Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler
Mikâil Bayram
Prof. Dr. Mikâil Bayram (1940), Türkiye’de Selçuklu tarihi alanında ilk akla gelen “eski kuşak” hocalar arasındadır. Zeki Velidi Togan, Halil İnalcık, Necati Lugal, Ahmet Ateş, Tahsin Yazıcı, Muhammed Tayyib Okiç, Annemarie Schimmel gibi tanınmış isimlerin rahleitedrisinden geçmiş, çok sayıda eser vermiş, disiplinli bir akademisyendir. Özellikle Anadolu Selçuklularının siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel tarihi bahislerinde alanının otorite isimlerinin başında gelir. İlahiyatçı, şair, tarihçi ve çevirmen kimlikleriyle eksiksiz bir münevver olarak temayüz eder. Bu kitapta ise Mikâil Bayram Hoca’nın asıl uzmanlık alanı olan ve doktora eğitiminden itibaren üzerinde emek sarf ettiği, Selçuklu Anadolusu’na dair az bilinen ve eski dergilerin arasında kalmış makalelerini yeniden derledik. Bir kısmı ilk kez yayımlanacak olan bu yazılarında Hoca; Konya’daki siyasi ve toplumsal ortamdan Tokat ile Malatya’daki ilmî ve kültürel inkişafa, Sinop ve Kayseri’deki Ahilik faaliyetlerinden Moğolların Anadolu’daki istila hamlelerine, medreselerden tekkelere, dinî inançlardan taht kavgalarına ve Türkmen katliamlarına, Firdevsî’den Hacı Bektaş’a, Sadreddin Konevî’den Mevlânâ ve Ahî Evran’a kadar oldukça geniş bir perspektifle 13. yüzyıl Anadolusu’na ışık tutuyor.
Prof. Dr. Mikâil Bayram
Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi Makaleler
Prof. Dr. Mikâil Bayram, 1940 yılında İran’ın Hoy bölgesinden göç eden bir ailenin evladı olarak Van’ın Saray ilçesinde doğdu. İlk ve orta tahsilini Van’da tamamladı. 1966 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde bitirdiği lisans eğitiminin ardından, iki yıl kadar ortaöğrenim kurumlarında öğretmenlik yaptı. 1968 yılında Konya Yüksek İslam Enstitüsü Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyeliğine tayin edildi. Bu sırada bir yıl süreyle Bağdat Üniversitesinde, Arap dili ve edebiyatı üzerine ihtisas eğitimi aldı. Akademik hayatı boyunca tarihî el yazmaları üzerinde çalıştı, bilhassa İran kültür sahasının ve Fars dilinin Anadolu’daki yansımaları üzerinde uzmanlaştı. Doktorasını 1975 yılında, Ahi Evren üzerine yaptığı incelemesiyle tamamladı. 1980 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev aldı. 1990’da Orta Çağ tarihi doçenti, 1996’da profesör unvanı aldı; aynı fakültede tarih bölüm başkanlığı yaptı; İslam tarihi, Türk-İslam tarihi ve Selçuklu tarihi dersleri verdi. Arapça, Farsça, Kürtçe ve Pehlevice bilen Prof. Dr. Mikâil Bayram, evli ve üç çocuk babasıdır.
Bugüne kadar yirmi kadar eseri, yüz seksenden fazla bilimsel makalesi yayımlanan Prof. Dr. Mikâil Bayram’ın, Elips Kitap’tan 2020 yılında çıkan Tarihin Kuyumcusu adlı bir de söyleşi kitabı bulunmaktadır.
Mehmet Akif Koç, 1982 yılında, Sivas’ta doğdu. ODTÜ İktisat Bölümünde lisans, uluslararası güvenlik alanında da yüksek lisans eğitimlerini tamamladı. Hâlihazırda Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinin Orta Doğu Çalışmaları programında doktora öğrenimini sürdürmektedir. İngilizce ile Farsçadan edebiyat, tarih ve kültür alanlarında çok sayıda kitap çevirileri bulunmaktadır. 2012’de yayımlanan Rekabetten Geleceğe: Türkiye-İran İlişkilerinin Güvenlik Boyutu başlıklı telif eserinin yanı sıra; Orta Doğu siyaseti, tarihi ve kültürü konularına odaklanan akademik makale ve araştırmaları yayımlandı. Elips Kitap bünyesinde Farsçadan edebî çevirileri yayımlanmakta olup çeşitli kitaplara editörlük yapmaktadır. Son olarak Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim ve 99 Kavram başlıklı nehir söyleşi çalışmaları, 2021 yılında Elips Kitap tarafından okuyucuyla buluşturuldu.
TAKDİM
Türkiye’de, yazılı ve görsel medyada fazla yer bulamadığı, gönüllü/paralı lobileri olmadığı için geniş kitlelerin pek tanımadığı ancak zengin müktesebatıyla gerçek birer hazine olan çok sayıda ilim ve kültür insanı yaşıyor. Bu kıymetli insanların bir kısmının yaşı ilerliyor ve çeşitli sebeplerle yazı yazamayacak, eser dahi veremeyecek duruma geliyor. Bu noktada, birikimlerinin kayda geçirilmesi ve gelecek nesillere aktarılması açısından tedbirler alınması gerekiyor.
2021 yılında Elips Kitap tarafından okuyucuyla buluşturulan Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim ve 99 Kavram projesinin ardından, elinizde tutmakta olduğunuz Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi başlıklı makaleler seçkisi de işte bu düşünceden doğdu. Tüm bu projeler; Elips Yayın Grubu’nun değerli ev sahibi, kıymetli dost Yasin Topaloğlu’yla 2019 Aralık ayında Konya’daki evinde ziyaret ettiğimiz Mikâil Hoca’ya bu projeyi açtığımızda memnuniyet duyarak kabul etmesiyle başladı. Bunun üzerine, editörlüğünü üstlendiğim bu projeler için 2020 Ocak, Şubat, Mart aylarında ve takip eden süreçte, 2022 yılı ortalarında birkaç sefer Hoca’yı Konya’daki evinde ziyaret ettim; kitap çalışmalarının altyapısını oluşturmak üzere seri hâlde söyleşiler ve toplantılar gerçekleştirdik.
Bu eserlerden önce 2020 Ocak ayında, yine Elips Kitap tarafından, Mikâil Hoca’nın uzun yıllara yayılmış sohbetlerinden derlenen ve sevgili dost Halil Karadeniz tarafından hazırlanan bir söyleşi kitabı, Mikâil Bayram Kitabı – Tarihin Kuyumcusu yayımlanmıştı. Söz konusu her üç kitap da Hoca’nın birikimini okuyucuya derli toplu şekilde aktarmak amacıyla hazırlanmıştı.
Serinin devamı mahiyetinde, Prof. Dr. Mikâil Bayram ile bilistişare seçtiğimiz ve münhasıran 13. yüzyılda Anadolu’daki dinî, siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel hayata dair öne çıkan makalelerini bir araya getirdiğimiz bu eseri okuyucuya sunmanın bahtiyarlığını yaşıyoruz.
***
Bu kısa takdim yazısında, kitaba dair notlarımı ve çeşitli gözlemlerimi okuyucuya hülasaten sunmak istiyorum.
Evvela Mikâil Hoca’yı, kendisini tanımayan okuyucular için şahsi penceremden kısaca tanıtmak isterim. Prof. Dr. Mikâil Bayram, Türkiye’de Selçuklu tarihi alanında akla ilk gelen “eski kuşak” hocalar arasındadır. Zeki Velidi Togan, Halil İnalcık, Necati Lugal, Ahmet Ateş, Tahsin Yazıcı, Muhammed Tayyib Okiç, Annemarie Schimmel gibi tanınmış isimlerin rahleitedrisinden geçmiş, çok sayıda eser veren, disiplinli bir akademisyendir. Özellikle Anadolu Selçuklularının siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel tarihi bahsinde alanının otorite isimlerinin başında gelir. Ahi Evren, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrîzî, Sadreddin Konevî gibi tarihî şahsiyetlerin yanında; Ahilik-siyaset ilişkileri, Türkmen-Moğol ihtilafları vb. alanlarda eksiksiz bir uzmandır.
Mikâil Hoca’nın bir başka önemli yönü; Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde lisans eğitimini tamamlamış bir tarihçi olarak İslam tarihi ve karşılaştırmalı dinler alanındaki ilave yetkinliğidir. Bilhassa kadim İran inançları, bunların İslam inançları ve tasavvufu üzerindeki tesirleri konusunda gayet derinlikli bir isimdir. Bu açıdan Hulûlilik, Hurufilik, Bâtınilik, Melamilik, Zerdüştçülük, Mazdekçilik ve Avesta kökenli inanç esaslarının sonraki asırlardaki yansımaları konularında ezber bozan bir perspektife sahiptir.
İlahiyat ve tarih, Hoca’nın iki ana akademik disipliniyken edebiyat âdeta hobisidir. Söz konusu üç alanda aynı anda söz söyleyebilecek yetkinlikte bir uzmanın neredeyse bulunmadığı mevcut akademik çölümüzde Mikâil Bayram, âdeta bir vaha gibidir. Bu nehir söyleşimizde okuyucuların da kolayca fark edebileceği üzere Hoca, meseleleri ele alırken sadece siyasi ve tarihî boyutlarıyla değerlendirmez; yeri geldiğinde teolojik kavramları da ehliyetle kullanarak konuları analiz eder. Bunun yanında, aynı zamanda Divan sahibi bir şair olarak -şiirlerindeki mahlası, memleketi Van/Saray’a atfen “Sarayî”dir- ciddi bir edebî kudret sahibidir. Sadece klasik Türk şiirine değil; Firdevsî, Hayyam, Hakanî, Şehriyar gibi Fars şiirinin usta isimlerinin eserlerine de vâkıf olan, Farsça şiirler de kaleme almış bir şairdir.[1 - Mikâil Bayram’ın şiirlerinin toplandığı Sarayî Divanı da 2023 yılının ilkbahar aylarında yine Elips Kitap tarafından neşredildi.]
Mikâil Hoca’nın en önemli yanlarından biri, lisan bilgisidir; bu yönüyle tek yabancı dili olan ve onu da ancak kırık dökük bilen tarihçi/ilahiyatçıların aksine Hoca, her birine hakkıyla vâkıf olduğu dört lisanda konuşur. Bu dillere; İbn Teymiyye’den Arapça, Ebu’l Alâ Mevdûdi’den Farsça kitap tercümesi yapacak kadar hâkimdir. Arapça ve Farsçanın yanı sıra -yetiştiği coğrafyanın da katkısıyla- Azerbaycan dili ile Kürtçeye da tasallutu vardır. Ayrıca; Türkiye’de çok nadir görülebilecek bir örnek olarak kadim İran’ın lisanı Pehlevice de Mikâil Hoca’nın vâkıf olduğu lisanlar arasındadır.
Hoca, aynı zamanda Türkiye’de yaşayan en önemli yazma eser uzmanlarının başında gelir. Zaman zaman bilirkişi olarak uluslararası yazma eser kaçakçılığına konu olan eski eserler hususunda uzmanlığına başvurulan Mikâil Hoca, -bizzat kendi ifadesiyle- Zeki Velidi Togan ve Süheyl Ünver’den sonra Türkiye’deki en önemli el yazması kitap otoritesidir. Yıllarını Anadolu’nun yazma eser kütüphanelerinde geçirmiş ve elinden on binlerce eski eser geçmiş gerçek bir araştırmacı için şaşırtıcı bir özellik sayılmamalıdır bu mukayese.
Mikâil Hoca’nın bir başka önemli yönü; 1960 ve 70’lerin sert kutuplaşmacı toplumsal şartlarında önce öğrenci, sonra öğretmen, ardından genç bir akademisyen olarak bulunması ve fikrî tartışmaların da içinde yer almış olmasıdır. Samimi bir dindar olarak Mikâil Hoca, söz konusu dönemde Türkiye’deki İslamcı hareketlerin içinde yer almış; Büyük Doğu Cemiyeti, Nurculuk ile diğer İslami ve muhafazakâr yapıların faaliyetlerinde görev almıştır. Bu dönemdeki bağlantıları kendisine; Ayetullah Humeyni’den Cemalettin Kaplan’a, Mehdi Bazergan’dan Erol Güngör’e, Necip Fazıl’dan Serdengeçti’ye, Aykut Edibali’den Ercümend Özkan’a kadar çok geniş bir ağ ve çevreyle temasta olma, dostluk tesis etme imkânı vermiştir.
***
Bu kitapta ise Mikâil Bayram Hoca’nın asıl uzmanlık alanı olan ve doktora eğitiminden itibaren üzerinde emek sarf ettiği, Selçuklu Anadolusu’na dair az bilinen ve eski dergilerin arasında kalmış makalelerini yeniden derledik. Bir kısmı ilk kez yayımlanacak olan bu yazılarında Hoca; Konya’daki siyasi ve toplumsal ortamdan Tokat ile Malatya’daki ilmî ve kültürel inkişafa, Sinop ve Kayseri’deki Ahilik faaliyetlerinden Moğolların Anadolu’daki istila hamlelerine, medreselerden tekkelere, dinî inançlardan taht kavgalarına ve Türkmen katliamlarına, Firdevsî’den Hacı Bektaş’a, Sadreddin Konevî’den Mevlânâ ve Ahi Evren’a kadar oldukça geniş bir perspektifle 13. yüzyıl Anadolusu’na ışık tutuyor.
Kitabın hacim olarak daha kısa ikinci bölümündeki muhtelif makale ve mülakatlarında ise Mikâil Bayram’ın ilahiyatçı ve edebiyatçı kimliğinin çeşitli boyutlarına, ömrünün en büyük tutkusu olan el yazması eserlere dair çeşitli araştırmalarına, dönemin tarihî yorumu bakımından ilim erbabıyla girdiği polemiklere ve yine Selçuklu Anadolusu’na dair bazı tamamlayıcı metinlerine yer verdik.
***
Sonuç itibarıyla elinizdeki bu kitap çalışması, kıymetli Mikâil Bayram Hoca’nın ömrünü vakfettiği “13. Yüzyıl Anadolu Selçuklu Tarihi Çalışmaları” alanındaki engin birikimini kayıt altına almak ve gelecek nesillere aktarabilmek açısından önem verdiğimiz bir projedir. Ortaya çıkan üründen ve başlangıçtaki hareket noktamızla hâlihazırda ulaştığımız yerden, kendi adıma -büyük ölçüde- tatmin olduğumu söyleyebilirim. Ümit ediyorum, kitabın okuyucuları ve ilgilileri de beklediklerini bulabilirler. Çalışmanın eksikliklerinden, elbette, yayına hazırlayan sıfatıyla doğrudan ben sorumluyum.
Bu vesileyle, son olarak Mikâil Bayram Hoca’ya, sağlık durumunun el verdiği ölçüde içtenlik ve özveriyle çalışmamıza katkı sağladığı için müteşekkirim. Keza, kıymetli eşi Ayşe Bayram Hanımefendi’ye de hoşgörüsü ve nazik ev sahipliği için şükranlarımı sunarım. Bu kitabın değerli yayıncısı ve sevgili ağabeyim Yasin Topaloğlu’nun maddi-manevi desteği olmasaydı, elbette bu kıymetli çalışmalar ortaya çıkma imkânı bulamazdı; kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Metinlerin dijital ortama aktarılmasında özveriyle emek veren Elips Kitap’ın editör, grafiker ve tüm emekçilerine ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Mehmet Akif Koç
Balgat, 28 Şubat 2023
BİRİNCİ BÖLÜM
Selçuklular ve 13. Yüzyıl Anadolusu
SELÇUKLULAR ZAMANINDA KONYA’DA DİNÎ VE FİKRÎ HAREKETLER[2 - “Anadolu Selçukluları Zamanında Konya’da Dinî ve Fikrî Hareketler”, Dünden Bugüne Konya’nın Kültür Birikimi ve Selçuk Üniversitesi, Konya, 1999.]
Giriş
Bu çalışmada uzun yıllar Türkiye Selçukluları Devleti’ne başkentlik etmiş olan Konya’da Selçuklular zamanındaki dinî ve fikrî faaliyetler tasvir edilmektedir. Yıllardan beri el yazması eserler ihtiva eden kütüphanelerde yürüttüğüm çalışmalarımın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Aslında bu alanda pek çok çalışma yapılması gerekmektedir.
Bu kütüphanelerin muhtevası bilindikçe bu ve benzeri konular etrafında yeni bilgiler ortaya çıkacaktır. Bu alanda yapılacak olan çalışmalarla sosyal ve kültürel yapımızın temelleri aydınlanmış olacaktır. Çalışma iki bölümden müteşekkildir. I. bölümde Konya’nın şehir olarak kuruluş ve gelişmesiyle o günün Konyası’nda görülen dinî ve fikrî hareketler, kültürel yapılanmalar üzerinde durulmuştur. II. bölümde ise şehir halkına bilimsel ve kültürel hizmetler veren Konya’da bulunan önemli kütüphaneler ve bu kütüphanelerin kitapları hakkında bilgiler sunulmuştur.
I. Bölüm
KONYA’DA DİNÎ VE FİKRÎ HAREKETLER VE YAPILANMALAR
Anadolu Selçukluları zamanında Konya’daki dinî ve fikrî faaliyetleri tasvire geçmeden önce bu devirde Konya şehrinin fiziki kuruluş ve gelişimini bir nebze tasvir etmek gerekmektedir. Çünkü Konya’da dinî ve fikrî alandaki gelişmeler, şehrin fiziki ve diğer alanlardaki gelişmeleri ile paralellik arz etmektedir. Konya ve yakın çevresinde güven ortamı oluştuktan sonra şehrin imarına yatırımlar yapılmaya başlanmış; şehir hızlı bir biçimde büyümüş, şehirde sosyal, siyasi ve kültürel kurumlar teşekkül etmiştir. Onun için öncelikle şehrin bu yöndeki gelişimini gözden geçirmek faydalı olacaktır.
I. Konya’nın Türklerin Yönetimine Girmesi ve Başkent Oluşu
Bizanslılar zamanında Konya bugünkü Alâeddin Tepesi’ne kurulmuş kutsal bir şehirdi. Konya kelimesi bu anlamı ifade etmektedir. Konya “İkon-ya” kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. İkon, Hristiyanlıkta kutsal sayılan resimler demektir. İkonya veya İkonium da kutsal resimler beldesi anlamına gelmektedir. Böyle olunca Konya’nın kutsal dinî bir merkez olduğu anlaşılmaktadır. Hristiyanlığın doğduğu ilk asırda Aziz Pavlos ve Sen Pol’un bu yöreye geldiği ve Hristiyanlığı yaydığı kabul edilmektedir. Ancak İkonya sadece Alâeddin Tepesi’nin olduğu yerin adı değil yakın çevresindeki kutsal mekânlarla birlikte çevrenin adı olduğu anlaşılmaktadır. Bu mekânlar, Sille’deki Hristiyanların önem atfettikleri Büyük Kilise ve diğer mabetler, kayaya oyulmuş kiliseler, Hatip yakınlarındaki kilise ve nihayet Alâeddin Tepesi’ndeki “Deyr-i Eflatun” denilen mabetle birlikte bunların hepsinin bulunduğu alan İkonya idi. Daha sonraları bu kutsal mekânların merkezi olup Alâeddin Tepesi’nden ibaret olan yerleşim yerine İkonya denir olmuştur. Türkler, buraya Konya demişlerdir.
Malazgirt Zaferi’nden kısa bir süre sonra Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Toros Dağları’nı aşarak Orta Anadolu’daki birçok şehir ve kasabaları zapt etmiş ve İznik’i kendisine başkent edinmiştir. Süleyman Şah İznik’e gelinceye kadar herhangi bir ciddi direnişle karşılaştığına dair bir kayıt mevcut değildir. Bu olay 1075-1080 yılları arasında gerçekleşmiştir. Konya da bu tarihlerde Türklerin eline geçmiştir. 1095 yılında I. Haçlı dalgası başlayınca Haçlı orduları İstanbul’u geçerek Selçukluların ilk başkenti İznik’i zapt ettiler. I. Kılıçarslan Haçlıların önünden geri çekilerek Konya’ya geldi. Fakat Haçlı orduları geçici bir süre Konya’yı da zapt ettiler. Konya’da üç kola ayrılan Haçlı orduları Konya’yı terk edince Bizans İmparatoru Alexios Haçlıların gücünden ve yarattıkları ortamdan yararlanarak Konya ve çevresini işgal etti. Fakat bu çok sürmedi. 1102 yılında I. Kılıçarslan tekrar Orta Anadolu’ya gelerek Konya ve çevresini Bizanslılardan geri aldı ve Konya’yı kendisine başkent edindi. Bundan sonra kısa aralıklarla Kayseri ve Sivas Türkiye Selçuklularına başkent olduysa da I. Alâeddin Keykubad’ın tahta oturduğu 1219 yılından itibaren Konya, Selçukluların değişmez başkenti olacaktır.
a. Konya’nın Yeniden Kurulması ve Gelişmesi
Konya, Türkiye Selçukluları Devleti’nin başkenti olduktan sonra Selçuklular Konya’yı imar etmeye başladılar. Özellikle Sultan Mesud hem şehir etrafındaki surları tahkim etmiş hem bugünkü Alâeddin Camisi’ni yaptırmıştır. Muhtemelen bunun yerinde bir kilise bulunuyordu. Sultan Mesud’un şehri tahkim etmesine rağmen Konya sağlam ve iyi bir savunma sistemine sahip olamamıştır. Şehrin bu durumu I. Alâeddin Keykubad’ın tahta geçtiği 1219 yılına kadar böyle kalmıştır. Konya dış saldırılara karşı daha çok Gevale Kalesi’nden savunulmaktaydı.
Bilindiği gibi Gevale Kalesi, şehrin batısında 6-7 km mesafede yüksek bir dağın zirvesindedir. Şehir muhafız birlikleri burada bulunuyordu. Gevale Kalesi’nin şehre dönük tarafında, dağın eteğinde Sarayköy adında bir köy bulunmaktadır. Bu köye boşuna Sarayköy adı verilmiş değildir. Burada kaledeki askerlerin komutanı olan şehir muhafızının sarayı bulunuyordu. O burada ikamet ediyor, hem şehir ile hem kaledeki askerlerle irtibat sağlıyordu. Sarayköy’ün adını bu saraydan aldığını düşünüyorum. Bugün o saraydan bir kalıntı günümüze gelmemiştir. Ancak Matrakçı Nasuh, Konya şehrini resmederken bu sarayı da Sille suyunun batısından resmetmiştir. Demek ki bu saray XVI. yüzyılda mevcut idi. (Bk. Burada Levha, XVI)
1219’da (616) Konya şehir muhafızı, Hace-i Cihan diye bilinen Emir Ahmed b. Kayser b. Süleyman idi. (Bk. Levha, IX) Bilindiği gibi bu zatın türbesi şehrin Gevale Kalesi tarafında ve kendi adıyla anılan mahallede bulunuyor. Burası ile Sarayköy arasında özel bir bağlantı yolu bulunduğunu düşünüyorum. Sultan I. Alâeddin Keykubad şehrin surlarını (iç ve dış surlar) inşa ettikten sonra Gevale Kalesi önemini kaybettiği gibi şehir muhafızlığı ile kaledeki askerî birlikler arasındaki bağlantıyı sağlayan sisteme de gerek kalmamıştır. Oysa şehir surları inşa edilmeden önce Gevale Kalesi çevresinde birçok defalar önemli savaşlar meydana gelmiştir.
Bu dönemde Konya’nın muhkem surları bulunmadığı için şehir dışarıdan gelen saldırılara karşı savunulamıyordu. I. Kılıçarslan I. Haçlı kuvvetlerine karşı Konya’yı savunamamış ve şehri terk etmek zorunda kalmıştı. Keza I. Kılıçarslan’dan sonra büyük oğlu Şehinşah Konya’da tahta geçmişti. Sultan Mesud Konya’yı kardeşi Şehinşah’tan rahatlıkla alabilmiş ve Selçuklu tahtına geçmişti (1116).
1148’de başlayan II. Haçlı dalgası sırasında Konya gene Haçlı kuvvetlerinin eline geçti. Ancak Haçlı orduları çekildikten sonra Sultan Mesud yeniden Konya’ya döndü. II. Kılıçarslan Kayseri’yi Dânişmend Oğulları’ndan alınca muhkem surları bulunan Kayseri’yi kendisine başkent edindi. Onun yerine geçen oğlu I. Gıyâseddin Keyhüsrev Konya’yı kendisine karargâh edindi. Fakat kardeşi Tokat Emiri Rükneddin Süleyman Şah, ona karşı taht mücadelesi başlattı. I. Gıyâseddin’i Konya’da muhasara altına aldı ve Konya bu defa da Süleyman Şah’a karşı savunulamadı. I. Keyhüsrev şehri terk etmek zorunda kaldı. Dokuz sene süren sürgün hayatından sonra I. Gıyâseddin Keyhüsrev tekrar Konya’ya döndü ve yeğeni III. Kılıçarslan’ı tahttan indirerek ikinci defa Konya’da tahta oturdu.
I. Gıyâseddin Keyhüsrev ikinci defa tahta geçince Anadolu’yu dört idari bölgeye (meliklik) ayırdı. Denizli, Malatya, Tokat ve Erzurum bu idari bölgelerin yani melikliklerin merkeziydi. I. Gıyâseddin Keyhüsrev bu dört idari bölgedeki işleri Konya’dan takip etmekteydi. Böylece Konya’yı yeniden başkent konumuna getirdi. Onun oğlu I. İzzeddin Keykâvus bazı siyasi mülahazalarla başkenti Sivas’a almıştır. Bütün bu tecrübelerden dolayı I. Alâeddin Keykubad iktidara gelir gelmez ilk yaptığı iş Konya’nın savunma sistemini inşa etmek olmuştur. Alâeddin Keykubad şehri tahkim ettikten sonra Konya devletin değişmez başşehri olmuştur. Uluğ Sultan Alâeddin Keykubad’dan önce de birçok Selçuklu sultanı Konya’yı imar etmek için çalışmışlar, bazı eserler yapmışlardı. Fakat Konya’yı asıl imar eden ve onu modern bir şehir hâline getiren I. Keykubad olmuştur.
Alâeddin Keykubad tahta geçince Konya’nın dış hücumlara ve akınlara karşı savunma durumunun zayıf olduğunu müşahede etmiş, şehrin saldırılara karşı güvenliğini sağlamak maksadıyla bütün emirlerini görevlendirerek şehrin etrafına iç ve dış surlar olmak üzere iki sıra sur inşa etmiştir. Kaynaklarda 140 emirin bu işte görev aldıkları kaydedilmektedir.[3 - Anonim, Tarih-i Âl-i Selçuk, Neşr. F.N. Uzluk, Ankara 1952, s. 45.] Bu surların inşası için emirler büyük harcamalar yapmışlardır. Çok sayıda sanatkâr, mimar ve mühendis istihdam edilmiştir. Bugünkü Alâeddin Tepesi’nin etrafını kucaklayan surlara “iç surlar” denir. Bu surların çok sayıda burç ve bedenleri bulunuyordu. Bu yüksek ve heybetli iç surlar arasındaki burçların üstünde şehre nazır köşkler bulunuyordu. Bir de Zindan Kale’den Atatürk Heykeli’ne, oradan Larende Caddesi’ne ve İstanbul Caddesi’ni takip ederek eski hapishanenin olduğu yere, oradan da Zindan Kale’ye kavuşan ikinci bir sur şebekesi vardı. Buna da “dış surlar” deniyordu. Şehre giriş ve çıkışı sağlayan 12 kapı vardı. Bu surların kapı kemerleri gayet yüksek ve gösterişliydi. Bu bölümlerde muhafız mahfilleri ve köşkler bulunuyordu. Sur duvarları muhtelif kabartma, resim ve heykellerle, yazılarla süslenmişti. Dış surların dış çevresinde derin bir hendek vardı.
Meram Deresi, Sille Çayı ve sel suları bu hendeğe bağlanarak ikinci bir savunma hattı oluşturulmuştu. Bu hendeğin kapılara rastlayan bölümlerinde birer köprü bulunmaktaydı.
Tariflere göre bugünkü Alâeddin Tepesi’ni kucaklayan iç surlar ve çevresi Halep Kalesi’ne benzemekteydi. Halep Kalesi orijinal özelliğini muhafaza etmektedir. Bu özelliği ve görkemliliği ile Konya’yı kuran, tahkim eden Sultan I. Alâeddin Keykubad olmuştur. Konya’nın imarında önemli hizmette bulunanlardan biri de Alâeddin Keykubad’ın atabeyi Emir Esedüddin Ayaz’dır. Bu zatın Gürcü asıllı olduğu anlaşılmaktadır.[4 - Bk. Konya Yusufağa Ktp. No. 4862’deki kıraat kaydı.] Şihabüddin Ömer es-Sühreverdi’nin ders halkalarında bulunmuştur. Bu yüzden Fütüvvet Teşkilatı’na mensup olduğu kuvvetle muhtemeldir. Bu yüzden kaynaklarda “Eş-Şihabî” nispet adıyla anılmaktadır. Alâeddin Cami’nin kuzey cephesindeki kitabelerde adı geçmektedir. Bu kitabelerden Emir Ayaz’ın saray mimarbaşı olduğu anlaşılmaktadır.
Şehrin merkezinde birbirinden güzel camiler, mescitler, medreseler, hanikâhlar, bedestenler, lüks evler, cadde ve sokaklar bulunuyordu. Bugün hükûmet binasının bulunduğu yer, Bedestenden Vakıflar Bankasının bulunduğu alanlara kadar olan yerler, çarşı ve alışveriş merkezleriydi. Bu yüzden şehrin bu bölgesinde muhtelif hanlar vardı. Şehrin sur dışında kalan kısımları bağlık bahçelik olup bu bahçeler arasında da mahalleler, bağ evleri, mescitler, medrese, tekke ve zaviyeler bulunmaktaydı. Ünsî Şehnâme’sinde Selçuklular zamanında Konya’da 360 zaviye, 70 hanikâh, 7 büyük caminin (Cuma Cami) yıldız gibi şehre dağıldığını 300 tane mescit bulunduğunu yazmaktadır.[5 - Age. Neşr. M. Koman, Konya, 1942, s. 2] Mescitlerin 50-100 kişi alacak büyüklükte oldukları ve bu kişilerin haramları ve cami müdavimi olmayan çocukları bulunduğu düşünülürse o günün Konyası’nın 45-50 bin nüfuslu olduğunu tahmin etmek mümkündür. Keza cuma namazı kılınan 7 adet büyük cami bulunduğuna göre ki bu camilerden 3 tanesi bugün duruyor ve bu camilerde ikişer bin kişi namaz kıldığı hesabıyla gene de Konya’nın 45-50 bin nüfuslu bir şehir olduğu tahmin edilebilir.
Türkiye Selçukluları devrinde başta sultanlar olmak üzere devlet büyükleri, tacirler ve zengin insanlar, birtakım eserler inşa ederek şehrin imarına katkıda bulunuyorlardı. Bu insanlar kurdukları müesseseleri, kalıcı kılmak ve uzun ömürlü olmalarını sağlamak amacıyla sağlam vakıfnameler (vakfiye) düzenlemişlerdir. Bu vakıf müesseselerini kuranlar, Konya çevresinde mülkler edinmişler ve bu mülklerin icar ve hasılat gelirlerini kurdukları vakıf müesseselerine tahsis etmişlerdir. Mesela Vezir Kadı İzzeddin Kestel; Koşmar, Kadınhanı (Kadının Hanı), Divanlar gibi köylerin tamamına ve Kestel Akarsuyu’na sahip olmuş ve buraların gelirlerini bugünkü İmam Hatip Lisesinin bulunduğu yerde bulunan darüşşifaya (hastane), medrese, cami ve imarete Selçuklular zamanında Konya’da dinî ve fikrî hareketler vakfetmiştir. Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın veziri Emir Ziyaüddin Kara Arslan, Karaman yolu üzerindeki Kara Arslan köyünün bütün gelirlerini türbesinin bulunduğu yerdeki Hanikâh-i Ziya’ya vakfetmiştir. Bunun gibi daha birçok zevatın Konya çevresinde mülkleri bulunmaktaydı. Çeşitli dönemlerde bu vakıfların gelirlerini arttırma cihetine gidildiği görülmektedir.
Sultan I. Alâeddin Keykubad Konya’nın iç ve dış surlarını inşa ettikten sonra şehir hızlı bir şekilde imar gördü. Bu yüzden İbn Bibi Konya’ya “Daru’l-Huzur” (Güvenli Şehir) demektedir. Şehir imar gördükçe dışarıdan nüfus da celbediyordu. Bunun sonucu olarak dış surların dışında da mahalleler oluşmaya başlamıştır. 1243 yılında başlayan Moğolların Anadolu’yu istilası sırasında Erzurum, Erzincan, Tokat, Sivas, Kayseri ve Malatya gibi Anadolu’nun birçok şehri Moğollar tarafından tahrip edildi. Konya böyle bir tahribata maruz kalmadı. Böylece bu mamur özelliğini XIII. asrın sonuna kadar muhafaza etti.
Selçuklu devri Konyası’nda bulunan hemen her hanikâh, tekke, bu hanikâh ve tekkenin yanı başındaki mescit ve zaviye belli bir fikir akımına veya belli bir tasavvufi meşrebe mensup insanlara hizmet vermekteydi. Belli bir dinî görüş ve düşünüşte olan insanlar ve tasavvufi zümreler bir veya birkaç hanikâh ve mescidin cemaatini oluşturmaktaydı. Şehirdeki mahalleler bu küçük ölçekli mescit, tekke ve hanikâhlar etrafında teşekkül etmekte ve yapılanmaktaydı. Bu küçük ölçekli mescitlerden başka Ünsî’nin de bildirdiği gibi Konya’da yedi tane de cuma namazı kılınan büyük cami vardı. Bu camiler bütün bu dinî ve tasavvufi zümreleri bir araya getiriyor ve birleştiricilik rolü oynuyordu. Dolayısıyla Selçuklu devri Konyası fikir akımları bakımından çok renkli ve çok sesli idi. Mesela Hanikâh-ı Ziya, Hanikâh-ı Lala, Hanikâh-ı Vezir Nasîrüddin, Ahi Gühertaş Zaviyesi, Uluırmak Mescidi vs. Ahilere ait idi. Ancak 1262’de Sultan IV. Kılıçarslan’ın çıkarttığı bir ferman ile bu müesseseler Ahilerden cebren alınarak Mevlana ve yakınlarına verilmiştir.[6 - Menakibü’l-arifin, II. 754-758.] Sadırlar Hanikâhı, Fakih Ahmed Hanikâhı Evhadilere mahsustu. Ahmedek Hanikâhı, Mağribliler Mescidi, Konya’ya yerleşmiş ve Maliki mezhebinden olan Mağriplilere ait idi.
Velhasıl Mevleviler, Bektaşiler, Kalenderîler, Ekberîler gibi her zümrenin Konya’da belli bir yerleri ve mahalleleri bulunuyordu. Moğollar Ahi ve Türkmenlere ait tekke ve hanikâhları müsadere yoluyla sahiplerinden alıp Kalenderîlere ve Mevlevilere veriyorlardı. Bu cümleden olarak Karatay Medresesi, Ahi Bedrüddin Gühertaş Hanikâhı, Hanikâh-ı Lala ve Hanikâh-ı Ziya da sahiplerinden alınıp Mevlana’nın yakınlarına verilmiştir. Bu yüzden XIII. yy. sonlarında Konya’da çok sayıda Kalenderî merkezler oluşmuştur. Şems-i Tebrizî’nin türbe ve mezarlığının olduğu yer, Ankara yolu üzerinde Kalenderhane denilen mahalle, Cumhuriyet İlkokulu yakınındaki Şeyh Osman Türbesi ve çevresi, Kasap Sinan Sokağı içindeki tarihî yapılar Kalenderîlere verilmiştir. Hâlbuki buralar önceleri Ahilere ait idi. Bugünkü Mevlana Dergâhı, Mevleviyye hareketinin merkezi olduğu gibi Sadreddin Konevî Cami, Medresesi ve İmarethanesi de Ekberîyye fikir hareketinin merkezi durumundaydı. Konya’nın Osmanlılar zamanındaki genel görünümü için bk. Burada Levha, XVI.
b. Konya’da Sosyal ve Kültürel Ortam
Türkiye Selçukluları devrinde ve beylikler döneminde Anadolu’da şehirlerin yapılanması ve şekillenmesinde dinî ve tasavvufi zümrelere ait hanikâh, zaviye, medrese, imaret, buka, türbe gibi yapılar önemli rol oynamıştır. Bu kurum ve kuruluşlar ücra köylere kadar yayılmış bulunuyordu. Köyler de bu kurumların etrafında oluşmaktaydı. Bu dinî ve fikrî zümreler ve bunların ocakları Anadolu’da kültürel yapılanmayı sağlıyordu. Başkent Konya, gerçekten kültürlü, bilgin, sanatkâr, şair ve ediplerin harman olduğu bir şehir idi. Başlangıçta Tokat, Malatya ve Kayseri; Dânişmend Oğulları’nın kültürel politikası doğrultusunda gelişmiş birer ilim merkezi olarak Konya’dan daha önde bulunuyorlardı. Fakat XIII. asrın başından itibaren Konya, bu yönüyle de büyük gelişme kaydetmiştir. Pek çok ilim ve fikir adamını kendine çekmiş ve diğer Anadolu şehirlerini geride bırakmıştır. Özellikle Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu’ya sığınan Mâverâünnehir, Horasan ve İranlı bilgin, mutasavvıf, sanatkâr ve tacirler Konya’yı vatan edinmişlerdir. İbn Bibi’nin bildirdiğine göre, Uluğ Sultan Alâeddin Keykubad, Beyşehir Gölü’ndeki bir adada yaptırdığı Kubâdâbâd Sarayı’nda tatil yapmakta iken bir grup ilim ve fikir adamını burada huzuruna kabul etmiş ve kendisine sundukları eserleri mütalaa ederek bilginlere izzet ve ikramda bulunmuştur.[7 - El-Evamirü’l-Alâiyye, 307.] Bu dönemde ilim ve fikir adamları ile mutasavvıfların faaliyet göstermeleri için medreseler, tekke ve zaviyeler kurulmaktaydı. Konya, bundan en fazla nasibini alan şehir olmuştur. Selçuklu saray teşkilatı içinde “gulamhane” denilen bir mektep vardı. Gayrimüslim çocuklar burada eğitiliyorlardı. Celâleddin Karatay, kardeşi Seyfüddin Karatay bu saray mektebinde yetişmiş ve devletin en yüksek kademesinde hizmet görmüşlerdir. Bunlar gibi daha pek çok Rum kökenli ümera gulamhanede yetişmişlerdir.
Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Sultan Alâeddin döneminde (1219-1237) Kayseri’den Konya’ya celbedilmiş ve lalalık (saray muallimliği) makamına getirilmiştir. Hanikâh-ı Lala onun hizmetine verilmişti. Demek ki saray muallimleri bu hanikâhta görevlerini yürütüyorlardı. Saraya mensup çocukların eğitim ve öğretimine tahsis edilen bu hanikâhın muallimlerine “Lâlâ-i Sultanî” deniliyordu.[8 - Bk. İzzet Koyunoğlu Ktp. Nr. 15200’de bulunan vakfiye.] Bu Hanikâh-ı Lala, Şerefettin Cami ile Merkez Bankası arasında bulunuyordu. Burada lalalık görevini sürdüren Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Ahlak-i Naşiri adlı eserini bu dönemde (632/1235) kaleme almış ve Alâeddin Keykubad’a sunmuştur.[9 - Mikâil Bayram, “Hace Nasirü’d-din Muhammed el-Tusî’nin İntihalciliği” Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fak. Dergisi, Konya 2005, s. 7-17.] Demek oluyor ki bu eser Hanikâh-ı Lala’da ders kitabı olarak okutuluyordu. 1262 yılında bu hanikâh, sultan fermanıyla Ahilerden alınıp Mevlana’nın dostu Hüsâmeddin Çelebi’ye verilmiştir. Fahreddin-i Râzî’nin talebesi olan Şerefuddin-i Herevî’nin medresesi de kendi adıyla anılan camiye bitişik idi. Yani Hanikâh-i Lala ile yan yana idi.
Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh’ın elçisi meşhur sofi Şihabüddin Suhreverdi, Konya’ya geldiği zaman Sultan Alâeddin bu elçiyi karşılamak ve ağırlamak için bütün Ahileri (ehl-i fütüvveti) görevlendirmişti. Bu elçinin beraberinde çok sayıda ilim ve fikir adamları bulunuyordu. Elçinin gelişi münasebetiyle Konya’da günlerce süren göz alıcı törenler, eğlenceler tertip edilmişti. Uluğ Sultan parlak bir törenle Şeyh Şihâbüddin Suhreverdî’nin elinden fütüvvet üniforması olan şalvar giymiş ve şed kuşanmıştı.[10 - İbn Bibi, El-Evamirü’l-Alâiyye, s. 230-231.]Mirsadü’l-ibad adlı eserin sahibi Kübreviyye tarikatı şeyhi Necmüddin-i Daye Anadolu’ya gelince Malatya’da Fütüvvet Teşkilatı’nın şeyhu’ş-şuyûh’u Şihabüddin Ömer es-Suhreverdi ile karşılaşmış ona bu Mirsadü’l-ibad adlı eserini sunmuştur. O da bu eseri mütalaa ettikten sonra çok beğenmiş ve yazarına: “Bu Diyar-ı Rum’un genç, ilim sever ilmi ve âlimleri koruyan bir sultanı var, sen bu kitabı ona takdim et.” demiş o da Konya’ya gidip eserini Sultan Alâeddin Keykubad’a takdim etmiştir.
Şeyh Sadreddin Konevî Suriye’den gelip Konya’ya yerleştikten sonra (1245) onun etrafında geniş bir talebe halkası oluşmuştur. Mecidüddin İbnü’l-Esir’in Camiu’l-usul fi Ahadisi’r-resul adlı eserini 20’den fazla talebeleri ondan okumuşlardır. Bu eserin Sadreddin-i Konevî’nin vakfı olan 8 cildi, Yusufağa Kütüphanesinde (No. 5050-5058) bulunmaktadır.[11 - Bu eserin, müellifinin el yazısı olup 589 (1193) yılında kaleme alınan yedinci cildi Konya İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi nr. 14677’dedir.] Bütün bu ciltlerin baş tarafına veya son sahifelerine yazılan “sema” ve “kıraat” kayıtlarında o ders halkalarında bulunan şahısların adları kaydedilmiştir. Bu talebelerin arasında muhtelif memleketlerden ve milletlerden olan ve devrin tanınmış ilim adamları ve devlet adamlarının adları geçmektedir. Pervane Muinüddin Süleyman, Fahruddin-i İrakî, Ferganalı Saiduddin, Zeynüddin Muhammed er-Razi (Ahteri adlı lügatin yazarı) bunlardan birkaçıdır. Bunlar arasında gayrimüslimler de bulunmaktadır. (Bk. Burada Levha, XI)
XIII. yüzyılda Konya’da şair ve ediplerin sayısı yüzlerle ifade edilecek kadar çoktu. Ahmet Eflâkî’nin Selçuklular Zamanında Konya’da Dinî ve Fikrî Hareketler’de anlattığına göre, senenin birinde Mevlana ve can dostları Ilgın’a (Ab-i germ) bir gezi için gitmişler ve yolculukları çok neşeli geçmişti. Bu gidiş ve dönüşte Mevlana ve arkadaşları karşılıklı, bir divan olacak kadar şiir yazmışlardır.[12 - Eflaki, Menakibü’l- arifin, II, 759-760.] Bu şairlerin şiirleri, Mevlana’dan 90 sene sonra Divan-ı Kebir’in içine alınmak suretiyle muhafaza edilmiştir. Mevlana, Mesnevi’sini önce kürrâseler (sahifeler) hâlinde yayımlıyordu. Bu kürrâseler İrani çevreler arasında büyük ilgi görüyordu. Tabii bu ilgi Mevlana’nın şevkini arttırıyor ve yazmaya devam ediyordu.
Genel olarak Türkiye Selçukluları devri, fikrî hareketler bakımından çok renkli ve çeşitlidir. İran ve Türk illerinden gelen çeşitli tarikatlara, dinî ve fikrî mezheplere mensup şeyhler, dervişler ve bilginler tarikatlarını ve fikirlerini yaymak için Anadolu’yu çok müsait bulmuşlardır. Bu bakımdan devletin merkezi olan Konya’da bütün bu fikir hareketlerine mensup zümrelere ait karargâhlar vardı. Başlangıçta bu zümreler arasındaki ilişkiler gayet iyi idi. Selçuklu Devleti’nin müsamahalı siyaseti, dinî ve fikrî zümreler arasındaki ilişkilere de yansımaktaydı. Moğol işgalinden sonra yani Selçuklu Devleti’nin Moğolların egemenliği altına girmesinden sonra diğer Anadolu şehirleri ile birlikte Konya’da da dinî ve fikrî zümreler arasındaki bu sulh ve sükûn ortamı, anarşi dolu bir ortama dönüştü. Özellikle Mevlana ve çevresi ile Ahiler arasındaki mücadeleler bu huzur ve güven ortamını bozan olayların başında gelmekteydi. Şehirde Şems-i Tebrizî’ye karşı büyük bir muhalefet cephesi oluşmuştu. Bu yüzden iktidarda bulunan Ahiler, işlediği bir suçtan ötürü Şems-i Tebrizî’ye suikast düzenleyerek öldürdüler. Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesi olayında devrin Adliye Nazırı (Emir-i Dad) Nusratüddin Ahmed bulunmaktadır. Bu yüzden Şems’in öldürülmesi olayının adli bir vaka olduğu anlaşılmaktadır.[13 - Mikâil Bayram, Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, Konya 2006, s. 152-157.] O dönemde Ahiler şehirde inzibat ve güvenlik hizmetini görüyorlardı.
Bu olay Mevlana ve çevresindekiler ile Ahiler arasındaki gerginliği had safhaya çıkardı. Devlet adamları bu gerginliği yatıştırmak ve Moğolların iç işlerine müdahalelerini önlemek için Ahi Evren Nasîrüddin, Mevlana’nın oğlu Alâeddin Çelebi gibi bazı kişilerin Konya’dan Kırşehir’e gitmelerini sağladılar. Mevlana ve halefleri, XIII. asrın sonlarında fikrî üstünlük kurmuşlardı. Şehrin güvenliğinde söz sahibi olmuşlardı. Bu mücadeleler ve Moğolların fikrî ve siyasi baskıları yüzünden Konya’dan uç bölgelere ve Memlûklüler ülkesine, yani Suriye’ye göçler olmuştur. Sadreddin Konevî’nin, vasiyetinde[14 - O. Nuri Ergin, “Sadreddin Konevi ve Eserleri” , Şarkiyat Mec. (İst. 1958), II. 82-83.] “Gençler bir an önce Anadolu’yu terk etsinler.” demesi bundandır. Aynı şekilde Hacı Bektaş-ı Veli de halifelerine uç bölgelere göçmelerini öğütlemektedir.[15 - Firdevsî-i Rumî, Menakıb-i Hacı Bektaş-ı Veli, Hacıbektaş İlçe Ktp. no. 200, yp. 196a.]Özellikle 1261 yılında bazı münevverlerin ve emirlerin, Moğollar tarafından öldürülmesi şehirde büyük bir tedirginlik yaratmıştı. Bu tedirginliği yaşayanlardan biri de Sadreddin-i Konevî’dir.
Diğer Anadolu şehirlerinden farklı olarak Konya’da İran unsurunun sosyal ve kültürel bir ağırlığı bulunduğu fark edilmektedir. Mevlana’nın Fîhi Mâ fîh’inden çarşı ve pazar dilinin Farsça olduğu anlaşılmaktadır. 90 senelik ömrü Anadolu’da geçen Mevlana’nın oğlu Sultan Veled Rebabnâme’nin mukaddimesinde: “Ben Türkçe bilmiyorum. Bu eserde derlediğim Türkçe sözler sünuhat kabilinden gönlüme doğmuştur.” demektedir.[16 - F. Köprülü, Millî Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri, İstanbul 1928.]Intihâname’sinde de “Türkçe ve Rumca söylemeyi bırak çünkü bu dilleri bilmiyorsun.” diyor.[17 - Age., Neşr. C. Hümaî, Tahran, 1315, s. 7.] Sultan Veled’in bu itirafı İran dili ve kültürünün Konya’da iyice yerleşmiş olduğunu göstermektedir. XIV. asrın başından itibaren Konya’nın Karamanoğulları’nın yönetimine girmesinden sonra şehrin etnik durumu Türkler lehine gelişme göstermiştir.
Konya, Selçuklular zamanında ticari faaliyetlerin çok yoğun olduğu bir merkez durumunda idi. Karaman, Aksaray, Akşehir ve Beyşehir istikametlerinden gelen yollar da Konya’da birleşiyorlardı. Bu durum, şehre ticari bir canlılık vermekte idi. Bu yollar üzerinden 30 km ara ile sıralanan kervansaraylar ticari faaliyetlerin emniyet içinde yürütülmesini sağlamaktaydı. Selçuklu Devleti, ticari faaliyetlerin düzenli bir biçimde, aksamadan yürütülmesine ve gelişmesine büyük önem vermekteydi. Şehir içinde de çok sayıda han ve bedesten bulunmaktaydı. Bu hanlardan birçokları yakın zamana kadar faallerdi. Anadolu dışına mal ihraç, ithal etmek; ithalat ve ihracatı güven altına almak maksadıyla ülkenin her yanında kervansaraylar yapıldığı gibi Akdeniz ve Karadeniz sahillerinde muhkem kaleler ve tersaneler inşa edilmiştir. Konya’da gayrimüslimler, şehirde Türk unsurunun yanında İranlılar, Hintliler ve Araplar, gayrimüslimler de vardı. Doğu illerinden gelip yerleşmeler neticesinde Konya’da büyük bir nüfus artışı olmuş ve şehir süratle büyümüştür. Bunun sonucunda yerli Rum halk, iyice azınlık durumuna düşmüş bulunuyordu. Aileler içinde Rum, Ermeni Gürcü asıllı köleler bulunuyordu. İlim meclislerinde ve ders halkalarında İslami ilimlere dair eserleri mütalaa edenler arasında gayrimüslim olan şahısların adlarına da rastlanmaktadır. Mesela 641 (1243) yılı Safer ayında Sadreddin-i Konevî’nin ders halkasında Gulbek b. Abdullah ve Özbek b. Abdullah adlarında iki gayrimüslim şahsın (biri Ermeni diğeri Türk asıllı) bulunduğunu görüyoruz.[18 - Yusufağa Ktp. Nr. 4692, yp. 130b.] Keza Sultan II. İzzeddin Keykâvus’un veziri olan Kadı İzzeddin’in Vakfıyesi’ne imza koyanlar arasında Thomas adlı bir Rum bulunmaktadır. Bu Rum’un sultana yakın olduğu da belirtilmektedir.[19 - Mikâil Bayram, “Selçuklu Veziri Kadı İzzeddin Tarafından Düzenlenen bir Vakıfnâme”, Ata Dergisi, Konya 1997, s. 47-53.] Vâkıâ Ahi Evren de Letaif-i Hikmet adlı eserinde bu sultana Anadolu’daki Rumlara yakınlık göstermesini ve onlara ekonomik yardımda bulunmasını öğütlemektedir.
Mevlana bir gün dostu Salahuddin-i Zerkub’un yanına gitti. Zerkub kendisine bağ tanzim ediyordu. Usta ve ameleler çalışıyorlardı. Mevlana, Zerkub’a sordu: “Bu çalışanlar kimlerdir?” Zerkub da bu amelelerin Türk olduklarını söyledi. Bunun üzerine Mevlana ona: “Ey efendi! Bağ imar etmek için Rum ameleler, yıkmak için Türk ameleler çalıştırman gerekir. Çünkü Allah Türkleri dünyayı harap etmek, Rumları imar etmek için yaratmıştır.” der. Eflâkî de Mevlana’nın bu görüşüne ilave olarak ve teyit ederek: “Günümüzde de öyle değil mi? Güzelim Konya’yı harap ettiler.”[20 - Menâkibu’l-arifin, II, 721; Eflâkî, burada Ahilerin ve Karaman Oğullarının isyanını kastetmektedir.] diyor. Bu haber Rumların toplumda saygın tutulduklarını göstermektedir.
Genel olarak Anadolu şehirlerinde Rum, Ermeni gibi gayrimüslim halklara ait mahalleler bulunuyordu. XIII. asırda Konya’da dış surlar dâhilinde gayrimüslimlere ait bir mahallenin mevcut olmadığı, bugün ayakta duran Selçuklular devrinden kalan yapıların dağılımından anlaşılmaktadır. Selçuklular zamanında düzenlenen birçok vakfiyelerin şahitleri arasında gayrimüslim kişilerin adlarına sık sık rastlandığına göre bu gayrimüslimler İslami eğitim de görüyorlardı. Ancak surlar dışında belli bir yerde ikamet etmekte oldukları muhakkaktır. Zira Cumhuriyet Dönemi’ne kadar Konya’da Rum ve Ermeni azınlıklar varlıklarını devam ettirmişlerdir. Gayrimüslimlerin en yoğun olarak yaşadıkları yer ise Sille idi.
SELÇUKLULAR ZAMANINDA KONYA’DA SU ŞEBEKELERİ
Türkiye Selçukluları zamanında Konya’nın ve yakın çevresindeki bağ ve bahçelerin su ihtiyacını karşılayan su şebekelerini açıklamaya geçmeden önce şehir olarak Konya’nın Selçuklular zamanındaki genel durumunu kısaca tasvir etmek yerinde olacaktır. Orta Çağ İslam dünyasında şehirlerin kuruluş ve dizayn biçimi üç aşağı beş yukarı birbirlerine benzer. Konya da bir Orta Çağ şehri olarak dizayn edilmiştir. Bu yönü ile diğer Anadolu şehirlerine örnek olmuştur.
Türkiye Selçukluları Devleti’nin başşehri olarak Konya XIII. yüzyılda 50 bin nüfuslu büyük bir şehir idi. Bu nüfus, o günün şartlarında oldukça yüksek sayılır ve kalabalık bir şehir olduğu anlamına gelmektedir. Konya’yı bir Selçuklu şehri olarak yeniden kuran ve değişmez bir başşehir olmasını sağlayan I. Alâeddin Keykubad olmuştur. Keykubad’dan önceki dönemlerde Konya defalarca Haçlı kuvvetlerinin işgallerine uğradığı gibi iç savaşlar sırasında defalarca muhasara altına alınmış ve şehir bu saldırılara karşı savunulamamıştır. Çünkü şehrin sağlam savunma sistemi yoktu. Şehir daha çok Gevale Kalesi’ndeki askerî birlikler tarafından savunuluyordu. Şehir muhafız birlikleri burada bulunuyordu. Bugünkü Alâeddin Tepesi’nin etrafını çevreleyen Romalılardan kalan surlar çok yetersiz idi. Sultan Mesud bu surları tahkim etmiş ve bugünkü Alâeddin Cami’yi inşa etmişti. Caminin yerinde bir kilise olduğu tahmin edilmektedir. Sultan Alâeddin Keykubad 1219 yılında iktidara gelince şehrin saldırılara karşı güvenliğini sağlamak için bütün emirlerini görevlendirerek Alâeddin Tepesi etrafındaki surları yeniden inşa ettiği gibi bir de şehrin oturduğu alanı çepeçevre kucaklayan dış surlar inşa ettirdi. 140 emir iki sene gibi kısa bir zamanda bu işi tamamladılar.[21 - Anonim, Tarih-i Al-i Selçuk, Neşr, F. Nafiz Uzluk, Ankara, 1952, s. 45.] Bu dış surları da çevreleyen derin bir hendek yapılmıştı. Meram Deresi’nin suyu, Sille Çayı ve sel suları bu hendeğe bağlanarak üçüncü bir savunma hattı oluşturulmuştu. Dış surların 12 kapısı vardı. Bu kapılardan şehri dış dünyaya bağlayan içi su dolu hendek üzerine köprüler inşa edilmişti.
XIII. yüzyıl boyunca Konya’da hızlı bir nüfus artışı olmuştur. Buna bağlı olarak yapılaşma da artmıştır. Artan nüfus surların içine sığmayınca sur ve hendeğin dışında mahalleler oluşmuş, bağ evleri yapılmıştır. Bu devrin şairi Ünsî Şehnâme’sinde o günkü Konya’da 360 zaviye, 70 hanikâh, 7 büyük cami (cuma namazı kılınan camiler) ve 300 mescidin yıldız gibi şehre dağıldığını yazmaktadır.[22 - Age. Neşr. Mesut Koman, Konya, 1942.] Bu dinî yapılar üzerinden hesap yapıldığı zaman Konya’nın 50 bin nüfuslu bir şehir olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu büyüklükteki şehrin su ihtiyacını karşılamak için yöneticilerin büyük uğraş verdikleri ve bu yönden şehri tahkim ettikleri sağlam su şebekeleri inşa ettikleri anlaşılmaktadır. Evvela şehrin su ihtiyacı künklerle Meram Deresi’nden şehre ulaştırılan su ile karşılanmaktaydı. Bu künklerle şehre getirilen su, gene künklerle şehirdeki yapılara ve halkın kolayca ulaşacağı çeşmelere verilmekteydi. Cami, mescit, hanikâh gibi müesseseler için suyun ne kadar büyük önem taşıdığı izahtan varestedir. Zaman zaman temel hafriyatları sırasında o dönemde döşenmiş künklere rastlanmaktadır. Keza tarihî yapılarda yapılan kazı ve incelemelerde de bu künkler görülebilmektedir. Bu binalar inşa edildiği zaman temele künkler de döşenmiştir. O dönemde künk döşemek suretiyle çok uzak mesafelere su götürme yöntemi yaygın olarak kullanılmıştır. Şehirde suyun en fazla ihtiyaç duyulduğu alan hiç şüphesiz şehrin sanayi bölgesiydi. İsmet Paşa İlkokulunun doğusu sanayi bölgesiydi. Meram Deresi ve Sille Çayı sanayi bölgesinden geçmekteydi. Derici atölyeleri işte bu akarsuyun kenarında olmalıdır. Çünkü bu iş alanı ancak akarsu kenarında kurulabilir.
Konya’da yer altı sularına kolay ulaşıldığı için evlerin bahçelerine kuyular vurulmak suretiyle de su temin edilmesinin yaygın bir yöntem olduğu anlaşılmaktadır. O zamandan kalan bir kuyu bugün hâlâ duruyor. Bu kuyu Ahi Bedrüddin Gühertaş’ın bahçesinin kuyusu idi. Şems-i Tebrizî’yi öldürenler onun cesedini Ahi Bedrüddin Gühertaş’ın bahçesindeki kuyuya atmışlardı.[23 - Geniş bilgi için bk. A. Gölpınarlı, Mevlana Celâeddin, İstanbul, 1959, s. 81-85.] Bilahare bu kuyunun üzerine Şems-i Tebrizî için türbe inşa edilmiş ve kuyunun ağzı sanduka ile kapatılmıştır. Geniş bilgi için sarnıçlar inşa ederek yaz için su biriktirme ve saklama yöntemi de yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. O dönemden kalan sarnıç örnekleri de vardır.
Türkiye Selçukluları zamanında şehirler kurulurken şehirde oluşan atık suları şehir dışına atmak için muntazam atık su yolu (rah-ı çerkab) şebekesi inşa edildiği görülmektedir.[24 - İbn Bibi, El-Evamirü’l-Alâiyye, Neşr. A. Sadık Erzi, Ankara, 1956, s. 528-531.] Bu atık su yollarının, içinde insan yürüyebilecek kadar geniş olarak inşa edildiği anlaşılmaktadır. Moğollar 1243 yılında Kayseri’yi muhasara ettikleri zaman bir türlü şehir surlarından gedik açamadılar. Moğollara karşı şehri Ahiler savunmaktaydı. Sonunda hain çıkan şehir Subaşısı Ermeni asıllı Hüsâmeddin-i Hacok atık su yolundan surların dışına çıkmış, Moğol Komutanı Baycu Noyan ile gizli bir görüşme yapmış ve Moğol askerlerinin atık su yolundan şehre girmelerini sağlamıştı. (İbn Bibi, el-Evamirü’l-alâiyye, Neşr. A. Sadık Erzi, Ankara, 1956. s. 528-531.) Karaman Oğlu Mehmed Bey ile Alâeddin Siyavuş da Akşehir’den Konya’ya dönünce şehir halkı şehrin kapılarını kapatmış onları şehre sokmamışlar ve savunmaya geçmişlerdi. Bunun üzerine Mehmed Bey ve Alâeddin Siyavuş atık su yolundan şehre girmeye çalışmışlardı.
Konya, Türkiye Selçukluları zamanında etrafı bağlık bahçelik olan bir şehir idi. Çevresindeki bu bağ ve bahçelerin su ihtiyacı çevredeki derelerden Konya Ovası’na akan sulardan karşılanmaktaydı. Suyu en bol olan dere ise hiç şüphesiz Meram Deresi idi. O dönemde Meram Deresi ve çevresi ormanlık bir alandı. I. Gıyâseddin Keyhüsrev 1203 yılında Gevale Kalesi’ni zapt etmeye çalışırken kuşatma uzun sürmüştü. Başarısız duruma düşen askerler Meram Vadisi’ndeki ormanlık alana dağılmışlar ve bu ormanlık alanda askerleri tekrar toparlamak mümkün olamamıştı.
Meram Deresi boyunca müteaddit su değirmenleri vardı. Yakın zamana kadar bu değirmenler faal idiler. O dönemde de Meram Bağları bugün olduğu gibi gezinti ve tenezzüh yeriydi. Şehrin ileri gelenleri burada bağ ve bağ evi ediniyorlardı. Mevlana ve Sadreddin Konevî’nin sık sık Meram’a tenezzühe çıktıkları ve dostlarının bağ evlerine gittikleri rivayet edilmektedir. Bugün üzerinde Sille Barajı’nın bulunduğu Sille Deresi’nin suyu da Hoca Cihan Mahallesi cihetinden Konya’ya ulaşmaktaydı. Bu cihetteki bağ ve bahçeler bu su ile sulandığı gibi şehrin ihtiyacında da kullanılmaktaydı.
Konya ve çevresini besleyen su kaynaklarından biri de Hatip ve Çayır-bağı Sularıydı. Konya’yı zapt etmek için gelen askerî birlikler Hatip’te konuşlanıyorlardı. Konya’ya gelen Haçlı kuvvetleri ve Moğol askerleri burayı kendilerine karargâh tutuyorlardı. Hatta Hülagu Han’ın amcasının oğlu olan Moğol orduları komutanı Baycu Noyan bazı siyasi emellerini gerçekleştirmek için burada bir kışla inşa etmişti ve otağını da burada kurmuştu. Mevlana Celâleddin’i burada huzuruna kabul etmişti. Bu sudan dolayı Konya Ovası’nın bu kesiminde geniş ekim alanları vardı. Meram gibi bağlık ve bahçelik idi.
Vezir Kadı İzzeddin’in Vakfiye’sinden öğrendiğimize göre[25 - Bu Vakfiye’nin orijinal metni Mevlana Müzesi arşivindedir.] Kadınhanı ilçesi Kadı İzzeddin’in ikta mülkü olduğu gibi Kestel Ormanları’ndan kaynaklanan Kestel suyu da Kadı İzzeddin’in ikta mülkü idi. Onun için bu suyun tasarruf yetkisi ona ait idi. İmam Hatip Lisesinin bulunduğu yerde Kadı İzzeddin’in inşa ettiği cami, medrese ve bir darüşşifa (Mâristân-i Atik) bulunmaktaydı. Bu suyun satışından sağlanan gelirleri, kurduğu müessesenin harcamalarına tahsis etmiştir. 1252 yılında düzenlenen bu Vakfiye’den anlaşılmaktadır ki Kestel Suyu, Kadınhanı yakınlarındaki Koşmar köyünden geçerek Konya Ovası’na inmekteydi. Kayacık’tan geçerek Sıra Çalılar mevkisinden Divanlar (Divanegan) köyüne ulaşmaktaydı. Bu suyun açık havada bu kadar uzak mesafeye gitmesi imkânsız görünüyor. Muhtemelen bu mesafeye künk döşenmiştir diye düşünüyorum. Konya’nın kuzey cihetine düşen ekili arazileri bu su ile sulanıyordu.
II. Bölüm
a. Devlet Adamlarının Bilimi Himayeleri
Selçuklular zamanında teşekkül eden Türk-İslam medeniyetinin ilk bir buçuk asrında felsefe ve pozitif ilimlere büyük bir ilgi duyulduğu dikkati çekmektedir. Bunun da en önemli sebebi, Anadolu’da kurulan ilk Türk devletleri yöneticilerinin ilim ve fikir adamlarını bu alana yönlendirmeleri ve müspet ilimlerle mücehhez olan ilim adamlarını himaye edip onların çalışmalarına imkân vermeleridir.
Anadolu’da ilk ilmî faaliyetlerin Dânişmend Oğulları Devleti zamanında ve Dânişmendliler bölgesinde başladığını tespit etmekteyiz. Bu devletin kurucusu Melik Ahmed Gazi, Selçuklu ailesinin muallimi Dânişmend Ali Taylu’nun oğludur. Kendisi de babası gibi dânişmend (bilge) bir kişi idi. Kurduğu devlete “Dânişmendiyye” devleti denmesi bundandır. Anadolu’nun ilk medreseleri XII. asrın ilk yarısında Dânişmend Oğulları zamanında Niksar, Tokat, Sivas ve Kayseri’de yapılmıştır.
Bugünkü bilgilerimize göre Anadolu’da ilk defa bilimsel bir eser telif eden İbnü’l-Kemal İlyas b. Ahmed, Dânişmendlilerin Kayseri şehir muhafızı olup heyet (astronomi) ilmine dair olan Keşfü’l-akabe adlı eserini Dânişmend Oğlu Melik Ahmed Gazi’ye sunmuştur.[26 - “Mikâil Bayram, Anadolu’da Te’Iif Edilen İlk Eser “Keşfu’l-Akabe”, Konya, 1981, s. 10-15, 20.] Eserinde Melik Ahmed Gazi’nin astronomi ve felsefeye ilgi duyduğunu da belirten İbnü’l-Kemal, eserinin bir yerinde de onun hakkında: “O yüce zatı iltizam edenler çoğunlukla fazıl ve filozoflardır (hükemâ). Dünyanın her yanından bilge kişiler o hazrete yöneldiler. Her biri ilmini yayması nispetinde itibar görüp o hazretin cömertlik denizinden paylarını aldılar.[27 - Keşfü’l-Akabe, Fatih Ktp. No. 5426. Yp. 250a.] Demek suretiyle Melik Ahmed Gazi’nin bilimi ve bilim adamlarını himaye ettiğini ifade etmiştir.
XII. asrın sonlarında Anadolu Selçukluları, Dânişmend Oğulları Devleti’ni ortadan kaldırdılar. Fakat Dânişmend Oğullarının koyduğu bilimsel gelenek Dânişmend ilinde devam etmiştir. Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan, Dânişmend Oğulları Devleti’ni ortadan kaldırdıktan sonra Dânişmendlilerin başşehri Tokat ve çevresini oğlu Rükneddin Süleyman Şah’a vermişti. Dânişmend ilinde eğitim gören Süleyman Şah da Dânişmend Oğlu Melik Ahmed Gazi gibi ilim sever, fazıl ve filozof bir insandı. Mutaassıp bir Şafii olan İbnü’l-Esir onun hakkında şöyle demektedir: “Ancak onun itikadının bozuk olduğu, felsefi inançlar taşıdığı, bu inançta olanların ona sığınıp ondan yardım ve himaye gördükleri nakledilir. Fakat o akıllı idi. Halkın tepkisinden çekindiği için bu inanç ve itikadını açığa vurmazdı.[28 - İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi ‘t-Tarih, Beyrut, 386/1966, XII, s. 196.] Bilahare Selçuklu tahtına oturan Süleyman Şah, Tokat ve yöresinde Dânişmend Oğlu Melik Ahmed Gazi’nin başlattığı ilmî ve fikrî geleneği devam ettirmiştir. Yine İbnü’l-Esir, çeşitli mezhepten ilim adamlarının onun huzurunda münakaşa ettiklerini bildirmektedir.[29 - el-Kâmil, XII, 196. Burada bahsedilen münakaşada bir fakihin hakaretine maruz kalan filozof, Maktûl Suhreverdi’den başkası değildir.] İbn Bibi, İşrâki Filozof Şihabüddin-i Suhreverdi el-Maktûl’un Pertevnâme adlı felsefi eserini Tokat’ta Süleyman Şah’a takdim ettiğini yazmaktadır.[30 - el-Evâmirü’l-Alâiyye, Nşr. A. Sadık Erzi, Ankara, 1956, s. 25.]
Dânişmendli emirlerden ve Dânişmendnâme adlı destani eserin kahramanlarından Terken Şâh’ın torunu olup Sultan I. İzzeddin Keykâvus ve I. Alâeddin Keykubad zamanlarında Amasya valisi olan Emir Mübârizüddin Hâlifet Gazi, 1209 (606) yılında Amasya’da medrese inşa etmiştir.[31 - Re’fet Yinanç, “Amasya Hâlifet Gâzî Medresesi”, Vakıflar Dergisi, Ankara, 1982, XV, s. 5-14.] Bu medresede hizmet veren Hâkim Bereket adlı bir bilgin tıp ilmine dair Tuhfe-i Mübârizî ve Hulâsa der ilm-i Tıb adlarında Türkçe iki eser yazmıştır.[32 - Bu iki eserin birer nüshası Konya İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi No. 12049 ve 12050’de kayıtlıdır. Bu iki eser, Anadolu’da telif edildiği bilinen ilk Türkçe eserlerdir. Hâkim Bereket de Anadolu’da ilk Türkçe eser veren bilgin durumundadır.] Onun bu eserleri Anadolu’da telif edildiği bilinen ilk Türkçe eserlerdir.
Anadolu Selçukluları Devleti sultanları da pozitif ilimlere vâkıf idiler ve bu ilim sahiplerini gözetiyorlardı. Nitekim o dönemin tarihçisi İbnü’l-Esir, Anadolu Selçukluları Devleti’nin kurucusu Süleyman Şah’ın Babası Kutalmış’tan bahsederken: “Tuhaf olan şu ki bu Kutalmış Türk olmasına rağmen astronomi (nücum) ilmini çok iyi biliyordu. Ayrıca kavimler ilmini de iyi bilirdi. Kendisinden sonra da oğulları bu ilimlere rağbet göstermeye devam ettiler ve bu ilimlerde sivrilmiş olan bilim adamlarını korudular.”[33 - el-Kâmil, X, 37.] demek suretiyle bu hususu gayet açık bir suretle ifade etmektedir. XII. yüzyıl sonlarında Anadolu’ya gelip Akâid-i Ehl-i Sünnet adlı bir eser yazan Ömer b. Muhammed b. Ali es-Savî adında bir zat adı geçen eserinin ön sözünde: “Diyar-ı Rum’a (Anadolu’ya) geldim. İnsanların astronomiye (ilm-i nücum) rağbet ettiklerini ancak dinî ilimlerden bihaber olduklarını gördüm.”[34 - Akaid-i ehl-i Sünnet, Fatih Ktp. No. 5426, yp. 193a.] diyerek İbnü’l-Esir’in dediklerini teyit etmektedir.
Çok yönlü bir ilim adamı olan Hubeyş b. İbrahim et-Tiflîsi adlı zat Sultan II. Kılıçarslan zamanında Kayseri’ye gelmiş ve bu sultanın himayesine girmiştir. Sıhhatti’l-Ebdân ve Takvîmü’l-Edviyye adlarında tıbba dair eserler telif ettiği gibi Medhalilâ İlmi’n-Nücum ve Beyânü’n-Nücum adlarında astronomiye dair ve Beyânü-s-Sinâat adlı hirfete dair eserler de yazmıştır.[35 - İsmail Paşa, Hediyetül Arifin, 1263] II. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra iki nöbet Selçuklu tahtına oturan oğlu I. Gıyâseddin Keyhüsrev de pozitif ilimlere vâkıf, şair ve edip bir sultan olarak bilinmektedir. İbn Bibi onun İbn-i Sina’nın hayranlarından olduğunu yazmaktadır.[36 - el-Evâmirü’l-Alâiyye.] Bu sultanın kız kardeşi Gevher Nesibe Hâtûn da Kayseri’de devrin en büyük tıp merkezlerinden birini inşa etmiştir. Muhtemelen Tiflisli Hubeyş b. İbrahim, bu tıp merkezinin ilk müderrisidir. Bugün de bu medrese ayakta durmakta ve hizmet vermektedir.
I. Gıyâseddin Keyhüsrev, iki oğlu I. İzzeddin Keykâvus ve I. Alâeddin Keykubad’ı da kendisi gibi yetiştirdiği anlaşılmaktadır. Bu üç sultan da Arapça, Farsça ve Rumca biliyorlardı. Bilim sever idiler ve Anadolu’da birçok bilimsel müesseseler kurmuşlardır. Özellikle de Sultan Alâeddin Keykubad çok kültürlü bir sultan olarak tanınmaktadır. Heyet ilmine vâkıf idi. Ahi Teşkilatı’nın başmimarı olup Ahi Evren diye bilinen Şeyh Nasîrüddin Mahmud Yezdan-Şinaht, Mürşidü’l-Kifâye ve Ahlâk-i Nasırı adlı eserlerini ona ithaf etmiştir. Ahi Evren onu hâkim bir kişi olarak anlatmaktadır. Yine bu Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin Mahmud, Alâeddin Keykubad’ın emri ile İbn-i Sina’nın bazı eserlerini Farsçaya tercüme etmiştir.[37 - Ayasofya (Süleymaniye) Ktp. No. 4851, yp. 31b. Aynı zamanda doktor olan Ahi Evren’in tıbba dair llmu’t-Teşrih adlı eseri günümüze kadar gelmemiştir.] İbn Bibi de onu okumayı seven bir hükümdar olarak anmaktadır. Heyet ilmine dair eserleri okumaktan hoşlandığını, Nizâmü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’sinde, İmam-ı Gazali’nin Kimya-i Saadet’ini ve Kâbus-i Veşmgîr’in Kâbusnâme’sini çokça mütalaa ettiğini de bildirmektedir.[38 - el-Evâmirü’l-Alâiyye., s. 228.]
b. Alâeddin Keykubad Örneği
Türkiye Selçukluları Sultanı I. Alâeddin Keykubad dönemi her bakımdan Anadolu’nun en parlak ve en güçlü olduğu bir dönemdir. I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in oğludur. Babası, kardeşi Rükneddin Süleyman Şah tarafından 1196 yılında tahttan indirilip yurt dışına sürüldüğü zaman o henüz omuzlarda taşınan bir çocuk idi. I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in uzun ve maceralı yolculuğu esnasında Alâeddin Keykubad, babasının etrafındaki kalabalık cemaatle birlikte Trabzon’dan deniz yoluyla İstanbul’a gelmiş ve Bizans’a sığınmışlardı. Dokuz yıl süren bu sürgün hayatında Komnenoslar denilen imparatorluk hanedan üyesi olan Manuel Mavrozomes ailesinin konuğu olmuşlardı. Çünkü I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in hanımı Manuel Mavrozomes’un kızıydı. Alâeddin Keykubad ve ağabeyi İzzeddin Keykâvus’un delikanlılık çağları sürgün döneminde ve İstanbul’da geçti. Dolayısıyla ilk tahsilleri de burada geçmiştir. Dokuz yıl süren bu sürgün esnasında Rumcayı öğrenmiş olmaları yanında beraberlerinde götürdükleri lalalardan da ders alıyorlardı şüphesiz. Bu iki şehzade babalarının atabeyi olan Seyfüddin Ayaba’nın gözetiminde eğitim ve öğretim gördükleri İbn Bibi’nin anlatımlarından anlaşılmaktadır.[39 - İbn Bibi, el-Evâmirü’l-Alâiyye, Neşr, A. Sadık Erzi, Ankara 1956. s. 264-273; Anonim Selçuk-name, Ankara 1952, s. 45-46.] I. İzzeddin Keykâvus ve kardeşi I. Alâeddin Keykubad’ın gençlik dönemlerinde çok iyi Farsça ve Arapça öğrendikleri bilinmektedir. Özellikle Farsça olarak yazdıkları günümüze gelen şiirlerinden yüksek derecede Farsça öğrendikleri görülmektedir.
Osmanlılarda olduğu gibi Türkiye Selçuklularında da şehzadeler belli şehirlerde eğitim ve öğretim görürlerdi. Türkiye Selçuklularında Malatya ve Tokat vilayetleri şehzadelerin eğitim ve öğretim gördükleri bölgeler idi. Şehzadeler melik statüsü ile bu illere gönderiliyordu. I. Gıyâseddin Keyhüsrev dokuz sene süren sürgün hayatından sonra tekrar Anadolu’ya dönüp ikinci defa tahta geçince büyük oğlu İzzeddin Keykâvus’u Malatya’ya, ikinci oğlu Alâeddin Keykubad’ı Tokat’a melik statüsü ile gönderdi. Bu dönemde ona lalalık yapan bilim ve fikir adamları kimlerdi? Bu konuda bize herhangi bilgi ulaşmış değildir. Fakat tıp ilmine dair eserleri ile tanıdığımız Hâkim Bereket tam o tarihlerde Amasya’da bulunuyordu. Alâeddin Keykubad’ın bu Türkmen bilge kişiye yakınlığı bulunduğu kuvvetle muhtemeldir. Keykubad’ın amcası II. Süleyman Şah da Tokat bölgesi şehzadesiyken kardeşi I. Gıyâseddin Keyhüsrev’i tahttan indirerek onun yerine geçmişti. Felsefeye ve tabiat bilimlerine vâkıf sanatkâr ruhlu bir sultan idi.[40 - İbnü’l, el-Kâmil fî’t-tarih, Beyrut 1386/1966, XII, 196.] Alâeddin Keykubad da zihniyet bakımından ona benzemektedir.
