bir ganimet gibiydi.
Uljan yolun epeyi uzak olduğunu biliyordu. Şimdi çay içerlerken Abay’dan bu yolun özelliklerinin, tehlikelerinin ve sıkıntılarının neler olduğunu sordu. Evde yabancı kimse yoktu. Abay kendisinin bildiği hakikatleri hiçbir zaman annesinden saklama gereği duymamıştı. Mekiş de bu hususları öğrenmeye hevesli görünüyordu. O, annesinin sorularının peşinden:
– Ya! Şunları söylesene yakışıklı Abay’ım, dedi. Çatılan kaşları ve kızaran yüzünden gönlündeki ağır kaygı hissediliyor gibiydi.
Abay Mekiş’in yüzüne baktı, biraz duraksadı ve düşünceye daldı. Onun içindekileri anlıyordu. Şehirdeki büyük evin nazlı gelini olmakla birlikte bu kardeşi hısımlarını akrabalarını, köyünü ülkesini düşününce müstesna bir şefkatli yürekle ve alabildiğine iyi niyetlilikle duygulanırdı. Şehre çok gelip gittikleri için Mekiş’in dost canlısı tavırlarının sadece ana ve babaya değil, bütün Tobıktı halkına ve hatta bütün insanlara aynı olduğunu bilen kervancılar da onun bu hususiyetini çokça överlerdi.
Mekiş’in dost canlısı bu tavırlarında kendi çocukluğunu, gençliğini, doğup büyüdüğü sahrasını ve köyünü arzulayan şifa bulmaz büyük bir hasretin sönmez ateşi vardı. Can dostu olan babasının başına gelecek olanları en nazik ve en keskin biçimde sezinen hamisi, yine bu Mekiş idi. Onun bu ruh hâlini tam olarak anlayabilmek için; çok gençken aşrı aşrı memlekete gelin gönderilen kız olmak, dünyaya onun gözüyle bakmak gerekliydi. Bu; hüznü de nazı da çok, iç çekişi de hayali de çok, alabildiğine nazik bir sır idi.
Ancak zamanın iyileştirebileceği, uzun zaman sonra ayıkılabilecek, şimdilik kesilmez bir dertti.
Abay kız kardeşi Mekiş’in hâlini fark ederek “anneme söyleyeceğim düşüncelerimi onun önünde söylemeyeyim”
diye düşünüyordu ki, Mekiş bunu onun tercihine bırakmadı:
– “Kazak evladını bırak, bizim bu taraftan hiçbir insan evladı gidip gelmiş değil” diyorlar. Tekrar dönecekler mi, sağ salim gelecekler mi, gelmeyecekler mi, diye sordu.
Ürkülür vaziyeti Mekiş kendisi söylüyordu. Abay bir yudum çay içti ve durdu. Aşağı evde görevli aşçının pişirdiği sıcak samsayı da yememişti. Gece boyunca kitaplardan edindiği bilgileri yazdığı kâğıdı tekrar eline aldı, ona baktı, annesinin ve kız kardeşinin sorduğu sorulara cevap vermeye başladı.
Mekiş’in yüzüne bakarak:
– Mekiş, Allah’a emanet etmekten başka çare yok. Ecel insana evde mi gelir, dışarıda mı beklemektedir, bunu kim bilebilir, dedikten sonra biraz tereddüt eder gibi bekledi ve “Baban kolay bir seyahate çıkmıyor. Yaşı yetmişi geçtiği hâlde çok meşakkatli, çok sıkıntılı bir yola gidiyor… En zor olanı şu ki; yolunda tehlikeler de var. Aylar boyunca daima dilini bilmediği yabancı halklar arasında yaşayacak…
Yolunun üzerinde beyni kaynatan sıcaklık var, bir damla suya muhtaç kılan ve at toynağını yakan ıssız çöl var. Böyle durumlarda başı ağrır baldırı sızlarsa dermanı nerede, yardım hani? Tek dayanakları ümitleri… Baban bütün bunları bilmiyor değil. Fakat doğuşundan bu vakte kadar azmi dağ gibi olan farklı bir insan o. Bizim bildiğimiz, Arka’nın Kazakları arasında bu seyahate çıkmak için ilk adımı atan da o. “Başıma ne gelirse gelsin, hayalimin peşinden gideceğim” diye gitmiyor ya! Biz de onun yoluna vehmi yoldaş etmeyelim Mekiş. Kendisinin yoldaş olarak seçtiği azmi ve ümidi pekiştirelim, dedi.
Abay bir an “babamızın bu seyahatten sağ salim dönüp dönmeyeceği belirsiz” diyecek oldu. Fakat onun düşüncesini söylemeden anlayan Mekiş sessiz gözyaşları dökerek ağlayıverdi. İç çeke çeke, akpak olup bozara bozara, ağladıkça küçülüyormuşçasına ağladı.
Ablasının çok sıkıntılandığını gören Abay ses çıkarmadı, öylece kaldı…
Uljan’ın içi de vehim ve kaygıyla doluydu. Sadece bugün değil, çoktan beri böyleydi. Kocası bu seyahate karar verdiğinden, yola çıkma zamanını bu ilkbahar olarak belirlediğinden beri çokça iç geçiriyordu. Kunanbay, obadaki başka kadınları yanına katmadan sadece Uljan’dan destek alarak “yolculuk hazırlıklarını sen yap” dedikten sonra Semey’e gittiğinden beri bütün duası ve yüreğiyle onun yolundaydı. Kunanbay’ın bu hayatta sıkıca sarıldığı tek mizacı, tek sırrı; içindeki duygu ve düşünceleri çoluk çocuğun veya başka kişilerin gözünün önünde sergilememesiydi. Ev ahalisine sırrını sezdirecek veya ağır bir eleştiride bulunacak olsa, bu hususta hayat yoldaşlarının en güveniliri, en akıllısı ve en cesuru olan Uljan’a güvenirdi.
Bu seyahate ağlayarak uğurlayacak olan, zafiyetini bastıramayacak kişiler gerekli değildi. Söylemese de Kunanbay’ın kendisi bunu böyle istiyordu. Kendisine açılmasa da, Uljan da bunu içten içe anlıyordu.
Hüzünlenen çocuklarını öylesine meşgul etmek isteyerek sabırlılıkla:
– Dışarıda Mırza’yı çepeçevre kuşatacak halk da çok. Yolcuya yoldaş olmaz, kimseye bir fayda sağlamaz gözyaşlarını dökecekler hepsi de. Yola çıkmadan önce gönlünü burkmadan eve girip sakinleşmesine, yemek yemesine izin verseler bari, dedi…
Abay da bunu uygun bulmuş, uğurlama faaliyetine, babasını yemek yemesi için eve alarak başlamak istemişti. Uljan orada bulunan çocuklarına:
– Babanız yola “çocuklarım ezikmiş” diyerek çıkmasın, dedi.
Abay ses çıkarmadan onaylıyordu ki kapı bir kez daha açıldı. Takejan ile Ğabithan atik adımlarla içeri girdi, Kunanbay’ın gelmekte olduğunu bildirdi. Uljan’dan başka herkes ayağa kalktı, minderlerle yastıkları uygun şekilde düzelterek büyük masanın çevresine yerleştirdi, Kunanbay’ı karşılamaya hazırlandı.
Kunanbay ve Izğuttı önden geliyordu. Onların etrafını saran ve arkalarından art arda akarcasına gelen adam çoktu. Fakat büyük kalabalık önceki odada kaldı. O oda da döşenmiş, büyük bir oda idi. Orada da sofra kuruluyordu. Uljan’ın olduğu odaya Kunanbay’la birlikte bu evin sahibi olan Tinibek girdi. Uzun zamandan beri Kunanbay’ın saygıdeğer hısmı da dostu da Tinibek idi. Şehir zengini, kibar ve temiz giyimli biriydi. Otururken de yayılarak oturmuyordu.
Bu defa da Uljan’a abes görünen bir alışkanlıkla çocuk öğrenci gibi diz çökerek oturdu. “Başköşeye geç” deseler de geçmedi, sadece Mekiş’in ilerisine gelerek yerleşti. Bunu da Kunanbay’ın çay kâsesini kendisi vermek, ona hizmet etmek için özellikle yapmıştı. Bu; kendilerince alışık oldukları, imam gibi saygıdeğer kişileri ağırlamaya yönelik mütevazılık oturuşu idi. İşanların, pirlerin önündeki müritlerin oturuşu gibi tertipli bir oturuş idi.
Kunanbay Uljan’ın yanına oturdu ve Mekiş ile Abay’ın yüzlerine baktı. Ev ahalisinin yüzlerine her zaman serinkanlı, tanış bir gözle bakma âdeti vardı. Bu defa çocuklarını özellikle anlamak istiyor gibiydi…
Bu dönemde Kunanbay’ın kendi görünüşü belirgin bir biçimde yaşlılığın ilk ayazına ilinmiş gibiydi. Bütünüyle ağarmaya başlayan saçı ve sakalı yetmişli yaşlarına ulaşıncaya kadar kırlaşarak gelmişti. Şimdilerde kırağı sarmış gibiydi. Yüzünde ve alnındaki kırışıklıklar derinleşmişti. Fakat boyu hâlâ sırım gibiydi ve zayıflamamıştı. Yürürken, otururken hâlâ dimdikti.
Şimdiki yüz görünüşünde tasa da yoktu. Sıkıntılanan, endişelenen biri değildi. Mekiş’in iki gözünün kızardığını, yüzünün solgunlaştığını görünce ağladığını anladı. O gelmeden önce bu masa etrafında oturan yakınları kaygılanmış olmalıydı. Mekiş’in siması bunu söylüyordu. Öteki odadan gelerek birer birer masanın yanına oturan yakınları içinde Takejan, Ospan, Jakıp, Maybasar ve Ğabithan vardı.
Kunanbay onların yüzünde de Mekiş’in yüzündeki gibi hüzünlü bir tasa gördü, endişelendiklerini anladı. Bu defa içinde kabaran duygulara engel oldu, toparlandı. Böyle durumlarda her zaman yaptığı gibi öfkelenmedi…
Sadece Tobıktı soyunun değil, sadece şehir halkının değil, köylerle kasabaların bütün önde gelen kişileri gelmiş, bir haftadan beri etrafını kuşatmış, Kunanbay ile vedalaşmış ve “hayırlı yolculuklar” dilemişlerdi. Dengi, sırdaşı olan yakınlarının, yaşlı zamandaşı dostlarının bir bölümü “ziyalım, asilim, uğurum” diyerek gelmiş, onun bu zorlu seyahate çıkması hususundaki şikâyetlerini dile getirerek konuşmuşlardı.
Kunanbay bu seyahate çıkmayı bir yıl önce kafasına koymuştu. Kafasına koymasıyla birlikte geçen ilkbahardan bu yana, yaz boyunca, güz boyunca, kesim zamanlarında tekrar tekrar mal sattırıp para biriktirerek hazırlanmıştı. Seyahat için ne kadar para gerektiğini bilen Kunanbay, bu seyahat için gerekli paranın dört beş katı fazlasını alarak çıkacaktı yola. Gitmişken iyi niyetle tatminkâr olarak gidecekti. Bir yıldan beri pek çok mal sattırırken de kendisinin evvelki mallarından ve ata mülkünken özel olarak seçtirdiği billur su gibi sağlıklı ve temiz olanlarını sattırdı. Bu yüzden Kunanbay’ın sürülerindeki meşhur al donlarla geyik kulası yılkıların sayısı iyice azalmış, seyrelmişti.
Kunanbay ömrü boyunca pintiliğin kulu olan biri değildi. Fakat açılıp saçılan biri de değildi. “Düşüncesiz olmayayım” diyen biriydi. Karkaralı’da hiçbir Kazağın yaptırmadığı büyüklükte bir cami yaptırmak gibi bir faaliyet olduğunda hiçbir şeyini esirgemezdi. Bu seyahatinde de böyle bir şeyi kafasına takmış gibiydi. Fakat ne yapacağını çoluk çocuğuna da söylemiş değildi. Gidip yerine getirerek dönerse, o zaman söyleyecekti…
Parasını pulunu abaküsle toplayıp çarparak hesaplayan Tinibek hısmı önceki gece Kunanbay’ın bütün birikimini kendi elleriyle saymış, uygun şekilde kaplamış, elverişli demir bir sandığa yerleştirerek teslim etmişti. Kunanbay’a:
– Mırza, bu kadar fazla parayı niye aldınız, diye çoktandır düşündüğü bir hususu da sormuştu. Kunanbay o zaman da aklındaki düşünceleri açık etmemişti.
– Çok olsun, ne yapacaksın yahu? Mal bizim için, biz mal için doğmuş değiliz ki, diyerek kısaca cevap vermişti.
Böylece, seyahat sırasında ihtiyaç duyulacak para kaygı olmaktan çıkmıştı. Seyahatin zorlu geçecek olması hususunda duyulan kaygı ise yaşlılığın metaneti ile mecalinin azlığındandı. Özellikle bunu çok düşünen Kunanbay bu seyahate çıkma niyetini Izğuttı’ya da söylemiş, onu yanına yoldaş etmişti. O, çok uzun zamandan beri güvendiği yoldaşlarından biriydi. Şehirdeyken tertemiz bir şekilde Mekiş’e diktirdiği yeni kıyafetlerini giyinmiş olarak Kunanbay’ın tam yanında oturan kişi oydu. Yaşı kırkın ortalarını geçmiş olan Izğuttı bu dönemde yirmi beşindeki delikanlı gibi zinde, kuvvetli ve canlı idi…
Dışarıdan geldiği için bir süre ses çıkarmadan oturan Kunanbay kendisine sunulan çayı içti, sıcak samsadan[2 - Samsa: Kıymalı börek.] ve söğüş etten yedi, karnını doyurdu.
Sofra başında oturmasalar da eve girmek ve yola çıkmadan önce Kunanbay’ın yanında olmak isteyen yakınları birer ikişer içeri giriyor, odada çoğalıyorlardı. Kunanbay yola çıkmadan önce ev ahalisiyle, çoluk çocuğuyla baş başa kalarak söyleyeceklerini bu odadaki sofra başında söylemeyi düşünmüştü. Şimdi biraz daha beklese bütün halk doluşacak gibiydi.
Kunanbay Mekiş’e bir kez daha baktıktan sonra bir müddet düşündü ve konuşmaya başladı:
– Ey benim evlatlarım, dostlarım yarenlerim, kardeşlerim akrabalarım, dedi. Düşünceli ve serinkanlı bakışını odadakilerin yüzlerinde dolaştırdı.
Odadaki herkes sus pus olmuş, çay servisi de durmuştu[3 - Kazakistan’daki sofra adabına göre, sofradaki büyüklerden birisi herkese hitap ederek konuşmaya başlayınca herkes yemekten içecekten elini çeker, bir şey yemeden içmeden konuşan büyüğü dinler.]. Kunanbay oturduğu yerde gövdesini yükseltti, tek gözünü bütün ağırlığıyla tam karşısına dikti ve konuşmasını devam ettirdi:
– Sizler beni bu seyahate göndermeye kıyamıyor gibisiniz. “Yaşlılık çağında nereye gidiyor, tekrar dönüşünü görmeyecek miyiz, bu gidişi hayra mıdır efendim” diyerek esirgeyişle bakıyorsunuz, deyince oda içindeki herkesin gözlerinde tutulamayan gözyaşlarını gördü. Mekiş başlamıştı, Jakıp ve Takejan da yaş döküyordu.
Kunanbay şimdi bunları dikkate almadı. Konuşmasını sürdürdü:
– Bu yaptığınız beni bu yola göndermeye kıyamamak değil, bu yolu bana kıyamamaktır… Bir zamanlar olmamış mıydı? Ben o zamanlar da kanı kaynayan bir genç değildim. Burada oturan sizler, hepiniz, beni zorluğu bundan daha fazla olan başka bir seyahate uğurlamıştınız. Ara dokunan o zulüm, hükmedici gücün önüne katıp sürüşü idi. O zaman ben sürgün gönderilsem ne olacaktı? Sürgünde yaşarken ölmem işten bile değildi? … Bugün öyle değil, kendi arzuladığım muradıma gidiyorum. Bu dünyadan; ocak başında toruna, sofra başında geline, mal başında çobana “hayt huyt” diyerek ölecek velveleci bir ihtiyar olarak göçsem, ben sizlere layık bir baba, sizlere layık bir ağabey, sizlere layık bir kardeş olabilir miyim ki? Hayat sadece kazançla mı tatlı ki? Bilakis kazanca ulaşmak yolundaki arzu ve murat ondan da tatlı diyebilirim. Hâl böyleyse, bu seyahat benim kalan hayatımın muradıdır işte.
Hepinizden bir ricam var: Bu yolda ak buyruklu ecel saatim gelir de öldüğümü işitirseniz, o zaman da herhangi biriniz bana acıyıp, acışıp “hay gidi, hayalinin peşinden giderken öldü ya efendim” diye arkamdan söylenmeyin. Bu, bana dostluğunuz olmaz. Sizlerin keyifle yaşadığınız gençliği, ben gayri ihtiyari ateşleri kucaklayıp öperek geçirdim. Sizlerin gelecekte tadacağınız ballara da zehirlere de ekmeğimi banarak geçirdim. Az mı, çok mu? Allah’ın verdiği günleri akraba olarak, kardeş olarak birlikte geçirdik. Bununla kanaat ettim.
Çoluklu çocuklu olarak iş peşinde hayatı yaşarken her birimizin ecelimiz kendiliğinden ve münferiden gelir. Topluluğundan, cemiyetinden ayrı gelir. O geldikten sonra nerede geldiğinin, hangi durumda geldiğinin ne farkı var? Vakit bizden geçti, sizlerin gençlik devriniz geldi. Hayatınızda haysiyet arayın. Ben sizin hayatınıza, yaşam mücadelenize yol veren kişiyim. Kuytudaki vadiyi en sonuncu sığınağı yapan yaşlı Sarı Arka’nın kısa patikası kadar az bir yolum kaldı. Benim şimdiki kısa yolumun kusuruna bakmayın. Ağlamadan bunaltmadan at bindirip uğurlayın!
Sizler gündelik hayatınızın ilgisine eğlencesine, olabildiğince özgürce maksat ve muratlarınızın peşine gidin. Beni düşünen elemli gönül olmasın. Hayatınızı şamatalı pazaryeri gibi kılın. Sizlerin hayatta böylesine coşkuyla, rengârenk ilginçliklerle ve mutlulukta serbestçe yaşadığınızı düşünerek yaşarsam, bu benim ta uzaklarda meşakkatle geçecek yolumu da kolaylaştıracaktır. Diyeceklerim bundan ibaret! Artık yola çıkarmak için toparlanın, dedi.
Izğuttı’ya bakarak “toparlanın” der gibi işaret etti. O, yerinden kalktığında Takejan, Ğabithan ve Ospan gibi gençlerin tamamı onun peşinden kalktı. Abay da babasının yanından kalkmak için yeltenmişti ki Kunanbay bir elinin ayasıyla aheste bir şekilde onun dizine bastırdı:
– Evet oğlum! Bulduklarınla öğrendiklerini anlatsana, dedi.
Abay mürekkeple yazılmış bir tomar kâğıt çıkardı cebinden ve Izğuttı’ya bakarak:
– Benim bulduklarımın tamamı bu kâğıtlarda. Izğuttı ağabey, bunları yanında taşırsın, dedi.
Abay babasının deminki büyük sözlerine ve hayatında uzun zamandan beri ilk defa açılarak söylediği sırlarına istinaden delikanlı gönlünde uyanan akrabalık duyguları hususunda bir kaç söz söylesem diye düşünüyordu. Çekinmeden konuşmasına devam etti:
– Baba! Kucağınızda büyüyüp, birlikte yaşamış olsak da yakınının hususiyetleri ve vasıfları yakınınca bile birden anlaşılmıyor. Adım adım açılıp anlaşılıyor. Büzüşerek dünyaya gelen tomurcuk birden bire açılıp kaynayarak çiçek oluyor, bir müddet eğilip büküldükten sonra içi dolu meyve oluyor. Az önce söylediğiniz vasiyet sözleriniz, şu akılsız evlada ettiğiniz dua ya! Minnet duyup âmin dedik. Babalık emeğinizi boşa çıkarmadan büyümek bizim de muradımızdır, dedi. Sadece babasının anlayacağı şekilde söyledi, kısaca bağladı. Böyle söylemesini Kunanbay da makul bulmuştu…
Abay elindeki kâğıtları Izğuttı’ya verirken Kunanbay yoldaki büyük şehirlerin adını bir kez daha sordu. Abay “Kazak bozkırındaki kumluk bölgelerle çölleri Karkaralı’dan katılacak olan imam vekili Öndirbay bilir” dedi. Yolun beri tarafı hakkında bir şey söylemedi. Taşkent’e kadar Kazakların arasından gidilecekti. Ondan sonraki şehirleri birer birer saydı. Üzerinde en çok durduğu şehirler Semerkant, Merv, Meşhet, İsfahan ve Abadan idi. Bundan sonraki yol ya Arap çöllerinden gidilerek geçilecekti ya da daha uygunu, gemi ile dolanarak gidilip Mekke yakınlarında inilecekti. Kısacası, Abay’ın pek çok kitaptan araştırarak bulduğu en kestirme yol sıralaması buydu. Abay okuduğu kitaplar içinden bulduğu kaynak bilgileri sadece bugün değil, bundan önceki günlerde de yeri geldikçe söylemişti. Yol üzerindeki halkların kendine özgü hayatlarını, coğrafi durumlarını, mesleki ve zirai geleneklerini uzun uzun anlatmıştı. Bütün anlatılanları can kulağı ile dinleyen Kunanbay, Abay’dan içtenlikle memnundu.
Nice vakitler anlaşamayıp gönül kırgınlığıyla araları buz gibi yaşasalar da bu dönemde büyük bir teselli bulmuş gibiydi. Bunu bir konuşmasında Uljan’a da söylemişti:
– “Arkamda kim kaldı” diyecek olsam, dayanağım desteğim yok değil. Yolu benim yolumdan başka olsa da, benim tesellim senin oğlun! Melekler yolunu aydınlatsın. Artık sadece kendi bildiğini yaparak yaşasın. İleri geri konuşup köstek olmayın, demişti…
En nihayet baba ve oğul, uzun mu süreceği, ebedî mi olacağı bilinmeyen ayrılık anı gelince helalleşerek vedalaştı…
Kunanbay’ın bu seyahatine onunla birlikte gitme yemini eden imam vekili Öndirbay kafileye Karkaralı’dan katılacaktı. Yolcular şimdi İrtiş’e yaslanarak Kazak sahrasının engin merkezine doğru yönelecekti. Sonraki yollarda bunların bineceği araçlar nice türlü değişecek olsa da Tinibek özellikle ısrar ederek Semey’den Karkaralı’ya kadar arabayla gitmelerini söylemişti…
Kunanbay ile Izğuttı’nın bineceği büyük fayton Tinibek’in geniş bahçesinde koşulu duruyordu. Kışı yulaf yiyerek geçiren, şimdi karınlarını toparlamış hâlde sıkı görünen, geniş sağrılı, al donlu at üçlüsü boyunduruklarını silkeliyor, berrak sesli bakır zili şıngırdatıyor, gemlerini çiğneyerek sık sık pıskırıyorlardı.
Azıklar, yorgan ve yastıklar, kaçar takım yazlık ve kışlık elbiseler gibi malzemelerin tamamı yerleştirilmişti faytona. Kunanbay’ı Karkaralı’ya kadar götürecek olan Mırzahan sürücü koltuğuna oturalı epey zaman geçmişti.
İlkbahar gününün öğleye yaklaşan bir vaktinde iki katlı evin bütün odalarındaki kalabalık topluluk üst üste dışarı çıkmaya başladı. Pek çoğu yerel kıyafetler giymiş olan bölge insanlarıydı. Fakat onlarla birlikte şehrin tüccarları, medrese öğrencileri, imam vekilleri ve imamlar gibi konuklar da çoktu. Kunanbay bunlara Tinibek aracılığıyla sadaka verdirmiş[4 - Sadaka verme: Kazakistan’da Hacca yolcu uğurlanırken, cenaze namazı kılındıktan sonra meyyit kabre uğurlanırken, cenazenin ardından yedisinde, kırkında, yüzünde veya yıldönümünde cenaze yemeği verilirken toplanmış olan herkese hemen hemen fitre tutarına yakın bir meblağda sadaka dağıtılır. Gelenlerin zengin yahut fakir olup olmadığına bakılmaz.], tamamının hayır duasını almıştı. Bu defa konuklar ziyafete kanmış, ceplerine konulandan da memnun olmuş vaziyette tebessüm ederek gülüşüyor ve evden keyifle çıkıyorlardı.
Kunanbay bu topluluğun en önünde arabaya doğru gelirken faytonun gölgesinde oturan iki kişi yerinden kalktı ve Kunanbay’a doğru yürüdü. Uzaktan selam vererek yaklaşan ve Kunanbay’ın yanına gelen bu kişilerden biri sakalı bozarmaya başlayan Darkembay idi. Yanındaki ise yırtık kaftanlı, zayıf yüzlü, yalın ayaklarının derisi üstünü kaplayan kirden görünmeyen on on bir yaşlarındaki bir çocuktu. Darkembay iyice yaklaşıp Kunanbay’a “hayırlı yolculuklar” diledi ve hemen peşinden hızlıca konuşmaya girişti:
– Kuneke! Uzun bir seyahate çıkıyor, Allah’ın yoluna gidiyorsunuz. Buna da “dilenme seferi” deniyor ya! “Giderken buradaki hakiki bir dilencinin derdini dinleyerek gitsen” diye bekliyorduk. Şu çocuğun bir arzı var. “Allah için söyleyiver” diyerek beni peşine takıp getirdi, dedi.
Kunanbay kaşlarını çattı, tiksinerek baksa da yürüyüşünü durdurmak zorunda kaldı:
– Ben dünya sözünden uzaklaşmak için yola çıkan biriyim. Arzını benden başka birine söyleyemez miydin, dedi. Darkembay:
– Başkasına değil, size söylenecek bir arz idi Kuneke.
– Bana söyleyecek ne sözü varmış bu çocuğun?
– Sözü kendi başında olduğu için geldik…
Kunanbay çevresindeki topluluktan, özellikle tüccarlar, imamlar ve imam vekillerinden çekindi. Bu arada göz ucuyla etrafı bir kolaçan etmişti. Herkes afallamış, apışıp kalmıştı. Kunanbay’ın yakınında yürüyen Maybasar Darkembay’ı şimdi tanımış ve onu, önüne katarak Kunanbay’ın yolundan uzaklaştırmak istemişti:
– Darkembay mısın, nesin? Ne diye “arzım var” diyerek yola çıkmak üzere olan kişiye yapışıyorsun? Çekilsene kenara, dedi. Son kelimelerini fısıldayarak söylese de öfkeyle söylemişti.
Fakat Darkembay ondan korkmuş değildi. Şimdi Kunanbay ve Maybasar’ın, oradaki hazirundan çekindiğini fark etmiş, sesini özellikle sertleştirerek herkese duyururcasına konuşmaya başlamıştı:
– Binlerce fakir fukaranın içinden gelen bu çocuğun arzı, senin dinlemen gereken bir söz. Allah yoluna giderken özel olarak dinlenilmesi gereken bir söz.
– Bu çocuk kim? Arzı nedir? Çabucak söylesene, diyen Kunanbay’ın kaşları hâlâ çatık, sesi memnuniyetsiz idi. Darkembay çocuğu tanıttı:
– Çocuk, evvelki Borsak Kodar’ın torun kardeşi. Bu Kögaday’ın evladı. O zamanlar Kodar ölünce tek kardeşi Kögaday Sıbanlar arasında gündelikçi olarak çalışıyordu, ırakta kalmıştı. Kendisi hayatı boyunca can çekişen hasta bir adamdı. Altı yıl oldu. Kögaday da öldü. Dolayısıyla Kodar’dan kalan tek nesil şu yetim çocuk Darmen, dedi.
Zayıf yüzünde boz tüyler biten, göz çukurundaki yeşil damarları görünen ve etsiz kemikleri göze çarpan çocuk öylece duruyordu. Gözlerinden birini kirli koluyla silen ve titreyen çenesi ile gözyaşlarını zorla durduran Darmen Kunanbay’ın gözüne baktı. Kunanbay onu da ok gibi fırlatacakmışçasına:
– Bu çocuğun bende nesi var ki, dedi.
– Nesi yok ki, Kuneke, diyen Darkembay keskin gözlerini Kunanbay’ın gözüne dikti ve eleştirmen gibi baktı.
– Söyle öyleyse bunun bana diyeceği sözünü. Yürüyün şöyle, dedi. O, Darkembay’ın konuşmasının ağırlaşarak devam edeceğini tahmin ediyordu. Diyeceği sözleri topluluğun önünde söyletse kendi kendisine yumruk atmış gibi olacağını hissetmiş, Darkembay ile çocuğu önüne katarak kalabalıktan uzaklaştırmıştı…
Bahçe içinde Kunanbay’ı çevreleyen yaşlı genç Irğızbaylar ile tüccarların zenginlik ve varlıklılıklarını gösteren kunduz börklü kaftanlı giyim kuşamı gibi imamların ve imam vekillerinin sarıklı cüppeli görünüşleri de seçkinceydi. Kunanbay, Darkembay ile Darmen’i bu seçkin topluluğun arasından çıkarıp uzaklaştırmış gibi oldu. Tinibek’in bahçesindeki bu iki kişi bitap düşmüş hâlleriyle ve bir deri bir kemik kalmış cılız yüzleriyle bir başkaca eskiyip tozarmış gibi görünüyorlardı. Köhnemiş yırtık giysileriyle farklı bir azap dünyasından hortlayarak gelen, yoksulluk ve ağır muhtaçlık tutkunları gibiydiler. Kunanbay onları topluluktan ayırarak kenara çıkardığında Maybasar ve Takejan da arkalarından geldi. Abay da onların peşine takıldı.
Darkembay konuşuyordu:
– Kodar’ın tek kardeşi ölse de “kan hakkı” demedi. Sesini çıkarmadı zamanının çilekeşi, dedi.
“Zamanının” sözü Kunanbay’ın ta kendisini ifade ediyordu. Bundan huylanan Kunanbay artık kızmaya ve öfkeyle konuşmaya başladı:
– Ne diye boşboğazlık ediyorsun Darkembay? “Kodar’ın kan hakkını iste” diye seni bana gönderen hangi Bökenşi, hangi Borsak? Söylesene şunların adlarını, diyerek kahırlandı. Kunanbay’ın bugün sabahtan beri çehresini kaplayan mülayim derviş, uysal mümin görüntüsü bütünüyle yok oldu. Düşmanlık ve çarpışma sırasında göğererek çatılan eski sert kisvesini yeniden bulmuştu. Bir anda gürüldeyerek saldıran, yakaladığı avın derisini dişleri ve tırnaklarıyla yüzmeye başlayacak olan yırtıcı yabanilerin acımasız vahşilik çehresine bürünüverdi.
Darkembay onun bu görünüşünden de çekinmiş değildi:
– “Kan hakkı iste” diye gönderen Borsak yok. Borsaklarda böyle bir kan hakkı da yok. “Kan hakkı” demiyorum. Fakat Karaşokı’yı ne yapacaksın? Orası bu çocuğun terekesi değil miydi? O Karaşokı’da bugün büyük oban, Künke’nin obası kışlayıp mal bakarak, türeyip çoğalarak oturmuyor mu? Allah’ın evine gideceksin… Böyle yalnız kalmış bir yetimin hakkını boynuna ilerek mi gideceksin, dedi.
Kunanbay bağırıverdi:
– Yeter artık Darkembay!
– Ben diyeceğimi dedim.
– Hayatım boyunca garezini benden esirgemeyen belalı düşmanım! Sen miydin, kan bürüyen gözlerini dikerek arkamı kollayan felaketim?
– Kuneke! Ben belanın başı değilim. Sadece beladan koruyan bir baş idim!
– Eskiden tüfeğin gezini bana doğrultan da sen değil miydin?
– Nişan alsam da ateş etmiş değilim… Günahsızımın boynuna halat takıp darağacına asan karşımda diri dolaşıyor ya, diyen Darkembay sert bir nefes aldı. Keskin bakışlarını hâlâ Kunanbay’ın yüzünden çevirmemişti.
Kunanbay ne kadar kahırlı, ne kadar zehirli olsa da böylesi bir ithamdan alabildiğine korkmuş, beti benzi kaçmış, titremeye başlamıştı.
– O zaman vurmadıysan, bugün vurdun işte! Bu, benim mezarıma sıktığın kurşun oldu, dedikten sonra “daha ne duruyorsun, buna tahammül ediyorsun” der gibi birden bire Maybasar’a döndü. Çaresizliğini anlayarak “bu herif yakama yapıştı yahu, deyiverdi. Maybasar aynı anda sert bir hamleyle Kunanbay ile Darkembay’ın arasına daldı, kaynarcasına kinlenerek müdahale etti. Çok fena küfür ettiği Darkembay’ı uğurlayıcı topluluğun görmeyeceği şekilde zulalayarak gövdesinden yumrukladı:
– Kapat çeneni, dedikten sonra, konuşmasını sona erdirmek için kısık sesle “artık sesini çıkarırsan sakalından tutar, oğlak gibi keserim seni” dedi.
Kunanbay geri dönerken Takejan ve Maybasar iki kolundan tuttukları Darkembay’ı olduğu yerde alıkoydu. Darkembay’ın yumruklandığını gören Darmen avaz avaz ağlamaya başladı:
– Günahım boynuna… Günahım boynuna, diyerek ağlıyordu.
Darkembay iki sağlam yiğidin baskısı altında olsa da son sözünü Kunanbay’ın ardından sertçe söyledi:
– Dün kudretini Ağa Sultan olarak yürütüyordun. Şimdi Hacı Kunanbay olarak yürütmek için gidiyormuşsun. Anladım, bu Allah yolu değil… Yine yas tutturan Kunanbay yolundan gidiyormuşsun. Öldürt, dalat beni eniklerine, dedi.
Maybasar ile Takejan, ikisi iki taraftan boğuk sesle konuşarak Darkembay’a:
– Kes sesini, nesepsiz, diyor ve o arada nefes nefese pençeleyip didikliyorlardı.
O anda onların yanına kadar gelmiş olan Abay, ağabeyi ile amcasının Darkembay’ın yakasına yapışmış olan ellerini yolarcasına çekti ve sertçe itekleyiverdi:
– Allah’ın belaları, arsızlar! Çekin ellerinizi, deyiverdi.
Desteksiz kalınca sırtüstü düştüğü yerden Abay’a bakan Darkembay, onun yüzünün bomboz olduğunu, iki gözüne kan dolduğunu, Takejan ile Maybasar’ı yarıp geçercesine ateş savurduğunu gördü.
Abay:
– Müdahale etmeyin, arsızlar! Bunun talebi, babamın Allah huzurunda cevap vereceği sorunun kendisi. Ne sandınız, ne düşündünüz siz! Basiretsiz utanmazlar! Mekke’ye giderken de “böyle günahlarım var” diye düşündüğü için gitmiyor mu, dedi ve Maybasar ile Takejan’ın konuşmasına fırsat tanımadı. O anda yüzünü Darkembay’a döndü ve şefkatli bir ses tonuyla.
– Darkembay! Söylemesen olmazdı tabii. Bununla ilgili yürek acın olunca, çetin yerde dile getirsen de ayıplayamıyorum. Babam için ben borçluyum. Beddua etmeden, burada beklemeden dönüver ziyalım. Sözün bana yetti. Etimi bırak, kemiğimden geçti. Git şimdi, gidin hadi, dedi. Darkembay’ı öperek ayağa kaldırdı, cebinden çıkardığı yüz somu[5 - Som: O devirdeki para birimi, akçe.] Darmen’e verdi, bahçenin arka kapısına doğru yönlendirdi…
Kunanbay uzun süre ses çıkaramadı. Birbirine sokularak bahçeden uzaklaşmakta olan Darkembay ile Darmen’in arkasından bakarken içinden fısıldayarak tövbe eden biri gibi olduğu yerde kalakalmıştı. Bu arada Izğuttı ve Uljan Kunanbay’ın yanına yaklaştı, yola çıkma vaktinin geldiğini hatırlattı. Kendine gelen Kunanbay bahçedeki kişilerle aceleci bir şekilde çabuk çabuk vedalaştı ve faytona bindi. Izğuttı ile Uljan da faytona binip onun yanına oturdu. Akrabalarıyla birlikte Uljan da kocasını belirli bir yere kadar götürüp uğurlayacaktı…
Al donlu üç atın koşulduğu şık fayton zengin evin geniş kapısından tıkırdayarak, şıngırdayarak akarcasına çıkarken onları uğurlamak amacıyla başka faytonlara ve atlara binmiş olarak peşlerine takılan insanların sayısı hiç de az değildi. Kunanbay’ın faytonunun ardından iki fayton daha çıktı yola. Onların birine Mekiş ile Abay binmişti. Diğerine ise Tinibek ile baybişesi. Böylesine bol sürücüsü olan faytonlar ve atlılar sokağı doldurup yüksek sesle konuşa konuşa tozutarak giderlerken küçücük şehrin kadını erkeği, çoluğu çocuğu koşturarak kapı önlerine yahut pencere diplerine yığılmış, uzun süre dağılmadan hacca giden yolcuları uğurlayanların arkalarından bakmışlardı. Bu şehirde, bugün, kimin seyahate çıktığını ve nereye gittiğini bilmeyen kimse yok gibiydi.
Salınımı uzun süren topluluğun en önünden hızlı bir şekilde giden Kunanbay’ın faytonu kısa bir süre içinde şehrin dışına çıktı, batıya doğru uzanan toprak yola düştü.
Süvarilerin tamamı yele uçuşturuyor, bir toplaşıp bir dağılarak hemen peşlerinden geliyordu.
Kunanbay dönüp arkasına bakmıyordu. En azından bir duraklık mesafe sonrasında bütün akrabalarla tekrar bir araya geleceğini ve hepsiyle vedalaşacağını biliyordu.
Darkembay’dan ayrıldıktan sonra uzun süre ses çıkaramamış, surat asıp kaş çatarak oturup kalmıştı. “Duruluğumu bulandırdı, duruluğumu bulandırdı efendim” diye düşünüyordu. Bazen, çukurda biriken durgun bir suya atılan keseğin oluşturduğu dalgaları ve o suda oluşan bulanıklığı hayal ediyor, gözünün önüne getiriyordu. Gidişiyle ilgili düşünceleri ve önceden kararlaştırdığı mizacı bu sabahki tavrı ve sözlerindeki gibiydi… Sofuca sözler söyleyip tavırlar takınarak geride kalan halkı kendi yolculuğuna hayır dua ettirecek, arkasında bırakarak yoluna gidecekti. Darkembay, fırtına gibi eserek bütün bunları silip süpürmüş, onu bu hayattan kovarak çıkarmış, fırlatarak dışarı atmış, tek başına bırakmıştı sanki.
Bundan dolayı öfkeden kudurarak uzun süre ses çıkarmadan oturmuş, nihayet kendisini zorlukla toparlamıştı. Artık hiç değilse Uljan’la helalleşip, gönlünü alarak gidecekti.
Mırzahan’a atları yavaşlatmadan sürmeye devam etmesini söyledi ve Uljan’a döndü. Hâlden anlayan ve duygusal bir adam olan Izğuttı o anda sürücüye doğru kaydı, Kunanbay ile Uljan’ı son konuşmalarında yüz yüze ve baş başa bıraktı. Kendisi Mırzahan ile yolun gidişi ve dönüşleri hususundaki tahminlerini konuşmaya başladı. İlkbaharın ilk günleri idi. Bu bölgede yeşilliklerin aheste bir şekilde yeni yeni bitmeye başladığından, kış soğuğunun da tam olarak geçmediğinden dem vuruyordu.
Kunanbay bütün vücuduyla Uljan’a doğru döndü, yüzüne bakarak konuştu:
– Baybişe, sadece ev arkadaşım değil, hayat yoldaşım idin. Uzun geçen ömürde hangi zorluğun altına girersem gireyim, arkamdaki desteğim sen idin. “Kaderin baht verdiği bir insanım” diye düşünürdüm… Konuşmasak da her zaman yerimi gösteren bir sima ile yürek vardı sende. Buna güvenirdim de bazen asabileşir, bazen gurbete giderdim. Bahtımın sarhoşluğuyla şımarmış olmalıyım… Şimdi hangi tepenin başında kalacağımızı kim bilebilir. Senin söyleyeceğin bir kusurum varsa bile, benim sana yükleyecek zerre kadar nazım yok… Samimi yüreğin ve iyi niyetlerinden Allah razı olsun, evlatlarının bahtı açık olsun… Hayatım boyunca benim söyleyeceklerimi kendin söyledin, hayallerimi kendi hayalin gibi benimsedin, dedi.
Kunanbay’ın bu konuşması esnasında Uljan’ın nurlanmış akçıl pembe yüzü içini donduran sezgilerle göğerdi ve çok değişti. Fakat ses çıkarmadan oturdu, yüreğindeki duyguları bastırdıktan sonra:
– Mırza, atalarının ülküsünü hayata geçirecek neslin olsun! Senin için de kendim için de dileyeceğim tek dileğim bu. Bu seyahatine kusur yüklemeyi bırak, naz etsem bile bu yaptığım hâlden bilmezlik olurdu. Beni darağacı gibi yükselterek konuştun. Fakat ben öyle değilim ki! Her dönemdeki işlerimi düşünüyorum da, benim de kabahatim çok yahu. Doğru mu, yanlış mı, bilmiyorum Mırza, dedi ve ağırbaşlılıkla kocasının yüzüne baktı.
Uljan artık dengi biriyle kendi arzuladığı gibi serbestçe konuşan düşünceli bir görünüşe bürünmüştü. Bu arada kendi yüzü de yeniden doğal güzelliğini bulmuş, bir türlü nura bulanmış gibiydi. Seyrek karşılaşılan güzellikte, ferah ve eşsiz bir görünüş… Sözünü sürdürdü:
– Gençlik çağında insana döşek de, ev de, hatta dünya da dar imiş. Ama yaşlanıp da zeval çağına yaklaştıkça dünya genişliyor imiş… Zaman geçtikçe insan küçülüyor, çevresindeki kuytu yerleri aramaya başlıyor, başkalarına yer açmak istiyor. Kusurları azalıyor, bağışlayıcılığı çoğalıyor, hevesi kaçıyor. Bu ruh hâlinin bana galip gelişi üzerinden çok zaman geçti, dedi ve biraz fasıla verdi. Kunanbay tüm dikkatini ona veriyor, can kulağı ile dinliyordu. Düşünceli gözleri “daha da söyleyiver” der gibi yalvarırcasına Uljan’ın yüzüne dikilmişti. Karısının söylediği sözler tam da Kunanbay’ın içindekileri okur gibiydi.
Uljan konuştukça nurlanan yüzünü hafifçe kaldırdı, duygulanan gözlerini birazcık kıstı:
– Son zamanlardaki bu durumu söylediğime bakma, ben de diğer kadınlar gibi biriyim. Ben de onların çektiği; bir o yana bir bu yana savrulmaları, dişleri gıcırdatan gerilmelerle bir kenara çekilip büzüşmeleri içimde yaşayarak geçirdim. Yalnızca kadınlar, ana bağrındaki yavru gibi ya erkeklere yanaşıp dayanarak yahut uzaklaşıp çekişerek büyürler. Kadın erkekten kötülük de alır, haysiyet de alır. “Benim iyiliğim varsa o senin de yabancın değildir, kendindendir” diye bilirim. Sen sen olmasan, ben ben olmazdım herhâlde. Eksikliğim olmuşsa, başkalığım olmuşsa, bunun birazı senden olmuştur. Uzun zamanları böyle geçirdikten sonra, bugün gelip memnuniyetini söyleyerek gitsen yeterli olur. Bu saatten sonra ben seninle çekişecek değilim ya Mırza, dedi. Uzun hayatı boyunca kocasından kaynaklanan pek çok üzüntü hafızasında dursa da onlara değinmedi. Duygularının önünü kesti. İkisi de nice yıllardan beri ilk defa tam da bu helalleşme sırasında birbirine bu kadar açılmıştı. Birbirlerine şükranlarını ifade ederek içtenlikle anlaştılar. Bu durum ikisini de memnun etti…
Bu konuşmadan sonra Kunanbay hafif ve uygun düşen başka konulara geçti. Bu mevzulara Izğuttı’yı da dâhil etti. Kunanbay ile birlikte Mekke’ye gidecek olan imam vekili Öndirbay uzun zamandan beri ona saygı gösteren biriydi. Şimdi bütün akrabalardan da yakın olacak, birlikte seyahat edeceklerdi.
Bu Öndirbay’ın Kunanbay’dan bir ricası vardı. “Ya bir kız vereyim, ya bir kızını alayım, hısım olalım” diye arzuluyordu. Bu defa görüştüklerinde Öndirbay ricasını tekrar dile getirirse, Kunanbay söz keserek yola çıkmak istiyordu. Öyle olursa mektupla bildirecekti. Öndirbay’ın genç bir kızı vardı. Uljan onu gelin edip kendi yanına alsa uygun olurdu. Kunanbay’ın en genç oğlu dağdeviren haylaz Ospan evleneli iki üç yıl olmuştu. Fakat kendisi aklına getirmese de ana babası için torun sevemeden geçen yıllar hüzne dönüşüyordu. Böylece, bu defa, Ospan’a bir eş daha alma fırsatı vardı. Uljan buna hazır olmalıydı.
Yol boyunca bu faytonun içinde konuşulan şimdiki sohbet konusu bu oldu…
Üç kulanın koşulduğu ikinci faytonda Abay ile Mekiş vardı. Bu ikisi uzun süre konuşmadan seyahat etti. Her birinin gönlü bir başka türlü düşüncelerle dolup taşıyordu. Kalabalıktan uzaklaştıktan sonra Mekiş hüzünlü yangıyla betimlenen düşüncelerinin ağır akınına teslim oldu, kendisini dizginlemeden ağladıkça ağladı. Abay bir iki defa ona “yeter artık Mekiş, ağlama” diyerek durdurmak istese de ablası onu dinlemedi. Nihayet Abay sessizce kendi iç dünyasındaki düşüncelere dalıp gitti.
Abay’ın aklını tamamıyla meşgul eden düşünce deminki Darkembay’ın sözleri ile tavırları idi. Abay’a göre o, Kunanbay’ın yemek için önüne koyduğu lezzetli aşı tekmelemiş, alt üst edip gitmiş gibiydi. Onun başındaki pis bez garipliğin talihsizlik kursağı gibi hissediliyordu. Çocuk ise bütün hayatıyla, biçareliğiyle ve Darkembay’ın dile getirdiği doğru çekişmelerle Kunanbay’a verilmiş hayat hükmü gibiydi. Bu hüküm duayla, namazla, oruçla ve hacı olmakla başa çıkılamayacak kadar ağır bir hükümdü.
Bu hüküm karşısında “böyle günah bir rezilliğim vardı” diye pişman olan Kunanbay olsa neyse. Yok! Abay babasının yüzünde böyle hakiki bir pişmanlık da görmüş değildi. Sadece onun her zamanki katı hiddetini görmüştü. Bu iki mizaç arasında uçurumlar kadar fark vardı. Bunlar günahkârlık il masumiyet arasındaki kadar birbirine ters duygulardı. Öyleyse… Babasının bu seyahati, bu gidişi niyeydi? Demek ki Darkembay’ın sözlerinde haklılık payı vardı. Kunanbay’ın gidişi Allah rızası için değildi, toplum üzerindeki tahakkümünü pekiştirmeye yönelik bir gidişti… Bu yargıya ulaşan Abay kaşlarını çatıverdi, derin bir alaycı istihza ve memnuniyetsizlikle gülümsedi. Kunanbay’ın hâlini düşünmekten, gönlünü onun seyahatiyle ilgili kaygılardan uzaklaştırdı ve başka bir hâle büründü.
Hızlı giden fayton o sırada tek tük bitmeye başlamış olan ve yolun iki yakasını bürüyen kısacık otların arasından geçiyordu.
İlkbahar, uzun zamandan beri şehirden çıkmayan Abay’a, gelişini daha yeni beyan etmiş gibi oldu. Sol yakada, uzaktaki ufukta, gri bir duman içinde Semey dağı göründü. O da kardan arınmıştı. Sanki kocaman, yamuk ve sert bir dalga kıvrılıp çatılarak gelmiş, ebede kadar susarcasına dağ olarak katılaşıp kalmış gibiydi. Çevresindeki her yanı birbirinin aynı olan geniş bozkır ortasında tek başına yükselen ve yakışıksızca olduğu yerde kalakalan bu tek tepeli dağ, ebediyete kadar sepsessiz kalarak öylesine uzayıp giden çölün bir devrinde herhangi bir şekilde yerden fışkırırcasına yükselen ama önüne çıkan engele takılarak kalan isyan dalgası mıydı? Öfke patlaması mıydı? İşte öylesine bir görünüşteki farklı bir dağ idi, bu dağ…
Abay, dağın siluetinde böylesine ayrıksı bir yapı görerek gözlerini ayırmadan ona bakarken kalpağını çıkardı. Semey dağından efil efil esen elverişli yel sıcaktan bunalan başını ve yüzünü okşadı.
Haz duyarak derin derin iç çektikçe vücudu dinçleşti, uyanık ve duygusal gönlü de ferahlayıp genişler gibi oldu. Düşüncelerinin temelinde babasının bugün helalleşirken söylediği sözler, hayatı boyunca babasından duymadığı laflar, o güne kadar fark etmediği ücralıklar vardı. Uzun ömrü boyunca farklı bir mizaçla yaşayan babası, şu son saatlerde fevkalade dalgalanarak ortaya çıkan yeni bir sırla kendini göstermişti. Şimdi ayrılacakları dönemde içindeki büyük bir sureti ortaya çıkarmış, kim olursa olsun herkesi bağışlatır türden ar ve keder tonuyla konuşmuştu. O vakitten beri Abay babasını seyahate uğurlayan bir kişi gibi değil, babasının ölerek kopup gideceği saatte onun yanı başında durarak candan gelen samimi ve içtenlikli sözlerle konuşan bir kişi gibi olmuştu.
Mekiş’in sıcak gözyaşlarını bir kez daha sildiğini fark eden Abay kendi işini kendisi anlamayan birisi gibi dağa bakıp mırıldanarak şarkı söylemeye başladı. Mekiş onun tam da bu sırada şarkı söylemesini uygunsuz bularak birdenbire başını çevirdi ve kardeşine baktı. Şaşkınlıkla bakan gözlerini Abay’a dikti. Dikkat kesildi. Kardeşinin söylediği şarkı fevkalade keder dolu, içtenlikli ve bilinçli bir ezgiye benziyordu.
Abay, azıcık sözsüz dizemleri seslendirdikten sonra, bir ara Mekiş’e döndü. Ağırbaşlılıkla attığı bakışta, bozararak ilhamlanan nurlu yüzünde “dinle de gör” diyen bir buyurma işareti vardı. Ezgiye söz kattı. Mekiş baş tarafını tam olarak anlamamıştı. Ne hakkında olduğunu bilmiyordu. Biraz sonra tam olarak dikkat kesilip kulak verdiğinde kardeşinin ezgilere kattığı sözleri anladı.
Kardeşi:
“…
Mala değil, insana cömert idi,
Hasmı, sıkıntıya iteleyiverdi.
Dürüst Mırza utanç duyup,
Âleme yayacak örneği.
Kazak oğlu zulüm görse de,
Aradığı yüzle görüşecekti.
Sönmez çıra bırakacak olan
Gönlünü mala kaptırmaz ki”
dedikten sonra rengi kaçan yüzünü semaya doğru kaldırdı, iki gözü yaşararak tekrar ilhama daldı. Kısa bir süre sonra vücudunu gerdi, bilinçli bir kuvvetle sesini bastırarak şarkısının sonunu söyleyiverdi:
“Buyruğuna Allah’ın
Önceden boyun eğmeli.
Mekiş, anlasan olmaz mı?
Hayat bitince ölüm gelmeli!
Gidenin yolu nurlu olsun demeli
Sabır göstersen uygun düşmez mi”
deyip durdu ve yüzünü Mekiş’e döndürdü. O ana kadar sığlaştırarak, kısıklaştırarak baktığı gözlerini şimdi birdenbire tam olarak açmıştı. Mekiş sevinçle gülümsüyordu. Ağlaması bitmiş, gözleri kurumuştu.
“Tekrar söyle” diye ısrar etti. Kardeşi bu fayton yolculuğu sırasında ortaya çıkan ve ilk defa dile getirdiği şiirini tamamıyla aynı şekilde tekrar etmese de bir kez daha söyledi. Ablasının bununla avunduğunu anlayınca tereddüt etmedi, birkaç şiir daha okudu.
Böylece, Kunanbay hakkındaki ağır düşünceleri şimdilik bir sakinlik bulmuşa benziyordu. Sükûnet bulan gönülle ikisi de bir süre sessizce oturdu.
Abay, gönlüne hoş gelen dünya görkemini serbestçe şiirleştirebiliyordu…
