Tarzan’ın Hayvanları
Edgar Rice Burroughs
Sevdiği kadına ve unvanına kavuşan Tarzan, medeniyet örtüsü altındaki sakin yaşamına uyum sağlamaya çalışırken; kendisi ve ailesi için yapılan habis intikam planlarından bihaberdir. Başdüşman Rokoff'un hapishaneden kaçması ve Tarzan ile Jane'in küçük oğulları Jack'i kaçırması üzerine aile, çocuklarını kurtarmak adına doludizgin bir yolculuğa sürüklenecektir. Aile, bu yolculukta da elbette yalnız olmayacaktır. Maymunların Tarzanı; sevdiklerini korumak söz konusu olduğunda medeniyet kimliğini, kıyafetleriyle birlikte çıkarıp atacak, kolayca geride bırakacaktır. Tarzan serisinin üçüncü kitabı olan Tarzan’ın Hayvanları, sizi yeniden vahşi Afrika ormanlarına götürecek ve sürükleyici bir maceraya daha tanık edecektir. "Bizler, hepimiz, alışkanlıklarımızın mahlukatıyız; kendimizi yeni bir hayat biçimine uymak üzere terbiye etmemizi gerektiren şartlar ortadan kalktığında tabii olarak ve kolayca, uzun yılların tesiriyle içimize işlemiş olan eski davranış ve alışkanlıklarımıza döneriz."
Edgar Rice Burroughs
Tarzan’ın Hayvanları
Edgar Rice Burroughs, 1 Eylül 1875 tarihinde Chicago’da iş adamı bir baba ile ev hanımı bir annenin altı çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Pek çok okul değiştirdikten sonra 1895 yılında lise dengi bir okul olan Michigan Military Academy’den mezun oldu. Kariyerine askerî alanda devam etmek isteyen Burroughs, U.S. Military Academy’nin giriş sınavlarında başarıyı yakalayamadı. Bunun üzerine, Amerikan Bağımsızlık Savaşı öncesinde Kızılderililer ile Avrupalı yerleşimciler arasında patlak veren savaşta önemli rolü bulunan Yedinci Amerikan Süvari Birliği’ne er olarak katıldı ve Arizona Çölü’ndeki görevine başladı. Buradaki görevini kendi tabiriyle “Apaçi kovalamaca” olarak tanımlayan Burroughs, kısa sürede bu görevin kendisine uygun olmadığını anladı ve babasının nüfuzunu kullanarak erken terhis oldu.
Askerlik serüvenine nokta koyan Burroughs, 1900 yılında çocukluk aşkı Emma ile evlendi ve Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde sığır çobanlığı, tezgâhtarlık, demir yolu emniyeti, altın madenciliği ve hatta eğitimi olmamasına rağmen muhasebecilik gibi birçok farklı alanda çalıştı. Girişimde bulunduğu işlerde tutunamasa da biriktirmeyi başardığı bir miktar parayla kendi işini kurdu fakat kısa sürede iflas etti. Birkaç iş kurma girişimi daha başarısızlıkla sonuçlanan Burroughs, kendisiyle birlikte eşini de bir depresyon hâlinin içerisinde buldu ve bu vahim durumu kısmen de olsa unutabilmek adına karikatür çizmeye, fantastik hikâyeler kaleme almaya başladı.
Otuz beş yaşına geldiğinde işsiz, parasız ve evli olan Burroughs; biri yolda olan üç çocuğa sahipti. Yazdığı hikâyeler de artık teselli olmuyordu. Yiyecek ve kömür gibi temel ihtiyaçlarını alabilmek için saatini ve eşinin mücevherlerini rehin vermek zorunda kaldığında, içerisinde bulunduğu çaresizlik onu Çin ordusunda görev almak için başvuru yapmaya yöneltti ancak başvurusu reddedildi. Kalan son parasıyla kalem açacağı üreten bir firmanın satış acenteliğini üstlenen Burroughs, bu firma için reklam yazarlığı yapmaya başladı ancak reklamını yapmış olduğu kalem açacakları satmadı.
İlk bakışta yeni bir başarısızlık hikâyesi olarak görünen bu iş, aslında Edgar Rice Burroughs’un yazarlık kariyerinin başlamasına vesile olmuştu. Reklam yazarlığı yaparken işten arta kalan zamanlarında, daha sonra A Princess of Mars adıyla yayımlanacak olan ilk romanı Under the Moons of Mars’ı yazmaya başladı. “Dayanılmaz bir yazma isteği duyduğumdan veya yazmayı sevdiğimden değil; bakmam gereken bir karım ve iki bebeğim olduğu için yazıyordum.” diyen yazar, romanının ilk kısmını bir edebiyat dergisi olan All-Story Magazine’e gönderdi. Romanın ilk kısmını beğenen editör, yazarı romanın devamını da yazmaya teşvik etti ve böylece Burroughs, yazarlık kariyerinin ilk adımını atmış oldu.
Bugün birçok akademisyen tarafından yirminci yüzyılın bilim kurgu türü adına bir dönüm noktası olarak kabul edilen A Princess of Mars romanı, günümüzde tüm dünyada basılmaya devam ederken, yazarın ikinci roman denemesi aynı başarıyı yakalayamadı. Tarihî roman türünde yazdığı eseri, yayınevi tarafından reddedilince, Burroughs, yazarlık kariyerine veda etmeyi düşündü ancak yayıncısının ısrarı ve tavsiyesi üzerine yeniden popüler türlere yöneldi. Yazar, bu noktada kaderini değiştiren ikinci kitabı Tarzan of the Apes’i yazdı.
İlk kez 1912 yılında All-Story Magazine’de yayımlanan Tarzan of the Apes müthiş bir ilgi gördü. 1914 yılında kitap olarak ilk basımı yapılan roman, çok satan kitaplar listesine girdi. Yazarın ilk kitabını, yirmi üç adet devam kitabı takip etti ve serinin kitapları birçok çizgi roman, çizgi film, televizyon filmi ve sinema filmine uyarlandı. Yazar, başarılı yayın sürecine kaleme aldığı birçok roman ile devam etti. Finans durumunu güvenceye aldıktan sonra, 1919 yılında California’da satın aldığı ve “Tarzana Ranch” adını verdiği çiftliğine yerleşti. 1923 yılında Los Angeles şehrinin gelişmesiyle birlikte çiftlik, yerleşim yerinin ortasında kaldı ve Burroughs, arazisinin bir kısmını ev inşası için sattı. Kısa sürede büyüyen yerleşim yeri, bir mahalle hâline geldi ve mahalle sakinlerinin oyuyla, bu yere Leydi Alice’in “Tarzana” adını verdi.
Eşi Emma ile 1934 yılında boşanma kararı alan yazar, ertesi yıl eski aktris Florence Gilbert Dearholt ile evlendi. İkinci evliliği de uzun sürmeyerek 1942 yılında boşanma ile sonuçlandı. Japonya’nın, Pearl Harbor’a saldırı düzenlediği sırada Burroughs’un savaş muhabirliği başvurusu kabul edildi ve altmış yaşındaki yazar, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika’nın en yaşlı savaş muhabiri oldu.
Savaş bittikten sonra California’ya dönen yazar, 1950 yılında geçirdiği kalp krizi nedeniyle vefat etti. Yaşama gözlerini yumduğunda seksene yakın eseri bulunan yazar, kendi yarattığı karakterin adını taşıyan Tarzana’ya defnedildi.
İnci Nazlı, 1986 yılında İstanbul’da doğdu. Çeviriye lise yıllarında hobi olarak, beğendiği hikâye ve şarkı sözlerini çevirerek başladı. 2008 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, İngilizce Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. Dört yıl öğretmenlik yaptı, bu arada bir internet sitesinde başladığı profesyonel çevirmenlik işini de sürdürdü. 2012 yılından bu yana hayatına çevirmen olarak devam ediyor.
Çevirierinden bazıları: Devrim 19 (G. Rosenblum), Kördüğüm (C. Read) Gölgeler (P. Weston), Sis (P. Weston), Işıltı (P. Weston).
1. BÖLÜM
KAÇIRILMA
“Hadise tam bir muamma!” dedi D’Arnot. “En sağlam kaynaktan edindiğim malumata göre polisin de genelkurmaylığın hususi casuslarının da bunun nasıl olduğuna dair en ufak bir fikirleri yok. Bildikleri tek şey, herkesin bildiği tek şey, Nikolas Rokoff’un firar etmiş olduğu.”
Eskiden Maymunların Tarzanı olan, şimdinin Greystoke Lordu John Clayton; Paris’te, arkadaşı Teğmen Paul D’Arnot’un dairesinde gözlerini tertemiz botlarının ucuna dikmiş bir hâlde düşüncelere dalmış, sessiz sedasız oturuyordu.
Maymun adamın ifadesiyle müebbet hapse çarptırılan başdüşmanının, cezasını çekmek üzere kapatıldığı Fransız Askerî Hapishanesinden firarı ile beraber zihnine doluşan hatıralar, kafasında dönüp duruyordu.
Bir zamanlar Rokoff’un, kendisini öldürmek için kurduğu kumpasta ne kadar ileriye gittiğini düşününce fark etti ki şimdi tekrar hür kalan adamın geçmişte yaptıkları, bu kez yapmayı planladıklarının yanında şüphesiz ki solda sıfır kalacaktı.
Tarzan’ın, Afrika’daki yerli Waziri savaşçılarının bir zamanlar maymun adamın hükümranlığında olan, Uzuri denen uçsuz bucaksız topraklarında büyük bir arazisi vardı ve yılın bir kısmını ailesiyle beraber orada geçiriyordu. Lakin yağışlı mevsimin verdiği rahatsızlık ve yarattığı tehlike sebebiyle karısını ve küçük oğlunu yakın zamanda Londra’ya getirmişti.
Eski dostuna kısa bir ziyaret yapma hasebiyle Manş Denizi’ni geçip Fransa’ya gelmişti fakat Rus’un firarının haberi daha şimdiden bu seyahatine gölge düşürmüştü. O yüzden, henüz yeni gelmiş olmasına rağmen derhâl Londra’ya geri dönmeyi düşünüyordu.
“Kendim için korkmuyorum, Paul.” dedi en sonunda. “Rokoff’un benim canıma kastetme planlarını geçmişte birçok kez bozdum lakin şimdi düşünmem gereken başkaları var. O adam hakkındaki kanaatim yanlış değilse doğrudan beni vurmaktan ziyade karım ve oğlum vasıtasıyla canımı yakmaya çalışacaktır. Zira muhakkak ki bana en çok bu şekilde acı verebileceğini idrak etmiştir. Hemen onların yanına dönüp Rokoff yeniden yakalanana veya ölene kadar onlarla kalmam lazım.”
Bu ikisi Paris’te konuşurlarken Londra’nın eteklerindeki küçük bir kulübenin içindeki iki adam da kafa kafaya vermiş, konuşuyorlardı. İkisi de esmer, tekinsiz tiplerdi.
Biri sakallıydı, diğerinin ise siyah sakalları birkaç günlüktü ve uzun bir müddet kapalı kapılar ardında kalmış olması sebebiyle yüzü solgundu. Konuşan oydu.
“Şu sakalını tıraş etmen lazım, Alexis.” dedi arkadaşına. “Bu sakalla seni görür görmez tanır. Vakit kaybetmeden burada ayrılalım. Bir aksilik çıkmaz ise, Kincaid’ın güvertesinde yeniden buluştuğumuz zaman bizimle beraber iki şeref misafirimiz olacak. Zavallıların onlar için planladığımız bu hoş seyahatten haberleri bile yok.”
“İki saat sonra ben bir tanesiyle beraber Dover’a doğru yola çıkmış olacağım ve şayet talimatlarıma harfiyen uyarsan yarın geceye kadar da sen diğeriyle beraber bize katılırsın. Tabii eğer Londra’ya benim düşündüğüm kadar çabuk dönerse.”
“Çabalarımızın mükâfatı olarak bir sürü güzel şeyin yanı sıra hem kâr elde edeceğiz hem de keyfimize bakacağız, Sevgili Alexis. Fransızların aptallığı sağ olsun, firarımı günlerce saklamak için o kadar çaba sarf ettiler ki küçük maceramızı en ince teferruatına kadar titizlikle düşünmeye bol bol vaktim oldu böylelikle, başarımıza mâni olabilecek küçük aksiliklerin meydana gelme ihtimalini asgariye indirmiş oldum. Şimdilik hoşça kal ve iyi şanslar!”
Üç saat sonra, Teğmen D’Arnot’un dairesinin merdivenlerinden yukarı bir ulak çıktı.
“Greystoke Lordu için bir telgraf var.” dedi, kapıyı açan hizmetkâra. “Kendisi burada mı?”
Adam içeride olduğunu söyledi ve kâğıdı imzaladıktan sonra içeriye götürüp o sırada Londra’ya dönmek üzere ayrılmaya hazırlanan Tarzan’a verdi.
Tarzan zarfı yırtarak açtı ve mesajı okuyunca benzi attı.
“Oku şunu, Paul.” dedi, kâğıt parçasını D’Arnot’a uzatarak. “Olan olmuş bile.”
Fransız, telgrafı alıp okudu:
Yeni uşağın yardımıyla Jack, bahçeden kaçırıldı. Hemen gel.
JANE
***
Tarzan, kendisini istasyonda karşılayan binek arabadan atlayıp Londra’daki kır evinin merdivenlerini koşarak çıktığında onu kapıda gözleri kuru fakat neredeyse çıldırmak üzere olan bir kadın karşıladı.
Jane Porter Clayton, oğlanın kaçırılışıyla alakalı öğrenebildiği her şeyi çabucak anlattı.
Bebeğin bakıcısı, bebeği güneşlenmeye çıkarmış evin önündeki yürüyüş yolunda arabasının içinde gezdiriyormuş. O sırada kapalı bir taksi sokağın köşesinde durmuş. Kadın, araca öylesine bir bakmış, dikkatini çeken tek şey, araçtan hiç yolcunun inmemesi ve sanki önünde durduğu evden bir ücret bekliyormuş gibi motoru çalışır hâlde kaldırımın kenarında durması olmuş.