Selçuklular döneminde Malatya ve çevresinde İran millî kültürü, Tokat ve çevresinde ise Türkmencilik ülküsü kuvvetli idi. Onun için bu iki yörenin halkı arasında şiddetli fikrî ve siyasi rekabet yaşanmaktaydı. Bu yüzden bu iki vilayetin halkı kendi şehzadelerini iktidara getirmek, sultan yapmak yönünde faaliyette bulunuyorlardı. Aynen bugünkü siyasi partiler gibi faaliyet gösteriyorlardı. Bu yüzden Gıyâseddin Keyhüsrev 1211 yılında vefat edince Malatya Şehzadesi İzzeddin Keykâvus ile Tokat şehzadesi olan Alâeddin Keykubad arasında taht mücadelesi baş gösterdi. Bu mücadelede I. İzzeddin Keykâvus galip gelince kardeşi Alâeddin Keykubad’ı Malatya yakınlarındaki Minşar Kalesi’nde tutukladı. Böylece Alâeddin Keykubad, kardeşinin iktidarı süresince sekiz yıl tutuklu kaldı. Ancak İzzeddin Keykâvus bir suikast sonucu öldürülünce[41 - Kadi Ahmed, el-Veledü’ş-Şefık, Fatih (Süleymaniye) Ktp. No. 4518, yp. 218; Menakib-i Evhadüddin-i Kirmânî, Neşr. B. Furûzan-fer, Tehran 1969, s. 252-261.]devlet ileri gelenleri Alâeddin Keykubad’ı tahta oturtmaya karar verdiler. Böylece 1219 yılında Alâeddin Keykubad’ın Selçuklu tahtına geçmesi gerçekleşti. Bu durum Türkmen çevrelerde büyük sevinç yaratmıştır. Burada amacımız, I. Alâeddin Keykubad’ın ilmî kişiliğini açıklamak olduğundan olayların detaylarından sarfınazar ediyoruz.
Yukarıda da ifade edildiği üzere Alâeddin Keykubad’ın şehzadeliği, eğitim ve öğretimi Tokat’ta geçti. Bu bölge o dönemde Dânişmend ili diye anılıyordu. Çünkü Dânişmend Oğulları Devleti bu bölgede kurulmuştur. Yüz sene bu bölgede hüküm süren Dânişmend Oğulları, ülkelerinde Türk millî kültürüne dayalı bir mefkûreyi ve gazilik ülküsünü yerleştirmiş ve bunu devletlerinin politikası hâline getirmişlerdi. Ülkelerinde birçok medreseler kurarak tabii bilimlerin tedris edilmesini ve böylece bilimsel/ilimlerin yerleşmesi ve gelişmesini sağlamışlardır. Dânişmend Oğullarının bu bölgeye yerleştirdikleri bu zihniyet Osmanlılar zamanında da bir süre devam etmiştir. Ünlü Osmanlı Tarihçisi Paul Wittek, Timurlenk’in Anadolu’yu istila etmesinden sonra parçalanan Osmanlı Devleti’nin birliğini Amasya Şehzadesi I. Mehmed Çelebi’nin yeniden sağlamış olmasını bu şehzadenin 10 sene dağlık Amasya bölgesinde Dânişmend Oğullarından intikal eden millî şuur ve gazilik ruhu içinde yetişmesi ve bu ruh ve şuur ile yeniden tav almış olması ile izah eder.[42 - Ankara Bozgunundan İstanbul Zaptına, Belleten, Ankara, 1943, VII, 582.] İşte Alâeddin Keykubad şehzadelik döneminde Dânişmend ilinde, Türkmencilik ruhu ve gazilik ülküsü içinde yetişmiştir. Bu yüzden o dönemde Türkmenler ona “Uluğ Sultan” diyorlardı.[43 - Anamur’daki Ak Mescid kitabesinde Sultan Alâeddin bu unvanı ile anılmıştır.]
Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh’ın kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’nın “şeyhü’ş-şüyûh”ü Şihabüddin es-Sühreverdi 1220 yılında Alâeddin Keykubad’a Fütüvvet üniforması kuşatmak üzere Anadolu’ya geldiğinde bir süre Malatya’da kalmıştı. O Malatya’da iken Kübreviyye Tarikatı Şeyhi Necmüddin-i Daye telif etmiş olduğu Mirsadü’l-İbad adlı eserini Şeyh Şihabüddin-i Sührederdi’ye takdim etmiş, o da eseri mütalaa edince çok beğenmiş ve yazarına: “Bu Diyar-ı Rum’un genç, bilgili, ilmî ve ilim adamlarını himaye eden bir sultanı var. Sen bu eserini ona ithaf et.” demiş ve onun bu tavsiyesi üzerine Şeyh Necmüddin-i Daye Mirsadü’lİbad adlı ünlü eserini Uluğ Sultan Alâeddin Keykubad’a sunmuştur.[44 - Mirsadü’l ibad Neşr M. Emin-i Riyahi Tehran 1366, s. 20-22.] İbn Bibi’nin anlattığına göre Beyşehir Gölü kenarında inşa edilen Kubâdâbâd Sarayı’nın tamamlandığı tarihte Alâeddin Keykubad burada tatil yaparken birtakım ilim adamları Kubâdâbâd’a gitmişler, sultan adına kaleme aldıkları eserlerini kendisine takdim etmişler. Sultan da bu gelen ilim adamlarıyla günlerce sohbetlerde bulunmuş, onların eserlerini mütalaa etmiş ve onlara büyük izzet, ikram ve ihsanlarda bulunmuştur.[45 - El-Evamirü’l alaiyye, s.]
Sultan Alâeddin’in bu ilim severliğinden olmalı ki bugüne kadar kütüphanelerde yaptığım araştırma ve taramalarda Sultan Alâeddin Keykubad’a 12 eserin sunulduğunu tespit etmiş bulunuyorum. Bu eserlerden dört tanesini Ahi Teşkilat’ının başmimarı olan Ahi Evren Hace Nasîrüddin[46 - Mikâil Bayram, Hace Nasîrüddin Muhammed-i Tusî‘nin İntihalciliği, S.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Konya 2005, Sayı.20, s. 11-12.] takdim etmiştir. İbn Bibi, Alâeddin Keykubad’ın ibadete riayet eden ve okumayı seven bir sultan olduğunu; Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’si ile İmam Gazali’nin Kimya-i Saadet’ini ve Kâbus-i Veşmgîr’in Kâbusnâme’sini çokça okuduğunu ve fakat heyet (astronomi) ilmine dair eserleri okumayı pek sevdiğini anlatmaktadır.[47 - el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 228] Takdir edersiniz ki heyet ilmine dair eserleri okuyabilmek için iyi derecede matematik ve geometri bilmek gerekir. Demek ki Uluğ Sultan tabii ve akli ilimlere vâkıf bir kişi idi. İbn-i Sina’nın bazı eserlerini tercüme ettirmesi de onun tabiat bilimlerine vukufuna şehadet eder. İbn Bibi’nin bildirdiğine göre babası da İbn-i Sina’nın hayranlarındandı.[48 - el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 25.]
Onun tabiat ilimlerine eğilimi Dânişmend ilinde almış olduğu eğitimden gelmektedir. Çünkü Dânişmend Oğulları bilge bir aileden gelmekteler. Kurdukları devlete “Dânişmendiye” denmesi de bundandır. Mutezile mezhebinde oldukları için tabii ilimlere büyük önem atfetmişler, bu ilimlerde isim yapmış bilim ve fikir adamlarını ülkelerine celbedip ve onlara medreseler inşa ederek eserler yağmalarına ve fikir üretmelerine vesile olmuşlardır. Dânişmend Oğullarının Kayseri şehir muhafızı İbnü’l-Kemal diye ünlenen İlyas b. Ahmed adlı bir zat, Dânişmend Oğulları Devleti’nin kurucusu Melik Ahmed Gazi’ye sunduğu Keşfü’l-Akebe adlı astronomiye dair eserinin ön sözünde Melik Ahmed Gazi hakkında: “Pek çok filozoflar ve faziletli kişiler ve dünyanın dört bir yanından akliyeciler (Ehl-i ukul) o yüce zata yöneldiler ve her hin sahip oldukları ilimleri yaymaları ve uygulamaları nispetinde o hazretin cömertlik denizinden pay almaktalar.[49 - Fatih (Süleymaniye) Kütüphanesi, No. 5426, yp. 250a.] demek suretiyle bu gerçeği ifade etmektedir. O dönemde Dânişmend ilinde telif edilen eserlerin hemen tamamı tabiat bilimlerine dairdir. Demek istiyorum ki Sultan Alâeddin Keykubad Dânişmend ilindeki Dânişmend Oğullarından tevarüs eden havayı teneffüs etmiş bir bilge sultandır. Tasavvufla arasının iyi olmaması da yine yetiştiği muhitteki dinî eğilimden kaynaklanmaktadır.
Alâeddin Keykubad, bölgesinde bilgin bir sultan olmasına rağmen Şems-i Tebrizî, bu sultana şiddetli muhalefetinden dolayı Makalat’ında onun hakkında şöyle demektedir: “Sultan Alâeddin Keykubad cahil ve cimrinin tekiydi. Satranç oynamaktan ve iyi ok atmaktan başka bir marifeti yoktu.”[50 - Makâlat-ı Şems-i Tebrizî, Nesr. M. Ali-i Muvahhid, Tahran, 1377, I, 333.] Evvela Şems-i Tebrizî zihniyet ve dinî eğilim bakımından sultana muhalif idi. Onun hakkındaki bu beyanında samimi değildir. Şems’in bu beyanına dayanarak Sayın Muhammed Emin Riyahi’nin de Alâeddin Keykubad’ı gereği gibi takdir etmediği görülmektedir.[51 - Edeb-i Farisî der Kalem-rev-i Osmanî, Tahran, 1396.] Oysa Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud ona ithaf ettiği Yezdan-Şinaht adlı eserinin hatimesinde onun bilge kişiliği hakkında şöyle demektedir: “İlahi ve tarihî bilimlerin meselelerinden olan hikmet sırlarını bu eserde açtım. Yunanlılardan bugüne kadar hükema bu sırları böylesine ifşa etmeyi reva görmemişlerdir. Aristo bu yüksek sırların ancak istidat sahibi olanlara açılabileceğini söylemiştir. Fakat ben zayıf ve hadim kul, o Yüce Meclis’te (Alâeddin Keykubad’da) o istidadı gördüğümden bu özlü risaleyi tasnif edip bu yüksek hediyeyi ve ebedî saadet vesilesi olacak olan bu eseri yüce huzura göndermeyi vacip gördüm. Bu eser o yüce meslise ve ona yadigârdır.”[52 - Yezdan-şinaht, Ayasofya (Süleymaniye) Kütüphanesi, No. 4819, yp. 138h.] Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un bu ifadelerinden Uluğ Sultan Alâeddin Keykubad’ın bilge kişiliği ve bilimsel zihniyeti hakkında güvenli ve kesin bir bilgi edinilmektedir. Ona ithaf edilen diğer eserlerde de Keykubad’ın bilge kişiliği hakkında buna benzer ifadeler bulunmaktadır.
O dönemde bazı çevrelerin Keykubad’a şiddetle muhalif oldukları görülmektedir. Bu muhalefetin sebebi de dinî ve siyasidir. Bunlar genellikle İrani çevrelerdi. O, Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’u Kayseri’den Konya’ya getirtmiş ve saray lalalığına tayin ettirmiştir. Hanikâh-ı Ziya ile Saray Mektebi konumunda olan Hanikâh-ı Sultani’nin (lala) şeyhliğini ona vermişti. Ahi Evren namıdiğer Hace Nasîrüddin’in onun en yakın nedimi olduğu Nasreddin Hoca Latifeleri’nden anlaşılmaktadır. Bu vesile ile Ahiliğin Konya’da örgütlenmesi de sağlanmıştır. Keykubad Anadolu’daki şehirlerde güvenlik ve ticari faaliyetlerin düzen ve intizamının sağlanmasını Ahilere vermişti. İlk defa onun zamanında Ahiler bellerinde kama taşımaya başladılar. Ahi Teşkilatı devletin yapısı içerisine alındı.
Sultan Alâeddin’e muhalif olan yöneticiler saltanatının ilk yıllarında Kayseri’de Ahilerin Türkmen dervişlerin kazançlarına el koymuşlardı. Böylece Kayseri’deki yöneticiler ile Ahiler arasında gergin bir ortam oluşmuştu. Amaçları Alâeddin Keykubad’a gözdağı vermek ve güçlerini hissettirmek idi. Türkmen Şeyh Evhadüddin-i Kirmani bir mektup yazarak Kayseri’deki bu gergin durumu Alâeddin Keykubad’a bildirmiştir. Evhadüddin’in bu mektubunda yer alan rubaisi Kayseri’deki olayın mahiyeti hakkında bir fikir vermektedir. Bu rubaide şöyle denmektedir:
Her kim gönül kanıyla bir dirhem biriktirmişse onu sana vermedikçe sen onlara rahat vermiyorsun. Herkesi inciterek göçüp gideceksin. Bari onların malını kendilerine ver de öyle git.[53 - Enistü’t talibin ve celisü’s-salihin, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, F.T. Nr. 701, yp. 50b.]
Bu ve buna benzer şikâyetler üzerine sultan, gecikmeden Alanya’dan Kayseri’ye gelmiş. Türkmen ve Ahiler lehine bir siyaset uygulayarak muhaliflerini bertaraf etmiştir. [54 - Anonim, Selcuk-name, s. 39] Fakat bu olaydan sonra da İrani çevreler gizliden gizliye muhalefet faaliyetlerini sürdürüyorlardı.
Sultan Alâeddin’in siyasi muhalifleri boş durmadılar. Büyük oğlu II. Gıyâseddin Keyhüsrev oğlunu tahta geçirmek sevdası içinde olan karısı Hond Hatun ve kötü niyetli Ümeradan Sâdeddin Köpek ve yandaşları ittifak ederek Kayseri’deki Keykubadiye Sarayı’nda sultana zehirli kuş eti yedirerek amaçlarına ulaştılar.[55 - el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 461-462] Onun böyle bir suikast sonucu ölümüyle birlikte Türkiye Selçukluları Devleti’nin talihi ters döndü ve gerileme süreci başladı.
C. Gayrimüslimlerin Yerleşim Yeri Olarak Sille
Türkiye Selçukluları tarihi boyunca Sille, Hristiyan Rum halkın yoğunluklu olarak yaşadıkları bir kent idi. Sille bu özelliğini uzun süre devam ettirmiştir. Selçukluların ilk dönemlerinde Konya şehri bir kale şeklinde yeniden dizayn edilirken burada bulunan Hristiyan Rum halk burayı terk etmek zorunda kalmışlar ve bunların bir kısmı Sille’ye yerleşmiştir. Sille’deki Rum halk cumhuriyete kadar buradaki varlıklarını sürdürmüşlerdir. Cumhuriyet Dönemi’nde nüfus mübadelesinin yapıldığı zaman Sille’deki Rum halk buradan ayrılmıştır, Yunanistan’a göçmüşlerdir.
Selçuklular zamanında Sille’de yaşayan Rum halk Müslümanlarla Hristiyanlar arasında bir diyaloğun yaşanmasına vesile olmaktaydı. Birtakım tanınmış Rum kökenli siyasilerin Sille’ye geldikleri görülmektedir. Bu gelenler arasında en fazla dikkati çeken Mavrozomes ailesinden olan Emir Arslan el-Mavrazemi önemli devlet hizmetlerinde bulunmuş bir şahsiyettir. Bu zatın İslami usullere göre inşa edilmiş lahdi de Sille’deki Ak Manastır’da bulunuyordu. Ancak şu anda bu lahit Arkeoloji Müzesi’ne kaldırılmıştır.
1260 yıllarında Denizlili Mehmet Bey başında ak börk olduğu hâlde Konya’ya gelmiş ve bu gelişinde Mevlana ile de bir görüşme yapmıştır. Mevlana’nın Divan-ı Kebir’inde adı geçmektedir. Bu Mehmet Bey de Mavrozomes ailesinden olup Denizli Meliki Manuel Mavrozomes’un torunudur. Adından da anlaşılacağı üzere Mehmet Bey Müslüman olmuştur. Mehmet Bey bu dönemde başında Ahilerin üniforması olan ak börk olduğu hâlde Konya’ya gelmiştir. Mehmet Bey hakkında elimizde çok önemli bir kitabe bulunmaktadır. Bu kitabede Mehmet Bey’in el yazısı bulunmakta ve bu yazıda kendisini hazinecibaşı olarak nitelemektedir. Hiç şüphesiz Mehmet Bey Konya’ya geldiği zaman Sille’deki Hristiyan halk ile de temas kurmuş olmalıdır. Bu Mehmet Bey Sille’de meftun olan Emir Arslan el-Mavrazemi’nin akrabası olduğu açıktır.
Yine bir Hristiyan aile olan Kirfart ailesinin de Sille ile irtibatlarının olduğu anlaşılmaktadır. Bu Kirfart ailesinin fertleri’nin Hristiyanlıklarını da muhafaza ettikleri görülmektedir. Alanya emiri olan Kirfart, Alanya ve Alara Kalesi’ni savaş yapmadan Alâeddin Keykubad’a teslim etmiştir. Sultan I. Alâeddin Keykubad onun bu tavrına karşılık olarak üç vilayeti kendisine ikta etmiştir. Bu vilayetler Ilgın, Akşehir ve Karahisar’dır. Kirfart Alanya ve Alara Kalelerini Alâeddin Keykubad’a teslim ederken kız kardeşi Hond Hatun’u da Alâeddin Keykubad’a vermiştir. Bu yüzden Kirfart ailesi mensupları Selçuklu Sarayı’ndan bir hatun olan Hond Hatun’un akrabalarıydı. Hont Hatun da uzun süre Hristiyan kimliğini muhafaza etmiştir. Oğlu II. Gıyâseddin Keyhüsrev tahta geçince Hond Hatun Müslüman olmuş “Mahperi” adını almıştır. Kayseri’de büyük bir cami ve medrese yaptırmıştır. Türbesi de bu cami ve medresenin ortasındadır. Adı geçen Kirfart’ın iki oğlu Kir Kadid ve u bölgelerinde yönetici olarak bulunuyorlardı. Selçuklu Sarayı’yla da temas hâlinde bulunuyorlardı. Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykâvus’un hanımı bu Kir ailesindendi. Aynı zamanda hanımının erkek kardeşi olan Kir Kadid, II. İzzeddin Keykâvus’un danışmanı idi. Denizlili Mehmet Bey de bu sultanın hazinesinin muhafızıydı. II. İzzeddin Keykâvus Moğolların baskısı üzerine Konya’yı terk ettiği zaman orada gelmiş ve Akşehir’de karargâh kurmuştur. Kir Hâye ile Kir Kadid de onun yanında yer almışlardı. İzzeddin Keykâvus’un Moğollarla mücadelesinde Kir ailesi mensupları ve Mavrozomes ailesinin fertleri onunla birlikte Moğollarla mücadele ediyorlardı. Kir Hâye tertip ettiği bir orduyla Konya üzerine yürümüş, Altunapa Kervansarayı yakınında Moğolların emiri olan Muinüddin Süleyman Pervane’ye karşı savaşa tutuşmuş, yenik düşünce de Kir Hâye kara yoluyla İstanbul’a kaçmıştır. Kardeşi Kir Kadid ise İzzeddin Keykâvus ile beraber Antalya’dan deniz yoluyla İstanbul’a gelmiştir.
İşte bu kadar siyasi olaylarla iç içe olan Kir ailesi Sille’deki Hristiyan dindaşlarıyla yoğun temas hâlinde bulunuyor olmalılar. Bu Kir ailesinin Konya çevresinde birtakım mülklerinin mevcudiyeti de dikkati çekmektedir. Ancak daha sonraki dönemlerde bu ailenin fertlerinin Müslüman oldukları adlarından anlaşılmaktadır. Konya’da bulunan Kirvat (Tepekent) ve Kirali (Kıreli) köylerinin bu aileye ait olduğu görülmektedir. Zamanla bu aile mensuplarından da bazıları Denizlili Mehmet Bey gibi Müslüman olmuşlardır.
Selçuklu tarihi boyunca Sille’deki Hristiyan halk Konya’daki Müslüman halk ile diyalog içinde bulunuyor ve onlarla yoğun siyasi ve kültürel temasa giriyorlardı. Sille’ye Müslüman halkın yerleşmesi Karamanoğulları döneminde başlamıştır. Nitekim Sille’deki ilk İslami yapılar da Karamanoğulları zamanında inşa edilmiştir. Selçuklular zamanında Sille’de Müslümanlara ait herhangi bir yapı mevcut değildir.
Selçuklular zamanında Konya şehir muhafız merkezi Gevale Kalesi’ydi. Bu kaledeki askerî birliklerin komutanı Sille’nin yanı başındaki Sarayköy’de ikamet ederdi. Alâeddin Keykubad zamanında şehir muhafızı ve kale komutanı olan Hâce-i Cihan’ın sarayı Sille Çayı’nın kenarında bulunuyordu. Demek istiyorum ki bu muhafız merkezinin de Sille ile bir bağlantısı mevcuttu. Bugün Sille Barajı’nın çevresinde askerî yerleşim yerlerinin mevcut olduğu bilinmektedir.
Selçuklular zamanında ve sonraki dönemlerde Konya şehrinde Hristiyanlara mahsus herhangi bir yapı bulunmamaktadır. Fakat Konya halkının Hristiyanlarla bir teması bulunuyordu. Bir anekdot bize bu konuda fikir vermektedir. Meşhur Türkmen Şeyh Evhadüddin Kirmani Konya’ya geldiği zaman müritleri ile toplantı sırasında kendisine şeyhin halifesi olan Fakih Ahmed’den bahsetmişler. Fakih Ahmed’in Müslümanlarla ilgilenmediğini Hristiyanların arasında yaşadığını, Hristiyanlarla meşgul olduğunu bildirmişler ve Fakih Ahmed’i Kirmani’ye şikâyet etmişlerdir. Kirmani de Fakih Ahmed’in bir sekr hâli bir de uyanıklık hâlinin bulunduğunu fakat sekr hâlinin ona galip geldiğini ve bu sekr hâlinde bulunduğu dönemlerde Hristiyanlarla meşgul olmayı tercih ettiğini ifade etmiştir. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere Selçuklular zamanında Konya’daki Müslümanlarla Sille’deki Hristiyanlar arasında kültürel diyalog devam etmiştir.
Yukarıda sözü edilen Fakih Ahmed’in Sille’de bulunan Ak Manastır’a devam ettiği ve oradaki Hristiyanlarla ilgilendiği de rivayet edilmektedir. Bundan dolayı Fakih Ahmed’e “delişmen derviş” denmiştir. Buna rağmen Fakih Ahmed Müslümanlar nezdinde değerini kaybetmemiş, muhterem tutulmuş ve öldüğü zamanda kendisine türbe ve cami inşa edilmiştir. Mevlevi Yazar Ahmet Eflekî, Mevlana’nın da bir defasında Sille’deki Ak Manastır’a gittiğini ve oradaki keşişlerle görüşmeler yaptığını anlatmaktadır.
d. Hoşgörü ve Müsamaha Ortamı
Hoşgörü ve müsamaha olmayan bir ortamda bilimsel gelişmenin olması ve alternatifli düşünebilmenin imkânı yoktur. Genel olarak Selçuklu sultanları Anadolu’da geniş bir müsamaha ve hoşgörü ortamı yaratmışlardı. Çeşitli din ve milletlerin bulunduğu o günün Anadolusu’ndaki kültürel şartlar bunu gerektirdiği gibi vasıflı yöneticiden de beklenen budur. Meşhur İşrâkî Filozof Maktûl Şihabüddin Sühreverdi, Diyarbakır’da bulunmuş Artukoğlu Îmâduddin Kara Arslan’a el-Elvâhü’l-imâdiye adlı eserini sunmuştur. Tokat’ta da bulunmuş, orada da II. Kılıçarslan’ın oğlu Süleyman Şah’tan saygı görmüş ve bu sultana da Pertevnâme adlı eserini sunmuştur.[56 - el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 25.] Aynı zat Halep’e gitmiş, Salâhaddin Eyyûbi’nin oğlu el-Melikü’z-Zâhir tarafından zındık (Mecusi) olduğu gerekçesiyle idam edilmiştir.[57 - İbn Hallikân, Vefeyatü’l-a’yân, Beyrut, 1397/1977, VI. 272-284. Selçuklular Zamanında Konya’da Dinî ve Fikrî Hareketler.] Fikirlerinden dolayı öldürülmüştür. Bu durum, Selçuklu devlet adamlarının fikir ve inanç özgürlüğüne ne kadar değer verdiklerine güzel bir örnek teşkil eder. Şüphesiz Alâeddin Keykubad da en az selefleri kadar hoşgörü ve müsamaha sahibi bir sultan idi. Dostları, sohbet arkadaşları arasında Ermeni, Rum kişiler de vardı. Zevcesi Kirfart’ın kızı Hond Hatun, uzun süre dinini muhafaza etmiş ancak sonunda kendi rızası ile İslamiyet’i kabul etmiştir. Babası da Akşehir hâkimi (yönetici) olmuştu.
Başta hanedan üyeleri olmak üzere birçok devlet adamları ve halktan insanlar gayrimüslim hanımlarla evlilikler yapıyorlardı. Bunun sonucu gayrimüslim aileler ile akrabalıklar kuruluyordu. Anadolulu tacirler, ticaret amacıyla Rum beldelere gidiyor ve oralarda evlilikler yapıyorlardı. Çoğu zaman hanımın ve akrabalarının Müslüman olmalarına vesile oluyorlardı.[58 - Muhammed es-Sivasî, Menakib-i Evhadü’d-ttin-i Kirmanı, Nşr. B. Furûzanfer, Tahran 1969. Hikâye 31; Tercümesi için Bk. Mikâil Bayram, Şeyh Evhadü’d-din el-Kirmanî ve Menakibnamesi, Konya 2005, s. 181-193.] Moğol hâkimiyetinden sonra bu müsamaha ve güven ortamının da bozulduğu görülmektedir.
III. Bölüm
KONYA’DA AHİ TEŞKİLATI
Anadolu Selçukluları zamanında şehirlerde güvenlik ve belediye hizmetleri “Ahi Teşkilatı” diye bilinen esnaf ve sanatkârlar örgütü tarafından yürütülmekteydi. Toplumu sosyal, kültürel ve siyasi bakımdan yönlendiren en önemli kuruluş da gene Ahi Teşkilatı’ydı. Bu teşkilatın kurucusu sayılan Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin Mahmud, Alâeddin Keykubad ve oğlu II. Gıyâseddin Keyhüsrev döneminde Konya’da bulunuyordu. Ahi Evren ilmî kişiliği ile de devrin en önde gelen fikir ve aksiyon adamlarından biridir. Bu bakımdan burada onun ilmî ve fikrî faaliyetlerini ve teşkilat çalışmalarını ve kurduğu Ahi Teşkilatı’nın o günkü sosyal ve kültürel ortamdaki yerini açıklamayı gerekli görüyoruz.
a. Ahi Teşkilatı’nın Kurulması
Türk fütüvvet hareketi diyebileceğimiz Ahilik, dinî ve siyasi bakımdan Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh’ın kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’na bağlı olarak kurulmuştur. Türk kültür ve zevki, Orta Çağ İslam fütüvveti, töre ve gelenekleriyle beslenmiş ve Anadolu Selçukluları zamanında Anadolu’daki sosyal, kültürel, sınai, ticari ve siyasi şartların etkisiyle teşekkül etmiş ve gelişmiştir. 34. Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh’ın (1180-1225) İslam dünyasındaki dağınık dinî ve siyasi birlikler hâlinde bulunan Fütüvvet hareketini yeniden organize ederek İslam dünyasına şamil bir teşkilat kurdu. Kendi zamanındaki bütün Müslüman devlet adamlarına da mektuplar ve elçiler göndererek kurmuş olduğu Fütüvvet Teşkilatı’na katılmalarını talep etmekteydi. 601 (1204) yılında ikinci defa Anadolu Selçukluları Devleti’nde tahta geçen I. Gıyâseddin Keyhüsrev, hocası Malatyalı Şeyh Mecidüddin İshak’ı bu halifeye göndererek onunla siyasi ve kültürel ilişkiler içine girdi. Nitekim ertesi yıl Bağdat’tan dönen Şeyh Mecidüddin İshak, bu kültürel ilişkinin sonucu olarak beraberinde Fütüvvet Teşkilatına mensup bazı şeyhleri, ilim ve fikir adamlarını Anadolu’ya celbetmiştir. Muhyiddin İbnü’l Arabî, Evhadüddin el-Kirmani, Şeyh Nasîrüddin Mahmud el Hoyî (Ahi Evren), Ebû Ca’fer Muhammed el-Berzâî, Arapgirli Şeyh Hasan Onar, Ebû’l-Hasan Ali el-İskenderânî bunlardan birkaçıdır.[59 - Mecidüddin İshak’tan oğlu Sadreddin el-Konevî’ye intikal eden ve bugün Konya Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunan kitapların sema ve kıraat kayıtlarında daha pek çok ilim adamlarının adları geçmektedir. Misal olarak Bk. adı geçen kütüphanede no. 7850, 4687, 7841, 7847, 5050. Bk. Levha, XI.]
Anadolu Ahi Teşkilatı’nın kurucuları olan Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin Mahmud, onun hocası Evhadüddin-i Kirmani, Kirmani’nin halifesi Şeyh Zeynüddin Sadaka ve diğer Fütüvvet erbabı şeyhler ve Fütüvvet Teşkilatı mensupları, görevli olarak Anadolu’ya gelmişlerdir. Bunlardan Kirmani, Anadolu’daki Fütüvvet erbabı şeyhlerin lideri (Şeyhü’ş-şuyûhi’r-Rum) olarak bizzat halife tarafından tayinen Anadolu’ya gönderilmiştir. Ondan sonra da bu göreve Zeynüddin Sadaka tayin edilmiştir. Zeynüddin Sadaka (660/1262), Konya’da Sadırlar Mahallesi’nde ”Sadr-ı hâkim” hanikâhında ikamet etmekteydi. 601 (1204) yılından itibaren Fütüvvet mefkûresi, Anadolu’da çok ilgi ve siyasi destek görmüş ve her tarafa yayılmıştır. Şeyh Evhadüddin’in kurmuş olduğu “Evhadiyye” tarikatı mensubu şeyhler ve bu şeyhler etrafındaki Türkmen dervişler, Fütüvvet ülküsüne iman derecesinde gönül vermişlerdi. Başta sultanlar olmak üzere pek çok Selçuklu devlet adamı da Fütüvvet Teşkilatı’na girmişlerdi. I. İzzeddin Keykâvus ve I. Alâeddin Keykubad parlak törenlerle bu teşkilatın üniforması olan şalvar giyip şed (kuşak) bağlamışlardı.
Konya Ahileri
Bu devrin önemli kuruluşlarından olan esnaf ve sanatkârların mensup oldukları Ahi Teşkilatı, başlangıçta Kayseri’de kurulmuş iken Alâeddin Keykubad zamanında bütün Anadolu’ya yayılmıştır. Bu teşkilatın kurucusu olup Ahi Evren diye bilinen Şeyh Nasîrüddin Mahmud’un da Sultan Alâeddin zamanında Kayseri’den Konya’ya gelip yerleştiği ve Ahiliğin Konya’da da teşkilatlanmasını sağladığı görülmektedir. Bizzat Sultan Alâeddin Keykubad şehirlerde beledi hizmetlerin yürütülmesi görevini Ahilere gördürmekteydi. Başkent Konya’da da Ahiler belediye hizmetleri, sosyal, sınai ve ticari faaliyetleri, Ahi Fütüvvetnâmelerinde belirlenen prensipler dâhilinde yürütmektelerdi. O dönemde Ahilerin imalat atölyeleri ve ticaret merkezleri bugünkü Uluırmak ve İsmet Paşa İlkokulu civarında bulunuyordu.
Ahiliğin kuruluş gayelerinden biri de göçebe Türkmen halkı, iş ve meslek sahibi yaparak şehirlere yerleşmelerini ve şehir hayatına uyum sağlamalarını temin etmek idi. Güdülen bu politika sayesinde şehirlerin Türkleşmesi sağlanmıştır.
Selçuklular zamanında şehirlerde belediye ve emniyet hizmetleri Ahiler tarafından yürütülmekteydi. Ahiler özel üniformaları ve bellerinde kamaları olduğu hâlde dolaşır, güven ve düzeni sağlamaya çalışırlardı. Özellikle Sultan I. Alâeddin Keykubad zamanında Konya’da Ahilerin çok güçlü ve nüfuzlu oldukları görülmektedir. Moğolların Anadolu’yu işgal etmelerinden sonra oluşan Moğol yanlısı yönetime karşı mücadele ediyor ve onlara itaat etmek istemiyorlardı. Bu yüzden Anadolu’nun birçok şehrinde olduğu gibi Konya’da da zaman zaman Ahilerin devlete ve uygulamalara karşı ayaklanma olayları meydana gelmekteydi. Bu yüzden devlet, Ahilerin ellerinde bulunan tekke, hanikâh ve medrese gibi müesseseleri onlardan alma yönünde bir uygulama başlatmıştı. Eflâkî’nin bildirdiğine göre 659 (1261) yılında Selçuklu sultanı Moğol baskılarına dayanamayarak bu yönde bir ferman da yayımlamıştır. Bu baskılara dayanamayan Ahilerin Konya’yı terk ettikleri görülmekteydi. Ahi Türk’ün kardeşi Ahi Basara (Hüsâmeddin Çelebi’nin amcası) önceleri Konya’da ikamet ediyorken şehri terk ederek Başarakavağı denilen yere yerleşmiş ve bu köyü kurmuştur.[60 - Menâkıbü’l-Ârifîn, II. s. 775. Ahmet Eflâkî onun adını “Ahi Beşşâre” şeklinde kaydetmiştir. Bu zat Ahi Türk’ün kardeşi olup Türk asıllıdır. Bu bakımdan Ahi şecerenamelerinde adı “Ahi Basara” şeklinde geçmektedir. Doğru olanı da budur. Nitekim onun adıyla anılan köy de “Basara” olarak anılmaktadır.] Bunun gibi birçok Ahi’nin Konya’dan göçtükleri görülmektedir. Bu göçenler çoğunlukla uç bölgelere gidiyorlardı.
Eflâkî’nin birçok kişi için başlangıçta Mevlana’ya muhalif iken sonradan Mevlana’nın büyüklüğünü ve kerametlerini görüp tövbe edip kul olduklarını bildirmesi de aslında devletin sözünü ettiğimiz uygulamalarının sonuçlarını ifade etmektedir. Mevlana’nın bazı devlet büyüklerine, özellikle Pervane Süleyman, Sahib Ata ve Tâceddin Mu’tez’e ya bir Ahi’nin veya Ahilerin yakını olan birinin bağışlanmasını istemesi Ahilerin ve Ahilerden yana olan kişilerin takip edildiklerini ve Mevlana’ya mürit olmaya zorlandıklarını göstermektedir. Hanikâh-ı Ziya’nın devlet zoruyla Hüsâmeddin Çelebi’ye verilmesi sırasında ayaklanan Ahiler arasında Ahi Çoban, Ahi Kayser ve Ahi Muhammed-i Sebzvârî elebaşlarıdır. Başlarında da Ahi Ahmed bulunmaktadır. Sultan Veled bir manzumesinde Ahi Çoban ile Ahi Kayser’i methetmektedir.[61 - Sultan Veled, Divan, Neşr. F. N. Uzluk, Ankara, 1941, s. 150.] Bu demektir ki bu iki Ahi sonradan Mevlana’nın safına katılmak zorunda kalmışlardır. Eflâkî, Hanikâh-ı Ziya’da isyancı Ahilerin lideri olan Ahi Ahmed’in kulluğa kabul edilmediğini yani Mevlana’ya bağlanmayı kabul etmeyip direndiğini, bu yüzden kendisine “anut” (inatçı) dendiğini bildirmektedir. Fakat oğlu Ahi Ali’nin Sultan Veled’e kul olduğunu yazıyor. Anlaşılıyor ki bu Ahi Ali uzun süre direnmiş ancak Sultan Veled’in posta oturuşundan sonra (684/1285) bilmecburiye Mevlevi olmuştur.[62 - Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, II, 180.]
Ahiliğin kadınlar kolu olan Bacı Teşkilatı’na mensup kadınların da Konya’da faaliyet gösterdikleri görülmektedir. Bu genç kızlar Şeyh Zeynüddin Sadaka’nın Sadırlar Mahallesi’ndeki hanikâhının müdavimleriydi. Mevlana’nın kızı Melike Hatun da bir zaman bu kadınlar cemaati arasına katılmıştır. Ahmet Eflâkî’nin bildirdiğine göre Şems-i Tebrizî Konya’ya gelince bir defasında bu kadınlar cemaatini uzaktan görmüş ve yanındakilere: “Bu cemaatin arasında bir tek nur var.” demiş. İncelemişler o tek nurun Melike Hatun’dan kaynaklandığını tespit etmişler ve Melike Hatun’u onların arasından alıp getirmişler. Bir daha da Melike Hatun’un o cemaatin arasına girmesine müsaade etmemişlerdir.[63 - Menakibü’l-Arifin, II, 873-874.] Eflâkî’nin bu açıklamalarından Şems-i Tebrizî ve Mevlana ve çevresindekilerin bu kadınlar cemaatine (Fakiregan) muhalif oldukları anlaşılmaktadır.
Bir Selçuklu şehzadesi olan Cimri, (Siyavuş: II. İzzeddin Keykâvus’un oğlu) Karamanoğulları’nın yardım ve desteği ile Konya’yı zapt edip Selçuklu tahtına oturunca başlarında Ahi Ahmed Şah olduğu hâlde bütün Konya Ahileri yeni sultana biat etmişlerdir.[64 - el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 696; Aksarayi, Müsâmeratü’l-Ahbâr, Neşr. O. Turan, Ankara, 1944, s. 123-124; Târih-i Âl-i Selçuk, s. 66-67.] Bu Ahilerin Mevlana ve halifelerine bağlanmış olmalarına rağmen böyle bir fırsat zuhur edince hemen Türkmenlerin safına katıldıkları görülmektedir. Ne var ki bu yeni sultan ve Karamanoğlu Mehmed Bey Konya dışında bulundukları bir sırada Konya’yı Karamanoğulları’ndan almaya gelen Moğol ordusunun Konya’ya yaklaştığı öğrenilince şehirdeki Ahiler yine başlarında Ahi Ahmed Şah olduğu hâlde şehir surlarını Karaman Türkmenlerine kapatıp Moğol ordusu gelene kadar müdafaaya geçmişlerdi.[65 - el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 696; Aksarayi, Müsâmeratü’l-Ahbâr, Neşr. O. Turan, Ankara, 1944, s. 123-124.]
Böylece yeni bir Moğol-Ahi katliamını önlemiş oldular. Ahi Ahmed Şah’ın bu olayla birlikte Mevleviler arasında nüfuzlu bir kişi olduğu gibi Moğollarla da iyi ilişkiler içinde bulunduğu görülmektedir. Eflâkî, Ulu Arif Çelebi’nin (Mevlana’nın torunu) Müslümanları (Muhibbân-ı Hazret) bırakıp kendilerine yabancı olan Moğollar lehine faaliyetinden dolayı kınandığını ve hatta bu yüzden Karamanoğulları’nın Konya dizdarı tarafından bir süre tutuklandığını yazmaktadır. Ulu Arif Çelebi kendisini kınayanlara şöyle demiştir: “Biz Mevleviler, Allah gücü ve kudreti kime vermişse ona itaat etmeyi kendimiz için vacip görürüz.”
b. İlim ve Fikir Merkezi Olarak Konya
Anadolu Selçukluları zamanında Konya, İslam dünyasının önde gelen ilim, irfan ve fikir merkezi olmuştur. Selçuklu ve Osmanlı tarihi boyunca İslam dünyası çapında iki büyük fikir akımının merkezi olma özelliğini korumuştur. Selçuklular zamanında birçok ünlü ilim ve fikir adamlarının Konya’ya geldikleri görülmektedir. Bu ilim adamlarına evler tahsis ediliyor, onlar o evlerde ikamet ediyorlardı. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Evhadüddin-i Kirmani, Ebu Ca’fer Muhammed el-Berzâî kendilerine tahsis edilen evlerde ikamet etmiş ve eserler yazmışlardır.