Abay’ın yüreği, serin üfürüşü kesilmeden esen parlak güneşli bu ilkbahar gününe başkaca bir sevecenlikle bakıyordu. Nice sıcak dalgalı sezgiler gövdesine sığamayıp içinde sıkışıyormuş gibiydi… Şiir şarkıya dönüşüyor, nazlanarak dile geliyordu… O da ara vermeden mırıldanıyordu.
Abay dikkat etmemişti. Mekiş, onun söylediği bütün şiirleri can kulağıyla dinliyormuş. Hem de yabancı birinin değil, kardeşinin kendi şiirleri olduğunu bilerek dinliyormuş:
– Abay, sen şairmişsin ya efendim, dedi ve gülüverdi.
Abay Mekiş’i unutmuştu. Evvela bu sözden ürkmüş gibi utandı:
– E-e, bunu nereden çıkardın, diye sordu. Mekiş gülerek:
– İşitiyorum ya yahu… Niye saklamak istiyorsun ki? Erbol da, diğer bütün arkadaşların da bunu söylüyor ya! “Atışmalara katılmasa da açık seçik şair” diyorlar, bu doğru mu, dedi.
Abay bunu duyunca güldü:
– Dedikleri doğru! Şairim!
– Ne tür şiirler söylüyorsun?
– Ey Mekiş ey! Benim şiirlerim yele yazılıyor yahu.
– O nasıl yani?
– Ben kederimi sevdiğime söylüyorum. Sevdiğim geri dönemeyecek kadar uzakta. Aynı zamanda sabit bir biçimde yanımda! Yâdımda kalacak tek yangım o ya, onu söyleyince yele yazılmışla bir olmuyor mu? Nene gerek?
– Kederin ne? Bu nasıl söz? Sende nasıl bir yangı olacak ki, diyen Mekiş suçlayıcı ve eleştiren gözlerle baktı. Kardeşinin kaşları çatıldı ve yüzü tekrar asıldı. Tombulca yuvarlaklaşan yüzünde tek bir kırışık bile yoktu. Çok güzel olan yüzüne bu günlerde uzatarak bıraktığı kıvrık bıyıkları da çok yakışıyordu. Seyrek kara sakalı da yüzündeki izanı bozmadan birazcık uzayıp kalmıştı.
Mekiş merakla bakarken Abay’ın burnu ile yüzünde azıcık güneş düşünce fark edilen hafif bir nur görüyordu. Bu, daha yeni olgunlaşan yiğitliğin gerçek yakışıklılık çehresiydi. Ateşli ve şuurlu gözlerinin akı ile karası besbelliydi. Hem görkemli hem sıcak bakan gözleri ile çehresi temizdi. Gören kişiyi kendine çeken ve gayri ihtiyari tekrar baktıran elmas gibi etkili gözler. İncecik olan ve uzunca çizilmiş gibi duran kapkara kaşları da yiğit simasının yakışıklılığını açar gibiydi.
Mekiş, öz kardeşine içten içe överek baktı. “Kederim var” deyişine inanmamıştı. Öyle olunca kardeşini konuşturup meseleyi öğrenmek istedi:
– Peki, ne kederinden söz ettin, şunu anlatsana, diye sordu.
Abay’ın şifa bulmaz gönlünde, geçmiş günün serap gibi güzel hayallerinin hatırası vardı. Bu yürek hissiyatını, ta o günlerde, o günlerden sonra yanılmaz yoldaşı olan bir şarkı ile dile getirmişti. Hatırası, Janibek’te geçen bir yayla gecesiyle ilgiliydi. Süyindik obasında kurulan altıbakan salıncakta asılı beşiği Toğjan’la birlikte hızlandırırken bu şarkıya sırlarını katmıştı ikisi de. Herkesin gözü önünde söyledikleri bir şarkıda aynı duyguyla atan yürekleriyle buluşmuşlardı. Şu ilkbahar günü, Toğjan’ı başkaca büyük bir özlemle hatırlatıyor, alabildiğine arzulatıyordu. Bu duygular içindeki Abay, işte o Topaykök şarkısına başladı.
Ablasının “söyle” dediği kederi, onun yüreğindeki arzusu, aklındaki dileği idi. Bu defa Topaykök’e şakıyan bir sesle değil, yumuşak ve sakin bir ezgiyle başlayınca fevkalade nazik bir keder döküldü. Mekiş özellikle şarkı sözlerini can kulağıyla dinledi. Efkârla dolup taşan yiğit içtenlikle söylüyordu:
“Işıldamaz kara gönlüm ne yapsa da,
Ay ile güneş gökyüzüne çakılsa da.
Dünyada senin gibi yâr bulunmaz bana,
Belki sana, benden üstünü bulunsa da…
Biçare âşık özlese de, sararıp solsa da,
Yâr cayıp, güzel sözden uzak dursa da,
Dayanır, rıza göstererek yârin işine,
Eziyetiyle alay edişine reva olunsa da,
dedi ve beti benzi büsbütün atmış olarak duruverdi. Kendisini de, onu da söylemişti. İki arzu. İkisini de alevlerle yakıvermişti. Fakat kötü kaderleri çaresizlik gibiydi. Son dönemlerde sık sık gönlüne dolarak nefesini kesen derdi buydu sanki.
Fakat Mekiş bunu anlamamıştı. O, eskiden hiç duymadığı deminki gibi beklenmedik sözler içinden sadece “yâr” kelimesini anlamış, bunun üzerinde durmuştu. Abay’a sordu:
– Anlamadım. Buradaki “yâr” dediğin de kim ki?
Abay ablasına o kadar da açılacak değildi:
– “Yâr” dediğim, yüreğe keder salan bir insan işte! “Yâr” deneni bilmiyor muydun?
– Benim bildiğim, insan “yâr” diye evindeki yoldaşına der!
Abay irkilerek dönüp baktı:
– Dilda’yı mı kast ediyorsun?
– Evet! Dilda değil mi?
Söz buraya gelince delikanlı söylediklerine pişman olmuş gibi hızla geri döndü. Kederlenip sıkıntılanarak:
– Oy vay Allah’ım! Mekiş efendim Dilda’n kim? Sen ne diyorsun?
Mekiş, Abay’ı çok rahatsız eden sözünden mahcup oldu. Huzursuzlanarak güldü:
– Eyvah eyvah! Sözüm sana törpü gibi dokundu efendim! Biçare Dilda’nın ne günahı var ki?
– Doğru Dilda’nın günahı yok. Fakat benim de onu arzulatan hayal şarkısı söyleyecek takatim yok. Dört evlat doğuran Dilda’yı söyleyişin nedir?
– E-e! Suçu sana evlat doğurması mı?
– Suçu yok. Bilakis evlatları güzel! O çocuklarımın anası. Anamla babamın bulduğu yoldaşım. Hepsi bu kadar işte! Ama alevli yürek, ihtiraslı dostluk dersen, bunların tamamı sönmüş onun gövdesinde. Olduğu zamanlarda da o kadar parıldayan bir kandil yoktu ya, dedi. Bundan fazlasını konuşmak istemeyen Abay susuverdi.
Bu konuşmalardan sonra içinde bulundukları fayton şehirden ilk çıkışlarındaki kalıbına geri döndü, sohbetsiz olarak gitmeye devam etti…
Uzun salınımlı kalabalık bir göç gibi tozutarak art arda giden süvariler arabaların hemen peşinden geliyorlardı. Bunlar üçer dörder, beşer altışar kişilik gruplar hâlinde toplaşan kendi boyunun insanları ile şehir sakinleri idi.
Bu atlılar topluluğunun orta yerinde Takejan vardı. Onun yanındaki dört kişi molla Ğabithan, Cumağul ve Erbol ile hizmetçi yiğitlerden biri olan Doskan idi.
Takejan babasının durumu hususunda şehirde de yol boyunda da içten içe kaygılanarak yaşasa bile ümitvâr genç gönlü güvenilir desteğini bulmuş gibiydi. Hâlâ sağlıklı ve kuvvetli olan babası “sağ salim döner” şeklinde inancı vardı. Abay’ın söylediği yol zorluklarını o kadar derinlemesine düşünmüş değildi. Şehirden çıkınca biraz şüphelenerek molla Ğabithan’dan sorduğunda, hayatı boyunca alabildiğine güvenilirlikle baktığı iyi niyetli Ğabithan hiçbir kaygı hissettirmemişti ona.
Beri tarafı çöl olsa da Kazakların arasında seyahat edecekti, öte tarafı ise gerçek Müslüman olan din kardeşlerinin ülkeleriydi. Onlar, kendileri de hacılık seyahatine çok giderlerdi ve yardımlarını esirgemezlerdi… Bu mahiyetteki sözler Takejan’ı çok sevindirdi.
Bu sıralarda kilo alarak şişmanlamaya başlayan ve delikanlı ağabeyi çağına gelen Takejan şakacı ve güleç bir insandı. Özellikle yakınındaki bir kişiyi diline dolayıp sataşmadan, alaya alıp dalga geçmeden kursağına bir lokma yemek girmezdi. Karşılaşıp birlikte seyahat edecek olsalar daima dalga geçtiği kişi, özellikle yine bu molla Ğabithan olurdu…
Takejan, aksanı ilginç ve saflığı Nasreddin Hoca gibi olan Ğabithan hakkında nice alaycı mevzular yaymıştı halk arasında. Bu mevzular çoğunlukla Ğabithan’ın Kazak dilini kendi diliyle karıştırmasından kaynaklanan ve Kazak diline ters düşen, hoyrat anlamlara da çekilebilen abeslikleriyle ilgiliydi.
Son dönemde Takejan’ın Ğabithan hakkında diline doladığı en yeni mevzu şöyleydi: Takejan bu kış bir gün Ğabithan’ın evine gelmiş. O geldikten kısa bir süre sonra da Ğabithan’ın küçük kızı koşarak içeri girmiş. Kızın yüzü yıkanmamış, gömleği kirli, üstü başı pismiş. Onu görünce üzülen Ğabithan kızına bakarak: “Hey Allah’ım! Kızım Fatma, ne oldu sana? Aygır mı tepti yoksa” demiş diye konuşuluyordu.
Takejan’ın bu rivayeti, Kunanbay’ın peşine takılarak şehre gelen gençlerin ağzına uzun süre pelesenk olmuştu…
Takejan mollanın saflığını bazen kendisinin ufak tefek uygunsuz işlerinde de kullanıyordu. Bundan iki gün önce Tinibek’in konukevinde kalan kalabalık halk arasında Takejan’ın kamçısı kaybolmuştu. Darkan ile Cumağul’a evin sağını solunu arattıran ve bulunmayınca bütün konukların kamçılarını bir araya toplattıran Takejan, önünde yığılı kamçılara bakarken içlerinde olağanüstü güzel sarı ala bir kamçı görmüş. Sordurduğunda bunun Ğabithan’ın kamçısı olduğu ortaya çıkmış… Esasında Ğabithan kamçı, kemer, kın, bıçak gibi küçük eşyalara çok özenen ve herhangi bir yerde gördüğü görkemli ve güzel olanlarına sahip olmak isteyen biriydi. Nasıl ederse eder, beğendiği eşyaya benzer bir tanesine sahip olmadan rahat edemezdi.
Takejan önünde duran diğer kamçıları odasının eşiğine doğru atmış ve sarı ala kamçıyı eline alarak kıs kıs gülmüş:
– Bu benim kamçım olacak, demiş. Cumağul kuşku duyarak:
– Oy vay Takejan! Ğabithan vermez. Sevdiği eşyasına kızı gibi düşkündür bilirsin, nasıl versin, demiş. Takejan buna kulak asmamış.
– Sesini çıkarma, isteyip te alacağımı mı sanıyorsun? Çalacağım, deyince Cumağul da Darkan da karşı çıkamamış, kıs kıs gülüşmüşler.
Cumağul, o arada, Takejan’ın emri üzerine kamçının askı ipini değiştirmiş, parlak deriden yeni bir askı ipi takarak başka bir odaya götürüp saklamıştı.
Ğabithan bu arada geçen iki gün boyunca bütün konukların huzurunu kaçırmış, kamçısını aramış, iyice bitkin düşse de bir ipucu bulamamış ve dermanı tükenmişti. O huzursuz bir hâletiruhiye içinde kamçısını ararken ve dizini döverek kendi kendine üzülürken Takejan hiç oralı olmamış, ses çıkarmadan oturuvermişti…
İşte Takejan’ın o kamçıyı eline alarak dışarı çıktığı ilk gün, bugündü.
Takejan bugünkü yol boyunca uzun süredir Ğabithan’la birlikte at biniyor olsa da özellikle mollanın sağ tarafında bulunmaya dikkat ediyor ve kamçısını göstermiyordu. Ğabithan at binerken kamçı bulamamıştı. Kamçısız olarak Kunanbay’ın ardından at sürerlerken bir ara Takejan’ın elindeki kamçıya gözü takılan Ğabithan atının dizginlerini çekerek birdenbire durduruverdi:
– Oy Takejan! Minim kamşımnı sin aldın mı? Bu ne hıyanet, diyerek bir rezillik görmüş gibi baktı.
Takejan hiç utanıp sıkılmadı:
– Bırakınız molla! Kamçı benimki, dikkatli konuşunuz, dedi. Mollanın yüzüne şaşkın bir kişi gibi bakarken özellikle kibarca konuşmuştu. Şimdi kamçısını sergiye çıkarmış gibi boylu boyunca atının yelesinin üzerinde tutuyordu. Ğabithan ise iki kat afallamış olarak bir kamçıya bir Takejan’a bakıyordu. Örümü, sapı, sarı başı… Sapına işlenen bakır işlemeleri… Hepsi de kendi kamçısı ile tıpatıp aynıydı. Şüphe yoktu. Takejan’a kızarak fırçalayacak oldu. Çünkü onun yaşı daha büyüktü. Patavatsız Takejan’a bazen sert çıkışırdı:
– Üyy, ahmak! Bak hele minim kamşımnı çalmışsın, diyerek elini kamçıya uzattı. Takejan karşı koymadı. Bilakis kamçıyı kendisi uzattı mollaya:
– Molla, kızmadan önce iyi anlayınız. Kamçı benim, iyice bakınız. Bütün özellikleri sizin kamçınız gibiyse “gözüm gördü, imanım kâmil” deyip alınız. Ama sizinki ile aynı değilse şuradaki kalabalık önünde hainlikle suçlamayınız, dedi.
Ğabithan kamçıya yapıştı ve her yerini tekrar tekrar koklar gibi tutarak baktıktan sonra gözünü askı ipine dikti. Diker dikmez kaşlarını çattı. Bir eğilip yaklaşarak, bir uzaktan bakarak inceledi ve nihayetinde başını çalkaladı.
Bu arada Cumağul, Darkan ve Takejan gözlerini ayırmadan onun bütün hareketlerini takip ediyordu. Ğabithan kamçıdan ümidini kesmişti:
– Ay-Hay! Bolmas, bolmas… Hemmesi menin kamşım. Belki, şu, hayvan derisi miniki değil. Benzemesine benziyor, ama kamşı miniki değil. Takejan kuşura bakma, diyerek geri verdi.
Takejan başlangıçtaki oralı olmayan ağırbaşlı görüntüsüyle kamçıyı aldı:
– E-e moldeke, öyle olsun, dedi ve Cumağul’a bakarak sağ gözünü kırparken aynı taraftaki genzini de çekerek yanağını buruşturdu…
Takejan, Cumağul ve Darkan serbest olarak faytonların peşinden at koştururlarken bazen Ğabithan’ın gerisinde kalıyorlar ve göz göze gelerek sessizce gülüşüyorlardı. Bunlar bu şekilde eğlenerek giderken Kunanbay’la vedalaşacakları bir duraklık mesafeye nasıl geldiklerini de anlamadılar.
Öndeki faytonlar durmuştu. Sürücülerin de faytonlarla yolculuk eden büyüklerin de hepsi aşağı inmişti. Önden giden ve faytonlarından inen büyüklere yaklaşan süvariler de belirli bir mesafe kalınca atlarından iniyor, onlara doğru yürüyerek yaklaşıyordu.
Tinibek’in faytonunun arkasına bağlanmış olan büyük saba çözülmüş, Kunanbay’ı çevreleyenlere doğru götürülmüştü. Bütün uğurlayıcılar bir araya toplandıktan sonra o sabadaki kımız ikram edildi. Kunanbay ile Izğuttı’yı ortaya alacak şekilde etrafını sarmış olan akrabalar son defa birlikte dem tadıştı.
Kunanbay artık daha fazla duraksamadan gitmek için acele ediyordu. Izğuttı bunu uğurlayıcı kalabalığa hissettirdi ve kımızı çabuk çabuk içmeleri için acele ettirdi. Nihayet Kunanbay oturduğu yaygının üzerinde ayağa kalktı. O kalkınca herkes ayaklandı. Kunanbay burada kısa bir konuşma yaptı:
– Ey yarenler! Uğurlamak için buraya kadar gelişiniz de yeterli. Halkıma, hemşerilerime selam söyleyin. Hoşça kalın akrabalar! Rızkımız kalmışsa, yiyeceğimiz lokma varsa sağ salim, mutlulukla görüştürsün Allah, dedi.
Tinibek başta olmak üzere bütün büyükler:
– İnşallah inşallah, âmin âmin, dediler.
Kunanbay Uljan’dan başlayarak bütün uğurlayıcılar ile kucaklaşıp vedalaştı. Jakıp ve Maybasar gibi kardeşleri:
– Güle güle ağabeyim!
– Güle güle saygıdeğerim!
– Güle güle bereketim, gibi kısa ve samimi sözlerle uğurladı.
Abay ve Kunanbay bu son kucaklaşmayı sessizce gerçekleştirdi. Babası ona uzun süre sarıldı, hâlâ kuvvetli olan kollarıyla sımsıkı sarılırken oğlunun kokusunu iyice içine çekti, nefesini derin derin alır gibiydi…
Azıcık buharlanmaları da olmasa henüz terleri çıkmayan ve yulaf yedirilerek hazırlanmış olan al don atlar sesli zillerini şıngırdatarak çekip gitti. Şıngırdayan ziller hızlı giden faytonun peşinden burularak havalanan tozla uzun süre oynaya oynaya, konuşa konuşa gidiyordu. Fakat uzaklaştıkça sesi kısıldı. Zilin sesi, sessiz bir şekilde gözlerini dikerek ardından bakan kalabalığa son bir defa eskisi gibi çınladıktan sonra kesildi.
Fayton uzaklaştı, top top yeşermiş otlarla bezeli beli aştı. Bir anda uzun seyahat yolcularını uğurlayıcıların gözlerinden kayboldu.
Daha hâlâ sessizce bekleyen kalabalık ancak o zaman dönmeyi düşündü. Her gönülde kıyamayan bir düşünce ıstırabı vardı. Her biri kendi iç dünyasında kendisiyle baş başa kalmak ister gibiydi. Ses de söz de azdı.
Abay ve Mekiş Uljan’a destek olarak kendi faytonlarına bindirdi. O binince faytonda kalan yer daralmıştı. Abay arabaya binmedi, annesini iyice yerleştirdikten sonra at bindi. Yanına sadece Erbol’u alarak kalabalıktan sıyrıldı, acele etmeden, ağır yürüyüşle döndü.
Her nedense aklında daha önce olmayan uzun ve ağır bir yalnızlık duygusu vardı. Karşı koymadan, bir teselli aramadan, bu duyguya kapılmış olarak sessizce ve tek başınaymış gibi hiç konuşmadan döndü…
2
Günler öncesinden Tinibek’in evini istila eden konukların büyük bir kalabalığı Kunanbay’ın yola çıktığı gün vedalaşarak ayrıldı. Fakat Uljan, kocasını uğurladıktan sonra uzun süre kendi evine dönmedi. Uzun zamandan beri şehre ilk gelişiydi. Aynı şekilde köyünü, obasını özleyerek yaşayan Mekiş de annesini hemen göndermek istemedi. Hısmı Tinibek de Mekiş’in gönlünün babasının gidişi yüzünden kederle dolduğunu görünce:
– Gitmeyiniz, acele etmeyiniz. Bu Mekiş kızımın vaziyeti onu zayıf düşürebilir. Kocası da ticaret kervanıyla uzun bir seyahate çıktı. Onun elemi geçtikten sonra dönersiniz, diyerek arzusunu bildirmişti…
Tinibek hanesinin şimdi büyük bir saygıyla ve usulünce ağırladığı az sayıdaki konukları Uljan, Abay ve Takejan ile onların maiyetinde kalan üç dört yiğit idi. Bu dönemde Tinibek’in altlı üstlü büyük ahşap evinin bütün odaları yeni döşenen pek çok eşyanın güzelliğiyle göz kamaştırır gibiydi. Halılar, alacalar, oyalı nakışlı keçeler ile karşılıklı olarak asılan duvar halıları bütünüyle yıkanıp temizlenmiş ve tekrar serilmişti.
Halk kısa bir süre sonra yaylaya çıkacaktı. Şehirden uzaklaşacaktı. Çoluğun çocuğun, gelinlerin kızların yazlık elbiseleri olsun, obaya, konu komşuya ve konuklara ikram edilecek olan çay, şeker gibi sarf malzemeleri olsun, satın alınacak mal çoktu. Çok evli pek çok obanın anasına dönüşen Uljan’dan hediye bekleyenler de az değildi. Uljan şehirde bulunduğu bu günler içinde aklına düşen şeyleri Abay ile Takejan’a, Ğabithan ile Erbol’a sipariş ediyor, her gün pazardan bir şeyler aldırıp getirtiyordu.
Abay annesinin dönüş vakti yaklaşırken her akşam başka malzemelerle birlikte cilt cilt kitaplar da getiriyordu eve. Bu kış Abay altı ay boyunca babasını yola çıkarmak meşgalesiyle şehirden ayrılmamış, Rusça öğrenmeye büyük ilgi göstermişti. Birkaç yıldan beri kendini tümüyle verip üzerinde uzun süre durmasa da bu dili iyice öğrenmek, bu dildeki sanat ve eğitim bulağından beslenmek için gösterdiği gayretine ve çabasına ara vermemişti. Fakat Abay, zaman geçtikçe Rusçanın teferruatı ile öğrenilmesi zor bir dil olduğunu fark ediyor ve daima bunu düşünüyordu. Defalarca “çocukluk çağımda elimden kaçırmışım. Keşke o zaman peşine düşseydim” demişti.
Şehirde geçirdiği bu son aylarda, özellikle kış aylarının uzun gecelerinde ücradaki göz gezdirmeleri sonucunda Abay Rusça yazılmış olan kolay anlaşılır kitaplarla hikâyelerin pek çok yerini sözlüğe bakmadan anlayabiliyordu.
Şimdi anlamakta zorlandıkları Rus şairlerdi.
Fakat nasıl olursa olsun Rus kitapları artık onun dostu olmuştu. Son günlerde annesiyle birlikte köyüne göndermek için toplayışı da bundandı. Artık köydeki boş vakitlerini kitaplara verecekti. Dört beş yıldan beri yaptığı gözlemler sonucunda şimdi fark ettiği eksikliği; bu okumaları şehre geldiğinde yapması, köye gittiğinde elini eteğini çekmesiydi. “Artık paslanmamak için hızını kesmemek lazım” diye bir karar vermişti…
Uljan acele etmese de nihayet köye dönüş vakti gelmişti. Takejan, Ğabithan, Darkan ve Cumağul onunla birlikte gidecekti. Uljan ve Kaliyka faytona binecekti. Fayton sürücüsü, asi tayların terbiyecisi genç delikanlı Masakbay idi.
Annesi Abay’a “birlikte dönelim” demişti. Fakat oğlunun henüz bitmeyen ve onu beklettiren işleri vardı. Kunanbay’ın söylediği alış veriş gibi işler. Abay ve Erbol, peşlerinden gelerek yaylaya çıkacakları dönemde onları yakalamak üzere geride kalacaktı…
Kitaplarını faytonun arkasındaki uzunca bir sandığa tıka basa dolduran Abay annesine destek olarak onu arabaya bindirecekken, Uljan oğlunun ellerini tutarak son bir nasihatte bulundu:
– Uzun sefere çıkmış yolcu gibi altı aylık kış boyunca köyü görmeden yaşadın. Evdeki yâr yoldaşın sararıp soluyor evladım. Bıldır küçücük civciv gibi mahrum bıraktığın gencecik evlatların “babam, babam gelecek” diye seni bekleyeli ne kadar zaman geçti. “İkiz kuzu gibi Abiş’imle Mağaş’ım nasıl” desene! Onları özleyerek düşündüğümde benim de uykularım kaçıyor. Sen nasıl tahammül edebiliyorsun onların hasretine?
– Onları ben de düşünüyorum… Ben de özlüyorum ya ana! Şimdi söylediğin iki torunun benim de çok sevdiğim evlatlarım. Bana babalığı benimseten de onlar ya! Fakat mânimi siz de görüyorsunuz…
– Ben bilmem. “Bahaneye bahane eklemeyi mi kabullendin, şu şehrin tozunu yutmayı alışkanlık hâline mi getirdin” diyorum. Abaycan! Böyle yaparsan “ev de sokak da aynı” olur, sürüsünden ayrılan genç kulun gibi olursun. Çabuk dön, evladım, dedi.
Son sözlerinde Abay’ın gönlündeki bir çatlağı sezmiş gibi şüphe ve karşı koyma da görüldü. Şehre geldiğinden beri fark ettirmeden oğlunu süzen annesinin bilgece hissiyatlı gönlü kış boyunca köyüne dönmeyen evladının hâletiruhiyesini anlamıştı. Evdekileri özleyerek sorup soruşturan açık seçik bir tavrını görememişti. Bundan birkaç yıl önceki Abay böyle değildi.
Yoksa Mekiş’le kıyıda köşede konuştukları bir vakitte bu evladının Dilda hakkındaki ümitsiz ve soğuk sözlerini mi işitmişti?
Uljan’ın sözleri, evladının yüzünden okunmuş gibi nazikçe ve hafifletilerek söylenmiş olsa da arkası sır dolu, ağırlığı olan sözlerdi. Fakat burası, bu defa bunların açıkça söyleşileceği uygun bir yer ve uygun bir zaman değildi. Annesinin aklında şüphe bırakacağını bilse de Abay ses çıkarmadı. Sadece:
– Allah’ın izniyle halk yaylaya göçerken, sizler Şınğıs’ı aşmak üzereyken biz de ardınızdan yetişiriz. Çoluk çocuğa selam söyleyiniz. Yolunuz açık olsun! Yorulup takatiniz kesilmeden, rahat gidip sağ salim güzelce ulaşınız, diyerek dua etti ve annesinin yola çıkması gerektiğini hissettirdi.
Bu arada Takejanlar da Mekiş’le ve Tinibeklerle vedalaşmış, at binmiş, açık durmakta olan geniş kapının önünde toplu olarak bekliyorlardı… Uljan faytona bindikten sonra Masakbay atları kırbaçladı. Üç kula atın koşulduğu geniş fayton gıcırdayarak, şıngırdayarak ağır ağır harekete geçti, gürültü çıkararak yola koyuldu…
Bundan on beş yirmi gün sonra Abay ile Erbol da yola koyuldu. Şehirden gün doğarken çıkan süvariler ilkbaharın uzun gününde yolu hallaç pamuğu gibi attı. Abay ile Erbol hızlı at sürmeye dayanıklı, sağlam kişilerdi. İster kış olsun, ister yaz olsun, ne kadar uzak ve zorlu bir yol olursa olsun, biri diğerine “yoruldum” yahut “usandım” demezdi. Bilakis, gidişi sert atlarla gün boyu nefes almadan aceleyle koşturarak gelip akşam konaklayacakları yere yettiklerinde de vücutlarındaki ağrıları, yolda yaşadıkları sıkıntıları konuşmamaya gayret ederlerdi. Sanki ikisinin arasında dayanıklılığa kararlılık yemini veya bir dayanıklılık rekabeti varmış gibiydi.
İşte bugünkü gidiş te böyle sözü edilecek türden fevkalade bir gidiş oldu. Sadece bunların değil, at üstünde ivedi gidişi ömür boyu meslek edindiği için tamamen pişerek buna alışmış olan Karabas ve Cumağul gibi ulaklar da, Eleusiz ve Besbay gibi Oljay soyunun talancı yağmacıları da nadiren böyle giderlerdi.
İki yiğit Semey’den çıktıkları günün alacakaranlığında gün batarken Orda dağının Şilikti[6 - Şilikti: Bodur ağaçları olan, çalılıklı.] tümseğine yetti. Halkın büyük kısmı yaylaya doğru yönelmiş, yolda kalan obalar seyrekleşmişti. Konaklayacak tek yer Orda dağının bu yakasında olmalıydı. Tam da Şilikti bölgesinde Orda dağını kışlak olarak kullanan Mamay boyunun Bayşora denen fakirce bir atası vardı. Bunlar yaylaya biraz gecikerek çıkardı. Biniciler “bu obalardan birine yetişiriz” diye atlarını zorluyordu. Abay’ın kendi kışlakları üzerinden gitmeyip Orda dağından geçmesinin sebebi, Uljan obasının bu yıl da Bökenşilerin yaylası olan Köldenen’den geçerek hayvan sürülerine Bakanas nehri yakasını yaylatmak istemelerindendi. Oraya doğru giden kestirme yol Orda dağının üstünden geçiyordu…
Şehirle Orda dağının bu yakasının arası yüz otuz kilometre kadardır. Abay’ın altındaki al don sakarlı at uzun seferler için çok güvenilir bir attı. Eskiden binen Izğuttı yürüyüşü sağlam olan bu atın devamlı koşma hususunda tulparla denk olduğunu belirtmişti. Erbol’un yedek atı vardı. Tok yapılı ve kıvamında olan kara benekli kendi atı al don sakarlının baskısına dayanamadı. İkindi vakti beli gevşediği için kamçılanmayı gerektirdi. O zaman Abay:
– Yedekteki beşli aygır demir kırı çilliye bin, dedi. Abay o atı hoş görünüşüne ve demir kırına ilgi duyarak “sürüye katarım” diye şu son birkaç gün içinde almıştı.
Erbol at değiştirerek gitse de al don sakarlının debisi daha baskındı. Güneş yatmaya başladığında Orda dağının ardından bulut çıktı. Yolcuların karşısından sert yel esiyor, gökyüzü gürlüyor, bir hayli yoğun yağmur geliyordu. Bunu anlayan Abay “göz gözü görmez olmadan meskûn mahalle yetişelim” diyerek gidişi daha da sertleştirdi. Al don sakarlının devamlı yelişi vardı. Döşünden vuran soğuk yel al donlunun belini yükseltiyor, coşkusunu arttırıyordu. “Yorulmaya başladı mı ki” diyeceği kuşkulu vakitte al don sakarlı sanki çekişmeye düşmüş gibi gayretlenmişti. Gemini çiğniyor, başını ileri geri sallıyor, sümkürür gibi burnundan nefes vererek araziyle didişiyordu. Abay dizginini tutarak frenlemese inatlaşarak var gücüyle koşacak, ateş gibi yanarak gidecekti.
Erbol uzun süredir al donlunun gidişine bakıyordu. Abay’ın dizgini biraz daha serbest bırakarak gidişini hızlandırması ile bir ara demir kırı ile arkada kaldı, daha sonra koşturarak peşinden gelip yetişti. Azıcık uyumlu hâle gelip al donluyu geçince göz ucuyla baktı:
– Tüh! Tüh maşallah! Şu serdengeçtiden şikâyet olmaz Abay! Sanki döşünün terini kurutuyor mübarek. Eyvah eyvah! Bu ne zamana kadar dayanacak, dedi. Abay da al donluyu çok güvenilir ve sağlam bir dost olarak görmeye başlamış, sevinerek gidiyordu:
– Hiç bilmiyorum Erbol. Hayran oldum. Belinin sağlamlığı, ta Tinibek’in kapısından çıktığımızdaki gibi. Esasında insan dayanabilse bu atın gideceği mesafenin sonu yok efendim, dedi.
Sert rüzgârın hızla getirdiği yağış, Abaylar Şilikti bölgesine yaklaşırken merhametli bir şekilde yavaş yavaş yağmaya başladı. Rüzgâr da kesilmişti. Orda dağının yakın yamaçları al kızıl selinler, pelinler ve tüllüşahlarla capcanlı olmuştu. Biniciler bitki örtüsü kurumuş olan patika yolu yararak giderken yağmurun etkisiyle daha da canlanan taze yeşilliklerle dolu vadideki selin ve pelin kokuları kesintisiz olarak dalga dalga geliyordu.
Fakat bir süre sonra bulutlar iyice koyulaştı, yağış arttı. Güneşin hangi menzile ulaştığını anlamak imkânsızlaştı. Batı yakası çepeçevre yağışla sarılmış, güneş bütünüyle kapanmıştı. Akşam karanlığı yaklaşmış gibiydi. Kandillerin yakılacağı vakit mi başlıyordu, yoksa yağmur bulutları yüzünden akşam güneşinin sezilmeyişi miydi? Her nasılsa, batı yakasındaki ufuk çizgisinde sarımsı puslu bir ışık vardı. Söner ümit, biter hayat gibi zayıflayan, giderek hâlsizleşen son ışık. Biraz sonra o da bir deri bir kemik kalmış iskelet gibi cılızlaştı, azaldıkça azaldı. Sarımsı ışık bozardı. Yine bir müddet sonra loşlaştı, karamsı koyu kahverengi pembe renge büründü. Giderek göğerdi. Gösterişsiz gökyüzünün elemli gece pusuna yol verdi.
Göz gözü görmüyordu. Abaylar ancak o zaman burnundan solutup hızla koşturarak küçük taşlık tepeye çıkıvermişti ki ön taraflarından ürüyen it sesi duyuldu. O yana doğru baktıklarında yağışlı geçen elverişsiz bir vakitte çakan ümit ışığı gibi pırıl pırıl yanan akşam ateşlerini gördüler. Yakın bir yerde, yolun sol yakasında, etrafı yeşillenmiş bulak başında yedi sekiz evli gösterişsiz bir oba vardı.
Yoksulca obanın azıcık koyunu bir çitin içinde toplaşmıştı. Az sayıdaki sığır ve deve yağmurdan koruna koruna nefesleniyordu. Keçiler ise her bir evin dibine yapışmış, arkalarını yağmura vermiş bir vaziyette donmuş gibi sessizce duruyorlardı. Oba dışında urganlarla bağlanmış olan bukağı ile yayılan beş altı at vardı. Abaylar oba çevresine yaklaşınca sert gidişi azaltmışlardı. Şimdi gidecekleri evi kestirmeye çalışıyorlardı.
Epey önce havlayarak önlerine çıkan pek çok it obanın huzurunu kaçırmış, havlayışları dağlardan yankılanacak kadar şiddetlenerek çoğalmıştı. Atlılar obaya yaklaştıkça itlerin sayıları çoğalıyor, inatlaşırcasına seslerini yükseltiyorlardı… Kışlık tüyleri dökülmemiş kıvrık kuyruklu kancıklar. Arkası büzük, kulağı sarkık, eğri bacaklı raşitik iri köpekler. Kötü sesli, huysuz, dostluksuz, doyumsuz, sevimsiz melez enikler.
Bütün güçleriyle havlayan kancıklarla korkakça uğuldayan mecalsiz iri köpekler ve onların enikleri… Hepsi de kadir bilmeyen yarım akıllılar. Bu yüzden Abay onların havlayışını içinden alaya aldı ve kendisiyle konuşuyorlarmış gibi diyaloga dönüştürdü. İtler onlara:
– Haydi, uzak dur! Kalamazsın! Ne yani, “gezgin abdalları doyuralım” mı dedik? Size verelim de biz ne yiyelim? Yağmur varsa ne edelim… Gidin! Gidin! Çekilin. Islanmak istemiyorsan atının kasığına tıkıl. Bana sorarsan, eyer takımını sırtına sarın! Git… Git… Gidin, diyerek kovuyorlarmış gibiydi…
Erbol girecekleri evi dış tasarımlarına göz atarak seçmeye çalışıyordu. Bu sekiz kiyiz ev içindeki en iyi ve büyük görüneni ortada duran beş kanatlı yayvanca ev idi. Abay’ın biraz önünden giderek o eve yöneldi.
Abay da onun arkasından giderek eve yaklaşırken ev sahibi dışarı çıktı. Kepenek giymiş sakallı biriydi. Bir ayağını aksak basıyor gibiydi. Erbol hemen kendilerini tanıtmış, “konuğunuz olmak istiyoruz” demişti. Ev sahibi:
– Ne duruyorsunuz yiğitler, inin haydi! Nasibiniz varmış! Soframız hazır! Haydi, dedi ve Abay’ın atını kiyiz evin kuşağına kendisi bağladı.
Erbol bu adamı tipinden tanımıştı. Eve girmeden önce aheste bir şekilde fısıldayarak Abay’a:
– Bu Orda dağında Bekey ve Şekey denen iki ağabeyli Bayşora vardı ya. Bu onların Bekey’i, dedi.
Yiğitler daha önce bu obada bulunmamıştı. Ev içindeki ateş parıldayarak yanıyordu… Konuklar içeri girdi, selamlaştı. Oturduktan sonra içten içe tahminlerde bulunuyorlardı. Ev ahalisi kalabalık değildi. Sağ taraflarında serilmiş olan yer döşeğinin üstünde dört beş yaşlarındaki torununu kucaklayan kumral tenli nine oturuyordu. Uzun boylu, sıska yüzlü, sarışın bir kadın vardı. Tahminen kırklı yaşlarına yeni gelen kara gözlü bir kadın. Zamanında kuğu gibi uzun boylu ve güzel olan birine benziyordu. Bekey’in dışında evde bulunan kişiler, şimdilik bunlardı.
Abay ev sahibini ancak şimdi açık seçik görebilmişti. Kıvırcıkça uzun sarı sakallı, pembe yüzlü, mavi gözlü, büyük burunlu, yakışıklı bir adamdı. O, yiğitlerin nereden gelip nereye gittiğini sordu. Sesi sert, nidası güçlü idi. Abaylar girdiğinden beri parıldayarak yanan kuru tezeğin ateşi daha hâlâ isteklice alevli ışık veriyor, onları yağmurdan koruyan bu evi şefkatli konukevi, elverişli yuva gibi kılıyordu. Ateşin üstündeki uzun bacaklı sacayağında büyük ve kara bir güğüm asılıydı…
Bekey annesinin bulunduğu tarafa oturmuştu. Abayların hâlini vaziyetini öğrendikten sonra annesine döndü, kendi aralarında aheste bir şekilde hırıl hırıl konuşmaya başladılar. Bunların kendi aralarındaki fikir alışverişi uzun sürmedi. Bekey ayağa kalktı, dışarıya çıkmak için hazırlanırken karısına:
– Tezeğini tutumlu yak. Kuru yakacağın yetmeyebilir. Kazanı doldurmaya yeterli mi suyun? Ben deminki çocuklardan birini alayım da hayvanları kapatıp geleyim. Kazan suyunu hazırlayıver, çabuk, diye buyurdu. Karısı ses çıkarmadı, bütün söylediklerini kabul etmiş, onaylamış gibiydi. Kısa bir süre sonra dışarıdaki Bekey’in sert ve kuvvetli nidası duyuldu:
– Naymantay! Hey, Naymantay! Haydi, gel hele balam, diyerek birisini çağırıyordu.
Çabucak kaynayan çay Abayların önüne konulurken kiyiz evin keçe kapı örtüsü tamamen açıldı. Kapıyı açan Bekey idi. İçeriye sokmak istediği de keseceği hayvan idi. Ev içindeki alevli ateşten ürkerek huzursuzca direnmeye çalışan kızıl yünlü kebeyi[7 - Kebe: Yaşını doldurmamış koyun yavrusu. İlk doğduğunda “kuzu”, biraz kendine gelip irileştiğinde “marka”, kıymetli konuklara kesilecek kıvama geldiğinde “bağlan”, kemikleri ve eti daha da sıkılaştığında “kebe”…] boylu boyunca iteleyen delikanlı Naymantay da onun ardından içeri girdi.
Kış daha yarılanmadan doğan kebe semiz görünüyordu.
Abaylar çay içiyordu. Kırmızı desenli basma elbisesinin eteğini uçkuruna kıstırarak düren kadın o sırada ateş üstüne ocak kurmuş, kazan asmış, pişirme suyunu doldurmuştu.
Bekey şimdi evin bu tarafına oturmuş, konuklarının çayını kendisi sunuyordu. Naymantay kebeyi çabucak kesip derisini yüzdü, kolunu bacağını, sırtını kaburgasını ayırdı ve başını ateş üstünde tutarak tütsülemeye başladı. Abaylar da çaya kanmıştı.
Kebe kesilip parçalarına ayrılırken Bekey bir iki defa karısına:
– Şükiman nerde ki? Gelip seninle konuşmadı mı, anlaşmadınız mı efendim, diye sormuştu. Karısı:
– Ne yapacaksın Şükiman’ı? Şuradaki evde, damatların yanında. Kendimiz de yaylarız yahu, o oynaya dursun, demiş ve adı geçen kişiyi çağırttırmamıştı.
Erbol Şükiman adını işittiğinden beri “bu bir kız adı efendim! Yoksa bu evin yetişkin kızı da mı var” diye düşünüyor, bununla ilgili açık seçik bir emare görmek için etrafa bakınıyordu. Kiyiz evin sol yakasında, Bekey’in ağaç karyolasının baş tarafında bir yer döşeği daha vardı. Yorganı yastığı kırmızılı yeşilli, yeni bir döşeğe benziyordu. Eğer bu evin yetişkin bir kızı varsa ve bu Şükiman ise, bu yatak onun yatağı olmalıydı. Ses çıkarmadan evin içine göz gezdiren Erbol bu kanaate vardı. Evin hanımı suyu kaynayan kazana et doldurmaya başladığında Bekey “koy, onu da koy” diyordu. “Yeter yahu, durdurmayacak mısın” der gibi yüzüne bakan karısına:
– Daha damatlar da dem tatmış değil yahu bu evden. Şükiman bunu söyleyerek kapris yapıp sızlanıyordu. Hem konuk az, hem de onların akranı yahu. Onlar da gelir, bugünkü yemeği burada yerler… Eltine de haber ver, dedi.
Sarışın kadın da Naymantay’a bakarak:
– Sen git de söyle! Şükiman yemek pişinceye kadar konuklarını buraya getirsin, dedi…
Kazan asıldıktan sonra ateşin üstüne bol bol tezek konmuş, kızışan ateş ev içini iyice ısıtmaya başlamıştı. Dışarıdaki yağmur durmuş, rüzgâr kesilmiş, ılık ilkbahar gecelerinden biri başlamıştı. Hayatı ağır, aheste, sıkıcı, karanlık gece…
Sessizce oturan Abay’ın başı dönüyor, sıcaktan bunalıyor, uykusu geliyordu. Nitekim yemek pişinceye kadar uyuklamak için oturduğu şiltenin üstünde yanlamasına düşüp kıvrılıverdi. Erbol da uyuyakalmıştı.
Abay ne kadar süreyle uyuduğunu bilmiyordu. Fakat aniden irkilerek uyanıp başını yastıktan yolarcasına kaldırdığında açık seçik farkına vardığı husus; konuşarak, sayıklayarak uyandığı idi. En son sözleri hâlâ hafızasındaydı ve daha hepsi söylenmemiş gibiydi:
– Gel! Gelsene beri sevgilim, sözünü açıkça söylemişe benziyordu.
Sesli olarak mı söylemişti? Ev ahalisi işitmiş miydi? Onu bilemedi. Onun uyanışı ile Erbol da başını kaldırmıştı. Abay’ın iki gözü kıpkızıl olmuş, göz çevresi kabarıklaşmıştı. Kâbus mu görmüştü yoksa? Fakat mevzuu bu değildi… Abay başını kaldırarak oturur oturmaz telaşlanmış, dışarıya kulak kabartmış, pür dikkat dinliyordu. Erbol şimdi farkına varmıştı. Komşu evden tek bir kadının nazikçe söylediği çok güzel bir şarkı sesi duyuluyordu. Onu dinlerken bütün vücudunu hareket ettirircesine titreyen Abay’ın sabrı taşmış gibi göründü. Erbol daha dikkatli düşününce yoldaşının kâbus gören biri gibi yerinden fırladığını ve bir uyurgezer gibi çıkıp gideceğini anladı. Yüzü sararmış, benzi kaçmıştı. İki gözü yaşla dolmuş, nefesi titremeye başlamış, omuzları çökmüştü. Fevkalade değişmiş, tarumar olmuş gibiydi. Başını çalkalıyor, kan torbası gibi kızaran gözleriyle yukarıya doğru bakıyordu. Şahane sırlı şuleler görmüş, bu dünyayı unutmuş gibiydi. Erbol’u acele ettirmek istercesine sert sert dürttü:
– Kalk, kalk! Kalksana Erbol, dedi. Erbol:
– Bu ne, ne oluyor Abay, derken çekinerek baktı. Ürkmüştü. Aklında “yüzü ne kadar tuhaf görünüyor. Ateşi mi çıktı acaba? Hastalandı mı ki” şeklinde nice türlü korkunç şüphe vardı. Abay onun aklındakileri fark edip anlayacak durumda değildi. Kalpağını giydi, kaftanını omzuna aldı ve Erbol’a:
– Yürü! Dışarı çıkalım, dedi.
Ev ahalisi onların aniden hareketlenmesiyle ilgilenmemişti. Yaşlı kadın uyuyakalmıştı. Bekey konuklara arkasını dönmüş, ateş başında kaynayan ete bakarken içi geçmişti. Onların sezmeyişi iyi olmuştu. Çok değişerek yadırgatıcı bir heyecana kapılan Abay daha düzelmemişti. Kulağı ile hevesi dışarıdaydı. Sadece bir seste! Yoksa şarkıda mı?
Aniden ilk ayağa kalkışında bütün eklemleri tir tir titremiş, yıkılıp düşeyazmış, ancak Erbol’un destek oluşuyla zorlukla ayakta durabilmiş, fakat o zaman bile kendi kendisinin farkına varamamıştı. Bir puslu düş içinde aceleyle, titreyerek, yeltenerek sadece ilerideki bir ışığa doğru gitmek ister gibiydi. Biraz ötedeki şarkı bitmiş değildi. Kulağını ondan ayıramıyordu. Bütün kalbiyle ona akıyor, can kulağıyla dinliyordu. Kapıyı nasıl bulduğunu, evden nasıl çıktığını da bilmiyordu.
Evden çıkar çıkmaz kalpağını yolarcasına başından çıkaran Abay sesin geldiği tarafa doğru bütün gücüyle hamle ederken birdenbire olduğu yere çakılmışçasına kalakaldı ve sesin geldiği eve kulağını yapıştırmış gibi dinlemeye daldı. Şarkı “Topayköy” idi. Ancak şimdi nahif bir ezgiyle alabildiğine güzel bir biçimde şımararak, dalgalanarak gelmiş ve olması gerektiği gibi sona ermişti. Şarkı bitmişti. Abay olduğu yerde geriye dönüp Erbol’a doğru yekindi:
– Toğjan! Eyvahlar olsun, bu Toğjan! Toğjan’ım yahu bu! Onun sesi. Tadı bozulmayan kendi ezgisi! Kendi bestesi! Erbol, efendim! Ben neredeyim? Şu evden beni çağıran Toğjan’ım yahu, dedi, azıcık takatini de tüketti, daha da fazla fenalaşıverdi.
Abay’daki değişim olağanüstü olmakla birlikte Erbol onu şimdi anlamaya başlamıştı. Hakikatte, kendisi de şaşkınlık içindeydi. Deminki ses, az önceki evin içindeyken ilk defa duyduğunda ona da çok tanıdık bir ses gibi gelmişti. “Bu ses kimin sesi” diye o da düşünmüştü. Ama Abay metaneti kalmamış olan ve insanın aklını başında bırakmayan küçük bir çocuk gibi çırpınıp yeltenerek gidiyordu. Erbol’u sürükler gibi peşine takmış, aklı derdinde, az önce şarkı söylenen eve doğru hücum edercesine akmaya uğraşıyordu…
Abay’ın Toğjan’a düşkünlüğünden kaynaklanan ağır hülyalarının uzun yıllar boyunca iyileşmeyen büyük bir dert olduğunu çok iyi biliyordu. Fakat hiçbir zaman Abay’ın takatinin tam da şimdiki gibi bittiğini, ruhunun savrulduğunu görmemişti. Beklenmedik bu hâliyle yabancı insanlara yakışıksız görünecek davranışlarda bulunabilecek, abes sözler söyleyebilecek gibiydi. Bunu düşünen dostu Abay’ı sert bir şekilde çekti ve durdurdu:
– Oy, Abay, dur! Bu ne? Ateşe mi düşeceğiz? Önce aklımızı başımıza toplayalım. Senin için önemli olanı söylesene, dedi. Abay daha hâlâ itaat etmiyordu. Erbol:
– Pekâlâ, Abay, azıcık sabırlı ol. O eve ikimiz birlikte gitmeyelim. Ben gideyim de öğrenip çıkayım.
– Git, git öyleyse. Başını sok da hemen çık. Bak ta gör, Toğjan o evde!
– Oy vay Abay! Sayıklıyorsun. Hangi Toğjan? Mümkün değil…
Abay konuşturmadı, mani oldu:
– Bırak Erbol… Söyleme onu. Daha yeni kendisi gelip ayan oldu, dedi.
Özellikle bu söz Erbol’a yadırgatıcı geldi, deliceydi. Fakat Abay hakkında kötülük düşünemeyen, kıyamayan dost gönlü ona acıdı. Küçük kardeşini şımartır gibi içtenlikli bir bağışlayıcılıkla gülüverdi. Sağ koluyla sarılarak kucakladı ve Bekey’in evinden uzaklaştırırcasına açıklığa götürdü.
– O şarkıyı söyleyen kişi birazdan yanımıza gelir. Azıcık sabırlı olalım ve evde bekleyelim. Fakat “ayan oldu” deyişin de nedir? Kendini böyle çocuk gibi telaşa sokman da nedir? Bunun anlamını söylesene bana, diye buyurarak konuştu.
Abay tavırlarının Erbol’a alabildiğine yadırgatıcı ve abes geldiğini şimdi anlamıştı.
– Ben anladığımı bütünüyle anlatayım. Şimdi bana ister “çocuk” de, ister “çılgın” de, ister “deli” de… Ben de bilmiyorum. Ama hayatım boyunca başımdan geçmeyen muhteşem bir gizem içindeyim. Fakat bunu söylemeden önce yemin etmeni istiyorum. Kim gelecek, ne zaman gelecek? İşim yok, sabrım yok. Benim iç dünyamı duymak istiyorsan şimdi bu eve gideceksin, bütün insanları açık seçik göreceksin, gelip bana bilgi vereceksin. Buna söz vermezsen hakikatimi söylemem, dedi.
İki elini Erbol’un omuzlarına atarak bir kucaklayıverdi, bir sarsıverdi, acele cevap verdirmek ister gibiydi. Erbol tereddüt etmedi, “gideceğim” diye söz verdi. Ancak ondan sonra Abay tereddüt etmeden sesi titreyerek acele acele konuştu, başından daha yeni geçen anlaşılmaz bir durumu arkadaşına açıkladı:
– Bu düş değil! Apaçık, ayan beyan gördüm. Uyanık olmasam da müthiş bir hâl Erbol. Başında o kunduz börkü. Saç tokası, kara pelüş hırkası da eskisi gibi. Ta ne zamanki Janibek nehrindeki gece imiş. Hayatım boyunca azıcık gördüğüm saatler içinde hiçbir vakit böylesine yan yana gelmemiş, bu kadar serbest olmamış ve açık seçik görüşmemiştik. Kibar bir utangaçlık gösterirdi ya! Bu defa alabildiğine alevlenerek gelip intizar sesiyle “özledim yahu, yokluğunun sıkıntısındayım” dedi. “Senin öğrettiğin Topaykök vardı. Onu ben gündüzleri de geceleri de söylüyorum. Dinle beni” dedi. Çok güzel bir sesle tek kuple söyledikten sonra “artık gel, gelsene yakın. Ben, işte yanındayım. Engel yok, yanında tek başımayım” dedi. Ben de kucağımı açarak yekindim “gel, gelsene beri sevgilim” diye yanına giderken uyanıverdim.
– Doğru, sen öyle söyledin. Böyle diyerek uyandın, deyiverdi Erbol.
– Dur hele! Gerisi daha şahane… Gözümü açsam ki düş görüyormuşum. Fakat şarkı: Topaykök! Aynı Toğjan’ın, sadece onun önünde söylediğim makamıyla! Aynı Toğjan’ın kendi sesiyle söyleniyor, kesilmeden şakıyordu. Başkaları düş olsun, ya bu ne? … Düşümde o! Uyandığımda da başka bir kişinin sesi değil, gerçek yârimin kendi sesi. Tam yanı başımda belirmesi de neyin nesi, diye şaşkınlığını ifade ederken bir kez daha sabırsızca hamle etti. Yerinde duramayarak kımıldandı, birdenbire Şekey’in evine doğru dönüp aceleyle yürümek istedi…
Abay o akşam gerçekleşen hâlini, aynı günün gecesinde de ertesi sabahında da anlamamıştı. Esasında Erbol’un da düşündüğü gibi “şahane” hiçbir şey yoktu. Abay’ın gördüğünün başlangıcı rüya idi. Toğjan’ı düşünde görerek yatmış, huzursuzluk veren rüyadan yarım yamalak uyandığında da o evdeki şarkıyı işitmiş, böylece düş ile şarkı birbirine girmişti. Böylesi bir durum uyku ile uyanıklık, rüya ile başı ayıklık arasında, özellikle çok yorulunulan günün uykusunda yaşanabilen ilgi çekici ve geçici bir hâl idi…
Erbol’un az önce verdiği söz vardı. O, Abay’a ikinci kez söyletmeden kendisi yöneldi. Giderken yoldaşına:
– Evet! Şimdi dur hele, ben gidip geleyim. Sen beni dışarıda bekle, çabuk çıkarım, dedi ve hızlı adımlarla gitti.