Neredeyse aynı anda da yeni hizmetkâr Carl, Greystoke hanesinden koşarak gelmiş ve kıza, hanımının onunla konuşmak istediğini ve o dönene kadar küçük Jack’e kendisinin göz kulak olacağını söylemiş.
Kız, adamın niyetinden en ufak bir şüphe duymadığını söylemiş fakat evin kapısına vardığında bebeğin gözlerine güneş gelmesin diye adamı, bebek arabasını çevirmemesi hususunda uyarması gerektiği aklına gelmiş.
Adama seslenmek için arkasına döndüğünde adamın, bebek arabasını sokağın köşesine doğru hızlı hızlı ittiğini görünce şaşırmış; aynı anda da taksinin kapısının açıldığını ve kapı aralığından bir anlığına, içerideki esmer suratlı adamı görmüş.
Çocuğun tehlikede olduğu o an kafasına dank etmiş ve bir çığlık atıp merdivenlerden aşağı süratle inip taksiye doğru koşmuş. O sırada Carl da bebeği içerideki esmer adama veriyormuş.
Genç kız araca yetişemeden hemen önce Carl da içerideki suç ortağının yanına atladığı gibi kapıyı çekip kapatmış. Aynı anda da şoför arabayı çalıştırmaya çalışmış lakin bir şeyler ters gitmiş olacak ki sanki araç vitese geçmek istemiyor gibiymiş, vitesi geriye takmak zorunda kalmış ve birkaç santimetre geriye gittikten sonra yeniden ileri gitmeye çalışmış. Bu gecikme sayesinde bakıcı, taksinin yan tarafına yetişmeyi başarmış.
Aracın yan basamağına atlayıp bebeği yabancının kollarından almaya çalışmış ve bu şekilde bağıra çağıra mücadele ederken taksi yola çıkmış lakin genç kız yine de araca sıkı sıkı tutunup bırakmamış. Fakat araba hızlanıp Greystoke malikânesinin önünden geçerken Carl, kızın suratına sağlam bir yumruk atıp onu kaldırıma düşürmeyi başarmış.
Komşu evlerden ve Greystoke hanesinin hizmetkârları ve aile mensupları kızın çığlıklarını duyup dışarı çıkmışlar. Greystoke Leydisi, genç kızın cesur mücadelesine bizzat şahit olmuş ve kendisi de hızla giden araca yetişmeye çalışmış lakin artık çok geçmiş.
Herkesin bildiği bu kadardı üstelik Greystoke Leydisi, kocası ona Nikolas Rokoff’un, ebediyen kalacağını ümit ettikleri Fransız Hapishanesinden firar ettiğini söyleyene kadar, bu işin altındaki kişinin kim olabileceğini tahayyül dahi edememişti.
Tarzan ve karısı, takip edilecek en akıllıca yolun ne olacağını düşünürlerken sağ taraflarında bulunan kütüphanedeki telefon çaldı. Tarzan, hemen telefona cevap verdi.
“Lort Greystoke mu?” diye sordu, hattın diğer ucundaki erkek sesi.
“Evet.”
“Oğlunuz kaçırıldı!” diye devam etti ses. “Oğlunuzu geri almanıza yardım edebilecek tek kişi benim. Onu kaçıranların planına aşinayım. Aslında ben de o plana dâhildim ve mükâfattan payımı alacaktım lakin şimdi beni ekmeye çalışıyorlar. Suça ortak olmam sebebiyle bana dava açmamanız şartıyla, onlarla ödeşmek için oğlunuzu kurtarmanıza yardım edeceğim. Ne dersiniz?”
“Beni oğlumu sakladıkları yere götürürsen benden korkmana lüzum olmaz.” diye karşılık verdi maymun adam.
“Güzel!” dedi diğeri. “Ama benimle buluşmaya yalnız gelmeniz lazım zira sizden başkasına itimat edemem. Başkalarının kim olduğumu öğrenmesi riskini göze alamam.”
“Seninle nerede ve ne zaman buluşabilirim?” diye sordu Tarzan.
Adam, Dover’da denizcilerin uğrak yeri olan, deniz kıyısındaki bir meyhanenin adını ve adresini verdi.
“Bu gece saat on civarında gel.” diye bitirdi. “Daha erken gelmenin bir faydası olmaz. O zamana kadar oğlunuz yeterince emniyette olacak. Geldiğinizde sizi, onu sakladıkları yere gizlice götüreceğim fakat muhakkak yalnız gelin ve hiçbir surette İngiliz Polis Teşkilatına haber vermeyin zira sizi iyi tanıyorum ve gözüm üzerinizde olacak.”
“Size eşlik eden herhangi biri olursa veya etrafınızda polis teşkilatının ajanları olabilecek şüpheli tipler görürsem, sizinle buluşmam ve oğlunuzu kurtarmak için son şansınızı da kaybetmiş olursunuz.”
Adam başka bir şey söylemeden telefonu kapattı.
Tarzan telefon görüşmesinin özünü karısına kısaca anlattı. O da onunla beraber gitmek için yalvardı lakin Tarzan, bu durumda adamın, Tarzan’ın yalnız gelmemesi hâlinde onlara yardım etmeme tehdidini gerçekleştirmesine sebep olabileceğini söyleyerek karısının gelmesini kabul etmedi ve böylece ayrıldılar. Tarzan hemen Dover’a doğru yola çıkarken Jane de kocası ona neticeyi haber edene kadar güya evde bekleyecekti.
Her ikisi de tekrar bir araya gelmeden evvel başlarına gelecekleri ya da ne kadar uzağa gideceklerini hayal edemiyorlardı. Zaten neden etsinlerdi ki?
Maymun adam yanından ayrıldıktan sonra Jane Clayton, kütüphanenin ipek halıları üzerinde on dakika boyunca huzursuzca bir ileri bir geri yürüdü. İlk göz ağrısından mahrum kalan anne yüreği, sızlıyordu. Aklı ise hem umut hem de korku dolu bir ızdırap içerisindeydi.
Mantığı ona, Tarzan’ının esrarengiz yabancının taleplerine uyarak tek başına gitmesi hâlinde her şeyin yolunda ilerleyeceğini söylese de genç kadın, altıncı hissini bir kenara bırakıp hem kocasının hem de oğlunun vahim bir tehlike altında olduğundan şüphelenmeden edemiyordu.
Meseleyi düşündükçe o telefon mesajının, oğlanı kaçıranların bir oyunu olabileceğine; maksatlarının oğlanı emniyetli bir yere saklayana kadar veya İngiltere’den dışarı kaçırana kadar onları oyalamak olduğuna daha da ikna oluyordu. Ya da Tarzan’ı amansız Rokoff’un tuzağına çekmek için basit bir yem bile olabilirdi.
Bu fikir aklına yatınca korkudan fal taşı gibi açılan gözleriyle olduğu yerde kalakaldı. Bir anda hakikatin bu olduğuna inanıverdi. Kütüphanenin köşesinde tik taklayan büyük saate baktı.
Tarzan’ın bineceği Dover trenine yetişmek için artık çok geçti fakat o trenden sonra hareket eden bir tren daha vardı; bu trenle Manş Limanı’na zamanında varabilir, yabancının kocasına verdiği adrese belirlenen saatten önce ulaşabilirdi.
Hemen hizmetçisini ve şoförünü çağırarak talimat verdi. On dakika sonra kalabalık sokaklardan tren istasyonuna doğru gidiyorlardı.
O gece Tarzan, Dover’da deniz kıyısındaki sefil meyhaneye girdiğinde saat dokuz kırk beşti. Berbat kokan mekâna girerken yüzünü gizleyen biri, yanından ona değerek geçip sokağa çıktı.
“Gelin, Lordum!” diye fısıldadı yabancı.
Maymun adam, teamülen yabancıyı takip ederek “ana yol” unvanıyla müşerref kılınmış karanlık ara sokağa girdi. Sokaktan çıktıktan sonra adam, bir rıhtımın yakınındaki üst üste yığılmış balyaların, kutuların ve fıçıların gölgelerinin vurduğu karanlık alana doğru ilerledi ve orada durdu.
“Oğlan nerede?” diye sordu Greystoke.
“Şurada, ışıkları görünen küçük buharlı gemide.” diye cevap verdi öteki.
Tarzan karanlıkta karşısındaki adamın yüzünü görmeye çalışıyordu lakin adam ona, daha önceden gördüğü biriymiş gibi gelmedi. Rehberinin Alexis Paulvitch olduğunu tahmin edebilseydi, adamın kalbinde kalleşlikten başka bir şeye yer olmadığını ve her adımında kendisini bekleyen pusuya yatmış bir tehlike olduğunu fark edebilirdi.
“Şu an başında bekleyen kimse yok.” diye devam etti Rus. “Onu kaçıranlar, kimsenin onları fark etmeyeceğinden öyle eminler ki birkaç saat susmalarını sağlayacak kadar cin verdiğim birkaç mürettebat mensubu haricinde Kincaid’da şu an hiç kimse yok. Gemiye çıkıp, çocuğu alıp, en ufak bir sorun yaşamadan geri dönebiliriz.”
Tarzan başıyla onayladı.
“Öyleyse işe koyulalım!” dedi.
Rehberi onu, rıhtıma bağlanmış küçük bir kayığa götürdü. İki adam kayığa bindi ve Paulvitch, buharlı gemiye doğru hızla kürek çekti. Geminin bacasından çıkan siyah duman, o an Tarzan için hiçbir şey ifade etmedi zira aklı, birkaç dakika sonra küçük oğlunu yeniden kollarına alma ümidiyle meşguldü.
Geminin yan tarafında, hemen başlarının üstüne kadar sarkan bir ip merdiven buldular ve sessizce yukarı tırmandılar. Güverteye çıkar çıkmaz Rus’un işaret ettiği kıç tarafındaki ambara yöneldiler.
“Oğlanı orada saklıyorlar.” dedi. “Aşağı inip çocuğu bizzat senin alman daha iyi olur çünkü bir yabancının kucağında korkup ağlayabilir. Ben burada bekleyip gözcülük yapayım.”
Tarzan, çocuğunu kurtarma telaşı içerisinde, Kincaid’in vaziyetindeki tuhaflığı hiç düşünemedi. Güvertesinin bomboş olması, buhar motorunun çalışıyor olması ve bacasından çıkan duman miktarı, geminin yola çıkmaya hazır olduğunu gösterse de o an için Tarzan’a bir şey ifade etmedi.
Maymun adam, biraz sonra o kıymetli minik insan yavrusunu kollarına alacağını düşünerek ambarın kapağına tutunup aşağıdaki karanlığa sarktı. Kapağın kenarını henüz bırakmıştı ki ağır kapak düşüp üzerine kapandı.
İşte o an tuzağa düştüğünü ve oğlunu kurtarmak bir yana, kendisinin de düşmanın eline düştüğünü idrak etti. Hemen ambarın ağzına uzanıp kapağı kaldırmaya çabalasa da kaldıramadı.
Bir kibrit yakıp etrafını inceledi. İçinde bulunduğu küçük bölme, ana ambardan bölünmüştü ve yukarıdaki kapak da içeri girip çıkmanın tek yoluydu. Bölmenin onu hapsetme maksadıyla bilhassa hazırlandığı aşikârdı.
Bölmede hiçbir şey ya da kendisinden başka hiç kimse yoktu. Çocuk Kincaid’deyse de başka bir yere kapatılmıştı.
Maymun adam, bebekliğinden yetişkinliğine kadar geçen yirmi yıldan fazla süre içerisinde, evi bildiği vahşi ormanında herhangi bir tür insan yoldaşlığı olmadan dolaşmıştı. Hayatının en öğrenmeye açık döneminde, vahşi hayvanlar gibi keyiflenip onlar gibi üzülmeyi öğrenmişti.
O yüzden ne kaderine isyan etti ne de sağa sola saldırdı; onun yerine, başına gelecek olanı sabırla bekledi lakin beklerken de oradan kurtulmak için ne yapabileceğini düşünmeyi ihmal etmedi. Bu maksatla hücresini dikkatlice inceledi, duvarları oluşturan ağır kalasları test etti ve üzerindeki kapağın mesafesini ölçtü.
Bunlarla meşgul iken, birdenbire makinelerin titreşimlerini ve pervanenin gürültüsünü hissetti.
Gemi hareket ediyordu! Onu nereye ve hangi bilinmezliğe götürüyordu?
Aklından bu düşünceler geçerken bile, motorların uğultusunun haricinde yukarıdan kulağına gelen bir ses, endişeden donup kalmasına sebep oldu.
Güverteden gelen net ve tiz çığlık, korkmuş bir kadının çığlığıydı.
2. BÖLÜM
ISSIZ ADA
Tarzan ve rehberi, karanlık rıhtımdaki gölgelerin arasına karıştıktan sonra, yüzü tül ile örtülü bir kadın; dar sokaktan aceleyle geçip iki adamın az evvel ayrıldığı meyhanenin girişine geldi.
Orada durup etrafına bakındı. Aradığı yeri nihayet bulduğuna memnun olmuş gibi bir hâli vardı. Kapıyı cesurca itip sefil inin içine girdi.
Aralarında zengin giyimli bir kadın görmeye alışkın olmayan yirmi kadar yarı sarhoş denizci ve rıhtım serserisi, başlarını kaldırıp ona baktılar. Barda çalışan pasaklı kadın, kendisinden daha şanslı hemcinsine yarı kıskançlık, yarı nefret dolu bir ifadeyle bakıyordu. Genç kadın hızlı adımlarla onun yanına gitti.
“Birkaç dakika önce burada bir adamla buluşup onunla beraber giden uzun boylu, iyi giyimli bir adam gördün mü?” diye sordu.