Bu fikir akımlarından biri, Mevlana Celâleddin-i Rumî’nin başlattığı “Celâliyye” hareketidir. Tarikat olarak da “Mevleviyye” (Mevlevilik) adı verilen bu fikrî ve tasavvufi hareketin ana kaynağı olan Mevlana’nın, hocaları ve takipçilerinin orijinal eserleri Konya’da bulunuyordu. Bu yüzden her dönemde Konya; bilgin, şair ve ediplerin merakını celbetmiştir. Onlardan kalan eserlerin orijinallerini görme ve mütalaa etme ve onların hatıralarının yaşandığı çevrenin havasını teneffüs etme arzusu ile çok uzak beldelerden Konya’ya gelenler olmuştur. İkdü’l-Cuman adlı eserin sahibi Memlûkler devri tarihçisi Bedrüddin el-Ayni (823/1420) diplomat olarak Karamanoğulları yetkilileriyle görüşmeler yapmak üzere Konya’ya gelmiş, bu vesile ile Mevlana’yı ve Mevlevi dergâhını inceleme imkânı bulmuştur.[66 - İkdü’l-cuman, II, 128-129.] Ünlü Molla Abdurrahman Cami hac dönüşü Konya’ya uğramış ve bir müddet burada kalmıştır. Mirza Tebrizî de Mevlana’ya hayranlığının sonucu Konya’ya yerleşmiştir.
Selçuklu sultanlarının muallimi Malatyalı Şeyh Mecidüddin İshak’ın oğlu olan Şeyh Sadreddin Konevî babasının ölümünden sonra (1221) Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin üvey oğlu olmuştur. Sadreddin Konevî uzun süre Şam’a yerleşen üvey babasının yanında kalmış ve onun yetiştirdiği en tanınmış talebesi ve takipçisi olmuştur. 1246 (644) yılında Şam’dan Konya’ya gelen Sadreddin Konevî hocasına ait pek çok kitabı beraberinde Konya’ya getirmiştir. Konya’da talim, tedris ve telif ile meşgul olmuş ve Konya’yı “Ekberiyye” denilen fikir akımının merkezi hâline getirmiştir. Hocasının eserlerini okutmuş, şerh etmiş ve pek çok talebeler yetiştirmiştir.
Sadreddin Konevî babası Şeyh Mecidüddin İshak ve hocası İbnü’l-Arabî’den kendisine intikal eden pek çok eseri, inşa etmiş olduğu caminin yanı başındaki medresenin kitaplığına vakfetmiştir. Bu eserlerden 168 adedi günümüze gelmiş, bugün Konya Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Tarih boyunca Konevî ve İbnü’l-Arabî’nin düşünce ve felsefesine ilgi duyanlar Konya’ya gelmiş ve Konevî’den ders almışlar veya Konevî’nin kurduğu kütüphanede bir müddet çalışmışlar. İbnü’l-Arabî ve Konevî’nin eserlerini burada istinsah (kopya) edip beraberlerinde götürmüşlerdir.
İlk “Füsus” şarihi Müeyyedüddin el-Cendî (1300), Kutbuddin Şirazî (1310), Fahruddin el-İrâkî (1288), Saidüddin el-Fergânî (1292) Konevî’nin en tanınmış talebeleridir. Dâvûd-i Kayseri (1351), Yâr Ali Şirazî (1412), Sultan Fatih’in hocası Akşemseddin (1462), ünlü Dilci Firuzabadi, Seyyid Şerif-i Curcanî, Molla Cami gibi daha birçok ilim ve fikir adamları Ekberiyye denilen fikir akımının orijinal kaynaklarına ulaşmak için Konya’ya gelmişler ve Konevî’nin kurduğu kütüphanede bir müddet çalışmışlardır. Konevî’ye ait olan bu kitapların pek çoğunun kıraat ve sema kayıtlarında, kenar notlarında, bu ilim ve fikir adamlarının kendi el yazılarını görmek mümkündür. Meşhur Dilci Firuzabadi’nin de Konya’ya gelip Konevî’nin kütüphanesinde bir müddet çalıştığı bir kayıttan anlaşılmaktadır.[67 - S, Konevî, l’câzü’l-Beyan, Yusufağa Ktp. nr. 5025, yp. la.]
Konya’yı ilim ve irfan merkezi hâline getiren bir diğer kişi de Ahi Teşkilatı’nın kuruluşunda başmimar rolünü üstlenen Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud b. Ahmed el-Hoyi’dir. Önceleri Kayseri’de bulunuyordu. I. Alâeddin Keykubad 1219’da iktidara gelince Ahi Evren’i Konya’ya celbetmiştir. O daha önce Kayseri’de kurduğu Ahi Teşkilatı’nı Konya’da da kurmuştur. Ahilere ait iş yerleri bugünkü İsmet Paşa İlkokulunun bulunduğu bölgedeydi. Ahi Evren Konya’daki Hanikâh-ı Ziya ile Hanikâh-ı Lala’nın müderrisliğini de yürütüyordu. O ayrıca Saray muallimi yani lala (Lala-i Sultanî) idi.[68 - Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, s. 108-109.] Şehzadelerin eğitim ve öğretimi ile uğraşıyordu. Bu yüzden onun ders verdiği hanikâha “Hanikâh-ı Lala” denmiştir. Mevlana da Mesnevi’sinde birçok yerde onu “Lala” diye anmıştır. Etrafında çok sayıda muteber talebeleri vardı. Eflâkî, onun ilmî kişiliğini “Her türlü ilimde Sadreddin Konevî ile atbaşı giderdi.” diyerek ifade etmektedir.[69 - Menakibü’l-Arifin, 1, 188-190.] Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un latifeleri ile ünlü Nasreddin Hoca ile aynı kişi olduğunu da burada hatırlatalım.
Selçuklular zamanında Konya’daki ilmî çevrede hatırlı bir yeri bulunan bir diğer şahıs da Kadı Seraceddin el-Urmevi’dir (1284). Daha önce Malatya’da ve Sivas’ta kadılık yapmış, Konya’ya geldikten sonra kırk yıl daha kadılık yapmıştır. Bu makamda bulunduğu sürece birçok siyasi ve sosyal olaylarda rol almıştır. Şafii ve Eş’arî mezhebindendi. Birçok telif eserleri bulunmaktadır. Hace Cihan, Hace Hasan, el-Hac Tacüddin-i Kâşi gibi tacir olan kişiler de mescit, hanikâh, hanlar ve imaretler yaparak, vakıflar kurarak halka ve bilim adamlarına hizmet etmektelerdi. Bilim alanındaki gelişmelere katkıda bulunuyorlardı. Bugünkü Hoca Cihan Mahallesi’nin olduğu yer Hace Cihan’ın mülkü idi. Türbesi de oradadır. Alâeddin Keykubad zamanında şehir muhafızlığı yapmıştır. Şerhu’t-Taanuf adlı eseri 616’de (1219) Sadırlar Mahallesi’ndeki “Sadriyye” hanikâhına bu zat vakfetmiştir. Kitabın kapak sahifesinde Hoca Cihan’ın vakıf kaydı ve imzası bulunmaktadır. Bu kayda göre Hace Cihan’ın tam adı Ahmed b. Kayser b. Süleyman olup Hace Cihan diye ünlenmiştir.[70 - Konya Yusufağa Ktp, Nr. 5467, yp, la. Ayrıca Bk. Burada Levha, IX.] El-Hac Tacüddin-i Kâşi ise Sadreddin Konevî’nin arkadaşıdır. S. Konevî, mektuplarında onu “seyyidü’l-akran” diye anmaktadır. Karaman yolu üzerinde “Kâşinin Hara” diye anılan bir han inşa etmiştir. Bugün bu hana Kaşınhanı denmektedir. Tacir olan bu zatın bilge bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Ahi Evren Hace Nasîrüddin felsefeye dair olan Tuhfetü’ş-Şekur adlı eserini ona ithaf etmiştir. Onu Moğollar öldürüp emvalini müsadere ettiler.
c. Filozof ve Fikir Adamı Olarak Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud
Ahi Evren çok yönlü bir fikir ve aksiyon adamıdır. Aslen Azerbaycan’ın Hoy kasabasından olup tahsilini Horasan ve Mâverâünnehir’de tamamlamıştır. Burada iken ünlü Eş’arî kelamcısı Fahreddin-i Râzî’ye talebe olmuştur. Bilahare Bağdat’a gelen Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, halifenin kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’na girmiştir. 1204 (H. 601) yılında kayınpederi ve hocası olan Şeyh Evhadüddin-i Kirmani ile Anadolu’ya gelmiştir. Anadolu’da önce Kayseri’ye yerleşmiş ve Ahi Teşkilatı’nı burada kurmuştur. 1225 yılında Alâeddin Keykubad’ın isteği ile Konya’ya gelmiş ve burada da Ahi Teşkilatı’nı oluşturmuştur. II. Gıyâseddin Keyhüsrev zamanında Babaîler İsyanı ile ilgisinden dolayı beş sene süre ile tutuklanmıştır. Tutukluluk hâli kalktıktan bir müddet sonra Kırşehir’e göçmüş, 1261 yılında Ahilerin başlattıkları isyanın bastırılışı sırasında Ahi Evren Hace Nasîrüddin de öldürülmüştür.
d. Filozof olarak Ahi Evren
Her şeyden önce Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un Anadolu’ya geldiği dönemlerde (602/1205) Anadolu’da felsefi, ilimci zihniyetin himaye ve destek göreceği bir iktidar ve bu iktidarın yarattığı elverişli bir ortam vardı. O dönemde başta Anadolu Selçukluları sultanları felsefeye ve felsefi düşünceye ilgi duymakta ve itibar etmektelerdi. Bu ortamın Ahi Evren’in yetişmesinde çok önemli bir etken olduğu muhakkaktır. Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Anadolu Selçukluları devrinin en güçlü fikir adamıdır. Onun için “Dânişmend-i Rumî” diye anılmaktadır. O, ünlü filozof ve tabip İbn-i Sina ile Eş’arî kelamcısı Fahruddin er-Razî’nin takipçisidir. Mevlana, Ahi Evren’in Fahruddin er-Razî’nin talebesi olduğu gerçeğini ifade ederek onu ve hocasını “iblis” diye anmakta ve akliyecilikte hocasını geride bıraktığını dile getirerek şöyle demektedir:
“Önce bir iblis benim üstadım idi. Daha sonra iblis önümde bir hiç oldu.”[71 - Mesnevi, V, 831.] Şüphesiz Ahi Evren’in İbn-i Sina’ya duyduğu hayranlık, yukarıda adı geçen eseri Farsçaya tercüme etmekten ibaret değildir. Muhtelif eserlerinde İbn-i Sina’yı “Şeyhu’r-Reis”, “Şeyh”, “Hatemu’l-Hukemâ”, “Hulâsatu’l-Ukalâ” gibi unvanlarla anmakta ve onun görüşlerine pek çok atıflarda bulunmakta, şiir ve sözlerini şahit olarak göstermektedir. Ahi Evren, insanların kurtuluşa ermeleri ve ebedî saadete kavuşmaları için iki yol bulunduğunu dile getirir, bunlardan biri peygamberlerin yolu (iman yolu), diğeri akıl yolu yani filozofların belirttiği yoldur. Akıl gücü ile kurtuluşa eren, istikameti bulanların başında İbn-i Sina’yı görmekte ve onu bu yolun en büyük ve en üstün insanı saymaktadır. Ancak bu yolun tehlikeleri bulunduğunu, akli delilleri yanlış kullanma ve akıl gücünün yeterli olmaması gibi sebeplerden ötürü herkesin bu yolda başarılı olamayacağını ve sapıtabileceğini, bu yüzden peygamberlere uymanın zaruri olduğunu iddia etmektedir. Mevlana ile aralarındaki ihtilaf konularından biri de bu husustur. Ahi Evren peygamberlerin yolunun filozofların yoluna kıyasla çok emin ve kestirme olduğundan bahisle şöyle demektedir:[72 - Metali ül-İmân, Tere. M. Bayram, Konya, 1996, s. 71-72.]
“Tur-i Sina’ya uçmak (Hz. Musa’ya gitmek) istiyorsan, İbn-i Sina karşısında eğilme.” “Gönlünü Muhammed’in sözüne bağla. Ey Ali’nin oğlu, Ebû Ali’ye uyman daha ne kadar sürecek?”
“Yolunu gösterecek bir göze (akıl gücüne) sahip değilsen, Kureyşli Önder (Hz. Muhammed) Buharalı önderden (İbn-i Sina) daha iyidir.”
Vaktiyle Konevî’nin hocası İbnü’l-Arabî ile Ahi Evren’in hocası Fahreddin-i Râzî birbirlerine mektupla tenkitler yöneltmişlerdi. Sadreddin Konevî ile Ahi Evren birbirlerine yazdıkları mektupların bazıları güncel konulara ait olmakla beraber büyük çoğunluğu bu iki bilginin bazı ilmî ve felsefi konulardaki münakaşalarını ihtiva etmektedir. Kastamonulu Lâtîfî de bu mektupların Tûsî ile Konevî arasında teati edildiğini sanarak mektupların konularını şöyle ifade etmektedir: “Nasîrüddin-i Tûsî ile rumuz-i emr-i künden ve künûz-i ilm-i ledünden miyanlarında akli ve naklî çok sual ve cevap ve bahs u hitap geçmiştir.”[73 - Age. İstanbul, 1914, s. 43.]
Münakaşaları çoğunlukla İbn-i Sina’nın fikir ve görüşleri etrafında dönmektedir. Sadreddin Konevî daha çok soru sorma durumundadır. Ahi Evren’e yönelttiği sorularda bazen İbn-i Sina’nın belli bir görüşünü reddetmekte ve bu itirazlarında el-Milel ve’n-Nihal sahibi Şehrîstânî’nin İbn-i Sina’ya yönelttiği tenkitlere dayanmaktadır. Bazen de İbn-i Sina’nın belli bir görüşünün açıklanmasını istemektedir. Ahi Evren de onun bu soru ve itirazlarını cevaplandırırken genel olarak İbn-i Sina’yı müdafaa etmekte, bazen “Şeyhu’r Reis’in maksadı şudur veya bunu demek istemiştir.” diyerek onun görüşlerine açıklık getirmeye çalışmaktadır. İki bilgin zaman zaman birbirlerine eserlerini göndererek kritik etmektedirler. Bu fikir alışverişi sonunda Ahi Evren ile Konevî’nin birbirlerini etkiledikleri de söz konusudur.
Ahi Evren’in bu felsefi kişiliğinin sanatkâr kişiliği ile birleşmesi Ahi Teşkilatı’nın kurulmasında önemli bir etken olmuş görünüyor. Felsefi anlayışı içinde, toplumların refah seviyesini yükseltmek için sanatı yaygınlaştırmak gerektiğine ve sanatın kutsal bir meslek olduğuna olan inancı onun, sanatkârları organize etmeye ve topluma hizmet sunmaya sevk eden amillerden biridir. Ahi Evren’in felsefi düşüncelerinin Anadolu’da devlet tarafından himaye görmesi ise ona düşüncelerini uygulama fırsatı vermiştir. Anadolu Selçukluları zamanında Anadolu’da felsefi akımların mahiyeti ve bu akımların Ahilik ve benzeri sosyal ve kültürel kurumların ortaya çıkmasına müspet etkileri araştırılması gereken en önemli konulardan biri olarak karşımızda durmaktadır. Ahi Evren’in Anadolu’nun Müslümanlaşmasında da önemli bir hizmeti üstlendiği görülür. Letâif-i Hikmet adlı eserini sunduğu II. İzzeddin Keykâvus’a İslam’ı yaymak hususunda yapması gereken işlerden biri olarak Müellefetü’l-kulüb (kalpleri ısındırılanlar) müessesesini çalıştırması gerektiğini savunmakta ve Müellefetü’l-kulüb’ü üç gruba ayırmakta ve şöyle demektedir:
“Müellefe üç taifedir. Birincisi Müslümanlıkları zayıf olanlardır. Bunların İslam’dan çıkmalarından korkulur. Eğer para bakımından bunlara bir şeyler verilirse İslam’a gönül vermeleri sağlanmış olur. İkincisi Müslüman olmayıp İslam’a ilgi duyanlardır. Bunlar da himaye edilirse İslam’a girmeleri temin edilmiş olur. Üçüncüsü de Müslümanlara zarar vermeleri mümkün olanlardır. Bunlara da bir şeyler verip zararları önlenmelidir.” Bu zümrelere para verilmesini ısrarla önermektedir.[74 - Letâif-i Hikmet, s. 190 ilk.] Ahi Evren’in bu ifadeleri gerek Ahilerin (teşkilat olarak) gerek devletin Anadolu’da Müslümanlaştırma faaliyetinin sürdürüldüğünün ifadesi olmalıdır. Müellefenin iki taifesi ile Bogomil denilen Hristiyan (Rum) zümreyi kastetmiş olabilir. Bilindiği gibi Bogomiller İslami anlayışa yakın bir Hristiyan zümre olup Anadolu’da Müslümanlarla Hristiyan halk arasındaki kültür münasebetleri sonucu ortaya çıkmıştır. Ahi Evren’in bu eğitimci vasfı da Ahi Teşkilatı’nın kurulmasında önemli rol oynamıştır. Eserleri ders kitabı olarak asırlarca Ahi Ocakları’nda okunmuş ve okutulmuştur. Eserlerinin yazma nüshalarının istinsah ve kıraat kayıtlarında bu konularla ilgili önemli bilgiler bulunmaktadır. Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Letâifü’l-hikme adlı eserinde şöyle demektedir: “Allah insanı medeni tabiatlı yaratmıştır. Bunun anlamı şudur: Allah insanı; yemek, içmek, giyinmek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi demircilik ve marangozluk da birtakım alet ve edevatla yapılabildiği için bu alet ve edevatı tedarik için de çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Böylece insanın (toplumun) ihtiyaç duyacağı bütün sanat kollarının yaşatılması gerekir. O hâlde toplumun bir kesiminin sanatlara yönelmesi ve her birinin belli bir sanatla meşgul olması gerekir ki toplumun ihtiyaçları görülebilsin.[75 - Age., s. 145.]
Ahi Evren, sanatkârların iş ortamındaki çalışma düzenleri hakkında da şöyle demektedir: “Birçok insanların bir arada çalışması sanatkârlar arasında rekabet ve münazaaya sebep olabilir. Çünkü bunların her biri kendi ihtiyacına yönelince menfaatler çatışması ortaya çıkar. Karşılıklı hoşgörü ve affetme olmadığı zaman münazaa ve ihtilaf zuhur eder. O hâlde bu insanlar arasında ihtilafı halledecek kanunlar koymak gereklidir. Bu kanun şeriata uygun olmalı ki ona uyulsun ve insanlar arasındaki ihtilafın halline vesile olsun. İhtilafsız bir ortam yaratılınca herkes rahatça umduğunu elde eder. İhtilaf zuhur edincede bu kanuna müracaat ederek ihtilaflar ortadan kaldırılabilir. Peygamberlerin şeriat koymaları bundandır.”[76 - Age., s. 145-146.] Öyle görünüyor ki Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un bu fikirleri doğrultusunda tarih boyunca Anadolu’da Ahi iş yerlerininin yönetmelikleri olan “Ahi Şecerenâmeleri” ve “Ahi Fütüvvetnâmeleri” meydana getirilmiş ve Ahilerin çalışma ortamındaki düzenleri, bu eserlerde tespit edilen kurallar çerçevesinde sağlanmıştır.
İbn Haldun, sanatı ve sanat kollarını uygarlığın gereği olarak görmektedir.[77 - M Mukaddime, Beyrut, tarihsiz, s. 400-402.] Anadolu Selçukluları devrinin en güçlü filozofu olan Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud da toplumun mutluluk ve refahı için bütün sanat kollarının yaşatılmasının gerekli olduğunu savunmuştur. Onun, İhvânüs-Safa’nın bu konudaki görüşlerini tercih ettiği görülmektedir.
Ahi Evren, bütün sanat erbabına belli bir yere toplanmaları ve orada sanatlarını icra etmelerini de öğütlemektedir. Bu konuda da aynen şöyle diyor: “Toplum çeşitli sanat kollarını yürüten insanlara muhtaç olduğuna göre, bu sanatların her birini yürüten çok sayıda insanların belli bir yere toplanmaları ve her birinin kendi sanatlarıyla meşgul olmaları sağlanmalıdır ki toplumun bütün ihtiyaçları görülebilsin.”
Ahi Evren’in bu sözlerinden şehirlerde sanayi çarşılarının kurulması fikrinin ortaya atıldığını görüyoruz. Ahilik ve Ahi Teşkilatı işte bu düşüncelerin uygulamaya koyulmasının tabii sonucu olarak doğmuş ve gelişmiştir. Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un bu düşüncelerinin devrin sultanları ve yöneticileri tarafından benimsenmiş olduğu ve uygulandığı anlaşılmaktadır. Zira Ahi Evren’in ilk yerleştiği yer olan Kayseri’de böyle bir sanayi sitesinin kurulmuş olduğunu bazı kaynaklardan öğrenmekteyiz. Ahi Evren’in kayınpederi olan Şeyh Evhadüddin Hâmid el-Kirmani (635/1237) adına kaleme alınan Menâkıb-ı Şeyh Evhâdü’d-dîn-i Kirmânî adlı eserde bildirildiğine göre Kayseri’de bir Dericiler Çarşısı, bunun bitişiğinde de Külâh-Dûzlar Çarşısı bulunuyordu.[78 - Menâkıb-ı Şeyh Evhadü’d-dîn-i Kirmânî, Neşr. B, Furûzanfer, (Tahran, 1347), s. 68-158.] Aynı eserin bir başka yerinde de Kayseri’deki Bakırcılar Çarşısı’ndan söz edilmektedir. Bu eserde Kayseri’de Dokumacılar ve Örgücüler Çarşısı’ndan da bahsedilmekte. Evhadüddin-i Kirmani’nin müritlerinin buradan İstanbul’a ve diğer Rum beldelerine halı ve kilim ihraç ettikleri bildirilmektedir.[79 - Age., s. 108-118.] İlginç olan bir husus da Kayseri’deki Ahilere ait olan bu sanayi sitesinde hanımlara mahsus çalışma yerlerinin de bulunmasıdır. Ahilerin kız ve hanımları da “Anadolu Bacıları” (Bâcıyân-ı Rum) adıyla aralan bir teşkilat kurmuşlardı. Bu örgüte mensup genç kızlar ve hatunlar da bu sanayi sitesinde kadın el sanatlarını icra ediyorlardı.
DİĞER FİKİR VE BİLİM ADAMLARI
a. Mevlana Celâleddin-i Rumî’nin Selçuklu Devri Fikir Ortamındaki Yeri
Mevlana Celâleddin-i Rumî yalnız Doğu’da değil Batı’da da en fazla ilgi uyandıran, dünyaca meşhur bir şair, mutasavvıf ve mütefekkirdir. Bu yüzden gerek Doğu’da gerek Batı’da üzerinde yoğun çalışmalar sürdürülmektedir. Eskiler Mevlana’ya çok dar bir pencereden bakmışlardır. Onu sadece Mesnevi’nin yazarı olarak telakki etmiş, asırlarca Mevlevi dergâhlarında ve diğer çevrelerde bu eser okunmuş ve şerhler yapılmış olduğu hâlde, diğer eserleri ile çok az ilgilenmişlerdir. Fikrî yönü büyük ölçüde ihmal edilmiş, fikir tarihi içindeki yeri tespit ve takdir edilmemiştir. İçinde bulunduğumuz asrın başından itibaren hem Doğu’da hem Batı’da Mevlana üzerinde çok yönlü olarak durulmaya başlandı. Mesnevi’si ile birlikte diğer eserleri de neşredildi ve muhtelif dillere tercüme edildi. Şüphesiz bu çalışmalar Mevlana’nın daha iyi tanınmasına vesile olmuştur. İran’da Bedîüzzaman Fürûzanfer, Türkiye’de Abdülbaki Gölpınarlı, ömürlerini Mevlana Celâleddin-i Rumî’yi tanıtmaya hasretmişlerdir. Hocam Rahmetli Tahsin Yazıcı da Mevlana ve etrafındakiler hakkında pek çok anekdotları ihtiva eden Ahmet Eflâkî’nin (760/1359) Menâkıbü’l-Ârifîn adlı eserinin tenkitli neşrini ve tercümesini yaparak bu alanda önemli bir hizmeti gerçekleştirmiştir. Batı’da da Mevlana’yı tanıtanların başında R. Nicholson ve A. M. Schimmel gelmektedir. Ancak bir süreden beridir Mevlana üzerindeki çalışmalar Bedîüzzaman Fürûzanfer ve A. Gölpınarlı’nın çalışmaları ile sınırlanmakta ve hiçbir yeni gelişme ve yeni çalışmalar görülmemektedir. Ancak pek çok amatör kalemler bu araştırıcıların eserlerine bağlı kalarak Mevlana ve çevresi hakkında eserler ve makaleler yazmaktalar. Oysa Mevlana üzerindeki çalışmalara yeni boyutlar kazandırılmalı, yeni değerlendirmeler yapılmalı; ortaya çıkarılan yeni belge ve eserler tanıtılarak bu yeni belge ve eserler ışığında Mevlana’nın yaşadığı devirdeki siyasi, fikrî, kültürel, sosyal ve ticari ortam daha detaylı aydınlatılmalı ve Mevlana’nın bu siyasi, kültürel, sosyal ve ilmî ortamdaki yeri belirlenmeye çalışılmalıdır. İşte her yıl Mevlana’yı anma seminer ve kongreleri bunu gerçekleştirmeye yönlendirilmelidir. Bu çalışmaların sürdürülmesiyle Mevlana’nın tarihî gerçeklere uygun, daha sağlıklı biçimde bütün dünyaya tanıtılması mümkün olacağı gibi onun fikir pınarını, yeni nesillerin istifadesine sunmak da o ölçüde sağlıklı ve verimli olacaktır.
b. Fikir Adamı Olarak Mevlana
Şüphesiz Mevlana İslam dünyasının yetiştirdiği dehalardan biridir. Kendiliğinden yetişmiş de değildir. O dönemde İslam dünyasında mevcut olan belli bir fikir hareketinin yarattığı ilmî ve fikrî potansiyel, Mevlana’nın yetişmesini sağlamıştır. Özellikle Mevlana zamanında Anadolu kültürel ve fikrî hareketler bakımından çok hareketli idi. Mâverâünnehir, Horasan, İran, Irak, Suriye ve Mısır’dan çok sayıda ilim, fikir adamı, tarikat öncüleri Anadolu’ya gelmişler, fikirlerini ve tarikatlarını yaymışlardı. Mevlana ailesi bunlardan biridir. O, Anadolu’daki fikir hareketlerinden birinin öncülerinden ve hatta en güçlülerinden biridir. Sonraki asırlarda bu fikir hareketine, Celâleddin-i Rumî’ye nispeten “Celâliyye” denmiştir. Burada onun bu fikir hareketi içindeki yeri belirlenmeye çalışılacaktır.
İslam dünyasında çok eskiden beri akliyeciler (rasyonalist) ile sezgiciler (içe doğuşçu) birbirleriyle mücadele hâlindeydiler. Akılcılar, gerçek bilgiyi elde etmek için aklın ve mantığın ölçü olduğunu hatta aklı, imana varmanın ve Allah’ı bulmanın vasıtası olarak görürler. Kelamcılar, filozoflar bu zihniyetin temsilcileridir. Sezgiciler ise gerçek bilginin içe doğuş ile elde edilebileceğini; imana varmak, Allah’ı bilmekte aklın hiçbir fonksiyonu olamayacağını, içe doğuş ile hidayet-i İlahi ile Allah’a varılabilir, iman edilebilir tezini savunurlar. İşte Mevlana bu ikinci düşünce tarzının öncülerindendir.
Vaktiyle Horasan bölgesinde akliyecilerle, sezgiciler arasında şiddetli bir mücadele olmuştur. Tuğrul Bey’in veziri Ebû Nasr el-Kundurî de Mutezile mezhebinden bir akliyeci olarak sezgicileri siyasi baskı altına almaya çalışıyordu.[80 - Şerefeddin Yaltkaya, Selçuklular Devrinde Mezahip, Türkiyat Meç., İstanbul 925.1,101-115.] İmam Kuşeyri, İmâmü’l-Haremeyn Ebû’l-Maâli el-Cüveynî gibi ilim ve fikir adamları akliyecilere karşı şiddetli mücadeleye giriştiler. Tuğrul Bey de bu ilim adamlarının yanında yer alarak önce veziri Ebû Nasr el-Kundurî’yi tutuklattı, daha sonra da bu vezir idam edildi. İmam Kuşeyri ve İmam Cüveynî’nin talebesi olan İmam Gazali de (505/1111) felsefeci ve akliyecilere karşı savaş açarak onlar aleyhinde felsefenin yıkımı demek olan Tehâfütü’l-Felâsife adlı eserini yazmıştı. Orta Çağ’da tıp, matematik, astronomi, fizik, kimya gibi ilimler felsefenin içinde ve felsefenin konuları olduğunu unutmamalı.
İmam Gazali’nin bu çıkışına karşı Mağripli ünlü Filozof İbn Rüşd de (590/1193) İmam Gazali’nin Tehâfütü’l-Felâsife adlı eserini kastederek Tehâfüt’üt-Tehâfüt (Tehafütün Yıkımı: Yıkımın Yıkımı) adlı eserini yazarak onun görüşlerini şiddetli bir tenkide tabi tutmuştu. Mevlana’nın babası Bahâüddin Veled de sezgici bir fikir adamı olarak İslam dünyasının en tanınmış akliyecilerinden olan Fahreddin-i Râzî ile aralarında fikrî münakaşalar olmuş, Harezmşahlı Muhammed Şah Fahreddin-i Râzî’yi destekleyip onun fikirlerini devletinin resmî görüşü hâline getirince Bahâüddin Veled orada tutunamayarak göçmek zorunda kalmış ve Anadolu’ya gelmişti. İşte Mevlana da babasının yolunda ve onun mensup olduğu fikrî hareketi takip eden bir fikir adamıdır.
Fahreddin-i Râzî’nin talebelerinden de Anadolu’ya gelenler olmuştur. Bunların en ünlülerinden biri Ahi Evren diye bilinen Şeyh Nasîrüddin Mahmud’dur. (Bk. Burada Levha V ve Levha XV.) Bir diğeri Konya’ya yerleşmiş olan Şerefuddin Herevî’dir. Böylece Mevlana’nın babası Bahâ Veled ile Fahr-i Râzî arasındaki fikrî mücadele Anadolu’da da Mevlana ile Fahreddin Râzî’nin talebeleri arasında devam etmiştir. Bu yüzden Mevlana’nın Mesnevi’sinde akılcılığı yeren birçok hikâyeler bulunmaktadır. Mesnevi’deki Kel Papağan hikâyesi bunlardan biridir. Sultânü’l-Ulema Bahâ Veled Maarif’inde, Şems-i Tebrizî Makalat’ında, Mevlana Mesnevî’sinde isim zikrederek Fahreddin-i Râzî’ye şiddetle hücum ederken esas hedefleri Anadolu’daki Fahreddin-i Râzî’nin talebeleri ve onun yolunda gidenlerdir.[81 - Mesnevi, (R. Nicholson baskısı) V, 264; Fihi Ma Fih, s. 20; Şems-i Tebrizî, Makalât, II, 30,110, 143-144.] Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesi de bu fikrî mücadelenin bir halkasıdır. Mevlana’nın oğlu Alâeddin Çelebi de bu fikrî mücadelede Ahilerin arasında yer almış ve Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesi olayında önemli bir rol üstlenmiştir. Bu olaydan sonra Alâeddin Çelebi Ahi Evren’le birlikte Kırşehir’e göçmüştür. Bir müddet sonra (1261) Kırşehir’de Ahiler, Moğol yanlısı yönetime karşı isyan ettiler. Bu isyanı bastırmaya memur edilen Emir Nureddin Caca, isyanı bastırınca şehirdeki Ahileri kılıçtan geçirdi.[82 - Müsameretü’l-ahbar, s. 75.] Ahi Evren ve Mevlana’nın oğlu Alâeddin Çelebi de burada öldürüldüler. Alâeddin Çelebi’nin cenazesi Konya’ya getirilmiştir. Mevlana oğlunun cenaze namazını kılmamıştır.
İşte bu yüzden Mevlana sezgici fikir hareketinin son büyük temsilcisidir. Ondan sonra onun zihniyetini takip edenler sadece eserlerini, özellikle Mesnevi’sini şerh etmek, fikirlerini yorumlamakla meşgul olmuşlardır. Ancak Mevlana’dan sonra kurulan Mevlevîlik tarikatı Mevlana’nın temsil ettiği fikir akımının mektebi olmuş, günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Şunu da hatırlatmakta yarar vardır: Mevlevîliğin Selçuklular zamanından beri Anadolu’da fikir üstünlüğün sağlanması, akılcılığın büyük ölçüde zayıflamasına ve hatta silinmesine sebep olmuştur. Bu durum, Mevlana’nın Anadolu’nun fikir tarihindeki yerinin ve etkisinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
c. Mutasavvıf Olarak Mevlana
Mevlana mutasavvıf olarak da İslam dünyasında önemli bir mevkiye ve haklı bir şöhrete sahiptir. O bu alanda da kendisinden önce mevcut olan tasavvufi eğitim ve terbiye metodunun uygulayıcısı ve bu yönde oluşan belli bir anlayışın takipçisidir. Mevlana, hemşehrileri olan Belhli İbrahim Edhem ve Belhli Şakîk’ten babası Bahâüddin Veled’e intikal eden tasavvufi meşrebin mensuplarındandır. Belh çok eskiden beri Hint kültürü ile İran kültürünün tanıştığı, kaynaştığı önemli bir merkez idi. Hint mistisizmi ile İran gnostisizmi (irfancılık), İslam’dan önceki dönemlerde Belh şehrinde gayet canlıydı. İslamiyet’in bu bölgeye gelişinden sonra da İslam tasavvufunun ilk nemalandığı, doğduğu yöre de Belh şehridir. İşte Mevlana ve babası Bahâ Veled böyle bir merkezdeki irfan pınarından beslenmişlerdir. Mevlana’nın Hindistan yarımadasında büyük bir hüsnükabul görmesi ve bu ülkede son derece etkili olması onun Hint irfanına yatkın oluşundandır. Mevlana’nın tasavvufi görüş ve uygulamaları hakkında ileride detaylı bilgi verileceği için burada bu konuyu kısa kesiyoruz. Ancak şunu ifade edeyim ki Mevlana bir tarikat kurucusu değildir. Ölümünden sonra ilk halifesi Hüsâmeddin Çelebi ve oğlu Sultan Veled onun meydana getirdiği fikir hareketini “Mevleviyye” veya “Celâliyye” adı verilen bir tarikat hâline getirmişlerdir.
d. Şair ve Edip Olarak Mevlana
Mevlana şair olarak da İran edebiyatının üç büyük mesnevi üstadından biridir: Firdevsî, Nizamî ve Mevlana. Mevlana şiiri, özellikle Mesnevi’sini trans hâlinde yazdığı için şiirleri onun ruh hâletinin aynasıdır. Fikirlerini şiir diliyle gayet rahat ifade eden otantik bir şairdir. Şiiri zahmet çekerek kelimeleri seçerek evirip çevirerek değil, insiyak-ı tabii ile döktüren bir şairdir. O bir yazdığını bir daha tekrar etmez ve daha önce ne yazdığının peşine düşmez. Sürekli olarak yeni şeyler söylemiş ve yenilik peşinde olmuştur. Vâkıâ Mevlana söylediklerini kendisi yazmamış, yakınları onun söylediklerine sahip çıkmışlar ve sözlerini kaydetmişlerdir. 1264 yılında Mesnevi’yi tamamladı. Bu tarihten sonra oğlu Sultan Veled ve dostu Hüsâmeddin Çelebi ile birlikte kürrâseler ve sahifeler hâlinde olan Mesnevi’yi altı defter hâlinde yayımladı. Bu dönemde her deftere bir Arapça ön söz yazdılar. Ölümünden sonra oğlu Sultan Veled ve Hüsâmeddin Çelebi Mesnevi üzerinde bir nebze rötuş yaparak onun otantikliğini belli bir ölçüde haleldar etmişlerdir. Diğer şiirlerinde onun bu şairlik özelliği daha açık bir biçimde göze çarpmaktadır. Şairlik mesleğinde en büyük meziyeti yüksek hayal gücü ile yüksek kavramları yakalayıp onları şiir diliyle ifade etmesidir. Bu meziyet şairlerin kuvve-i şiriyyelerinin ölçüsüdür. Mevlana’daki hayal gücünü hiçbir şair ve yazarda görmek mümkün değildir.
Mevlana ve etrafındakiler arasında hoş bir edebî gelenek oluşturulmuştur. O da şudur: Mevlana’nın babası Bahâ Veled’den itibaren tarikat pirlerinin sohbetleri, müritler tarafından veya kendilerince kaleme alınmıştır. Bahâ Veled’in Maarif’i Şems-i Tebrizî ile Seyyid Burhâneddin’in Makalat’ı, Mevlana’nın Fîhi Mâ Fîh ve Mecâlis-i Seb’a’sı, Sultan Veled’in Maarif adlı eserleri böyle meydana gelmiştir. Bütün bu eserler, hem Mevlana hem etrafındakilerin kültürel ve sosyal durumlarını, halkla ilişkilerini, çevrelerini öğrenmemize, tetkik etmemize vesile olmakta hem de o devirde toplumda mevcut olan sosyal ve kültürel problemleri, bu şeyhlerin mevcut problemler için önerdikleri çözüm şekilleri, halkın durumu, siyasi, fikrî ve ilmî hareketler hakkında bilgileri ihtiva etmektedir. Bu itibarla Mevlana ve etrafındakilerin bıraktıkları bu tür eserler Anadolu Selçukluları tarihi için önemli kaynaklar olmaktadır. Maalesef bu devrin sosyal ve kültürel tarihini aydınlatmaya yönelik çalışmalarda bu eserlerden yeterince yararlanılmamıştır.
Mevlana’nın resmî makamlara ve devlet adamlarına yazdığı mektuplar ise Anadolu Selçukluları devrinin en buhranlı günlerindeki siyasi durumu, devrin siyasilerinin zihniyet ve icraatlarına ışık tutması açısından son derece önemi haiz bulunmaktadır. Devrin siyasi vesikaları niteliğindedir. Mevlana bu mektupları resmî makamlara ve devlet büyüklerine yazmıştır. Mevlana’nın ölümünden 60-70 sene kadar sonra bu mektuplar bir araya toplanarak müstakil bir eser hâline getirilmiştir.