Söylediği gibi kısa bir süre sonra dışarı çıkan Erbol, Abay’a doğru süratle yürüyerek çabucak geri geldi. Fakat şimdiki Erbol deminki Abay’dan da beter bir şaşkınlık içindeydi. Gelir gelmez dostunun yakasını tuttu, adeta bağırır gibi nefes nefese konuştu:
– Hey Allah’ım! Senin gördüğün düş değil Abay! Kendisi, içerideki ta kendisi!
– Ne diyorsun can efendim! Toğjan mı, kendisi mi? Tamam! Pekâlâ, diyen Abay yakasından tutmakta olan Erbol’u eve doğru çekiştirdi. Erbol, sesi öncekinden de sert bir şekilde buyurarak:
– Dur! Toğjan değil. Kendisi değil.
Aniden Erbol’a dönen Abay sıkıntı içinde:
– Oy, ne diyorsun! Ne dedin, dedi. Erbol’un sözlerinden duyduğu memnuniyetsizlik açık seçik hissediliyordu.
– Kendisi değil. Fakat aynı onun ikiziymiş gibi tıpkısı. Kurban olduğum Allah! Aynı Janibek’te gördüğümüz suretiyle hiç değişmeyen Toğjan gibi. Serpildiği gençlik günündeymiş gibi. Toğjan’dan ayırması mümkün olmayan, farklılığı anlaşılmayacak bir kız var.
– Gerçekten mi? Oy! Bu ne harika! Şarkıyı söyleyen de o muymuş?
– Şarkıyı kimin söylediğini bilmiyorum. Adını da sormadım. Görünce aklım başımdan gitti.
– Hakikaten bu kadar benziyorsa, şarkıyı da o söylüyor olmalı. Başkası olamaz.
– Ben de öyle düşünüyorum… Peki, öyleyse bu nasıl bir sihir efendim! Derin uykuda yatarken bunu nasıl sezdin? Yoksa bir kehanetin mi var canım efendim? Düş değil bu bir kâhinlik yahu. Yoksa yol yorgunluğu ile ağırlaşan uykumuzdan kafamız mı karışıyor, diyen Erbol, kendisi de sara hastalığına yakalanmış biri gibi titremeye başlamıştı…
Erbol “hiç değişmeyen Toğjan” dediğinden beri Abay, bu kısa ifadeyi fısıldayarak tekrar tekrar söylüyordu. Yüreği doludizgin koşturan at gibi çarpıyordu. Gönlünde sevinç de vardı. Ama “benzemezse, bütün bunlar bir rüya ise, sadece sayıklama ise, geçici bir serap gibi uçup gider mi ki” şeklinde korkular da vardı içinde.
Ne de olsa bir şuleye aceleyle yekinerek yelteniyordu. Yanarak düşeceği yer ateş de olsa, bu yelteniş hâliyle çırpınarak düşecekti içine…
İkisi de eve doğru yürüdü.
O sırada Şekey’in evinin kapısı açıldı, içeride yanan ateşin pembe ışığı dışarıya süzüldü. Gülerek konuşan, dışarıya çıkmakta olan kadın ve erkek sesleri duyuldu.
– İşte, onlar da çıktı. Şimdi hepsi akşam yemeği yemek için Bekey’in evine girecek, diyen Erbol, Abay’ı konuk oldukları eve doğru çekti. Onlardan önce gireceklerdi.
İki yiğit eve geldi. Eski yerlerine, başköşeye oturdular. Erbol ateşe yakınlaştı, köz küreğiyle tezek ateşini karıştırdı, külleri kenara korları ortaya toplaştırırken:
– Aydınlıkça olsun, şu ateşe biraz el atsanıza, dedi.
Abay sabırsızlanarak bekliyordu. Gençler o kadar çabuk girmedi. Dışarıdan komik şaka sesleri geliyor, biraz duraksıyorlardı. Evdeki Bekey ile Naymantay, yemekten önce konukların elini yıkaması için su ve leğen hazırladılar. Sarışın kadın annesini uyandırmış, tutacak almış ve kazana yaklaşmıştı.
O sırada kiyiz evin kapısı ardına kadar açıldı, gelen konuklara yol verdi. Eve, evvela iki yiğit girdi. Kalpak ve kaftanları gösterişsizdi. Dize kadar gelen deri çizmeleri vardı. Yüzleri mütevazı, yumuşak bakışlıydı. Selam verip, hürmet göstererek giren damatla arkadaşıymış. Onların hemen ardından küçük kızlar geliyordu. Çiçeği burnunda bir iki gelincik girdi. Hepi topu yedi sekiz kişi.
Abay sabırsızca gözünü dikmiş bakıyordu. Birazcık duraksadıktan sonra, başına, yüzünün yarısını kapatırmışçasına önüne düşen bozca kaftan örtünen orta boylu bir kız girdi. Burnu kalkıkça, kara yağız idi. Şekey’in nişanlı kızı bu olmalıydı. Tam da onun ardından saç tokası aheste bir şekilde şıngırdayan, hafif pembeliği ak benzine nur gibi yaraşan aynı Toğjan’ın kendisi geliyordu. Nazikçe tebessüm edip gülümseyerek girdi içeri. Kusursuz ak pak dişleri elle dizilmiş gibiydi. İki yanağındaki nahif hoş pembelik, acelesiyle bekleyen seher vaktinin tan kızıllığı gibiydi.
Daha hâlâ geçmemiş olan utangaç kibarlığıyla konuklara bakarak usulca selamlaştığında yüzüne ani bir dalga düştü. Yanaklarının üstündeki nahif pembelikler birbiriyle birleşerek bütün yüzüne yayıldı. İncecikleşen genç kızlığın çok utangaçlaşan, sıkılganlaşan işareti belirginleşti. Onu utangaçlaştıran Abay idi…
Kız orta boylu idi, tam da Toğjan’ın boyu gibi. Bütün görünüşü benzer idi. Yüz görünüşü, aklığı kızıllığı, Erbol’un dediği gibi “hiç değişmeyen Toğjan” sanki… Bunun da uzun ve gür, ipek telli kara saçı vardı. Ağzı burnu da; tam da o özlediği aşığının tek bakışıyla Abay’a bir başka sıcak görünen çok güzel ve sevimli ağzı ile burnu gibiydi. Hafif kalkık köşeli burnu uç bölgesine gelince yuvarlakçalaşıyor, bir başkaca uyumlu görünüyordu. Çocukluk ve masumiyet esintisi gibi zarif kırmızı dudaklarında sıcaklığının etkili gücü vardı. Etrafını sevindirip hayran bırakan masum ve nazik sevinç gülüşü vardı… Bu kız, apaçık yâri Toğjan idi! Fakat az önce düşünde gördüğü gibi, o eski günlerdeki nahifliğini koruyan genç Toğjan. İlk defa Tüyeörkeş’deki Süyindik’in evinde, ilkbaharın elverişli bir akşam vaktinde gördüğü o güzeli! Şaşırtıcı şahane hâldeyken yeni doğmuş bir ay görmüştü sanki. O eski zamanlardaki sevgili aydınlık yeniden canlanmış, değişmeyen cibilliyetiyle yeniden dönüp gelmiş, gökyüzünde kendisine uygun münferit yeri almış gibiydi.
Kız gelip yerine oturuncaya kadar, Abay’ın aklı ile duyguları gizemli ve puslu bir hüzne battı. Abay kendisini de çevresindeki herkesi de bütünüyle unutmuştu. Sadece gördüğü rüyadan sonra gerçekleşen yürek fırtınasına kapılmıştı.
“Yanındayım. İşte, geldim” demişti yahu. Dediği doğru, yalanı, yanlışı yok. Kendisi, kendisi geldi. Körpe gibi taze, nahifleşmiş duygulu bir hâlde, nazik yürek dalgalanışıyla, titreyişiyle geldi…
Genç kız içeri girdiğinde taşlaşmış gibi gözlerini ayırmadan kendisine bakan Abay’ın beti benzi alabildiğine yadırgatıcı idi. İki gözü yuvasından çıkmış, delercesine dikilip kalmıştı. Kanı kaçan yüzünde; gökyüzünden gelecek baht yıldızını bekler gibi tuhaf bir ışıltı, sahipsiz kalmışlık ve şaşkınlığa düşmüşlük çaresizliği ile dudakları fısıltıya düşüren sessiz bir sığınış vardı.
Eve girenler selamlaşıp tokalaşıyordu. Abay bunu hissetmedi. Hiç kimseyi görmüyordu. Sadece bir cana arzu duyan meyli akmış ve dökülmüştü.
Hissiyatlı güzel kendisine dikilen gözleri görür görmez anlamış ve utanarak selamlaşmıştı. Fakat gözlerini ayırmadan, aklını yitirmiş gibi bakakalan yiğit kızın selamlaşmasına da cevap vermedi. Dudakları öylesine boş ve anlamsız bir şekilde fısıltıyla ses çıkardı. Güzel kız bundan utanıp sıkılarak kıpkırmızı olmuştu.
Erbol, Abay’ın kızları mahcup eden bakışını görmüş, dikkatleri kendi üzerine çekmek için ev ahalisiyle ve yeni konuklarla güler yüzle sohbete girişmişti. Damatları Mamay boyundan Elaman imiş… Erbol onların obasını da biliyor, aksakallarını tanıyordu.
Onların obası şimdi nerede? Dışarıya, yaylaya göçtü mü? Şınğıs’ı aştı mı(?) türünden bilindik sorular soruyor, haberler alıyordu.
Abay’ın Toğjan’a benzeyen kız hususunda dikkat ettiği tek şey, onun bu evin çocuğu olduğuydu.
Konuklar yerleşip oturduktan sonra Bekey ona bakarak:
– Şükiman, gözümün nuru! Annene yardım et, şuradan sofra bezi al da sofrayı yayıver, demişti.
Bunun üzerine Şükiman kiyiz evin keregelerine yaslanarak oturan kalabalığın önünde tek başına ayakta kaldı, öylesine bir iki endamlı harekette bulundu, kendini gösterdi. Onun da hırkası ve ak gömleği kendisine çok yakışıyordu. Sadece başındaki sarımsı boz tüylü yaşlı kunduz derisinden börkü uygun düşmemişti.
Abay, içindeki görkemli hayali bozar gibi gördüğü bu börkü “çıkarır mı ki” diye düşündü. “Şükiman” adını da beğenmemişti.
Erbol, yemek sırasında top sakallı esmer damat Elaman ile hiç ara vermeden sohbet etti…
Şükiman Abay hakkında söylenen bir iki hususu duymuş, gıyabından tanıyordu. Bundan bir iki yıl kadar önce, “Kunanbay’ın oğlu delikanlı Abay bu ülkenin Konırkökşe adlı bölgesine Bolıs oldu” diye duymuştu. Yine bu kış, o Bolıslık makamından kendi kararıyla ayrıldığını da işitmişti. Fakat Şükiman bunlara bir kıymet vererek üzerinde düşünmüş değildi. Abay hakkındaki güzel sözleri de kötü sözleri de pek fazla işitmemişti.
Irak bir yerde olsa da kaya gibi katılığı, soğuk kuru ayazı sezilen Kunanbay adlı bir Mırza vardı. Onun Bolıs olan evladının bu küçücük ve uysal obada ne işi olabilirdi? Mırza olsun, Bolıs olsun! Buradaki insanların onlarla işi olmazdı. Özellikle bu evler arasında şımartılarak yaşayan, serbestçe çocukluk meraklarının peşinde koşan, şarkı söylemeye düşkün Şükiman’ın hiçbir işi olamazdı…
Şükiman, deminki Şekey’in evinde dururlarken Abay’ın geldiğini işitmişti. Fakat görmek için acele etmemişti. Az önce gelip, iki elini çaprazlamasına göğsünde kavuşturarak ve hafifçe öne eğilerek selam verdiğinde Abay’ın cevap vermeden kalışını da kaba bir tavır olarak değerlendirmişti.
“Mağrur ve kodaman obanın Mırzası ‘bahtın açık olsun’ demeye de tenezzül etmemiş olabilir” diye düşünmüş, sinirlenmiş, incinerek kendini kenara çekmişti. Şimdi başını çevirerek Abay’a baktığı da yoktu…
Yemekten sonra büyük kara güğüm tekrar asıldı. Ateş tekrar parıldayarak, canlanarak yandı.
Naymantay öteki evden gösterişsiz bir dombıra getirdi, damat arkadaşı Elaman’a verdi.
Bekey o yiğide bakarak:
– Çocuklar, o evde türkü söyleyerek kulakların pasını siliyordunuz ya! Burası da çekinecek bir yer değil. Çalıp söyleyerek oturun çerağlarım, dedi. Abay önceden de Bekey’i beğenmişti. Bu yaptığı, şahane bir buluş gibiydi. Güleryüz göstererek onun sözünü destekledi, ancak şimdi kendine gelmiş olarak konuşmuştu:
– Doğru arkadaşlar! Buraya gelip bize katılınca eğlencenizin demi bozulmasın. Güzel bir şarkı da işitiliyordu. Yadsıyıp yadırgamayınız, dedi.
Erbol da “söyleyen sendin değil mi” der gibi gözlerini Şükiman’a dikti, tekrar dinlemeyi dilediğini belirtircesine “o güzel şarkı” diye överek altını çizdi.
Şükiman utanıp yüzü kızararak gülümsese de cevap vermekten çekinmedi. Berrak ve nazik bir sesle aheste biçimde güldükten sonra:
– Türkü sadece bizde miymiş? Pek çok yerde işitip, pek çok yerde kana kana dinliyorsunuz. Asıl sizde ya! Konukların da hediyesi olmalı değil mi, diyerek Abay’a baktı ve tekrar güldü.
Gülüş sesi ne kadar da şıngırdayıcı, ne kadar da berrak ve nazik idi. Bunun gülüş sesi Toğjan’ın sesinden de etkileyiciydi. Şarkı gibi kulaktan gitmezcesine ezgili bir gülüş idi.
Abay tereddüt etmedi:
Yolu töresi beni bulmuşsa, kötü de olsa bir türkü bulup seslendireyim, dedi ve ev ahalisini memnun ederek güldürdü. Dombıranın akordunu düzeltti, çevik bir şekilde çaldı.
Hissiyatla dolu gönülsüz türküde Şükiman’ın daha önce işitip öğrenmediği türden hüzünlü ve güzel sözler vardı:
“Işıldamaz kara gönlüm ne yapsa da,
Ay ile güneş gökyüzüne çakılsa da.
Dünyada senin gibi yâr bulunmaz bana,
Belki sana, benden üstünü bulunsa da…”
Bu sözlerde bugünün alışılmış hayalleri değil, alev ve güven gibi parlak şulelerin silueti vardı. Sahibini bulmuş, sadece ona ithaf edilmiş gibi; ses titreşimi ile ezgi salınışı ümit yakasına doğru işaret edercesine alabildiğine uzuyor, boy veriyordu.
Abay ev ahalisinin severek dinlediğini görünce bu şarkısını fasıla vermeden üç defa tekraren söyleyiverdi.
Ondan sonra Şükiman’a bakarak dilekte bulundu:
– Şükiman! Komşudan gelen yemek tabağı boş gönderilmez ya! Daha demin o evde söylenen Topaykök şarkısını Erbol’la ben unutmuş değiliz. “Onu kim söylüyordu” diye soracak da değiliz. Söyleyenin siz olduğunuzdan şüphemiz yok. Onu hiç olmazsa bir kez söylesenize, dedi.
Şükiman yine estetik bir gülüş attı ve azıcık latife katarak:
– Hah! Bizi davet eden ve o şarkıyı söyleyen yaşlı bir yengemizdi. O, evde kaldı, dedi. Yiğidin özgüvenini azıcık alaya aldı. Yanındaki küçük kızlarla gelin de aldatmasına yardımcı olmak istercesine gülüştü. Abay ve Erbol boyun eğmedi, inanmadı. “Sensin”, “sen söyle” diyerek arzuyla ısrar ettiler.
Bunun üzerine Şükiman Topaykök’ü söylemeye başladı. Söylerkenki haşmetli sesi şarkıyı gayriihtiyari mayalıyordu. İpek gibi yumuşakça çevrilen ayrı bir nağme bulmuştu. Bu şarkı Abay’a dünyadan bir şarkı gibi değil, belki de hayatta hiç görülmemiş bir endam, hiç işitilmemiş bir sır esintisi gibi geldi. Diğer yiğitlere tanıdık gelse de Topaykök daha önce kendisine böyle bir sesle, tam da bu şekilde cana can verircesine, insanın içini genişletircesine güzel gelmemişti. Abay tapınırcasına uyuşup kendinden geçerek dinledi.
Sadece bir an gözü Şükiman’ın yüzüne takılmıştı. Güzel genç kız artık çekinmiyordu. Bütün duygulu yüreğiyle, fidan gibi boyuyla şarkının melodisine kapılmıştı. İncecik kaşları bazen azıcık çatılıyor, bazen gerilerek yükseliyor, iç dünyasındaki duyguların efil efil esintisini sergiliyordu.
Şimdiki Şükiman nahif ezgili billur melodi eşliğinde bütün vasıflarını ortaya döküyordu. Sanat nuru ile bir başka canlanmış, bir başka güzelleşmişti. Şarkısında açık seçik ve belirgin şekilde uyumlu bir ezgi yanı sıra kesintisiz olarak ilişen ufak ve huzurlu bir tını, simli bir ses dalgası vardı.
Özellikle ilişen bu ses yiğit yüreğine başka türlü bir sıcaklık etkisi veriyordu. Gözünün önünden ne biçim güzel görüntüler geçiyordu. Ay ışığı şırıldayarak akan sığ bulak gibi yüzüne düşünce sevinerek parlar mıydı? Sesine hayran olarak gelip, nur şulesini geceye döker gibi olur muydu? İşte özellikle böylesi bir görüntüyü çokça hayal ediyordu.
Şükiman tekrar eskisi gibi dalgalandırdı, bütün ağırlığıyla nazlandırarak geldi, aheste bir şekilde duruverdi. Herkes hayranlıkla tâbi olmuş, sessiz sedasız dinliyordu.
Abay nefesini içine çekmiş, alabildiğine takatsizce gevşemişti. Sevinç ve bahtla karışık aydınlık bir yüzle sert bir biçimde “of” dedi. Sesini çıkarmadan Şükiman’a bakarak başını hafifçe öne eğdi.
İçtenlikle alkışlayan Erbol:
– Bugüne kadar söyleyicisiyle karşılaşmamış yahu biçare! Böyle söylenen Topaykök’ün başka ne hayali olur, dedi.
Abay da böyle düşünüyordu. Fakat o, içindeki huzur hâlini şu anda söze dökerek ifade edebilecek gibi değildi. Gönlü nur şuleleriyle dolup taşıyor, gerdirerek dalgalandırıyor gibiydi… Bir şeyler söyleyerek konuşsa, o huzuru kendisi bozmuş ve kendisi kovmuş gibi olurdu. Tek bildiği; içinde gün doğmuş gibiydi. Apaçık mutluluk hissediyordu. Artık kavuşulması imkânsız olandan ümidi kestiren ve yok eden mutluluk dönüp kendisi gelmiş, nazlandırarak esirgemiş, onu yeniden bulmuş gibiydi.
O anda Abay’ın aklında vazgeçilmez sağlam bir karar doğdu. Bir zamanlar gençlik, çaresizlik ve güçsüzlük sebebiyle sevdiğinden ayrılmış idi. Bunun için kendisi bağışlanmayacak kadar suçlu idi. Şimdi bu baht yıldızından ayrılmayı bırak, gözünü kaçıracak da değildi… Dünya alt üst olsun. Ana baba, arkadaş ve akrabalar abes karşılasın. Bütün âlem “kabahat” desin, bundan yaka silksin… O zaman bile Abay bu güzellikten uzaklaşmayacak, ayrılmayacaktı… Ayrılacak olursa, gerekli değildi yaşamak da! Bütün muradı, bütün hayali artık geri dönülmez bir biçimde bu hülyaya, bu karara bağlanmıştı sağlamca…
Gençlerin toplantısı bittiğinde Abay tekrar tekrar Şükiman’a teşekkür etti. Nefesi titreyen ve yüzü değişen yiğidin diline başka kelime gelmiyordu. Şükiman’ın gönlü bilge, sezgisi açık idi. O, kibarca süzülüp yüzü pembeleşerek gülerken Abay’a son bir kez göz attı. Şimdi o, içeriye ilk girdiğindeki yiğit değildi. İlk karşılaştığındaki gibi kibirli ve soğuk değildi. Hoş bakışlı ve yumuşak mizaçlı bir insan gibiydi. İçindekileri çekinmeden söyleyen, herkesi kendine çeken iyi bir adama benziyordu. Şükiman’ın daha önce görmediği, beklemediği iyisi gibiydi. Kız onu akrabası gibi yakın hissetti. Güleryüz gösterdi, uzun uzun bakışarak vedalaştı…
Yatma vakti geldiğinde Şükiman misafirliğe gelen damatlarını yengelerinden birinin evine yerleştirmeye gitti ve sonrasında kendi evine dönmedi.
Ertesi sabah atlanarak yola düşen Abay ve Erbol Şilikti bölgesinden çıkar çıkmaz Şükiman hakkında konuşmaya başladı. Abay:
– Kerim[8 - Kerim: Soylu, Asil.]… Kerim… Ne diyeceksin, dedi.
– Ay Kerim! Ay Kerim, diyen Erbol da gözünün önünde duran bir şeyi iştahla yiyecekmiş gibi gözünü pörtletmiş ve ağzının suyunu akıtmak üzereydi.
“Nasıl, nasıl dedin” diyen Abay, yoldaşının bu sözünü tekrar tekrar söylettikten sonra:
– Bir şey diyeyim mi? Bunun adı güzel değil. Cibilliyetine uygun değil… Yeni ad koyarız… Bunu da şimdi sen buldun. Şükiman adı dursun, gerçek adı “Aygerim! Aygerim” olsun, dedi…
Bunların sohbeti bu meyanda ilerledi. Dün geceki rüya ile başlayıp şahane ve imrendirici hakikatle sonlanan, hayretler içinde bırakan sırra geldi, dayandı. İkisi de uzun uzun konuşmakla birlikte bunun nasıl bir sır barındırdığını ve nasıl bir hâlden kaynaklandığını çözemedi, anlayamadı. İnsanı afallatıyordu. En sonunda Abay kendisi bir varsayımda bulundu, tahminini söyledi:
– Erbol akla yatmasa da bir şey diyeyim mi? Akıl ve bilinçle yaşayan halk bir yana, tam da böyle olacakları düşte görmek ya buna niyetlenen kâhinin, öngörürün, baksının, falcının işi yahut kitapların sözünü ettiği evliyanın, pirin işi. Ben böyle biri değilim. Nasıl gördüm? Belirli bir süreyle düşünüp dalınça girmiş, cezbeye gelmiş de değilim… Ama böyle sezgiler abdal ozanlarda da oluyor. Buna göre, ben de bir ozan olmalıyım, dedi.
Erbol Abay’ın ozanlığına önem veriyordu. Fakat bu hususu tam olarak anlamış değildi, ses çıkarmadı. Alışılmamış, tuhaf bir durum saydığı düşünce hâlinde kalıverdi. Abay da, o da, geceki rüya durumunu doğru düşünemiyor, sadece fal açar gibi oluyor, belirsiz dalınça düşüyorlardı. Fakat Abay “ben de bir ozan olmalıyım” sözünü, geldiği açıkça hissedilen bir ilham üzerine söylemişti…
Yol Şilikti tepesini aştı, dosdoğru gitti, boylu boyunca Orda dağının arka döşüne doğru uzandı.
Seyyahların tam karşısından Şınğıs’ın yeli esti. Uzakta, sahranın muhteşem masalındaki gibi güzel bir serap dalgalandı. Gözleri fal taşı gibi açan, insanı olduğu yerde donduran nice türlü görünüşler ve hayaller peydah oldu. Bunlar bazen mavimsi yeşilimsi bir pusarıklık içinde kalkıp yükseliyor, yerden koparak semaya doğru gidiyordu. Bazen dağın kendisi, bazen üzerindeki bir kışlak, bir mezar veya bir çalılık böyle uçarcasına yükseliyordu. Bu ılgımın arka tarafında, mavimsi yeşilimsi pusarıklık arasında Şınğıs’ın büyük katmanlı yemyeşil yükseltileri görünüyordu.
Bütün çevreyi yemyeşil göveren selinler ve geçen güzden kalan saçaklanmış solgun gri yulaflar basmıştı. Ara sıra yol boyundaki sulak çukur yerlerde deste deste sazlıklar da görülüyordu. Hepsi birlikte nazikçe salınıp ırgalanarak sadece vızıltımsı bir ses çıkarıyorlardı… Kendi korolarıyla baş başa verip birlik ve beraberlik ezgisi çalarak salınıyorlar, körpe yeşillikleri bağırlarına basıp yeni gençliği, yeni ilkbaharı ninniliyorlardı.
“…
Sevinç ve mutluluk sezdik mimiklerinde…
Sırrımı açarak giderim, süsleyerek sözlerle.
Bir yel esse vızıldayarak sırlaşıp kamışlar ile
Baş eğer onlar “Hak, Hak” diyerek var gücüyle”
diyen Abay, yeni bir akort arar gibiydi.
Bugüne kadar kurtulamadığı gönül kırgınlığı geceden beri kendi kendine açılmış, tam da bu anda aydınlığa kavuşmuş gibiydi. Hayal ve ilham yolu da aynı tende yankılanarak açılmışa benziyordu. Şiir sanki acele ederek ve küplere binerek çıkar gibi nice türlü şekillerle döne döne ve çabuk çabuk geliyordu. Yürekte mayalanarak telaşa düşen bir sevinç vardı. Yerine oturan, istikrara kavuşan bir düşünce yoktu. Hızlı gençlik bazen haylazlık, huysuzluk, haytalık yapmak ister gibi oluyordu. Şimdi motiflenerek gelmekte olan şiirleri de bu yürek ezgisine uygun olarak kopuk kopuk çıkıyordu. Titreyen çolak tanış gibi sık sık değişiyor, coşkuyla dönüyordu. Kaç defa ezgisini şaşırıyor, renkten renge giriyor, engellerden döne döne çıkıyordu…
Aslında kendi şiirleri hususunda Abay’ın takip ettiği bir kalıp, vazgeçilmez bir ezgi, değişmez bir vezin yoktu. Bir zamanlar o Doğu ozanları gibi:
“Sensin can lezzeti,
Sensin ten şerbeti…”
şeklindeki sabit bir iskelet üzerine motifliyordu şiirlerini…
Bugün o, kendince içinde bulunduğu coşkulu sevince uygun türkü ezgisi arayacak oldu. Beste dilini de kendisinden bulacaktı. “Başkalarının söylediğini tekrarlasa kendi duygusu olmaz, uygun düşmez, sahte bir destan uydurmuş gibi olur” diye düşünüyordu.
Yine duygulanarak dalgalandığı bir anda Toğjan’ın ve Aygerim’in kaşlarını gözünün önünde canlandırdı, kusursuzca sıcak ve güzel görünen görkemliliği gözlerinin önündeymiş gibi seyrederek:
“… İncecik karakaşını çizip bırakmış,
Bir cana benzetiyorum doğan ayı…”
dedi.
O ay, eskisi gibi gökyüzünde değil, uzakta değil, onu tanıyıp da gelmiş ve artık yanına yaklaşarak çökmüş gibiydi…
Abay bunu hissettikçe fasılasız şiir deriyordu. Çocukluk günleri, genç delikanlılık dönemi sevinçle yeniden yüreğinde uyanıyor, sabırsızca şadıman olarak oynakçalaşıyormuş gibiydi. Şimdiki hayat, tam karşısında dalgalanan ılgım gibileşerek masalsı hayal huzuruna doğru gümbürdeterek çekiyordu.
Gençliğini, sınırsızca mutluluk duyduğu gençliğini yeniden bulmuştu. Özleyerek, sevinerek bulmuştu. Onu bulmakla birlikte kendi içinde sinir küpü gibi sıkışıp kalan ve soğukta bulduğu birine sarılmış gibi kaskatı donan şairliğinin de hücum edercesine kanatlandığını gördü. Şiirinde artık bir sınır çizgisi yoktu. Özgür kalarak mutluluğu bulmuş kapan kuşu gibi duygulanarak ve oynayıp zıplayarak gidiyor, kelimeleri şımartıyordu. Kolaylıkla kurulan ahenkli ritimler ve dizilen kafiyeler vardı. Buna nazaran hafifliğine bağlı olarak dönem dönem değişen, çarçabuk yön değiştiren ve onlara uyum sağlayarak gelişen şarkılar da geldikçe geliyordu aklına.
Erbol’a söylediği “ben de bir ozan olmalıyım” sözünü ispat etmek istercesine şimdi gittikleri huzur dolu, uzun, güzel ve insansız yol boyunda fasılasız ezgiler buluyordu kendi içinden.
Abay Orda dağından ayrılıp tam da Karavıl’a gelinceye, öğlelik yere ulaşıncaya değin ayılmadan, caymadan beste yaptı, şiir coşturttu… Nereden geçtiğini, nasıl gittiğini tamamıyla unutmuş gibiydi. Ancak Karavıl nehrinin yakasına ulaştıklarında hayal âleminden birazcık çıkıp, kendine gelmiş gibi oldu. Bu uyanış da huzurluydu. Bütün kış boyunca halkını ve memleketini çok özlemişti. Kendi doğduğu yeri ve etrafındaki bölgeleri… Kendisinin özellikle çok sevdiği Karavıl nehrini…
Dizi dizi hatıralar gözünün önünden geçiyordu. Toğjan’ı ilk defa bu nehrin baş tarafında, şu uzaktaki yeşillenmeye başlamış olan Tüyeörkeş’de görmüştü. Bu Karavıl nehri taşmış, hiddetli akıntı gürüldeyerek giderken Abay masum çocuk temizliğiyle Toğjan’ı ilk defa öpmüştü. İşte o Toğjan! Yakıp kavuran, hayaliyle avunulan Toğjan bugün onsuz geçen yılları, çekilen acıları ve tasaları seraba dönüştürerek uçurmuştu. “Bunlar yok, bunlar beyhude. Ben hâlâ eskisi gibi körpe gençlik hâlindeyim. Aynı şekilde tertemiz kalbimle seni yeniden bulabilirim. Sevip imrendirerek mutlu edebilirim” diyerek geliyordu…
Şiir ve hayal debisi artık açık düşünceye getirmişti.
Abay farklıca bir güvenle Erbol’u şimdiki sırrına ortak etti. Geceden beri gönlüne düşen kararı söyledi. Bu, dünden beri bir öyle bir böyle savuran fırtınalı duygunun getirdiği sabır bilmez, kısa ve sağlam bir karar idi.
Sınır koymadığı dostuna geceden başlayan, bugün sabahtan beri gelinen yol boyunca devam eden hayal ve duygu fırtınasını anlattıktan sonra:
– Erbol, ayıplama, anla beni, dedi.
Ne zaman ani bir işe kalkışsa öncelikle Erbol’a anlaşılır olmak ister, söze böyle başlardı. Erbol bir şeyleri sezmiş gibi gözlerini kısarak baktı, tebessüm ederek gülmeye başladı. Dostunu anlamış, hâlini biliyormuş gibiydi. Abay onun yüzüne bakmıyordu. Konuşmasını sürdürdü:
– Bugünkü hayat beni eskiden basmadığım mecralara sürükledi. Tatmadığım, kaderimde karşılaşmadığım bir devrana yönlendirdi. Aklım fikrim buna gitti. Ben Aygerim’i yâr edeceğim, alacağım, dedi.
Erbol yoldaşının Aygerim’e tutulmaya başladığını fark etmişti. Fakat şimdi “alacağım” demesini beklemiyordu… Afallayarak baktı, çabuk cevap vermedi, düşünceye daldı.
İkisinin bu yoldaki sohbeti bu meyanda devam etti.
Şınğıs dağını aşıp gün batarken Şalkar’da yerleşen Uljan obasına yettiklerinde iki yiğit Abay’ın bu kararı hususunda kesin olarak anlaşmıştı…
Şalkar denilen geniş döşteki pek çok yayla capcanlıydı. Nehri duru, bulakları buz gibi soğuk, yeşilliği uçsuz bucaksız, eni ile boyu birbirine eşit gibi, kunan koşturumluk[9 - Kunan koşturumluk yer: 20-25 kilometrelik mesafe.] bir yerdi. Şalkar, ismi ile müsemma engin bir yerdi. Gece gündüz daima meltem olarak esen Arka’nın elverişli nahif rüzgârı özellikle Şalkar’da huzur esintisi gibi nazlanarak üfürürdü. Yüksek mevziilerinde yeşil ipek dalgalar gibi salınan yulaflı katmanları vardı.
Bu yıl Şalkar’da konan oba çoktu. Abaylar kendi obasını buluncaya kadar nice kalabalık obanın içinden geçti. Buradaki yerleşkelerin sahipleri olan Bökenşi ve Borsak boylarının obalarından başka, bu yıl barışarak gelen Jigitek obaları da vardı. Uljan obasını çevreleyerek göçen Irğızbay, Juvantayak ve Karabatır boylarının obaları da vardı. Kökşe boyunun tek tük obası da gelip konmuştu.
Hediye yiyecek hissesi getiren saygılı eltiler ve görümceler, baybişeler ve gelinler Uljan obasını basmış olmalıydı. Abaylar yaklaştığında birkaç at arabasına doluşan bir grup kadın doğu tarafındaki Süyindik yerleşkesine doğru gidiyordu. Başka bir grup atlı hanımlar batıya doğru gidiyordu. Bunlar da Sarıgöl tarafından, Jigitek obalarından gelmiş olan konuklar olmalıydı.
Abay’la Erbol, bu toplulukların ayrıldığı vakitte gelişlerini ters görmemişlerdi.
Dışarı çıkarak konuklarını uğurlamak üzere atlandıran Uljan henüz eve girmemişti. Abayları büyük evin önünde pek çok kadın, delikanlı ve çocuktan oluşan kalabalıkla karşıladı.
Otağ yeni, körpe yeşillikler bükülse de daha ezilmemiş, oba evlerinin etrafı tertemiz idi… Aynı şekilde Uljan’ın kendisinden başlayarak etrafında duran gelin, elti ve çocukların üstü başı da tertemizdi. Hepsi yeni elbiseler giyinmişti. Kadınların başörtüleri akpak olsa da ayağa kadar uzayan çift etekli elbiseleri ile beli büzülü hırkaları nice türlü renkleriyle ak evin dışını ve yeşillik dünyasını kendince allı pullu güzelleştirerek nakışlamış gibiydi.
Kenardaki evlerde yaşayan elbisesi yırtık, yüzü cılız olan sağıcı, tezekçi, çoban ve seyis hanımları ile çocukları bu topluluğa yanaşmıyor, ıraktan bakıyor, kıyıda duruyordu. Ayğız ve Kaliyka onları, yeni taşınan komşuya yemek getiren kadınlar geldiğinden beri bu tarafa yaklaştırmamıştı. Böyle durumlardaki adetlerine uygun olarak ikisi de onları yerip “göz önünde durma! Herkesi korkutup düşüne mi girmek istiyorsun? Şöyle uzağa git, darılma” diyerek sıradan çardaklara doğru, sağılacak malların arasına doğru sürerlerdi…
Akrabaları Abay’ı güler yüzle, sevinerek karşıladı. Bu meyli ilk gösteren kişi, oğlunun yüzünü koklayarak öpen ve onu gülümseyerek karşılayan anası Uljan idi. Uljan, iki üç yaşında olan en küçük torununu boylu boyunca Abay’a yönlendirdi. İnce kemikli yuka yüzü akpakça boz olan, kaşı gözü alabildiğine güzel yaratılan çocuk oldukça sevimli ve nazik bir hareketle Abay’a doğru yaklaştı, çömelmiş olan babasının boynundan sarıldı, yüzünü yüzüne yapıştırdı. Abay büyük bir sevecenlikle “Mağaş’ım” diyerek öptüğünde, çocuk hiç utanıp sıkılmadı. Çoktan beri görmese de babasını yadırgamadı. Babaannesine bakarken mercan gibi küçük ve bembeyaz dişlerini göstererek güldü. Sağ eliyle babasının yüzünü okşadı, kendisini biraz geriye çekip uyanıkça güldü:
– Baba, sen bana “Mağaş” mı dedin? İyi, unutmuşsun ya beni. Ben Mağaş değilim, Abiş’im ya, dedi.
Kimin öğrettiği bilinmez. Fakat şeffaf boncuk gibi saf ve sevimli olan, bir o kadar da kanı kaynayarak sevdiği evladının ağzından çıkan böylesine açık bir istihza Abay’ın kanına dokunmuştu. Oğlunu yere indirdikten sonra bütün oba halkıyla içtenlikle selamlaşan Abay, Mağaş’ın az önceki sözüne geri döndü. Bunu Uljan öğretmiş olamazdı. Abay bundan emindi.
Mağaş deminki sözü söylediği anda Abay’ın kaşlarının çatıldığını Uljan da fark etmişti. Mağaş’ı kendine çekip ağırbaşlı ve etkili bir sesle konuşarak:
– Oy, akılsız oğlum! Bu nasıl söz? İnsan uzaktan gelen özlediği babasını böyle mi karşılar, demişti.
Fakat annesi böyle söylese de Abay sakinleşememişti. Çekinmedi ve düşüncesini oradaki birisine duyururcasına annesine söyledi. Alınmış gibi gönül koyarak konuştu:
– Anacığım, bu evladın ne diyor? Kim öğrettiyse, bu sözü öğreten kişide akıl yok efendim, dedi ve eve girdi. Alacalı kalabalık topluluk gülüşü fiskosu, şakası şamatası ile hep birlikte büyük eve yöneldi…
Eve giren herkesin merakı Kunanbay hakkındaydı. “Bilgi var mı”, “haber geldi mi”, “sağlığı yerinde miymiş” gibi sorular sordular. Abay’ın aldığı haber de kısaydı. Sadece “Karkaralı’ya, imam vekili Öndirbay’ın yanına sağ salim ulaştık” şeklinde azıcık selam gönderilmişti. Onu iletti…
Dışarıda Abay’ı karşılayan topluluk içinde Dilda da vardı. Büyük eve de birlikte girmişti. Deminki sözü Mağaş’a öğreten de oydu. Abay’ın incindiğini hisseden Dilda hiç pişmanlık duymamıştı. Hatta içinden “oh olsun” der gibi sevinmiş, istihza ile gülüvermişti. Altı ay süren kış boyunca bir gün bile obasına gelmeyen kocasına bu kış kaç defa kızmış, hatta beddua bile etmişti. “Orada birisiyle ilişkisi var yahu. Büyülenmiş… Bütün çocuklarını, evini unuttuğunda bulduğu kim acaba? Muradına eremezsin inşallah Abay, çekersin bundan. Başına gelecek olan bizden ötede gelsin” demiş, bazen büyük bir inatçılık kuvveti göstererek bu tür sözleri Uljan’a da işittirecek şekilde gümbürdeyerek söylemişti.
On yaşını geçerek buluğa giren Akılbay adlı oğlu Nurğanım’ın bakımında büyüyordu. Ondan sonra doğan sekiz yaşındaki kızı Külbadan ve altı yaşındaki sevimli oğlu Abdirahman ile kanının en çok kaynadığı, evlatları içinde ona en tatlı gelen küçük oğlu Mağaş ise anneleri Dilda’nın bakımında büyüyordu. Bütün oba ile birlikte Uljan ve Ayğız gibi anneleri de Dilda’yı el üstünde tutuyordu. Evlatları ise bütün büyük ağabeylerinin, yengelerinin, kayın ve eltilerinin içtenlikle sevdiği gönül meşgaleleriydi. Böyle pek çok oğul dünyaya getiren ve halkın sevdiği güzel evlatlar doğuran kodaman obanın kızı şımarmadan duramazdı. Diline de, öfke dolu iğneleyici şakalarına da ket vurmayan dik başlı biriydi. Dilda Abay’dan memnun olmadığı için böylesine katı, kendini beğenmiş ve soğuk tavırlı olmuştu. Dilda ile Abay’ı, bu seyahat dönüşünde birbirine karşı özellikle anlayışsız kılan böyle bir soğukluk vardı. Bu çoktan beri yüzeysel olarak bilinen, şimdi ise açık seçik dışa vurulan bir mesafelilikti…
Evin pek çok kişiden kurtulduğu bugünkü akşam vaktinde Abay ile Dilda birbirine karşı o kadar da sıcak tavırlar sergilemiyordu. Abay, karısına karşı ne kadar silik bir soğuklukla baksa da çocuklarına karşı şefkatli ve özlemi kuvvetli bir baba idi.
Hayatında ilk kez bu akşam Uljan’ın önünde Külbadan, Abiş ve Mağaş’ı hep birlikte önüne almış, kucağından indirmeden yapışırcasına sevmişti. Abay gün boyunca aklından geçen düşüncelerinden vaz geçmese de çocuklarına karşı bugünkü güler yüzlü içtenliğiyle her zaman müşfik ve himayekâr bir baba olacağına yemin eder gibiydi.
Bu akşam Uljan ve Ayğız’ı şaşırtarak özel bir kararını açıkladı. Bu, kimseye danışmadan, kimseyle çekişmeden, kendisinin verdiği bir karardı.
Bu karar; Külbadan ile Abiş’i daha sonra şehre götürüp Rus okulunda okutmak üzerineydi.
Uljan Abiş’in henüz çok küçük olduğunu söyledi ve sağlığının iyi olmadığını, zayıfladığını hatırlatarak bu torununun şimdilik obada, kendi yanında bulunması gerektiğini ifade etti. Abay, zamanı ile ilgili tartışmaya girmedi:
– Ana, bu iki çocuğu adam edeceğim. Eğitimi ve terbiyeyi erkenden verip iyi yetiştireceğim. İkisi için de henüz erken olduğu doğru. Sadece, eninde sonunda şehir terbiyesini, zamanın gereklerini öğreteceğim açık. Bu hususta çok kararlıyım, dedi.
Babalarını çok özleyen ve sevinerek kucağında oturan çocuklar Abay’ın sözlerini beğenmişti:
– Gideriz, okuruz. Bizi şehre götür, diyerek aceleyle, heyecanla söz verdiler…
Abay, Orda’da iken verdiği kararı ise uzun süre ev ahalisine bildirmeyecekti. Öncelikle bu niyetinin hayata geçmesi kolay mıydı, mümkün müydü? Nasıl başlayıp, nasıl yürütecekti? “Aygerim’in sözlendiği biri var” demişlerdi, o kimdi? Kız bunu nasıl karşılardı? Obadakiler, akrabaları ne diyecekti? Bütün bunları bilmesi gerekiyordu. Adımlarını dikkatli atmalı, aceleyle hareket edip ters bir duruma maruz kalmamalıydı.
Erbol’la birlikte herkesten gizlediği sırrını sükûnetle boylu boyunca akıl süzgecinden geçirdiklerinde, dost kişilerden birini bu işe yardımcı olarak almak gerektiği hususunda anlaştılar.
Bu hususta ikisinin de seçtiği, makul gördüğü kişi Jiyrenşe idi. Uzun yıllardan beri Abay’la dostluğu olan Jiyrenşe bu sıralarda bitirim bir söz ustası olarak tanınmaya başlamış, muhterem bir kişi olmuştu. Kalabalık Kötibak boyu içinde Baysal’ın açık çek verdiği güvenilir yoldaşı olmuş, okumuş bir yiğitti.
Abay Konırkökşe’ye Bolıs seçildiğinde Jiyrenşe’yi bu halkın kadısı yapmış, yanına yoldaş etmişti.
Kendisi geçen kış “babamı yola çıkaracağım” diye bahane bularak kendi isteğiyle Bolıslıktan ayrılsa da Jiyrenşe onun atadığı görevden ayrılmamıştı ve hâlâ Konırkökşe’nin, o bölgede yaşayan Mamay boyunun kadılarından biri olarak görevini sürdürüyordu.
Abay Erbol’u gönderdi, önce Jiyrenşe’yi davet etti.
Uljan’ın obasında konaklayan Jiyrenşe genç dostunun bütün efkârını anladı. Her yönünü tartıp düşündükten sonra nihayet bu kararına karşı çıkmadı. Üstelik aracı olmayı da kabul etti.
Abay onun iyi niyetini anladıktan sonra:
– O hâlde ben bütün yetkiyi sana veriyorum Jiyrenşe! Kız iyi mi, evvela onu bir sına. Öncelikle onun gönlünü anla. Ondan sonra ana babasının, obadaki akrabalarının meylini kavra. Bir şeye çok dikkat et. Özellikle söylemek istediğim şu: Herhangi bir şekilde kabul ederlerse “Kunanbay’ın evladı, halka edeceği zulüm çok olur. Kodaman oba, vermezsem hiddeti olur mu, bir zararı dokunur mu” diye düşünmesinler. Allah şahit! Ne kızın yüreğine ne de yakınlarının gönlüne hoş görünmezsem, isteğimde ısrarım yok. Baba kuvvetiyle, oba şöhretiyle alacak olursam, o zaman kız almış, yâr almış olmam, azap almış olurum. Bunu senden özel olarak istiyorum. Ne olursa olsun, gelince bütün hissettiklerini bana açık açık söyle, dedi.
Abay, bu tembihlerine özellikle dikkat etmesi için Erbol’u da Jiyrenşe ile birlikte gönderdi.
Mamayların içine gönderdiği dostları Abay’ı çok fazla sıkıntıda bırakmadı, sarartıp soldurmadı. Üç gün sonra çabucak geri geldiler…
Jiyrenşe Aygerim’le alıştıra alıştıra konuşmuştu. Kızın güzelliğini o da beğenmişti. Özellikle aklı ve mizacı çok memnun bırakmıştı… Abay bir hususu daha yeni öğreniyordu: Aygerim’i sözlendirdikleri kişi Mamay boyundan biri imiş. Fakat ondan daha önce söz kesilen kişi genç yaşta ölmüş, bunun üzerine kızı kayın ağabeyine uygun görmüşler. O ise yaşı ilerlemiş biriymiş ve daha önce genç kızken aldığı bir hanımı varmış. Önceden başlığı verilmiş ve dul kalmış sayıldığı için o kayın ağabeyi Aygerim’e serbestlik tanımamış ve “kendim alacağım” demiş. Buna göre Bekey’in kızı manevi olarak başı bağlı sayılırmış. Hatta kızın yakınları bir defasında hısımlarından Aygerim için serbestlik de istemiş. Ama kayın ağabeyi buna rıza göstermemiş. “Azatlık vermiyorum. Allah’ın verdiği dulumu kendim alacağım” demiş. Fakat böyle diyerek kızın bahtını bağlasa da kalabalık sürüsünün ihtiyaçlarını karşılayamayan, yengeleriyle anlaşarak kızla görüşmeye gelemeyen, kendi hanımını da ezip geçemeyen, dediğini yapamadan yaşayan biriymiş.
Jiyrenşe Bekey ve Şekey ile enikonu görüşüp bu hususların tamamıyla ilgili olarak kanaat sahibi olmuş, Aygerim’in duygu ve düşüncelerini de kendi ağzından işitmiş. Aygerim, serbestlik verilirse bir kocaya varacak değilmiş… Fakat Abay’ın da daha hâlâ önünde duran ve çözüm bekleyen pek çok ağır düğümleri vardı. Eşi dostu, annesi akrabaları henüz onun bu niyetini bilmiyordu. Alşınbay kızı Dilda vardı. O ne yapardı? Belli değil. Bu hususları kendisi içten içe sağlamca dikkate alan Jiyrenşe, Bekey ve Aygerim’le konuşurken şimdilik büyük bir gizlilik içinde olmaları gerektiğini hissettirmişti. Dişlerini sıkıp kimseye duyurmadan gizleyerek beklemelerini tavsiye etmişti.
Bu yaptığı Abay’ı değil, özellikle kızı korumak içindi. Bu sözler havada kalacak olursa hiç ortada yokken sorun çıkabilir, Aygerim’in bahtını karartabilirdi. Üstelik o kayın ağabey ile yakınları duyacak olursa akrabalar arasında husumet te ortaya çıkabilirdi.
Velhasıl olaya halkın gözüyle bakan tedbirli Jiyrenşe böylesi ahvâlin tümünü Mamay obasına detaylı olarak iyice anlattı. “Mamay’ın dulunu azdırıp, Kunanbay’ın oğluna almak için halkın arasına husumet saldı” şeklinde bir söz çıkarsa ve buna rağmen Abay kızı almaz, iş hayırlı bir neticeye ulaşmaz, asılsız kötü haber boşu boşuna yayılırsa bu Jiyrenşe için de iyi olmazdı…
Böylece Jiyrenşe; bir taraftan Abay’ın Aygerim’i alması hususunu içtenlikle makul bularak dönerken, öte taraftan bu büyük sırrın tek bir uçkununun bile dışarı çıkmamasını ve suskun kalınmasını ustalıkla sağlamış olarak geri gelmişti.
Jiyrenşe ve Erbol’un Abay’la konuşmaları kısa oldu. Bu üç yiğit arasındaki karar sağlamca pekişti. Söz bu noktaya geldikten sonra Abay minnettarlığını hissettirerek Jiyrenşe’ye:
– Peki, öyleyse, bir iş yapınca tam olarak yap. Başkasına bırakacak bir işim olmasa da annem sözünü yabana atacağım bir kişi değil. Babam uzaklarda. Artık annemle de sen konuş, onun iznini de alıver, dedi…
Uljan Abay’ın bu talebini uygun bulmadı. Jiyrenşe’nin uzun uzun dile getirdiği sözleri büyük bir incinmeyle ve üzüntülü bakışla dinledikten sonra:
– Çerağım! Abay bunu yapacaksa, bu gizlilik içinde olacak iş değil, alenilik işi yahu! Bana niye birini gönderip dikkatlice bildirerek konuşuyor. Böyle yapacağına onu çağır, onu da al gel, üçümüz birlikte konuşalım, dedi.
Abay geldiğinde Uljan tereddüt etmedi:
– Abaycan, evladım, niyetini anladım. İlgilendiğin kişi kim? Onu da bu Jiyrenşe anlattı. Benden akıl sormuşsun. “Bu yaptığım iyi mi” diyorsun ya? “İyi” demiyorum. Sözüm kısa. Benim söyleyeceklerimin çoğunu kendi gözünle görerek büyüdün. Çok hanımdan biri ben olduğumda, o çok kadından doğan biri sen olarak büyüdün. Sırlaşır, dertleşirdik ya! Tatlı mıydı bana? Kolay mıydı sana? “Bizim gittiğimiz yoldan gitmesin” derken, bin defa düşündüğüm hususlardan birisi buydu. “Pişman olursun” diye korkuyorum. Öncesi ilginç görünmekle birlikte, kolaylıkla karar verilmekle birlikte, sonrası zehirdir bunun. Üzülürsün güzel evladım. İşte, diyeceğimi dedim. Fakat göreceğin mürüvvet de senin, tadacağın zehir de senin nasibin. Bu Jiyrenşe de ben de böyle kalırız. Beni endişelendiren tehlikeyi söyledim. Gerisini kendin bil! Kendin düşün, kendin karar ver, dedi.
Abay cevap vermedi. Annesiyle anlaşamadığı, karşı karşıya geldiği ilk olaydı bu. Söylerdi. Pek çok şey söylerdi. Fakat onun şimdiki sezgilerini anlaması değil, hissetmesi gerekliydi. O sezgilerini böylesi soğuk bir konuşma sonrasında aktaramazdı. Akıl hesabına vurarak konuşsa, işinin olmayacağını kendisi de anlıyordu. Annesi de bunu söylemişti.
Peki ya yürekte yatan? Onu bütünüyle anlatarak sırrını dökerdi, ama annesine acıyordu. Bunun en büyük düğümü; bu anne babanın onun ihtiyarına bırakmadan, fikrini sorup cevabını almadan, kafese koyarak götürüp Dilda ile evlendirmeleriydi. Aşığı Toğjan’la ilgili bir cümle bile sormadan, bunun gençliğine acımadan ondan ayırmalarıydı… Fakat bugün bu hususları konuşup annesiyle çekişmeyecekti. Üstelik özellikle “kendisini zerre kadar suçlu görmeyen”, dikkatle bakarak “evladımı kendi düşünceme göre sadece vesayet altında yaşattım” şeklindeki hatasını fark etmeyen şefkatli annesine nasıl söyleyebilirdi içindekileri? Abay bu durumları hissettiği için özellikle ses çıkarmadan çıkıp gitti.
Fakat kararında tereddüt etmedi. Jiyrenşe Mamay boyu içine bir kez daha gitti. Bu defa on beş gün kadar kaldı, bütün hususları kendisi açığa çıkardı, mevzuyu bağlayıp geldi. Aygerim’in kayın tarafını da durdurdu, rızalarını aldı. En zorlu büyük düğüm bu şekilde çözülmüş oldu. Abay Bekey’e de Aygerim’i almak isteyen kayın ağabeyine de pek çok mal verecekti.
Kunanbay’ın büyük evinde Uljan’ın elindeki mal sürülerinin sahibi Ospan idi. O, Abay’dan hiçbir şey esirgemezdi. Aygerim için verilecek malı kolaylıkla bir araya getirtti, topluca yola çıkarıverdi. Jakıp, Jiyrenşe, Ospan ve Ğabithanlar Bekey obasına dünürcü gitti, dünürleri ile karşılıklı olarak verilen hediye kaftanları birbirine giydirişip döndüler. Az önce Ospan tarafından gönderildiği belirtilen mallar hem gelin takısı, hem de başlık olarak topluca gönderilmişti.
Bu şekilde birkaç gün ara verildikten sonra, nihayet Abay’ın kayınlarının obasına gideceği gün geldi. Abay Jiyrenşe’yi heyet başkanı yaptı. Yanlarına Erbol, Ospan ve Ğabithanları alarak damatları olmak için kız tarafına gitti…