Kadın olumlu cevap verdi ama iki adamın ne tarafa gittiklerinden emin değildi. Konuşulanları dinlemek üzere yanaşan bir denizci, birkaç dakika evvel kendisi meyhaneye girerken iki adamın çıkıp rıhtıma doğru yürüdüklerini gördüğü malumatını verdi.
“Bana gittikleri yönü göster.” dedi kadın telaşla, adamın eline para tutuşturarak.
Adam, kadını oradan çıkardı ve birlikte rıhtıma doğru hızlı hızlı yürüdüler. Rıhtımda iken karşı tarafta, yakındaki bir buharlı gemiye doğru kürek çeken küçük bir kayık gördüler.
“İşte oradalar.” diye fısıldadı adam.
“Bir kayık bulup beni o buharlı gemiye götürürsen on pound veririm.” dedi kadın.
“Acele edelim, öyleyse.” dedi adam. “Kincaid hareket etmeden yetişeceksek hemen gitmemiz lazım. Buhar makinesi üç saattir çalışıyor, tek bir yolcuyu bekliyorlarmış. Yarım saat önce mürettebattan biriyle sohbet ederken o söyledi.”
Bir yandan konuşurken bir yandan da kadını, başka bir kayığın bağlı olduğunu bildiği rıhtımın ucuna götürdü. Kadını kayığa indirdikten sonra kendisi de içine atladı ve kayığı itti. Kısa süre sonra ikisi, rüzgârı arkalarına almış şekilde, denizde hızla ilerliyorlardı.
Buharlı geminin yanına varınca adam ücretini istedi ve kadın, tam miktarı saymakla vakit kaybetmemek için adamın uzattığı eline bir avuç dolusu kâğıt para tutuşturdu. Adam paralara şöyle bir bakınca istediğinden de fazlasını almış olduğuna kanaat getirdi. Ardından kadının merdivenden yukarı çıkmasına yardım etti. Bu kârlı müşteri belki sonra tekrar kıyıya götürülmek ister diye, hemen ayrılmak yerine kayığını geminin dibinde bekletti.
Fakat çok geçmeden yardımcı motorun sesi ve çelik halatın kaldırma tamburundaki takırtısı, Kincaid’in demir almakta olduğunu haber etti ve kayıkçı birkaç saniye sonra pervanelerin döndüğünü duydu. Küçük buharlı gemi, yavaş yavaş Manş Kanalı’na doğru uzaklaşıyordu.
Kıyıya doğru kürek çekmek üzere döndüğünde, geminin güvertesinden bir kadın çığlığı duydu.
“Şu talihsizliğe bak.” dedi kendi kendine. “Almışken bütün parasını alsaymışım keşke.”
***
Jane Clayton, Kincaid’in güvertesine çıkınca gemiyi görünürde terk edilmiş bir hâlde buldu. Gemide ne aradıklarından ne de başkalarından hiçbir iz yoktu. O yüzden, kocasını ve çocuğunu hiçbir aksilikle karşılaşmadan bulmayı ümit ederek etrafta aramaya koyuldu.
Hemen yarısı güvertenin üstünde, yarısı ise aşağısında kalan kaptan köşküne koştu. Kısa güverte merdiveninden süratle aşağı inip iki yanında zabitlere ait olan küçük odaların bulunduğu ana kabine girdi. O gelince kapılardan birinin çabucak kapandığını fark edemedi. Ana odanın sonuna kadar yürüdü ve oradan geri dönerken her bir kapının önünde durup içeriyi dinledi ve kimseye fark ettirmeden kilidi açmaya çalıştı.
Tek duyduğu sessizlikti, mutlak sessizlik… Korku içerisindeki genç kadın, bu sessizlikte kendi kalbinin gümbürtüsünün tüm gemide âdeta gök gürültüsü gibi yankılandığını hissetti.
Dokunduğu kapılar birer birer açıldı fakat içleri boştu. Kafası meşgul olduğundan gemideki ani hareketlenmeyi, motorların uğultusunu, pervanelerin gürültüsünü fark edemedi. Artık sağ taraftaki son kapıya gelmişti. Kapıyı itip açtığında içeriden kuvvetli, kara suratlı bir adam onu tuttuğu gibi pis kokulu, havasız odanın içine çekti.
Bu beklenmedik saldırı karşısında yaşadığı ani şokla kulakları delen tiz bir çığlık attı. Bunun üzerine adam, kaba bir hareketle elini kadının ağzına kapadı.
“Karadan uzaklaşana kadar olmaz, canım.” dedi. “Ondan sonra avazın çıktığı kadar bağırabilirsin.”
Leydi Greystoke dönüp dibindeki adamın habis niyetli, sakallı suratına baktı. Adam, kadının ağzının üstündeki elini gevşetti ve adamı tanıyan kadın, dehşet içerisinde feryat ederek geri çekildi.
“Nikolas Rokoff! Bay Thuran!” diye bağırdı.
“Sadık hayranınız.” diye karşılık verdi Rus, eğilerek.
“Oğlum, oğlum nerede?” dedi, iltifatını duymazdan gelerek. “Bırak, oğlumu alayım. Nasıl bu kadar zalim olabilirsin? Gerçek hâlinde, Nikolas Rokoff olarak bile merhamet ya da şefkatten tamamen yoksun olamazsın! Nerede olduğunu söyle! Bu gemide mi? Lütfen, göğsünde kalp denilen bir şey varsa beni bebeğime götür!”
“Sana söyleneni yaparsan oğluna zarar gelmez.” diye karşılık verdi Rokoff. “Fakat unutma ki burada olman senin hatan. Kendi rızanla gelip gemiye bindin, öyleyse neticesine de katlanacaksın.” Sonra kendi kendine, “Şansın bana böylesine güleceği hiç aklıma gelmezdi.” diye ekledi.
Ardından güverteye çıktı, çıkarken de odanın kapısını esirinin üstüne kilitledi ve kadının yanına günlerce uğramadı. Meselenin aslı şuydu ki çok kötü bir denizci olan Nikolas Rokoff’u, Kincaid’in seferin en başından itibaren karşılaştığı şiddetli dalgalar sebebiyle deniz tutmuştu ve adam, kamarasından çıkamıyordu.
Bu süre boyunca genç kadının tek ziyaretçisi, ona yemek getiren Kincaid’in berbat aşçısıydı. Yontulmamış bir odun olan İsveçli adamın adı, Sven Anderssen idi ve yegâne gururu, soyadının çift “s” ile yazılıyor olmasıydı.
Adam uzun boylu, kemikli ve zayıftı; uzun sarı bıyıklı, lekeli ciltli ve kirli tırnaklıydı. Aynı güveç yemeğini sık sık yapmasına bakılırsa bu yemek, adamın mutfak sanatının medarıiftiharıydı. Pis başparmağının ılık yemeğin içine girdiğini görmek bile genç kadının iştahını kaçırmaya yetmişti.
Birbirine yakın, küçük mavi gözleri doğrudan genç kadının gözlerine bakıyordu. Adamın görüntüsünde, kedi gibi yürüyüş tarzında bile kendisini gösteren bir sinsilik vardı ve pis önlüğünü tutan yağlı kuşağına geçirerek daima belinde taşıdığı uzun ince bıçak da tüm bunlara ayrı bir tekinsizlik katıyordu. Görünüşte bu, vazifesini icra etme maksadıyla taşıdığı bir aletten başka bir şey değildi lakin genç kadın, ufak bir kışkırtmayla o bıçağın daha başka ve daha zararlı maksatlarla kullanıldığına da şahit olacağını düşünmeden edemiyordu.
Adamın ona karşı tavrı kabaydı lakin genç kadın yine de yemeğini getirdiği zaman ona kibarca gülümseyip teşekkür etmeyi asla ihmal etmiyordu. Fakat çoğu zaman, adam çıkıp da kapıyı arkasından kapatır kapatmaz yemeğin büyük bir kısmını odanın küçük penceresinden dışarı fırlatıyordu.
Jane Clayton’ın hapsedilmesini takip eden ızdırap günlerinde, genç kadının aklında sadece iki soru vardı: Kocası ve oğlunun nerede olduğu. Şayet hâlâ hayatta ise, bebeğin Kincaid’de olduğuna şüphesi yoktu lakin kandırılarak bu uğursuz gemiye getirilen Tarzan’ın hayatta kalmasına müsaade edilip edilmediğinden hiç emin değildi.
Rus’un, İngiliz’e beslediği derin nefreti elbette biliyordu ve onu gemiye bindirmesindeki niyetini düşününce aklına tek bir şey geliyordu: Rokoff’un biricik planlarına taş koyduğu ve nihayetinde Fransız Hapishanesine gönderilmesine vesile olduğu için, Tarzan’dan intikam almak maksadıyla onu nispeten emniyetli bir yere götürüp işini orada bitirmek.
***
Tarzan’a gelince; karısının, neredeyse tam üstündeki odada hapis olduğundan bihaber, karanlık hücresinde yatıyordu.
Jane’e yemek getiren İsveçli ona da yemek getiriyordu fakat Tarzan birkaç sefer adamın ağzından laf almaya çalıştıysa da başarılı olamamıştı. Bu adamdan oğlunun Kincaid’de olup olmadığını öğrenmeyi ümit etmişti lakin hem bu husustaki hem de benzer mahiyetteki tüm sorularına adamın verdiği cevap tekti: “Çok yakında, çok fena rüzgâr çıkacak.” Hâl böyle olunca Tarzan, birkaç denemeden sonra pes etti.
Kincaid, iki esire aylar gibi gelen birkaç hafta boyunca bilmedikleri bir yere doğru yol aldıktan sonra bir kez kömür almak için durdu fakat hemen sonrasında küçük buharlı gemi, nihayetsiz gibi görünen seferine devam etti.
Rokoff, Jane Clayton’ı o küçük odaya kilitledikten sonra onu sadece bir kez ziyaret etti. Uzun süren deniz tutması sebebiyle zayıflamış, gözleri çökmüştü. Ziyaretinin maksadı, onu İngiltere’ye sağ salim geri götürme teminatı karşılığında genç kadına yüklü bir miktar çek yazdırmaktı.
“Beni, oğlum ve kocamla birlikte medeni bir limana sağ salim indirdiğin zaman, sana istediğin miktarın iki katını altın olarak ödeyeceğim lakin o zamana kadar sana ne bir kuruş veririm ne de şartlarımı kabul etmezsen tek bir kuruş vereceğime söz veririm.” diye karşılık verdi.
“Bana istediğim çeki yazacaksın.” diye karşılık verdi adam, dudak bükerek. “Yoksa sen de oğlun da kocan da bir daha ne medeni bir limana ne de başka bir limana ayak basamazsınız.”
“Sana güvenmiyorum.” diye karşılık verdi. “Söz vermiş olsan bile paramı aldıktan sonra bana, oğluma ve kocama zarar vermeyeceğine dair ne teminatım var?”
“Bence ben ne diyorsam onu yapacaksın.” dedi, odadan çıkmak üzere dönerken. “Unutma, oğlun elimde. Eğer olur da işkence gören bir çocuğun acılı feryadını duyarsan bebeğin senin inatçılığın yüzünden acı çektiğini bilmek ve onun, senin bebeğin olduğunu düşünmek belki sana teselli olur.”
“Bunu yapmayacaksın!” diye bağırdı genç kadın. “Yapamazsın! Bu denli şeytani, bu denli zalim olamazsın!”
“Zalim olan ben değilim, sensin.” diye karşılık verdi. “Zira bebeğin ile bebeğinin zulümden emniyeti arasına azıcık bir paranın girmesine müsaade ediyorsun.”
Nihayetinde Jane Clayton, yüklü miktarda bir çek yazıp Nikolas Rokoff’a verdi. Çekini alan adam, memnun memnun sırıtarak odadan ayrıldı.
Ertesi gün Tarzan’ın hücresinin kapağı açıldı ve yukarı bakan Tarzan, kare şeklindeki girişin ışığında Paulvitch’in kafasını gördü.
“Yukarı gel.” diye buyurdu Rus. “Ama aklında bulunsun, bana veya gemideki herhangi birine saldırmaya kalkışırsan anında kurşunu yersin.”
Maymun adam kendini yukarı çekip güverteye çıktı. Etrafında yarım düzine kadar tüfekli ve tabancalı denizci, belli bir mesafede duruyorlardı. Karşısında duran Paulvitch’ti.
Tarzan etrafa bakınıp Rokoff’u aradı, adamın gemide olduğundan emindi lakin görünürlerde yoktu.
“Lort Greystoke.” diye başladı Rus. “Bay Rokoff’un planlarına mütemadiyen ve gereksiz yere müdahale ede ede sonunda kendinizi ve ailenizi bu talihsiz akıbete getirdiniz. Tüm bunların müsebbibi sadece sizsiniz. Tahmin edebileceğiniz üzere, bu seferi finanse etmek Bay Rokoff’a epey pahalıya mal oldu ve yegâne sebebi de siz olduğunuz için, tabii olarak masrafı sizin karşılamanızı bekliyor.”
“Dahası size şunu söyleyebilirim ki hem karınızın ve çocuğunuzun başına nahoş hadiselerin gelmesine mâni olmak hem de kendi canınızı kurtarmak ve hürriyetinize kavuşmak için yapabileceğiniz tek şey, Bay Rokoff’un adil taleplerini yerine getirmek olacaktır.”
“Ne kadar?” diye sordu Tarzan. “Ve anlaşmada üzerinize düşeni yapacağınıza dair ne tür bir teminatım olacak? Rokoff ve senin gibi iki düzenbaza itimat etmek için pek bir sebebim yok.”
Rus kıpkırmızı oldu.
“Hakaret edebilecek bir pozisyonda değilsiniz.” dedi. “Anlaşmamızı yerine getireceğimize dair benim sözümden başka bir teminatınız yok fakat talep ettiğimiz çeki yazmazsanız, işinizi hemen bitireceğimize dair teminatınız gözünüzün önünde duruyor.”