Bilindiği gibi Mevlana, Anadolu’nun ve İslam dünyasının Moğol istilasına maruz kaldığı bir dönemde yaşamıştır. Moğollar, özellikle Anadolu’da çok büyük katliamlar gerçekleştirdiler. Moğol iktidarının Anadolu’daki zulmüne ve emperyalizmine karşı birçok ayaklanmalar oldu. Bütün bu ayaklanmalar Moğollar ve Moğol yanlısı yöneticiler tarafından çok şiddetli ve acımasız bir şekilde bastırıldı. Anadolu halkı meyus ve perişan bir hâlde idi. Böyle bir ortamda tekkeler ve zaviyeler halkın sığındığı, teselli bulduğu, teessürünü unuttuğu yerler, müesseseler durumunda idi. Moğol istilası yalnız Anadolu’da değil, İslam dünyasında tasavvufa meyli ve rağbeti arttırmıştır. Fakat bu rağbetin Anadolu’da fazla olduğu hatta aşırı boyutlara ulaştığı görülmektedir. İşte bu durum insanların Mevlana ve etrafında halkalanmasına vesile olmuştur. Mevlana da böyle bir ortamda etrafındakilere umut ışığı sunmaya çalışmaktaydı. Şairlik gücünü bu yönde tesirli bir şekilde kullanmaktaydı.
Mevlana’nın Şems-i Tebrizî ile tanışması, onun fikir hayatında, gönlünde ve ruhunda büyük bir inkılap yarattığı genel olarak kabul edilmektedir. Fakat bu inkılabın mahiyeti tam olarak açıklanabilmiş değildir. Şems-i Tebrizî’den önce babası Bahâ Veled ve Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik de ona bir süre hocalık yapmışlardı. Fakat onlar Mevlana’nın gönlünde ve ruhunda böyle bir inkılap yaratmamışlardı. Şems, ona neler verdi ki onun hayatında, yaşayışında ve fikir dünyasında büyük bir değişme meydana gelmesine sebep oldu ve onu şiir dünyasına soktu.
Mevlana bir Kalenderî şeyhi olan Şems-i Tebrizî ile beraberliğini üç sene sürdürdü. Fakat Şems’in Konya’da öldürülmesinden (645/1247) sonra 25 sene daha yaşadı. Bu 25 sene boyunca Şems’i hiç unutmadı ve Şems’in etkisi ömrünün sonuna kadar devam etti. İşte bunun sebebi Şems’in sahip olduğu Hulûliyye felsefesinin Mevlana üzerinde yarattığı etkidir. Öyle anlaşılıyor ki Mevlana, Şems ile tanıştıktan sonra Hulûl felsefesiyle de tanışmış ve bu felsefeye meclup olmuştur. Bu felsefi düşünce ve inanç onun mizacında ve ruh hâlinde büyük değişmeye sebep olmuş ve onu şiir dünyasına, aşk ve şevk dünyasına götürmüştür.
Buraya kadar Mevlana’nın fikir dünyasını ve insanlığa bıraktığı fikir ve sanat mirasını özet hâlinde sunmaya çalıştık. Amacımız bu yüksek fikirlerin, bu yaşama biçiminin toplumumuzda modern anlayışlarla, çağdaş düşüncelerle beslenerek ve kaynaşarak yeni fikirlerin zuhur etmesini sağlamaktır. Bu fikir ve aksiyonun Mevlana zamanındaki heyecan ve coşku ile bugünkü insanlarımızda da canlılığını devam ettirmek, toplumumuzun düşünce seviyesini yükseltmektir. Geçmişte yaşanmış olan bu fikir ve aksiyonu canlı tutmak, geliştirmek ve bunu dünyaya tanıtmak ve Mevlana’nın yeni nesillere ilham kaynağı olmasını sağlamaktır.
e. Sadreddin-i Konevî ve Ekberiyye Hareketi
Yukarıda da ifade edildiği gibi “Ekberiyye” hareketi adını “Şeyhü’l-Ekber” diye anılan Muhyiddin İbnü’l-Arabî’den almaktadır. İbnü’l-Arabî, Anadolu’da Sultanlar Muallimi olarak tanınan Malatyalı Şeyh Mecidüddin İshak’ın arkadaşıdır. Bu Mecidüddin İshak’ın da Mağripli olup Malatya’ya yerleştiği anlaşılmış bulunmaktadır. Onların bu arkadaşlıkları, Mecidüddin İshak’ın Şam’da bulunduğu 1196-1204 yılları arasında başlamıştır. I. Gıyâseddin Keyhüsrev ikinci defa tahta geçince Şam’da bulunan hocası Mecidüddin İshak’ı Anadolu’ya davet etmiştir. Bunun üzerine Anadolu’ya dönen Şeyh Mecidüddin İshak bu sultanın hizmetine girmiştir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî Muhadaratü’l-Ebrar adlı eserinde (Konya Yusufağa Ktp. no., 546, yp. 145a-145b.) Mecidüddin İshak’ın kendisine mektup yazdığını şöyle ifade etmektedir: “Anadolu’da (Bilâdu’r-Rûm) adı İshak b. Muhammed olan arkadaşına bir mektup yazdı.” Onun bu mektubuna: “Ey İshak, kardeşinden sağlam bir nasihat işit. Sultanlara yakınlık sana gurur vermesin.”[83 - İbnü’l-Arabî, Muhadaratü’l- ebrar, Konya Yusufağa Ktp, No. 546, yp, 145a-145b.] diye başlayan manzume ile cevap yazmıştır. İşte bu iki dost 601'de (1204) hacda buluşmuşlar ve aynı yıl Bağdat, Musul üzerinden Anadolu’ya gelmişlerdir. Böylece Muhyiddin Arabî, Mecidüddin İshak’ın ölüm tarihi olan 1221 yılına kadar Anadolu’da ikamet etmiştir.
Mecidüddin İshak ölünce Sadreddin-i Konevî’nin annesi olan dul kalan eşi, Muhyiddin İbnü’l-Arabî ile evlenmiştir. Oğlu Sadreddin Muhammed el-Konevî de babasının arkadaşlarına ve özelikle de üvey babasına talebe olmuş ve İbnü’l-Arabî’nin en güzide talebesi olarak temayüz etmiştir. (Bk. Burada Levha, XIV.) Uzun süre Malatya’da, Şam’da, Mısır’da İbnü’l-Arabî’nin yanında bulunan Sadreddin-i Konevî 1246’dan itibaren Konya’ya yerleşmiş, bugün kendi adıyla anılan caminin bulunduğu yerde bulunan medresesinde eğitim ve öğretim ile meşgul olmuştur. Konevî, burada babası Mecidüddin İshak’tan ve üvey babası ve hocası İbnü’l-Arabî’den kendisine intikal eden kitaplardan oluşan bir kütüphane de kurmuştur. İleride bu kütüphaneden söz edilecektir.
Sadreddin el-Konevî, ölüm tarihi olan 22 Temmuz 1274 (16 Muharrem 673) yılına kadar Konya’da bulunmuş, talim, tedris ve telif ile meşgul olmuştur. İbnü’l-Arabî’nin eserlerini okutarak onlara şerhler yazarak hocasının “vahdet-i vücûd” felsefesini tanıtmaya ve yaymaya çalışmıştır. Çok sayıda talebe yetiştirerek Anadolu’da Ekberiyye hareketinin başmuallimliğini yapmıştır. Müeyyedüddin el-Cendî, Kutbuddin-i Şirazî, Saidüddin el-Fergânî, Fahruddin-i İrakî, onun Anadolu’daki en tanınmış talebeleridir. Bu talebeleri de pek çok eserler yazarak talebeler yetiştirerek bu fikir hareketini yaymışlardır. İşte bu fikir hareketinin merkezi de Konya idi. Birçok devlet adamı da Sadreddin Konevî’ye talebe olmuşlardır. Ayrıca birçok talebesi de muhtelif şehirlerde kadılık ve müderrislik yapmışlardır.
f. Konevî’nin Vahdet-i Vücûdculuğu
Sadreddin-i Konevî bilimsel çalışmalarında hocası Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin “Vahdet-i Vucûd” felsefesini aklileştirmeye (rasyonalize) çalışmıştır. Bu felsefi görüş, kâinatta, varlık âleminde, Yaradan ile yaratılan (Halik ile mahluk) ikiliğinin bulunmadığı esasına dayanmaktadır. Âlemde kesret (çokluk) görünüm, vehim ve hayalden ibarettir. Varlık, mutlak gerçeğin bize farklı görünüşleridir. Oysa bir tek varlık var, o da Allah’ın varlığıdır. Gerçek dinî vahdaniyet de budur derler. İbnü’l-Arabî bu felsefi görüşü sezgi ile belirlemeye ve nasları da (ayet ve hadisleri) bu yönde yorumlamaya çalışırken Sadreddin Konevî bu düşünce tarzını akli kurallarla ve nasların desteği ile izah ve ispat etmeye çalışmaktaydı. Onun bu yola yönelmesinde Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un önemli rolü olmuştur.
Sadreddin Konevî ile Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin Mahmud arasında da bu manada bir fikir ayrılığı vardı. Ahi Evren’le sürekli olarak birbirlerine mektup yazmışlar ve bu mektuplardaki münakaşalar sonunda Sadreddin Konevî’nin rasyonalizme yaklaştığı, hocası Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin sezgici “Vahdetü-i Vücûd”culuğunu aklileştirmeye (rasyonalize) yöneldiği görülmektedir. Bunu yaparken Ahi Evren’den büyük ölçüde etkilendiği ve yararlandığı gözlenmektedir. Ahi Evren’e yazdığı mektuplarda devamlı ona sorular yöneltmekte ve metafizik konularla ilgili meselelerin açıklanmasını istirham etmektedir. Hatta bazen eserlerini ona göndererek onların tashih edilmesini, hata ve sevaplarını göstermesini istemektedir. Vâkıâ Konevî’nin hocası Muhyiddin İbnü’l-Arabî ile Ahi Evren’in hocası Fahreddin-i Râzî’nin de mektuplaşarak tartıştıkları bilinmektedir. Bu mektuplardan, bu iki zat arasındaki ihtilaf konusunun gene akliyecilik ve sezgicilik olduğu görülmektedir.[84 - İbnü’l-Arabî, Resail, Haydarabad, 1948, 15. Risale.] Şu hususu da hatırlatmakta yarar var. Gerek akılcıların gerek sezgicilerin vahiy ve nasları değerlendirişleri, kullanışları birbirinden farklı olduğu gibi aklın sınır ve yetkisini takdir konusunda da farklı görüş ve anlayışa sahiplerdir. Aslında sezgiciler aklı bütünüyle ret ve iptal etmezler. İhtilafın esasını aklın yetkisinin belirlenmesi konusu teşkil etmektedir.
XIII. asırdan sonra İslam dünyasında fikir durgunluğunun başlaması sonucu olarak gerek akliyeci gerek sezgici fikir hareketi çizgisinde güçlü fikir adamları yetişmemiştir. Burada, Moğol istilasının İslam dünyasında yarattığı ekonomik, kültürel tahribatın yanında, çok sayıda seçkin insanın Moğollar tarafından katledilmesi, bu fikrî durgunluğun amili olduğunu hatırlatmak gerekir. S. Konevî, sahip olduğu düşünce tarzı ile sezgici olan Mevlana’ya da ters düşmekteydi. Hatta Mevlana daha ileri giderek Fîhi Mâ Fîh adlı eserinde isim de vererek onu tadlil ve tahkir etmektedir. Fakat şurası da muhakkaktır ki S. Konevî, ömrünün sonlarında daha çok hadis ilmi ile meşgul olmuştur. Hadis ilmi ile meşguliyeti ve Moğol emperyalizminin yarattığı siyasi ortam onu çok etkilemiş ve fikir hayatında derin bir değişme meydana gelmiştir. Ölümünden kısa bir zaman önce kaleme aldığı Vasiyetnâme’sinden “Selefi” bir çizgiye geldiği açıkça görülmektedir. Mensup olduğu ailenin Mağripli olması itibarıyla Maliki mezhepli idi. Konya’ya yerleşmiş olan Mağriplilerle irtibat hâlindeydi. Bu Mağriplilerin mescidi hâlen Konya’da mevcuttur. S. Konevî’nin çevresinde çok sayıda Mağripliler görülmektedir.
g. İlme ve İlim Adamlarına Hizmeti
Sadreddin Konevî, derin bir ilim ve fikir adamıydı. Yalnız Anadolu’da değil şöhreti Suriye ve Mısır’da da yaygındı. Mısır’dan, Suriye’den ve Anadolu’dan pek çok sevenleri, talebeleri ona mektuplar yazıp problemlerini ona arz ediyorlardı. Kendisi de bu dostlarına ve devlet adamlarına mektuplar yazmıştır. Bu mektupları özel defterlerinde muhafaza ediyordu. Maalesef bu defterlerden sadece bir tanesi günümüze gelebilmiştir.
Bu mektuplardan 20 kadarını Nafahatü’l-İlâhiyye adlı eserinin sonuna dercetmiştir. Muhtelif zamanlarda ünlü ilim ve fikir adamları onun Konya’daki türbe ve camisinin yanı başında kurduğu kütüphanesinde çalışmışlardır. Bu kimselerden bazıları Sadreddin Konevî’nin ahfadına intikal etmiş olan özel defterlerine ulaşma imkânı da bulmuşlar ve bu defterlerde bulunan, ilgilerini çeken mektuplardan bazılarını kopya etmişler veya özetleyerek almışlardır.[85 - Bk. Mesela Yâr Ali Şirazî (814/1411) bir müddet S. Konevî’nin kütüphanesinde çalışmış ve Konevî’nin defterlerinde bulunan pek çok mektup ve risaleleri kopya etmiştir. Yâr Ali’nin bu derlemesi Bursa Eski Eserler Ktp. (H. Çelebi Kısmı), no. 1183’tedir.] Konevî çok sayıda eserler yazan ve çok talebe yetiştiren bir fikir adamıdır. 40’tan fazla eser yazmıştır. O da dostu Ahi Evren gibi ömrünün sonunda karamsar, çevresine ve dünyaya küsmüş bir hâletiruhiyeye kapılmıştır. Ahi Evren’in “Mehdi artık gelmelidir.” diye haykırdığı gibi Sadreddin Konevî’nin de “Mehdi risalesi” yazması bundandır. Tabii onun böyle bir ruh hâline girmesi Moğolların ve Moğol yanlısı yöneticilerin Anadolu’da katliamlar gerçekleştirmeleri, baskı ve zulüm ortamı yaratmalarındandır. Vasiyetinde Anadolu’ya daha kara günlerin geleceğini bildirmekte ve gençlerin bir an önce Anadolu’yu terk etmelerini öğütlemektedir. Nitekim çok sevdiği dostu Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud ve Seyyidü’l-akran diye andığı el-Hac Tacüddin-i Kâşi, Malatya’dan arkadaşı ve oğlu Sadüddin Çelebi’nin hocası olan Zeynüddin Sadaka gibi dostları Moğollar tarafından öldürüldüler. Muhtemelen S. Konevî’nin oğlu Sadüddin Çelebi de bu katliamları sırasında öldürülmüştür. İşte bu olaylar onu derinden etkilemiş ve karamsarlığa sevk etmiştir. Öldüğü zaman sadece Sekine adında bir kızı vardı. Bu Sekine’nin de babasının talebesi Afifüddin et-Tilimsânî ile evli olduğu anlaşılmaktadır.
Talebelerinden Cendli Müeyyedüddin Mahmud’un, S. Konevî’nin ölümü üzerine yazdığı mersiyeden ilk dört beyti tercüme ederek bu geniş konuyu kapatıyoruz:
Kıt’a
Dünyanın süsü, mana denizi, ince bilgiler hazinesi olan yeryüzünün halifesi göçtü.
Onun ölümünden sonra İslam âleminin aydınlık ve olgunluğu kalmadı. Keşke o göçmeseydi.
Ondan sonra problemleri çözecek var mı? Ondan sonra hakikatleri kim açıklayacak?
Ey asrımızın şeyhi! Allah’ın selamı senin üzerine olsun. Katmerli cehaletten bizi aydınlığa çıkaran sendin. [86 - Müsameretü’l-ahbar, s. 120.]
V. SELÇUKLULAR ZAMANINDA KONYA’DA DİNÎ VE TASAVVUFİ ZÜMRELER
Selçuklular zamanında Konya’da çok sayıda ilim ve fikir adamı şair ve mutasavvıf yetişmiştir. Buna bağlı olarak birbirlerinden küçük nüanslarla ayrılan çok sayıda dinî ve fikrî zümreler bulunmaktaydı. Yukarıda bunlardan üç büyük şahsiyet tanıtıldı. Şimdi diğer bazı önemli şahsiyetleri, dinî tasavvufi ve fikrî zümrelerden önemlilerini tanıtmaya ve Konya’daki durumlarını açıklamaya çalışacağız.
1. Evhadiyye Hareketi
Evhadiyye hareketi, adını Şeyh Evhadüddin Hâmid el-Kirmani’den almaktadır. XIII. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da en güçlü bir fikir akımı, tasavvufi ve dinî hareket idi. Bu hareketin lideri Evhadüddin-i Kirmani, 34. Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh tarafından Fütüvvet Teşkilatı’nın Anadolu’daki şeyhlerinin lideri (Şeyhü’ş-Şuyûhi’r-Rûm) olarak 1204 yılında Anadolu’ya gönderilmiştir. Bu Türkmen şeyhin Anadolu’da çok yaygın bir nüfuzu vardı. Türkmen şeyhler ve dervişler iman derecesinde ona bağlılılardı. Ahi Evren’in eşi Fatma Bacı’nın da babası olan Evhadüddin’in, Ahi ve Bacı Teşkilatlarının kuruluşunda da büyük rolü olmuştur. Anadolu’da köy köy, kasaba kasaba şehir şehir gezerek kurduğu tarikatını yaymıştır. Hemen her şehirde halifeleri vardı. Sultanlar ve devlet adamları katında da büyük itibar sahibiydi. Meclislerde Türkçe konuştuğu için Türkmenler onun tarikatına daha çok rağbet ediyorlardı. Daha çok Kayseri’de ikamet ederdi. Fakat Ahlat, Malatya ve Konya’ya da zaman zaman uğramıştır. Konya’nın ünlü delişmen (mecnun) şeyhi Şeyh Fakih Ahmed onun halifelerinden idi. Evhadüddin, 1234 yılında Anadolu’dan ayrılmış ve 1237 yılında Bağdat’ta ölmüştür. Güçlü bir şair olan Evhadüddin, Anadolu’dan ayrılırken yerine vekil olarak Konya’daki halifesi Zeynüddin Sadaka’yı koymuştur.
a. Afakilik ve Enfüsilik
Evhadüddin Hâmid el-Kirmani tasavvufi meşrep itibarıyla Şems-i Tebrizî’ye ve Mevlana’ya muhalif idi. Bu yüzden Şems ve Mevlana, eserlerinde ona hücum etmişlerdir. Bu fikir ayrılığının esası şudur: Tasavvuf yolunda ilerlemek için belli manevi makamlardan (tövbe, rıza, havf, reca gibi) geçmek şarttır. Mutasavvıflar bu yolda ilerlemek, bir manevi makamdan diğerine geçmek suretiyle “seyr-i süluk” (ruhani yolculuk) denilen manevi yükselişe götüren yolculuğa çıkmak gerektiğini tespit etmiş ve bunun uygulamasını yapmışlardır.
Mutasavvıflar, bu “seyr-i süluk”un uygulanışında iki metot belirlemişlerdir. Bunlardan biri “seyr-i süluk-i enfüsi” diye adlandırılır ki kişiyi (müridi) benliğine yöneltmek ve benliğindeki şeytani duygulardan, düşüncelerden arındırmak hedef alınır. Bu metotla nefisteki kötü duygu ve düşüncelerle, şeytani vesveselerle mücadele edilir. Nefsin kötü istekleri kontrol altına alınır ve bu suretle esas maksat olan üstün insan (insan-ı kâmil) yaratmaya çalışılır. Bunun için müride belli virtler verilir ve zikirler yaptırılır. Yoğun ve şiddetli egzersizler ve riyazetler uygulanır.
Bu eğitim metodu içe ve benliğe dönüklük (subjektif) yoludur. Mürit bu yolda egzersizler yaparak manevi makamları geçer, kemale erer, benliğini tanıma imkânı bulur ve “Men arefe nefsehu fe kad arafe Rabbeh”. (Nefsini bilen Rabb’ini de bilir.) gerçeğine erişir.
Diğer yol ise “seyr-i süluk-i afaki” diye adlandırılır. Bu eğitim metodunun esası da şudur: Kişinin, başka bir ifade ile müridin Yaradan’ın eserleri olan eşya ile meşguliyet içinde bulunması sağlanır. Eşyanın esrarını ve güzelliklerini temaşa ederek Yaradan’ın (Sâni’i) celal ve cemaline vasıl olmasına gayret edilir. Müride, eşyanın esrarını anlamaya ve idrake sevk edici virtler verilir, zikirler ve riyazetler yaptırılır. Kişi kendisini de eşyadan bir parça olarak görür. Bu durumda mürit hem süje hem obje olmaktadır. Eşyanın muhabbeti gönle nakşedilmeye ve bu muhabbet vasıta kılınarak Allah’a bir yol bulmaya çalışılır. Bu yol da dışa dönüklük (objektif) yoludur. Bu eserden eserin sahibini yani Sâni’i, Cenâb-ı Allah’ı bulmaya çalışılır. Cenâb-ı Allah’ın sıfat ve fiilleri eşyada tecelli ettiğinden, eşyanın tezekkür ve tefekkürü Allah’a vuslata götürür insanı.
Mevlana Celâleddin-i Rumî ve hocaları, birinci yolun yani “enfüsi” yolun saliklerindendir. O dönemde “afaki” yolun salikleri de Anadolu’da yaygın idiler. Bu yolun da en tanınmış mürşidi “Evhadiyye” tarikatının kurucusu Şeyh Evhadüddin-i Kirmani idi. Bu iki yolun mensupları birbirleriyle mücadele ve rekabet hâlinde bulunuyorlardı.
Mevlana ve onun gibi seyr-i süluk-i enfüsi metodu benimseyen mutasavvıfların, eserlerinde insan ruhunun derinliklerine nüfuz etmeye çalışmaları ve insan benliğindeki eğilim ve istekleri keşfetmeye yönelmeleri ve bu gayret içinde bulunmaları, meşreplerinin özelliğinden kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde Evhadüddin-i Kirmani gibi seyr-i süluk-i afaki metodu uygulayan mutasavvıfların da eserlerinde daha çok dış dünya ve eşya ile ilgi kurmaya çalışmaları ve müridi tabiattan ibret almaya yönlendirmeleri de meşreplerinin temel özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Tabii olarak eğitimde farklı metotların uygulanması, farklı düşünen ve yaşayan insanların, müritlerin yetişmesine neden olmaktaydı. Evhadüddin-i Kirmani ile Şems-i Tebrizî arasında geçen Ahmet Eflâkî’nin naklettiği bir konuşma bu iki ayrı meşrepteki şeyhler arasındaki ayrılığı ifade etmesi bakımından önemlidir. Evhadüddin-i Kirmani bir gün tekkesinde murakabe hâlinde iken Şems-i Tebrizî içeriye girer ve Evhadüddin’e: “Ne işle meşgulsün?” diye sorar. Evhadüddin de Cenabıhakk’ı eşyadaki tecellisinde yani sanatında temaşa etmeye çalıştığını kastederek: “Ayı, leğendeki suda seyrediyorum.” der. Şems-i Tebrizî de ona: “Ensende çıban yoksa başını kaldırıp onu gökyüzünden niye seyretmiyorsun?”[87 - Menakibü’l-arifin, II, 616-618.] diyerek Cenabıhakk’ı kendi içinde ve benliğinde bulması gerektiğini ona hatırlatmaya çalışır. Molla Abdurrahman Cami de Evhadüddin’in tasavvufi meşrebini Nafahatü’lüns adlı eserinde şöyle ifade etmektedir: “Evhadüddin, şuhûd-i hakikata mezâhir-i sûrî ile tevessül ederdi ve cemal-i muttaki suver-i mukayyedâtda müşahede eyler idi.”[88 - Age. Tere. Lamiî Çelebi, İstanbul 1279, s. 409.] Mevlana da hocalarının yolunda giden bir mutasavvıf olarak Mesnevi’sindeki birçok hikâyede bu temayı işlemiştir. Evhadüddin-i Kirmani ve onun yolunda gidenlerin meşrebine tenkitler yöneltmiştir. O bir mutasavvıf olarak hocalarının meşrebine bağlı kalmış ve etrafındakileri bu yolla eğitmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi Mevlana bir tarikat kurmamıştır. Onun babası vasıtası ile Kadiri tarikatına, hocası Şems-i Tebrizî vasıtası ile de Kalenderiyye tarikatı ile ilgisi bulunmaktadır.
b. Şeyh Evhadüddin el-Kirmani ve Türkmenler
Evhadüddin-i Kirmani’nin kurduğu “Evhadiyye” tarikatı ve bu tarikattaki eğitim ve öğretim metodu (seyr-i süluk-i afaki) Anadolu’da, Türkmenler arasında büyük bir ilgi uyandırmıştır. Evhadüddin’in, Türk asıllı olması ve Türkmenlerle Türkçe olarak konuşması, onun Türkmenler arasında tanınmasına vesile olmuştur. Art düşünceleri olmadığı ve samimi oldukları için Türkmenleri irşat etmenin daha kolay olduğunu ve kısa zamanda tasavvuf yolunda ilerleyebildiklerini söylüyordu. Bu tasavvufi yol ve düşünce tarzı Türkmenlerin yaşayış tarzına daha uygun olduğu için Türkmenler arasında daha fazla ilgi toplamaktaydı. Türkmen dervişler coşkun bir iman ile Evhadüddin’e bağlanmışlardı. El-Veledü’ş-Şefik’in sahibi Niğdeli Kadı Ahmed (740/1241) Tapduklu dervişlerin, Evhadüddin-i Kirmani’nin yolunda olduklarını çeşitli vesilelerle belirtmiştir. Ayrıca Ebussuud Efendi, Evhadüddin-i Kirmani’ye ait bir risalede Tapduk Emre’nin Evhadüddin ve İbnü’l-Arabî’den ders almış olduğunu, İbnü’l-Arabî’nin kendisine öğrettiği dört duayı Yunus Emre’ye öğrettiği ve Yunus Emre’nin bu duaları öğrenince dili çözülüp şiir söylemeye başladığının yazılı olduğunu belirtmiştir.[89 - Bk. Konya Yusufağa Ktp. No. 6730, 43b.]
Hayatı kırda, bayırda tabiatla baş başa, hayvan sürüleri ile göçebe olarak veya kırsal bölgelerde geçen insanların bu tasavvufi yolu tercih etmeleri gayet tabii idi. Bu yolun Türkmenler tarafından kolay anlaşılır olması da yayılmasına vesile olmaktaydı. Yunus Emre:
Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
derken “seyr-i afaki” yolunda olduğunu ifade etmiş olmakta ve bu tasavvufi anlayışa göre düşündüğünü göstermiş olmaktadır. Yunus, pek çok şiirinde bu anlayışı terennüm etmekte ve suretçiliği (cemalperestlik) benimsediğini belirtmektedir.
İşte bu şiirlerden biri:
Su’ret toprakdır diyeni gönlüm kabul itmez anı
Bu toprağın cevherini hazrete irgördüm ahi
Ben de bakdum, ben de gördüm benüm ile ben olanı
Su‘retime canvireni kimdüğini bildim ahi.
Yunus Emre “Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü.” o çok meşhur sözünde yaratılmışı hoş tutarak ve onlara muhabbet ve şefkati, Allah’a kavuşmaya vasıta kıldığını ifade etmektedir. Bu tasavvufi meşrep Türkmenlere yeni bir duyuş ve düşünüş biçimi veriyordu. Evhadüddin gibi diğer Türkmen dervişler bu yolla Türkmen halkın düşüncesini terbiye ediyor, ahlaki yaşayışlarına yön veriyordu. Böylece Türkmenler çevrelerindeki eşyaya (suretlere) tasavvufi-İslami bir bakış ile bakıp manalandırıyorlardı. Kısaca Türkmenler kültür değişimine uğruyorlardı. Bu değişim Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasını hızlandırmaktaydı. Türkmenlerin gönülleri ve akılları yeni bir dünya ve hayat telakkisi ile tanışıyordu. Hayatları tabiatla baş başa geçen, göçebe ve köylü Türkmen halk, bu tasavvufi meşrep vasıtası ile İslam’ı daha kolay anlıyorlar, ahlaki inceliklerle tanışma imkânı buluyorlardı. Eşyaya karşı merhamet ve şefkat duyguları kuvvetlenmekteydi. Baba İlyâs-i Horasânî’nin çoban olarak güttüğü koyunlara karşı şefkat ve merhameti, ona muhalif olanlar tarafından dahi takdirle yâd edilmiştir. Bir hikmete mebni olarak yaratılmış olduğunu düşünerek karıncayı bile incitmeme anlayışı da bu düşünceden kaynaklanmaktadır. Bu suretcilik (cemalperesti) meşrebi, müritlerde eşyanın yaratılış hikmetini inceleme ve öğrenme isteği uyandırmaktaydı. Evhadüddin’in damadı ve önde gelen talebelerinden olan Ahi Evren (Şeyh Nasîrüddin Mahmud) Letâif-i Gıyâsiyye adlı eserinde; insanın ve insan uzuvlarının, hayvanların, bitkilerin gök cisimlerinin yaratılışındaki hikmetleri ve bunların Allah’ın varlığı, birliği ve yüceliğine delalet eden yönlerini dile getirirken bu düşünce tarzını detaylandırmayı düşünmüş ve eserini bu maksatla kaleme almıştır.[90 - Bu eserin bir nüshası Konya Mevlana Müzesi Ktp, No. 1728’de kayıtlıdır.]
Yukarıda da görüldüğü üzere Şeyh Evhadüddin ve onun tasavvufi meşrebine muhalefet eden mutasavvıflar, Molla Cami’nin de belirttiği gibi eşyanın suretine aşırı muhabbet duymaları, onların bu muhabbete kendilerini kaptırarak gerçek muhabbete (Allah sevgisi) ulaşmalarına engel olacağı endişesine dayanmaktaydı. Bu endişelerini ısrarla öne sürmekteydiler. Bu yüzden de onları “suretperest”likle itham ediyorlardı. Yine Molla Cami Evhadüddin, Ahmed Gazali, Fahrüddin İrakî gibi büyük mutasavvıflar eşyaya duydukları muhabbeti Allah sevgisine vasıta kılmışlardır. Ancak müritlerin ve mukallitlerin, kendilerini eşyanın muhabbetine kaptırıp o sevgiyi aşamayacakları tehlikesinden söz etmektedirler. Bir kısım mutasavvıfların onlara muhalefet etmeleri bu tehlikeden kaynaklanmaktadır. Onlar, bu şeyhlerin yolunda giden müritlerin şaşkınlık içinde kalabileceklerini ve Muhabbetullah’a ulaşamayacaklarını öne sürüyorlardı.
Moğolların Anadolu’yu işgalinden sonra Türkmenlerin Moğol iktidarına karşı direnmeleri sonucu Moğollar, o dönemde Türkmen halkı organize eden şeyhler ve fikir adamlarına karşı amansız bir mücadele başlatmışlardı. Türkmenlerin ellerinde bulunan tekke, medrese, iş yeri gibi müesseseleri ellerinden alınarak onlara muhalif olan Mevlana ve etrafındakilerin hizmetine veriyorlardı. Bu dönemde (1260-1350) pek çok Türkmen, Ahi, şeyh ve dervişlerin ya katledildikleri ya da ülke dışına sürüldükleri görülmektedir. İşte bu yüzden “Evhadiyye” tarikatı ve Evhadüddin’in yarattığı fikir hareketi Anadolu’da yaşama ve devam etme imkânı bulamamıştır. Ahi Evren, Tapduk Emre, Yunus Emre ve daha birçok Türkmen ileri gelenleri bu fikir akımının mümessilleri oldukları için tarihin karanlıklarında unutulmaya mahkûm edilmişlerdir.
2. Konya’da Bektaşilik
Kırşehir ve Suluca Karahöyük’te (Bugünkü Hacıbektaş ilçesi) bulunan Hacı Bektaş-ı Horasânî tasavvufi meşrep bakımından Ahilerden farklı değildir. Bu bakımdan onun da dostu ve gönüldaşı Ahi Evren gibi Mevlana ve çevresi ile arasının iyi olmadığı görülmektedir. Eflâkî, Mevlana ile Hacı Bektaş arasındaki muhalefeti kısmen yansıtmaktadır.[91 - Menakibü’l-arifın, 1, 497-498; I, 381-383.] Buna karşılık Sadreddin-i Konevî ile aralarında muhabbet bulunmaktadır. Konevî ile defaatle görüştükleri de Velâyetnâme’de anlatılmaktadır. İbn Bibi Konevî’nin bir defasında Kırşehir’e gittiğini yazmaktadır.[92 - el-Evamirü’l-alâiyye, s. 613.]Velâyetnâme’de Hacı Bektaş’ın, halifelerinden Pir Ebi’yi Konya’ya gönderdiği nakledilmektedir.[93 - Hacıbektaş İlçe Halk Ktp. No. 200, yp. 202a.] Pir Ebi’nin hanikâhı, bugün kendi adı ile anılan caminin bulunduğu yerdeydi.
Hacı Bektaş-ı Horasânî ve halifeleri “Türkmen Meşâyih Taifesi” (Tabakât-ı Meşâyih-i Etrâk) diye anılıyorlardı. Bunlar da “Evhadiyye” tarikatı mensupları gibi “seyr-i süluk-i afaki” metodu uygulayarak eğitim ve öğretimlerini sürdürüyorladı. Bunların Fakih Ahmed’e (1221) bağlılıkları vardı. Konya’da Türkmen çevrelerde tanınan şeyhlerden biri de Bahâüddin Toğan’dır. Hacı Bektaş ile ilgisi bulunduğu anlaşılan bu zatın Sadreddin-i Konevî’ye yazdığı iki mektubu günümüze gelmiştir.[94 - Bk. Konya Mevlana Müzesi Ktp, No. 1633’teki mecmua.] Konevî’nin ona saygı duyması ve bilgisine başvurması onun bilgili bir zat olduğunu göstermektedir.
Genel olarak Hacı Bektaş ve diğer Türkmen şeyhlerin Sadreddin Konevî’ye muhabbet ve bağlılıkları vardı. Nitekim Tarihçi Aksaraylı Kerîmüddin Mahmud, Türkmen şeyhlerin kendilerini Konevî’ye nispet etmeye çalıştıklarını yazmaktadır. Bu bakımdan Konya’daki Hacı Bektaş’ın halife ve öğrencileri hem S. Konevî ile hem Ahi Evren Hace Nasîrüddin ve yakınları ile fikrî ve gönül birliktelikleri bulunmaktadır. Konya’daki Ali-i Gav Hanikâhı da başlangıçta Bektaşilerin elindeydi. Bilahare Moğollar tarafından Bektaşilerden alınıp Kalenderîlere verilmiştir.
3. Konya’da Kalenderîler
Anadolu Selçukluları zamanında, Anadolu’nun muhtelif yörelerinde köy köy, kasaba kasaba dolaşan ve kendilerine Cavlakî denilen Kalenderî dervişler bulunmaktaydı. Bunlar genel olarak tufeyli (asalak) idiler. Ellerinde keşkül, bellerinde zembil halk arasında gezerek ve dilenerek geçiniyorlardı. Kendilerine şiş batırarak ateşle oynayarak harikuladelikler sergileyerek halkın ilgisini çekiyorlardı. Saç, sakal ve kaşları tıraşlı olan bu dervişler giyim kuşam olarak da değişik bir görünüm içindelerdi. XIV. asırda ortaya çıkan Baraklı dervişler de Kalenderlerden çok farklı değillerdi.
Mevlana’nın hocası olan ve Mevlana üzerinde derin bir etki yaratarak meşhur olan Şemsüddin Muhammed b. Melikdad et-Tebrizî, yani Şems-i Tebrizî de Kalenderî, diğer adıyla Cavlaki idi.[95 - A. Gölpınarlı, Mevlana Celâleddin, s. 59-66.] Bunların lideri Şam’da bulunan Şeyh Cemâleddin-i Sâvî idi. Anadolu’da da çok etkililerdi. Konya’da da karargâhları vardı. Konya’daki karargâhları Cumhuriyet İlkokulu civarında bugün Kalender Cami denilen yerdeydi. Konya’daki liderleri olan Şeyh Osman-ı Rumî’nin türbesi de buradadır. Bu Şeyh Osman Şam’dan gelmişti. 715 (1315) yılında Kâhta’da kadı olan İbnü’s-Serrac’ın bildirdiğine göre Konya’da 40 sene kadılık yapmış olan Siraceddin Urmevî (682/1283) bir defasında sur dışındaki Kalenderî dervişlerin şeyhi olan zatın yanına gitmiş, Siraceddin-i Urmevî, o zatın kerametlerini görmüş ve onların hakkaniyetine şehadet etmiştir.[96 - Teşviku’l-ervah Ve’l-kulub, Köprülü Hüseyin Paşa Kütüphanesi (Süleymaniye), No. 272, yp. 195a-196a.] Burada bahsi geçen sur dışındaki Kalenderî dervişler Konya’da Kesikbaş, Kalender Baba ve Ulaş Baba diye anılan zatların türbeleridir. Bugün Kalenderhane denilen mahalle Kalenderî dervişlerin ikamet ettikleri bölge idi. (Bk. Burada Levha, XVII.) Bu Kalenderî dervişler Hululi inanca sahiptiler. Allah’ın eşya ve insanlara hulul ederek belli bir surete ve kalıba girdiğine inanıyorlardı. Bu inanış Mecusilikten gelmektedir. İran kökenli bazı sufilerde bu Mecusi eğilimlerin kuvvetli olduğu görülür.
Tasavvuf tarihinde ilk büyük ve etkili Hulûliyeci Hüseyin b. Mansur el-Hallâc’dır. Bu felsefe Allah’ın varlıklara ve insana hulul ettiği inancına dayanmaktadır. Hüseyin b. Mansur el-Hallâc o çok meşhur olmuş “Ene’l-Hak”. (Ben Hakk’ım.) sözünü derken bu felsefesini ifade etmektedir. Keza Bâyezid-i Bistâmî, “Cübbemin içinde Allah’tan gayrı nesne yoktur.” derken gene bu hulul felsefesini dile getirmektedir. Yani Allah’ın kendisine hulul etmiş olduğunu ifade etmektedir. Şems-i Tebrizî’nin de Hulûliyye mezhebinden bir mutasavvıf olduğu anlaşılmaktadır.
Hulûli fikirler genel olarak aşk ve şiire zengin malzeme ihtiva eder. Bu düşüncede olan âşık, sevgilisinin farklı ve cazip görüntüleri ile buluşur. Onun için Şems’in hulûli fikirleri, bir anda Mevlana’yı cezbetmiş ve celbetmiş, dünyasını değiştirmiş ve onda şafak doğmasına vesile olmuştur. Mevlana’daki o zengin ve yüksek hayal gücünün kaynağı buraya dayanmaktadır. Bu felsefi boyutun Mevlana’nın yaradılışından kaynaklanan özel kabiliyeti ile buluşması onu şiir dünyasına götürmüştür. Onun için Şems’in öldürülmesinden sonra Mevlana Şam’a gitmiş ve orada Şems’in şeyhi ve hocası olan Kalenderî şeyhi Şeyh Cemâlüddin-i Savî’nin talebelerinin bulunduğu çevre ile temas kurmuş olmalıdır. Hulûli fikirlere sahip olan şeyh ve dervişler Şems’ten sonra Anadolu’da faaliyet göstermektelerdi. Ebû Bekr-i Niksârî, Şeyh Osman-ı Rumî bunlardandı. Mevlana’nın bunlarla ilgisi de devam etmiştir. XV. ve XVI. yüzyıllarda Şems-i Tebrizî’ye bağlı olmalarından dolayı kendilerine “Şemsî” denilen dervişler Anadolu’da yaygınlardı. Abdu’l-Vahid Çelebi Menâkıb-ı Hâce-i Cihan ve Netice-i Can adlı eserinde[97 - Bu eserin değerli bir nüshası Selçuk Merkez Kütüphanesi’nde bulunuyor.] onları anlatmaktadır.