YAYLADA

1
Engin yeşillik üzerinde yayılırcasına yerleşmiş olan kalabalık obanın sağ yakasında bütünüyle büyük ak kiyiz evler var. Bunlar, hayvanların durduğu barınaklardan, isten pisten, huzursuzluktan özellikle uzaklaşmış, kıyıda konmuş.
Obanın öteki kıyısı ile sağılacak hayvanların toplandığı orta kısımda bulunanların tamamı sade evler. Bu kıyıda yırtık ve eski püskü çardaklar, kara kurum bağlamış sezonluk ocak yerleri ile küçük çadırlar da var. Bu yaka, “bakıcı maraba” denen pek çok insanın yaşadığı yer. Koyuncu ihtiyarlar, kuzucu çocuklar, deveciler, sağıcılar ve yılkıcı seyisler de bu yakada bulunur…
Büyük obanın yoksul görünüşlü yakasında bulunan kızlı erkekli işsiz gençler, didikledikleri yünü iğle eğiren yaşlı kadınlar ve ihtiyar adamların tamamı şimdi obanın zengin görünüşlü bu yakasına kulak kabartıyordu. Hepsi meraklanıyor, öylesine yaklaşıp bir süre dinledikten sonra geri dönüyorlardı. Onların tamamını heveslendirerek kanlarını kaynatan şey; yüksek bir ses tonuyla tek başına söylenerek çığırılan türküydü. Tam öğle vaktinde, oba üstündeki bulutsuz gök semaya saplanırcasına yükselen hükmedici ve güzel bir sesle söylenen türkü…
Kenardaki evlerde yaşayan herkes daha önce uzaktan da olsa bu solisti işitmiş, dinlemeyi alışkanlık edinmiş gibiydi.
Şarkıdan türküden anlamayan küçücük torununu sırtlayan yaşlı bir nine de beli bükülmüş bir hâlde aceleyle dinlemeye gidiyordu.
O nine, üzerini örten tülbendini özürlüleşmeye başlayan yaşlı kulağının ardına sıyırdı. Daha sonra başını yukarı doğru yükselterek kulağını havadaki sese dayadı. Parlak güneşten kamaşan yaşlı gözlerini sönükleştirerek, ihtiyar yüzündeki pek çok kırışığı derinleştirip kıvrım kıvrım kıvrımlaştırarak geldi. Dişsiz damağını sallayarak:
– Ya Hu! Dallı budaklı olasın türkücü beyim! Bizim gönlümüzü hoş edersin, senin gönlünü de Allah bahtiyar etsin, diye dua etti. Onun bu gidişinden hoşlanmayan Kaliyka, hayvan barınağından kızarak seslendi:
– He-e, he-e! İhtiyar hoppa, sen geride kalma! Sana söylüyor ya, mahrum kalasıca! Beni öldüreceksin, bu ne zevk sefa ya, dedi.
İhtiyar kadın istihza kokusu alsa da durmadı, yanına kendisi gibi ihtiyarlamış bir başka kadını kattıktan sonra Kaliyka’ya:
– E-e, sen de alay etmeden duramazsın ya! Öyle gözün dikili kal hayvanların başında, dedi ve yoluna devam etti. Oba büyüklerinin oturduğu ak kiyiz evlerin yanından geçti. Yöneldiği yer, ötede münferiden kurulmuş olan dört kiyiz evdi…
Bu obada konuk olan şanlı şöhretli türkücü son birkaç gündür gündüzleri bir yerlere gidip geziyor, akşamları geri dönüyordu. Üstelik tüm oba halkı “yarın evine dönecek” şeklindeki haberi işitmişti. Obadaki pek çok insan özellikle bugün söylenen şu son türküleri işitmek için hevesleniyordu. Fakat kıyıdaki gösterişsiz evler de yaşayanlar, mal bakıcıları, hizmetçi ve uşaklar bu türküleri dinlemek için ne kadar arzu duysalar da gayret etseler de dinlemeye gidemiyor, pişmanlıkla yakınış içinde kalıyorlardı.
Ayğız’ın evinin yanındaki kara evde irkit hazırlayan kadınlar sitem ediyordu. Bunlardan biri kara benizli kuru kemikli taze gelin Bayan, diğeri ise orak burunlu ve ak tenli Esbike idi. İkisinin de cılız olan yüzlerinde erken düşmüş pek çok kırışıklıkları vardı. Nice zamandır yıkanmadığı üstlerindeki kirden belli olan elbiseleri de aynı şekilde eskimişti ve yırtıktı.
Yaşıtı Esbike ile dert ortağı olan Bayan, bu obada uzun yıllardan beri koyun güden Kaşke’nin eşiydi. Esbike kara kurum bağlamış aşevinin ortasına kurulan taykazanı[10 - Taykazan: Kesilip parçalarına ayrılmış bir tayın bütün etlerini kemiğiyle birlikte içine alacak büyüklükteki kazan. Taykazanların en meşhuru Türkistan şehrindeki Ahmet Yesevi türbesinin büyük salonunda bulunan yaklaşık altı yüz yıllık kazandır.] doldurmuş kurut pişiriyordu. Bayan ise seher vaktinden beri dinlenmeden bir ileri bir geri itip çektiği büyük yayıkla pişmiş sütün yağını çıkarıyor, irkit hazırlıyordu.
Kendilerinin türkü dinlemeye gidemeyişinden duyduğu pişmanlığı büyük bir hayal gibi dile getiren Bayan:
– Oyun eğlence bize mi kalmış! Ayğız hanım baybişe ile Kaliyka’dan izin istemiş de; onlar, “o ikisi çıt çıkarmadan irkit hazırlayıp, kurut kaynatsın” demişler, dedi.
Esbike kırışık solgun yüzüyle sitemkâr kabağını kaldırdı, ağır azap altında ezilerek yaşadıkları vaziyetlerine değindi:
– Bize kim türkü dinlettirecek? Kaliyka mı, Ayğız mı? Sığırları sağarız, koyunları sağarız, yayık yayarız, yağını çıkarır irkit hazırlarız, kurut kaynatırız, irimşik[11 - İrimşik: Kesilmiş sütün kaynatılmasıyla elde edilen tuzsuz taze lor peyniri.]hazırlarız, bunlardan vaktimiz kalsa üstümüzü başımızı yırtık pırtık bir şeylerle örtüp tezek yaparız.
– “Ölmediğimize şükredelim” desene efendim. Herkes yattıktan sonra gittiğim, bütün gün hiç görmediğim evimi derleyip toparlamaya da fırsatım yok. Eşikten geçer geçmez yıkılıp düşüyorum, şu dağlar gibi kaskatı kıvrılıyorum.
Bayan’ın hâlini iyi bilen Esbike de dert yandı:
– Bir “halat eğir”, bir “koşum eğir” deyip, iki ayağını bir pabuca sokarlar. Daha dün bana “biçare cariye, sen niye kasılıyorsun” demesin mi, vallahi kemiğime işledi. “Şanırak deveye binip[12 - Şanırak deveye binmek: Çeyiziyle birlikte eşinin obasına giden gelinin kervanın en önünde yürüyen iki hörgüçlü deveye yüklenen kiyiz ev şanırağı altında gidişiyle ilgili töre.]gelen cariye sen değil misin? Senin kocan başı bağlı kulum Başibek değil mi” dediğinde, başıma değnekle vurulmuş gibi oldum. Beni böyle cariye, o biçare Başibek’i de kul edince atar tanım atmaz, görecek günüm doğmaz oldu. Daha ne diyeyim, diyen Esbike kazanın altındaki kor ateşi maşayla karıştırırken dudağını büzüştürerek ağlamaya başladı. İçin için ağlayarak konuşmasını sürdürdü:
– Ayaklarıma kara sular indirerek yaşasam da gidecek yerim, kuracak düzenim yok. Kızım Sakış “anneciğim türküleri dinleyeyim, ben gidebilir miyim” diyerek o kadar pervane oldu ki… Nihayet ona “gidersen git küntayım[13 - Küntay (güntay): Güneş yavrusu.]” derken şöyle bir baktım da yetişkin kız olmuş yahu. Eşikten atlatıp insan içine çıkaracak hâli yok. Üstü başı benim üstümden de kötü, it dalamış gibi yırtık pırtık, diyen Esbike gözyaşlarını durduramıyordu.
Pişmiş süt dolu yayığı ileri geri sallayan Bayan, “Kaliyka ile Ayğızlar duymasın” der gibi Esbike’ye doğru ürkerek eğildi ve fısıltıyla konuştu. Dert ortağının elemlerini depreştirdi:
– Tan yeri birazcık ağarır ağarmaz, daha çalıkuşları bile ötüşmeden kalkıyoruz. Baybişeler yatıncaya kadar, ak evlerin tünlükleri kapanıncaya kadar bir lahza diz kırıp oturmadan çalışıyoruz, herkesten sonra yatıyoruz. “Herkes yatsa da enekem[14 - Eneke: Türkiye Türkçesinde; aşık oyunu gibi oyunlarda her oyuncunun en güzel ve en kıymetli oyun aracıdır. Oyuna onunla başlanır, onunla devam edilir, onun kaybedilmesiyle oyun bitirilir. Kazak Türkçesinde ise “saygıdeğer anne” anlamı vardır.]yatmaz” dediği biziz yahu. Yaz olsun kış olsun bitkin bir durumda yaşadığımıza bakmaksızın Ayğız’ın bana “sürtük cariye” diye lakap taktığını da biliyorsun ya! “Türkü” diyorsun, türkü bizim neyimize, dedi…
İki dertli başlarındaki ağır emek, verimsiz meşakkat hâlini dile getirerek feryat ediyordu. Kunanbay’ın büyük obasındaki hayvan bakıcısı kadınların sağım işleri ile yemek hazırlama faaliyetlerini yöneten katı yürekli kuması Ayğız’ın bunların başına musallat ettiği meşguliyet azabıyla sızlanıyorlardı…
Bu kara evin bitişiğindeki üç kanatlı yırtık çadırda, tam da o anda, uzaktan şakıyan türkü sesini işiten Esbike’nin kızı Sakış yırtık bir teğelti üzerine oturmuş, kırk pare olan eski elbisesinin dizine yama yapıyor, sesini çıkarmadan öfkeyle ağlıyordu. Kıvırcık saçlı kaygılı başını iki dizine eğmiş, kendi bahtsızlığına kederlenerek yanıyordu. Pek fazla beklentisi de yoktu. Hiç değilse şu yaşlı nine İyistey gibi türkü söylenen eve gitse, eşiğin önünde otursa, kimseyi rahatsız etmeden izlese, gizli saklı gözetleyerek ev ahalisini bir görüp dinlese yeterliydi. Fakat akşam Kaliyka gelmiş ve “Ayğız söyledi” diyerek sert bir biçimde yasaklamıştı:
– “Cariye Esbike ile kul Başibek’in açlıktan nefesi kokan kızı kötü devenin teğeltisi gibi sarkan dilenci kıyafetiyle ak evlere yaklaşmasın. Türkü neyine, evinden çıkmasın” dedi, deyip gitmişti…
Türkü nağmeleri oba üstünde süzülüyordu. Fakat onu yakından dinleyemeyen, uzaktan arzulayan ve hayalini kuranlar sadece Bayan ve Esbikegil değildi. Çitlerin baş tarafında sabahtan gece yarısına kadar kısrak sağan Bürkitbay da her kısrağı sağmaya başlarken yanındaki yardımcısı genç delikanlı Baymağambet’e ağır ağır sitemlerini döküyor, üzüntülerini dile getiriyordu. “Yabancı birileri işitmesin” der gibi göz ucuyla etrafı kolaçan ederek, usulca ve yumuşak bir ses tonuyla konuşuyordu. Çatık sarı kaşlı, keskin bakışlı, mavi gözlü genç delikanlı Baymağambet yaşlı Bürkitbay’ın elemlerini alabildiğine dikkatle dinliyordu.
Bürkitbay:
– Türkü söylüyor! Sabah akşam türkü söylüyor… Yaz boyunca konuk olan “o türkücünün yüzünü Bürkitbay bir kere olsun gördü mü” diye sorsana! Yok, yok, yok! Görecek fırsatım hani! Tan atar atmaz getirilip bağlanan elli kısrağı günde on kere[15 - Atların memesi küçük olduğundan kımız elde etmek için yapılan sağımın iki saat arayla yapılması gerekmektedir.]sağıyorum. Bütün günüm kısrağıyla beraber çit başına bağlanan urganlı aygır gibi çitlerin arasında geçiyor. “Uljan’ın obası kımızsız kalmasın!” “Ayğız’ın sabası dolu olsun!” “Konuk evindeki iki saba ağzına kadar dolu dursun!” “Kaliyka’nın evi kımızsız kalmasın” diye diye kuruttular beni. Kendin de görüyorsun ya, karanlık çökünceye kadar bu obanın kısrakları çözülmüyor. Kısrakları çözüp serbest bırakınca da soyunmaya takatim yok, eve gider gitmez yıkılıyorum, diyordu.
Uzaktan yeni bir türküye başlandığını yarım yamalak duyan Bürkitbay sağımı bırakıyor, helkisini kaldırıyor, sonraki kısrağa doğru yürüyordu. Baymağambet ise sütten kesilmeyen kulunların birini götürüp bağlıyor, diğerini çözüp getirerek sağımı biten anasını emzirtiyor, bu arada sesi hayal meyal uzaktan gelen türküyü dinliyordu. Sonrasında ise tekrar; kısrağın kasığına giren, iki elini çabuk çabuk açıp yumarak meme uçlarını çekiştirirken kendi ağır kederlerini anlatmaya devam eden solgun yüzlü yaşlı Bürkitbay’ın dertlerini dinliyordu.
Bürkitbay:
– Yirmi yıl! Var gücümle çalıştığım yirmi yıl boyunca kısrak sağdım. Semiren kim? Bürkitbay olsa ya! Ayğız’la Kaliyka bir kâse kımız verecek olsa “boğazında kalsın” diyerek teke gibi çakar da zehrini de beraber yutturur ha! Bir de “son lokman olsun, sağdığından içsen olmaz mı? Daha sağarken kısrak sütünü bitirip tüketiyorsun” diye kahkahayla gülmezler mi? Ya ben! İki dizim su içinde, urlu gibi şişti. Bu sağımdan muzdarip olan iki elim ise koyun ayağı gibi, yel durmuşçasına devamlı sızlıyor. Gece yattığımda elim ayağım sancıdığında sabahı zor ediyorum, dedi…
Baymağambet Bürkitbay’ın her günkü sağıcı yardımcısı olmasa da onun elinin ayağının hastalıklarını biliyordu. Kendisi bazen şefkatli ve merhametli bir tavırla Bürkitbay’a akıl vermek, yardım etmek isterdi:
– Bıraksana, terk etsene bu kahrolası sağımı! Başka bir iş yapsan olmaz mı Büke, derdi.
Böyle anlarda Bürkitbay gülmek istese de gülemez, elemli yüzüne birazcık olsun keyif gelmez, sadece acı bir alaycılıkla dudaklarını bükerek tebessüm ederdi:
– Oy, biçare çocuk! “Terk etmem” mi diyorum? Fakat nereye gideyim, ne iş yapayım? Çocuklarım Beysembay ile Ağay henüz çok küçük. Böyle ayağı sakat, malûl bir adam olarak başka ne işe yararım, diye cevap verirdi…
Güzel şakınan türkülerin güneşli günde süzülen sesi hâlâ gelmeye devam ediyordu. Bazen kesilir gibi olsa da çok uzamadan tekrar başlıyor; kıyıdaki kara evler tarafına, çitlerin başına, bulak kıyısına kadar şakıyarak ulaşıyor ve nice canı türlü türlü duygulara sürüklüyordu: Birden kedere boğuyor, aniden gözyaşı döktürüyor, peşinden canlanan ağır hayallerle “ah” ettiriyordu…
Nehir kıyısındaki aksak taya binen kalkık burunlu cılız çocuk Baysügir de türkü söylendiğini duyunca obanın yakınına kadar gelmiş ve durduğu yerde tayının boynuna yapışarak dinlemeye koyulmuştu. Baysügir, bu zengin obanın ta en kenardaki dört kanatlı, eski keçeli, gösterişsiz evinde yaşayan kuzucusuydu. O, bu obanın eskiden beri maiyetindeki yoksul komşusu olan, şimdi bel fıtığı sebebiyle yattığı yer yatağında günden güne sararıp solan, kızböceği gibi sağa sola dönmeden kaskatı uzanan yaşlı ve kimsesiz Baytorı’nın oğluydu. Merak ve telaş içinde kuzularla ilgilenen çocuğun boğazından bütün gün bir lokma geçmemiş olsa bile türkü dinlerken açlığını unutmuş gibi tayının üstüne yatmış ve uzun süre dinlemişti. Obaya gelip, attan inip, eve yaklaşarak dinleyemezdi. Koyunlar obadaydı. Boyunlarından birbirine bağlanmış olan koyunların arasında helkisini kaldırıp belini bükerek yürüyen, sıcak güneşin altında başı kavrularak sağım yapan yaşlı annesini arada sırada görüyordu.
Obaya gelse kuzular meleşmeye başlardı. Böyle olursa, başına gelmeyen bela kalmazdı. Bu yaz iki defa dikkat etmeyip kuzuları melettiğinde Maybasar’dan işittiği küfür ile yediği dayaklar da aklındaydı. Şimdi kalabalık kuzu sürüsü Barlıbay nehrinin kıyısında sükûnetle yatıyor gibiydi. “Meleşmezler” diye güvenen çocuk tayıyla çitlerin başına kadar yaklaşmış, türkü dinlemeye koyulmuştu. Yorgunluk ve yalnızlık bezginliği çeken küçük çocuk kendi kendisini unutmuşa benziyordu. Uyku ile uyanıklık arasında meçhule dalmış, uzun süre öylece kalakalmıştı. Türkü sesinden başka her türlü sesi aklından çıkarıp atmış gibiydi. O, bu hâlde dururken bağırarak arkasından gelen öfkeli ve sert bir ses duydu. Yüğrük ve semiz bir atla dörtnala, bağırarak ve heybet göstererek gelen yine Maybasar idi:
– Babanın… ! Başı türküde kalasıca, senin gibi sümsüğe de mi lazım türkü! Gözünü oyarım, diyerek ve uzun değnekli kamçısını havada döndürerek geliyordu. Korkusundan aklı başından uçan çocuk, can havliyle arkaya doğru irkilince düşeyazdı. Birden başını kaldırıp etrafa bakınca Maybasar’ın hiddetinin sebebini de görmüştü. Az önceki bir vakitte su kıyısında serilip yatan kalabalık kuzu sürüsü şimdi nehir gibi akarak ve yüksek sesle meleşerek obaya doğru geliyordu. Kuzularının sesini duyan birbirine bağlı koyunlar da meleşmeye başlamıştı.
Zehir saçarak gelen Maybasar “o kuzulara bakmadın, melettin” diye Baysügir’i kamçılamaya başladı. Acımadan vurduğu kamçı Baysügir’in sırtını kılıçla dilmiş gibi sızlatınca, zaten korkmuş olan çocuğun feryadı ile gözyaşı birlikte çıktı:
– Ağabey, ay! Ağabey, öldürecek misin, derken yuvarlanarak düştü tayından. Maybasar atının önüne kattığı çocuğu bir taraftan dövüyor, diğer taraftan bağırarak kızıyor, yedi sülalesinden kimseyi geride bırakmadan hakaretler ediyordu…
Kunanbay hacca gittiğinden beri bu obanın ev içindeki işleriyle ilgili yönetimi sert ve kibirli Ayğız’a, dışındaki işleriyle ilgili yönetimi ise her işe “göz kulak olan” Maybasar’a geçmişti. Maybasar, “hayvan bakıcıları ile hizmetçiler Kunanbay’ın yokluğunda gevşemesin, tembellik etmesin” diye, son yıllarda bu obanın yılkıcılarını, koyuncularını, devecilerini, kısrakçılarını ve hatta kuzucularına kadar tüm çalışanlarını her göçüş konuşta korkutuyor, canından bezdiriyordu. Küçük Baysügir bile bu yaz üçüncü kez Maybasar’ın bu hünerine muhatap oluyordu…
Kuzular meleşiyordu. Çocuğu ve atını çınlata çınlata kamçılayarak döven Maybasar devamlı bağırıyordu. Baysügir’in obada koyun sağan yaşlı annesi dövülmekte olan oğluna acıyarak can havliyle ayağa fırlamış, elindeki helkiyle birlikte seğirterek onlara doğru geliyordu. Evde yatmakta olan Baytorı da Maybasar’ın evladını yine dövdüğünü işitip rahatsız olmuş, ama yerinden kalkamamıştı:
– Muradına ermeyesin Maybasar! Küçücük evladımı yine zırlattın! Kan emici Maybasar, diye dertlenmişti.
Baytorı, biraz önce kuzuların vakitsizce meleştiğini duyunca çocuğunu düşünmüştü. “Uykusunu alamadan gitti. Uykuya mı daldı, yoksa tayından mı düştü” diye vehme kapılmıştı. Karısının da “Maybasar yine dövüyor efendim oğlanı. Küçücük çocuğumu atın önüne katışına bak hele! Biçare, zavallı biçare” diyerek koşturduğunu duyabiliyordu.
Koyunlar, ak evlerden uzakta, bu obanın gösterişsiz evlerinin de ilerisinde, Baytorı’nın evine yakın yerdeki barınaklarında sağılıyordu. “Ak evler bağrış çığrıştan uzak olsun” diyen Ayğız ve Kaliyka koyunları hizmetçi komşuların evleri civarında çatılan çitler arasında sağdırıyordu.
Yatalak olan Baytorı, kendi hastalığı sebebiyle de beddua etti:
– Ey, Öskenbay evladı! Bu rezil hastalığa senin yılkılarının ardında karlara belenip buzlara yaslanarak yaşarken kapılmadım mı? Çiy düştüğünde, kara kış gecelerinde boz kırağı kaşı gözü bürüdüğünde “ağılın önünde koyunlarını bekleyeceğim” diye yakalanmadım mı? Nesepsiz Maybasar! Zehrinle beni bitirdin, şimdi küçücük evladıma mı yettin? Tohumumun tohumuna ulaştı ya senin cehennemin! Hüda, Hüda değil! Sen oldun yahu beni kıldan ince kılıçtan keskin sıratına alan fani Hüda, kulağı kesik Hüda! Varacak yerin olmasın Maybasar! Cehennem ateşine attın bir daha, dedi… Çenesi titredi, yüzü ekşidi. Sırtüstü yatar vaziyette gözlerini kapatıp başını yumrukladı, sessizce ağladıkça ağladı…
Ayğız ve Kaliyka’nın kızgınlığına aldırmadan türkü dinlemeye giden yaşlı İyis, bu sırada konuk evlerine yaklaşmıştı.
Bu evler bütün obadan ayrıydı. Ayrıcalıklı hürmet gösterilerek ağırlanacak konuklar için kurulmuş evlere benziyordu. Dört ev arasında da germeler çatılmıştı. Altı kanatlı ve nakışlı kiyiz evi ortaya alarak kurulan bir grup evin tamamının yanında yığılı eyer takımları vardı. Bu eyer takımlarının teğeltilerine ve kısımlarına bakıldığında, alışılmış erkek eyer takımlarından ziyade kadınların bindiği türden eyer takımlarının daha fazla olduğu anlaşılıyordu. Yanları parlak gümüşlerle, nice türlü akik taşlarla bezenen kadın eyerleri çok gibiydi. Germelere bağlı duran atlara bakıldığında ise bu evlerde bulunan konukların şimdi değil, daha önceden geldiği görülüyordu.
Bu evlerin yanında ve çevresinde dolaşan kişi sayısı azdı. Sadece ateşleri yanmakta olan tandırların üstüne pek çok kazan asan ve büyük sarı semaverleri tütüterek kaynatan kadınlar görünüyordu. Yırtık elbiseli iki üç tezekçi, kazancı…
Konuksever dört evin üçü boştu. Bütün konuklar ortadaki evde toplanmıştı… Kalabalık kitleyi başına toplayan türküler daha hâlâ söyleniyor, ırgalanarak dalgalanıyordu.
Tandırların başındaki aşçılara yaklaşan İyis, semavere çalı çırpı koymakta olan kızıl saçlı kadına:
– Yeni gelen genç gelin türkü söyledi mi, diye sordu. Kadın başını çevirmeden:
– He, söyledi. Hiç durur mu dersin? Söyletmeden bırakmazlar ki, dedi. İyis imrense de şaşkınlıkla konuştu:
– Şu baybişeler bundan hoşlanmıyorlarmış ya. “Türkü söylemesin, şımarıklık etmesin” diye yasak koymuşlar diyorlardı ya…
– Onlar “söyleme” dese de, buradakiler “söyle” diyor. Onun tercihine bırakmıyor.
– Söylese keşke, kurban olayım, diyen İyis’i, onunla beraber gelen diğer nine de destekledi:
– Onun sesini bir kez daha işitsek keşke! Kendisi de ipek gibi yumuşacık mizaçlı yahu, dedi. Konuşmaya katılan diğer hizmetçi kadınlar da:
– Hepsi bir yana, bakıcı marabalar için iyi olmadı mı? “Siz, biz” diyerek aramıza giriyor, sıcaklık saçıyor, dediler ve yeni gelin hakkında güzel sözler söylediler… Yeni gelinin hizmetçisi, deminki kızıl saçlı kadın Zıliyka idi. O da bu ifadelerden haz duyarak sanki bir sırrı dile getirircesine fiskosla konuştu:
– Mizacı o kadar yumuşak, o kadar güzel ki! Ama şu evdekiler “sınırı aşmasın, evine baksın” diye kızıyorlar, dedi. Bunun üzerine diğer kadınlar damak çekerek:
– Daha gelmeden mi?
– İleride kuma olacak ya!Söyleyenler Ayğız’la Kaliyka’dır!
– Vay güzel gelin vay, dediler. Zıliyka zevkten kahkaha atarak güldü:
– Fakat burada onlara pabuç bırakan kimse yok… “Söyle, şakı!.. Üstünlük taslayanlar yanına yaklaşırsa görürler günlerini!.. Çekinme” diyerek gece gündüz tekrar tekrar türkü söylettiriyorlar, dedi. Konuk evlerinin yanına kadar gelen kadınlar evin içinden gelen yeni bir türkü sesiyle o yana dikkat kesildiler ve kapısına doğru yürüdüler.
Bu hizmetçi komşuların sözünü ettiği “genç gelin”, “türkücü gelin” Aygerim idi.
Pek çok konuğun toplandığı otağ da onun eviydi.
Abay bundan üç ay önce Aygerim’i nikâhına alarak buraya getirmişti. Başında süslü şapkası olan genç gelin, şimdi Abay’ın yanında oturuyor, konukları için türkü söylüyordu.
Bu ikilinin bu defaki konukları da farklıcaydı. Bunların tamamı havalı kızlarla gelinler ve yakışıklı delikanlılardı. Abay’ın yönettiği bu faaliyet obanın diğer faaliyetlerinden çok farklıya benziyordu. Somurtkan, katı ve kodaman obanın gidişatını türküyle, oyunla, eğlenceyle bozan bir topluluktu bu. Onun için Maybasar, Ayğız ve Kaliykalar bu topluluğu çıban gibi görüyordu. Uzaktan itham ediyorlar, ıraktan alay ediyorlardı. Bu evlere gelmek isteyen oba ahalisine kızıyor, azarlıyor, yaklaştırmıyorlardı.
Kendi evleri böylesine iğrenme ve yabancılama çemberinde olsa da, küçücük bir sanat adası gibi kalsa da Abay buna önem vermiyordu. Yaylada şarkı türkü söyleyen en hünerli gençleri toplayıp getirmiş, bütün ilgisini onlara gösteriyordu. İşte böylesi bir oyun eğlence toplantısının merkezinde ise çok saygın bir konuk topluluğu vardı. Uzak bölgelerden gelen konuklar… Bunlar şimdi başköşenin iki yanına serilen minderlere oturmuş, dirseklerini büyük ak yastıklara yaslamış olan marifetli bestekârlardı. Bunlar arasında en görkemlisi, bütün topluluğun en çok saygı gösterdiği ve beğendiği kişi ise şu çift telli dombırayı konuşturur gibi hiç durmadan çalan orta boylu, pembe yanaklı, geniş alınlı, nurlu yiğitti. Bu abdal ozan; bütün Arka’da adı duyulan, bütün Orta Jüz[16 - Jüz: Kazak boylarının oluşturduğu üç büyük soyu tanımlamak için kullanılan sıfattır. Kazak Türkleri Kişi (Küçük) Jüz, Orta Jüz ve Ulu (Büyük) Jüz olarak üç ana soy altında akrabalık bağlarını takip eder.] Kazaklarını asil sazı ve harika türküleri ile mest eden Birjan-sal idi.
Ta uzaklardaki Kökşetau’dan Tobıktı bölgesine gelen ender ve saygıdeğer konuk; hem şair, hem solist ve hem de büyük bir bestekâr olan Birjan idi. Üzerinde döşü dökümlü “hâkim yaka” beyaz gömleğin üzerine giydiği Çin ipeğinden dikilmiş, sarımtırak renkli, kadın yeleğine benzer bir yelek ile siyah pelüşten dikilen geniş ve hafif bir kaftan vardı. Sırmalı takkesinin ipek püskülü ırgalanıyordu. Kalabalık topluluk içli şekilde söylediği türküsüyle mest olmuşçasına sessiz ve sakin bir biçimde kıpırdamadan otururken süslü solistin yüzü nurlanıyor, küçük bir canlılık ortaya çıkıyordu:
“…
Kocağul evladı bestekâr Birjan’ım,
Yurda ziyanım yok, gezen bir insanım.
Kendime denk kimseye başvurmam,
Şairim, bestekârım, kime muhtacım…”
dedikten sonra bir türkü söylüyordu.
Solistin, sesi kulağa hoş gelen gösterişsiz sazıyla “bestekâr Birjan” adlı bu türküsünü, daha başlar başlamaz, herkes gibi nefesini çekerek uzun süre bırakmadan dinleyen kişilerden biri de Abay idi.
Abay kıymetli bir şair olan saygın konuğuna gözlerini ayırmadan bakıyordu. Akı karası hâlâ çok belirgin, temiz ve uzunca gözleri farklı bir biçimde umarcasına, yuvasından çıkarcasına büyüyerek bakıyordu. Fakat kirpiklerini kırpmadan solistin yüzüne bakan bu göz, şu anda onu gören bir göz değildi. Türküyle dile gelen şiir sözlerini sanatçının kendisiyle büsbütün birleştirerek yekvücut eden ve onunla hemhâl olan bir şahsiyet gibi onun gördüğü hayali görünüşleri gözünün önünde canlandırarak görmekte olan bir gözdü…
Abay fevkalade etkisi olan ezgilerle çok beğendiği türküleri dinlerken, o anlamlı sözlerle birlikte, onlarla yarışırcasına farklı bir dünyayı düşünürdü. Hayalindeki hayata ilişkin görünüşleri, coşkulu hadiseleri, yaratılış ve tabii değişim dalgalarını görür, onlara dalıp giderdi. Şimdi de, işte, koca yürekli solistin belirgin ülkü hayali olan türküsü onu ortadan ikiye bölüp yırtarak uzaklara götürmüştü. Çok yüksek hayallere sürüklemişti. Geniş gövdeli, mağrur sesli müstesna şahsiyet sahranın muhteşem bir kahramanı oluvermişti.
O kahraman, sanat kahramanı, Sarı Arka’nın en yüce zirvesi Kökşe’nin başına çıkmış, uçsuz bucaksız bütün Sarı Arka’ya, sahranın soğuk sırtlarına ve ferah göl kıyılarına yerleşen halkı ile yurduna göz atıyordu. Kodamanlaşan güçlüsü, üstünleşen yöneticisi ile ağlayıp sızlayan halkının yaşadığı her tepeye göz atmakla kalmıyor, ses katıyordu. Türküyle sesleniyordu. İri gövdenin yiğit ezgisini hareketli ve mağrur bir hücum gibileştirip uğuldatarak döküyordu.
“Ben geleceğim! Sanat getireceğim! Tanımadan kalsana, gözetlemeden baksana! Kemiklerinin bağı çözülmeden, altmış iki damarın şişmeden anlasana” deyip baş eğdirerek türkü saçtığında, türkü değil sanki nur saçmış gibi oluyordu. Hayalde de olsa dünya üzerindeki yavuzluk zulmünü kovup atıyor, bütün dünyayı ve Arka’yı nice türlü hayâsızlıktan temizler gibi oluyordu. O türkü zirvelerden eserek vurduğunda Kökşe’nin fısıldayan gür çam ormanı, bu solistin başındaki sırmalı takkenin ipek püskülü gibi sendeliyor, topluca dökülerek yol veriyor, baş eğiyordu. Arka’nın kara gecesi de bu şairin üstündeki kara pelüşün yüzü gibi yumuşak ve şefkatli bir geceye dönüşüyordu. O zaman halkın yüzü de ozanın yüzü gibi ışıltılı nurla dolmuş gibi oluyordu. Halkın yüzünde, şimdiki ozanın görünüşündeki gibi, türkü söylerken dudakların ucunu kıvıran hoş gülücük gibi, mutluluk sevincinin gülüşü görünüyordu Abay’ın gözüne…
Böylece türkü bitmiş, ev ahalisinin birbiri peşine söylediği kutlama sözleri duyulmaya başlamıştı. Ama Abay’ın hayali bitmemiş, sadece sona gelmiş gibiydi. O, yuvasından çıkar gibi olan ateşli ve düşünceli gözlerini daha hâlâ solistin yüzüne dikmiş, boş boş bakıyordu.
Abay’ın vücudu uyuşup kalmış gibiydi. Yanında otururken dizine yaslanan ve onun bu hâlini herkesten önce hisseden Aygerim, dirseğiyle azıcık dürterek Abay’ı hafifçe sarstı, aheste bir biçimde gülerek uyandırdı. Abay önce aniden dönerek Aygerim’e baktı, aklını başına topladığında kendisi de gülüverdi. Fakat beti benzi atmış, gülerken nefesi titremişti. Ona iyi bakan ve hâlinden anlayan sezgi gücü yüksek Aygerim’e bir an hayranlıkla baktıktan sonra Birjan’a döndü:
– Senden başkasını ne yapayım Birjan ağabey, diyerek söze başladı, yeni bir sevinçli yüzle konuğuna bakarak konuşmaya devam etti:
– Halkın gözünü açan bir şair vardı. Canını dişine takarak dilini süsler, dilencilik ederek zenginden ister, sözün kadrini kıymetini tüketirdi… Ezgi dizen bir solist vardı. “Benim” diyenin dalkavuğu. Her zaman, her yerde kim cömertse onun kuyruğu. Türkünün kadrini kıymetini ayaklara düşürür, bir çiğnemelik nasıbay gibi ucuzlatıp yere tükürtürdü… Şimdi sen, sanatı kapının ağzından çektin de başköşeye çıkardın, bu yaptığına minnettarım. Hakikatte “Kazağım, halkım” dediğinde, bu halkın asil şairinin sözünden, güzel sazının ezgisinden üstün hangi hazinesi var ki? Bunları yüce bir sesle göğe yükseltip, onlara “işte ben buyum, ben geleceğim” dedirttin ve sanatına baş eğdirdin. Sadece bu bile kadrini kıymetini bilmeye yeterli olur, dedi.
Birjan makul bularak dinledi, kendisi de sevinçle doğrularak:
– Keşke, söyleyen ben olduğumda, anlatıp sunanım sen olsan daima, dedi. Aygerim de evdeki konuklar da ikisi arasındaki konuşmayı bütünüyle anlamış gibi desteklercesine gülüştüler…
Sabahtan beri ortadaki büyük sofranın üç tarafında kepçeyle kaldırılıp tekrar kabına dökülerek havalandırılan kımızlar epey bir zamandır içilmemiş, karıştırılıp çalkalanmaktan mütevellit sütü durulmaya, yağları toplanmaya yüz tutmuştu. Bu sohbet arasından faydalanan Erbol, Mırzağul ve Ospan, üçü üç yerden kulaç boyu kaldırıp havalandırdıkları kımızla doldurulan boyalı kâseleri konukların ellerinde gezdirtmeye[17 - Kâselerin ellerde gezdirilmesi: Yer sofrasında oturan konuk sayısına bakılmaksızın çay veya kımız ikramında bulunan kişi kapıya en yakın yere oturur. Doldurduğu kâseyi en yakınındaki kişiye verir, o da yanındakine vermek suretiyle başköşedeki en saygıdeğer büyüğe kadar elden ele iletilir. Boşalan kâseler aynı şekilde tekrar gelir, doldurularak tekrar gönderilir.] başladı. Türkü duraklaması olduğundan beri evdeki ahali toptan hareketlenmiş, her köşede sohbete girişmiş, kendi aralarında kısık sesle konuşup gülüşüyordu.
Abay deminki düşüncelerini tamamlamak için onları durduracak bir ses tonuyla:
– Yiğit zengin olup semirerek kıymetlenmez. Hünerli olup, o hünerini kullanırsa kıymetlenir. Birjan ağabey de “sanatkâr olursan yücelirsin” diyor ya! İster yalnız ol, istersen yoksul, bunlar eksiklik değil. Eğer hünerli şair, yüce gönüllü ozan olursan ve halkın gönlündeki hüznü dile getirip gözündeki yaşı kurutursan, senden daha kıymetli ve senden daha büyük kimse olmaz herhalde, diyen Abay, yanında oturan Aygerim ile kardeşi Emir’e bakarak bir kararını bildirmiş gibiydi.
Tobıktı gençlerinin bu toplantıdaki en büyüğü olan ve yiğit ağası yaşına gelen Bazaralı gülerek söze karıştı. O, başköşedeki saygın konukların arasında oturuyordu. Abay’a latife ederek:
– Bunların hepsi doğru Abay! Yiğidin kıymeti hüneriyle ölçülsün, dedi ve özellikle oynaklaşarak, elini kolunu sallayarak konuştu:
– Peki! Öyle olsun! Ya şimdiye kadar ben ne dedim? Benim söylediğim de, yaptığım da, “bütün Tobıktıların hepsine göstereyim” dediğim de bu değil miydi, Allah’ın belası! “Fakirliğime bakma, kişiliğime bak” dememiş miydim, Abay? Sana bunu anlatmak için ta Kökşetau’dan bütün Arka’nın bir tanesi Birjan’ın mı gelmesi gerekiyordu, dedi ve bir oyun sergiliyormuş gibi cilvelenerek bilgiç bilgiç güldü…
Bazaralı’nın açık latifesi Birjan’dan başlayarak orada bulunan bütün konukları ve toplantıya katılan gençleri güldürdü.
Abay da güldü ama hemen peşi sıra cevabı yapıştırdı:
– Dediğin doğru Bazeke, hepsi doğru! “Fakirliğime bakma, kişiliğime bak” dense, bütün Tobıktı içinde seni anmak doğru olur. Fakat biz hüner konusunda konuşuyoruz. Kalabalık Tobıktı tayfasının yiğidi olduğunuz doğru. Siz de biz de yiğidiz, ama hünerli yiğitler miyiz? Bu hüner meselesine gelince, siz ve biz halkın yâdında kalacak ne yaptık, nasıl bir örnek gösterdik? Ülkemiz için nasıl bir emek harcadık, diyen Abay sert bir ses tonuyla sordu sorusunu, birazcık durdu, samimi bakışlarla ve sırayla oradaki insanların yüzüne baktı. Hiç kimse “ben sanatımı gösterdim”, “emek harcadım” diyeceğe benzemiyordu. Nihayet Abay gözlerini Bazaralı’ya döndürdü ve eskisi gibi tesirli bir ses tonuyla:
– Bazeke! Halkımızın; “genç neslim”, “yeni neslimin ilk doğanları” diyerek siz ile bizden ümitlendiği doğru. Sizinle bizim bir hüner gösterecek kişi gibi ümitlendirdiğimiz de doğru. Ama hakikati, sırrı söyleyelim… dediğinde Bazaralı oturduğu yerde diklendi, gülerek keyiflendi:
– Harika! İster hakikat olsun, ister sır olsun. Her şeyini dök ortaya, diyerek Abay’a yüklendi.
Abay’ın sözü bitmiş değildi. Önündeki kımızı içip kâsesini siniye bıraktı. Bazaralı’nın sözünü kesmesine mani olmak için sert bir ses tonuyla:
– Bazeke, dedi. Bazaralı yatışmış gibi gülümsedi ve Abay’a bakarak sözünün devamını bekledi.
– Sizle biz ümitlendirdik de, onun ardından verileceği vermiş değiliz yahu! Donu güzel beygir miyiz? Yoksa akarcasına koşuşu olan, ama kendisinden doğan kulunu bulunmayan dul bir küheylan mıyız? Denediğimiz ne, hesabımız ne, dedi.
Bazaralı kaşlarını çattı, başını çalkaladı:
– Böyle denemeye yemin etmiş bir Bazaralı yok. Bu oyunda ben yokum. Bende olmayanı arıyorsun, aradığını nereden bulsun Bazaralı, dedi ve boynunu bükerek buruk bir gülümseme attı. Yanlamasına kaykılarak yastığına yaslandı… Bütün gençler Abay’ın sorusuna cevap verilmediğini anlamıştı. Bazaralı ozan da şair de değildi.
Herkes sadece gülümseyerek durumu anladığını hissettirdi…
Abay konuşmasıyla Birjan’ın hünerini alabildiğine yükseltmiş ve kendi soyunun bütün yetenekli gençlerine “bu, bizden üstün” demişti. Bunu sahte bir biçimde onur meselesi yapmaması, alabildiğine engin ve hoş bir gönülle dile getirmesi Birjan’ı yeni bir düşünceye salmış gibiydi.
Birjan dombırasını tekrar eline alarak biraz dımbırdattıktan sonra hızlandırdı ve “Janbota” adlı bestesini çalıp söyledi. Gençler bu türkünün nereden kaynaklandığını, Birjan’ın hangi yarasını kanattığını iyi biliyordu.
Bu türkü Birjan’ın, demin Abay’ın dile getirdiği “zengin, semiz” dediklerinden birisi tarafından dövülerek yaralanmasını açık seçik anlatan bir türküydü:
“Karpık oğlu Janbota, Bolıs sensin
Sekiz Bolıs içinde en rütbelisisin.
Aznabay’ın ulağına senin gibi
Dombıramı elimden çektirensin…
Çekse de dombıramı vermiş değilim,
Bu ulak gibi delisini görmüş değilim.
Kalabalık içinde kamçıyla vurmuş idi,
Hey Dariga, gururdan ölmüş değilim…
Janbota, burası mıydı ölecek yerim,
Kökşetau fosseptiğine mi gömeceksin?
Bolısın yurttaşını kamçılatma yetkisi
Var mıydı mevzuatta okuduğun yerin,
diyerek sözü bağladı.
Hüznünü dile getirerek yakınışında; “sen beni ‘halkının kabından taştı’ diyerek övsen de benim göğsüme oturan böylesi bir hınç ve onur derdi var, haşarı kodamanın kamçılayışı var” der gibiydi.
Bu, şuurlu gönlün dert döküşüydü; “her imkâna ve iltifata sahipmiş gibi gördüğün, ama dertlere gark olarak yaşayan Birjan nasılmış, dinle de anla” der gibiydi. Abay’ın ona canı acıdı, Birjan’ı teselli etmek isteyerek:
– “Otoriter, kahırlı” dedikleri Şu Janbota, “zengin, semiz” dedikleri şu Aznabay mı? Onlar bu hayvanlığı serinkanlılıkla yapmış olsalar da, Birjan ağabeyimin tam da biraz önce çalıp söylediği “Janbota” bestesinden sonra, bu bir “bota”[18 - Bota: Deve yavrusu.]değil, daha kurumadan üstüne basılarak çiğnenmiş bir “buta”[19 - Buta: Çalı.]olmuyor mu, dedi ve geniş kapsamlı başka bir düşünceye ulaşmış gibi konuşmasına devam etti:
– Aznabaylar bugün için burada azgınlık edebilir, “ben yeryüzünün Tanrı’sıyım” bile diyebilir. Fakat yarın onlardan ne bir iz, ne bir toz kalmaz, kalmaması hak! O zaman sadece Sarı Arka’daki Atığay, Karavıl, Kerey ve Uvak’ların şeceresinde kalır adları. Yine o yavuz Aznabay’ın, kodaman Janbota’nın suratına atılan bu tokat kalır. Sonraki nesli onlardan iğrendirecek bu utanç damgası, çakmak kıvılcımı kalır. Bu kalır Birjan ağabey, ne yaparsın, dedi.
Toplananların hepsi bu sözleri anlamamış olsa bile büyükler tarafı bütünüyle destekledi. Özellikle, başköşede oturan genç ağabeylerden Bazaralı ve Jiyrenşe tasvip etti. Böyle durumlarda zekice kavrayışlarıyla kendini gösteren Jiyrenşe, Abay’ın konuşmasının ardından konuyu doğru bir şekilde geliştirdi:
– “Adı kalır” dediğin bu değil mi? Bak burada oturan ve hepsi de “solist olacağım” diyen ateşli gençler iki aydan beri gelip gidip Birjan’ın bestelerini öğreniyor. Artık bu öğrendiklerini asla unutmazlar. Türküyü unutmayınca, onu söyleyeni, örnek gösteren Birjan ağabeylerini unuturlar mı, dedi. Bununla birlikte kendi sözlerine “delil olsun” der gibi Emir’e baktı ve “işte bu Emir’in Birjan’dan üstün gördüğü başka bir sanatçı var mı ki” diye sordu.
Bütün herkesin gözü Emir’e döndü. O, kendi dombırasını aheste bir biçimde tıngırdatarak Birjan’ın öğrettiği “Yirmi beş” adlı besteden birkaç nota çaldı.
Birjan genç delikanlının yüzünde güzel bir ilham görmüş gibi oldu:
– Hadi şunu bir çalıver, diye buyurdu.
Emir tereddüt etmedi. Ak boz yüzü biraz dalgalansa da şakıyıverdi. Sesi hafifçe, pürüzsüz ve güzeldi. Birjan’ın öğrettiği inişli çıkışlı nakışları büyük bir içtenlikle ve tam olarak çıkaracak şekilde arzuyla söyledi. Bestenin notaları ile birlikte sözlerini de büyük bir hayranlık duyduğu Birjan’dan öğrenmişti. Tobıktı soyu son zamanlarda bilge Zilkara’nın çıkardığı hakikaten damara işleyen duygulu ve güzel “Yirmi beş” şiirini henüz duymamıştı. Şiirin bestesi gibi sözleri de genç topluluğu ateşlemişe benziyordu:
“Tak da git yüzüğünü, bakır da olsa,
Yaşayalım güle oynaya, kış da olsa.
Çıkar ayakkabını da, gel çorabınla,
Afetimi göreyim, ne gelir başa…”