“Zannettiğimden daha aptal değil iseniz, siz de fark etmişsinizdir ki şu dünyada hiçbir şey bizi, bu adamlara size ateş etme emri vermek kadar keyiflendiremez. Şimdiye kadar vermediysek sizi cezalandırmak için başka planlarımız olduğundandır. Ölümünüzle bu planların suya düşmesini istemeyiz.”
“Sadece bir soruya cevap ver.” dedi Tarzan. “Oğlum bu gemide mi?”
“Hayır.” diye karşılık verdi Alexis Paulvitch. “Oğlunuz başka bir yerde emniyette, bizim adil taleplerimize boyun eğmeyi kabul ettiğiniz sürece de öldürülmeyecek. Sizi öldürmemiz lazım gelirse bu durumda çocuğu öldürmenin bir âlemi kalmayacak zira siz ölünce çocuğu öldürerek cezalandıracağımız kimse kalmamış olacak. O zaman çocuk bizim için sadece mütemadi bir tehlike ve utanç kaynağı olacak. Yani sizin anlayacağınız, oğlunuzu kurtarmanızın tek yolu, sizden istediğimiz çeki yazmak suretiyle önce kendi hayatınızı kurtarmak.”
“Pekâlâ.” diye karşılık verdi Tarzan zira Paulvitch’in yaptığı tehditleri yerine getirmelerini göze alamayacağını biliyordu ve taleplerine boyun eğmesi hâlinde, ufak da olsa oğlanı kurtarma şansı olabilirdi.
Çeki imzalamasının ardından yaşamasına müsaade edeceklerine hiç ihtimal vermiyordu fakat onlara asla unutamayacakları bir mücadele yaşatmakta kararlıydı, hatta mümkünse ebediyete Paulvitch’i de beraberinde götürecekti. Üzüldüğü tek şey, Paulvitch’in yerinde Rokoff’un olmamasıydı.
Cebinden çek defterini ve dolma kalemini çıkardı.
“Ne kadar?” diye sordu.
Paulvitch epey yüklü bir miktar söyledi. Tarzan gülümsememek için kendini zor tuttu.
Açgözlülükleri yüzünden kendi kendilerini mahvedeceklerdi, en azından fidye hususunda. Kasten tereddüt eder gibi yaptı ve miktar üzerinde pazarlık etti lakin Paulvitch inatçıydı. En sonunda maymun adam, çekine bankadaki parasına karşılık gelenden daha büyük bir meblağ yazıp imzaladı.
Kıymetsiz kâğıdı Rus’a vermek için döndüğünde gözü, tesadüfen Kincaid’in sancak tarafına kaydı. Geminin karadan birkaç yüz metre mesafede olduğunu görünce şaşırdı. Sık tropik orman, neredeyse suyun kıyısına kadar iniyordu ve arkasında da ormanla kaplı daha yüksek rakımlı topraklar uzanıyordu.
Paulvitch, adamın baktığı yeri fark etmişti.
“Burada azat edileceksiniz.” dedi.
Tarzan’ın Rus’tan fiziksel olarak intikam alma planı anında uçup gitti. Gördüğü karanın, Afrika Ana Karası olduğu fikrindeydi ve onu oraya bırakırlarsa şüphesiz ki oradan nispeten kolay bir şekilde medeniyete dönebileceğini biliyordu.
Paulvitch çeki aldı.
“Kıyafetlerini çıkar.” dedi maymun adama. “Orada onlara ihtiyacın olmayacak.”
Tarzan itiraz etti.
Paulvitch silahlı denizcilere işaret etti. Bunun üzerine İngiliz, kıyafetlerini yavaş yavaş çıkardı.
Bir filika indirdiler ve maymun adamı, hâlen silahlı adamların eşliğinde kıyıya götürdüler. Yarım saat sonra denizciler Kincaid’e geri döndüler ve gemi yavaş yavaş yoluna devam etti.
Tarzan; dar sahil şeridinde durup uzaklaşan gemiyi seyrederken küpeşteye birinin yanaştığını ve dikkatini çekmek için yüksek sesle ona bağırdığını gördü.
Maymun adam; kendisini kıyıya taşıyan küçük filika, buharlı gemiye geri dönmek üzereyken denizcilerden birinin kendisine verdiği notu okumak üzereydi fakat geminin güvertesinden seslenildiğini duyunca başını kaldırıp oraya baktı.
Küçük bir çocuğu başının üzerinde yukarı kaldırarak onunla alay edercesine gülen siyah sakallı bir adam gördü. Tarzan, zaten uzaklaşmakta olan gemiye yüzmek için denize doğru koşacak oldu lakin böylesine pervasız bir hareketin bir işe yaramayacağını fark edip suyun kenarında durdu.
Kincaid kıyıdan denize uzanan burnun ardında gözden kaybolana dek, Tarzan gözlerini gemiden ayırmadan orada dikildi.
Arkasında kalan ormandan bir çift vahşi, kanlı göz, kıllı kaşların altından onu öfkeyle seyrediyordu.
Ağaç tepelerindeki küçük maymunlar cıyaklayıp bağrışıyorlardı; uzaklardan, iç kısımda kalan ormandan ise bir leoparın çığlığı duyuluyordu.
Fakat Greystoke Lordu John Clayton, ne işitiyor ne de görüyordu. Zira o sırada, ezelî düşmanının başadamının tek bir sözüne güvenecek kadar saf davranarak boşa harcadığı fırsat sebebiyle büyük bir pişmanlık içerisindeydi.
“En azından tek bir tesellim var, Jane’in Londra’da emniyette olduğunu biliyorum.” diye düşündü. “Tanrı’ya şükür, o da benimle beraber bu zalimlerin eline düşmedi.”
Arkasında, onu kedinin fareyi izlediği gibi izleyen kıllı yaratık, ona doğru sinsi sinsi yaklaşıyordu.
Vahşi maymun adamın talimli hisleri neredeydi?
Keskin kulaklarına ne olmuştu?
O müthiş koku alma duyusu nereye gitmişti?
3. BÖLÜM
PUSUDAKİ HAYVANLAR
Tarzan, denizcinin eline tutuşturduğu notu yavaşça açtı ve okudu. İlk başta, okudukları kederden uyuşan zihnine pek bir şey ifade etmedi fakat en sonunda korkunç intikam planının mahiyeti, zihninde tam manasıyla canlandı.
Notta şöyle yazıyordu:
Bu not, sana ve senin çocuğuna dair niyetlerimin mahiyetini izah edecektir.
Sen bir maymun olarak doğdun. Ormanlarda çıplak yaşadın. Seni kendi özüne geri döndürdük ama oğlun, babasından bir adım öteye gidecek. Evrimin değişmez kanunudur bu.
Babası hayvandı ama oğlu insan olacak, tekâmül merdiveninde bir sonraki basamağa çıkacak. Ormanda yaşayan çıplak bir hayvan olmayacak, avret yerini örtecek ve bakır halhallar takacak, belki bir de burnunda hızması olacak çünkü o, insanların arasında; vahşi bir yamyam kabilesinde büyüyecek.
Seni öldürebilirdim fakat o zaman bu, benim elimden çekeceğin cezanın şiddetini azaltmış olurdu.
Ölseydin, oğlunun içine düştüğü vaziyeti bilip acı çekemezdin fakat kaçamayacağın, oğlunun peşine düşüp kurtaramayacağın bir yerde hayatta kalırsan oğlunun yaşadığı hayatın dehşetini düşünerek ömrünün tüm yıllarını ölümden beter acılar çekerek geçireceksin.
İşte bu, beni karşına alma cüretinde bulunmanın cezasının sadece bir kısmı olacak.
N. R.
Not: Cezanın geri kalanı, biraz sonra karının başına geleceklerle alakalı; o kısmını da senin hayal gücüne bırakıyorum.
Okumayı bitirdiğinde arkasından gelen hafif bir sesle irkilip gerçek dünyaya döndü.
Hisleri anında uyandı ve yeniden Maymunların Tarzanı oldu.
Arkasına döndüğünde o artık bir hayvandı, kendini koruma içgüdüsüyle cana gelmişti ve koca erkek maymun, saldırıya geçiyordu.
Tarzan’ın kurtardığı eşiyle beraber vahşi ormandan ayrılmasından bu yana geçen iki yılda, onu ormanın yenilmez efendisi yapan müthiş hünerlerinde hafif bir körelme olmuştu. Uziri’deki büyük arazisi vaktinin ve dikkatinin çoğunu alıyordu ve neredeyse insanüstü seviyedeki hünerlerini fiilen kullanma ve böylelikle muhafaza etme hususunda ona bol bol fırsat sağlamıştı fakat şimdi karşısına çıkan kıllı, boğa gibi kalın boyunlu canavarla çıplak ve silahsız bir şekilde dövüşmek, maymun adamın vahşi hayatının hangi döneminde olursa olsun pek istemeyeceği bir imtihandı.
Lakin şimdi, öfkeden kuduran yaratığın karşısında, tabiatın ona bahşettiği silahlardan başka seçeneği yoktu.
Tarzan, şimdi erkek maymunun arkasında beliren baş ve omuzları fark etti. İlkel insanın bu güçlü atasından belki bir düzine dahası da arkasında dikiliyordu.
Bununla birlikte, kendisine saldırma ihtimallerinin çok düşük olduğunu biliyordu zira insansı maymunların muhakeme yetenekleri, bir düşman karşısında birlik olup saldırmanın önemini tartabilecek veya takdir edebilecek seviyede değildi; eğer olsaydı, muhteşem adaleleri ve vahşi dişlerinin devasa kuvvetiyle, çoktan ormanların en baskın mahlukatı olmuş olurlardı.
Boğazdan bir hırlamayla beraber canavar, Tarzan’ın üzerine çullandı fakat maymun adam, medeni insanın diyarında yaşadığı süre boyunca, orman halkının bilmediği bazı bilimsel harp usulleri de keşfetmişti.
Birkaç sene önce olsa hayvana, kaba kuvvetle girişirdi lakin şimdi bir adım kenara kayıp rakibinin önünden çekildi ve süratle saldırmakta olan maymun duramayıp yanından geçerken hayvanın karın boşluğuna sağ eliyle sağlam bir yumruk attı.
Öfke ve acı karışımı bir ulumayla, koca maymun iki büklüm olup yere çöktü fakat neredeyse anında da tekrar ayağa kalkmaya çabalamaya başladı.
Lakin o ayağa kalkamadan soluk derili düşmanı dönüp üzerine atladı ve işte o anda, üstünkörü medeniyetinin son kisvesi de İngiliz Lort’un omuzlarından kayıp düştü.
Bir kez daha, kendi türüyle giriştiği kanlı bir kavgadan keyif alan vahşi bir hayvan olmuştu. Bir kez daha dişi maymun Kala’nın oğlu Tarzan olmuştu.
Nabzının attığı şah damarını hedef alarak güçlü, beyaz dişlerini düşmanının kıllı boğazına geçirdi.
Kâh kuvvetli elleriyle hayvanın sivri dişlerini kendisinden uzak tutuyor kâh ellerini yumruk yapıp hırlayan rakibinin köpük köpük salya kaplı suratına şahmerdan kuvvetiyle vuruyordu.
Maymun kabilesinin geri kalanı halka şeklinde etraflarına dizilmiş, kavgayı keyifle seyrediyordu. Ne zaman rakiplerden birinin beyaz derisinden; diğerinin kıllı, kan lekeli derisinden bir parça kopsa homurdanarak memnuniyetlerini gösteriyorlardı. Fakat güçlü beyaz maymunun kendi krallarının sırtına bindiğini gördüklerinde, şaşkınlıktan ve meraktan sessizliğe büründüler. Çelik gibi adaleli kollarını, rakibin koltuk altlarından geçirip açık avuçlarını hayvanın kalın ensesinden kuvvetle bastırınca kral maymun acıyla inledi ve sık çimenlerin üzerinde çaresizce çırpındı.
Tarzan, yıllar evvel kendi türü ve renginden insanlar bulma maksadıyla yollara düşmeden önce Koca Terkoz’u yendiği dövüş sırasında tesadüfen keşfettiği güreş tutuşunu kullanarak bu kez de başka bir koca maymunu mağlup ediyordu. Vahşi insansı maymunların oluşturduğu küçük seyirci kitlesi, krallarının boynunun çatırdayışı ile beraber ızdıraplı çığlıklar ve korkunç böğürtüler duydular.
Ardından, sanki şiddetli rüzgârda kalın bir dalın kırılması gibi ani bir çatırdama daha duyuldu. Hayvanın boynu kırılmıştı; topaç kafası öne düşüp koca, kıllı göğsüne dayandı. Böğürmeleri ve çığlıkları kesildi.
Seyirciler küçük gözlerini önce, liderlerinin hareketsiz vücudundan ayırıp o sırada ölen rakibinin yanında ayağa kalkmakta olan beyaz maymuna çevirdiler. Sonra ise sanki krallarının neden ayağa kalkıp bu küstah yabancıyı öldürmediğini anlayamıyorlarmış gibi hayretle tekrar krallarına baktılar.
Yabancının bir ayağını, dibinde yatan cansız hayvanın üzerine koyup başını yukarı kaldırdığını gördüler. Ardından yabancı, dövüşte rakibini öldüren erkek maymunların attığı o vahşi, ürpertici narayı attı. İşte o zaman krallarının öldüğünü anladılar.
Zafer çığlığının ürkütücü notaları tüm ormanda yankılandı. Ağaç tepelerindeki küçük maymunlar, cıyaklamayı kestiler. Kart sesli, parlak tüylü kuşlar sustular. Uzaklardan, Tarzan’ın narasına cevap veren bir leopar ile bir aslanın kükremeleri işitildi.
Tarzan, sorgulayıcı bakışlarını önündeki küçük maymun topluluğuna çevirdiğinde ve yüzüne düşen gür yelesini geriye atmak istercesine başını salladığında o artık eski Tarzan’dı. Gür, siyah saçlarının omuzlarına kadar indiği ve çoğu zaman gözlerinin önüne düştüğü günlerden kalma eski bir alışkanlıktı bu; o zamanlar bu hareket, saçlarının görüşünü engellemesi sebebiyle hayati önem taşıyordu.