Eflâkî, Şems’in öldürülmesinin sebepleri arasında bardağı taşıran son damla olarak zikrettiği olaydan anladığımıza göre Şems, Nasîrüddin’in yani Ahi Evren’in tekkesinde bulunmuş, orada araştırma ve nakle dayanan ilmî konuşmalar olmuş, Şems de onlara karşı: “Ne zamana kadar şundan bundan rivayet edip övünecek ve atsız eyere binip erlerin meydanında koşacaksınız? İçinizde, kalbim bana şu haberi veriyor diyecek kimse yok mu? Ve ne zamana kadar başkasının asasıyla yürüyeceksiniz?” demiş ve orada bulunanların tepkisiyle karşılaşmıştır. Orada bulunanlardan biri de Adliye Nazırı Nusratüddin Ahmed’dir. Şems bu sözleriyle Ahi Evren’in meşrebine muhalif sözler sarf etmiş yani Hulûl inancını açığa vurmuştur. Bu olaydan üç gün sonra da öldürülmüştür.[98 - Menakibü’l-arifîn, I, 278-279. Ayrıca Bk. Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, s. 152-157.]
4. Medreseler ve Hanikâhlar
Selçuklular zamanında Konya’nın fikrî hayatında medreselerin de önemi büyüktür. Anadolu’nun ilk medreseleri Dânişmend Oğulları zamanında ve Dânişmend ilinde yapılmıştır. XIII. yüzyılda Konya’da medreseler inşa edilmiştir. Genel olarak bu medreseleri yaptıranlar medreselerini vakfederek toplumun hizmetine sunmuşlardır. Hemen her medresenin hizmet faaliyetleri, o medresenin “Vakıfnâme”sinde belirtilen esaslara göre yürütülmekteydi. Medrese kurucuları muhkem “Vakıfnâmeler” düzenleyerek medreselerinin hayatiyetini garanti altına almaya çalışmışlardır.
Moğollar Anadolu’yu işgal edince zaman zaman zenginlerin mallarını müsadere ediyorlardı. Sadreddin Konevî ve Ahi Evren’in dostu olup devrin en zengin ve namlı taciri olan el-Hac Tacüddin-i Kâşi’nin öldürülüp servetinin yağma edildiğini Ahmed Eflâkî yazmaktadır.[99 - Menakibü’l-arifîn, II, 99.] Ahi Evren Tuhfetü’ş-Şekûr adlı eserini bu zata ithaf etmiştir. Bu durumda zenginler mallarını Moğollara kaptırmamak için servetleriyle bir müessese kuruyor ve onu vakfediyorlardı. Bu yüzden Moğolların Anadolu’yu işgal ettikleri dönem olan XIII. yüzyılın ikinci yarısı, Anadolu’da ve Konya’da vakıf kurumlarının hızlı bir şekilde artış gösterdiği bir devredir. Bazen bu tedbir de çare olmuyor, Moğollar bir vakıf kuruluşuna da el koyuyor ve onu vakfın koyduğu şartlara ve belirlediği hizmetlere aykırı tasarruflarda bulunuyorlardı. Bu durumu Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Ağaz u Encam adlı eserinde şöyle ifade etmektedir: “Zamanımızın kurt tıynetli yöneticileri, kişilerin vârisleri olsa bile onların mülk ve servetlerine el koymaktalar. Şeriatın hükümleri tamamen ortadan kalktı ve şeriatın sadece adı kaldı.”[100 - Ağaz u Encam, Fatih (Süleymaniye) Ktp. No. 5426, 198a.]
Medrese ve hanikâhlar, Moğolların ve Moğol yanlısı yöneticilerin bu uygulamalarından daha çok nasip almaktaydı. Bu uygulama toplumda büyük bir güvensizlik, tedirginlik ve hatta karışıklıkların çıkmasına sebep olmaktaydı. Ahilerin elinde ve yönetiminde olan Konya’daki Hanikâh-i Ziya ve Hanikâh-ı Lala, Moğolların Anadolu’ya vezir olarak tayin ettikleri Tâceddin Mu’tez’in iradesi ile sahiplerinin elinden alınması sırasında Konya’da bu uygulamayı protesto gösterileri olmuştur.[101 - Menakibü’l-arifın, II, 934; 945-946.] Buna benzer olaylar taşra illerde sık sık meydana gelmiştir. Bu şekilde medreseleri, hanikâh ve iş yerleri ellerinden alınanlar, isyanlar çıkardıkları gibi ülkeyi terk edenler de oluyordu. Ülkeyi terk edenler uç bölgelere göçüyorlar veya Suriye ve Mısır’a gidiyorlardı. Bu uygulamalardan dolayı çok sayıda değerli ilim ve fikir adamları Anadolu’yu terk etmiştir.
5. Eş’arîler ve Şafii Medreseleri
Genel olarak itikatta Eş’arî olanlar amelde de Şafii mezhebini tercih etmekteler. Diğer bir deyişle Şafii olanlar çoğunlukla Eş’arî mezhebine tabi olmuşlardır. Tarih boyunca böyle olmuştur. Nizamiye medreseleri, itikatta Eş’arî amelde Şafii mezhebini yaymak ve yerleştirmek amacına matuf olarak kurulmuştur. Büyük Selçuklu Devleti’nin dinî politikasını nizamiye medreseleri belirlemiştir. Bu bakımdan Selçuklular asrı dediğimiz yüzyıllarda Eş’arî ve Şafii mezhebi Büyük Selçuklular döneminde devletin himayesinde revaç bulmuş ve yayılmıştır. Anadolu da bundan nasibini almıştır. Selçuklular zamanında Anadolu’da da en yaygın dinî mezhep Eş’arî ve Şafii mezhebidir. Bu durum Konya’da da kendini göstermektedir.
Konya’daki medreselerde dinî eğitim öğretim faaliyetleri belli bir itikadi ve fıkhi mezhebe göre sürdürülmekteydi. Medreselerin çoğu Eş’arî ve Şafii mezhebini esas almışlardı. Ahiler genel olarak itikatta Eş’arî amelde Şafii idiler. Ahilerin lideri Ahi Evren Menâhic adında bir Şafii ilmihâli yazmıştır, Metali’ül-İman adlı eseri ise Eş’arî mezhebi esasları çerçevesinde iman esaslarına dair bir eserdir. Ünlü Eş’arî kelamcısı Fahreddin-i Râzî’nin pek çok talebesi Anadolu’ya gelmişler ve hocalarının dinî ve felsefi görüşlerini yaymışlar ve başına geçtikleri medreseleri, Eş’arî ve Şafii bir temele oturtmuşlardır. Konya’da Fahreddin-i Râzî’nin talebesi olan müderris ve fikir adamları bulunmaktaydı. Ahi Evren, Seyyid Şerefuddin Herevî, sonradan vezirliğe getirilen Kadı İzzeddin bunlardan birkaçıdır. Malatya, Sivas ve son olarak da uzun bir süre Konya’da kadılık yapan Sirâcüddin Mahmud el-Urmevi de Eş’arî ve Şafii mezhebine mensup idi. Keza Hacı Bektaş’ın Konya’daki temsilcisi Pir Ebi de Fahruddin-i Râzî’ye talebe olmuş bir kişidir. Konya’nın tanınmış tacirlerinden Hâce-i Cihan ve Kaşın Hara’yı yaptıran Hace el-Hac Tacüddin-i Kâşi de Eş’arî ve Şafii mezhebinden idiler.
Sadreddin-i Konevî ve etrafındaki pek çok talebesi genel olarak Eş’arî ve Şafii mezhebinde idiler Ancak S. Konevî gençliğinde Maliki mezhebinden olan hocalardan ders almıştı. Fakat Şafii ve Eş’arî mezhebini tercih etmiştir. Ömrünün sonunda Malikiler gibi Selefiliğe meylettiği görülmektedir. Durum öyle gösteriyor ki Selçuklular zamanında Anadolu’da Eş’arî ve Şafiilerin etki ve nüfuzları daha yaygın idi. Böyle olunca halkın dinî inanç ve yaşayışı bu mezhebe göre şekillenmekteydi. Bunun sonucu olarak sonradan Müslüman olan Rum kökenli kişilerin de Eş’arî ve Şafii mezhebinde oldukları görülmektedir. Rum kökenli olanlardan Celâleddin Karatay ve oğlu Rükneddin Ahmed ve Uç Emiri Mehmed el-Mevrazemî’nin de Eş’arî ve Şafii oldukları anlaşılmaktadır.[102 - Selçukluların Uç Emiri Denizlili Mehmed el-Mevrazemî, Ahi Evren Hace Nasîrüddin’in üç eserini okuduğuna dair bir kayıt bulunmaktadır. Bk. Halet Ef İlavesi (Süleymaniye) Ktp. No. 92, la.] Rum asıllı olan bu emirlerin gayet iyi Farsça ve Arapça bildikleri de dikkat çekmektedir. XIII. asrın sonlarında Karatay ve Mavrozomes ailesinden bazı kişilerin Konya’da yaşamakta oldukları görülmektedir.[103 - Karatay ailesinden olduğu anlaşılan el-Hac Mahmud b. Emir Hasan el Karatayî adlı bir zat Zevzenî’nin Kitabü’l-nıesadır adlı Farsça eserini kopya ettiği görülmektedir. Bk. Yusufağa Kütüphanesi no. 4707. Mavrozomes ailesinden Emir Arslan (Komnen Mavrozomes) adlı bir zatın da 697 (1297) tarihli mezar taşı Sille’de Eflatun Manastırı civarında bulunmaktadır. Bk. Konya Tarihi, s. 1086.]
Selçuklular zamanında Konya’da kurulan medreselerin kitaplıklarından, günümüze gelmiş ve bugün Konya Yusufağa, Mevlana Müzesi ve İzzet Koyunoğlu Kütüphanelerinde birçok kitap bulunmaktadır. Bu kitaplar o dönemde medreselerde ne tür kitaplar okunduğu hakkında bir fikir vermekte ve bu vesile ile medreselerin dinî ve fikrî yönlerini öğrenmemiz de mümkün olmaktadır.
Ünlü Şafii mezhebi hukuk bilginlerinden Kazvinli Necmeddin’in el-Hâvî adlı eseri Konya medreselerinde okunmaktaydı. Nitekim Alâeddin Ali el-Konevî (729/1330) bu eseri şerh etmiştir. Yusufağa Kütüphanesi 4812 numaralı kayıtlı nüshasında bu eserin Konya’da “Sadriyye” zaviyesinde okunduğu kayıtlıdır. O dönemde ilimle meşgul olanların hizmetine kitaplar sunmak çok makbul bir hizmet alanı sayılıyordu. Bu anlayıştan dolayı zenginlerin ve gücü yetenlerin ilim adamlarının hizmetine sunulmak üzere kitaplar vakfettikleri görülür. Bu cümleden olarak dönemin Maliye Nazırı el-Hac Celâleddin Mahmud, 670 (1272) yılında Ahkâmü’l-kubmfı’l-hadis adlı eserin ciltlerini Ahmedek Hanikâhı’nda okunmak ve yararlanılmak şartıyla Konyalıların hizmetine vakfetmiştir.[104 - Bk. Yusufağa Kütüphanesi no.4679, yp. la.]
Siraceddin el-Urmevî’nin kendi telifi olan eserleri ve kütüphanesine ait eserleri torunları vasıtası ile Konya’daki Atabekiyye Medresesi yakınındaki Darü’l-huffaz’a vakfedilmiştir.[105 - Bk. Yusufağa Ktp. No. 4812, la.] Urmevî’nin kendi telifi olan Metali’ül-Envâr adlı mantığa dair eseri en çok okunan bir eser idi. Bu eser Osmanlılar zamanında da medreselerde en çok okunan ders kitaplarından biri olmuştur.
Fahreddin-i Râzî’nin Tefsir-i Kebir adlı hacimli eserinden başka birçok eserin de Konya’daki medreselerde okunan gayet değerli el yazması nüshaları, bugün Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Hiç şüphesiz Ahi Evren Hace Nasîrüddin ve Seyyid Şerefeddin Herevî, Fahreddin-i Râzî’nin fikirlerini en çok savunan ve onun eserlerini okutan bilim adamlarıydı. Eflâkî, Şeyh Nasîrüddin diye Ahi Evren’den bahsederken onun Vezir Ziyaüddin Hanikâhı ve Hanikah-i Lala’nın şeyhi olduğunu ve etrafında çok sayıda muteber talebeler bulunduğunu bildirmektedir.[106 - Menakibü’l-arifin, II, 188-190.] Ahi Evren Hace Nasîrüddin, Lala-i Sultanî olduğu için saraya mensup çocuklar onun hanikâhında yani Hanikâh-i Lala’da eğitim görüyorlardı. Ayrıca Nasîrüddin’in Konya’da kendi adıyla anılan bir medrese inşa ettiği ve burada “naklî” ilimler okuttuğunu da gene Eflâkî bildirmektedir. Seyyid Şerefüddin-i Herevî de bugün onun adı ile anılan caminin bulunduğu yerde bulunan medresesinde talim ve tedris ile meşgul idi. Mezarı da kendisine ait caminin bitişiğinde idi. Cumhuriyet Dönemi’nde Selçuklu yapısı olan türbesi kaldırılmıştır. Ulvî Sultan’ın medrese ve türbesi de hükûmet binasının batısında, Kayalı Park’ta bulunuyordu. Onun medrese ve türbesi de Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarında tamamen yok edilmiştir.
Atabey iken Sâdeddin Köpek tarafından Ankara’da öldürülen (1238) Tâceddin el-Mervezî de Konya’da bir medrese yaptırmıştır. Bu medrese “Tacü’l-Vezir”, diye anılan bugün fuar içinde bulunan Tâceddin el-Mervezî’nin türbesinin bulunduğu yerdeydi. Bu vezirin Mahmud Beg ve Zeynüddin adlarında iki oğlu bulunmaktaydı. Bunların Sadreddin Konevî ve Ahi Evren ile ilgileri vardı. S. Konevî’nin Zeynüddin’e yazdığı bir mektubu günümüze gelmiştir. Bu mektuptan, Zeynüddin’in âlim bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Ahi Evren’in Kırşehir’den S. Konevî’ye yazdığı 1255 tarihli bir mektupta Mahmud Beg’den bahsetmektedir.[107 - Bk. Mevlana Müzesi Ktp. No. 1633, yp, 111b.] Bu tarihte Mahmud Beg’in Kırşehir’de olduğu anlaşılmaktadır. Mahmud Beg’in Sultan Hanı Savaşı’nda Baycu Noyan tarafından öldürülen 14 komutandan biri olduğunu tahmin ediyorum.
6. Hanefiler ve Mâtürîdîler
Eskiden beri Hanefi mezhebinden olanlar ekseriya itikatta Mâtürîdî mezhebini tercih etmişlerdir. Şafiilerin Eş’arî mezhebine yöneldikleri gibi.
Selçuklular zamanında Hanefi ve Mâtürîdî mezhebinin de mevcut olduğu gözlenmektedir. Mevlana ve çevresindekiler çoğunlukla Hanefi ve Mâtürîdî idiler.
Mâtürîdî mezhebinin kurucusu İmam Mâtürîdî’nin Kitâbü’t-Tevhîd adlı eserinin Selçuklular döneminde Farsçaya tercüme edildiğini biliyoruz. Ayrıca Abdullah el-Konevî adlı bir zatın yine bu dönemde Hanefi mezhebinin tanınmış fıkıh kitaplarından olan el-Menâr’ı şerh ettiği görülmektedir.[108 - Bu eserin bir nüshası Ayasofya (Süleymaniye) Ktp. No. 2052’dedir.]
Sadreddin-i Konevî’nin talebelerinden Saidüddin el-Fergânî’nin Minhâcü’l-İbâd adlı eseri Hanefi ve Şafii esaslara göre bir ilmihâl olarak düzenlenmiştir.[109 - Bu eserin çok değerli bir nüsnası Bursa Eski Eserler (Haracçıoğlu kısmı), Nr. 825’dedir. İdris-i Bitlisi bu eseri Türkçeye tercüme etmiştir. Bk. Keşfu’z-zunûn, 11,1846.] Bu durum Şafii mezhebinin yanında Hanefi mezhebinin de yaygın olduğunu göstermektedir. Abdu’l-Aziz el-Farsî de sırf Hanefi mezhebi ilmihâli olan bir eser yazmıştır. Bütün bu kitapların Farsça olarak kaleme alınmış olması da o dönemde tahsil dilinin Farsça olduğunu göstermektedir. Mâverâünnehir bölgesinden Anadolu’ya göçenler genel olarak Hanefi ve Mâtürîdî idiler. Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu’ya sığınan Orta Asya ve Mâverâünnehirliler Anadolu’da Hanefilerin nüfusunun artmasına ve Hanefi fıkhının yayılmasına sebep olmuştur. O yörelerden gelen insanlar, oralarda yazılmış ve kopya edilmiş pek çok kitapları da beraberlerinde getirmişlerdir. Bugün Konya kütüphanelerinde bu kitaplardan örnekler bulunmaktadır. Bu el yazması eserlerden, Gazneliler ve Karahanlılar ülkesinde Hanefi mezhebinin çok yaygın olduğunu öğreniyoruz. İşte bu bölgelerden Anadolu’ya yönelen göçler, Anadolu’da Hanefi mezhebi kültürünün yayılmasını ve hatta zamanla Şafii mezhebinin önüne geçmesini sağlamıştır.
II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in emirlerinden olan Emîri Bedreddin Muslih, Sırçalı Medrese diye anılan medreseyi Hanefi mezhebinden olan fakihlerin hizmetine tahsis etmiştir. Bu durum Hanefi mezhebinin Konya’da yaygın olduğunu göstermektedir. Konya’da tanınmış medreselerden olan Altunaba (İplikçi) Medresesi’nde de Hanefi mezhebi üzerine tedrisat yapılıyordu. Durum böyle olunca Konya’da bazı medreselerde Hanefi mezhebi hukuk sistemi üzere tahsil yapılıyordu. Birçok fakih Hanefi ve Şafii fıkhını karşılaştırmalı olarak okutuyorlardı.
7. Malikiler
Malikiler çoğunlukla itikatta selefidirler. Selçuklular zamanında Konya’da Malikilerin de belli karargâhları vardı. Bunlar genellikle Kuzey Afrika’dan Anadolu’ya gelmişlerdi. Antalya ve Alanya liman şehirleri fethedildikten sonra Anadolu ile Kuzey Afrika arasında yoğun bir ticaret başlamıştır. İşte bu ticari münasebetler sonunda bu bölgeden Mağrip kökenli insanlar Anadolu’ya göçmeye başlamışlardı. Konya’da Mağripliler Mahallesi teşekkül etmiştir. Bunlar tamamen Maliki mezhebindelerdi. Bu Malikilere mahsus cami (Mescidü’l Mağâribe) bugün ayakta duruyor ve Zafer Parkı’nın güneyinde apartmanlar arasında sıkışıp kalan ve görünmeyen mescit, Mağripliler Mescidi’dir. Tam bu bölgede belki Gima’nın bulunduğu yerde “Ahmedek Hânikâhı” vardı. Bu hanikâhta Maliki mezhebi tedris ediliyordu. Bu hanikâhtan intikal eden birkaç parça kitap bugün Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunuyor. Bu kitaplardan bir tanesi de Endülüslü Bilgin Abdu’l-Halik Muhammed’in Ahkâmü’l-Kübra adlı eserinin ciltleridir. Bu eserin sema ve kıraat kayıtlarında, Mağripli ve Endülüslü şahısların adları geçmekte ve bu eseri Ahmedek Hanikâhı’nda okumaktalardı. [110 - Konya Yusufağa Ktp. No. 4679.]
Bu kitabı vakfeden zatın Ahmedek Hanikâhı’nın banisi olduğu belirtilen Anadolu’da maliye nazırı olan (Emîru Divani’l-İstifa) es-Sadru’l-Kebir Celâleddin Mahmud olduğu da kitabın kapak sahifesine kaydedilmiştir. Bu vakfın tarihi de 670’dir (1272). (Bk. Burada Levha, X)
Sadreddin-i Konevî’nin iki ünlü hocası Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Ebû’l-Hasan Ali el-İskenderânî de Maliki idiler. Konevî’nin Konya’daki Malikilerle yakınlığı ve dostluğu vardı. Konevî’nin yakınları arasında Mağripli ve Mısırlı kimseler bulunmaktaydı. Konevî’nin kızı Sekine’nin kocası olduğunu tahmin ettiğim Afifüddin et-Telemsânî ve onun arkadaşı Muhyiddin Suraka da Mısırlıydı. Bu zatların da Maliki mezhebinden olduğu anlaşılmaktadır
8. Tabipler ve Darüşşifalar
Ahi Teşkilatı’nın başmimarı olan Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, aynı zamanda bir tabip olarak karşımıza çıkmaktadır. Birçok eserinde tıbbi konulara temas ettiği gibi anatomiye dair İlmu’t-teşrih adlı bir eser de yazmıştır. Ona Ahi Evren denilmesinin de bu tabipliği ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Evren yılan demektir. Tabsire adlı eserinde yılan zehirlemesine karşı, yılandan nasıl panzehir yapıldığını anlatmaktadır. Ayrıca menkıbelerde de onun deri atölyesinin mahzeninde yılan (evren) beslediği anlatılmaktadır. Bir Ahi olarak yılanla meşguliyet içinde bulunduğu için ona “Ahi Evren” dendiğini düşünüyorum. O dönemde daha çok tabiplerin hastaların ayağına gittikleri anlaşılmaktadır. Ahi Evren’in talebesi olan Sadeddin Mesûd adındaki tabip, İmâdüddin adındaki zata yazdığı mektuptan anlaşıldığına göre hastaları tedavi etmek maksadıyla Samsun, Niksar ve Canik havalisinde dolaşmaktadır.[111 - Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara 1988, s. 156-167.]
Evhadüddin el-Kirmani’nin Menâkıbnâme’sinden de anlaşılmaktadır ki doktorlar dolaşarak hastaları tedavi etmekteler. I. Alâeddin Keykubad Konya’da bir darüşşifa inşa etmişti. Bu darüşşifa günümüze ulaşmamıştır ancak çini olan kitabesi günümüze gelebilmiştir.[112 - Bu kitabe Konya Karatay Müzesi’ndedir.]
Sadeddin Mesûd’un kendisine mektup yazdığı İmâdüddin de devrin tanınmış tabiplerindendir. Aslen Malatyalı olup Ahi Evren’in talebelerinden olduğu anlaşılmaktadır. Şems-i Tebrizî Makalat’ında “İmâd, Nasir’den mektup almış, o mektubu okuyup okuyup ağlıyordu.” derken İmâdüddin el-Malatî’yi kastetmekte, Nasir dediği de Ahi Evren Hace Nasîrüddin olmalıdır. Şems-i Tebrizî’nin bu iki zata muhalif olduğu da ifadelerinden anlaşılmaktadır.[113 - Şems-i Tebrizî, Makalat, Tahran 1349, s. 60.]
Eflâkî, Mevlana Celâleddin’in yakın dostlarından biri olarak Tabib Ekmeleddin’den bahsetmektedir. Mevlana’yı da tedavi etmişti. Keza Mevlana’nın ölümü sırasında baş ucundan ayrılmamıştı. Aslen Nahçıvanlı olup Konya’ya yerleşen Tabip Ekmelüddin’den, Mevlana’nın oğlu Sultan Veled de övgü ve saygı ile bahsetmektedir. Konya’da ona Bey Hekim denmektedir. Devrin “Reisü’l-etibbâsı” idi.
Konya’nın Sedirler Mahallesi, adını iki sadırdan almaktadır. Bu sadırlardan biri Sadr-i Hakîm-i Tirmizî’dir. Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev aleyhinde bir fetva yayımladığı için 1204 yılında idam edilmiştir. Diğeri de Sadr-ı Mutatabbıb diye anılan Tabib Ebû Bekr b. Zeki el-Konevî’dir. Şair ve edip de olan bu tabibin Ravzatü’l-Küttâb ve Hadîkatü’l-Elbâb adlı eseri, Anadolu Selçukluları devri tarihi için önemli bir kaynaktır. Mezarı Sadırlar Mahallesi’ndedir. Yukarıda adı geçen eserinde Tabib Ekmeleddin’e yazdığı mektuptan, onun talebesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu mektupta hocasını “Melikti’l-hükemâ” ve “Reîsü’l-etibbâ” diye anmaktadır.[114 - Ebu Bekr b. Zeki el-Konevî, Ravzatü’l-küttab, Ankara 1972, s. 111-114.]
Kutbuddin Muhammed eş-Şirvanî de felsefe, matematik ve tıp alanında güçlü bir ilim ve fikir adamıydı. Konya’da Sadreddin-i Konevî’den ders almıştır.[115 - S. Konevî’nîn İ’cazü’l-beyan adlı eserinin Bursa Eski Eserler (Haraççıoğlu kısmı) no. 782’deki nüshasının sonundaki kıraat kaydında Kutbuddin Muhammed eş-Şirvanî adlı talebesi kendi el yazısı ile bu eseri Sadreddin-i Konevî’den okuduğunu kaydetmiştir. Bk. Burada Levha, III.] Ünlü İranlı şair ve edip Şeyh Sadi-i Şirazî’nin yeğeni olan Kutbuddin-i Şirazî, Mevlana ile de görüşmeleri olmuştur. Musiki alanında da derin bilgiye sahip olan Şirazî’nin aynı zamanda iyi bir musiki icracısı olduğu rivayet edilmektedir. Kayseri ve Kastamonu’da bulunan Kutbuddin Şirazî 1310 (710) yılında Tebriz’de ölmüştür. Çok sayıda eserleri bulunmaktadır.
Selçuklular dönemi Konyası’nda Ermeni ve Rum tabiplerin de adları kaynaklarda geçmektedir. Bu gayrimüslimlerle, Müslümanlar arasında gayet hoş ilişkiler bulunduğu görülmektedir. Konya’da delişmen (mecnun) bir derviş olarak tanınan Fakih Ahmed, Müslümanlardan çok Hristiyanlarla ilgilenmekteydi. Karatay Medresesi’nin kubbe çinilerinde Musa, Süleyman, İsa ve Muhammed Peygamberlerin adlarının münavebeli olarak yazılması farklı dinden olan insanları ve tebaayı birbiriyle kaynaştırma, hoş görme ve biribirinin inancına saygılı olma siyasetinin ifadesi olsa gerektir Bugün Merkez İmam Hatip Lisesinin bulunduğu yerde Kadı İzzeddin Muhammed er-Râzî’nin yaptırdığı bir darüşşifa bulunmaktaydı. Vezir olan Kadı İzzeddin, Kadınhanı’nda bulunan Kestel, Koşmar ve Divanlar köylerindeki mülklerinin gelirlerini kendisinin yaptırdığı bimaristana (hastane) vakfetmiştir. Bimaristanın (hastane) vakıfnâmesine imza koyan şahitler arasında Tomas adında bir gayrimüslimin imzası dikkat çekicidir.[116 - Bu vakfiyenin orijinal metni Mevlana Müzesi arşivindedir.] Selçuklular zamanında Konya’daki ilmî çevrelerde okunan ve bugün Yusufağa, F. Nafiz Uzluk ve İzzet Koyunoğlu Kütüphanelerinde bulunan İbn-i Sina’nın eş-Şifâ’sı Ebû Reyhan el-Beyrûnî’nin el-Kânûnu’l-Mes’ûd gibi ciddi eserler o dönemde Konya’da yüksek bir ilmî çevrenin mevcut olduğunu göstermektedir.
IV. Bölüm
SELÇUKLULAR DEVRİ KÜTÜPHANELERİ
Bir bilimsel ve kültürel çevre için en önemli şey hiç şüphesiz kitaplardır ve bu kitapların korunduğu ve okuyucuların hizmetine sunulduğu yerler olan kütüphanelerdir. Türkiye Selçukluları zamanında Konya’da birtakım kütüphaneler bulunmaktaydı. Bu kütüphaneler bugüne kadar taratılmamıştır. Burada bu kütüphanelerden en bilinen ve çevrelerindeki insanlara okuma ile ilgili hizmetlerin sunulduğu bazı kütüphaneler tanıtılacaktır.
Selçuklular döneminde Konya’da bulunan birçok hanikâh ve medresenin kitaplıkları bulunduğu bu kurumlara ait olup günümüze gelen el yazması eserlerden anlaşılmaktadır. Atabekiyye Medresesi, Ahmedek Hanikâhı, Sadırlar Hanikâhı gibi daha birçok kurum ve kuruluşların kitaplıkları vardı. Bu kurum ve kuruluşlara ait kitaplar zamanla çeşitli şekillerde dağılmış veya yok olmuşlardır. Bugün Türkiye’de el yazması eser ihtiva eden kütüphanelerde bu kitaplara rastlamaktayız. Şüphesiz bu kitaplardan çok azı günümüze ulaşabilmiştir. Yukarıda da anıldığı gibi varlıklı insanlar veya devlet büyükleri bu kurum ve kuruluşlara kitaplar vakfediyorlardı. Meşhur Pervane Muinüddin Süleyman, çokça kitap vakfeden bir devlet adamıdır. Keza Vezir Celâleddin Mahmud’un vakfettiği kitaplara rastlanmaktadır. (Bk. Burada Levha, X) Alâeddin Keykubad zamanında Konya’da şehir muhafızı olan Hace-i Cihan diye bilinen Emir Ahmed b. Kayser b. Süleyman Şerhu’t-Taarruf fi Ma’rifeti’t-tasavvuf adlı eseri “Zaviye-i Sadriyye”ye vakfetmiştir. (Bk. Burada Levha IX). Meram’da metfun Şeyh Vefa’nın oğlu Mustafa (İbnü’l-Vefa) babasından kendine intikal eden kitapları vakfettiğini görüyoruz. Yeri geldikçe bunlarla ilgili örnekler bu yazıda verilecektir. Keza Yusufağa Kütüphanesi no. 4749’daki kitap Konya’daki ilim adamlarına vakfedilmiştir.
Türkiye Selçukluları zamanında bazı şahıslara ait kitaplıkların varlığı da bilinmektedir. Ancak bu kitaplar vakfedilmedikleri için genel olarak vârisler arasında paylaşılmakta veya satılmakta ve böylece dağıldıkları görülmektedir. Mesela ileride de sözü edileceği üzere Sadreddin-i Konevî’nin vârislerine (kızı ve damadına) intikal ettirdiği kitaplar zamanla dağılmış, çok azı gönümüze gelebilmiştir. Oysa vakfettiği kitaplarının çoğu vakıf malı olduğu için korunmuş ve günümüze gelebilmiştir.
Matbuatın olmadığı dönemlerde kitap, çok pahalı bir meta olduğu için ilim adamlarının hizmetine kitap vakfetmek çok makbul bir davranış olarak görülüyordu. Bu kuruluşlara ait bazı kitapları, Yusufağa, Konya İzzet Koyunoğlu, Mevlana Müzesi Kütüphanesi, Feridun Nafiz Uzluk Kütüphanesi gibi kitaplıklarda görmekteyiz. Bu kurum ve kuruluşların kitaplıkları dışında Konya’da birkaç tane ünlü kütüphane vardı. Bugün muhtelif el yazması eser ihtiva eden kütüphanelerde, bu Selçuklu devri kütüphanelerine ait kitaplara rastlanmaktadır. Genel olarak kitaplar, ait oldukları kitaplıkta okunurdu. Ancak uygun bir rehin bırakıldığı takdirde bu rehin kaşılığında kitaplar dışarıya da iare edilebiliyordu. Kitabın sağlam olarak geri gelebilmesi için rehin yüksek tutulurdu. Ancak rehin gözden çıkarılarak geri getirilmeyen kitaplar da olmuştur. Burada Selçuklular zamanında Konya’da bulunan bazı kütüphaneler tanıtılacak ve bu kütüphanelerin kitapları ile ilgili bilgiler sunulacaktır.
1. SARAY KÜTÜPHANESİ
Türkiye Selçuklularının başkenti olan Konya’da şüphesiz bir saray bulunuyordu. Saray teşkilatı içinde Osmanlılardaki Enderun Mektebine benzer “gulamhane” denilen bir mektep bulunmaktaydı. Bu gulamhanede gayrimüslim çocuklar eğitim ve öğretim görüyorlardı. Meşhur Celâleddin Karatay ve iki kardeşi Seyfeddin Karasungur ve Kemalüddin Durunday, Kom-nen ailesinden olan Emir Arslan el-Mavrazemi bu mektepten çıkmışlardır. Bu gulamhaneden çıkmış olanların gayet iyi Farsça ve Arapça bildikleri dikkat çekmektedir. Hiç şüphesiz bu mektebin bir kitaplığı olmalıdır. Bununla beraber sultanlara mahsus kitaplıkların varlığı da bilinmektedir. Ancak bu kitaplıkların izi, eseri kalmamıştır. Ayrıca saray içinde bir devlet arşivinin bulunduğu da muhakkaktır. Bundan da iz ve eser kalmamıştır. Ancak bu arşivden kopya edilmiş birtakım belgelerin Mecmuatü’r-resailler içinde günümüze geldiklerini biliyoruz. Bu arşiv belgeleri arasında bazı kişilerin devlet yetkililerine yazdıkları mektuplar bulunmaktadır. Hiç şüphesiz bu tür yazışmalar devlet arşivinde muhafaza edilmekteydi. Nitekim Mevlana’nın mektuplarının büyük bir kısmı devlet büyüklerine hitaben yazılmıştır. Mevlana’nın ölümünden 70-80 sene sonra birileri bu mektupları derleyip Mektubat-i Hz. Mevlana Celâleddin-i Rumî adıyla yayımlamıştır. Bu anlamda Şeyh Sadreddin-i Konevî’nin de devlet adamlarına yazdığı mektuplar bulunmaktadır. Bu mektuplar da derlenmiştir.
Selçuklu sultanlarına devrin ilim adamları tarafından ithaf edilmiş pek çok eserler bilinmektedir. Sadece Alâeddin Keykubad’a eser ithaf edenlerin sayısı onu geçmektedir. Hiç şüphesiz bu eserlerin sultanlara sunulan nüshaları sarayda veya sultanların özel kitaplıklarında muhafaza ediliyordu. Bu kitaplardan bazılarına muhtelif kütüphanelerde rastlanmaktadır. II. Kılıçarslan’ın oğulları I. Gıyâseddin, II. Süleyman Şah bilgili, kültürlü sultanlardı. İbn Bibi I. Gıyâseddin’in İbn-i Sina’nın hayranlarından olduğunu kaydetmektedir. Mesela I. İzzeddin Keykâvus için yapılmış, satır tercümeli Kur’an-ı Kerim ve Farsça tefsiri (603/1206 istinsah tarihli ve tezhipli) Mevlana Müzesi’nde 11 numarada kayıtlıdır. Bu Kur’an-ı Kerim ve tefsirinin aynı kalem ve yazı ile yazılmış bir cildi de Konya Yusufağa Kütüphanesi, no. 5438’de bulunuyor. Bu iki cildin ihtiva ettiği surelerin miktarından bu eserin en az beş veya altı cilt olduğu anlaşılmaktadır, I. Alâeddin Keykubad’ın özel kitaplığına ait birkaç kitaba rastladığımı hatırlıyorum. Bunlardan birisi Tahran’da Mehdi-i Beyânî’nin özel kitaplığındadır. Fahreddin-i Râzî’nin el yazısı olan bu eseri Akayi Mehdi-i Beyani Encümen-i Dust-Darem-i Küp’un yayınları (Tahran 1331) tıpkıbasım olarak yayımlamıştır. (Bk. Burada Levha, V.) Bu esere Ahi Evren Nasîrüddin’in bir sahife sunuş yazarak Sultan Alâeddin’e hediye ettiği anlaşılmaktadır. (Bk., Burada Levha, XV.) Keza Ahmed b. Sa’d b. Abdü’s-Samed el-Zencani’nin Sultan Alâeddin Keykubad’a sunduğu el-Letaifü’l-Alâiyye’nin sultana sunulan nüshası Aşir Efendi (Süleymaniye) Kütüphanesi no. 316’da kayıtlıdır. Şems-i Tebrizî’nin Alâeddin Keykubad’ı cahillikle itham etmesi onun Keykubad’a duyduğu düşmanlığının ifadesidir.[117 - Sosyal Siyasî Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, s. 152.] Bu ve benzeri eserlerin saray kitaplığından çıkmış olduğu muhakkaktır. Bütün bunlar gösteriyor ki Konya’da Selçuklu Sarayı’nda bir kitaplık ve arşiv bulunuyordu.
Alâeddin Keykubad, okumayı seven bir sultan idi. Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud Yezdan-şinaht adlı eserinin sonunda[118 - Ayasofya (Süleymaniye) Ktp. No. 4819.] Sultan Alâeddin’in yüksek ilimlerden bahseden felsefi eserleri okuyacak kadar âlim ve irfanlı olduğunu yazmaktadır. Gazali’nin Kimya-i saadet adlı eseri ile Nizâmü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’sinin çokça okuduğunu İbn Bibi nakletmektedir. Gene İbn Bibi bu sultanın heyet ilmine dair eserleri okumayı sevdiğini yazmaktadır.[119 - el-Evamirü’l-alâiyye, s. 228.] İşte bunun gibi bilgiler bize gösteriyor ki Selçuklu Sarayı içinde bir kütüphane vardı. Öyle görünüyor ki Moğollar zaman zaman sultanların özel kitaplıklarına da musallat olmuşlar ve buradaki eserleri beraberlerinde götürmüşlerdir. Çünkü sultanların özel kitaplıklarına ait bazı kitaplar, İran’daki kütüphanelerde bulunmaktadır. Bu eserlerin bu yolla İran’a gitmiş olduğunu düşünüyorum.
2. SADREDDİN-İ KONEVÎ KÜTÜPHANESİ VE KİTAPLARI
Anadolu Selçukluları dönemi bilginlerinden olup “Sultanlar Muallimi” diye tanınan Malatyalı Şeyh Mecidüddin İshak’ın (618/1221) oğlu, ünlü Mağripli Sufi Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (638/1241) üvey oğlu ve talebesi olan Şeyh Sadreddin Muhammed el-Konevî (673/1274) ölümünden kısa bir süre önce bir Vasiyetnâme yazmıştır.[120 - Bu Vasiyetnâme’nin pek çok el yazması nüshaları var. Bunlardan birini Osman Nuri Ergin resim olarak yayımlamıştır, Bk. Şarkiyat Mecmuası, İstanbul 1957, 11, 82-83. Bir nüshasını da İ. Hakkı Konyalı Konya Tarihi’nde (Konya 1964, s. 496-498.) yine resim olarak yayımlamıştır.] Konevî bu Vasiyetnâme’de bazı duygu ve düşüncelerini, yakınlarına, dostlarına tavsiyelerini ve yapmalarını istediği bazı işleri bildirmektedir. Bir buçuk iki sahife kadar olan bu Vasiyetnâme’de Sadreddin Konevî şahsi kitaplarıyla ilgili olarak da bazı isteklerde bulunmaktadır. Bu istekleri birkaç madde hâlinde ifade etmek mümkündür:
1. Felsefeye dair olan kitapların satılıp parasının Müslüman fakirlere sadaka olarak dağıtılmasını,
2. Tıp, fıkıh, tefsir ve hadise dair kitaplarının Şam’a (Dımaşk) götürülüp orada ilim ile meşgul olanların istifadesine sunulmak üzere vakfedilmesini,
3. Kendi telifi olan eserlerin de Afifüddin’de hatıra olarak kalmasını bildirmektedir. Bu Afifüddin’in, Sadreddin Konevî’nin kızı Sekine’nin eşi yani damadı olduğu anlaşılmaktadır.