diye nazlanarak çalınırken yastıktan başını koparır gibi uzandığı yerden doğruldu Bazaralı. Yakışıklı simasında sıcak bir kan taşkını dalgalanıyordu:
– Uzakta değil o kız, kurban olduğum heyhat! Masum bakışlı kara gözlü bir tanem, görür müyüm, görmez miyim seni? Bu aşığın bedbaht, dedi, ev ahalisini şamatayla güldürdü.
Birjan, Bazaralı’nın yüzüne aynı duyguları paylaşan bir dost gibi bakarak:
– Bazeke! Bu dediğin de ne? “Görür müyüm, görmez miyim” de ne demek? O kara gözlü kız Balbala olmuş yanında oturuyor yahu, dedi. Bazaralı’nın kendi yanında oturan Balbala adlı güzel ergen kızı işaret etti. Birjan’ın sözü üzerine Bazaralı aniden çark etti:
– Ha, estağfurullah, öyle miydi, dedi özellikle oynaklaşarak yönünü değiştirdi ve Balbala’ya baktı. Bu bakışı, tomağanın[20 - Tomağa: Avlanmak için kullanılan yırtıcı kuşların gözlerini kapalı tutmak için başlarına geçirilen deri başlık.] altındaki açıklıktan gözünü kısarak tam yanından ve hatta taşıma desteğinin dibinden geçmekte olan kediye bakan sarımtırak gözlü kartalın bakışı gibiydi… Oradakiler onun bu bakışına da hayranlık duyarak gülerken yanında oturan Balbala da birden dönerek Bazaralı’ya baktı. Işıltılı güzel, yan oturuşunu bozmadan kara gözlerle tepeden tırnağa süzdü. Büyük gözlerine yakışan çarpık bir bakış attı. Yüzüne de utanıp sıkıldığını belli eden, güzel ve hafif bir pembelik veren kan yürüttü. Cazibeli nazı olan bir insan gibileşerek azıcık kaşlarını çattı ve sessizce tebessüm etti. Akpak güzel dişleri görünecek gibi oldu, tekrar gizlendi. Bazaralı Balbala ile göz göze geldiğinde kabahatini üstlenip tövbeye gelmiş gibiydi, fakat bu hâlini de alabildiğine yetenekli bir artistçesine güzelleştirerek usulünce oynayıverdi:
– Tövbe! Tövbe! Kâfirlik etmişim ya… Tüh, tüh, tüh, diyerek tükürüyormuş gibi yaptı. Balbala’ya doğru baş eğdi ve çabucak dönerek kalabalığa doğru baktı: “Oturuyormuş, varmış canlarım” derken evin her bir yanında oturmakta olan güzel kızlara ve gelinlere bir bir göz attı.
Birjan da “Balbala utanıp kalmasın, diğerlerinin de gönlüne güç gelmesin” diye Bazaralı’nın sözlerine destek olacak şekilde araya girdi:
– Türkü de bilirler. Söyleseler dillerine yakışır, şakısalar sesleri baldır. Terbiye ve eğitimleriyle ipek fidandır. Oturuyorlar işte yahu, güzel öğrencilerim, güzel kardeşlerim, dedi.
Birjan “kızlar”, “kız kardeşler” kelimelerini özellikle söylemedi. Bu kelimeleri edepsizce ve hırpanice gördü. Özellikle ağabey tavrı ile kardeşcesine söyledi. Orada oturmakta olan pek çok hünerli ve alımlı genç hanıma şöyle bir göz attı. Adları söylenmese de büyük bir hürmetle kastettiği kişiler kendisini, Abay’ı ve Bazaralı’yı çevreleyerek oturan Balbala, Kerimbala, Ümitey ve Aygerimler idi…
Birjan anlamlı bir konuşma yapıp, ondan da anlamlı bir yüzle evdeki kız kardeşlerine göz atınca az önce isimleri zikredilen genç hanımların içtenlikli ve hissiyatlı yüzlerine birbiri ardından çarçabuk ateşlenen bir heyecan ve hafif pembemsi bir nur yürüdü. Sanki seher vaktinde tünlüğü iterek açıverdiğinde şanıraktan içeri gün ışığı düşer gibi olmuştu: Gün ışığının birdenbire düşerek karanlık evdeki kalın ipek kumaştan yapılan cibinliği, saten kumaşlı minderleri ve pelüşlü kadifeli motiflerle süslenen keçe duvar kilimlerini sevindirmek istercesine üzerlerine bir allık vurmasına, boylu boyunca şulelendirerek canlandırmasına benziyordu. Genç hanımların Birjan gibi kıymetli bir ağabeyden, görkemli bir sanatkârdan duyduğu övgüler böylesine etkili olmuştu…
Ev içinde narin kıkırtılarla sevinçli iltifatlar birlikte alevlenmiş, şakalaşmalarla uyumlu gülüşmeler çokça işitilmişti.
Kibarca saygılılık gösteren simalar, hünerli gençlik meclisinin yüzüne kan getirmiş gibiydi…
Abay ile Aygerim’in bu defaki konukları, hakikaten, Tobıktı gençlerinin en hünerlileri ve en görkemlileriydi. Bundan iki gün önce Kunanbay obasının yerleştiği Barlıbay nehri yakasındaki evlere Irğızbaylar, Torğaylar ve Kötibaklar ile Jigiteklerden ve onlardan da öteye yerleşmiş olan Bökenşilerden pek çok kızlar, gelinler ve genç delikanlılar özellikle çağırılmış, hususî misafirliğe gelmişlerdi:
Abay’ın yanında oturan genç delikanlı kardeşi Emir, Kudayberdi’nin oğluydu. O kendi yaveriyle gelirken güzel Ümitey’i de beraberinde getirmişti.
Bazaralı’nın yanında oturan Balbala Anet boyundan bir kızdı. O da bir grup kız refakatçisiyle birlikte özellikle davet edilmişti.
Bökenşi boyundan Sügir oğlu Akimkoca ise öz kardeşi Kerimbala’yı refakatine almış, Jigitek boyundan Bazaralı’nın şarkıcı ve marifetli kardeşi Oralbay’ı da beraberinde getirmişti.
Bu gençlerin tamamı sanat düşkünü ve bütünüyle harika birer solist idi. Onlar Birjan’ı ilk defa görüyor da değillerdi.
Bundan iki ay kadar önce “Birjan’ın Tobıktı soyu yerleşkelerine yakın bir yerlere geldiği” haberini işiten Abay, önden Emir’i göndermişti. Emir, Abay’ın genç yaşta ölen en sevdiği kıymetli ağabeyi Kudayberdi’den yetim kalan beş evladın ortancası idi. Kudayberdi ölüm döşeğindeyken Abay ona “evlatlarına babalık yapmak benim borcum olur” demiş ve “yetimliklerini hissettirmem” diye yemin etmiş gibiydi. Söylediği gibi de yapmıştı. Abay, ağabeyi öldüğünden beri Kudayberdi’nin evlatlarını öz kardeşi Ospan’dan da öz evlatlarından da daha fazla şımartıyordu.
Emir o evlatların türkü söyleyeni, hünerlisi idi. Kendine güveni yüksekti ve marifetliydi. Kendisinde dolup taşacak, serpilip ortaya atılacak gibi bir bereketlilik olan ümitvâr bir gençti. Büyük destekçisi olan Abay amcası onun yolunu kesmiyor ve hiç kimseyi de dokundurtmuyordu.
Abay Emir’i Birjan’a öylesine bir davetçi kılarak göndermemişti. “Git, gör. Gerçekten hünerli ve ilgi çekici ise obamıza getir. Dilediği gibi yerleştir, oyun eğlence düzenle. Genç nesil sanat öğrensin, örnek alsın. Ben de yardımcı olurum” demişti…
Emir Birjan’la Tobıktı bölgesinin dışındaki obalardan birinde görüşmüş, iki üç gün birlikte olmuş, kendi obasına davet etmişti. Birjan gelmeyi kabul edince yeni bir kiyiz ev diktirmek ve uygun şekilde karşılamak için kendisi önceden gelmişti. Dinlenmeden Abay’ın yanına gelmiş, farklı bir mürüvvetini gönül rahatlığı ile yüzüne söylemişti.
Abay, bu görüşmeden sonra Birjan’ı önce Emir’in konuğu etmiş, Kunanbay’ın bu büyük obasına hususî olarak getirtmişti…
O günden beri iki ay geçmişti. Sadece Emir değil, Abay da Birjan’ı çok beğenmişti. İkisi, iki eski dert ortağı gibi görüşmüş, çabucak kaynaşmıştı.
Abay daha önce de tıpkı bugünkü gibi Tobıktı’nın solist ve sazende genç yiğit delikanlıları ile kız gelinleri arasından nicelerini nice defalar kendi obasında toplamıştı. Onları Birjan’a tanıtmış, şair bestekârın kadir kıymetini anlatmış, ilgi çekici pek çok eğlenceler düzenlemişti.
Topladıkları genç yeteneklere bestelerini öğreten ve böylece saygı ve iltifata mazhar olan Birjan ve Abay’ı kendi obalarına davet eden gençler fasılasız devam eden eğlence günleri ile geceleri düzenlemişlerdi.
Birjanlar Emir’in ve Ümitey’in konuğu olmuştu. Sügir’in solist kızı güzel ergen Kerimbala ile Akimkoca’nın da konuğu olmuş, o konuksever obada da büyük hürmet görmüşlerdi. Oradan dönüş yolunda Bazaralı ve Oralbaylar ev sahibi olmuş, Jigitek obalarında günlerce gezdirmiş ve ağırlamışlardı. Bökenşi ve Jigitek gençleri devamlı birlikte olmuş, birbirinden ayrılmadan ağırlayıp hizmet etmişlerdi.
Böylece artık Birjanların dönüş vakti gelince, Abay buradaki dört evi konuklarına uğurlama toyu düzenlemek maksadıyla hususî olarak kurdurmuştu. Diğer konuklar, bugünkü öğle yemeğinden sonra, akşama doğru at binecekti. Çünkü Birjanlar ertesi sabah kendi yurtlarına dönmek için atlanacaktı. Bazaralı, Erbol ve Jiyrenşeler bu ayrılıktan önce Abay’dan “saygıdeğer konuklar bir akşam kendi başlarına kalsınlar, biraz dinlendikten sonra yola çıksınlar” diye ricada bulunmuşlardı. Abay da bunu makul karşılamıştı. Böylece bu toplantı; Tobıktı gençlerinin büyük bir usta olan yaz gibi sıcakkanlı asil ağabeyleri Birjan ile vedalaşma toplantısı idi. Bu sebeple demin Emir’i “Yirmi Beş” ile imtihan edercesine dinlemesi gibi, diğer solist ve sazende gençlerin hepsinin de hünerlerini yeni şarkılarla teker teker göstermesi gerekiyordu…
Emir söyledikten ve deminki hicivler ile şakalar dindikten sonra dombırasını alan Oralbay biraz dımbırdattı ve yanında oturmakta olan Kerimbala’nın şarkısına yol açtı.
Ümitey bu şarkının sözlerini maksatlı biçimde, çok büyük ve gizli bir sırrı ifşa eder gibi şüpheci bir üslupla dile getirdi. Dolayısıyla böylesi söz ve saz daha önce söylenmiş gibi değil, tam da şimdi, ilk defa burada söyleniyor gibiydi. Yeni doğan aycasına belirgin, kıl gibi nazik, ama iması açık bir sırrı vardı ve tam da şimdi gönlünün öz sesi gibi çıkmıştı.
Kunduz börklü, altın küpeli, en şık giyimli güzel kız yüzündeki öylesine nahif pembelikten ayrılarak ve yüzü buz kesmiş gibi ak pak olarak söylemiş, güzelliğine güzellik katan sağ yanağındaki kapkara beni apaçık belirginleşmişti.
Ev ahalisi bu şarkıyı da sessiz bir şekilde hislenerek dinliyordu…
Ümitey “artık bitiriyorum” dercesine aheste bir biçimde fasıla vermiş, sesini gittikçe azaltarak şarkısını bitirirken yüzünü birden çevirerek kapıdan başköşeye kadar birbirinin üstüne yüklenircesine oturan ve ayakta duran topluluğa şöyle bir göz atmış, sonrasında açık sesle ve nazikçe tekrar gülüvermişti.
O, böylece kendisi söyleyip sırasını savmakla birlikte, tam yanında, sağ tarafında oturan çiçeği burnunda gelin Aygerim’e dönerek:
– Türküler gezdi dolaştı söyleyicisine ulaştı efendim! Hadi bakalım, şimdi kendin söyle, demişti.
Bu sataşmayla birlikte evdeki herkes bir kez daha Aygerim’e baktı.
Kıyıdaki evlerin yaşlı kadınları da içeri girip kapı tarafına yerleşmiş, üst üste yığılmıştı. Birbiriyle:
– Gelin! Gelin söyleyecek, diyerek fısıltıyla konuştular. Emir Aygerim’in söyleyeceği şarkıya dombırasıyla yol açtı. Aşağı perdelerden ezgiler çalarak güzel bir “taksim” yapmaya başladı.
Aygerim mahcup olup kızararak Ümitey’e baktı:
– Bıraksana canım. İltifat ediyorsun, dedi ve çekingen bir tavırla usulca gülüverdi. Bunun üzerine Abay “nazar değmesin” der gibi imada bulunarak:
– Senin de sırandan kaçacak hâlin yok ya! En azından obanın dedikodusunu yapacağı bir mevzu olsun, dedi. Kendisi de içtenlikle dinlemek istediğini belirten bir kaş göz işareti yaptı. Birjan, Bazaralı, Balbala, Ümitey ve orada bulunan herkes gözünü ayırmadan Aygerim’in nur saçan yüzüne bakıyordu.
Özellikle, onun ışıltılı genç yüzündeki küçükçe kara gözleri unutulmayacak kadar güzeldi.
Çok kibarca bakan düşünceli ve pırıltılı gözlerinde farklı bir şule vardı. Yeni büyüyen gençlik ve körpelik çağındaki ak yüzlü, ak çehreli ve kara gözlü hanımlarda nadiren görülen bu şule bazen kül rengi gölgelerle renklenerek göz bebeğinin alt kısmında yuvalanırdı.
Bu; hızla geçen günahsız, kusursuz temizlik, nazik körpelik devranının bir lahza korunan ve daha sonra uçup gider gibi kaybolan, sönerek yok olan bir nişanesi idi.
Kara gözlü güzel çok olsa bile, bu oluş, bu vasıf nadir kişilerde tek tük görülürdü.
Abay gözlerini daima Aygerim’in yüzündeki diğer herkesten farklı olan bu nişaneye diker, ilgiyle bakardı. İçinden “‘yuvalı kara göz’, ‘nergiz göz’ diye buna diyorlar herhalde” diye düşünürdü. Aygerim böylesine nurlu ve ışıltılı gözlerle başköşedeki Balbala’ya bakarak türküsünü söylemeye başladı. Onun söyleyişinde türküye başlarken ki “hey hey” bile salınımlı bir nağme olarak yankılanıyordu.
Genç yârine boylu boyunca bakarak oturan Abay, bir kez daha aynı Birjan’ın türkü söyleyişindekine benzer farklı bir duyguya kapıldı, bir kez daha güzelliklere uzayan hayat resimleri dünyasına daldı.
“Ey sevgili, sana söylüyorum hey heyimi…”
Türkünün devamındaki sözler Abay’ın kulağından içeri giremedi. Olanı biteni dile getiren şey türkünün sözleri değil, ev içinde yankılanan ezgilerle seslerdi… Binlerce gümüş zil zarifçe salınarak şıngırdıyor muydu? Soyu tükenmiş ak kanatlı asil varlık gökyüzündeki güneşin parlaklığını mı aksettiriyordu? Yoksa bu simli şıngırtı nur saçarak sırlı semaya yönelen bilinmez sefere refakat etmeye mi çağırıyordu? “Versene cimri, sır dolu gövdeni! Kapanmış bir yüreğin, kaçınıp çekinen ve açılmadan yabanileşen can sırların var. Açsana yüreğini! Yücelere ve marifete çağırayım sesimle seni. Omuzlarına basan yüklerden, şu rehavet veren hâlden geçsene… O zaman… O zaman bu dalgalı ipek eşarp altındaki körpe güzel gibi, yanındaki yârin gibi, onun nergiz gözleri ve bülbülü şeyda sesi gibi, ak boynu ve allı pullu yüzü gibi yeni bir uyum ve aydınlık bir marifet dökülürdü özünden besbelli! Çıksana tereddüt etmeden, gizlenmesene eskisi gibi… Beni de özendir, sen de ferahlayıver, yükselsene hevesli! Sinmiş asil sanatını açsana, bu nazik ve gösterişsiz ışıklı gölgelik gibi” diyordu. Başkalarına bakarak söylese de nazını dileğini Abay’a ithaf ederek döküyordu.
Türkü bitmişti. Abay gözünü Aygerim’in yüzüne dikmiş “ak yuvarlak çenen niye hareketsiz kaldı? İncecik, güzel ve kıpkırmızı dudakların az önceki nazını niye tekrarlamıyor? Tertemiz, akpak ve kusursuz güzel dişlerin insanın içini kaynatan dizilişini niye gizliyor” dercesine uzun sorularla bakıyormuş gibiydi…
Türküsü biten Aygerim gülümseyerek kımız sundu ve Abay’ı bir kez daha kendisi uyandırdı.
Abay kendisine sunulan kımıza uzanan elini geri çekti, tahta kâseyi almadı. Kendisine gelerek kaşlarını çattı ve lafı uzatarak:
– Eyva-a-a-h, deyip gülüverdi.
Sunduğu kımızı almayan kocasından utanan Aygerim’in yüzü kızarmış, çekingen çekingen gülümsüyordu. Abay bunun farkına varınca onun elindeki tahta kâseyi çabucak aldı ve iltifat edercesine diğer koluyla eşine sarıldı, ipek şalının üstünden saygıyla omzunu sıvazladı.
Biraz önceki İyis nine dâhil olmak üzere, kapı önünde yığılmış olan yaşlı kadınlar:
– Kurban olayım gelin kız, dallı budaklı olasın!
– Allah gönlüne göre versin…
– Bu türkünle, bu güzelliğinle geç şu yalan dünyadan, diyerek dualar ettiler. Son duayı İyis söylemişti. Abay’ın dikkatini çekti ve İyis’e bakarak:
– Ya Pir! Bu İyis annemin duası ne kadar güzeldi. Aygerim buna “âmin” desene, dedi.
Aygerim çok nazik bir şükran duygusuyla İyis’e baktı:
– Âmin, nine, dedi. Kendisi birazcık geriye doğru sıkışarak yer açtı, ihtiyar İyis’i yanına çağırdı ve kımız ikram etti.
Aygerim’in türküsü Birjan’ı da cezbeye sürüklemiş gibiydi. O “pohpohlamış olurum” diyerek içindekileri dışa vurmadı. Sadece Jiyrenşe dayanamadı, hareketlenerek:
– Canım efendim! Aygerim’in sesi şu kızıl gırtlağın sesi mi, yoksa cennetten gelen bir hurinin nağmesi mi, diyerek hayranlığını dile getirdi, büyük bir memnuniyet ve huzur içinde Aygerim’e bakmakta olan insanları tebessüm ettirdi. Bunun üzerine Birjan, Bazaralı’ya doğru hafifçe ses verdi:
– Türkü söyleyecekse, Aygerim söylesin sadece, dedi.
İçtenlikli sanatkâr diğer gençlerle birlikte kendisini de katmıştı bu sözün içine.
Ev sahibesinin türküsü, eğlenceyi bitirecek olan yemek öncesindeki son gayda gibi olmuştu.
Yemek hazırdı. Kapı tarafı yemeğin hazır olduğu haberini alınca dışarı çıkmaya başladı, kalabalık seyreldi. Bu bağlamda hava alıp gelmek için konuklar da kapıya yöneldi. Aygerim de ayağa kalktı, kımız kaplarını toplamak ister gibi bir izlenim verdi.
Tam o anda, karşı yönden gelip kapıdan çıkmakta olan konukları sıkıştırarak içeri giren Kaliyka Abay’ın yanına yaklaştı:
– Telğara! Canım, annen seni çağırıyor, dedi.
Abay Emir’e, Ospan’a ve Aygerim’e baktı:
– Gecikecek olursam beni beklemeyin! Konuklara yemek ikram edin, dedi ve çıkıp gitti…
2
Büyük evde sadece Uljan, Ayğız ve Dilda vardı. Üçünün birlikte çağırttığını anladı…
Tülbendinin altından görünen şakak saçları akpak olan Uljan eskisi gibi yapılı olsa da bugünlerde yaşlılığa yenilmiş gibiydi. Yüzü sararmaya başlamıştı. Alnındaki kırışıklıklar belirginleşip genişlemekle kalmamış, derinleşmeye yüz tutmuştu.
Abay annesinin son yıllarda hayattan yorulduğunu özellikle onun duluklarına yerleşen iki dizi derin kırışıklıktan anlıyor, onları izleyerek yaşıyordu. Bu iki derin çizgi, apaçık vehim çizgisi, dert hararetiydi.
O kırışıklık çizgileri özellikle şimdi apaçık belirginleşmişti. Şu gençlerin oyun eğlence otağından gelen Abay’a kederli düşünceli ananın soğuk yüzünü gösterir gibiydi. Anasının sessiz yüzü bile Abay’a bir şeyler için “suçlusun, kınayacağım” der gibiydi.
Abay’ın gönlüne korkuyla karışık üzüntü düştü ve kendisine yönelecek olan hükmü bekledi. Fakat anasının alışık olduğu şefkatli yüzü dış görünüşünden belli olmasa da içindeki öz duruşunu değiştirmemişti… Bu, konuşmaya başlayınca söylediği ilk sözlerle kendini göstermişti.
Uljan aheste bir biçimde “Abaycan” diyerek söze başlamış ve yüzünü oğluna dönmüştü:
– Düşünce de çok vehim de çok düşünürsen, düşünce de yok vehim de yok oynayıversen! Sen bunu düşündün mü evladım, dedi.
Abay bunun arkasında nasıl bir öfke olduğunu anladı ve annesinin içindeki duygu ve düşüncelerini çabucak söylemesini ister gibi kısa cevap verdi:
– Öyle tabii ana, dedi. Bütün vücuduyla annesine döndü, devamını sorar gibi sessizce ve boş gözlerle annesine baktı. Uljan:
– Yaşlı baban sefere çıkalı nice zaman geçti… Hiç haber yok. Günler sessiz sedasız. Yürek şişti. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu, dedi ve bir süre konuşmadan bekledi.
Ayğız konuşmanın böyle başlamasına dayanamadı, memnuniyetsizce araya girdi:
– Biz söylemesek sana kim söyleyecek? Bir yol değil, bir gün değil! Şu karışık yaz boyunca mest olarak gezmen de neyin nesi? Böyle yapılacak gün müydü? Sen ne düşünüyorsun ki, dedi.
Abay “bütün sözler söylensin” der gibiydi, sessizce bekledi. Dilda, iki ananın öfkeli sözlerini sırtlayarak söze girdi. Sesi sertti. Görünüşü sakin gibi olmakla birlikte çok hiddetliydi. Alay edip laf çarparak:
– Ne düşüncesi olacaktı ki? Yâri yanında ya, bir şey düşünerek mi yaşıyor sanki! Aşığı, büyücüsü türkücü olunca “yaranayım” diye canını dişine takıyor, dedi. Sinirinden ağlıyor, gözyaşlarını engelleyemiyordu.
Böylesi sert sözleri durdurmayan Uljan bir suçlamada daha bulundu:
– Obamızdaki konuk sadece bestekâr müzisyenler, kızlar gelinler değil. Gelinim Dilda’nın annesi de geldi. O da senin annen evladım! Ona da ilgi, güler yüz göstermedin. Yakın hısmını ağırlayan baban burada olsaydı neyse! Onun görmek için geldiği ben değilim yahu. “Bir görüp döneyim, ecel varsa ölüm de var, duamı edip de gideyim” dediği sensin. Bunu da düşünmüyorsun. Eve uğramıyorsun. Kimden çekiniyorsun, nereye gidiyorsun, dedi.
Gözyaşlarını tutamayan Dilda o sırada kızıl kıyameti kopardı.
– Kemik torbası fakirin kızı kapımdan ötesini görmeye layık mıydı? Bak işte şimdi sevincini saklamıyor, künde künde şarkısını söylüyor, tepemizde oynuyor. Fakirin kurnaz kızını kudurtup… derken Abay boğazına takılan bir şeyi temizler gibi öksürdü, tavrı birdenbire değişti ve kırgınlıkla Dilda’ya baktı.
Oradaki ev güneşli ve şuleli hayatın ilkbaharı; Nisan idi. Bu ev ise kıtlık yaşanan yılın gri boz bulutlu, karayelli sonbaharı; Kasım gibiydi.
Abay Dilda’nın sözünü kesti ve kırgınlıkla aşağılayıverdi:
– Yeter Dilda! Tilenşi gibi bir atadan seni sağır kılarak töreten ben değilim. Suya götürüp susuz getiren, yemeğe çağırıp aç gönderen ben miyim sanıyorsun, dedi. Ondan sonra hem ona hem de analarına cevap olsun diye “konuğum Birjan. O, Tobıktı soyunun bugüne kadar görmediği büyük bir sanatkâr. Halkın gençlerini bir araya getirerek dinleten, bunun için adam toplayan da sadece ben değilim. Birjan’ı gören doyamıyor, görmeyen hayalini kuruyor… Siz akıllı olsanız onu da dinlesinler diye Akılbay, Abiş, Mağaş gibi evlatlarınızın hepsini gönderir, dinletirsiniz, dedi. Dilda eskisinden de büyük bir kızgınlıkla:
– Babaları diriyken yetim kalan evlatlarım kimsenin kapısına gitmeyecek… Ne yani, büyücü kadının eşiğinde dikilip içeriyi gözetlemekten başka görmedikleri mi kaldı, dedi ve hüngür hüngür ağlayarak evden dışarı fırladı…
Abay Dilda çıktıktan sonra da anneleriyle anlaşamadı. Pek çok suçlamada bulunan annelerinin anlatmaya çalıştığı şey “hiç değilse eğlencesini Dilda’nın evinde kursaydı, bu daha uygun olurdu” iddiasıydı.
Hatta Ayğız açık seçik söyledi:
– Aygerim haddini aşmasın, sana destek oluyorsa ne yapayım? Nerede oturacağını, nerede duracağını bilmiyor mu? Evine baksın. Biz bu hâldeyken şarkı söylemesi, ayaklarının altına alıp üstümüzde tepinmesi gibi dokunuyor bize. Sesi çıkmasın bundan böyle, dedi.
Bu; bir buyruk ve sert bir yasaktı.
Abay Aygerim’e acıdı. Onu böylesi adaletsizliklerden ve gaddarlıklardan korumak istese de sesini çıkarmadı. Annelerinin buyruğu söylenmişti. Söyleten de Dilda idi. Bu karar onun eğreti ve dik kafalı katılığının yansımasıydı… Abay bu kanaate varınca Dilda’ya büyük bir kırgınlık hissetti, alabildiğine memnuniyetsizleşti, içine kapandı. Annelerinin bundan sonraki sözlerini hiçbir şey söylemeden dinledi ve çıkıp gitti…
Abay otağlara doğru giderken Ayğız’ın evinden çıkan amcası Maybasar arkasından seslenerek yanına çağırdı.
Sakalına kır düşmüş olsa da Maybasar hâlâ eskisi gibi kızıl kahverengi yüzlü ve canlı kanlı idi. Son dönemde etlenmiş, dış görünüşü ağırbaşlı ve sert bir hâl almıştı. Yanına gelen Abay’ı büyük ev tarafından uzakça bir yere götürerek oturttu. Soğuk bir yüzle:
– Abay, beni şu Tüsip’in baybişesi, konuğumuz olan kaynanan görevlendirdi. Özellikle “sen söyle” dedi. Bana söyletiyor, anladın mı, dedi. “Kiminle konuştuğunu anla” der gibi gözlerini dikti. Abay Maybasar’ın görkemli duruşuyla alay eder gibi dik dik baktı ve aşağılayarak gülüverdi.
Maybasar bunu önemsemedi, kaşlarını çatarak konuşmasını sürdürdü:
– Kaynanan rica etti, ben emrediyorum. Şu Tüsip’in baybişesi dönünceye kadar Dilda’nın evinde ol. Bu ne? Sadece Aygerim’in otağına girip çıkıyorsun, dengirsek mi oldun? Yoksa iki hanım alan ilk kişi sen misin? Baban da, büyük baban da, hepsi almıştı. Aldıysan aldın, insan sırasını kollamaz mı? Yoksa “artık Dilda’nın yabancısı oldum” mu diyorsun, dedi.
Abay az önceki alaycı tavrını değiştirmemişti. Maybasar’ın konuşmasını zoraki dinlemişe benziyordu. Söze usulünce başladı:
– Mayeke! Şu ömür geçer, güzellik biter. Kimi sakallara “bırak artık” diyerek kırlık düşer… Fakat bakıyorum da bitmeyen sözler, bitmeyen istekler de olurmuş, efendim, dedi ve hiddetle güldü.
Yiğidin gülüşünün çok tesirli olmasından mıydı bilinmez, Maybasar çabucak anladı, dizini döver gibi vurduktan sonra:
– Oy, ahir zamanın çocuğu oy! Bütün sinirlerimi mahvettin yahu! “Unuttu mu” diyordum eski olanları. Hâlâ unutmadın mı, dedi ve kahkahayla güldü. Bu şakayla Abay’ın alaycılığını da memnuniyetsizliğini de kendi üstünden savdı.
Konuşma aynı minvalde sürdü:
– Dilda senin yârin değil mi? Yanlış bir şey söylediğimi mi düşünüyorsun? Yoksa “Rus kitaplarını çok okuyunca Ruslaştım, iki hanım almam” mı diyorsun?
– Bu hususta Ruslaşsam iyi olurdu. Öyle olsa ne yaparsın?
– Hey! Ne diyorsun sen? O zaman çoluğu çocuğu ile ne olur Dilda?
– Ben Dilda’ya lazım değilim. Onun bana duyduğu öfkesi ile intikam duygusu bir yana, gönülden ayrı düştü uzun zamandan bu yana…
– E-e, terk mi ettin yani?
– O evlatlarımın anası. İyi analık ederse yakın dostum olur. Bununla yetinmezse, ona iyilikler dilerim. Yolu açık olsun… Diyeceğim bu, dedi ve Maybasar’ın kalan sözlerini söyletmedi. Yüzü buz kesti, hiddetlendiğini gösterircesine yerinden kalktı.
Rezilce bir söz işitmiş gibi sarsılan Maybasar bir şeyler söylemek istese de ne diyeceğini bilemedi. Onu tamamen susturmak isteyen Abay:
– Bu kadarı yeter artık. Bu benim bileceğim bir iş. Sizi ilgilendirmeyen işlere karışmayın, diyerek sert bir şekilde mevzuyu kapattı. Bunlar Maybasar’ın aklından bile geçmeyen yabancı sözlerdi…
Abay az önce annelerinin evine giderken ağlamakta olan Baysügir’i görmüştü. Onu yanına alıp avutarak gelmekte olan Baymağambet, Maybasar’ın kötü davranışlarını sert bir şekilde şikâyet etmişti Abay’a.
Abay bunu hatırlar hatırlamaz:
– Ha! Benim de size diyecek bir çift sözüm var. Bunu kırgınlıkla, hatta çok üzülerek söylüyorum. Bu obanın çobanlarını niye dövüyorsunuz, diye sordu.
Abay şimdi açık seçik öfkelenmiş, yüzü çatılmıştı. Ama Maybasar bu mevzuya şaşırmamıştı:
– Hadisene! Çobanını, hizmetçisini tepemize çıkarma. Akılları başlarında yaşasınlar. Hiçbir şey olmaz, diyerek konuyu önemsizleştirmeye çalıştı.
Bunu onuruna yediremeyen Abay sert konuştu:
– Yo, boş konuşuyorsunuz, başımıza çıkmaz çobanlar. Neleri var ki tepemize çıksınlar? Gözlerine sinek üşüşen biçarelerin ne takati var ki? Bir değil, iki değil! Bu obadakilerin üstüne kamçı sallamayın bir daha, dedi.
Bu yaz Maybasar’ın çobanları birkaç kez dövdüğünü hatırlamıştı.
Maybasar bunu da dikkate almayacak gibiydi. Karşı çıkmak isteyince Abay çekişir gibi konuştu, amcasını bastırıverdi:
– Ne yani! Burası sizin yöneticilik yapacağınız yetimin kimsesizin obası mı? Çocuk değiliz, biz de buradayız. Bundan sonra sadece yaşayın! Vurmak bir yana, azarlamayın bile komşularımızı. Bundan sonra hiç birini fiskelemeyin. Yoksa bozuşuruz. Çok fena bozuşuruz. O zaman beni suçlamayın. Bugün Baysügir’i dövmeniz, beni dövmenizden farksız. Anladınız mı? … İşte böyle, dedi ve arkasını dönüp gitti.
Abay konukevlerine doğru yürüdü. Maybasar olduğu yerde ses çıkarmadan kalmakla birlikte, bu obadaki eğlenceyi bitirmek için bazı teşebbüslerde bulunmuştu. Abay annelerinin evine çağırıldığında onun bazı konuklarına da adam göndermişti:
Maybasar Sügir’in oğlu Akimkoca’ya selam göndermiş; “Mırza obada değil. Pek çok kişinin yüreği şişti. Akimkoca kendisi de bilir ya. Bu obayı kızların gelinlerin patırtısına boğmasın, kalabalığı kendisi dağıtsın” diyerek usulünce söylemişti.
Güzel Ümitey Ayğız’ın kız kardeşi sayılırdı. Karabatırlardan Eskoca denen kişinin kızıydı. Ona da ablası olarak Ayğız emretmiş; “yeter artık, obasına dönsün” demişti.
Böylece Maybasar ve Ayğız, konuklarının keyfini kaçırdıklarını Abay’a hissettirmemişlerdi. Konukları da dönüş telaşlarından başka acelelerinin sebebini birbirine sezdirmemişti.
Abay’ın evine gitmek isteyen obadaki komşularını, çobanlarını ve çoluğu çocuğu göndermeyerek bıktıran Ayğızlar, Abay’ın arkasından böyle bir iş daha çevirmişlerdi…
Abay tekrar dönerken otağdaki konukların germelere bağlı duran atları eyerlenmişti. Kıvamındaki yüğrükler, acelesi olmayan boş atlar ve çukur belli yorgalar hızlı koşmaya elverişli koşum takımlarıyla, yeşilli kırmızılı teğeltileriyle obanın üst tarafını canlandırmıştı. Abay arkadaşlarının telaşına şaşırsa da “‘yarın yola çıkacak olan Birjan biraz yalnız kalsın’ diye düşünüyorlar herhalde” dedi ve buna başka bir anlam yüklemedi.
Onun eve gelişiyle birlikte son kımızlarını da içişip bitiren konuklar memnuniyet dolu veda sözlerini ifade ettiler, Abay ile Birjan’a son bir defa daha teşekkürlerini söylediler, isteksizce gitmeye yöneldiler.
Dört bir yana doğru grup grup dağılarak gidecek olan topluluğu Abay, Birjan, Erbol ve Aygerimler dışarı çıkarak uğurluyordu.
En önce Akimkoca ve Kerimbala vedalaştı, Sarköl ve Kopa tarafına yöneldi. Oralbay da onlarla beraber gidiyordu.
Emir, Ümitey’i ve şakacı bestekâr Mirzağul’u yanına aldı, Puşantay’a doğru yöneldi. Giderken de Abay ile Birjan’ı kendi obasına davet etti. Onun obası ertesi gün yola çıkacak olan Birjanların yolu üzerindeydi. Abay bu daveti makul buldu. Konuğunu kendilerinin bir başka obasında son bir defa daha ağırlayarak uğurlama düşüncesini çok yerinde buldu.
Bir başka grup Balbala’nın grubu idi. Bu vakte kadar atını eyerlemekle meşgul olan Bazaralı, Balbala’yı uğurlamaya gelen Aygerim’in yüzüne nasıl bakacağını bilemeyerek gitmek istemiyormuş gibi bakıverdi:
– Heyhat, heyhat! Leyla’sına kavuşamayan Mecnun’un hayatı ne berbat! Çek benim de atımı evlat, diye seslendiği Erbol Bazaralı’nın at binmesine yardımcı oldu.
Bazaralı atını hafifçe ökçeleyerek Balbala’nın yanına geldi. Abay’ın evinin yanında bulunan ve oradakileri gözetlerken deminki sözü işiten, kıskanç ve soğuk bakışlı biri vardı. O, Kulınşak’ın beş kaskasından biri olan Manas’tı. Son grup da yola çıkınca Manas, Ayğız’ın evinde oturmakta olan Maybasar’la konuşmak için onu dışarı çağırttı. Şerefsizlik ve intikam kokan bazı şeyler anlattı:
– “Bazaralı Balbala ile oynaşıyor” sözünü işiten bizim Torğaylar kasvetlenerek yaşıyordu. Dedikodunun gerçekliğine bugün şahit olmuş gibiyim Mayeke… Katıma doymayan koç Anet obasına gidiyor. Dulumu yoldan çıkarıyor puşt… “Erkekte şeref” varsa ben de tekin duramam. Kızın kocası bizim kardeşimiz Besbesbay. Kendisi hem yiğit hem tekin durmaz. O da kimseyi üstüne bastırmaz. “Haber vereyim” dedim. Evet, ne yapsam revadır şu Kaumen’in kan torbasına, dedi.
Yüzü bembeyaz olmuştu. İri kamçısını sımsıkı tutan uzunca parmaklarında sabırsızlık gösteren hareketlenmeler vardı.
Maybasar Bazaralı’nın Nurğanım hakkındaki söylentisini işittiğinden beri dişlerini sıkarak yaşıyordu. Gözleri pörtledi, hırsla aldığı nefes burun delikleriyle genzini şişirdi, hiddetleniverdi. Bir anda durumu kavradı ve kısa hüküm verdi. Gizlice söylüyormuş gibi yaparak:
– Şimdi belaya bulaşma. Geceyi bekle. Balbala’nın koynundan çıkacak nasıl olsa. Ant amansız, can duyarsız! Allah’ın “boynu kesilecek suçlu” kılarak elini ayağını bağlayıp gönderdiği koç bu değil mi? Besbesbay’ın var, beş kaskan var. Çekinirseniz “yere batın” derim size. Hem, planını kurarak git, anladın mı, dedikten sonra Manas’ı omzundan dürttü ve “hadi git” dedi…
O akşam, Barlıbay yazısındaki Kunanbay obasından saçılır gibi her yöne dağılan gençlerden oluşan gruplar yollarının üstünde “sıra sıra dizilen” halkların yaşadığı omuz omuza duran nice yüzlerce obalar arasından serbestçe geçerken güzel şarkılar ve türküler söylediler. Bazen bülbül ezgili, çok terennümlü “Yirmi beş” türküsünü uzatıyorlar, bazen nazı gösterişsiz, geniş nefesli “Janbota” türküsünü söylüyorlardı. Bazen de dik başlı, vuruşlu, rengârenk sesli “Jambas siypar[21 - Jambas siypar: Kalça okşar.]” türküsünü coşturuyorlardı.
Ağır aheste kalkarak deniz dalgası gibi etrafa yayılan bu türküler asil Birjan’ın sunduğu örnek hünerleriydi. Onun getirdiği hazineler bazen Emir ve Oralbay’ın şakıma sesleriyle yükseliyordu. Bazen de süzülerek zarifleşen, dalga dalga dönen, ama bir o kadar da güçlü olarak sergilenen ve alabildiğine uzak mesafelere kadar işittirilen ergen Balbala’nın, güzel bestekâr Ümitey’in ve kibarımsı Kerimbala’nın sesleriyle sır döküyorlardı.
Hepsinin de şımarıkça sevinerek coşkuyla söylediği türküler bazen “hayat, hayat! Seviyorum seni! Ey sanatkâr kaldır başını, kanatlanarak arşınla semayı. Sazlı akşamda nazlı gönül açar sırlarını. Özgür, asil ve içtenlikli yürek sevdiğine hasret kaldı” diyor. Bazen de “neredesin ki? Tanı ve bul beni ey sevgili! Kara gözüm, kadrin ve kıymetin bende gizli” diyordu…
Türküsünde; “afetimi göreyim, başa ne gelir bileyim” diyen kızın serdengeçtisi kimdi?
Ya; “aklıma düştüğünde ey sevgili sen, Aç kurt gibi gezeyim dağları kollayarak ben” diyen ateşli yiğit kime seslenmişti?
Yahut; “ak boz evin dışına çıkarak uğurlarken beni, ‘güle güle yârim’ deyişin akıldan gitmez sevgili” diyen vefalı yiğit ne hâldeydi?
Veyahut; “eridi gönlüm ak didarını görünce” şeklindeki yürek sesleri, söyleyenlere de sorgulatıyordu şarkıların içinde yatan gizemleri.
Nakaratlar ise “kara gözüm”, “ayım”, “şulem”, “sevgilim”, “kalmadı sabrım” diyerek bitkin düşürüyordu seven yüreği. Can verircesine söylüyorlar, bütün içtenlikleriyle son nefeslerini âşık oldukları sevgililerine seslenirken tüketiyorlar, can yakarışıyla son dualarını eder gibi şakıyorlardı…
Marifetli delikanlı Akimkoca daha fazla dayanamadı. Kendisinin çok özlediği bir oynaşının Jigitekler arasındaki obasına yöneldi, atını kamçılayarak gitti. “Oynaştığı kızın yengesine daha geçen yıl bir kısrak aygır vermiş” denilen ve ozanlık yeteneği ile nam salan hovarda yiğit Akimkoca işte böyle biriydi. O, iki üç arkadaşını peşine taktı, Kerimbala ile Oralbayları ücrada bırakarak gitti…
O akşamda, öğlen gibi temiz ve berrak akşamda parlak ay önlerini aydınlatırken, birinin sesi diğerine karışmadan türküler terennüm ederek giderlerken, gençliğe has nurları eritip birbirine ekleyerek coşan Oralbay sessiz ve sözsüz bir aşk aleviyle gelerek Kerimbala’yı kucakladı.
Ömründe kimseye yakınlaşmamış, kimse için yanmamış olan Kerimbala o anda pürüzsüz ak bilekleri ile parmaklarını Oralbay’ın boynuna dolamış, alabildiğine ateşli dudaklarıyla soğurur gibi öpmüştü onu…
Aynı akşamda, parlak aylı sır düşkünü akşamda Mırzağul ile diğer yoldaşlarını önden gönderen Emir ve Ümitey at üstünde gidememiş, ağır giderek geride kalmıştı. Aynı atadan türediği[22 - Aynı atadan türemek: Kazakistan’da “yedi ata kültü” bulunmaktadır. Buna göre bir atadan türeyen yedi göbek nesil birbirinin kardeşi sayılır ve aralarında evlilik bağı kurulması imkânsızdır. Daha önce hiç karşılaşmamış olsalar bile aynı atadan türediğini anlayan kişiler, anında, aynı anadan doğmuş kardeş gibi birbiriyle kaynaşırlar.] için yakınlaşmaları töreye uygun düşmeyen bu ikisi arasında kıvılcımlar saçılıyordu. Yasak koyan kaderin ağırlığı altında başbaşa kalan bu ikisi birbirine açılamıyor, içlerindeki ateşi tanıyamadan arzuyla yanıyorlardı… İkisinin bedenlerinde de iç çekişlerle kaynayan ve her nefeste döşlerine vuran sıcak bir dalga, can dalgası vardı. Yiğidin gücünü bitiren, nefesini tüketen, bütün mecalini götüren bu kudret ağırlığı sadece türkülerden destek alıyor gibiydi. İkisi de kendilerinden önce aynı yoldan geçen tutkun ve müptela insanların türkülerini ipek gibi alabildiğine hafif sırlara beleyerek, bir başka türlü bezeyerek söylüyordu.
Sesleri akşama karışırken omuzları birbirine değerek at üstünde ilerliyorlardı. Gittikçe birbirine yakınlaşarak at süren bu ikisinin ağarıp bozaran, kızıllaşıp yanan yüzleri henüz dolunaya yetmeyen yeni ayın ışığında parıl parıl parlıyordu. Yakınlaşmakta olan üzengileriyle üzengi kayışları üzerindeki gümüş işlemeler bazen birbirine değerek “çın çın” ediyor, bazen de hep birlikte ay ışığını aksettiriyorlardı.
Tobıktı soyu içinde Ümitey gibi giyinen kimse yoktu. Alabildiğine asil bir biçimde giyinmekle birlikte börkünü, şalını, kaftanını velhasıl tüm giyim kuşamını diğer genç kızlardan farklı bir biçimde yakıştırarak giyiniyordu.
Emir’in içini gitgide kaynatan şey Ümitey’in ökçesi kıpkısa olan parlak cizlavitinin güzel bir biçimde burnuna doğru sivrilişi ve özellikle bu parlak cizlavit içindeki mesli küçücük ayağı idi.
Parlak siyah cizlavit Ümitey’in güzelliğini, hususi bir üstünlüğünü ortaya koyan eklentiye benziyordu.
Diğer herkes kamçılayıp gitse de türkü söylemek isterken hızlı gidemeyip geride kalan ikili bir ağaçlık dibinde, ay ile gölge arasında aydınlanıp gölgelenerek kalakalmıştı. Emir elleri titreyerek Ümitey’in dizgin tutan elini tuttu ve nefesi kesilerek derdini döker gibi “bir tanem! Ne diyeyim” dedi. Ümitey’in yüzüne birdenbire kan sıçradı, çabucak aklını başına topladı. Azıcık ümit verir gibi yapsa da irkilerek:
– Yapma ziyalım, dedi. Yiğide, “ziyalım” deyişi; alışkanlık üzere söylenmiş bir söz gibi değil, bilakis candan söylenmiş bir söz gibi geldi. Fakat kız bir an içinde “vebal, vebal” diyerek altındaki kara yorgasını mahmuzlayıp kamçıladı ve ileri doğru akıtmaya yöneldi…
Aynı akşamda, büyük sanatkârla ve tesirli türkülerle vedalaşılan akşamda, otağda kalan Birjan ve Abay’ın eğlence meclisinde Aygerim hâlâ türkü söylüyordu. O, ilk önce:
– Ben söyledim ya! Benim için bu kadarı yeterli. Israr etmesenize Abay! Birjan ağabeyi dinlesek ya, diyerek birkaç defa ricada bulunmuş, geri durmak istemişti.
Ama bu kadar kıymetli beğenilerden ve ısrarlardan sonra Aygerim, artık alabildiğine içtenlikle ve arzuyla dinlemeyi istemekle birlikte kendisinin söylemesinden de hoşlanmaya başlamıştı. Kulak vererek dinleyen, anlayışlı ve akıllı topluluk arasında özellikle kanatlanıyor, sevinçli bir tutkuyla söylüyordu. Son aylarda, dinleyen Abay olunca, onun yanında türkü söylemek; ondan aldığı esin, huzur ve mutluluk ateşine benziyordu.