Maymun adam, geriye kalanlar içerisinden kendini kabilenin yeni kralı olmaya en münasip gören erkek maymunun derhâl saldırıya geçebileceğini biliyordu. Kendi kabilesinin maymunları arasında, tamamen yabancı birinin dışarıdan gelip kabileye girmesi, kralı saf dışı bıraktıktan sonra da hem kabilenin reisliğini üstlenmesi hem de mağlup kralın eşlerini kendine alması, görülmüş bir şey değildi.
Diğer taraftan, eğer Tarzan peşlerine düşmezse onu bırakıp oradan yavaşça uzaklaşmaları, daha sonra krallık için kendi aralarında dövüşmeleri de mümkündü. Eğer isterse kralları olabileceğinden şüphesi yoktu lakin o mevkinin bazen usandırıcı olabilen vazifelerini üstlenmek istediğinden emin değildi. Zira bunu yapmakla elde edebileceği herhangi bir fayda göremiyordu.
İri, fevkalade kaslı genç maymunlardan bir tanesi, maymun adama tehditkâr bir tavırla yavaş yavaş yaklaşıyordu. Sivri dişlerini göstererek boğazdan, boğuk bir hırlama çıkarıyordu.
Bir heykel gibi kıpırdamadan duran Tarzan, hayvanın her bir hareketini seyrediyordu. Bir adım geri çekilse hayvanın hücumunu hızlandırmış olurdu. Ona karşılık vermek için ileri atılsa yine aynı neticeyi doğurabilirdi fakat bu hareketiyle kavgacı hayvanı kaçırması da muhtemeldi; ne olacağı, tamamen genç maymunun ne kadar cesur olduğuna bağlıydı.
Hiç kıpırdamadan durup beklemek ise orta yoldu. Bu durumda erkek maymun, törelere göre; nazarı dikkatini celbeden rakibine epey yaklaşacak, korkunç bir şekilde böğürüp salyalarını akıta akıta sivri dişlerini gösterecek ve burnundan soluyarak etrafında yavaş yavaş dönecektir. Tarzan’ın da tahmin ettiği gibi, maymun aynen böyle yaptı.
Esaslı bir blöf yapıyor olabilirdi fakat diğer yandan, maymun aklı öyle dengesizdir ki bir anlık bir dürtüyle, hiçbir ikazda bulunmadan; koca, kıllı gövdesiyle adamın üstüne atlayıp saldırıya geçmesi de muhtemeldi.
Hayvan etrafında yavaş yavaş dönerken Tarzan, gözlerini rakibinden bir an bile ayırmıyordu. Genç erkeği değerlendiren Tarzan, onun, kendisinde hiçbir zaman eski krallarını devirmeye kâfi bir güç görememiş lakin yine de günün birinde bunu yapacak olan maymun olduğunu anlamıştı. Zira kısa, çarpık bacakları üzerinde dikilen muhteşem ebatlı hayvanın boyu, iki metreyi geçkindi.
Dik durduğunda koca, kıllı kolları neredeyse yere değiyordu ve şimdi Tarzan’ın suratına çok yakın duran dişleri, müstesna bir şekilde uzun ve keskindi. Kabilesindeki diğerleri gibi o da birkaç ufak husus açısından Tarzan’ın çocukluk zamanlarındaki maymunlardan farklıydı.
İnsansı maymunların kıllı vücutlarını karşısında bulan Tarzan, ilk başta kaderin tuhaf bir cilvesiyle yine kendi kabilesine kavuştuğunu zannederek umutlanıp heyecanlanmıştı. Fakat daha yakından bakınca bunların farklı bir tür olduğuna ikna olmuştu.
Meydan okuyan maymun; köpeklerin, aralarına gelen yeni bir köpeğe yaptıkları gibi maymun adamın etrafında kasıla kasıla dönmeye devam ederken Tarzan’ın aklına kendi kabilesinin dilinin bu türün diliyle benzer olup olmadığını öğrenmek geldi ve bu maksatla maymuna, Kerchak kabilesinin diliyle hitap etti.
“Sen kimsin?” diye sordu. “Maymunların Tarzanı’nı kim tehdit ediyor?”
Kıllı yaratık şaşırdı.
“Ben Akut.” diye karşılık verdi, konuşulan diller sıralamasında çok aşağılarda olan aynı basit, ilkel dilde. Bu kabilenin dilinin, hayatının ilk yirmi yılını geçirdiği kabilenin diliyle benzer olduğuna kanaat getirdi Tarzan.
“Ben Akut.” dedi maymun. “Molak öldü. Kral benim. Git buradan yoksa seni öldürürüm!”
“Molak’ı ne denli kolayca öldürdüğümü gördün.” diye karşılık verdi. “Kral olmak gibi bir derdim olsaydı, seni de öyle öldürürdüm. Ama Maymunların Tarzanı, Akut’un kabilesinin kralı olmak istemiyor. Tek istediği bu diyarda barış içinde yaşamak. Dost olalım. Maymunların Tarzanı size yardım edebilir, siz de Maymunların Tarzanı’na yardım edebilirsiniz.”
“Akut’u öldüremezsin.” diye karşılık verdi maymun. “Akut’tan daha güçlüsü yok. Sen Molak’ı öldürmeseydin, Akut zaten öldürecekti çünkü Akut kral olmaya hazır.”
Maymun adam cevap olarak, konuşma sırasında dikkati hafiften dağılmış olan koca yaratığın üzerine çullandı.
Adam, göz açıp kapayıncaya kadar koca maymunun bileğini yakalamıştı ve maymun daha kavgaya girişemeden onu arkasına çevirip geniş sırtına atladı.
Birlikte düştüler fakat Tarzan’ın planı öyle iyi işliyordu ki sırtları yere gelmeden Molak’ın boynunu kıran tutuşu Akut’un üzerinde de uygulamayı başardı.
Hayvanın boynunun üzerindeki baskıyı yavaş yavaş artırırken, geçmiş günlerde nasıl Kerchak’a pes edip yaşama şansı tanıdıysa, şimdi de aynı şansı Akut’a verecekti. Zira onda kuvvetli ve hünerli bir müttefik potansiyeli görmüştü. Böylece ya onunla beraber sulh içinde yaşama ya da vahşi ve o ana dek namağlup olan eski kralları gibi ölme tercihini ona bırakacaktı.
“Ka-Goda?” diye fısıldadı Tarzan, altındaki maymuna.
Yıllar evvel Kerchak’ın kulağına fısıldadığı aynı soruydu ve kabaca tercüme etmek gerekirse maymun dilinde, “Teslim oluyor musun?” anlamına geliyordu.
Akut, Molak’ın kalın boynu kırılmadan hemen önce duyduğu çatırtıyı hatırladı ve ürperdi.
Lakin tahtı bırakmaya gönlü razı gelmiyordu, o yüzden kurtulmak için tekrar mücadeleye başladı fakat aniden omurgasına binen baskı ile dudaklarından ızdıraplı bir “Ka-Goda!” çıkıverdi.
Tarzan tutuşunu biraz gevşetti.
“Hâlâ kral olabilirsin, Akut.” dedi. “Tarzan sana kral olmak istemediğini söylemişti. Senin kral olma hakkını sorgulayacak birileri olursa Maymunların Tarzanı sana kavgada yardım edecek.”
Maymun adama ayağa kalkınca Akut da yavaş yavaş kendisini toparlayıp ayaklandı. Topaç kafasını iki yana sallayıp öfkeyle böğürdü ve kabilesine doğru sallana sallana yürüdü. Liderliğine karşı gelmesi beklenebilecek büyükçe erkek maymunlardan önce birine, sonra diğerine baktı fakat ikisi de karşı çıkmadı; aksine, o yaklaşırken onlar geri çekildiler ve çok geçmeden tüm sürü ormanın içine girip gözden kayboldu. Tarzan kumsalda yine tek başına kalmıştı.
Molak’ın açtığı yaralar sebebiyle maymun adamın canı yanıyordu fakat fiziksel ızdıraba alışkındı ve ormanda doğup orman hayatı yaşayan herkes gibi, o da acısına, vahşi hayvanlara has sessizlik ve metanet içerisinde katlandı.
En önemli ihtiyacının saldırı ve müdafaa silahları olduğunu fark etti zira maymunlarla yaşadığı bu karşılaşma ve aslan Numa ile panter Sheeta’nın uzaklardan gelen vahşi çığlıkları, hayatının miskin ve emniyetli bir hayat olmayacağı hususunda onu ikaz ediyordu.
Mütemadiyen kan dökülen, tehlikelerle dolu eski hayatına, av ve avcı olmaya geri dönmüştü. Geçmişte yaptıkları gibi amansız canavarlar yine peşine düşecekti ve hem vahşi gündüzlerde hem de zalim gecelerde elindeki malzemelerle yapabileceği türden kaba saba silahlara aniden ihtiyaç duymadığı tek bir an dahi olmayacaktı.
Kıyıda bir kısmı yerden yüzeye çıkmış, kırılgan, volkanik bir kaya buldu. Epey çaba sarf ederek bu kayadan otuz santimetre uzunluğunda ve yarım santimetre kalınlığında dar bir şerit kesmeyi başardı. Bir tarafından, uca yaklaştıkça birkaç santimetre inceliyordu. Bıçağın ilkel bir hâliydi. Bu bıçakla beraber ormana girdi ve aşina olduğu, belli bir sert ağaç türünden, devrilmiş bir ağaç bulana kadar dolaştı. Bu ağaçtan küçük, düz bir dal kesti ve bir ucunu sivriltti. Sonra yıkılmış ağacın gövdesinin üzerinde küçük, yuvarlak bir delik açtı. Bunun içine ince ince koparılmış birkaç parça kuru ağaç kabuğu ufaladı, ardından sivri çubuğunun ucunu deliğe soktu ve ağacın gövdesine ata biner gibi oturup ince çubuğu avuçlarının arasında hızla döndürdü.
Bir süre sonra küçük kav öbeğinden ince bir duman yükseldi ve birkaç dakika sonra da tümü alev aldı. Ufak ateşin üzerine daha büyük dal ve sopaları yığan Tarzan, kısa bir süre sonra ölü ağacın gövdesindeki oyukta epey büyük bir ateş yakmayı başardı. Gürül gürül yanan ateş, yanarken de oyuğu genişletiyordu.
Bunun içine taştan bıçağının ucunu sokuyor ve ısındıkça geri çekiyor, ince kenarına yakın bir noktaya bir damla suyla dokunuyordu. Islanan kısmın altında, camlaşan malzemenin küçük bir parçası çatlayıp dökülüyordu.
Maymun adam işte böylece, çok yavaş ve zahmetli bir şekilde, ilkel av bıçağının kenarını inceltme işine koyuldu. İşi tek oturuşta tamamlama niyetinde değildi. İlk başta, birkaç santimlik kesici bir kenar elde etmekle yetindi. Bunu kullanarak uzun, esnek bir yay; bıçağı için bir sap, kalın bir sopa ve bol miktarda ok kesti. Bunları küçük bir derenin kenarındaki yüksek bir ağaca sakladı ve yine bu ağaca, üzerinde palmiye yapraklarından çatısı olan bir platform inşa etti.
Tüm bu işleri bitirdiğinde hava kararmak üzereydi ve Tarzan, dayanılmaz bir açlık hissediyordu.
Ormana yaptığı kısa keşif sırasında, ağacına kısa bir mesafede, çok kullanılan bir su içme yeri olduğunu görmüştü. Derenin iki yanındaki çamurların ezilmiş olmasına bakılırsa büyük sayılarda her türden hayvanın buraya su içmeye geldiği aşikârdı. Aç maymun adam, sessiz sessiz, işte bu noktaya doğru yola koyuldu.
Ağaç tepelerinden bir maymun zarafeti ve rahatlığıyla sallana sallana ilerledi. Yüreğindeki ağır sızı olmasa çocukluğundaki eski hür hayatına döndüğü için kendisini mutlu hissederdi. Yine de bu sızıyla bile, eski hayatının küçük alışkanlıklarına ve davranışlarına geri dönmüştü. Zira dış dünyanın beyaz adamları arasında geçirdiği son üç yılının üzerine örttüğü ince medeniyet örtüsünden ziyade; Tarzan’ın özü, işte bu alışkanlık ve davranışlardı. O medeniyet örtüsü ise şimdiye kadar sadece Maymunların Tarzanı’nın hayvani kabalıklarını gizlemişti. Lortlar Kamarası’ndaki ahbapları şu an onu görebilselerdi, asil ellerini dehşet içerisinde yukarı kaldırırlardı.
Koca bir yeşil devin, patikanın üzerine sarkan alt dalına sessizce tünedi; akşam yemeğinin çok yakında çıkıp geleceğini bildiğinden, keskin gözleri ile hassas kulaklarını ötedeki ağaçlara dikti.
Bekleyişi uzun sürmedi. Sıçramaya hazırlanan bir panterin arka bacaklarını altına çekmesi gibi; esnek, kaslı bacaklarını altına toplayıp rahat bir pozisyona henüz geçmişti ki geyik Bara, ürkek bir şekilde su içmeye geldi. Fakat gelen sadece Bara değildi. Zarif geyiğin arkasından, geyiğin ne görebildiği ne de kokusunu alabildiği başka bir hayvan geliyordu. Fakat Maymunların Tarzanı yüksekte pusu kurmuş olduğundan, hayvanın hareketlerini rahatlıkla görebiliyordu.
Geyiğin birkaç yüz metre gerisinden, otların arasından sinsi sinsi yaklaşan şeyin ne tür bir hayvan olduğunu henüz tam olarak kestiremiyordu fakat geyiğin peşine, kendisini bu ürkek hayvana pusu kurmaya iten sebeple aynı sebepten dolayı düşmüş olan yırtıcı bir hayvan olduğundan emindi. Numa olabilirdi veyahut da panter Sheeta.