4. Kendisinden sonra hiç kimsenin şeyhinin (İbnü’l-Arabî) ve kendisinin telif eserlerinde deruni manalar (mevâcid) aramamaları ve yorumlamamalarını çünkü bu yolun kendisiyle kapandığını bildirmektedir. Bu bildiride Sadreddin Konevî’nin şahsi kitapları ve bu kitapların yedi yüz yıllık macerası ile ilgili bilgiler verilecektir.
a. Konya Sadreddin Konevî Kütüphanesi
Sadreddin Konevî 16 Muharrem 673 (22 Temmuz 1274) günü vefat etmiştir. Vefatından sonra kitapları ile ilgili tavsiyelerinden üçüncü şık yani kendi telifi olan eserlerle ilgili tavsiyesi hariç diğer tavsiyelerinin hiçbirine uyulmamıştır.[121 - Aslında Sadreddin Konevî vasiyetinde yer alan başka tavsiyelerine de uyulmamıştır. Mesela kabri üzerine kümbet gibi bir binanın yapılmamasını bildirdiği hâlde ölümünden çok sonra kabri üzerine kafesli bir yapı inşa edilmiştir. Zehebî (Tarihu’l İslâm, s. 93.) Sadreddin Konevî’nin yakınlarına cenazesinin Şam’a götürülüp şeyhi İbnü’l-Arabî’nin yanına defnedilmesini vasiyet etmiş iken bu isteğinin yerine getirilmediğini bildirmektedir.] Onun zamanında devlet yetkilileri Konevî’nin talebe ve yakınları, dostları çok büyük maddi ve manevi değere sahip bulunan kitaplarının satılmasına ve Şam’a götürülmesine ve Anadolu’nun bu değerli hazineden mahrum kalmasına gönülleri razı olmamıştır. Sadreddin Konevî’nin öldüğü yılın aylarında mezarı ve camisi ile medresesi arasında bir imaret, kütüphane inşa ederek onun adına vakfiye düzenlemişler ve kitaplarını buraya vakfetmişlerdir. Bu durum cami, imaret ve kütüphaneye açılan ve bugün de mevcut olan dış kapı alınlığındaki kitabede ifade edilmiştir. Bu kitabenin tercümesi şöyledir: “Bu kutlu imaret, içinde Sadreddin Muhammed b. İshak’ın metfun bulunduğu türbe ve vakfiyesinde şartları belirtilmiş bulunan vakfettiği kitaplarını ihtiva eden kütüphane (daru’l-kütüb) onun salih arkadaşları adına 673 (1274) yılı aylarında inşa edildi.”[122 - Bk. Burada Levha: I.] Bu imaretin kimler tarafından inşa edildiği belirtilmemiştir. Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi Konevî’nin yakınları ve o dönemin yetkili ve nüfuzlu kişileri bu işi böyle planladıkları anlaşılmaktadır. Bu işi yapanlar Konevî’nin kızı Sekine ile damadı Afifüddin’in rızasını da almış olmalılar. Ancak Sadreddin Konevî’nin kendi el yazısı olan telif eserleri ve özel defterlerinin bu kütüphaneye konmadığı Vasiyetnâmesi’nde belirtildiği üzere damadı Afifüddin’e hatıra olarak bırakıldığı sonraki asırlara intikal eden bilgilerden öğrenilmektedir.
Sadreddin Konevî Kütüphanesi bu şekilde teşekkül ettikten sonra dönem dönem başka insanlar da bu kütüphaneye kitaplar bağışlamışlardır. Bu kitapların kapak sahifelerine bu kitabın Sadreddin Konevî vakfı olduğu kaydı yazılmıştır. Fakat bizzat Sadreddin Konevî’den intikal eden kitaplarda Sadreddin Konevî’nin temellük imzası bulunmaktadır. Birçoklarında da S. Konevî’nin hocaları ve yakınlarının sema ve kıraat kayıtları vardır.[123 - Bk. Burada Levha: XI.]
Sadreddin Konevî Külliyesi diye anılan yapı bugün mevcuttur. Ancak medrese, iaşe ve ibate yeri günümüze gelmemiştir. Kütüphane kısmı iki bölümden müteşekkildir. İç avludan merdivenle ikinci kata çıkılınca geniş bir okuyucu salonuna girilmektedir. Salonun kıble tarafındaki oda ise kitapların muhafaza edildiği yerdir. Yapı Osmanlılar zamanında birçok defalar onarım görmüştür. Son büyük onarım Sultan II. Abdülhamid dönemi Konya Valisi Ferid Paşa tarafından 1317 (1899) yılında gerçekleştirilmiştir. Bütün bu onarımlarda yapının ne kadar değiştiğini araştırmak ayrı bir araştırma konusudur.
1926’da yeni bir düzenleme ile Sadreddin Konevî’nin kitapları asıl yerinden Konya Yusufağa Kütüphanesi’ne konulmuş ve bugün burada hizmete sunulmaktadır. Sadreddin Konevî’nin kaç kitabı bulunduğu ve ne kadarının günümüze geldiği bu yazıda ele alınacaktır.
b. Sadreddin Konevî’nin Kitapları
Sadreddin Konevî’nin babası Malatyalı Şeyh Mecidüddin İshak Anadolu Selçukluları devleti hizmetinde bulunmuş, birkaç defa diplomat olarak Bağdat’a gitmiş, bu yolculukları esnasında Musul ve Cizre’de devrin tanınmış ilim adamlarından İbnü’l-Esir kardeşlerle, İbnü’l-Cevzî ve oğlu Abdurrahman ile görüşmeleri olmuş ve onların birtakım eserlerini ve daha başka eserler edinmiştir. Bu eserler oğlu Sadreddin Konevî’ye intikal etmiştir ki bunların birçoğu müelliflerin veya yakınlarının el yazılarıdır. Diğer taraftan Sadreddin Konevî uzun süre Suriye ve Mısır’da üvey babası Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin yanında bulunmuş, üvey babasının da birçok eserleri Sadreddin Konevî’ye intikal etmiştir. Bu eserler arasında İbnü’l-Arabî’nin kendi el yazısı olan telif eserleri ve Mağrip’ten getirdiği birtakım şahsi eserleri de bulunmaktadır.
Sadreddin Konevî’nin kendi telifi olan eserlerin kendi el yazısı olan nüshaları da kitapları arasında bulunuyordu. Dostlarına ve devlet adamlarına yazdığı mektupları ve dostlarının kendisine yazdıkları mektuplar ve birtakım küçük risaleleri özel defterlerinde toplamıştı. Kısacası zengin ve muhtevalı bir koleksiyona sahip idi. Onun bu defterleri Anadolu Selçukluları döneminin ilmî, siyasi ve kültürel hayatı ile ilgili zengin bir arşiv niteliğinde idi.
Sadreddin Konevî, sürekli yazan, not düşen bir bilim adamıdır. (Bk. Burada Levha, IV. ve XII.) Dostlarına, devlet adamlarına mektuplar yazmakta bazen küçük bir hatırasını tarih vererek bir kenara kaydetmektedir. Fakat ömrünün son bir yılına ait hiçbir notuna rastlanmamaktadır. Bu durum onun ömrünün son yılında hasta olduğunu düşündürmektedir. Bu yazıya konu olan Vasiyye’sini muhtemelen hasta olduğu günlerde ya bizzat yazmış ya da yakınlarına yazdırmış olmalıdır.
Sadreddin Konevî’nin kitapları onun adına inşa edilen kitaplığa yerleştirilirken her kitabın kapak sahifesine (zahriye) şöyle bir vakıf kaydı yazmışlardır:
Bu vakıf kaydının kısaca tercümesi şöyledir: Kendisinin telifi olan bu kitap Sadru’ddin Muhammed tarafından kabri yanında inşa edilen kütüphaneye Müslümanların yararlanmaları için vakfedildi. Kitabın ancak rehin karşılığında kitaplıktan çıkarılmasını aksi hâlde yerinde ondan yararlanılmasını şart koştu… (Bk. Burada Levha, II.)
Bu ibare onun kendi telifi olan Denizlili Yusuf b. Ahmed tarafından 672 (1273) yılında kopya edilen Miftahu Cemi’l-gayb adlı eserinin 1a sayfasında yazılar vakıf kaydıdır.[124 - Bk. Burada Levha: II.] Diğer kitaplarının her birinin kapak sayfasında buna benzer bir vakıf kaydı yazılmıştır. Bu demektir ki ölümünden sonra S. Konevî’nin bütün kitapları tescil edilmiştir. Ancak bu kitaplarının miktarını ve adlarını öğrenebileceğimiz bir liste o günden günümüze gelmemiştir. Bu yüzden de S. Konevî’nin kaç kitabı bulunduğunu bilmiyoruz.
Ancak Fatih Sultan II. Mehmet zamanında Karaman ili fethedilince o bölgedeki vakıfları tescil etmek amacıyla 880 (1475-76) yılında Karaman iline gönderilen Osmanlı il yazıcıları Konya’da Sadreddin Konevî’nin vakfını da tescil etmişlerdir. Bu arada Konevî’nin kütüphanesindeki kitapları da tek tek kaydetmişlerdir. Bu kayda göre Konevî’nin vakfı olan kitapların sayısı 200 küsur eserdir.[125 - Bk. İ. Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, s. 501-503.] Bu liste ile bugün Konya Yusufağa Kütüphanesinde bulunan Sadreddin Konevî’nin kitapları karşılaştırıldığı zaman yedi yüzyılı aşan tarih süreci içinde pek çok kitaplarının zayi olduğu görülmektedir. Bu kitapların ne şekilde zayi olduğunu açıklamaya geçmeden önce Sadreddin Konevî’nin şahsi kitapları ile ilgili bazı önemli tarihî bilgileri kısaca hatırlatmam gerekmektedir.
Sadreddin Konevî hayatta iken etrafında çok sayıda talebeleri bulunuyordu. Bu talebeleri onun gözetiminde bilimsel çalışmalarını yürütüyorlardı. Onun ve hocası İbnü’l Arabî’nin eserlerini okuyor, istinsah ediyor ve hatta onun teşvik ve yol göstermeleriyle şerhler, telifler yapıyordu.[126 - Bk. Burada Levha: III.] Onun ölümünden sonra da müellefat sahibi olan bazı talebeleri ünlenmişlerdir. Bunlardan çok tanınmış olanları şunlardır:
1. Kutbuddin Şirazî (710/1310)
2. Müeyyeddüddin Mahmud el-Cendî (700/1301)
3. Fahruddin-i İrâkî (688/1289)
4. Şihabü’d-din Çoban el-Eraklî (?)
5. Saidüddin el-Fergânî (692/1393)
6. Zeynüddin Muhammed b. Ebi Bekr er-Razi (678/1279)
7. İzzü’d-din Muhammed eş-Şirvânî (?)
Dönem dönem birçok tanınmış bilim adamları İbnü’l-Arabî’nin ve S. Konevî’nin eserlerinin ana nüshalarına ulaşmak için uzak yerlerden Konya’ya kadar gelerek Sadreddin Konevî Kütüphanesi’nde bir süre çalışma imkânı bulmuşlar onun ve İbnü’l-Arabî’nin eserlerini istinsah ederek götürmüşlerdir. Bunların tanınmış olanlarından birkaçı şunlardır:
1. Ünlü Dilci Mecdü’d-din Muhammed el-Fîrûzâbâdî (817/1414)
2. Molla Abdurrahman Cami (898/1492)
3. Fatih Sultan Mehmet’in Hocası Akşemseddin (862/1457)
4. Yâr Ali Şirazî (814/1412)
5. Seyyid Şerif el-Cürcânî (816/1414)
6. Tarihçi Bedrüddin el-Ayni (823/1420)
c. Konevî’nin Kendi El Yazıları ve Defterleri
Kadı Burhâneddin’in özel tarihçisi Aziz-i Esterâbâdî’nin bildirdiğine göre Eretna Oğulları devri bilginlerinden Yâr Ali Şirazî Kayseri’den birkaç halı ile Konya’ya gelmiş ve Sadreddin Konevî’nin makamına halıları hediye etmiştir.[127 - Bezm ü Rezm, İstanbul, 1928, s. 384.] Yâr Ali bu vesile ile bir müddet Konya’da Sadreddin Konevî’nin özel defterlerini mütalaa etme imkânı bulmuş ve defterlerde bulunan mektup ve risalelerden müteşekkil iki Mecmuatü’r-resâü meydana getirmiştir. Bu mecmualardan biri Ayasofya (Süleymaniye) Kütüphanesi no. 2349’da kayıtlıdır. Bu mecmuada Yâr Ali Şirazî, Sadreddin Konevî ile Ahi Evren diye tanınan Kırşehirli Hace Nasîrüddin Mahmud’un birbirlerine yazdıkları mektupları kopya ederek bir eser vücuda getirmiştir. Ancak Yâr Ali bu mektupların Sadreddin Konevî ile İranlı Filozof Hace Nasîrüddin-i Tûsî arasında teati edildiğini sanmış ve bu mektupları öyle takdim etmiştir. Yâr Ali Şirazî zamanında Ahi Evren Hace Nasîrüddin’in adını sanını unutturma gayretleri devam ediyordu. Bu amaçla onun eserleri başkalarına mal ediliyordu. Yâr Ali’nin bu iş için görevlendirilmiş olduğunu düşünüyorum. Yâr Ali’den sonra başka müstensih ve yazarlar da bu mektupları ele geçirmişler veya Yâr Ali’nin nüshasından kopya ederek veya gene Sadreddin Konevî’nin arşivinden derlemişler ve bu mektupların başına “Hace Nasir’in Konevî’ye” veya “Konevî’nin Hace Nasir’e mektubudur.” şeklinde ibareler koyarak Tûsî ile Konevî’nin mektuplaştıkları iddiasını yaygın bir kanaat hâline getirmişlerdir.[128 - Bu konuda geniş bilgi için Bk. Mikâil Bayram, “Sadru’d-din Konevî ile Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin’in Mektuplaşması”, SÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Dergisi, Konya 1983, II, 51-73.]
Yâr Ali Şirazî’nin Sadreddin Konevî’nin özel defterlerinden kopya ettiği ikinci mecmua da Bursa Eski Eserler Kütüphanesi, Hüseyin Çelebi kısmı no. 1183’tedir. Bu mecmuada Yâr Ali, Konevî’nin özel defterlerinde bulduğu bazı önemli risaleleri ve Konevî’nin dostlarına, dostlarının da ona yazdıkları mektupları derlemiş ve bu mecmuanın muhtelif yerlerinde Şeyhin defterinden alınmıştır gibi ifadeler kullanarak bu mecmuayı S. Konevî’nin defterlerinden kopya ettiğini belirtmiştir.[129 - M. Bayram, agm., s. 53-54.]
Nitekim Osmanlı il yazıcıları Karaman ili evkafını tescil ederken Sadreddin Konevî Kütüphanesindeki kitapların adlarını tespit etmişlerdir. Bu listede S. Konevî’nin eserlerinin müellif nüshaları ve şahsi defterleri mevcut değildir. Öyle anlaşılıyor ki Sadreddin-i Konevî’nin özel defterleri ve hocası Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin ve diğer yakınlarının el yazıları ve hatıra niteliği taşıyan notları ve belgeleri kütüphanesine intikal etmemiştir. Bunlar yakınlarının ve ahfadının ellerinde bulunuyorlardı. Dönem dönem Konya’ya gelen ilim ve fikir adamları buralarda S. Konevî’nin ve hocaları ve yakınlarının el yazılarını görme ve inceleme imkânı buluyorlardı.
İşte Yâr Ali Şirazî gibi başkaları da dönem dönem S. Konevî’nin soyundan gelenlerin elinde bulunan onun telif eserlerini, şahsi notlarını ve mektuplarını görme imkânı bulmuşlardır. Mesela 898 (1493) yılında Hacı Mu’min Halife adlı bir zat S. Konevî’nin el yazısı ile yazılmış olan risaleler ve mektuplara ulaşmış, bunları istinsah ettiği “Nafahatü’l ilâhiye”nin sonuna eklemiştir.[130 - Konya Mevlana Müzesi Kütüphanesi no. 1633.] Kütüphane çalışmalarım sırasında bunun gibi daha pek çok şahısların S. Konevî’nin özel defterlerinden istifade ettiklerini ve onun el yazısı olan nüshalardan istinsahlar yaptıklarına rastladım. Mesela Ayasofya (Süleymaniye) Kütüphanesi no. 2412’deki “Mükâtebât” nüshası keza yine Ayasofya (Süleymaniye) Kütüphanesi no. 2358’deki Müsâri’ul Müsâri adlı eser S. Konevî’nin özel defterlerinden bir tanesi günümüze gelmiştir. Bu defter Konya Yusufağa Kütüphanesi no. 7850’de kayıtlıdır.[131 - Bk. Burada Levha: V.] Ola ki başka kütüphanelerde de S. Konevî’nin bu defterleri ve kendi telifi olan eserlerin müellif nüshaları vardır.
d. Fikir Adamı ve Bir Muallim Olarak Sadreddin Konevî
Yukarıda da ifade edildiği gibi Anadolu Selçukluları zamanında Konya, İslam dünyasının önde gelen ilim ve irfan merkezi durumunda idi. Selçuklu ve Osmanlı tarihi boyunca iki büyük fikrî ve irfani hareketin merkezi olma özelliğini korumuştur. Bu fikir ve irfan hareketlerinden biri Mevlana Celâleddin-i Rumi’nin başlattığı “Celâliyye” hareketidir. Mevlana’dan sonra Mevleviyye (Mevlevilik) adı altında bir tarikat şeklinde devam etmiştir. Konya’dan neşet eden diğer bir fikir akımı da “Ekberiyye” hareketidir. Bu hareket adını “Şeyhu’l-ekber” diye anılan Muhyiddin İbnü’l-Arabî’den almakta ve Konyalı Şeyh Sadreddin Muhammed’in başlattığı ilmî ve irfani harekettir.
Sadreddin-i Konevî uzun süre Şam’a yerleşen üvey babası ve hocası İbnü’l-Arabî’nin yanında kalmış ve onun yetiştirdiği en tanınmış talebesi ve takipçisi olmuştur. 645 (1247) yılında Konya’ya dönmüş ve ömrünün sonuna kadar Konya’da olmuştur. Sadreddin Konevî Suriye’den Konya’ya gelirken öz babası Mecidüddin İshak ve üvey babası İbnü’l-Arabî’den kendisine intikal eden külliyetli miktardaki eserleri beraberinde Konya’ya getirmiştir. Konya’da talim, tedris ve telif ile meşgul olmuş Konya’yı “Ekberiyye” denilen fikir akımının merkezi hâline getirmiştir. Hocasının eserlerini okutmuş şerh etmiş ve pek çok talebeler yetiştirmiştir. Talebesi Müeyyedüddin Mahmud el-Cendî onun ölümü üzerine yazdığı mersiyede şöyle demektedir:[132 - Bu mersiye Cendî’nin Nafhatu’r-rûh ve Tuhfetül-fütûh adlı eserindedir. Bk. Bursa Eski Eserler Kütüphanesi, Hüseyin Kıt’a Çelebi kısmı no. 1183, yp. 120b. Devrin tarihçisi Kerimü’d-din Aksarayî, Musameretü’l Ahbar, Ankara, 1944, s. 119-120 bu mersiyeyi kitabına almıştır.]
Dünyanın halifesi ve inanlığın sözü mana denizi derin bilgilerin kaynağı göçtü.
Şeyhülislam’ın ölümünden sonra olgunluk ve aydınlıktan eser kalmadı. Keşke o aramızdan ayrılmasaydı.
Ondan sonra problemlerin çözücüsü, gerçekleri ortaya koyan kaldı mı?
Ondan başka karanlık vadileri sabah yıldızı gibi zirvede parlayıp ışık saçan var mı?
Ey asrımızın şeyhi ve karanlık labirentlerde bize yol gösteren sana selam olsun.
Bugün Konya Yusufağa Kütüphanesi’nde Sadreddin Konevî’nin vakfı olan 168 kitap bulunmaktadır. Bu kitaplardan bir kısmı S. Konevî’nin ölümünden sonra onun kütüphanesine vakfedilen kitaplardır. Bizzat kendisinden intikal eden kitaplarda onun temellük imzası veya vakıf kaydı bulunmaktadır.[133 - Bk. Burada Levha: XIV.] Konevî’ye ait olan bu kitapların pek çoğunun kıraat ve sema kayıtlarında, kenar notlarında hocalarının, yakınlarının, kendisinin ve talebelerinin el yazıları bulunmaktadır.[134 - Bk. Burada Levha: III, IV.]
Tarih boyunca dönem dönem S. Konevî’nin koyduğu vakıf şartlarında da yer aldığı üzere yerine rehin konularak Konevî’nin bazı kitapları kütüphanesinden alınmış fakat bilemediğimiz sebeplerden dolayı yerine iade edilmemiş olduğu anlaşılmaktadır.[135 - O dönemde böyle rehin koyarak kitap iare etmek yaygın olarak uygulanıyordu. Bu yolla kitaplar uzak yerlere götürülüyordu. Mesela Mevlana Müzesi Kütüphanesi’ndeki bir Divân-ı Kebîr nüshası rehin karşılığında iare edilerek Herat’a götürülmüştür. Kitap yıllarca orada kalmış, Heratlı ünlü yazar ve mutasavvıf Hüseyin Vaiz el-Kâşifî kitaba kenar notlan yazmış ve sonuçta kitap tekrar Mevlana dergâhına iade edilmiştir. Bk. Divân-ı Kebîr, Mevlana Müzesi Kütüphanesi, no. 67.] Sadreddin Konevî’nin birçok kitapları bu şekilde zayi olmuştur. Mesela İstanbul İslâmî Eserler Müzesi’ndeki el-Futûhâtü’l-Mekkiye nüshası vaktiyle Konya’da bulunuyordu. Muhtemelen iare yoluyla İstanbul’a götürülmüş geri iade edilmemiştir. Keza Mecidüddin İbnü’l-Esir’in Câmi’u’l-usûl adlı eserinin altı cildi Konya Yusufağa Kütüphanesi’nde olduğu hâlde bir ciltteki müellif nüshasıdır ve Konya İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi’ndedir.[136 - Adı geçen kütüphane, No. 14677.] Bu cilt vaktiyle S. Konevî’nin kütüphanesinde idi.
Sadreddin Konevî’nin damadı Afifüddin ve kızı Sekine’ye intikal eden eserlerin izini sürmek mümkün olmamaktadır. S. Konevî ile Ahi Evren diye bilinen Hace Nasîrüddin Mahmud sürekli olarak birbirlerine mektuplar yazıyorlardı ve yazdıkları eserlerini birbirlerine gönderiyorlardı.[137 - Bk. M. Bayram, “Sadru’d-din Konevî İle Ahi Evren Şeyh Nasirü’d-din’in Mektuplaşması” SÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Dergisi, II, 63-64.] Ancak Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud 1261 yılının Nisan ayında Kırşehir’de öldürülünce eserleri takibata maruz kalmış ve büyük ölçüde imha edilmiştir. Bu yüzden birçok eserleri kaybolmuş ve günümüze gelmemiştir. Günümüze gelenler de ancak tek nüsha veya iki nüsha olarak kütüphane izbelerinde tesadüfen günümüze gelebilmişlerdir.
Ahi Evren Hace Nasîrüddin’in bazı eserleri Sadreddin Konevî’nin terekesi olan kitaplar arasında bulunuyordu. Sonraki asırlarda Ahi Evren Hace Nasir’in eserlerini S. Konevî’nin kitapları arasında bulanlar, bu eserlerin ona ait olduğunu sanmışlar ve ona nispet etmişlerdir. Bu iki bilge kişinin birbirlerine yazdıkları mektuplardan bu durumu öğrenmekteyiz. Bu yüzdendir ki Ahi Hace Nasîrüddin’in Tabsiratü’l-Mübtedi ve Tezkiretü’l-Müntehi, Tuhfetü’ş-Şekür ve Metali’u’l-İman gibi Farsça olan eserleri Osmanlı uleması tarafından Sadreddin Konevî’ye nispet edilmiştir. Oysa iyi bilinen bir husustur ki S. Konevî hiç Farsça eser kaleme almamıştır. Ahi Evren’in bu eserleri de S. Konevî’nin vârislerinin elinde bulunuyordu. Araştırıcılar bu eserleri orada görme imkânını bulmuşlardır.
Son olarak esefle şunu belirtmek durumundayım. Geçtiğimiz yıl Konya Yusufağa Kütüphanesi’nden 173 kitap çalınmıştır. Bu çalınan kitapların büyük bir kısmı Sadreddin Konevî’nin koleksiyonuna ait kitaplardır. Bu konunun davası Konya 1. Ağır Ceza Mahkemesinde devam etmektedir. İnşallah bu değerli kitaplar bulunup yerine konulur ve böylece Türkiye Selçukluları dönemi arşivi niteliğindeki bu koleksiyon dağılmaktan kurtulur. Çünkü bu kitaplar üzerindeki Sadreddin-i Konevî’ye ait notlar Selçuklu devri arşivi niteliğindeydi.
3. KUTLU MELEK HATUN KÜTÜPHANESİ VE KİTAPLARI
Kutlu Melek Hatun uzun yıllar Konya’da kadılık yapan 1282 yılında vefat eden Urumiyeli Kadı Sirâcüddin Mahmud’un 5. göbekten torunudur. Konya’da kendi adıyla anılan bir kütüphane kurmuştur. Kadı Siraceddin Urmevî ölünce oğullarına intikal eden eserleri ve kütüphanesi, dip torunlarından Mevlana Mahmud Çelebi’nin kızı Kutlu Melek Hatun tarafından Konya’da Atabekiye Medresesi hizasında inşa edilen “daru’l-huffaz”a (hafızlık okulu) vakfedilmiştir. (Bk. Burada Levha, VIII.) Bu daru’l-huffaz bugünkü Konya Kız Lisesinin yerinde veya Ali Gav Hanikâhı’nın batısında bulunuyordu. Kutlu Melek Hatun’un vakfettiği kitaplar, Cumhuriyet Dönemi’nde Yusufağa Kütüphanesi’ne intikal etmiştir. Bu kitaplardan günümüze gelmiş olanlar 20-25 kadardır. Bu tür şahıs kitapları ailelerin elinde kaldığı zaman zayi olmaktadır. Kadı Siracüddin-i Urmevî’nin kitapları beş nesil boyunca varislerinin elinde kalmıştır. Bu müddet zarfında birçok kitapların zayi olduğu muhakkaktır.
Kutlu Melek Hatun’un kitabeli mezar taşına Sivas’ta rastladım. (Bk. Burada Levha, VII.). Kadı Siraceddin bir süre Sivas’ta kadılık yapmıştır. Öyle anlaşılıyor ki Kadı Seracüddin ailesinin Sivas’la bağı kesilmemiştir. 5. göbekten torunu olan Kutlu Melek Hatun ömrünün sonunda Sivas’a gitmiş ve orada ölmüş olduğu anlaşılmaktadır. Kutlu Melek Hatun’un vakfettiği kitaplar arasında Kadı Siraceddin’in telif eserleri de bulunmaktadır. Vakfedilen her eserin kapak sahifesine Kutlu Melek Hatun adına düzenlenmiş vakıf kaydı yazılmıştır. (Bk. Levhalar Kısmı.) Bu vakıf kaydında Kutlu Melek Hatun’un babası el-Hac Mevlana Mahmud Çelebi, onun babası Mevlana İmadüddin Mehmed, onun babası Ali, onun babası Ömer onun da babası Kadı Siraceddin Mahmud el-Urmevî olarak gösterilmiştir. Bazı kitapların üzerinde Kadı Siraceddin’in el yazılarına rastlanmaktadır. Yusufağa Kütüphanesi no. 5395’teki Şerhü’l-veciz adlı eser bunlardandır. Aynı kitabın 4815 numaradaki nüshasının la sahifesinde Kadı Siraceddin-i Urmevî’nin bir şiiri bulunmaktadır. Yusufağa Kütüphanesi no. 4866’daki kitabın tamamı Kadı Siraceddin el-Urmevî’nin el yazısı olduğu kuvvetle muhtemeldir. (Bk. Burada Levha VI.) Bu kitap her nasıl olmuşsa önceleri Kutlu Melek Hatun Kütüphanesi’nde iken Sadreddin Konevî Kütüphanesine intikal etmiştir.[138 - Bk. Konya Yusufağa Ktp. No. 4866.] Öyle anlaşılıyor ki Konevî Kütüphanesi’ndeki orijinal nüshası, muhtemelen müellif nüshası (çalınmış) alınmış yerine bu nüsha konmuştur.
4. MEVLANA DERGÂHI KİTAPLIĞI
Mevlana Dergâhı kurulduğu günden itibaren dergâh içinde bir kitaplık da oluşmuştur. Bilindiği gibi Mevlevi hareketinin eğitim ve öğretim ocağı olan bu dergâh Sultan Veled’in postnişinliği zamanında kurulmuş ve teşkilatlanmıştır. Bu yapı içerisinde zamanla bir kütüphane de teşekkül etmiştir. Hiç şüphesiz Mevlana’nın ve hocalarının eserlerinin orijinal nüshaları burada muhafaza ediliyordu. Mevlana’nın ve hocalarının eserleri kopya ediliyor, nüshaları üretiliyor ve bu nüshalar dergâhta korunuyordu. Başta Mesnevi ve Divan-ı Kebir olmak üzere Mevlana’nın kürrâseler (sahifeler) hâlinde bulunan eserleri bu kitaplıkta korunuyordu. Mevlana hayatta iken yani 662’den (1264) sonra gelen birkaç yıl içinde kürrâseler hâlinde bulunan Mesnevi derlemeleri altı defter hâlinde kitaplaştırıldı. Divan-ı Kebir de önceleri kürrâseler hâlinde bulunuyordu. Mevlana’nın vefatından 70-80 sene kadar sonra şiirler tasnif edilerek kafiye sırasına konarak kitap hâline getirilmiştir. Hiç şüphesiz bütün bu işler Sultan Veled’in ve kendisinden sonra gelen postnişinlerin gözetiminde ve bilgisi dâhilinde yürütülmekteydi. Bugün o dönemde istinsah edilen Mesnevi ve Divan-ı Kebir nüshaları, Mevlana Müzesi İhtisas Kütüphanesi’nde, bir kısmı da Mevlana Müzesi Teşhir salonunda bulunuyor. Zamanla bu kitaplık, kitap bakımından zenginleşmiş ve ünü, Sadreddin Konevî’nin kütüphanesi gibi yayılmıştır. Bu kütüphanedeki kitapların üzerindeki mühürde “Vakf-i Kitaphane-i Hazret-i Mevlana Kuddise Sirruhu” yazılıdır. Buna göre dergâhtaki kütüphanenin resmî adı “Hazret-i Mevlana Kütüphanesi” imiş.
Tarih boyunca Mevlana ve çevresindekilerin yarattığı fikrî ve dinî harekete ilgi duyanlar bu kitaplıkla da ilgilenmişler ve tarihte birçok ünlü zevat bu kitaplıkta çalışmışlar ve Mevlana ile çevresindekilerin eserlerini istinsah etmişlerdir. Eskiden rehin koyarak kitap iare etmek yaygın olarak uygulanmaktaydı. Bu yolla kitaplar uzak yerlere götürülüyordu. Mevlana Müzesi İhtisas Kütüphanesi no. 67’deki Divan-ı Kebir nüshası, rehin karşılığında iare edilerek Herat’a götürülmüştür. Orada kitaptan suretler çıkarılmıştır. Kitap yıllarca orada kalmış, Molla Abdu’r-Rahman Cami’nin kayınbiraderi olan Heratlı ünlü yazar ve mutasavvıf Hüseyin Vaiz el-Kâşifî kitabın kenarına notlar yazmış, sonuçta kitap tekrar Mevlana Dergâhı’na geri dönmüştür. Kitapların sağlam bir biçimde geri dönüşünü sağlamak için kitap iare bedelinin çok yüksek tutulduğu anlaşılmaktadır. Aksi hâlde çok uzak yerlere götürülen kitapların sağlam bir şekilde geri getirilmesi sağlanamazdı.
Karaman Oğulları zamanında Mevlana Dergâhı’nın yanı başında Mevlana Celâleddin’in adına nispeten Celâliyye Medresesi adında bir medrese kurulmuştu. Bu medresenin de bir kitaplığının olduğu anlaşılmaktadır. Zira Konya’daki kütüphanelerde bu medresenin kitaplarına rastlanmaktadır. Celâliyye Medresesi faal olduğu zamanlarda buradaki kitaplık ile dergâhtaki kitaplık arasında bir bağlantı olup olmadığını bilmiyoruz. Caner Arabacı Konya Medreseleri adlı çalışmasında Celâliyye Medresesi’ni tespit etmediğine göre bu medresenin XX. yüzyıldan önce münkariz olmuş olmalıdır.
SONUÇ
Bu çalışmada gösterilmeye çalışıldığı gibi Türkiye Selçukluları zamanında Anadolu’da bilim, sanat ve kültür alanında büyük bir gelişme kaydedilmiş ve bunun sonucunda sağlam bir toplumsal yapının oluştuğu ve yüksek bir medeniyetin teşekkül ettiği görülmektedir. XII. yy.ın ikinci yarısı ile XIII. yüzyılın ilk yarısında parlak bir dönem yaşanmıştır. Bu fikrî, ilmî ve kültürel gelişmenin, Moğolların Anadolu’yu işgal etmelerini takip eden yüzyılda (1243-1337) tedricen zayıflamaya, toplumsal yapının çözülmeye yüz tuttuğu görülmektedir. Bu devrede daha çok tasavvufi-dinî düşüncenin ön plana çıktığı fark edilmektedir. Bu alandaki faaliyetlerin himaye ve destek gördüğü de görülmektedir. Buna muvazi olarak pozitif (tabiat bilimleri) ilimlere ilgi ve himayenin de azaldığını görüyoruz. XI. ve XII. yy.da Anadolu’da telif edilen eserlerin hemen tamamı tabiat bilimlerine ve felsefeye dair iken XIII. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Anadolu’da telif edilen eserlerin büyük ekseriyeti tasavvufi-dinî ve edebî eserlerdir Anadolu’daki bu fikrî ve ilmî gelişim ve değişimin sebeplerini maddeler hâlinde açıklamak gerekirse:
1. XIII. asrın ilk çeyreğinden itibaren çok sayıda mutasavvıf ve dervişler, Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu’ya sığınmıştır. Bu tasavvufi zümrelerin Anadolu’da faaliyet göstermeleri sonucu Anadolu’da fikrî denge tasavvuf lehine bir gelişme göstermiştir.
2. Moğol iktidarının Anadolu halkı üzerinde yarattığı şiddetli fikrî ve siyasi baskı ve gerçekleştirdiği acımasız katliam Anadolu halkını bezginliğe ve ümitsizliğe sevk etmiştir. Bu durum meyus ve çaresiz insanlara umut ve huzur kaynağı olan tekke ve zaviyelere rağbeti arttırmıştır. Bu hızlı mistikleşme tabiatıyla pozitif ilimlere karşı ilgiyi azaltmıştır.
3. Moğolların Anadolu’da gerçekleştirdikleri katliam ve zulümler pek çok aydın, kültürlü ve bilge kişilerin telef olmasına veya Moğol zulmünden ötürü Batı Anadolu’ya göçmelerine, Anadolu’yu terk etmelerine sebep olmuştur. Özellikle Orta Anadolu’dan uç bölgelere ve Bizans topraklarına yoğun bir göç dalgası yaşanmıştır. Bu durum hâliyle ilmî faaliyetleri olumsuz yönde etkilemiştir.
4. Moğol hâkimiyeti, Anadolu Selçuklu Devleti’nin siyasi otoritesinin zayıflamasına, ekonomik gücünü yitirmesine sebep olmuştur. Bu da ilim adamlarının himayesiz kalmalarına ve onların Anadolu’dan göçmelerine sebep olmuştur. Ancak XIII. asrın sonlarında istiklallerini ilan eden Türkmen beylerin -sınırlı da olsa- bazı ilim ve fikir adamlarını himayelerine aldıkları görülmektedir.
5. Moğollar döneminde Anadolu’da Cavlakiler (Kalenderîler), Baraklar gibi birtakım başıbozuk dinî zümreler ortaya çıkmıştır. Genel olarak bilime ve akılcılığa, akli ilimlere muhalif olan bu zümreler Moğol iktidarının himayesinde bütün Anadolu’ya yayılmıştır. Moğollar, Ahi ve Türkmen çevrelere ait müesseseleri sahiplerinden müsadere yoluyla alarak bu zümrelere vermişlerdir. Bu durum Anadolu’da bilimin ve sanatın geri kalmasına sebep olmuştur.
Burada Konya’nın Selçuklular zamanındaki durumunu çeşitli yönleriyle genel bir tasvirini sunmaya çalıştık. Bu kısa açıklamadan da anlaşılacağı üzere Selçuklu devri Türk kültür ve medeniyetinin en önemli merkezi olan Konya’nın Selçuklular devrindeki durumunu; sosyoekonomik, sosyopolitik ve sosyokültürel yönleriyle ve detaylı biçimde ele almak ve değerlendirmek gerekmektedir. Böyle bir çalışma içine girmek esasen karanlık durumunu muhafaza etmekte olan Türkiye Selçukluları devri Türk kültür ve medeniyetini aydınlatmaya yönelik bir çalışma olacaktır. O devirde kurulmuş müessese ve teşkilatların faaliyet ve prensiplerini, sosyal ve ekonomik değerlerini günümüze getirmek, tanıtmak, gerekirse modernize etmek bu çalışmalar sonucunda mümkün olabilecektir.
Bilindiği gibi tarih çalışmaları ile geçmişteki müesseselerin, kuruluşların sosyal, siyasi ve kültürel olayların nasıl ortaya çıktıkları, nasıl bir gelişme gösterdikleri, doğruya en yakın biçimde tespit edilmeye çalışılmaktadır. Sonra bu fikrî, siyasi ve kültürel olayların, kuruluşların, günümüze nasıl intikal ettikleri aydınlanmış olmaktadır. İşte bu veriler elde edildikten sonra ekonomist ve sosyologların, geçmişten gelen bu fikrî, siyasi, kültürel ve sosyal olayların kuruluşların aktüel hâle getirilmesi yolları üzerinde imal-i fikir etmelerine ve günümüzde bunların ne şekilde yaşatılacağı ve bunlardan nasıl yararlanılacağı hakkında fikir yürütmelerine imkân doğmuş olacaktır.
Levha: I
Altta, Sadreddin Konevî’nin imaret ve kütüphane kitabesi üstte ise Sultan II. Abdülhamid devri Konya Valisi Mehmed Ferid Paşa’nın 1317 tarihli tamir kitabesi.
Levha: II
(Yusuf Ağa Kütüphanesi no. 4866, yp. la.)
Kadı Siracaddin Mahmud el-Urmevî’nin el yazısı.