Birjan ve Abay birlikte dinlerken sadece ikisine ithaf ederek söylediği türküleri; her bir notasına bütün arzusunu, bütün saygısını ve hizmet duygusunu katarak söyler gibiydi. Seher vakti öz dalına konan ve kendisinin doğup büyüdüğü yuvanın yanında yetişen güllere söylercesine utanıp ürpererek şakıyan kumru, bülbül olur ya, tıpkı onlar gibi şakıyordu!
Fakat tam da bugünkü akşamda türkü söylemek istemeyişi ve bundan çekinişi hakikat idi. Çünkü gündüz vakti Abay’a söylenen memnuniyetsizlik sözleri akşama doğru ona da söylenmişti…
Abay gündüz vakti kendisine söylenenleri Aygerim’e bildirmemiş, acıyarak ondan gizlemiş olsa da Ayğız ve Dilda onu yanlarına çağırmış, sert, soğuk ve ağır sözler söylemişlerdi. “Abay’a söylenen söz tesir etmese de sana söylenen nasihat ile büyük sözü kulağından girer herhalde” demişler, “Bayşora’nın fakir kızı” olduğunu da, “maksadına ulaştığını” da eklemişlerdi. “Kibirlenme, bastığın yere dikkat et… Gözünü aç da bak, kimin tepesine çıkmak istiyorsun” demişlerdi.
Aygerim’in hayatı boyunca aklına gelmemiş olan yadırgatıcı tavırlar ve kibirlenmek gibi pek çok uygunsuz mizaçla itham etmişlerdi. Aygerim ıstıraba düşmüş, beti benzi atmış, gözleri yaşla dolmuş, bir yanıp bir söner gibi, üstüne kaynar sular dökülür gibi olmuştu. Kendisindeki edep ve terbiye ile Abay’ın dostluğuna sunulan içtenlikli yâr yüreği ve kendisinin türkü söylemeyi o kadar sevmesi, ona kendisini savunacak bir söz söyleme izni vermiyor gibiydi. Aygerim bir kelime dahi söylemedi.
Türküler suçsuzdu. Özellikle, onun Abay’ın buyurması üzerine söylediği türküsü hem masum hem günahsızdı. Bu türküyü çocukluğundan beri söylediği kendi obasındaki yoksul ana babanın evinde söylerken hiç kimse suçlayıp kınamamıştı. “Kodaman oba türküye de kodamanlık, gaddarlık ediyormuş” diye düşündü. Kendi düşüncelerine daldı, ses çıkarmadan çıkıp gitti. “Abay söyletti yahu” diyerek kendini savunmak bile istemedi…
Fakat çok ağırına giden bir darbe, aklından gitmeyecek kadar aşağılayan bir dert “biz zengin bir obayız. Sen fakir bir kızsın, ancak cariyeliğe layıksın… Burası kökü derinde, sülalesi büyük bir oba! Sen bu obanın çobanları ile bakıcılarının evinden çıkan hizmetçisin anlasana… Yolun kıldan keskin, gece gündüz yalvar Allah’ına. Başını kaldırmadan yaşa! Yerini bil de sesin duyulmasın dışarda… Kendini bilmezlik etme. Senin ne haddine” deyişleriydi…
Aygerim böylesine insafsız, inatçı ve aksi gaddarlığın gücünü hissederek boynu bükük benzi soluk dönmüştü konuklarının yanına.
Bu tavır; ele avuca sığmayan acımasız obanın Aygerim’i ürküterek üzen ilk umacı görünüşü olmuştu.
Fakat ne Abay ne Birjan ne de bu akşam otağda bulunan kaynı Ospan ile Erbol Aygerim’in tereddüt edişine aldırmadı.
Özellikle kaba ve küstah bir üsluba sahip olan Ospan yengesinin yanına kadar yaklaşıp ona yaslanarak:
– Hey Aygerim! Telli duvağıyla gezen gelinin başına buyruk yaşadığını nerde gördün, hangi atandan işittin? Buyuruyoruz! Canın sağken söyle, demiş, kendisinin hiçbir yengesine acımadığını, sert buyruklar verdiğini ve sözünü dinlettiğini hissettirmişti.
Aygerim dişlerini sıkmış, mecburen boyun eğdiğini göstererek türkü söylemişti…
Birkaç türkü söyledi. Özellikle Birjan ve Abay solist öğrencinin kendilerine sunduğu zor türküleri dinlerken mülakat sorusunun cevabını dinler gibi oturuyordu. Söylenecek türküyü sırasıyla kendileri bildirmek suretiyle Aygerim’in bu yaz boyunca Birjan’dan öğrendiği bütün türküleri teker teker söylettiler.
Fakat Aygerim’in şimdiki gönül hâli sınav veren bir solistin utanıp çekinme hâli değildi. Daha demin, akşamüstü işittiği onur darbesinin yarasını seziş gibiydi. O kodaman, ele avuca sığmayan kudretin adaletsiz zorbalığını şimdi de horlanırcasına, onuru ayaklar altına alınırcasına temiz kalbinin bütün masumiyetiyle hissediyordu. Fakat bunun farkına vardıkça Abay’a sığınıyor, özellikle onu araya sokuyordu. Sevindirici mürüvveti bol, sıcaklık veren ateşi çok yârine can teniyle yapışıyor, bağlılığı artıyordu. Daha önceki hayatında böyle bir şey hissetmemişti. Minnet duygusuyla karışık sevgi ateşini bu akşam açık seçik içinde buluyordu.
Onun bu hâline bağlı olarak Abay’ın da kendisini, mürüvvetini bulmuşçasına sevdiğini ve bu akşam ona aşkından sarhoş olmuş gibi açık seçik kıvılcımlar gönderdiğini anladı. Bütün bunların kendi sesi üzerinde iki türlü kızgın boğum gibi etkili olduğunu fark ettikçe kendisi de görkemli hissiyat rahatlığıyla yükseldikçe yükseliyordu.
Bir yanı kendisini aşağılayan, yerle yeksan edip ayaklar altına alan ve hallaç pamuğu gibi atan hiddetle ağulanmış olsa da öteki yanı bu elem verici hicranı Abay’dan saklıyor, onu sevdiğini göstererek bülbül gibi şakıyordu.
Aygerim’in bu şarkılarla yükselen sesi gümüş zillerin zarifçe sallanıp şıngırdaması gibi şıngırdayarak kanatlanıp büyük evler tarafına ulaşınca, o evlerden Kaliyka Aygerim’in otağına gönderilmişti. Hilebaz ve açıkgöz olan, bu obanın bütün gizli sırlarına, iç dünyasındaki dedikodularına, ağuları ile zehirlerine vakıf olan yaşlı elti Aygerim’in otağına sessizce girmişti.
O, kendisinin gelişiyle “Aygerim anlar, susar” diye düşünmüştü. Eltisinin geldiğini gören Aygerim türkü arasında oturduğu yerden kalktı, kendisi arkaya doğru çekilerek yerini eltisine bıraktı ve Ospan’ın deminki buyruğu doğrultusunda türküsüne devam etti.
Kaliyka gözünün önünde şakıyan Aygerim’in söylediği türküyü yarım yamalak dinledikten sonra, yanında oturan gelinin bacağını sert bir biçimde çimdikledi, etini sıkarak oturdu… Aygerim türküyü yarım bırakmadı. Fakat bu sıkış canını çıkarırcasınaydı. Jambas siyparın son bölümünü kıpkırmızı olarak, yüzünden ateş çıkar gibi bitirebildi ve boncuk boncuk gözyaşları dökerek oturdu. Kaliyka’nın arkasında, kuytuda oturduğu için onun gözyaşlarını gören olmadı. Kaliyka sezmiş olsa bile bundan çekinmiş değildi. Bilakis tıslar gibi yaparak çabucak fısıldadı:
– Yeter… Heveslenme, diye buyruk verdi.
Aygerim’in söyleyişi bununla bitmişti… Ondan sonra Birjan’ın kendi dombırası uğuldadı. Usta türkücünün mümtaz, kıvrak, büyük tınılı, güzel ezgisi kendiliğinden süzülerek çıkmıştı. Türkü kanat açıp, yayla gecesinin yıldızı parlak gökyüzüne saplanır gibi yükselerek gidiyordu…
Aynı gece, Anet boyu obaları içinde Birjan türkülerinin verdiği coşku yüzünden ortaya çıkan münferit bir olay oldu. Bu hâl Bazaralı’nın başına geldi.
Akşam karanlığı çökünce uçkur düşkünlüğünü Balbala’nın beline sarılarak gideremeyen Bazaralı ergen kızın obasına kadar onunla birlikte gelmişti. Balbala Bazaralı’yı samimiyetle saygı duyduğu, içtenlikle sevdiği için göndermek istememiş:
– Bazeke, bugün benim konuğum ol, diyerek peşine takıp evine kadar getirmişti…
Balbala’nın babası ölmüştü. Obasına baş göz olacak büyük ağabeyi de yoktu. Bazaralı Balbala’nın peşine takılarak gelip eve girdikten sonra ona benzeyen, ağırbaşlı, geniş yüzlü, kızıl sarı tenli baybişe biraz rahatsız olmuştu. Çay hazırlaması için buyruk verse de kızını döşeğin ayak tarafına çağırmış, sessizce konuşarak:
– Güzelim, sen ne yapıyorsun? Ürüyen itinin sesi buradan duyulan kaynın Torğay biraz ötede oturuyor. “Bu herifi evine niye getirdi” dese, ben ne diyeyim? Utancımdan yere girmez miyim, demişti.
Sabırlı ve serinkanlı Balbala önce akpak dişlerini bütünüyle göstererek gizemli bir gülücük sergilemiş, ardından:
– Ana, “üç günlük konuğumsun” derdin yahu! Daha ne kadar “sefa sürer” diyorsun. Torğay’ına da başımız bağlı, biz gidene kadar canı çıkmaz ya! Bazekeme nasıl kıyayım da “uzak dur” diyeyim… Korkma! Ağırla, hürmet et, ikramda bulun da gönder, demişti.
Ondan sonra, bir bağlan kesilip evin içi yeni asılan kazanla keyiflenerek şad olduğunda, içi güzel bir canlılıkla dolup sakin ve huzurlu bir gönle ulaşan Balbala kendisinin harika türkülerini uzata uzata Bazaralı’ya sundu. Balbala’nın açık sözlü, esprili ve başına buyruk mizacı Bazaralı’yı eskisinden daha çok mayıştırmıştı. Yiğidin bütün meyli Balbala’yı ayartmaya yönelikti.
Güzel kızın annesi ile ayrı bir otağda oturan yengesi pek çok ricada bulunduğu için konuk yiğit Bazaralı da pek çok türkü söyledi. Ev ahalisi sohbet, şakalaşma ve fıkralara boğulmuş gibiydi. Çok büyük bir saygı içinde hoş bir akşam geçiyordu.
Tam yatacakları zaman annesi Balbala’nın adını, itibarını, kadrini kıymetini korumak için onu yengesinin evine gönderdi, Bazaralı’yı kendisinin büyük evinde yatırdı. Böyle yapmasının özel bir sebebi vardı: Akşam oturuşunda bu eve her zaman gelmeyen bir iki yetişkin delikanlı gelmişti. Onlar Torğay ve Kulınşak obalarının çocukları idi. Öküzün terkisine binmiş, dikkat çekmemeye çalışarak gelmişlerdi. Giysileri yırtık pırtık olmuş, kuzu çobanlarına benziyorlardı. Geliş sebepleri de uygundu. Kaybettikleri kuzuyu arayan, “gündüz sizin sürünüze karışmış olabilir mi” diye soran “kayıp arayıcılar” idi. Fakat onlar “kuzudan ziyade” evdeki konuğa, evdeki insanların cemaline, şakalaşmalarına ve fıkra anlatışlarına ilgi göstermişlerdi. Baybişe onların uyanık çocuklar olduğunu anlamış, karınlarını doyurduktan sonra göndermişti.
O çocuklar koyunların arasında gezmiş, bekçi ile konuşmuş, vakit geçirerek gece yarısına kadar ayak sürümüşlerdi. Sadece Balbala onları dikkate almamış, konuğunu büyük evde yatırmış, tünlüğü kapatmış, kendisi yengesinin otağına doğru giderken “kuzucu” çocuklar da obadan ayrılmıştı…
Yarım yamalak soyunmuş olan Bazaralı gece yarısını geçerken yattığı büyük evden yavaşça dışarı çıktı. Balbala’nın yattığı otağa doğru yöneldi. Henüz batmamış olan ay dışarıyı pür nur aydınlatıyordu. Balbala’nın yattığı bozarık otağın tünlüğü kapalıydı…
Obadaki bekçiler gibi bütün itler de sessizliğe bürünmüş olduğundan etrafa dikkat etmedi, kiyiz evin kapısını açıverdi. O anda otağın karanlık tarafından gizlice gelen dev gibi iri boylu esmer adam Bazaralı’nın yakasına yapıştı:
– Dur! Şöyle gel hele, dedi.
Bu kişi Manas idi. Hiç şaşırmamışçasına serinkanlı bir ifadeyle onun yüzüne bakan Bazaralı, hemen tanıdı:
– Vay! Manas, sen misin, diye sordu.
– Manas mıyım, dalaş mıyım? Öğrenip ne yapacaksın, gel hele, diyen Manas sakin fakat öfkeli ve memnuniyetsiz bir ses tonuyla buyurdu.
– Ha! Allah’ın belası… Yoluna git, diyen Bazaralı, yakasına yapışan Manas’ı önemsemiyormuş gibi yaparak başından savmak istedi. Fakat Manas oralı olmadı.
– Balbala’nın adının kötüye çıkmasını istemiyorsan dön şöyle! Yiğitsen, hiç değilse, kızın itibarını yere düşürme! Yoksa ben hemen burada girişeceğim var gücümle! Haydi, dedi.
Bazaralı başını sağa sola salladı, nafile, denileni yaptı. İkisi otağın yanından ayrıldı, uzaklaşarak yürüyorlardı. O anda bu otağın etrafındaki tek tük ağaçların arkasından çıkan üç delikanlı onlara doğru yaklaştı.
Bazaralı’yı ortalarına alan bu dört yiğit, onu lafa tutarak obadan uzaklaştırıyordu. Yanlarından ayrılan bir yiğit, geldiğinden beri eyer takımı çözülmemiş hâlde büyük evin bel kuşağına bağlı duran Bazaralı’nın besili demir kırı atını çözüp getirdi.
Ondan sonra ele geçirdikleri yiğidi kendi atına bindirdiler, kendileri de atlarına bindiler ve hep birlikte Torğay obalarına doğru gittiler…
Suçüstü yakalanan Bazaralı, bütün ağırlığını kullanarak:
– Bırakın, gönderin, siz de adı çıkmış dulun itibarını daha fazla yere düşürmeyin! Yarın bütün halk duyar, dedi. Manas’ın yanındaki Köşbesbay ile diğer iki yiğit onun sözlerini umursamadı. Köşbesbay, Balbala’nın kaynı idi. Ağabeyi Besbesbay gibi, Manas gibi o da alpçesine büyük bedenli, pehlivan yapılı, topuz döğüşünden çekinmeyen harbi erkeklerden biriydi…
Obadan çıkıncaya kadar o da, Manas da, Bazaralı ile kısa kısa da olsa konuşuyor idi. Obadan iyice uzaklaştıktan sonra dört yiğidin tamamı mimiklerle işaretleştiler, atının yularını ve dizginini çabucak bileklerine dolayıp sımsıkı bağladılar ve hep birlikte Bazaralı’yı kamçılamaya giriştiler. O gece, Bazaralı, dayak nasıl yenirmiş gördü. Aynı gece atından ve giysilerinden de oldu…
Seher vakti herkes uyanırken Maybasar Abay’ı Ayğız’ın evine çağırtmıştı. Abay oraya geldiğinde Maybasar’dan başka Bazaralı, Erbol, Ayğız ve Nurğanım’ın da evde olduğunu gördü…
Maybasar da yeni gelmiş olmalıydı. Abay eve gelirken karşılaştığı Ospan’dan Bazaralı’nın dövüldüğünü işitmiş, üzülerek gelmişti.
Bazaralı ile göz göze gelince birbirinin hâlini anlamış gibi oldular. Hâlleri yüzlerinden okunuyordu. Sebebini söylemeye de gerek yoktu. Bazaralı’nın sağ yanağındaki kamçı izine kıpkırmızı kan oturmuştu ve çok fena görünüyordu. Yakışıklı, yüce gönüllü, heybetli yiğidi böylesine talihi yitik virane gibi görmek Abay’ı hem acındırdı, hem kızdırdı.
Maybasar’da böylesi hisler yoktu, yüzünün her zamanki akı ak, kızılı kızıldı. Hatta sevincini saklamıyormuş gibi coşkuyla konuşuyordu. “Nasıl vurdu”, “kaç kere vurdu”
türünden soruları da afyon çeker gibi keyifle soruyor, her şeyi bilmek istiyordu. Bazaralı ise memnuniyetsizce somurtarak oturuyordu. Maybasar’ın sorularına pek fazla cevap vermedi. Bu duruma deliren Maybasar, bütün bu insanlar önünde, özellikle kendisinin bildiği dedikodulu sırrı olan Nurğanım’ın önünde yiğidi utandırmak için rezilce bir kurnazlık düşündü.
Gözlerini kısarak Bazaralı’ya baktı, başına gelenlere sevinmiş gibi genizden hıh-hıh-hıhlayarak güldü:
– Baz’ım, kamçı yüzüne de değmiş gibi görünüyor! Bu Torğaylar kudurmuş mu yahu? Bozdoğan olmuş, tepene oturmuşlar, kim bilir daha neler yapacaklar, dedi… O ana kadar çekinerek duran, oturduğu yerde büzülüp kalan Bazaralı’nın hararetlenen bembeyaz yüzüne öfkeyle karışık hiddet yürüdü, Maybasar’ın gözlerine dikilen gözleri parıldayıverdi:
– E! Torğay’ın torğay[23 - Torğay: Serçe.]olmadan bozdoğan olduğunu yeni mi öğrendin, sığır? Önceden beri onları sırtında gezdirmeyi adet edinen sen değil misin? Benim tepeme, senin sırtına oturduktan sonra bozdoğan olmayıp ta ne yapacaktı, deyiverdi. Bütün acılarından kolaylıkla silkinip kurtulmuş gibi, öcünü almış gibi rahatlayarak kahkaha attı.
Evdeki herkes Bazaralı’nın sözlerini destekliyormuş gibi onunla birlikte gülüverdi. Maybasar ağzını açamadı, ters köşeye yatmış gibi oldu. Boynunu aniden öte yana çevirdi:
– Oy! Diline kor düşsün, kan torbası, dedi, utanarak güldü.
Abay oldukça rahatlamış bir vaziyette sevinçle gülerek:
– Kıvraksın Bazeke! Böyle şimşek gibi bir dilin varken sana Kazağın kamçısı bir yana, tüfeğinin kurşunu bile vız gelir efendim, dedi…
Bu oba, Bazaralı’nın başına gelenleri Birjan gibi dışarıdan gelen konuklara hissettirmek istemiyordu. Bu yüzden Abay, Bazaralı’yı çabucak eyerli bir ata bindirmeyi ve obadan uzaklaştırmayı uygun gördü. Ayğız ve Nurğanım’a bakarak:
– Bazeke’nin üstüne elbise ve kaftan, başına kalpak giydirin, dedi.
Bazaralı’yı yolcu etmek için Abay’ın dediği eyerli koşumlu at getirildi. Bunun yanı sıra Nurğanım güzel ve yeni bir kaftan getirdi, kendi elleriyle Bazaralı’ya giydirdi. Kimsenin dikkat etmediği bir anı fırsat bilerek:
– Sana yazık, Bazekem! Kendi kendini niye küçük düşürüyorsun? İçimi yaktın yahu, deyiverdi…
O gün, öğleyi geçerken Birjan Kunanbay’ın büyük obasından ayrılmıştı. Emir dün onu evine davet etmişti. Bu konuklar bugün Emir’in konuğu olacaktı…
Birjan tam giderken Uljan onu kendi evinde ağırladı, kendi sofrasında dem tattırdı, dua etti ve iyi yolculuklar diledi. Onunla birlikte Ayğız ve Nurğanımlar da geldiler, pek çok hediyeler sundular. Birjan’a büyük bir taytuyak gümüş hediye edildi. Yanındaki bir arkadaşına da kese dolusu akçe ile ailesi için pelüşten hediyeler verildi.
Uljan:
– Obama geldin, buradaki ağabeylerini ve kardeşlerini sanatına gark ettin, gidiyorsun. Gittiğin yere götüren yolların açık olsun. Sanatın da kadrin de artsın yakışıklım. Bizim ana olarak, yenge olarak sana sunacağımız hediyeler bunlar. Hoş gönülle git, dedi.
Birjan evdekilere çok teşekkür etti:
– Oğullarının kızlarının iyiliğini gör, güzel ana. Obanda, halkının içinde gördüğüm saygı ile iltifat nereye gidersem gideyim aklımda kalır. Ben razıyım, Allah da razı olsun, dedi. Ayğızların ellerini iki eliyle tutarak alçak gönüllülükle sıktı, vedalaşıp çıktı.
Abay’ın hediyesi, Birjan’a verdiği sarı yorga at ile yanındaki arkadaşına yedeklettirdiği birkaç besili yılkı idi.
Birjanlar böylesi yedek atlarla Emir’in Puşantay’daki konağına doğru yola çıktığında Abay, Erbol ve Aygerim de onlarla birlikte at binmişti. Çünkü Ümitey ve Emir “Aygerim’i bırakma, onu da birlikte getir” diye rica etmişlerdi.
Bunu dikkate alan Abay, Aygerim’in çekingenliğine, utangaçlığına bakmadan onu da peşine takmıştı. Bu topluluk aynı günün akşamında Kunanbay’ın büyük hanımı Künke’nin obasında Emir’in kurdurduğu kiyiz eve ulaşmıştı.
Bu son gecede de bolca türküler söylendi. Beşparmak yenildikten sonra Birjan ve Abay’ın etrafında kurulan eğlence meclisi tan atıncaya kadar devam etti.
Yaz boyunca Birjan’ı dinleyen, türkülerinin kıymetini bilen, türkülerinin özelliklerini “insan hünerinin yüksek zirvesi” diyerek öven Abay, ezgilerle dalgalanan gönlünde o güne kadar duyulmamış sırlı bir şiir söyledi:
“…
Girer kulaktan, avlar teni
Güzel türkü ile tatlı ezgi.
Gönle salar türlü fikri,
Türkü sev benim gibi…”
diye başlayan şiirini o mecliste Birjan’a söyledi. Birjan, Abay’ı, düşünen kâmil bir genç olarak görüyordu. Bu şiir, bilinçli şairlik sanatını da hakikaten başkaca bir biçimde ortaya koyuyordu:
– Abaycan, “benim türkülerim sana güzel esin kaynağı oluyor” diye düşünüyordum. Sen, türkülerde bizim dikkatimizden kaçan, önemsemediğimiz detayları açıyorsun. Kalan ömrüme bir başka yükümlülük kattın yahu, dedi.
– Demek ki, hedefimizin kaynağı aynı Birjan ağabey!
– Hedef yolunda birimiz öteye, birimiz beriye gidebiliriz. Sadece sana söylemek istediğim; “senin türküyü yüceltip kıymetlendirişin gibi, benim de şiiri ilk kıymetlendirişim oldu bu” desem, ne dersin? “Benim sana verdiklerim çok” derken, senin bana verdiğin yol azığının ne kadar olduğunu bir anlasan keşke, dedi.
Abay yaz boyunca Birjan’dan bütün Orta Jüz’ün; Arğınların, Naymanların, Kereylerin, Uvakların sazendelerini, türkücülerini, bilge ozanlarını dinleyip öğrenmişti. Onlardan biri aklına geldi:
– Birjan ağabey, sanatın kıymetini açık seçik anlıyorsak hayatımızı başka bir biçimde sürdürelim, sadece yamaçlardan yükselen sanata değer verelim. Doğrusu bu hususta sizin az oluşunuz, tek başınıza kalışınız da gerçek. Fakat bu iyilik yolunun kötülükle yargılaşmak, kozunu paylaşmak olduğunu hiçbir zaman unutmasak, dedi.
Bu husus ikisinin de buluştuğu, kesiştiği nokta olmuştu. Janbota ve Aznabay’ın iç darlığını türküyle kavuran Birjan, daha önce bu hedef doğrultusunda kendisinin bir hareketini ortaya koymuş gibiydi. Örtülü konuşmalar gelip bu noktaya dayanmış, ilhamlı iki yürek anlaşmış, birazcık huzura kavuşmuştu.
Geç yatan konuklar öğleye doğru kalktı, yemek yedikten sonra çabucak yola revan olmak istedi.
Atlar eyerleneli bir hayli zaman geçmişti.
Nihayet Abay’ın öncülüğündeki bütün dostları kadınlı erkekli dışarı çıkıp abdal ozanları at bindirirken Birjan, genç türkücülere son bir ağabeylik dileğini ifade etti:
– Emir! Sen ses verip başlasan, Aygerim ve Ümitey de katılsa, şu “Yirmi Beş’i” bir daha söyleseniz ya! Sizinle vedalaşmamız bu olsun, olur mu asil kardeşlerim, dedi…
Ayrıksı bir istek! Ama Birjan’ın cibilliyetine uygun, nazlı bir istek…
Abay makul buldu, onu anlıyordu. Gençler de tereddüt etmedi, hep birlikte güzelce söyleyiverdi. Onlar bir kuplesini söyleyinceye kadar gözlerini yuman, dudaklarının ucuyla azıcık tebessüm eden ve uyurmuş gibi dinleyen Birjan türkü bittikten sonra atının üzengilerine basarak ayağa kalktı “şimdi bir an duraklasanıza” der gibi elini hafifçe kaldırdı. Türkü söyleyen gençlerin önünde eğilirken kenarları kunduz kürkünden, tepesi yeşil kadifeden dikilen kalpağını alnından geriye doğru hafifçe iteleyerek onları selamladı. Sonra kendisi bir türkü söyledi. Bu yaz hiç söylemediği bir türküydü bu. Ülkülü, hüzünlü, şahane türkünün nakaratı hakikat perdesini aralamıştı:
“Hey! Delikanlım, aman!
Geçti efendim zaman,
Hoşça kal! Aman ha aman”
deyip bir gülüverdi, yüzü kireç gibi bozarıverdi. Galeyana gelen Birjan atının başını uzun seyahate doğru döndürüverdi.
Ardından bakarken öylece şaşkınlıkla donup kalan Abaylar için türküsünü kesmemiş, söyleye söyleye uzaklaşıvermişti. Bunun sebebini herkesten önce anlayan Abay idi:
– Bu yeni bir türkü! İlham tam burada geldi. Bizimle vedalaşma türküsü yahu! Hakiki ilham örneği, demiş ve ilgiyle dinlemeye devam etmişti.
Abay’ın sözlerinden yeni bir türkünün dünyaya geldiğini anlayan Emir germede bağlı duran atlara doğru koştu, sıçrayarak eyerli atlardan birine bindi.
– Öğreneceğim! Unutulması vebal olur, dedi ve atını mahmuzladı. Kısa süre içinde konuklarının peşinden yetişti, yanlarına gelince atını yavaşlattı ve onlarla birlikte gitti.
Birjan, bu türküsünü kesmeden söyleyerek, uçsuz bucaksız bozkırın semasında yüzdürerek gitti.
Abay’la birlikte uğurlamaya çıkan topluluk uzaklaşarak gitmekte olan Birjan’ın türküsünü dinlemeye devam ediyordu… Uzun süre öylece beklediler. Türkü uzun sürdü ve bir an bile kesilmedi…
“…
Hey! Delikanlım, aman!
Geçti efendim zaman,
Hoşça kal! Aman ha aman!
…”
Konuk yolcular uzaklaşarak gidiyor, uzaktaki yeşil yamaca doğru ilerliyordu. Aygerim ve Ümiteyler son nakaratı hâlâ işitebiliyordu. Erbol sevinçle:
– Ne muazzam bir ses! Kuzuların yaylağına yetti, daha hâlâ işitiliyor, dedi.
Konuklar türküyü kesmeden biraz daha ilerledikten sonra tepeyi aştı…
Emir o yamacın beri tarafında vedalaşmış, geri dönüyordu. O gelinceye kadar Abaylar durdukları yerden ayrılmadı.
Emir türküyü ezberlemiş olarak geldi. Yaklaşırken “Hey! Delikanlım, aman” dedi, az önceki nakaratı değiştirmeden tam olarak öğrendiği belliydi. Ümitey:
– Türkünün adı ne acaba, diye sordu. Emir beklemediği bu soru karşısında şaşkınlığa düştü:
– Hay gidi! Hay Allah! Adını sormadım yahu, dedi.
– Onun adını az önce Erbol söylemedi mi? “Kuzuların yaylağına yetti, daha hâlâ işitiliyor” dedi ya. Birjan da bir ad koymamıştır daha. Bu türkünün adı “Kuzuların yaylağı” olsun, dedi. Abay eve doğru yöneldi.
Baybişe Künke tam o anda kırmızı boyalı bastonuyla onların yanına gelmişti. Başta Abay olmak üzere bütün gençler ona döndü, saygılarını göstererek hâl hatır sordu. Aygerim büyük bir hürmet göstermiş, ellerini çaprazlama döşüne götürüp rükûa eğilir gibi önünde eğilirken “selam verdik[24 - Kazakistan’ın bazı bölgelerinde genç kızlar ve kadınlar yaşı büyük hanımlara ve erkeklere böyle selam verirler. Onlar da “bakıttı bol (bahtın açık olsun)” diye dua ederler. Genç erkekler de yaşı büyük hanımlara kızlar gibi eğilmeden sadece “salem berdik (selam verdik)” diye selam verirler, dualarını alırlar.]” demişti. Fakat Künke diğer gençlere bakmamış, gözünü Abay’a dikmişti:
– Ay Abay, ay yakışıklım, bu yaptığın ne? Kime örnek oluyorsun? Bizim obadan böyle konuk uğurlandığını ne zaman gördün? Böyle üstüne basa basa neyi besliyorsun, neyi yüceltiyorsun? Bu gamsızlığını şu delişmen Emir’e vermen yetti. Senin için “önünde örnek olur” diye ümitlenişim nerede kaldı, dedi.
Abay hiddetlenir gibi olsa da kendisini durdurdu:
– Ay ana! Aklınız fikriniz obanın sükûneti, halkın sessizliği yahu. “Bana yakışan bu” diyorsunuz. Böyle sükûnet, böyle sessizlik bulunur da, böyle bestekâr bulunmaz bir daha yahu, dedi ve zoraki gülümsedi. Gençlere doğru döndü. Erbol ve Emir de onunla beraber gülümsediler ve birbiriyle yarışırcasına peş peşe:
– Yakışanı bulunur, bestekârı bulunmaz, deyiştiler.
Künke memnuniyetsizce toparlandı, sırtını dönerken Abay’a doğru iğrenir gibi bir bakış attı ve oradan uzaklaştı. Emir şimdi daha rahat bir biçimde gülerek:
– Abay ağabey, Allah muradını versin! Ne zamandan beri sesimi çıkaramıyordum yahu! Ninemin defterini iyi dürdünüz, dedi.
Aygerim ve Ümitey bu büyük hiciv karşısında kendilerini tutamadılar, mahcubiyetlerini belli ederek katıla katıla güldüler. Gülüşlerinden utandıkları için de oradan kaçar gibi koşuşarak kiyiz evin öteki tarafına doğru gittiler. Ninesinin eleştirilerini kafaya takmayan haylaz Emir gözlerini ayırmadan ninesinin ardından bakarken:
– Bu da ne? Bana “öl” dese daha iyi… Türkü söyledik diye dinden çıkmadık ki, dedi ve kıkır kıkır gülüverdi…
3
Birjan’ın Kunanbay obalarından ayrıldığı yaz Oljay’dan türeyen Kazak boyları arasında büyük bir kargaşa başladı… Bunun ilk kıvılcımı, yaylanın sakin bir gecesinde, parlak aylı gökyüzüne hüzünlü ve hasretli hicran döken ince ezgili bir türkü oldu…
Halkın yüzüstü süründüğü bir dönem idi. Yayladan iki tarafa ayrılarak göçmeye başlayan komşu Tobıktı ile Kerey boylarının gaspçıları ve yağmacıları bu dönemde gece saldırılarını sıklaştırmıştı. Halk her gece “alıp gitmişler”, “bulaşıp gitmişler” diyerek bağrışıp çığrışıyordu.
Böylesi huzursuz günlerde korunmayı düşünen Jigitekler, yılkı sürülerinin gece yayılımını kalabalık halk ortasında, içeri doğru sürerek yaptırıyordu. Bu yılkı sürüleri Karaşa ve Kaumen obalarının yerleştiği Suıkbulak’da gece suyunu içip otlarken sınırdaş Karşığalı bölgesine doğru dağılarak yayılıyordu.
Tuttu-bıraktı çekişmesinin çok olduğu bu dönemde ümitlenen yetişkin erkekler bütün gece yılkı gasp ediyor, at üstünden inmiyordu…
Kendi babasının yılkısı yok denecek kadar az olsa da yılkı bakma vesilesiyle yılkıcılık yapanların arasına karışan Oralbay adında biri vardı.
Karaşa’nın evlatlarından Abılğazı yılkı bakımında çok usta, disiplinli ve düşmana karşı gözü pek biriydi.
O, semizler içinden hazırlanan ağır yürüyüşlü ve kara benekli bir ata binmiş, sert kara topuzunu eyerinin önüne yatay vaziyette uzatmıştı. İnce boz cepkeninin döşünü parlak aya doğru açıvermiş, kalpağının bir kulağını azıcık içeri doğru katlayarak giyivermişti. Oralbay’a bir şeyler anlattırıyor, onu dinlerken kendisi arada sırada bir fırt tükürüyor, yılkı sürüsünden biraz uzakça çıkmış hâlde atını otlatarak yürütüyordu.
Cılız Oralbay’ın biraz ilerideki sürünün yayılışıyla yahut atının otlayarak gezişiyle bir işi yoktu. İçindeki derdi Abılğazı gibi yakın bir akrabasına, yaşı büyük bir ağabeyine dökerek sanki düş dumanında yaşıyormuş gibi gidiyordu. Bugün evden çıkıp at bindiğinde de nereye gideceğini ve ne yapacağını bilemez bir hâldeydi, üzerine çöken dertten sıyrılmak için kendini dışarı atmıştı. Uykusuz, keyifsiz günler başlayalı bir hayli olmuştu.
Gecenin karanlığında kayarak sönen yıldızlar gibi bunun hayal yıldızı da saman alevi gibi parlayıvermiş, ama artık, işte, sönmeye başlamıştı. Sönmese ne olacaktı ki, kimin umurundaydı ki! İlgisini, içini yakan alevi ona tam da böylesi sıcak bir akşam vaktinde açan Kerimbala kısa süre içinde onun gözünden ırak bir yere gidecekti.
“Karakeseklerden damat gelecek. Bu defa almak için gelecek, götürecek” diyorlardı. Artık Oralbay’a dertlerle kucaklaşmak ve ayrılık acısıyla yanmaktan başka bir şey kalmıyordu. “Yapacak bir şey” var mıydı bu dünyada, yok muydu? Bunu bilmiyordu. Ama genç adamın iyi bildiği bir şey vardı ki; hayatının baharında bundan başka bir arzusu, uzun vadeli geleceği için başka hiçbir beklentisi yoktu. İnsan kısa vadeli isteklerde bulunmalıydı. Onun için bu; önündeki tek dileği olan Kerimbala’ya kavuşmak idi. Onun yolunda ölmekti. Fakat ellerinden tutarak ölmek! Uzun örümlü kalın kara saçını kendi boynuna dolasa, incecik belinden dolanarak kucaklasa, hiç ayrılmayacakları bir tek gün olsa yeterliydi. Ondan sonra bütün dünya yanarak gelip bunu yutsa da olurdu. Ne gözü açık giderdi, ne de karşı koymak için kılını kıpırdatırdı…
Oralbay’ın Abılğazı’ya döktüğü derdi işte buydu. Bu yılın ilkbaharında, abdal Birjan gelmeden bir ay önce, iki genç birbirine açılmış, ondan beri de kimseye hissettirmemiş, aşklarını içlerinde yaşatmışlardı. Yiğidin efkârını ses çıkarmadan ve duygularını belli etmeden dinleyen Abılğazı Oralbay’ın konuşması bitince kısaca bir iki laf etti.
Abılğazı çakmak taşı gibi sağlam kemikli, meşe ağacı gibi sıkı, mamut gibi ağır bir adamdı. Oralbay’a “doğru” yahut “yanlış” diye bir şey söylemedi. Sadece bir hususu öğrenmek istedi:
– Kız nasıl? O da senin gibi arzulu mu, diye sordu. Oralbay:
– Kız “seninle beraber ölsek” demişti, deyince Abılğazı hiç tereddüt etmedi:
– Öyleyse, yemininden döneni ervah çarpsın. Kararlı ol da taş yut, diyerek görüşünü bildirdi.
Oralbay’ın toplumun önde gelen kişileri içinde danıştığı tek kişi Abılğazı olmuştu. Sadece gönül desteği olsa da böylesi itibarlı bir büyüğünden aldığı yardıma çok sevindi. Şimdi tek kuşkusu Bazaralı’dan yanaydı.
– Bazekem ne der ki? Kararlılık etsem o ne yapar ki, dedi.
Abılğazı bu hususta da tereddüt etmedi:
– Sevdiğin kız Kerimbala ise, böyle şahane bir güzelden “vaz geç” diyecek kişi Bazaralı mı ki? Daha dün kendisinin elini ayağını bağlattıran Balbala’sını ne yapacak? Yapacağını yap! Ondan sonra Bazaralı bir yana bütün Jigitekler seninle anlaşmak zorunda kalacak. Anlaşmayıp da ne yapacak ki, dedi.
Oralbay bu fikri duyunca altındaki gümüş kuyruklu ak demir kırı atı kamçılayarak uyandırmış ve birdenbire silkinerek tüm yüklerinden kurtulmuş gibi oldu. İki bıçkın tam o arada Karşığalı tarafındaki en sonuncu uzun bele kadar gelmişti. Atlarını durdurup biraz teneffüs etmiş ve etrafa kulak kabartmışlardı ki Karşığalı tarafından ipince süzülerek gelen türkü sesi işitildi. İnsanın aklını başından alan, “neredesin” diye soran, sorarken çağlayan bir ses. Fasıla vere vere, takati kesile kesile, zar zor işitilse de sabırsız bir yüreğin yırtılırcasına ağlayışı gibi sevdiğini çağıran bir ses…
Oralbay’ın takati bitmişti:
– Ağabey, efendim! Bu türkü beni çağırıyor! Tam da Karşığalı’daki Bökenşi yaylasından, Sügir obası tarafından geliyor yahu, dedi. Atının da huzuru kaçmıştı, parlak ay altında irkilip kulaklarını dikerek sesin geldiği yöne doğru dönüvermişti.
– Doğru, ses Sügir obasından geliyor… Hay fukara hay, dileğin kabul oldu yahu, diyen Abılğazı böbürlenerek gülüverdi…
Abılğazı tehlikeden kaçan biri değildi. Az önce Oralbay’a söylediği düşünceleri, onun uzun uzun düşünerek ve zorlanarak ifade ettiği fikirleri de değildi. Sükûnet içindeki huzurdansa at üstünde zahmete girerek çarpışmayı dilemek, onun âdetindendi. O yüzden delikanlının ateşine kor atmak, yangınını nüksettirmek bunun için bir meşgale gibi görünüyordu. Doğru, kargaşa çıksa, ondan çekinecek olan ve endişeye kapılarak kaçacak olan da Abılğazı değildi. Şu kara benekli atı ile şu kurumuş kara topuzunu Oralbay için özgürce salmaktan çekinmezdi.
Oralbay gibi alev saçan bir delikanlının içtenlikle kendisine akıl verecek birini aradığında bulduğu danışmanı işte bu Abılğazı idi…
Genç adam artık dayanamadı:
– Abeke! Söylediklerinde samimiysen haydi yürüsene, benimle gelsene! Beni çağıran bu ses bahtım mı yoksa biçareliğim mi kendi gözlerinle görsene! Sözümden döneceğime, mezara gömüleyim, dedi.
Bunun üzerine ikisi birden “haydi” dediler, atlarını ökçelediler ve akarcasına bayır aşağı yönlendirdiler.
Oralbay, bundan kısa bir süre önce arzusuna ilişkin aklındaki kararın ne olduğunu açıkça ifade bile edemiyordu. Şimdi ak demir kırı atın coşkulu yeliyle oluşan fırtına gibi sabırsız bir hayali vardı.
Onun takatsiz yüreği deminki türküyü su götürmez biçimde Kerimbala’nın türküsü, sevdiğinin türküsü olarak algılıyordu. Kimin söylediğini bilmese de “o” diyordu… Oralbay, at koştururken sevdiğinin türkü söyleyince dalgalanan akpak güzel gıdığı ve boğazı ile yusyuvarlak bembeyaz boynunu gözlerinin önünde görerek gidermiş gibiydi.
Şimdiki karara vardıran tam da bu akşamdaki emri kuvvetli kudret türküsü olmasaydı, o, daha nice günler boyunca kalp çarpıntısıyla depreşir ve heyecanlanarak yaşar da bir karara varabilir miydi! İşte bugün türkü sesi gelmişti ve yüreğe düşen yıldırım gibi içindeki ateşi alevlendirmişti. Berrak sulu nehri olan ve koyun döşü gibi çıkık genişçe yeşil sahası bulunan Karşığalı, şimdi, parlak ay altında güzel bir nura sarınmış gibi akçıllaşmıştı. Bir düş mekânı gibi olmuş, akpak buğu ile bürünmüştü. Nehirden ve çayırdan yükselen gece buğusu kimi obaları tamamen sararak gizlemiş, gözden saklamıştı. Yukarı doğru yükselerek konuşlanan on kadar obanın pek çoğu yatmıştı. Ateşler sönmüş, tünlükler örtülmüştü. Sadece arada sırada değişik yakalarda köpek saldırtan nöbetçinin uykulu sesleri geliyordu. İtler de pek fazla ürümüyordu.
İşle böyle, havada süzülür gibi görünen bölgeye yaklaştıkça netleşen türkünün şiddeti artıyordu. Yiğitler at koştururken anlamıştı, bu bir kadın sesiydi… Sügir’in obası ortadaki çok evli obaydı. Türkü buraya doğru çağırır gibiydi.
Fakat iki yiğit Sügir obasına iyice yaklaştığında türkünün burada değil tam yanındaki obada söylendiğini fark etti.
Oralbay türkünün Sügir obasından başka bir obada söyleniyor olmasını önemsemedi. Çünkü o dinleyerek yakınlaştıkça çok güzel bir kalıp içinde söylenen türkünün her nağmesinde Kerimbala’nın üslubunu duyuyordu.
Sabırsız yiğit, iradesini boşa çıkaran ve uzaktan çağırarak yanına kadar getiren türkünün yüreğini yanıltmamış olması dolayısıyla şükreder gibiydi. İçinden “ne güzel uğur oldu. Yüreğinin, şu karanlık gecede, böylesine büyük bir yaylanın kalabalık toplulukları arasında yolunu şaşırmadan gelerek yüreğimi bulması, çağırarak avlaması ne hoş oldu” diye düşünüyor, Kerimbala’ya dualar bağışlayarak ilerliyordu.
Vakitsiz bir zamanda atlarını burunlarından solutarak gelen iki süvari, türkü söylenen obanın bir sürü itini gürültüyle havlatmaya başladı. Fakat türkü o zaman da yavaşlamadı, kesilmedi. Bir sürü köpeğin var güçleriyle hınçlanarak havlayışı artsa da, obadaki diğer bütün sesleri gizlemeye çalışsa da, Oralbay şimdi Kerimbala’nın “Yirmi Beş” adlı türküyü söylediğini ayırt edebiliyordu. İtlerin saldırırcasına ürüyen huzursuz tantanası tam da o günlerde Oralbay ile Kerimbala’nın çevresini saran soğuk dünyanın elverişsizliğine benziyordu…
Bu komşu obanın bir ergeni altıbakan salıncak kurmuş ve Kerimbala ile yengesi Kapala’yı bastanğıya davet etmiş. Genç topluluk deminden beri altıbakana tekrar tekrar Kerimbala’yı bindirip, türküsünü dinliyormuş…
İçlerinden “yakında gelin gidecek efendim”, “kıvrak genç, güzel ergen yabancı halkın içine karışacak efendim” diyerek Kerimbala’ya acıyan, fakat konuşarak dışa vurmayan Kapala’nın arkadaşı kızlar ve yengeler çoğunluktaydı. Çok iyi huylu ve akıllı bir yenge olan Kapala bugün türkü sırasını başka kişilere pek fazla vermiyor, sadece kendi görümcesinin elemlerini dökmesine müsaade ediyordu. Altıbakanın halatını kendi eliyle çekerek sallıyor, arada sırada sessizce dökülen gözyaşını Kerimbala’dan saklayarak siliveriyordu.
Oralbay işte böyle bir anda geldi… Ak atlı, ak topuzlu, ipincecik ve turna boylu delikanlı arkadaşından önce altıbakana ulaşmıştı. Oralbay burnunu temizlemek ister gibi tısırdayarak olduğu yerde dönen atının üzerinden tek hamlede iner inmez Kerimbala türkü söylemeyi bıraktı. Yiğit, ayın mecalsiz ak nurundan doğmuş gibi, buğu ile nurun huzur verici uyumundan peydah olmuş gibiydi.
Oralbay hızlı adımlarla altıbakanın yanına geldiğinde pek fazla bir şey söylemeden sadece gönlüyle, görünüşüyle ve hareketleriyle “geldim işte”, “gördün mü” der gibiydi.
Kerimbala hiç kimseden çekinmeden geldi, yiğidin elini tuttu, parmaklarını sıkarak altıbakana çekti.
Oradaki kalabalık sevinçle karışık merak duyguları içinde sırayı iki türkücüye verdi.
Oralbay “eridi gönlüm ak didarını görünce…” diye başladı, Kerimbala sesiyle bezeyerek peşinden söyledi. İkisinin özlemle dolup taşan yüzleri ay altında akpak olmuş, telaşlı bir heyecanla parlıyordu. Sanki abdal ağabeyleri unutulmaz Birjan yanlarına gelmiş, “eşinle ağar”[25 - Eşinle ağar: “Saçlarınız birlikte ağarsın”, “bir yastıkta kocayın” anlamında hayırlı dua.] diyerek erkeklik duasını etmiş ve bütün zorluklara karşı cesaretle adım attırmış gibiydi.