Her hâlükârda, şayet Bara derenin sığ kısmına şu anki hızından daha hızlı bir şekilde gelmez ise, Tarzan akşam yemeğini başkasına kaptıracağını anlamıştı.
O bunları düşünürken arkasındaki avcının sesi geyiğe gelmiş olacaktı ki hayvan birden irkilip durdu, titriyordu. Ardından hızla dönüp doğrudan nehre ve Tarzan’a doğru fırladı. Niyeti, nehrin sığ kısmından karşıya geçip kaçmaktı.
Arkasından gelen Numa ile arasında yüz metre bile yoktu. Hayvanı şimdi gayet rahat bir şekilde görebiliyordu Tarzan. Bara, maymun adamın altından geçmek üzereydi. Başarabilir miydi? Fakat aç adam, kendisine daha bu soruyu sorarken durmayıp tünediği daldan ürkek geyiğin sırtına atladı.
Az sonra Numa, ikisinin birden üstüne atlayacaktı. O yüzden maymun adam o gece yemek yemek istiyorsa hatta bundan sonra bir daha yemek yiyebilmek istiyorsa çabuk davranmak zorundaydı.
Geyiğin pürüzsüz kürküne yapışır yapışmaz süratinin tesiriyle hayvan diz üstü düşünce maymun adam, iki eliyle hayvanın boynuzlarından tuttu ve boynunu çevik bir hareketle ters döndürüp kırdı.
Aslan çok yaklaşmıştı, hemen arkada öfkeyle kükrüyordu. Tarzan geyiği omuzuna atıp ön bacaklarından birini dişiyle tutarak başının üzerindeki dallardan en alçaktakinin üstüne sıçradı. İki eliyle dala tutundu ve tam da Numa üzerine atladığı sırada kendisini yukarı çekip hayvanın amansız pençelerinden kurtuldu.
Neye uğradığını şaşıran kedi pat diye yere düştü. O sırada yemeğini yukarıdaki bir dala çıkarıp emniyete alan Maymunların Tarzanı; aşağıdan kendisine öfkeyle bakan, kendisi gibi vahşi olan hayvanın parıldayan sarı gözlerinin içine baka baka sırıttı ve ondan kaçırarak avladığı geyiğin taze etini, ona nispet yaparcasına sergiledi.
Kaba taş bıçağıyla hayvanın sağrısından leziz bir parça kesti ve aslan aşağıda hırlayarak ileri geri yürürken Lort Greystoke, vahşi karnını doyurdu. En seçkin Londra kulüplerinde bile bundan daha lezzetli bir yemek yememişti. Avının sıcak kanı ellerine, yüzüne bulaşmış; burun deliklerini vahşi etoburların en sevdiği kokuyla doldurmuştu.
Yemeğini bitirince etin kalanını üzerinde bulunduğu ağacın yüksekteki iki dalının arasında bıraktı ve hâlâ intikam alma arzusuyla onu yerden takip eden Numa’yla beraber, ağaç tepesindeki barınağına dönüp ertesi gün güneş epey yükselene kadar uyudu.
4. BÖLÜM
SHEETA
Tarzan, sonraki birkaç günü silahlarını tamamlayarak ve ormanı keşfederek geçirdi. Yeni kıyıda geçirdiği ilk akşam yediği geyiğin tendonlarını yayına gerdi. Aslında bu maksat için Sheeta’nın bağırsaklarını tercih ederdi ama eline o büyük kedilerden bir tanesini öldürme fırsatı geçene kadar bununla yetinecekti.
Otlardan da uzun bir halat ördü; yıllar evvel huysuz Tublat’la alay etmek için kullandığı, daha sonrasında ise geliştirdiği ve küçük maymun oğlanın becerikli ellerinde muhteşem, tesirli bir silaha dönüşen halatın aynısındandı bu.
Av bıçağı için bir kılıf ile sap, okları için sadak ve Bara’nın derisinden bir kemer ile avret yerini örtecek bir giysi yaptı. Ardından, kaderin onu attığı bu yabancı topraklar hakkında bir şeyler öğrenebilmek için dolaşmaya çıktı. Buranın, Afrika Kıtası’nın eskiden aşina olduğu batı kıyı olmadığını biliyordu zira güneş, ormanın eşiğine kadar uzanan okyanustan doğduğuna göre kıyının doğusuna bakıyordu. Fakat Afrika’nın doğu kıyısı olmadığından da bir o kadar emindi zira Kincaid’in Akdeniz’den, Süveyş Kanalı’ndan ve Kızıl Deniz’den geçmediği kanaatindeydi ve Ümit Burnu’nu dolanacak kadar da vakit geçmemişti. Dolayısıyla nerede olduğu hususunda hiçbir fikri yoktu. Bazen acaba gemi engin Atlas Okyanusu’nu geçip de onu Güney Amerika’nın ıssız bir kıyısına mı bırakmıştı, diye düşünüyordu fakat aslan Numa’nın varlığı sebebiyle bu fikrin de doğru olamayacağına ikna olmuştu.
Tarzan kıyıya paralel uzanan ormanda yalnız başına ilerlerken kuvvetli bir yoldaşlık arzusu hissetti ve gitgide, maymunların arasına katılmadığına pişman olmaya başladı. Medeniyetin, üzerindeki tesirinin hâlâ zirvede olduğu o ilk günden sonra onlara bir daha rastlamamıştı.
Şimdi ise neredeyse, yeniden o eski Tarzan olmuştu ve kendisi ile büyük insansı maymunlar arasında pek bir ortak nokta olamayacağı hakikatini kabul etse de “Onlarla olmak, tek başına olmaktan daha iyi olurdu.” diye düşünüyordu.
Kâh yerden kâh ağaçların alt dallarından acele etmeden ilerliyor, ara sıra bir meyve koparıyor ya da bir kütüğü kaldırıp altında, hâlâ eskisi kadar leziz bulduğu büyük kurtçuklardan arıyordu. Tarzan bu şekilde birkaç kilometre katetmişti ki rüzgârla birlikte burnuna ileride bir yerlerdeki Sheeta’nın kokusu geldi.
Panter Sheeta, tam da Tarzan’ın rastlamaya son derece memnun olacağı hayvandı zira hem büyük kedinin bağırsağını yayı için kullanmayı hem de derisinden yeni bir sadak ve giysi yapmayı düşünüyordu. O yüzden, maymun adam şimdiye kadar lakayıt bir şekilde hareket ederken şimdi sessiz ve sinsi bir avcıya dönüşmüştü.
Ağaçların arasından sessiz ve zarif bir şekilde süzülerek vahşi kedinin peşine düştü. Bir asil olarak doğmuş olmasına rağmen kendisi de en az izini sürdüğü mahluk kadar vahşiydi.
Sheeta’ya yaklaşınca panterin de kendi avının peşinde olduğunu fark etti ve fark ettiği sırada da sağ taraftan burun deliklerine serseri bir esintiyle beraber bir grup büyük maymunun keskin kokusu geldi.
Tarzan pantere epey yaklaştığında panter büyük bir ağaca çıkmıştı ve aşağıda, ağacın ilerisinde Akut’un kabilesi küçük, tabii bir açıklıkta aylaklık ediyordu. Bazıları ağaçların gövdesine yaslanmış, uyuklarken bazıları da etrafta dolanıp ağaç kabuklarını kaldırıyor, altlarından çıkan dolgun, leziz kurtçuk ve böcekleri ağızlarına atıyorlardı.
Sheeta’ya en yakın olan Akut’tu. Kalın bir dalın üzerine çömelip maymunun göremeyeceği bir şekilde sık yaprakların arasına gizlenen büyük kedi, maymunun sıçrayabileceği bir mesafeye gelmesini sabırla bekliyordu.
Tarzan temkinli bir şekilde, panterin bulunduğu ağaçta, onun biraz yukarısındaki bir dala yerleşti. İnce taş bıçağını sol elinde sıkıca tutuyordu. Kemendini kullanmayı tercih ederdi lakin büyük kedinin etrafını saran gür yapraklar, halatı isabetli bir şekilde fırlatmayı imkânsız hâle getiriyordu.
Akut, artık kendisini bekleyen ölümün pusu kurduğu ağacın altına epey yaklaşmıştı. Sheeta, dalın üzerinde arka ayaklarını altına yavaş yavaş iyice çekti ve ardından ürpertici bir çığlıkla büyük maymunun üstüne atladı. O atlamadan bir saniye önce, yukarıdaki başka bir yırtıcı hayvan da atladı; atlarken de tuhaf ve vahşi çığlığı, panterinkine karıştı.
Ürken Akut, yukarı baktığında neredeyse tam tepesindeki panteri gördü ve panterin sırtında da geçen gün, büyük akarsuyun kenarında kendisini mağlup eden beyaz maymun vardı.
Maymun adamın dişleri, Sheeta’nın sırtına gömülmüştü ve sağ kolu da vahşi hayvanın boynuna dolanmıştı. İnce bir taş parçası tutan sol eli, panterin sol omuzunun arkasında kalan yan kısmına peş peşe kuvvetli darbeler indiriyordu. Akut, son anda kenara sıçrayıp bu boğuşan iki orman canavarının altında kalmaktan kurtulmuştu.
İkisi birlikte ayaklarının dibine pat diye düştüler. Sheeta bağırıyor, hırlıyor, korkunç bir şekilde kükrüyordu fakat beyaz maymun, debelenen hayvanın sırtına amansızca yapışmış, hiç sesini çıkarmıyordu.
Taş bıçak bıkmadan, usanmadan hayvanın parlak kürkünden acımasızca girip kalbini buluyordu. Bıçak defalarca girip çıktıktan sonra büyük kedi nihayet, son bir ızdırap dolu çırpınış ve çığlıkla beraber yanı üzerine yere devrildi. Can çekişirken kaslarının ara ara kasılması haricinde sessiz ve hareketsizdi.
Sonra maymun adam, avının cesedinin başında ayağa kalkıp başını yukarı kaldırdı ve o vahşi, yırtıcı zafer narası ormanda bir kez daha yankılandı. Akut ve Akut’un maymunları, Sheeta’nın cesedine ve onu öldüren adamın çevik, dimdik duruşuna hayret içerisinde bakıyorlardı.
İlk konuşan Tarzan oldu. Akut’un hayatını durduk yere kurtarmamıştı. Maymun zekâsının sınırlarını bildiğinden bu iyiliğinin kendisine umduğu şekilde bir faydasının dokunması için, niyetini maymuna açıkça izah etmesi gerektiğini de biliyordu.
“Ben Maymunların Tarzanı’yım.” dedi. “Güçlü avcı. Güçlü dövüşçü. Büyük akarsuyun yanında Akut’un canını alıp Akut’un kabilesinin kralı olabilecekken onun canını bağışladım. Şimdi de Akut’u Sheeta’nın sivri dişleri arasında ölmekten kurtardım.”
“Akut veya Akut’un kabilesi tehlikede olduğu zaman, Tarzan’ı çağırsınlar; işte böyle.” dedi ve tehlike zamanlarında Kerchak’ın kabilesinin, aralarında bulunmayan mensuplarını çağırmak için kullandıkları ürkütücü narayı attı.
“Ve Tarzan’ın onlara seslendiğini duydukları zaman da onun Akut için yaptıklarını hatırlayıp süratle yardımına koşsunlar.” diye devam etti. “Tarzan’ın dediği gibi olacak mı?”
“Huh!” diyerek kabul etti Akut. Kabilesinin mensuplarından da hep bir ağızdan bir “Huh!” yükseldi.
Ardından, sanki hiçbir şey olmamış gibi, tekrar yiyecek aramaya gittiler ve Greystoke Lordu John Clayton da onlarla beraber gitti. Fakat Akut’un daima onun yakınında dolaştığını ve sık sık; küçük, kanlı gözlerinde tuhaf bir merakla kendisine baktığını fark etti. Bir keresinde de Tarzan’ın maymunların arasında geçirdiği uzun yıllar boyunca hiçbir maymundan görmediği bir şey yaptı, bilhassa leziz bir lokma bulup Tarzan’a verdi.
Kabile avlanırken maymun adamın parlak derisi; yoldaşlarının kahverengi, kıllı kürklerine karışıyordu. Geçerlerken sık sık birbirlerine sürtünüyorlardı fakat maymunlar, onun varlığına çoktan alışmışlardı. Artık o da Akut kadar, onlardan biriydi.
Eğer yavrusu olan dişilerden birine fazla yaklaşırsa dişi; yemek yediği büyük, sivri dişlerini göstererek tehditkâr bir şekilde kükrüyordu. Arada sırada da Tarzan, yemek yiyen genç erkeklerden birine yaklaşırsa kavgacı hayvan hırlayıp ikaz ediyordu fakat bu durumlarda ona karşı sergiledikleri davranışlar, kabilenin diğer mensuplarına karşı sergiledikleri davranışlarından farklı değildi.
Tarzan ise ilkel insanın ataları olan bu vahşi, kıllı mahluklar arasında kendisini evinde hissediyordu. Ara sıra yakalandıkları hayvani cinnet hâlinde olmadıkları sürece, her erkek maymunun yaptığı gibi o da ikazda bulunan her dişinin önünden çabucak çekiliyor; kavgacı genç erkekler karşısında ise o da onlar gibi köpek dişlerini gösterip hırlıyordu. Böylece, eski hayatına çabucak geri dönmüştü; öyle ki sanki ormanda hiç ayrılmamış, kendi türünden mahlukatın yoldaşlığını hiç tatmamıştı.
Kısmen arkadaşlık arzusuyla kısmen de kendisine, maymunların pek uzun süreli olmayan hafızalarında hemen silinmeyecek bir yer edinme maksadıyla bir haftanın yarısından çoğunu, yeni arkadaşlarıyla ormanda dolaşarak geçirdi. Zira Tarzan, geçmiş tecrübelerinden yola çıkarak biliyordu ki çağırdığında yardımına koşacak bu güçlü ve vahşi hayvanların arasında yer edinmek, kendi yararına olacaktı.