Levha: III
Kutlu Hatun’un mezar taşı kitabesi .......
Levha: IV
(Konya Yusuf Ağa Kütüphanesi no. 4812, yp. la) Kadı Siraceddin el-Urmevî’nin ahfadından Mahmud Çelebi’nin kızı Kutlu Melek Hatun’un Konya’da yaptırdığı Dârü’l-Huffâz’a vakfettiği Tavzihü’l-hâvf adlı eserin kapak sahifesindeki vakıf kaydı.
Levha: V
(Konya Yusufağa Kütüphanesi no. 5467, la) Tercümesi şöyledir: Bu kitap büyük emir, soylu, asaletli, ülke ulusu, şehir muhafızı hace-i Cihan diye ünlenen Bedrüddîn Ahmed b. Kayser b. Süleyman Dârü’s-Sadriyye’ye vakfetti, Allah ondan razı olsun. Kıymetli bir rehin koymadan oradan çıkarılmamasını şart koştu. Her kim bu şarta uymazsa Allah’ın laneti üzerine olsun, Allah işiten ve bilendir. 20 Ramazan sene 616. (29 Kasım 1919 tarihlidir.)
Levha: VI
(Konya Yusufağa Kütüphanesi no. 4679) Ahkâmu’l-Kubra adlı eseri, (II. cilt) Anadolu’da maliye nazırı olan Celâleddin Mahmud tarafından Konya’da Ahmedek önünde kendisinin yaptırdığı hanikâha vakfettiğine dair olan vakıf kaydı. Bu kayıt 670 (1272) tarihlidir.
Levha: VII
Bu belgede adları geçen 20 kişi Safer ayının 10. günü 666 yılında (31 Ekim 1267) Câmiu’l Usûl adlı eserin I. cildini Sadreddin Konevî’den okumuşlardır. Altına da Sadreddin Konevî kendi el yazısı ile bu tespitin sahih olduğunu belirtmiş ve bu talebelerine icazet vermiştir.
Levha: VIII
(Konya Yusufağa Kütüphanesi no. 4862) Fütüvvet Teşkilatı’nın Şeyhü’l Meşâyihi (Şeyhlerin Şeyhi) Şeyh Şihabüddin Ömer es-Sühreverdi’nin 627 (1230) yılında Bağdat’ta Eğâlitü’s Sufiye adlı eserin 68a sahifesine kendi el yazısı ile düştüğü bir not. (Konya Yusufağa Kütüphanesi no. 5060) Sadreddin Konevî’nin Ahkâmu’l-Kubrâ adlı eseri Endülüslü Kemalüddîn Ebu’l Hasan Ali’den okuduğuna dair olan sema kaydı. En üstte Konevî’nin kendi el yazısı ile yazdığı temellük kaydı bulunmaktadır. Bu kayıt 13 Rebiyülahir 624 (03 Nisan 1227) tarihinde Malatya’da yazılmıştır.
Levha: IX
Konya’da Kalenderhane Mahallesi’nde bulunan Kalenderi şeyhlerin türbelerinden biri.
ANADOLU SELÇUKLULARINDA DEVLET TEŞKİLATI[139 - “Türkiye Selçuklularında Devlet Yapısının Şekillenmesi”, TÜRKLER, Cilt-7, Orta Çağ, s. 169-175, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002.]
Çok iyi bilinen bir husustur ki Türk örfünde ve töresinde devlet, devleti kuran ailenin (hanedanın) erkek fertlerinin ortak malı kabul edilir, hanedana mensup fertlerin tamamının devlet yönetimine katılma hakları bulunmaktadır. Devlet, kutsal bir varlık olduğu gibi onu kuran ailenin fertleri de kutlu kişilerdir. Devletin başında bir hakan bulunur. Hanedana mensup olan diğer fertler ikinci, üçüncü dereceden yöneticiler olarak ülkenin (devletin) kendi payına düşen yöresini elinde bulundurur ve baştaki hakana tabi olarak yönetime iştirak ederler. Bu hiyerarşinin bozulması durumunda hanedan üyeleri arasında savaşlar vuku bulmaktadır. Zaman zaman bu savaşlar sırasında hanedan üyesi olan prenslerin ölümleri veya öldürülmeleri de meydana gelmektedir. Bu prenslerin kanlarının toprağa (yere) akması uğursuzluğa ve talihin dönmesine sebep olacağına inanıldığı için, onların boğularak öldürülmelerine azami itina gösterilirdi. Bu inançlarından dolayı Türkmenler hakan soyundan olmayan kişilerin etrafında toplanmaz ve siyasi mücadelelerinde onlara destek olmazlar.
İşte bu inanç ve töreden dolayı birçok Türk devletinde, kurulduktan kısa bir zaman sonra, doğu-batı veya kuzey-güney gibi isimlerle bölünmeler meydana gelmekte, bu durum devletlerin kısa sürede parçalanmasına yol açmaktadır. Kök Türklerde (Göktürk) ve Karahanlılarda olduğu gibi dönem dönem devletin birliğini muhafaza etmek için hanedan içi çatışmalar yaşanmaktaydı. Bunlardan biri de Büyük Selçuklu Devleti’ndeki yabguluk savaşları ve taht mücadeleleridir. Birçok Türk devletinin kısa ömürlü olması da bundan kaynaklanmıştır.
İslamiyet’ten sonra kurulan Türk devletlerinde de bu inanç ve törenin (töre hukuku) bazı değişmelere uğramakla beraber, devam ettiği görülmektedir. Bu dönemde devletin ve hanedanın kutsallığını vurgulamak için menkıbeler imal edildiği, devlete esrarengiz bir hüviyet verilmeye çalışıldığı görülür. Bunun için genel olarak tasavvufi motiflerden ve teorilerden yararlanılmaktadır.
Türkmenler tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti döneminde Gaznelilere karşı kazanılan Dandanakan Zaferi’nden hemen sonra (1040) bu devleti kuran Selçuklu hanedanı üyelerinin devletlerini Türk töresine ve örfi kanunlara göre yapılandırmaya çalıştıkları müşahede olunmaktadır. Tuğrul Bey Nişabur’da sultan (büyük hakan) olarak ilan edilmiş, diğer hanedan üyelerinin her biri bir yöreye “melik” (Yabgu) unvanı ile gönderilmişlerdir. Çağrı Bey, Musa Yabgu, Kavurt, Alp Arslan, Yakuti, Kutalmış ve oğulları, İbrahim Yinal vs. her bir hanedan üyesi bir yörede devlet yönetimine iştirak etmişlerdir. Bu yolla “Türk-Cihan Hâkimiyeti Ülküsü”nün gerçekleşmesine çalışılmaktadır. Her melik bulunduğu yörede fetihler yaparak ülkesini imar ederek hükümranlığını devam ettirmektedir.
Bu yazıda Türkiye Selçuklularında yukarıda ana hatlarıyla tasvir edilen Türk devlet anlayışının uygulanmasında ne gibi yenilikler olduğu, nasıl bir yapılanmaya gidildiği gösterilmeye çalışılacaktır. Anadolu’daki sosyal, kültürel ve siyasi şartların bu yapılanmada ne gibi değişik uygulamalara yol açtığı belirtilecek ve bunun fikrî ve felsefi temelleri açıklanacaktır. Anadolu’da ortaya çıkan bu devlet anlayışı ve yapılanmanın Osmanlı Devleti’ne de temel teşkil ettiği bu vesile ile gösterilecektir.
Anadolu’da Siyasi Birliğin Tesisi
Genel olarak Türklerin Anadolu’yu fethi Malazgirt Zaferi (M 1071) ile başlatılır. Rahmetli Fuat Köprülü’nün de işaret ettiği üzere Malazgirt Zaferi’ni takip eden ilk yüz senede Türkler Küçük Asya’yı askerî bakımdan fethetmekle meşgul idi. Bu dönemde Anadolu’da siyasi bir belirsizlik hüküm sürmüştür. Bir yandan Selçuklu Devleti ile Anadolu’da kurulan diğer Türk beylikleri arasındaki mücadeleler, bir yandan da Anadolu topraklarını çiğneyip geçen Haçlı dalgaları bu topraklarda siyasi istikrarın sağlanmasını hem zorlaştırmış hem geciktirmiştir. Selçuklular zamanında Anadolu’da siyasi birlik ve istikrar ancak II. Kılıçarslan’ın saltanatının son yıllarında sağlanmıştır. Bu istikrarın sağlanmasıyla birlikte Anadolu’da yoğun biçimde ilmî, fikrî, kültürel ve ticari faaliyetler başlamıştır. Gene bu istikrarla birlikte Anadolu’da sosyal kültürel ve sınai nitelikli halk örgütlenmeleri görülmektedir.
Anadolu’ya Oğuzlarla birlikte İranlılar da gelmişlerdi. İranlılar daha çok tacir, ilim adamı, meşayih ve müritler olarak Anadolu’ya gelmişler ve çoğunlukla şehirler de yerleşmeyi tercih etmişlerdir. Türkmen halklar ise daha çok göçebe topluluklar hâlinde idiler. Fethedilen topraklara göçüyor ve kırsal bölgelere yerleşmeyi tercih ediyorlardı. Böylece Anadolu pek çok farklı kültürlerin birbiriyle tanıştığı ve etkilendiği bir muhit olmuştu. Yerli, Hristiyan, Rum ve Ermeni halk kahir ekseriyeti Müslüman olan milletlerle yüz yüze gelmiş ve iç içe yaşamak durumunda olmuşlardır. Şüphesiz Anadolu’da farklı dinlere ve ırklara mensup insanlar, zümreler bulunuyordu. Fakat ekseriyet itibarıyla İslam-Hristiyan kültürünün etkileşmesi ön plandaydı. Bu iki dine mensup insanların karşılıklı kültürel etkileşmeleri daima İslamiyet lehine bir gelişme göstererek Anadolu’nun Müslümanlaşması gerçekleşmiştir. Tabii kültürel faaliyetler içinde Türklerin ön planda bulunmaları, Türk nüfusunun göçlerle sürekli artış göstermesi, siyasi otoritenin Müslüman Türklerde olması Anadolu’nun İslamlaşması yanında Türkleşmesi sonucunu da doğurmuştur.
II. Kılıçarslan uzun mücadelelerden sonra Dânişmend Oğulları Devleti’ni ortadan kaldırarak Anadolu’da siyasi birliği sağladığı hâlde ülkesini 11 oğlu arasında paylaştırarak bu siyasi birliği kendi eliyle dağıtmıştır. O, her oğlunu bir yöreye melik statüsü ile tayin etmişti. Kendisini de sultan olarak merkeze alıp bu meliklerin üstünde siyasi otorite kurmayı düşünmüştür. Ancak kendisinden sonra ülkesinin birliğinin devamını sağlayacak düzenlemeyi belirleyememiş ya da düşündüğünü uygulamaya koyamamıştır. Bu yüzden o daha hayatta iken her biri bir yörede melik olan oğulları Selçuklu tahtını ele geçirmek ve sultan olmak için birbirleriyle mücadeleye tutuştular. II. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra da devam eden bu mücadelede Malatya’daki kültürel fikrî çevrede yetişen ve eğitim gören I. Gıyâseddin Keyhüsrev ile Tokat ve Amasya çevresindeki kültürel ve fikrî ortamda yetişen ve Tokat meliki olan Rükneddin Süleyman Şah’ın ön plana çıktıkları görülür. Bunun sebebi şudur:
Selçuklular zamanında Tokat ve Malatya çevresinde birbirinden farklı, birbiriyle zıtlaşan ve rekabet hâlinde bulunan iki ayrı fikrî ve kültürel çevre teşekkül etmiştir. Tokat, Amasya, Niksar çevresinde Dânişmend Oğulları’ndan tevarüs eden Türk millî kültürüne dayalı bir kültürel çevre, Alplik ve Gazilik ülküsünden kaynaklanan siyasi bir yapılanma meydana gelmiştir. Buna karşılık Malatya ve yakın çevresinde ise İran millî kültürüne dayalı bir kültürel yapılanma teşekkül etmiştir. O dönemde birbiriyle siyasi rekabet hâlinde bulunan bu iki farklı kültürel çevrede farklı siyasi güç odakları oluşmuştur. Bu iki farklı siyasi zihniyet arasındaki rekabet ve zıtlaşma Türkiye Selçukluları tarihi boyunca devam etmiş, pek çok sosyal ve siyasi olayların meydana gelmesinin ve hatta devletin yıkılışının en önemli sebebi olmuştur.
Tokat ve Malatya, Dânişmend Oğulları zamanında bu kültürel özellikleriyle iki önemli ilim ve fikir merkezi hâline gelmiştir. Bu durum bu iki beldenin Selçuklular zamanında da şehzadelerin tahsil ve eğitim merkezi olarak belirlenmesine sebep olmuştur. Böyle olunca da bu iki kültürel çevre zaman zaman kendi beldelerinin şehzadelerini iktidara getirme gayreti içinde olmuşlar ve bu yönde faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu da şehzadeler arasında sık sık taht mücadelelerinin baş göstermesine ve sultanlara suikast düzenleme olaylarının yaşanmasına sebep olmuştur.
Bu devirde devlet hizmetinde bulunan beyler ve emirler de ya bu iki zihniyetten birine mensup olmak ya da birini tercih etmek durumunda kalmışlardır. Genel olarak Malatya çevresindeki zihniyetin iktidarlar üzerindeki ilmî, kültürel ve siyasi ağırlığının daha müessir ve yönlendirici olduğu görülmektedir. Bu iki siyasi zihniyet mensubu yöneticiler ve fikir adamları bugünkü siyasi partilere benzer bir faaliyet içinde bulunmuşlardır. O dönemde Anadolu’da bulunan dinî ve sosyal nitelikli kuruluşlar (tarikatlar ile sınai ve sosyal kuruluşlar) da bu siyasi zihniyetlerden birine destek olmuşlar ve destekledikleri zihniyetin halk içindeki siyasi tabanının oluşması yönünde faaliyet göstermişlerdir. Bu konuyu ayrı bir makalede örnekler göstererek geniş olarak ele alıp yayımlamış olduğumuzdan burada kısa kesiyor ve esas konuya dönüyoruz.
II. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra yukarıda sözünü ettiğimiz iki şehzade arasındaki taht mücadelesi, Harput ve Malatya’da eğitim gören I. G. Keyhüsrev ile Tokat ve çevresindeki Türkmen muhitin meliki olan Rükneddin Süleyman Şah arasında baş göstermesi işte bu iki kültürel çevrede odaklaşan iki farklı siyasi iradenin ön plana çıkmasından kaynaklanmıştır.
Anadolu Selçuklu Sultanı I. G. Keyhüsrev 1192 yılında babası II. Kılıçarslan’ın desteği ile tahta geçmişti. Fakat bir müddet sonra Tokat meliki olan kardeşi Süleyman Şah kendisine karşı ayaklanmış ve onu Konya’da muhasara altına almıştı. Sonuçta I. G. Keyhüsrev, 1196’da Konya’yı ve Anadolu’yu terk etmeye mecbur kalmıştır. Keyhüsrev şehzadeliği döneminde bir süre Uluborlu melikliğinde bulunmuştur. Burada bir çevresi ve destekçileri vardı. Bu yüzden Süleyman Şah onu Anadolu’yu terke mecbur ederken Batı’ya yani dayılarının bulunduğu Bizans’a ya da Uluborlu yönüne gitmesine müsaade etmemiş olmalıdır. Tahtını kaybeden Keyhüsrev önce Halep’e Salâhaddin Eyyûbi’nin oğlu el-Melikü’z-Zâhir’in yanına gitmiştir. Oradan Diyarbakır, Ahlat ve Harput’a gitmiş, Güney ve Doğu Anadolu’daki devletlerden umduğu destek ve yardımı bulamayınca Trabzon’a gelmiştir. Trabzon Komnenler Hanedanı’nın yardımı ile deniz yoluyla İstanbul’a giderek dayılarına sığınmıştır. Sekiz yıl sürgün hayatı yaşayan G. Keyhüsrev burada iken Türkiye Selçukluları Devleti’nin Bizans’a sınır olan uç bölgelerdeki hudut muhafızları konumundaki Türkmen beylerle irtibat kurmuş ve onlardan kaybettiği tahtını tekrar ele geçirmek hususunda destek sözü almıştır. Bu Türkmen beyler uygun bir zamanda onu Anadolu’ya davet etmişlerdir.
Kayınpederi olan Komnenler sülalesinden Manuel Mavrozomes’i de yanına alan G. Keyhüsrev onun çok büyük destek ve yardımlarına nail olarak İzmit, Kütahya üzerinden Uluborlu’ya gelmiştir. Onun bu güzergâhı takip ederek Anadolu’ya intikali tamamen Manuel Mavrozomes’in yardım ve çabalarıyla gerçekleşmiştir. Uç Türkmenlerinden ve Mavrozomes’in Bizanslı askerlerinden müteşekkil bir ordu ile Uluborlu’dan Konya üzerine yürümüştür. Büyük güçlüklerden sonra nihayet 1204 yılı başlarında tekrar tahtına kavuşmuş, tahtan indirdiği yeğeni Süleyman Şah’ın oğlu III. İzzeddin Kılıçarslan’ı tutuklatmış bilahare de onu boğdurmuştur.
Türkiye Selçuklularında Devletin Yeniden Yapılanması
I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in yeniden tahtı ele geçirmesinin ardından devlet yapısında ve yönetiminde yeni bir yapılanma çalışmalarına girdiği görülmektedir. O bunu yapmak suretiyle devlete kalıcı bir düzen vermiş olacağını ve bu yolla Anadolu’da bulunan farklı etnik ve dinî zümreler arasında barış ve güven ortamı sağlayacağını düşünüyordu. Bu yolla güçlü, toplayıcı ve birleştirici büyük bir devlet modelini gerçekleştirmeyi planlıyordu. Böylece Türkiye Selçuklularında yeni bir devlet anlayışı ve yeni bir mutlu toplum inşa etme düşüncesi doğmuştur. Bunu Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü’nün yeni bir uygulama biçiminin gündeme getirilmesi olarak düşünebiliriz.
I. Gıyâseddin Keyhüsrev bu amacını gerçekleştirmek için ilk iş olarak yeniden tahtı ele geçirmekte Komnen Manuel Mavrozomes’ten çok büyük yardım ve destek gördüğü için ikinci defa iktidara gelişinin hemen ardından Emir Mavrozomes’i “melik” unvanıyla uç bölgesine göndermiş; Uluborlu, Denizli ve Honaz’ı ona vermiştir. Böylece Anadolu’da ilk olarak yöneticisi Hristiyan olan Selçuklu Devleti’ne bağlı bir meliklik kurulmuştur. Kendisi ve oğlu Yohannes, Hristiyan olarak bu görevlerini sürdürdüler. Fakat torunu olan Denizlili Mehmed el-Mevrazemî Müslüman olmuş ve uç beyi olarak görevine devam etmiştir. Bilahare Hülagu Han tarafından öldürüldü.
I. Gıyâseddin büyük oğlu İzzeddin Keykâvus’u yukarıda bahsedildiği üzere İran kültürünün merkezi durumunda olan Malatya’ya melik olarak Güneydoğu Anadolu’nun yönetimini de ona vermiş oluyordu. Diğer oğlu Alâeddin Keykubad’ı da Tokat’a yine melik olarak gönderdi. Türkmenlerin yoğun olduğu ve Dânişmend ili diye anılan Kuzey Anadolu’nun idaresini de bu oğluna vermiştir. Kendisi de büyük sultan olarak başkent Konya’dan bütün bu melikliklere vaziyet ediyordu. Böylece I. G. Keyhüsrev, Efrasiyab’ın soyunda gelen bir hakan olarak Turani kavimlerin büyük hakanı, destani İran şahlarının unvanı olan Keyhüsrev unvanını kullanarak eski İran şahlarının devamı olduğunu ve nihayet Diyar-ı Rum’da Kayser-i Rum’un yerine kaim bir kayser olduğunu, Anadolu’daki dinî ve etnik zümrelere empoze etmiş ve onların hamasi duygularını tatmin etmeyi düşünmüştür.
Nitekim o dönemde Anadolu’da yaşayan Türkmen asıllı Şeyh Evhadüddin Hâmid el-Kirmani, G. Keyhüsrev’e hitaben yazdığı bir rubaide şöyle demektedir:
Kayser’in ayağının altında yer eskimekteydi.
Köşkü gökyüzüne yükselmişti.
Ey Keyhüsrev onun yerini almış durumdasın.
Söyle o köşk nerede? Kayser ise sanki hiç yaşamadı.
O hâlde I. Gıyâseddin, oğulları ve ahfadının Keyhüsrev, Keykâvus, Keykubad, Keyferidun gibi destani İran şahlarının unvanlarını kullanmaları İran kültürüne duyulan hayranlıktan çok, politik bir amacı bulunduğu göz ardı edilmemelidir. I. G. Keyhüsrev bütün bu dinî ve etnik zümreleri kendi siyasi otoritesi altında toplayarak ve kendini merkeze alarak Anadolu’da istikrar ve barış ortamı yaratmaya çalışmıştır. Böylece bu yeni devlet felsefesinin ve siyasi anlayış ve düşünüş biçiminin yapılanmasına yönelik bir çalışma yürütülmüştür. Nitekim bundan sonradır ki bu dönemde Anadolu’da Selçuklu Devleti hizmetinde çok sayıda Rum ve Ermeni kökenli kontlar, İran ve Türkmen kökenli emirler görülmektedir. I. Gıyâseddin Keyhüsrev, bu düzenlemeleri gerçekleştirdikten sonra bu emir ve kontların desteği ile Antalya’yı ve Samsun’u fethederek devletinin sınırlarını Akdeniz ve Karadeniz’e ulaştırmıştır. Bundan sonraki Türkiye Selçukluları sultanları “Sultanü’l-Arabi ve’l-Acem” (Arap ve Arap olmayan halkların sultanı) unvanlarına, “Sultanü’l-bahreyn” (İki denizin sultanı) unvanını da katmışlardır. Ondan sonra gelen Selçuklu sultanları da bu unvanı kullanacaklardır.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mikail-bayram/selcuklu-anadolusu-nda-devlet-toplum-ekonomi-makaleler-69429625/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Mikâil Bayram’ın şiirlerinin toplandığı Sarayî Divanı da 2023 yılının ilkbahar aylarında yine Elips Kitap tarafından neşredildi.
2
“Anadolu Selçukluları Zamanında Konya’da Dinî ve Fikrî Hareketler”, Dünden Bugüne Konya’nın Kültür Birikimi ve Selçuk Üniversitesi, Konya, 1999.
3
Anonim, Tarih-i Âl-i Selçuk, Neşr. F.N. Uzluk, Ankara 1952, s. 45.
4
Bk. Konya Yusufağa Ktp. No. 4862’deki kıraat kaydı.
5
Age. Neşr. M. Koman, Konya, 1942, s. 2
6
Menakibü’l-arifin, II. 754-758.
7
El-Evamirü’l-Alâiyye, 307.
8
Bk. İzzet Koyunoğlu Ktp. Nr. 15200’de bulunan vakfiye.
9
Mikâil Bayram, “Hace Nasirü’d-din Muhammed el-Tusî’nin İntihalciliği” Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fak. Dergisi, Konya 2005, s. 7-17.
10
İbn Bibi, El-Evamirü’l-Alâiyye, s. 230-231.
11
Bu eserin, müellifinin el yazısı olup 589 (1193) yılında kaleme alınan yedinci cildi Konya İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi nr. 14677’dedir.
12
Eflaki, Menakibü’l- arifin, II, 759-760.
13
Mikâil Bayram, Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, Konya 2006, s. 152-157.
14
O. Nuri Ergin, “Sadreddin Konevi ve Eserleri” , Şarkiyat Mec. (İst. 1958), II. 82-83.
15
Firdevsî-i Rumî, Menakıb-i Hacı Bektaş-ı Veli, Hacıbektaş İlçe Ktp. no. 200, yp. 196a.
16
F. Köprülü, Millî Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri, İstanbul 1928.
17
Age., Neşr. C. Hümaî, Tahran, 1315, s. 7.
18
Yusufağa Ktp. Nr. 4692, yp. 130b.
19
Mikâil Bayram, “Selçuklu Veziri Kadı İzzeddin Tarafından Düzenlenen bir Vakıfnâme”, Ata Dergisi, Konya 1997, s. 47-53.
20
Menâkibu’l-arifin, II, 721; Eflâkî, burada Ahilerin ve Karaman Oğullarının isyanını kastetmektedir.
21
Anonim, Tarih-i Al-i Selçuk, Neşr, F. Nafiz Uzluk, Ankara, 1952, s. 45.
22
Age. Neşr. Mesut Koman, Konya, 1942.
23
Geniş bilgi için bk. A. Gölpınarlı, Mevlana Celâeddin, İstanbul, 1959, s. 81-85.
24
İbn Bibi, El-Evamirü’l-Alâiyye, Neşr. A. Sadık Erzi, Ankara, 1956, s. 528-531.
25
Bu Vakfiye’nin orijinal metni Mevlana Müzesi arşivindedir.
26
“Mikâil Bayram, Anadolu’da Te’Iif Edilen İlk Eser “Keşfu’l-Akabe”, Konya, 1981, s. 10-15, 20.
27
Keşfü’l-Akabe, Fatih Ktp. No. 5426. Yp. 250a.
28
İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi ‘t-Tarih, Beyrut, 386/1966, XII, s. 196.
29
el-Kâmil, XII, 196. Burada bahsedilen münakaşada bir fakihin hakaretine maruz kalan filozof, Maktûl Suhreverdi’den başkası değildir.
30
el-Evâmirü’l-Alâiyye, Nşr. A. Sadık Erzi, Ankara, 1956, s. 25.
31
Re’fet Yinanç, “Amasya Hâlifet Gâzî Medresesi”, Vakıflar Dergisi, Ankara, 1982, XV, s. 5-14.
32
Bu iki eserin birer nüshası Konya İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi No. 12049 ve 12050’de kayıtlıdır. Bu iki eser, Anadolu’da telif edildiği bilinen ilk Türkçe eserlerdir. Hâkim Bereket de Anadolu’da ilk Türkçe eser veren bilgin durumundadır.
33
el-Kâmil, X, 37.
34
Akaid-i ehl-i Sünnet, Fatih Ktp. No. 5426, yp. 193a.
35
İsmail Paşa, Hediyetül Arifin, 1263
36
el-Evâmirü’l-Alâiyye.
37
Ayasofya (Süleymaniye) Ktp. No. 4851, yp. 31b. Aynı zamanda doktor olan Ahi Evren’in tıbba dair llmu’t-Teşrih adlı eseri günümüze kadar gelmemiştir.
38
el-Evâmirü’l-Alâiyye., s. 228.
39
İbn Bibi, el-Evâmirü’l-Alâiyye, Neşr, A. Sadık Erzi, Ankara 1956. s. 264-273; Anonim Selçuk-name, Ankara 1952, s. 45-46.
40
İbnü’l, el-Kâmil fî’t-tarih, Beyrut 1386/1966, XII, 196.
41
Kadi Ahmed, el-Veledü’ş-Şefık, Fatih (Süleymaniye) Ktp. No. 4518, yp. 218; Menakib-i Evhadüddin-i Kirmânî, Neşr. B. Furûzan-fer, Tehran 1969, s. 252-261.
42
Ankara Bozgunundan İstanbul Zaptına, Belleten, Ankara, 1943, VII, 582.
43
Anamur’daki Ak Mescid kitabesinde Sultan Alâeddin bu unvanı ile anılmıştır.
44
Mirsadü’l ibad Neşr M. Emin-i Riyahi Tehran 1366, s. 20-22.
45
El-Evamirü’l alaiyye, s.
46
Mikâil Bayram, Hace Nasîrüddin Muhammed-i Tusî‘nin İntihalciliği, S.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Konya 2005, Sayı.20, s. 11-12.
47
el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 228
48
el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 25.
49
Fatih (Süleymaniye) Kütüphanesi, No. 5426, yp. 250a.
50
Makâlat-ı Şems-i Tebrizî, Nesr. M. Ali-i Muvahhid, Tahran, 1377, I, 333.
51
Edeb-i Farisî der Kalem-rev-i Osmanî, Tahran, 1396.
52
Yezdan-şinaht, Ayasofya (Süleymaniye) Kütüphanesi, No. 4819, yp. 138h.
53
Enistü’t talibin ve celisü’s-salihin, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, F.T. Nr. 701, yp. 50b.
54
Anonim, Selcuk-name, s. 39
55
el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 461-462
56
el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 25.
57
İbn Hallikân, Vefeyatü’l-a’yân, Beyrut, 1397/1977, VI. 272-284. Selçuklular Zamanında Konya’da Dinî ve Fikrî Hareketler.
58
Muhammed es-Sivasî, Menakib-i Evhadü’d-ttin-i Kirmanı, Nşr. B. Furûzanfer, Tahran 1969. Hikâye 31; Tercümesi için Bk. Mikâil Bayram, Şeyh Evhadü’d-din el-Kirmanî ve Menakibnamesi, Konya 2005, s. 181-193.
59
Mecidüddin İshak’tan oğlu Sadreddin el-Konevî’ye intikal eden ve bugün Konya Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunan kitapların sema ve kıraat kayıtlarında daha pek çok ilim adamlarının adları geçmektedir. Misal olarak Bk. adı geçen kütüphanede no. 7850, 4687, 7841, 7847, 5050. Bk. Levha, XI.
60
Menâkıbü’l-Ârifîn, II. s. 775. Ahmet Eflâkî onun adını “Ahi Beşşâre” şeklinde kaydetmiştir. Bu zat Ahi Türk’ün kardeşi olup Türk asıllıdır. Bu bakımdan Ahi şecerenamelerinde adı “Ahi Basara” şeklinde geçmektedir. Doğru olanı da budur. Nitekim onun adıyla anılan köy de “Basara” olarak anılmaktadır.
61
Sultan Veled, Divan, Neşr. F. N. Uzluk, Ankara, 1941, s. 150.
62
Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, II, 180.
63
Menakibü’l-Arifin, II, 873-874.
64
el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 696; Aksarayi, Müsâmeratü’l-Ahbâr, Neşr. O. Turan, Ankara, 1944, s. 123-124; Târih-i Âl-i Selçuk, s. 66-67.
65
el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 696; Aksarayi, Müsâmeratü’l-Ahbâr, Neşr. O. Turan, Ankara, 1944, s. 123-124.
66
İkdü’l-cuman, II, 128-129.
67
S, Konevî, l’câzü’l-Beyan, Yusufağa Ktp. nr. 5025, yp. la.
68
Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, s. 108-109.
69
Menakibü’l-Arifin, 1, 188-190.
70
Konya Yusufağa Ktp, Nr. 5467, yp, la. Ayrıca Bk. Burada Levha, IX.
71
Mesnevi, V, 831.
72
Metali ül-İmân, Tere. M. Bayram, Konya, 1996, s. 71-72.
73
Age. İstanbul, 1914, s. 43.
74
Letâif-i Hikmet, s. 190 ilk.
75
Age., s. 145.
76
Age., s. 145-146.
77
M Mukaddime, Beyrut, tarihsiz, s. 400-402.
78
Menâkıb-ı Şeyh Evhadü’d-dîn-i Kirmânî, Neşr. B, Furûzanfer, (Tahran, 1347), s. 68-158.
79
Age., s. 108-118.
80
Şerefeddin Yaltkaya, Selçuklular Devrinde Mezahip, Türkiyat Meç., İstanbul 925.1,101-115.
81
Mesnevi, (R. Nicholson baskısı) V, 264; Fihi Ma Fih, s. 20; Şems-i Tebrizî, Makalât, II, 30,110, 143-144.
82
Müsameretü’l-ahbar, s. 75.
83
İbnü’l-Arabî, Muhadaratü’l- ebrar, Konya Yusufağa Ktp, No. 546, yp, 145a-145b.
84
İbnü’l-Arabî, Resail, Haydarabad, 1948, 15. Risale.
85
Bk. Mesela Yâr Ali Şirazî (814/1411) bir müddet S. Konevî’nin kütüphanesinde çalışmış ve Konevî’nin defterlerinde bulunan pek çok mektup ve risaleleri kopya etmiştir. Yâr Ali’nin bu derlemesi Bursa Eski Eserler Ktp. (H. Çelebi Kısmı), no. 1183’tedir.
86
Müsameretü’l-ahbar, s. 120.
87
Menakibü’l-arifin, II, 616-618.
88
Age. Tere. Lamiî Çelebi, İstanbul 1279, s. 409.
89
Bk. Konya Yusufağa Ktp. No. 6730, 43b.
90
Bu eserin bir nüshası Konya Mevlana Müzesi Ktp, No. 1728’de kayıtlıdır.
91
Menakibü’l-arifın, 1, 497-498; I, 381-383.
92
el-Evamirü’l-alâiyye, s. 613.
93
Hacıbektaş İlçe Halk Ktp. No. 200, yp. 202a.
94
Bk. Konya Mevlana Müzesi Ktp, No. 1633’teki mecmua.
95
A. Gölpınarlı, Mevlana Celâleddin, s. 59-66.
96
Teşviku’l-ervah Ve’l-kulub, Köprülü Hüseyin Paşa Kütüphanesi (Süleymaniye), No. 272, yp. 195a-196a.
97
Bu eserin değerli bir nüshası Selçuk Merkez Kütüphanesi’nde bulunuyor.
98
Menakibü’l-arifîn, I, 278-279. Ayrıca Bk. Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, s. 152-157.
99
Menakibü’l-arifîn, II, 99.
100
Ağaz u Encam, Fatih (Süleymaniye) Ktp. No. 5426, 198a.
101
Menakibü’l-arifın, II, 934; 945-946.
102
Selçukluların Uç Emiri Denizlili Mehmed el-Mevrazemî, Ahi Evren Hace Nasîrüddin’in üç eserini okuduğuna dair bir kayıt bulunmaktadır. Bk. Halet Ef İlavesi (Süleymaniye) Ktp. No. 92, la.
103
Karatay ailesinden olduğu anlaşılan el-Hac Mahmud b. Emir Hasan el Karatayî adlı bir zat Zevzenî’nin Kitabü’l-nıesadır adlı Farsça eserini kopya ettiği görülmektedir. Bk. Yusufağa Kütüphanesi no. 4707. Mavrozomes ailesinden Emir Arslan (Komnen Mavrozomes) adlı bir zatın da 697 (1297) tarihli mezar taşı Sille’de Eflatun Manastırı civarında bulunmaktadır. Bk. Konya Tarihi, s. 1086.
104
Bk. Yusufağa Kütüphanesi no.4679, yp. la.
105
Bk. Yusufağa Ktp. No. 4812, la.
106
Menakibü’l-arifin, II, 188-190.
107
Bk. Mevlana Müzesi Ktp. No. 1633, yp, 111b.
108
Bu eserin bir nüshası Ayasofya (Süleymaniye) Ktp. No. 2052’dedir.
109
Bu eserin çok değerli bir nüsnası Bursa Eski Eserler (Haracçıoğlu kısmı), Nr. 825’dedir. İdris-i Bitlisi bu eseri Türkçeye tercüme etmiştir. Bk. Keşfu’z-zunûn, 11,1846.
110
Konya Yusufağa Ktp. No. 4679.
111
Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara 1988, s. 156-167.
112
Bu kitabe Konya Karatay Müzesi’ndedir.
113
Şems-i Tebrizî, Makalat, Tahran 1349, s. 60.
114
Ebu Bekr b. Zeki el-Konevî, Ravzatü’l-küttab, Ankara 1972, s. 111-114.
115
S. Konevî’nîn İ’cazü’l-beyan adlı eserinin Bursa Eski Eserler (Haraççıoğlu kısmı) no. 782’deki nüshasının sonundaki kıraat kaydında Kutbuddin Muhammed eş-Şirvanî adlı talebesi kendi el yazısı ile bu eseri Sadreddin-i Konevî’den okuduğunu kaydetmiştir. Bk. Burada Levha, III.
116
Bu vakfiyenin orijinal metni Mevlana Müzesi arşivindedir.
117
Sosyal Siyasî Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, s. 152.
118
Ayasofya (Süleymaniye) Ktp. No. 4819.
119
el-Evamirü’l-alâiyye, s. 228.
120
Bu Vasiyetnâme’nin pek çok el yazması nüshaları var. Bunlardan birini Osman Nuri Ergin resim olarak yayımlamıştır, Bk. Şarkiyat Mecmuası, İstanbul 1957, 11, 82-83. Bir nüshasını da İ. Hakkı Konyalı Konya Tarihi’nde (Konya 1964, s. 496-498.) yine resim olarak yayımlamıştır.
121
Aslında Sadreddin Konevî vasiyetinde yer alan başka tavsiyelerine de uyulmamıştır. Mesela kabri üzerine kümbet gibi bir binanın yapılmamasını bildirdiği hâlde ölümünden çok sonra kabri üzerine kafesli bir yapı inşa edilmiştir. Zehebî (Tarihu’l İslâm, s. 93.) Sadreddin Konevî’nin yakınlarına cenazesinin Şam’a götürülüp şeyhi İbnü’l-Arabî’nin yanına defnedilmesini vasiyet etmiş iken bu isteğinin yerine getirilmediğini bildirmektedir.
122
Bk. Burada Levha: I.
123
Bk. Burada Levha: XI.
124
Bk. Burada Levha: II.
125
Bk. İ. Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, s. 501-503.
126
Bk. Burada Levha: III.
127
Bezm ü Rezm, İstanbul, 1928, s. 384.
128
Bu konuda geniş bilgi için Bk. Mikâil Bayram, “Sadru’d-din Konevî ile Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin’in Mektuplaşması”, SÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Dergisi, Konya 1983, II, 51-73.
129
M. Bayram, agm., s. 53-54.
130
Konya Mevlana Müzesi Kütüphanesi no. 1633.
131
Bk. Burada Levha: V.
132
Bu mersiye Cendî’nin Nafhatu’r-rûh ve Tuhfetül-fütûh adlı eserindedir. Bk. Bursa Eski Eserler Kütüphanesi, Hüseyin Kıt’a Çelebi kısmı no. 1183, yp. 120b. Devrin tarihçisi Kerimü’d-din Aksarayî, Musameretü’l Ahbar, Ankara, 1944, s. 119-120 bu mersiyeyi kitabına almıştır.
133
Bk. Burada Levha: XIV.
134
Bk. Burada Levha: III, IV.
135
O dönemde böyle rehin koyarak kitap iare etmek yaygın olarak uygulanıyordu. Bu yolla kitaplar uzak yerlere götürülüyordu. Mesela Mevlana Müzesi Kütüphanesi’ndeki bir Divân-ı Kebîr nüshası rehin karşılığında iare edilerek Herat’a götürülmüştür. Kitap yıllarca orada kalmış, Heratlı ünlü yazar ve mutasavvıf Hüseyin Vaiz el-Kâşifî kitaba kenar notlan yazmış ve sonuçta kitap tekrar Mevlana dergâhına iade edilmiştir. Bk. Divân-ı Kebîr, Mevlana Müzesi Kütüphanesi, no. 67.
136
Adı geçen kütüphane, No. 14677.
137
Bk. M. Bayram, “Sadru’d-din Konevî İle Ahi Evren Şeyh Nasirü’d-din’in Mektuplaşması” SÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Dergisi, II, 63-64.
138
Bk. Konya Yusufağa Ktp. No. 4866.
139
“Türkiye Selçuklularında Devlet Yapısının Şekillenmesi”, TÜRKLER, Cilt-7, Orta Çağ, s. 169-175, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002.