Kerimbala ve Oralbay pek çok türkü söylediler. Birbirini özleyen ve eleme gömülen yürekler sözle dile getiremeyecekleri dertlerini ve sırlarını birbiri peşi sıra söyledikleri türkülerle ifade ettiler. Bazen sıra alıp birbirini dinleyerek, bazen ayrılamayarak, meraklarına kanamayarak ve mahcubiyetle söylediler. O türküler ikisini kendinden geçirerek akıllarını ve iradelerini de aldı… Geleceğe yönelik hayata ilişkin kararlarını da verdirdi.
Abılğazı iki gencin yüzlerine uzun uzun baktıktan ve ahenkli türkülerini dikkatle dinledikten sonra “şu ikisini ancak ölüm ayırır” düşüncesine gelmişti.
Kendisi Akimkoca’nın hanımı Kapala ile arkadaşça oyunlar oynardı. Hakikaten yaşları da Akimkoca ile birbirine yakındı. Bu akrabaları ile daima karşılıklı saygıya dayalı iyi ilişki içindeydi. İşte bu ağabey bu yengeyle birkaç cümlelik konuşma neticesinde çabucak anlaştı, bütün gençleri kendileri yönetmeye başladı ve Kerimbala ile Oralbay’ı baş başa bıraktı.
Oralbay Kerimbala’nın ince belini sarıp sımsıkı kucaklarken kendisinin bu gece niçin geldiğini anlatmaya başlamıştı. Kerimbala çok konuşmadı:
– Canım, ziyalım, dedi ve ateş gibi yanan yanaklarını yiğidin yüzüne yapıştırdı. Gözleri yaşlıydı. Bir süre sonra gözyaşını yutar gibi oldu, boğazını temizledi, bütün dünyaya küstüğünü söyledi:
– Seninle benim başıma, Allah’ın sarartıp solduracağı gazap günü geldi yahu! Fakat aklım bin bir düşünceye bölünse, şuurum başımdan gitse de senden ayrılma imkânım yok. Niye geldiğini anladım. O gün bundan söz ettiğinde “utanç verici” diye düşünmüştüm. Artık kendin bilirsin… Başla! Biz de onların neslinden değil miyiz? Ervah yâr olsun, yârim, dedi.
Oralbay, kendisinin böylesine arzu ettiği kişiden “yârim” sözünü işitince alevlenmiş gibi oldu, soğururcasına öptü ve bir müddet sessiz kaldı… “Canım, yârim” dedi, Kerimbala’nın hevesle söylediği net sözleri fısıldayarak, ama büyük bir müptelalık hissettiren fısıltıyla tekrar etmişti…
Bu görüşmeden sonra bir gün geçti. Sonraki gece, yaşıtı üç yiğidi yanına alan Oralbay, Karşığalı’ya tekrar geldi ve Kerimbala’yı alıp kaçırdı. İki gencin aklını başından alan aşk ateşi bunları böyle bir aşamaya ulaştırmıştı. Oljay ahalisi ise sanki üstlerindeki gök yarılmış da başlarına yıldırım düşmüş gibi karıştı…
Kerimbala, “gri donlu alası” çok olan ve binlerce atlık sürüsü bulunan zengin Sügir’in kızıydı. Sügir’in kızını verdiği aile de Karakeseklerden Kambar’ın sağlam ve zengin bir ailesiydi. Onlardan kaç defa aygır sürüsü ile pek çok yılkı almış olan Sügir artık kızının gelinlik otağını kurmaya, “allayıp, pullayıp” göndermeye hazırlanıyordu.
Böjey ve Süyindik zamanından beri Jigitek ve Bökenşi boyları arasına çekişme soğukluğu düşmemişti. Fakat bu gençlerin şu seviyesiz davranışı Bökenşileri bütünüyle şahlandırmış, ateşe atmış gibiydi. O, herhangi bir Bökenşi de değildi, Sügir’di… Süyindik daha önce ölmüş olduğundan o günlerde dizginin çoğu Sügir’in hâkimiyetindeydi. Binlerce yılkılık sürüsü sayesinde “birisine boynundan”, “birisine sağrısından” vere vere yaşayan Sügir ağırlığı gittikçe artan zengin bir adam olmuştu.
Bu sebeple o; aşıp taşarak, kodamanmışlaşarak ve gururlanarak yaşıyordu. Son yıllarda Bökenşi boyu içinde hicivli bir yakıştırma ortaya çıkmıştı. “Sügir, zengin gösteren at binmiş birini görse, hemen; ‘şunun bindiği benimki değil mi’ diye sorar” diyorlardı. İşte bu Sügir’e bağlı olan Baygöbek ve Jangöbek gibi ebedî hayata göçmüş büyük atalarından töreyen Bökenşi boyundan akrabaları yanı sıra Borsak ve Daleken gibi yoksul akrabaları da bütünüyle telaşa düşmüştü.
Akimkoca, Balkoca ve Nurkoca adlı üç oğluyla birlikte küplere binen Sügir, önce “Jigitek’in yılkı sürülerini elinden alacağım” diyerek bir şahlandı. Sonra “Kaumen’i vururuz” diyerek ileri atıldı. En sonunda bütün Jigiteklere “ya vuruşacak yeri söylesinler, ya da kızla yiğidi bir gün bir gece içinde ellerini ayaklarını bağlayarak önüme getirsinler” diyerek azamet gösterdi… Böylesi bir yangınla çalkalanan topluluk, öfkesiyle her bir köşeyi alevlendirdikten sonra nihayet Böjey’in obasına adam gönderdi.
Sadece Böjey değil, Jigitek’in eski yöneticileri olan Baydalı ve Tüsip de vefat etmişti. O günlerde boy halkına aynı tarzda hükmeden genç nesil yöneticiler çıkmıştı. Bunların önde gelenleri Böjey’in oğulları Jabay ve Adil idi. Onlardan sonra, geçenlerde “kaçık” diye lakap takılan, sözüne sadık ve huysuz bir adam olan Beysembi vardı. Bir de “kuru kafadan kavurmalık et alır” denen kan emici Abdilda vardı.
Sınırdaş Jigitek halkı, bu kötü haberin sabah saatlerinde öğrenilmesinden sonra, Bökenşi boyu yiğitlerinin dörtnala koşturarak toplaştığına ve gaileye düştüğüne dair bilgileri de duyup öğreniyordu. Özellikle sadece bir bel aşağıda bulunan Karaşa’nın obası nefesini tutmuş vaziyette haberleri takip ediyordu. İspiyoncu ajanlar göndererek Bökenşi’nin tedirgin edici önlemlerini, kendi aralarında konuştukları öfkeli düşünceleri de öğrenmişti. Kendileri öğrenmekle kalmıyor, diğer Jigiteklere de tekrar tekrar ulak gönderiyor, haberleri iletiyorlardı.
O gün duydukları “yılkılarını alacağız”, “vuracağız” türünden sözler Jigitekleri de Bökenşilere karşı kinlendiriyordu. Sayıları kalabalık olan ve hiçbir zaman savaştan yahut çatışmadan ürküp, korkup kaçmamış olan Jigitekler o gün öğleden sonra elverişli atların tamamını eyerleyip binmişler, çomaklarını ve topuzlarını bellerine kıstırmışlar, soğuk bir rüzgâr estirmeye başlamışlardı.
Bökenşiler ise Jigiteklere adam göndermekle kalmamış, akıllarını başlarına devşirdikten sonra boylu boyunca arabulucu akrabalarına da ulak göndermişlerdi. Bunu duyan Jigitekler de ikişer üçer atlandırarak aynı arabulucu akrabalara adam gönderdi.
İki halkın da bu hususta “aracı olsun, doğrusu neyse söylesin, tahrik etmesin” diye haber gönderdiği arabulucu akrabalar Aydos’un soyuydu…
Oljay’dan töreyen Kazaklar Aydos, Kaydos ve Jigitek olarak üçe bölünmüştü. Jigitekler malum, kendi boy adı ile biliniyordu. Kaydoslar günümüzdeki Bökenşiler idi. Aydoslar ise o bölgede Tobıktı soyunun gücünü iyi bildiği Irğızbay ile Kötibak, Topay ve Torğay adlı dört atadan töreyen sülalelerdi.
İki halk, “Aydos” diyerek ulak gönderdikleri Irğızbaylar ile Kötibakların tamamına haber verdirdi. Hususî habercilerini Kunanbay obası ile Kulınşak obasına göndermişlerdi. O günlerde Kötibakları, Baysal’ın yerini dolduran Jiyrenşe yönetiyordu. İki halkın ulakları birbiri ardına ona da geldi.
“Aydos” diyerek tamamına selam gönderildiği için ne Jiyrenşe, ne de Topay ve Torğay boyunun ileri gelenleri ulaklara bir cevap vermedi. Tamamı Irğızbay içindeki Kunanbay obasında buluşmak üzere anlaştı, Barlıbay nehri kıyısında yerleşen Uljan’ın obasında toplandılar.
Irğızbaylara gelince, Kunanbay o günlerde yoktu. Böyle durumlarda obalarının karar verebilecek büyüğü ve beceriklisi Maybasar ile Takejan idi. Bu ikisi, ilk laf çıktığında “bizi arayanlar orada bulsun” diyerek Uljan’ın evine, Öskenbay atanın ocağına yerleşmişlerdi…
Böylesi çok zahmetin sebebi; iki gencin, bugün şafak söktüğünden beri, şu vakte kadar daha hâlâ sığınacak bir yer bulamamış ve yerleşememiş olmasındandı…
Evvela Kaumen ve Karaşa’nın obalarında kalamayacakları anlaşıldı. Bunların yerleşkesi Bökenşi boyunun yerleşkelerine yakındı. Sügir’in öfkeli sözleri işitildikçe herkesin huzuru kaçıyor, iyi niyetli yengeler ve akranlar bu gençleri kararlarından vazgeçirtmek gerektiğini konuşuyordu. Bökenşilerin “koynumuzdaki yılan suçlu” diyerek öncelikle gözetledikleri bu obalar olduğundan, hakikaten de, burada durma imkânı kalmamıştı.
Oradan hızla geçirdikten sonra bütün Jigiteklerin başlarının tacı olan Kengirbay köyünde, yani Tobıktı halkının ata mekânında barındırmak istediler ve oraya getirip gizlediler.
Daha sonra, Bökenşi elçilerinin doğrudan bu köye gelmeye başlaması üzerine “biri olmasa diğeri fiskos eder, Böjey’in kabristanının huzuru kaçar, gider” diyerek gençleri bu köyden de kaydırdılar.
Ondan sonra bir ara “şimdiki gençlerin en saygıdeğerlerinden, cesurlarından ve sağlamlarından” diyerek Beysembi’nin obasına göndermişlerdi. Beysembi’nin obası ancak bir öğün yemek yemeye yaradı. Durumun karışıklığını anlayan Beysembi “yarın Bökenşilerle çekişmeye düşerim. İleri geri konuşmalara muhatap olurum. Buradan gidin” demiş, o da hızla geçirip göndermişti. Akşama kadar böylesi itiş kakışla vakit geçiren Oralbay’ın heyheyleri gelmiş “Bazaralı kendisi gelsin. ‘Kardeşim vardı’ diyorsa, bugün gözüme bir görünüversin” demişti. Keyif kaçırıcı sıkışıklıkta söylediği alabildiğine kısa, alabildiğine sert ve soğuk bir sözdü…
Bazaralı bu selamı işitir işitmez at bindi… O, bu işi ilk işittiğinde tuhaf bir hâle bürünmüş, tek cümle etmemişti. “Doğru” mu görüyordu, “yanlış” mı buluyordu, bilinmiyordu. Çok mu öfkelenmişti? Yoksa dişlerini sıkarak “öleyazsam da dayanayım” diyen güçlülük duruşu muydu? Her nasılsa, içine girdiği güçlü sezgi onu boğarak kördüğüm etmiş ve o vakte kadar sessiz bırakmıştı. Fakat bu sayede, gün boyunca, kirpik bile kırpmadan sadece etrafındaki halkın konuşmasını dinlemişti…
Bökenşilerin kabından taşıp, şakır şukur etmeye başladığı haberini de işitti. Soğuk haberi ilk işiten Jigiteklerin bir kısım aksakal ve kara sakallılarının Oralbay’ı sert bir biçimde suçladığını da öğrendi. Sadece bu da değil, bazı grupların evvela “Bökenşilerden ayrılamayız. Akrabalarımızın yüzüne nasıl bakarız? İki haylazın yaramazlığı, bütün ülkede kargaşa çıkarmasın. Yiğide ceza verdirip, kızı göndertmek gerek” dediklerini de işitti. Bunu da sessizce dinlemiş, bir söz söylememişti.
Ancak öğleden sonra Bökenşilerin “yılkılarını alacağım”, “köylerini basacağım”, “Jigiteklerle meydan savaşına çıkacağım” şeklindeki haddini aşan sözleri duyulmaya başladıktan sonra Jigiteklerin kendi arasında yaptığı toplantıların rengi de değişmeye başlamıştı…
Toplantıların rengini değiştiren sebeplerden biri bu tür haberler olsa da diğer bir sebebi bir grup gencin tavrı oldu. Bu gençlerin başı Karaşa’nın Abılğazı’sı idi.
O, Oralbay’ın yaptığı iş Bökenşiler tarafından anlaşılır anlaşılmaz bindiği at üstünden inmiş değildi. Hatta herkesten önce gelmiş, Kerimbala ile selamlaşmış ve “kutlu olsun” diyerek duygularını ifade etmişti. Yakınlık gösteren ağabeylerden ilki olmuştu.
Ondan sonra koyuncu-kuzucu çobanları ve kısrak bakan delikanlıları ajan yapmış, kulaklarını Bökenşilere çevirerek gün boyunca beklemişti. Görevlendirdiği bu adamlarının sadece dışarıdaki hâl ve hareketleri gözetleyen “dış göz” olarak kalacağını bildiğinden, daha sonra çok ustaca başka bir görevlendirme yapmıştı: Bökenşi kızı olan kendi obasındaki bir gelini erkenden Sügir obasına göndermişti. O gelin derhal Kapala’nın yanına gitmiş, gün boyunca Akimkoca ile Kapala’nın otağında bulunmuştu. Tay binen kayınlarından Ercan adlı bir çocuğu da beraberinde götürmüştü. Kapala ile gelin, o çocuğu, Abılğazı’ya haber göndermek için gece boyunca nice defalar at bindirmişlerdi. Abılğazı’nın anlaştığı koyun çobanları çocuğu bir belin altında bekliyor, selamı öğrenir öğrenmez geri gönderiyorlardı…
Kerimbala’yı atlandırarak kendisi uğurlayan Kapala, bu sabah Akimkoca’dan sıkı bir dayak yemişti. “Senden sakladığı bir sırrı yoktu. Obaya düşmanlık ettin” diyen kocası onu dövse de görümcesinin arzusunu gerçekleştirmesine yardım ettiğinden dolayı pişman değildi. Ses çıkarmadan, hiçbir sırrı ifşa etmeden dayağı yemişti. Artık elinden geldiğince Oralbay ve Kerimbala’nın işine yaramak istiyordu…
Onlar sayesinde edindiği tüm bilgileri Jigiteklere ulaştıran Abılğazı büyük beceriklilik göstermişti.
O öncelikle Oralbay’ı temize çıkarmak isteyen kişi değildi. Araf’ta duran kalabalık Oralbay’ı yakalayıp teslim etmeyi de, Bökenşilere karşı gelmeyi de kararlaştıramazken Abılğazı Böjey’in evine geldi. Aksakal ve kara sakallıların tam ortasına cesaretle adım attı, evin ortasına geldiğinde bir dizi üstüne çökerek oturdu. Kalpağını aldığında ortaya çıkan yakışıklı iri yüzü serinkanlıydı. Kocaman kafasını, savaşçı alınları gibi akbasma ile sıkıca bağlamıştı.
Abılğazı Jigiteklerin önde gelenlerine, özellikle, sözün dayanma sınırlarını aşmaya başladığını söyledi:
– Köy basmak, yılkı sürülerini yağmalamak, vuruşacak yer konuşmak, ölüşmek… Artık, kızı geri göndermek de buna çare olmaz. “Koyunlarındaki suçlu yılan” olarak bütün Jigitek halkı diz kırmak üzere. Bökenşilerin öfkesi başka şekilde basılmaz herhalde. Öyleyse, onlara “bildiğini yap babacan, birlikte yaşayamayız. Rezil olduk, bizi döv de öfkeni bastır! Malımızı al da hiddetin geçsin! Bizi orospu et, çünkü bizde onurlu adam yok! Bizde hiçbir cevher yok, rezilin tekiyiz” mi diyelim? Böylece önlerine mi dizilelim, diyerek Jigiteklerin onurunu sert bir biçimde ayaklar altına aldı. Kendi sözünden hareketle daha da sertleşti, soğuk bir renge bürünerek sözüne devam etti:
– O kadar insanı ayağa kaldırarak herkesin ortak olduğu hangi malı kırıp dökmüşüz? Sadece akılsız iki gencin toyluğu yüzünden birlik ve beraberlikten, ervahtan ve ezeli dostluktan ayrılacaksa Bökenşilerin bize kıymayışı nerede kalır? Onlar bize kıyarak horlayacaksa, biz neye acıyarak tereddüt edeceğiz? Geride neyimiz kaldı, diyerek cesur bir biçimde ve çok keskin konuştu…
Jigitekler bu konuşmadan sonra sağlam bir karara varamasa da sabahtan beri süren kararsızlıktan, şöyleydiböyleydiden arındı ve konuşmaları belirli bir mecraya bağlandı. Buna göre; bundan sonra atılacak adımlar ve yapılacak işler Bökenşilerin tavır ve davranışlarına göre belirlenecekti. Jigitekler şimdi sorumlu halk durumundaydı. Dolayısıyla en önemli iş, başkalarının izleyeceği yolun farkına varmaktı. Şimdilik Bökenşilerin önüne gidip, göz göre göre suçu üstlenmeyeceklerdi. “Bökenşiler olumlu konuşursa akrabaların gönlünü iyilikle alırız. Kötü konuşurlarsa vebal onlarındır, boyun büküp yıkılacak değiliz” diyerek konuşmaya ara verdiler…
Bazaralı bu fikri de kendi kulaklarıyla işitti, bir şey söylemeden çekip gitti.
Konaklayacak yer bulamayan kabahatli kardeşi ile yeni gelinine giderken ziyadesiyle fazla habere doymuş olarak gidiyordu…
Oralbay ile Kerimbala’yı akşama doğru üç dört evli küçük ve fakir bir obaya getirmişlerdi. Yoksul obanın sahibi olan genç Bökembay bunların gelişinden ürkmemiş, korkmamıştı.
– Canımı senden esirgeyecek değilim. Burada kal, demiş ve az sayıdaki oğlaklarından birini kesip yüzmeye başlamıştı.
Bazaralı bu eve gelse de Oralbay ile çok konuşmadı. Hatta onu da konuşturmadı. Sadece onları uyardı:
– Halkın gözünde fena olsanız da, sahipsiz, barınaksız değilsiniz. Suçlasalar da yapacak bir şeyleri yok! “Kaldıramayız” deseler de mecburen kaldıracaklar bu sıkıntınızı. Olan oldu, pişmanlık duymayın. Boynunuzu bükmeyin, boynunuzu büktürmem! Sizi kimsenin eline vermem, yanınızdayım. Sizinle haberleşirim, dedi…
Bundan önce, öğle vaktinde, bu son kararı kendi kendine verdiğinde Abay’a mektup yazmış ve bir ulakla göndermişti.
Bütün ağırlığını koymuş ve ağabeylik serzenişinde bulunmuştu: “Olan oldu. İlgilen, çekinme, koruyucu ol. Hatta elverişsiz bir mecraya düşecek olursa hükmünü kendin ver” demiş, sorumluluk yüklemişti.
Abay bu selamı aldığında Erbol ve Emir de yanındaydı. Bu ikisine danışır gibi:
– E, biz bu işe ne derdik, deyiverdi.
Özellikle merakla baktığı Erbol idi. Gözlerini ona dikerek:
– Bökenşi sen olsan, Jigitek kardeşin. Bunların arasında Oralbay ve Kerimbala. Duasına “âmin” dediğin akranın, iyi geçimli genç dostların! Boş gailemiz bu mu olacaktı, bu nasıl oldu Erbol, dedi.
Erbol da benzer bir duygulanma içindeydi.
– Arabulucu akrabaların tavırları bütün bunlardan daha kötü olacak. Onlar bu meseleden uzak kalmaz Abay! Böyle bir durum ortaya çıktığında “belayı bastıralım” demeyip, tutarsız tilki patikasına sokanlar çok olur. Bu iki genç gafil böyle bir belanın bahanesi olmak üzere… Elinden gelirse belayı ilerletme! Canı acıyanın yapacağı iş bu! Ben böyle düşünüyorum, dedi…
Abay öz dostuna yüksek bir memnuniyet duygusuyla baktı. İçinden “‘Bökenşilerden biriyim’ diyerek nara atmaya heveslenmiyor. Bana ‘sen, iyi bir adam olarak olayların üstünden bak’ diyor… Sözü doğru, derinlemesine düşünen kişinin efradını cami ağyarını mâni sözü… Bu söz, dürüstçe ve erkekçe söylenmiş bir söz yahu. Erbol gide gide bu ülkenin kalburüstü adamlarından biri olacak efendim” diye düşündü…
Emir, kendisine yönelen bir ifade olmasa da Erbol konuşmasını bitirir bitirmez, söze başladı. Abay, Erbol hakkında düşünceye daldığı için Emir’in sözlerinin baş tarafını anlayamadı. Dinlemeye başladığında, iyi niyetli, ateşli yiğit:
– … Oralbay ile Kerimbala’yı esirgemezsek ayıp olur. Bütün yardımı göstermemiz gerek. Karakesekler azacak olursa mal alır, tazminatını alır… Yardımlaşmadan duramayız… Ben “binit için at, yiyip içmesi için kesimlik mal göndermeliyiz” derim, diyordu.
Abay sessizce güldü ve tasdik eder gibi başını eğdi:
– Emir, bu dediğin de bir çeşit doğru karar. Senin elinden bugün daha fazlası gelmez zaten. Hiç değilse dost akranlarının iyi niyetini görsünler. Yabancı kişilere gösterme, halkın gözüne batırma! Fakat bu dediğin yardımı, Oralbay ve Kerimbala’ya, kendi adına selam göndererek ulaştır, dedi…
Abay, evdeki bu fikir alışverişinden sonra Uljan’ın evindeki toplantıya geldi.
Bütün Aydos soyunun her boyundan gelen yöneticiler kımız içiyor, kendini olaya kaptırıyordu. Şimdi hem başköşe hem de toplantıyı yönetme yetkisi Maybasar amcası ile Jakıp amcasında idi. Onların yanında da kızararak şişinen, el kol hareketleriyle konuşan Takejan oturuyordu. Kötibakları temsilen gelen Jiyrenşe onlar gibi değildi, çekinerek oturuyor gibiydi. Topayların önde gelen kişisi Bazar da görüşünü o kadar belli etmiyordu. Fakat Torğayların önde geleni Dalanbay, Maybasar ve Takejan’a hemen uyum sağlamış ve her denilene bilinmez bir biçimde sevinir gibi keyifli oturuyor göründü Abay’ın gözlerine.
Abay başlangıçta ses çıkarmadan izledi, herkesin yüzüne baktı. Dört büyük boylu Aydos soyu yöneticilerinin ikisi başka bir tavırla, diğer ikisi başka bir tavırla oturuyor gibiydi. Bir müddet durumu değerlendiren Abay, Maybasar ile Jakıp’a bakarak:
– Burada toplanan arabulucu akraba topluluğu şu iki akraba arasındaki kargaşa hususunda ne diyecek? Aydos soyu adına karar verip Bökenşiler ile Jigiteklere adam gönderdiniz mi, diye sordu.
Önce Jakıp cevap verdi:
– Yok, göndermiş değiliz, dedi. Maybasar ona ilave etti:
– Ne diye göndereceğiz adamı? “Uzlaşma şartını söyle” diyen akrabalar olsa neyse. “Birimizin tarafını tut” demiyorlar mı? Hangisine taraf olalım, dedi. Bakışlarını amcasına yönelten Abay, Maybasar’la konuşmaya başladı:
– Aradaki akrabalar öylesine ses çıkarmadan, hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi böylece bakıp duracak mı?
– Neticede bakıp durmaz… Niye öyle olsun?
– Ne yani, öyleyse “iki halkın kırgınlığı düşmanlığı artsın” diye mi bekliyoruz?
Sorguya çeker gibi sorular soran Abay’ın sözleri evdeki topluluğun dikkatini çekti. Diğer herkes kendi aralarındaki konuşmayı bıraktı, bu çekişmeyi dinlemeye başladı.
Maybasar Abay’ın deminki sözünden çekinmedi:
– Bu bela başlamak üzere olan bir yangın değil mi? Şimdi bunu bastırmak için söylenecek söz yangını söndürmeye çare olmaz, bilakis ateşe üfürmek gibi olur.
– E, demek ki başlayacak olan yangınmış, nasıl olursa olsun, “çıksın” diyoruz yani.
– Öncesi hiddet, sonrası akıldan medet! Evvela galeyana gelen Bökenşiler hiddetine sahip çıkacak duruma gelsin. Yangın çıktığında, onu daha çıkmadan söndürmezler, ardına düşerek söndürdüklerini bilirsin ya, diyen amcasına öfkelenen Abay:
– Buna da “halkın huzurunu, iyi geçimliliğini düşünmek” deriz değil mi? “Ben müdahil olacağım, devacı, yamayıcı olacağım. Fakat beni olaya dâhil edebilmeniz için evvela belaya batmanız lazım… Yanmanız lazım” mı diyorsunuz, siz, dedi. Jiyrenşe ve Bazar, Abay’ı “açıkçası böyle, bu dediğin doğru” der gibi yakınlaşarak dinliyordu. Jiyrenşe araya girdi:
– Hay Allah, böyle sepsessiz toplantının gereğini ben de bulamıyordum. Böyle hamilik olmaz yahu, dedi. İçi yanarak oturuyormuş gibi oldu.
Esasında o, Jigiteklerle Kötibakların dostluğuna kıyamıyordu. Yeni yönetici Jiyrenşe, Böjey ve Baysal’dan kalan dostluğu kendi nazarında tutmayı ve korumayı bir borç olarak görüyordu. Topayların önde gelen kişisi Bazar ise, esasında, kurnazlık yöntemlerine çok başvurmadan akrabalar arasındaki böylesi çekişme soğukluğuna dosdoğru ve dürüstçe bir tavırla yaklaşmayı uygun görüyordu. Bu iki lider deminden beri Maybasarların tereddüt ederek çekinmesini anlamlandıramıyor ve kendi içindekileri açıkça ifade edemiyordu. Abay’ın sözleri onları cesaretlendiren kamçı olmuştu. Bu durumu fark eden Takejan, Abay’ın deminden beri sürdürdüğü sorgusundan memnun değildi.
Abay, az önceki son sözünü söyleyip “akrabalar arasında huzuru gözeten değil de yangınını bekleyen bir tavrınız var” dediğinde Takejan lafa girerek ona sataştı ve sert bir biçimde alay etti:
– “Yangın, yangın” diyorsun! Dediğin doğru, yangın! Fakat sen ne diyorsun: Bizim dileyip, bizim çıkardığımız bir yangın mı? Hatta aslını kökünü etraflıca araştırsak, yangının şimdi çıkacağı da yok, önceden çıkmış değil mi? Oralbay ile Kerimbala’dan kaynaklanmış değil mi? Bunu görmüyor musun? “Türkü” diyerek, “güzellik” diyerek bütün yaz boyunca zarafet sarhoşluğuna düşmüştün, özellikle böyle yaparak o zamanki yoldaşlarının suçunu örtbas etmeye mi çalışıyorsun, dedi ve dalga geçer gibi güldü.
Abay gülmemişti, fakat utanıp sıkılmış da değildi:
– E-e, “suçlu bulundu” desene! O, türküymüş meğerse… Türküyü seven benim yahu! Oralbay ile Kerimbala benim obamda türkü söyledi, “bundan oldu” diyorsun yani! Öyle olmuşsa; huzur ve iyi geçimlilik günlerinde Kişeken ile Böben gençlerinin senin obanda içtiği kımız ile yediği koyunları da suçlu olarak değerlendirmeliyiz yahu! Diz dize vermiş düş, dedi. Gözlerini dikerek biraz bekledi. Ardından tekrar hiddetlendi. Cesaretli bir ses tonuyla kızarak konuştu:
– İşe yaramadan oturarak veya özellikle yardım etmek istemeyerek, içten pazarlık yaparak suçlu arıyorsunuz! Yardım etmemek için bahane arayarak çözüm üretmeden oturuyorsunuz hepiniz de, dedi. Irğızbayların toplantısını yerin dibine gömdü ve durdu…
Abay’ın, son yıllarda akrabaları arasında açık seçik öne geçmeye başladığının bir işareti de burada görülmüştü. Hangi mevzu olursa olsun insanların gözlerine sokmaktan korkmuyor, başlarına kakarak söylüyordu. Şimdi silkelenen, üstüne basılan Maybasar olduğu yerde kaldı. Abay’ın zekâ kıvraklığı, tarzının değeri ve dürüstlüğü terazide ağırlığını hissettirmeye başlamış gibiydi. Maybasarlar söz ile usulde yenilmişti. Fakat buna rağmen bu toplantıda Abay’ın dediği olmadı. Diğer Irğızbaylar bir taraf, tek başına Abay bir taraf olmuştu. Onu destekleyen Aydos ileri gelenleri sadece Jiyrenşe ile Bazar idi. Onlar da nüfusu az halklar değildi. İki büyük boyun yöneticisi Abay’ın sözünü desteklemişti… Diğer iki boyun yöneticileri Abay’ın sözüne karşı çıktı. Bunlardan Torğayların Abay’a boyun eğmeyip Maybasar’ı desteklemesinin sebebi öfke ve öç alma arzusundandı. Bu işin Jigitek içindeki suçlusunun Bazaralı olduğunu sezen Dalanbay, Bazaralı’nın geçen gün Balbala ile münasebetinden kaynaklanan memnuniyetsizliğini hatırlamış ve içinden “şimdi kora düştün, başımın belası” der gibi olmuştu…
Toplantıya katılanlar böylece ikiye bölündüğünden Aydos soyunun temsilcileri bir bütün olarak karar veremedi ve kendilerinden haber bekleyen iki halka adam gönderemedi. Fakat “bela artar mı, halkın başı belaya düşer mi” diye sıkıntılanan Abay kendiliğinden Sügir obasına adam gönderdi. Gönderdiği kişi Erbol idi. Abay, arabulucu akraba olarak selamı ile ricasını Sügir’in şahsına ve Akimkoca’ya gönderdi. “Kuvvet hareketi olmasın, işi olduğundan büyük gösterip kadim dostu Kişekenlerle arasını bozmasın. Çözüm bulalım. Sadece yarayı daha fazla büyütmeyelim. Bu Aydos’un büyük çoğunluğunun ricasıdır” diye gönderdi…
Fakat Abayların bilmediği bir husus vardı. Aydos içinden Bökenşilere giden ilk selam bu değildi. Maybasar Bökenşilerden gelen haberciye Aydosların sözünü herkesin önünde net olarak söylemeyip kararsızlık içinde bıraksa da bir ücrada baş başa konuştuğunda Sügir’e gizli bir selam göndermişti: “Jigiteklere cesurca güç göstersin, kuvvet göndersin, ağırlığını koysun, kaçınmasın. Aydoslar yaramazlık edenlerin ardında durmaz. Kaçırttıran kişi bugün yarın Bökenşilerin eline düşer” demişti.
Maybasar ile Takejan bu selamı boşuna göndermemişti. Sügir’in adamı onlarla yaptığı gizli konuşmada bir aygır sürüsü vermeyi vaat etmişti. İkisi bunu uygun bulmuş, bir anlamda Aydos halkını satarak deminki selamı göndermişlerdi.
Böylesi bir destekle serpilen güç, hiddetle inatlaşan Sügir’e açık seçik kamçı olmuştu. Çünkü öfke içinde otururken kendisine söylenenleri anlayamayan Sügir, pek çok başka söz içinden sadece bu sözü iyi kavramıştı. Bu sözü bütün Aydos’un tamamının sözü olarak kabul etmişti.
Abay’ın selamı her hâlükârda bundan sonra gelmişti. Bu arada, Sügir’in gündüz vakti Jigitek’e gönderdiği elçileri Böjey’in obasına gitmiş, bütün ağırlığını koymuş ve “kızla delikanlıyı hemen getirip önüme koyun, elime verin, yoksa vuruşacak yerinizi söyleyin” demişti bile.
Abılğazı olaya müdahil olduktan sonra Jigitekler bu tehdide boyun eğmedi. “Bu, akraba halkın değil, düşmanlık etmek isteyen maraza bir halkın sözü! Halkı hayal kırıklığına uğratmayacak, anlaştıracak sözle gelin. Kendinizi bizim yerimize koyun ve birlikte çare bulacak doğru bir sözle gelin. Ancak o sözünüz işbirliği sözü olur. Bu dediğiniz kaba güç gösterisi yapmanız, zorbalık etmeye yeltenmeniz, Kişekenleri aşağılamanız…
İtin sahibi varsa, kurdun Tanrı’sı var! Bu yaptığınız da nedir? Bu münferit olay bir yana, Bökenşilerin böylesine sert bir tavrına muhatap olacak ne kötülüğümüzü gördünüz? Sizinle bizden daha iyi geçinen akrabanız mı var? Arasından su sızmayan dostluğumuzu bir öfkeye kurban etmeyelim. Daha dün bu neslin gamını çeken, daimi dostluk ve iyi geçimliliği bize miras bırakan Böjey, Süyindik ve Baydalı’yı düşünelim. Bökenşi boyu sözünü bir kez daha tartsın düşünsün, selamını ondan sonra göndersin” demek ve Bökenşi elçisini akşama doğru böyle bir cevapla geri göndermek istemişlerdi. Ancak bu defa Bökenşi selamını getiren kişi, Bökenşilerin o günlerde ortaya çıkan yeni nesil yöneticilerinin başı, iri yarı ve cüsseli bir yiğit olan Küntuv idi. O, geri dönerken Jigitek’in kendisi gibi şahikalarından olan yeni yöneticileri Jabay, Beysembi ve Abdilda’yı bir kenara çekmiş:
– Bu cevabınızla “Sügir’i durdurabilirim” diyemem. O çok bozuluyor. Belaya bulaştınız akrabalar, “söylemedin” demeyin, demişti.
Bu son sözle Jabay’ın beli bükülür gibi olmuş:
– Oy, dur hele! Bu dediğin de ne, deyivermişti.
Küntuv soğuk yüzünü yumuşatmamış, ateşli kara gözlerini ağırbaşlılıkla ve serinkanlılıkla ona dikmiş:
– Diyeceğim bu, demişti.
Jabay endişesini belli etse de o güne kadar böylesi bir tehlikeden yüz geri etmeyen, sözünden dönmeyen, anlayışlı, kavrayışlı ve kıvrak zekâlı Abdilda çekinmedi. Çabuk ve sert bir özet geçti:
– Ey Küntuv, teraziye ikimiz düşecek değiliz. Ervah ile halk düşüyor. “Onlardan büyük oldum” deyip, onları çiğneyip geçerse Allah Sügir’i de bulur, dedi…
Maybasar’ın selamından sonra Jigitek’in bu cevabı da geldi. Kızla delikanlı henüz ortada yoktu. Günahlarını üstlenerek önlerine gelip özür dileyen Jigitekler de yoktu. Az önceki bütün konuşmalar “lafla karın doyurmak, bahane uydurmak” gibi değerlendirildi.
Bunları duyan Sügir nara attı, evde önüne geleni tokatladı, Bökenşi ervahının adını haykırdı, küplere bindi. Kodaman yönetici “bin kara benekliyi saldım namus yoluna. Bütün varlığımı saçtım, verdim koluna. İntikamımı al şunlardan yalnızca” diyerek başkaldırdı. Ele avuca sığmayan, kabından taşan bir ruh hâline büründü. Biniti ve topuzu hazır bekleyen Bökenşi topluluğundan yüz yiğidi yüz boz ata bindirdi, tam kandiller yakılırken Jigitek bölgesine yönlendirdi. Hem de düşmanlık için gönderdi.
Sügir’in Buyruğu:
– Jigitekler kızımı kaçırdı. Mal ile tazminatla öfkemi bastıramam. Adam yağmalamanın karşılığı adam yağmalamak! Jigitek’in canını yakacak yerden bana da bir adamını, bir kızını kaçırıp getirin, şeklinde olmuştu…
İşte Abay’ın selamı, böylesi abes bir maksatla yola çıkan yağmacılar gittikten sonra gelmişti. Erbol’un konuşmasını sessizce dinleyen ve cevap vermeyen Sügir, şaşırmış ve kaskatı kalmıştı…
Yola çıkan yiğitler ayaklanarak gittikten sonra söyleneni yaptı, kırıp dökerek geri döndü… Jigitek içinde Cefa adlı yiğidin yeni gelin gelen ve akarsu gibi pırıl pırıl olan güzel bir eşi vardı. Onu korkutmuşlar, başındaki püsküllü başörtüsüyle[26 - Püsküllü başörtüsü (baş giyimi): Yeni gelen gelinlerin statülerini göstermek üzere günlük hayatta uzunca bir süre giymek durumunda oldukları baş giyimidir. Zarif, endamlı ve gösterişli olan bu baş giyimler renkli, tüllü, püsküllü, kuş tüylü, boncuklu vs olabilir.] kaçırıp getirmişlerdi. Köyü basan, güç göstererek etki altına alan yüz yiğit hiç kimseyi kıpırdatmamış, gelini zorla giyindirtmiş ve kaçırmıştı.
Bu haberi, aynı gece Böjey’in obasında işiten Beysembi ve Abdildalar da öfkeli bir karara geldi. Abılğazı’ya buyruk verdiler. Abdilda:
– “Yakınımız” diye gafil geziyoruz. Yâd imişiz! Çarpışmaya başladılar yahu. Karşılıklı esir edinecekmişiz demek ki! Kalk, at bin sen de, dedi…
“Aklımızı başımıza alalım, güç toplayalım” şeklinde bir mâni, bir duraklama olmadı. Bağrış çığrışsız, velvelesiz bir gayretle işe giriştiler, taşlaşarak morarmış gibiydiler. Konuşan kişi azdı. Hazırlanan adamların hareketleri aceleciydi.
Kısa süre sonra buradan da Abılğazı’nın önderliğinde yüz yiğit çıktı, gece yarısı olmadan Bökenşilere doğru at koşturdular. Bu topluluk, tan atarken geri döndüğünde yılkı sürüsü yağmalayarak gelmiş değildi. Bunlar da adam kaçırmıştı. Bökenşilerin seçkin yiğidi Soltabay’ın da bu yıl gelin gelen, o da püsküllü başörtüsü altında gün geçiren genç bir hanımı vardı. Onu kaçırmışlardı…
Bökenşi ve Jigitek boyları içinde o geceyi uykusuz geçirenler sadece bekçiler ve yılkı seyisleri değildi, bütün halk geceyi uykusuz geçirmişti.
Soltabay’ın eşinin kaçırıldığını öğrenen Bökenşiler, bütün yaylalarında gece yaylımında olan yılkı sürülerini köylerine sürdü, gün doğmadan yakaladı. Bütün Bökenşi erkekleri topuz, mızrak, aybalta ile silahlanarak at bindi, Sügir obasında birikti. Tam da o vakitlerde Jigitekler de böyle deste gibi bir araya gelmiş, yağmalama seferine hazırlanmış, çarpışma ve itiş kakış için teçhizatlanmıştı.
Güneş bir mızrak boyu yükseldiğinde Jigitek yerleşkesi olan Sarköl ile Bökenşi yerleşkesi olan Şalkar’ın arası, Suıkbulak ile Karşığalı arası kaynarcasına inatlaşan kuvvetlerle dolup taştı. Yeşil beller, geniş yazılar ve otlu yamaçların tamamı kısa süre içinde tıka basa savaş meydanına dönüşmüştü…
Yaşı altmışı geçip yetmişe yaklaşan Sügir de mızrak tutmuş, savaşa gelmişti. Jabay ve Beysembi çarpışma esnasında bir ara bunun karşısına çıktı. İhtiyar adam mızrağını onlara doğru dikti, dikkatle bakarak saldırdı. Onu gören Jabay yanındakilere:
– Bu ihtiyar kanına susamış, ölmek istiyor yahu! Dokunmayın, diye buyruk verdi.
Fakat Sügir iyice yaklaşıp mızrağı fırlatmak isteyince Jigiteklerin bir yiğidi Jabayları korumak için öne atıldı ve boylu boyunca önlerine geçti. O anda Sügir de mızrağını fırlattı. Olan oldu, mızrağa hedef olan o yiğit yere düştü. Yaralı gencin yanından geçerken mızrağını çekip alan Sügir, tekrar ileri doğru hamle yaptı.
Bir yandan da korka korka arkasına bakıyordu. “Deminkini öldürüp diyet ödemek zorunda kalır mıyım” der gibi endişelenerek gidiyordu. Beysembi karşısına çıktı. Sügir bu defa mızrağını ona doğrulttu. Ancak Beysembi kavga edecek gibi durmuyordu. Sadece mızrağı yakalayıp almak ister gibiydi. Bunu anlayan Sügir mızrağını öylesine uzatıverdi, Beysembi’ye tutturdu ve aniden geri döndü. Hiçbir zaman korkmayan, sağduyusunu yitirmeyen ve çabuk karar vererek hemen hareket edebilen bir kişi olan Beysembi bu durum karşısında kahkahayla güldü. Mızrağı dimdik kaldırıp Jabay’a gösterirken:
– Şunun yaptığını gördün mü? Şu yiğit ölecek olursa, kadı önüne çıktığında; “ben atmadım. Beysembi mızrağımı elimden almıştıı” demek için bana yakalattı da gidiyor, dedi.
Savaşın bir cephesinde bunlar oluyordu… Diğer akrabalar arasında ise nicesi yaralanmış, eceli gelenler attan düşerek ölmüştü.
Jigitekler ile Bökenşilerin ne biçim heybetli erleri ve pehlivan yiğitleri karşı karşıya gelmiş, çarpışmıştı. Bugün cesaretleri ve yiğitlikleriyle özellikle göze çarpanlar Jigitekler içinde Abılğazı, Bökenşiler içinde Markabay idi. Gövdesi bir kucak, baldırı beşik gibi olan, yaşı yeni otuza gelen, yassı suratlı, ala gözlü ve karayağız tenli Markabay hakikaten de destanlarda sözü edilen alpler gibi cesaretliydi. Tobıktı soyu içinde hem tanınmış bir deve yıkan pehlivan, hem de şöhretli bir obur idi.
Bugün tekrar tekrar at değiştiren Markabay nice Jigitek’i attan uçurdu. Kendisi de pek çok topuz darbesi aldı. Kafası gözü yara bere içinde olsa da bunu önemsemiyordu…
Bu çatışma öğleye kadar uzadı. Daha da devam edecekti. İki taraf da yaralanan, kazayla ölen adamlarını düşmana vermeyip, her birini kendi obasına gönderiyordu. Akrabaların eli kana bulanıyordu. Bunu öğrenen Aydos soyu, öğleye doğru kalabalık bir kuvvetle meydana yetti ve iki tarafı da çatışmaktan men etti. Aydos adına öne çıkan Jakıp bağırarak emir verdi:
– Durmayanlar haytadır. Artık kendini toparlamayanlar, bizi kendine düşman kılar, dedi ve oradaki herkesi gayriiradi durdurdu. Çarpışan iki taraf bu emirden sonra çaresizce sakinleşti, kendi köylerine doğru yöneldi.
Aydos kuvvetleri meydanda kaldı, iki tarafın da tamamen dağılmasını bekledi. Çarpışan taraflar tamamen birbirinden ayrılıp uzaklaştıktan sonra Jigiteklerin değil, Bökenşilerin bölgesine doğru yöneldiler. Bu, Jigitekler için kötü bir işaretti. Bütün Aydos kuvvetlerinin ikiye bölünmeden veya başka bir boyun bölgesine gitmeden doğrudan doğruya Bökenşi bölgesine yönelmesi “yananlar bunlar, bunların yanında olayım” diye düşünmelerinden miydi? Yoksa “günahsız olanlar bunlar, bunların yanında olayım” demelerinden miydi?
Bu tür düşünceler pek çok Jigitek’i şüpheye düşürerek hazımsızlığa sevk etti… Bökenşilerin kendi kuvvetleri ise Aydos kuvvetlerinin Sügir obasına gelmesinden sonra o bölgedeki diğer obalara dağılıverdi…
Savaş, her ne kadar meşakkati fazla, acımasızca kan döküşü çok olan sevimsiz bir uğraş olsa da, bununla birlikte, bu halklar arasında her zaman uğultulu bir övünme, şakalaşma, hicvetme ve aşağılama söylemlerine de vesile olurdu… Bu tür muhabbet mevzularından birini Jigitekler Sügir hakkında konuşup efsaneye dönüştürmüştü. Başka bir mevzu Markabay’ın abes bir tavrı hususunda ortaya çıktı.
Markabay kendisini çevreleyen ve sevinçle pohpohlayan bir grup yiğitle birlikte Daleken bölgesine geldi. Buradaki obalardan birinde onun bütün yaz boyunca peşinden koştuğu Kundız adında sevdiği bir kız vardı. Kızın gönlü de bunda olmasına rağmen annesi tarafından çok sıkı takip edildiğinden altı ay süren yaz boyunca Markabay’ı bir defa bile yanına yaklaştırmamıştı.
Markabay bugünkü bu zahmetli çatışmayı arzusuna bahane ederek durumdan faydalanmak istedi, yanındaki yiğitlerle birlikte Kundız’ın evinin yanındaki başka bir eve geldi. Yanındaki bir iki akranına “Siz Kundız’ın annesini ortaya alın, lafa boğun” dedi. Yiğitler eve gelip, yerleşip, kımıza doyup, boşboğazlık sohbetine giriştiğinde çelimsiz bir ihtiyar olan Kundız’ın annesi de bu eve geldi. Yiğitler kadını savaş palavraları ile kuşatmaya girişti.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/muhtar-auezov-32668810/abay-yolu-2-cilt-69499249/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Büyük yer: Mekke şehrinde bulunan Kâbe.