Kendisini maymunlara belli bir dereceye kadar benimsetmeyi başardığına ikna olduğu zaman, keşif gezilerine kaldığı yerden devam etmeye karar verdi. Bu amaçla bir gün erkenden kuzeye doğru yola çıktı ve kıyının paralelinden ayrılmadan neredeyse gece çökene kadar süratle ilerledi.
Ertesi sabah güneş doğduğunda kumsalda dikilen Tarzan, güneşin şimdiye kadar olduğu gibi suyun tam karşısından değil de neredeyse tam sağ tarafından doğduğunu gördü ve böylece kıyı şeridinin batıya doğru meylettiğini düşündü. Maymunların Tarzanı ikinci günün tamamında yoluna devam etti ve hızlanmak istediğinde ağaçlara çıkarak ormanın orta katından bir sincap hızıyla yol aldı.
O akşam güneş, karanın tam karşısındaki ufuk çizgisinden battı ve o zaman maymun adam, şüphelendiği şeyin doğru olduğunu anladı. Rokoff, onu bir adanın kıyısına bırakmıştı.
Bunu tahmin etmeliydi! Tarzan’ın vaziyetini daha da sefil bir hâle sokacak bir plan varsa tabii ki o planı benimseyecekti Rus. Onu ıssız bir adada, ömür boyu belirsizliğe mahkûm etmekten daha korkunç ne olabilirdi?
Şüphesiz ki Rokoff, doğruca ana karaya yelken açmıştı; orada bebek Jack’i, yazdığı notta belirttiği üzere, onu yetiştirecek olan barbar üvey ailesinin ellerine teslim etmenin bir yolunu bulmak, nispeten daha kolay olacaktı.
Ufaklık, ona en iyi niyetle yaklaşacak olanların eline düşse bile, o tür bir hayatta amansız ızdıraplara katlanmak zorunda kalacaktı. Bunları düşününce ürperdi Tarzan. Maymun adam, Afrika’nın yamyam yerlilerine dair edindiği tecrübeler sayesinde, onların arasında bile daha kaba şekillerde de olsa hayırseverlik ve insanlık gibi erdemlerin bulunabileceğini görmüştü lakin en iyi ihtimalle bile, hayatları bitmek bilmeyen mahrumiyet, tehlike ve ızdıraplardan ibaretti.
Sonra bir de çocuk büyüyüp yetişkin olduğu zaman, onu bekleyen o dehşet kader vardı. Hayat terbiyesinin bir parçasını teşkil edecek olan o korkunç gelenekler dahi, kendi ırkından ve toplumsal konumundan olanlarla ilişki kurabilmesine ebediyen mâni olmaya tek başına kâfi gelecekti.
O bir yamyam olacaktı! Kendi küçük oğlu, vahşi bir insan yiyici olacaktı! Tahayyül etmesi bile çok korkunçtu. Dişleri bilenip sivriltilecek, burnu delinecek, o küçük yüzü çirkin bir şekilde boyanacaktı. Tarzan inledi. Ah, o Rus düşmanın boğazını, çelik parmaklarının arasına bir alabilseydi!
Bir de Jane vardı! Kim bilir; şüphe, korku ve belirsizlik yüzünden ne işkenceler çekiyordu! Şu andaki vaziyetinin bile onunki kadar korkunç olmadığını düşündü zira kendisi en azından, sevdiklerinden bir tanesinin evde emniyette olduğunu biliyordu. Jane ise hem kocasının hem de oğlunun nerede olduğundan bihaberdi.
Tarzan’ın Jane hakkındaki hakikati bilmemesi, kendi iyiliğineydi. Zira bilseydi, ızdırabına yüz kat daha ızdırap eklenirdi.
Aklından geçen bu kasvetli düşüncelere dalmış bir hâlde ormanda yavaş yavaş ilerlerken kısa bir süre sonra kulağına anlam veremediği tuhaf bir tırmalama sesi geldi. Sesin geldiği yöne doğru ihtiyatlı bir şekilde ilerledi. Çok geçmeden yıkılan bir ağacın altında kalmış, koca bir pantere denk geldi.
Tarzan yaklaşırken hayvan ona doğru dönüp hırladı, kendini kurtarmaya çalıştı lakin sırtındaki büyük dal ile bacaklarına dolanan daha küçük dallar, herhangi bir tarafa birkaç santimetreden fazla hareket etmesine mâni oluyordu. Maymun adam biçare kedinin önünde durup hayvanı ızdırabından kurtarmak için yayına bir ok yerleştirdi. Aksi takdirde hayvan açlıktan ölecekti fakat yayın kirişini geriye doğru çekerken ani bir düşünceyle eli birden durdu.
Zavallı hayvanı çok kolay bir şekilde hem hayatına hem de hürriyetine döndürebilecekken canını almanın manası neydi ki? Panterin hürriyetine kavuşmak için beyhude bir çabayla tüm bacaklarını oynatıp durmasına bakılırsa omurgası hasar görmemişti ve yine aynı sebepten anlaşılıyordu ki bacakları da kırılmamıştı.
Kirişini gevşetip okunu sadağına geri koydu ve yayını omuzuna astıktan sonra, ağacın altında mıhlanıp kalmış hayvana bir adım daha yaklaştı.
Dudaklarında, büyük kedilerin hâllerinden memnun ve mutlu olduklarında çıkardıkları rahatlatıcı mırlama sesi vardı. Tarzan’ın, Sheeta’nın dilinde çıkarabileceği dostça tutuma en yakın ses buydu.
Panter hırlamayı kesti ve maymun adamı dikkatle izlemeye başladı. Ağır ağacı hayvanın üstünden kaldırmak için o uzun, güçlü pençelerine epey yaklaşması gerekiyordu ve ağaç kalktığı zaman da adam, tamamen vahşi hayvanın merhametine kalacaktı. Fakat korku, Maymunların Tarzanı için yabancı bir histi.
Kararını vermiş bir şekilde derhâl harekete geçti. Hiç tereddüt etmeden panterin yan tarafındaki birbirine dolanmış dalların yanına geldi. Bir yandan da hâlâ dostça ve yatıştırıcı mırlamasına devam ediyordu. Kedi, başını adama doğru çevirdi; şüpheli gözlerle her bir hareketini izliyordu. Uzun, sivri dişlerini açığa çıkarmıştı lakin maksadı tehditten ziyade hazırlıklı olmaktı.
Tarzan geniş omuzunu ağacın gövdesinin altına soktu. Bunu yaparken de adam, koca hayvana o kadar yaklaşmıştı ki çıplak bacağı kedinin ipeksi kürküne değiyordu.
Dev adalelerini yavaş yavaş esnetti Tarzan.
Koca ağaç, birbirine dolanmış dallarıyla beraber panterin üzerinden yavaş yavaş kalkıyordu; kendisine mâni olan ağırlığın üzerinden kalktığını hisseden hayvan, çabucak sürünerek ağacın altından çıktı. Tarzan ağacı gerisin geri yere bıraktı ve iki hayvan dönüp birbirlerine baktılar.
Maymun adamın dudaklarında acı bir gülümseme vardı zira biliyordu ki her ne kadar kendi hayatını tehlikeye atarak bu vahşi orman sakinini kendi elleriyle kurtarmış olsa bile, koca kedinin serbest kalır kalmaz üzerine atlaması şaşırtıcı olmazdı. Ama atlamadı. Onun yerine ağaçtan birkaç adım geride durup maymun adamın ağacın karmakarışık dallarının arasından çıkışını seyretti.
Çıktığında Tarzan ile panter arasında üç adım ya vardı ya yoktu. Karşı taraftaki ağaçların yüksekteki dallarına çıkabilirdi çünkü Sheeta, maymun adamın çıkabileceği kadar yükseğe tırmanamazdı. Fakat bir sebepten, belki de bir anlık bir cesaretle; panterin minnet duygusuyla ona arkadaşça davranıp davranmayacağını görmek için hayvana yaklaşmaya karar verdi.
O yaklaşırken büyük kedi ihtiyatlı bir şekilde yana çekildi ve maymun adam; hayvanın sivri dişlerinin dibinden, hayvana sürtünerek geçip ormana doğru devam etti. Panter de tıpkı bir av köpeği gibi onun peşinden gitti.
Tarzan uzun bir süre hayvanın onu dostane bir hissiyat içerisinde mi yoksa sırf acıkınca yemek için mi takip ettiğini anlayamadı fakat nihayetinde hayvanı bu davranışa iten şeyin dostluk olduğuna inanmak mecburiyetinde kaldı.
Günün ilerleyen vakitlerinde bir geyik kokusunu alan Tarzan, ağaca çıktı. Oradan kemendini fırlatıp hayvanın boynuna geçirdiğinde; o gün, daha evvel vahşi kedinin şüphelerini yatıştırmak için çıkardığına benzeyen ama biraz daha yüksek ve daha tiz olan bir mırlama sesi çıkararak Sheeta’ya seslendi. Panterler çiftler hâlinde avlanırken birinin bir avı öldürdüğü zaman diğerine haber vermek için bu şekilde seslendiğini işitmişti.
Neredeyse anında, yakındaki çalılıklardan bir hışırtı duyuldu ve ardından tuhaf dostunun uzun, kıvrak vücudu göründü.
Ölü Bara’yı gören ve kan kokusunu alan panter, tiz bir çığlık attı. Birkaç saniye sonra iki hayvan, avın başında yan yana durmuş; beraberce körpe geyik eti ile besleniyordu.
Bu tuhaf ikili birkaç gün boyunca ormanda birlikte dolaştı. Biri bir av yakaladığında diğerine sesleniyor, böylelikle sık sık ve iyi besleniyorlardı.
Bir keresinde Sheeta’nın öldürdüğü bir yaban domuzunun etiyle karınlarını doyururlarken amansız ve korkunç aslan Numa, yakınlarındaki otların arasından koşarak çıkıp geldi. Onları, öldürdükleri hayvandan uzaklaştırmak için öfke dolu, uyarıcı bir kükremeyle ileri atıldı. Tarzan bir ağacın alçaktaki dallarına çıkarken Sheeta da yakındaki bir çalılığa daldı.
Burada maymun adam, boynundaki ot halatı çözdü ve Numa başı dimdik şekilde domuzun yanında dikilip meydan okurken kemendini hayvanın yeleli boynuna geçirdi ve halatı aniden çekerek kemendi sıktı. Bir yandan, çırpınan aslanı sadece arka ayakları yerde kalana kadar yukarı çekerken bir yandan da tiz bir sesle Sheeta’ya seslendi.
Halatı çabucak sağlam bir dala bağladı. Çağrısına cevap veren panter ortaya çıktığında Tarzan, ağaçtan öfkeyle çırpınan Numa’nın yanına atladı. Maymun adam uzun, keskin bıçağıyla hayvanın bir yanından girişirken Sheeta da diğer yanından saldırdı.
Panter, Numa’nın sağ tarafını diş ve pençeleriyle yırtıp parçalarken diğer tarafından da maymun adam taş bıçağını kalbine saplıyordu. Bu şekilde, ormanlar kralı güçlü pençesiyle halatı koparmayı başaramadan can verdi ve boynundaki kementle asılı kaldı. Ve ardından ormanda, erkek maymun ile panterin boğazından iki vahşi hayvanın zafer çığlığı aynı anda yükseldi; birbirine karışıp korkunç ve tekinsiz yegâne bir çığlık hâline geldi.
Çığlığın son notaları gitgide alçalarak ürkütücü bir inilti hâlinde yok olurken uzun savaş kanolarını sahile çekmekte olan bir grup yüzü boyalı savaşçı, oldukları yerde durdu; dikkat kesilip ormana doğru baktı.
5. BÖLÜM
MUGAMBİ
Tarzan; adanın kıyı şeridini baştan sona dolaşıp çeşitli noktalardan iç bölgelere doğru birkaç keşif gezisi yaptıktan sonra, adadaki tek insanın kendisi olduğuna kanaat getirdi.
Hiçbir yerde, geçici olarak bile olsa insanların bu kıyıya uğramış olduklarına dair herhangi bir işaret bulamamıştı. Gerçi şunun da farkındaydı ki tropik bitkiler çok hızlı büyür ve en kalıcı insan eserleri haricinde her şeyi silip süpürürlerdi, o yüzden bu çıkarımında yanılıyor da olabilirdi.
Numa’yı öldürmelerinin ertesi gününde, Tarzan ve Sheeta, Akut’un kabilesine rastladı. Panteri gören büyük maymunlar hemen kaçıştılar fakat bir süre sonra Tarzan onları geri getirmeyi başardı.
Aklına, tabiatları gereği birbirlerine düşman olan bu iki türü uzlaştırmaya çalışmak geldi; hiçbir şey olmazsa en azından ilginç bir deney olurdu. Karnını doyurmak ve boşta kaldığı anda aklına üşüşen kasvetli düşünceler haricinde zamanını alacak ve zihnini meşgul edecek her şeye dünden hazırdı.
Maymunların dar ve sınırlı kelime hazneleri işi zorlaştırsa da planını onlara izah etmek bilhassa zor bir mesele değildi fakat Sheeta’nın küçük, habis beynine maymunları değil; maymunlarla beraber avlanacağını sokmak, neredeyse maymun adamın kabiliyetlerini aşan bir işti.
Tarzan’ın silahlarının arasında uzun, sağlam bir sopa da vardı. Halatını panterin boynuna bağladıktan sonra, bu sopayı hırlayan hayvanın üstünde serbest bir şekilde kullanarak insana benzeyen büyük, tüylü yaratıklara saldırmaması gerektiğini kafasına sokmaya çalıştı. Sheeta’nın boynundaki halatın maksadını görüp anlayan maymunlar, derhâl biraz daha yaklaştılar.
Kedinin dönüp Tarzan’ı parçalamamış olması âdeta bir mucizeydi. Bu mucizeyi de şöyle izah etmek mümkün olabilir ki iki seferinde hırlayarak maymun adamın üstüne yürüdüğünde maymun adam, hayvanın hassas burnuna sopayla sert bir şekilde vurdu ve böylece hayvanın hafızasına, sopadan ve sopanın arkasında duran maymunlardan korkma hissini yerleştirmiş oldu.
Tarzan’la bağ kurmasının ilk baştaki sebebi panterin zihninde hâlâ net miydi, bilinmez ama şüphesiz ki bu birincil sebebin teşvik ettiği şuuraltı bir telkin sayesinde ve son birkaç günün alışkanlığının yardımıyla, hayvan bu muameleye tahammül ediyordu. Aynı muameleyi başka bir mahluk yapmış olsaydı, muhakkak ki doğruca boğazına saldırırdı.
Tabii bir de kendinden daha aşağı seviyede bulunan bir mahluk üzerinde, kendi tesirli nüfuzunu kullanan insan aklının ikna edici gücü vardı. Nihayetinde Tarzan’ın Sheeta’ya ve zaman zaman maymun adamın hakimiyetine giren diğer orman hayvanatına üstünlüğünü sağlayan en önemli faktör, belki de bu akıldı.
İşte her nasıl olduysa oldu; insan, panter ve büyük maymunlar vahşi yuvalarında günlerce yan yana dolaşıp birlikte avlandılar, avladıklarını birbirleriyle paylaştılar. Bu vahşi ve yırtıcı grubun içinde en korkutucu olanı da daha birkaç ay öncesine kadar Londra’nın birçok misafir salonunda tanıdık bir sima olan, güçlü, kuvvetli, kılsız hayvandı.
Hayvanlar bazen bir saatliğine veya bir günlüğüne ayrılıp kendi hâllerinde dolaşıyordu. İşte böyle zamanlardan birinde maymun adam, ağaç tepelerinden ilerleyerek kumsala gitmiş ve sıcak güneşin altında kumlara uzanmıştı. O sırada, yakınlardaki bir burnun alçak zirvesinden etrafı gözetleyen bir çift keskin göz onu fark etti.
Gözlerin sahibi; o sıcak, tropik güneş ışınlarının tadını çıkaran vahşi, beyaz adama bir an için hayret içerisinde bakıp kaldı ve sonra dönüp arkasındaki birine işaret verdi. Çok geçmeden bir çift göz daha maymun adamı seyre koyuldu. Ardından diğerleri de teker teker geldi. Nihayetinde tepenin kenarında, karınlarının üstünde uzanmış bir hâlde, beyaz derili yabancıyı seyreden ürkütücü kıyafetli vahşi savaşçıların sayısı yirmiyi bulmuştu.
Tarzan’a göre rüzgâr yönünde kalıyorlardı; bu yüzden kokuları ona gitmiyordu ve sırtı da onlara doğru yana dönük olduğundan, yerlilerin sık otların arasından sürüne sürüne burnun yamacından aşağı inip onun uzandığı kumsala doğru ihtiyatlı bir şekilde yaklaştıklarını göremiyordu.
Hepsi de iri kıyım adamlardı; metal takıları ve muhteşem rengârenk kuş tüyleriyle beraber barbar görünümlü başlıkları ile çirkin bir şekilde boyanmış suratları, vahşi ve saldırgan görünüşlerini tamamlıyordu.
Tepeden indikten sonra temkinli bir şekilde ayağa kalktılar, yarı bellerine kadar eğilip güçlü ellerindeki kalın sopalarını tehditkâr bir şekilde sallaya sallaya, hiç ses çıkarmadan, her şeyden bihaber beyaz adama yaklaştılar.
Tarzan, kederli düşünceleri sebebiyle öyle bir ruhsal ızdırap içerisindeydi ki bu ızdırabın tesiriyle keskin algıları uyuşmuştu. O yüzden kumsalda yalnız olmadığını fark ettiğinde vahşiler artık neredeyse yanına kadar gelmişlerdi.
Gerçi zihni ve kasları, en ufak bir teyakkuz hâlinde aynı anda harekete geçip öyle hızlı tepki vermeye alışmıştı ki arkasında bir şeylerin olduğunu sezer sezmez ayağa kalkıp düşmanlarına doğru döndü. O ayağa fırladığı sırada, savaşçılar da sopalarını kaldırıp vahşi çığlıklar atarak üzerine hücum ettiler fakat hücum etmeleriyle, en öndeki savaşçının kafasına inen uzun, kalın sopanın altında ani bir şekilde can vermesi bir oldu. Ardından çevik, adaleli maymun adam aralarına daldı ve öyle bir öfke, kuvvet ve isabet ile sağına soluna vurmaya başladı ki siyah yerliler paniğe kapıldı.
Aralarından sağ kalanlar bir anlığına geri çekilip, maymun adamdan biraz uzaklaşarak aralarında konuştular. Bu sırada maymun adam, kollarını önünde kavuşturmuş, yakışıklı yüzünde çarpık bir tebessümle onları seyrediyordu. Çok geçmeden yerliler, bu kez ağır harp mızraklarını savurarak bir kez daha hücuma geçtiler. Tarzan ile orman arasındaydılar; küçük bir yarım daire şeklinde ilerliyor, Tarzan’a yaklaştıkça daireyi daraltıyorlardı.
Maymun adam, tüm o koca mızraklar aynı anda üzerine fırlatılana kadar beklerse, bu son hücumdan kaçıp kurtulma ihtimali çok düşük görünüyordu lakin kaçmaya niyetlense, arkasındaki açık deniz haricinde, vahşilerin arasından geçmekten başka bir kaçış yolu yoktu.
İçinde bulunduğu durum hakikaten de çok vahimdi, ta ki aklına bir fikir gelene kadar. İşte o zaman gülümsemesinin yerini geniş bir sırıtış aldı. Savaşçılar hâlâ az bir mesafe ötedeydiler; bir yandan kendi türlerine has tarzda, bir aşağı bir yukarı zıplayıp müthiş bir savaş dansı icra ederken bir yandan da vahşi bağırışlar eşliğinde çıplak ayaklarını yere vurup ürkütücü bir uğultu çıkararak yavaş yavaş yaklaşıyorlardı.
Sonra maymun adam yüksek sesle bir dizi vahşi, tuhaf çığlık atınca yerliler birdenbire kafaları karışmış bir hâlde oldukları yerde donup kaldılar. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlarmış gibi birbirlerine baktılar zira işittikleri ses öyle ürkütücüydü ki kendi korkutucu savaş çığlıkları bile onun yanında hafif kalmıştı. Bu hayvani seslerin, hiçbir insan boğazından çıkamayacağına emindiler fakat yine de kendi gözlerinin önünde bu beyaz adam, ağzını açıp bu korkunç sesleri çıkarmıştı.
Lakin tereddütleri sadece bir anlıktı; ardından yeniden yekvücut hâlinde dans ede ede avlarının üstüne yürümeye başladılar fakat o sırada arkalarındaki ormandan aniden gelen sesler sebebiyle bir kez daha durdular ve arkalarına dönüp sesin geldiği tarafa baktıkları sırada öyle hayret verici bir manzarayla karşılaştılar ki o manzara, Wagambilerden daha cesur adamların dahi kanını dondururdu.
Ormanın kenarındaki karmakarışık otların içinden zıplayarak çıkıp gelen şey; alev alev gözleri ve hırlarken gösterdiği sivri dişleriyle, kocaman bir panterdi. Onun arkasından da bir sürü güçlü, kuvvetli, kıllı maymun hızla üzerlerine geliyordu. Hantal vücutlarının ağırlığını yere değen uzun kollarıyla dengeleyerek kısa, çarpık bacaklarının üzerinde, yarı dik vaziyette, sağa sola sallanarak yürürlerken çok ürkütücü görünüyorlardı.
Tarzan’ın hayvanları, çağrısına cevaben koşup gelmişlerdi.
Wagambiler yaşadıkları şaşkınlığın tesirinden çıkamadan bir taraftan o korkunç sürü, diğer taraftan da Maymunların Tarzanı üzerlerine saldırdı. Ağır mızraklar havada uçuşuyor, kalın sopalar sağa sola savruluyordu ve maymunlar, yere yığılıp bir daha kalkamasalar da beraberlerinde Ugambi’nin adamlarını da götürüyorlardı.
Sheeta’nın amansız dişleri ve yırtıcı pençeleri, yerlilerin siyah derilerini yırtıp parçalıyordu. Akut’un güçlü, sarı dişleri pürüzsüz derili birkaç vahşi yerlinin şahdamarını bulup koparmıştı. Maymunların Tarzanı da bir oraya bir buraya gidiyor, sahanın hiçbir noktasını boş bırakmadan vahşi müttefiklerini kışkırtıyor, uzun ve ince bıçağıyla düşmana epey hasar veriyordu.
Biraz sonra siyah yerliler, hayatlarını kurtarmak sağa sola kaçıştılar fakat tepenin otlarla kaplı yamaçlarından aşağı sürünerek inen yirmi savaşçıdan yalnızca tek bir tanesi, onları yerle bir eden sürüden kaçmayı başardı.
O kişi Mugambi’ydi; Ugambili Wagambilerin reisiydi. Mugambi, sırtın zirvesindeki sık otların karmakarışık yeşilliği arasında gözden kaybolurken onun ne tarafa kaçtığını sadece maymun adamın keskin gözleri görmüştü.
Sürüsünü, kurbanlarının etiyle, kendisinin asla dokunamayacağı insan etiyle karınlarını doyursunlar diye orada bırakan Maymunların Tarzanı; kanlı kavgadan sağ kurtulan tek kişinin peşine düştü. Tepeyi aşar aşmaz az ileride kaçan yerliyi gördü. Yüksek gelgit dalgalarının vurduğu kumsala çekilmiş uzun bir savaş kanosuna doğru, uzun adımlarla koşuyordu.
Maymun adam, dehşet içerisindeki yerlinin gölgesiymişçesine hiç ses çıkarmadan peşinden koştu. Beyaz adamın zihninde, kanoyu görünce aklına gelen yeni bir plan vardı. Eğer bu adamlar bu adaya başka bir adadan veya ana karadan geldilerse o neden onların aracını kullanarak onların geldiği ülkeye gitmesindi ki? Besbelli insanların yaşadığı bir ülkeydi ve şüphesiz ülkenin kendisi Afrika Ana Kıtası’nda olmasa bile, ana kara ile zaman zaman münasebeti olan bir yerdi.
Kaçmakta olan Mugambi, takip edildiğinin farkına varamadan omuzunda ağır bir el hissetti ve saldırganıyla mücadele etmek için arkasına döndüğünde kendisini müdafaa etmek için bir yumruk dahi savuramadan, saldırganın koca parmakları onu bileklerinden kavradığı gibi yere fırlattı ve kendisi de üstüne ata biner gibi oturdu.
Tarzan, ayaklarının dibinde iki büklüm yatan adama Batı Kıyısı’nın dilinde hitap etti.
“Sen kimsin?” diye sordu.
“Mugambi, Wagambilerin reisiyim.” diye karşılık verdi yerli.
“Eğer bu adadan ayrılmama yardım edeceğine söz verirsen hayatını bağışlayacağım.” dedi Tarzan. “Cevabın nedir?”
“Yardım edeceğim.” diye cevap verdi Mugambi. “Ama şimdi sen bütün savaşçılarımı öldürdüğün için, ben bile senin ülkenden ayrılıp ayrılamayacağımı bilmiyorum çünkü kürekleri çekecek kimse kalmadı, kürek çekenler olmadan denizi geçemeyiz.”
Tarzan ayağa kalktı ve esirinin de ayağa kalmasına müsaade etti. Yerli adam, erkekliğin muhteşem bir örneğiydi; fiziksel bakımdan, âdeta karşısındaki muhteşem beyaz adamın siyahi muadiliydi.
“Gel!” dedi maymun adam ve ziyafet çeken sürünün hırlamalarının duyulduğu yere doğru gerisin geri yürümeye başladı. Mugambi geri çekildi.
“Bizi öldürürler.” dedi.
“Zannetmiyorum.” diye karşılık verdi Tarzan. “Benim hayvanlarım onlar.”
Yine de savaşçılarının cesetlerini yemekte olan korkunç yaratıklara yaklaşmanın neticesinden korkan siyahi adam tereddüt etti fakat Tarzan, onu kendisiyle beraber gitmeye zorlayınca kısa bir süre sonra ikisi beraber ormandan çıkıp kumsaldaki dehşet verici manzaranın görülebildiği bir noktaya geldiler. İki adamı gören hayvanlar, başlarını kaldırıp onlara bakarak tehditkâr bir şekilde hırladılar fakat Tarzan, tir tir titreyen Wagambi’yi de peşinden sürükleyerek hayvanların arasına daldı.
Maymunlara Sheeta’yı kabul etmeyi öğrettiği gibi, Mugambi’yi benimsemeyi de öğretti; üstelik bu çok daha kolay olmuştu fakat Mugambi’nin savaşçılarını parçalayıp yemek için çağrıldığı hâlde, Mugambi’ye de aynı maksatla yaklaşmasına müsaade edilmediğini anlamak Sheeta için epey zor oldu. Fakat karnı iyice doymuş olduğundan korkutucu, uğursuz gözlerini dehşet içerisindeki yerliden bir an bile ayırmadan, alçak sesle, tehditkâr bir şekilde hırlayarak yerlinin etrafında dolaşmakla yetinmeye razı geldi.
Mugambi ise Tarzan’a öyle bir yapışmıştı ki maymun adam, reisin korkusunun onu soktuğu acınası duruma kahkahalarla gülmeden edemedi. Fakat nihayetinde beyaz adam, büyük kediyi ensesinden tutup Wagambi’nin yanına çekti ve kedi, yabancıya her hırladığında burnuna sertçe vurdu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/edgar-berrouz/tarzan-in-hayvanlari-69429526/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.