2
Samsa: Kıymalı börek.

3
Kazakistan’daki sofra adabına göre, sofradaki büyüklerden birisi herkese hitap ederek konuşmaya başlayınca herkes yemekten içecekten elini çeker, bir şey yemeden içmeden konuşan büyüğü dinler.

4
Sadaka verme: Kazakistan’da Hacca yolcu uğurlanırken, cenaze namazı kılındıktan sonra meyyit kabre uğurlanırken, cenazenin ardından yedisinde, kırkında, yüzünde veya yıldönümünde cenaze yemeği verilirken toplanmış olan herkese hemen hemen fitre tutarına yakın bir meblağda sadaka dağıtılır. Gelenlerin zengin yahut fakir olup olmadığına bakılmaz.

5
Som: O devirdeki para birimi, akçe.

6
Şilikti: Bodur ağaçları olan, çalılıklı.

7
Kebe: Yaşını doldurmamış koyun yavrusu. İlk doğduğunda “kuzu”, biraz kendine gelip irileştiğinde “marka”, kıymetli konuklara kesilecek kıvama geldiğinde “bağlan”, kemikleri ve eti daha da sıkılaştığında “kebe”…

8
Kerim: Soylu, Asil.

9
Kunan koşturumluk yer: 20-25 kilometrelik mesafe.

10
Taykazan: Kesilip parçalarına ayrılmış bir tayın bütün etlerini kemiğiyle birlikte içine alacak büyüklükteki kazan. Taykazanların en meşhuru Türkistan şehrindeki Ahmet Yesevi türbesinin büyük salonunda bulunan yaklaşık altı yüz yıllık kazandır.

11
İrimşik: Kesilmiş sütün kaynatılmasıyla elde edilen tuzsuz taze lor peyniri.

12
Şanırak deveye binmek: Çeyiziyle birlikte eşinin obasına giden gelinin kervanın en önünde yürüyen iki hörgüçlü deveye yüklenen kiyiz ev şanırağı altında gidişiyle ilgili töre.

13
Küntay (güntay): Güneş yavrusu.

14
Eneke: Türkiye Türkçesinde; aşık oyunu gibi oyunlarda her oyuncunun en güzel ve en kıymetli oyun aracıdır. Oyuna onunla başlanır, onunla devam edilir, onun kaybedilmesiyle oyun bitirilir. Kazak Türkçesinde ise “saygıdeğer anne” anlamı vardır.

15
Atların memesi küçük olduğundan kımız elde etmek için yapılan sağımın iki saat arayla yapılması gerekmektedir.

16
Jüz: Kazak boylarının oluşturduğu üç büyük soyu tanımlamak için kullanılan sıfattır. Kazak Türkleri Kişi (Küçük) Jüz, Orta Jüz ve Ulu (Büyük) Jüz olarak üç ana soy altında akrabalık bağlarını takip eder.

17
Kâselerin ellerde gezdirilmesi: Yer sofrasında oturan konuk sayısına bakılmaksızın çay veya kımız ikramında bulunan kişi kapıya en yakın yere oturur. Doldurduğu kâseyi en yakınındaki kişiye verir, o da yanındakine vermek suretiyle başköşedeki en saygıdeğer büyüğe kadar elden ele iletilir. Boşalan kâseler aynı şekilde tekrar gelir, doldurularak tekrar gönderilir.

18
Bota: Deve yavrusu.

19
Buta: Çalı.

20
Tomağa: Avlanmak için kullanılan yırtıcı kuşların gözlerini kapalı tutmak için başlarına geçirilen deri başlık.

21
Jambas siypar: Kalça okşar.

22
Aynı atadan türemek: Kazakistan’da “yedi ata kültü” bulunmaktadır. Buna göre bir atadan türeyen yedi göbek nesil birbirinin kardeşi sayılır ve aralarında evlilik bağı kurulması imkânsızdır. Daha önce hiç karşılaşmamış olsalar bile aynı atadan türediğini anlayan kişiler, anında, aynı anadan doğmuş kardeş gibi birbiriyle kaynaşırlar.

23
Torğay: Serçe.

24
Kazakistan’ın bazı bölgelerinde genç kızlar ve kadınlar yaşı büyük hanımlara ve erkeklere böyle selam verirler. Onlar da “bakıttı bol (bahtın açık olsun)” diye dua ederler. Genç erkekler de yaşı büyük hanımlara kızlar gibi eğilmeden sadece “salem berdik (selam verdik)” diye selam verirler, dualarını alırlar.

25
Eşinle ağar: “Saçlarınız birlikte ağarsın”, “bir yastıkta kocayın” anlamında hayırlı dua.

26
Püsküllü başörtüsü (baş giyimi): Yeni gelen gelinlerin statülerini göstermek üzere günlük hayatta uzunca bir süre giymek durumunda oldukları baş giyimidir. Zarif, endamlı ve gösterişli olan bu baş giyimler renkli, tüllü, püsküllü, kuş tüylü, boncuklu vs olabilir.
Abay Yolu 2. Cilt Muhtar Auezov
Abay Yolu 2. Cilt

Muhtar Auezov

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Abay Yolu 2. Cilt, электронная книга автора Muhtar Auezov на турецком языке, в жанре легкая проза

  • Добавить отзыв