Tarzan Maymun Adam

Tarzan Maymun Adam
Edgar Rice Burroughs
Greystoke Lordu John ile eşi Leydi Alice; gemi yolculuklarına çıkarken başlatacakları sürükleyici serüvenden, dolaylı olarak dokunacakları hayatlardan ve yaklaştıkları sonlarından habersizlerdi. Talih, onları vahşi doğanın içinde bulunan küçük bir kulübeye mecbur bıraktı. Zorlu koşullara rağmen anne ve baba olmanın hazırlıklarını yapan çift; bulundukları vahşi doğadaki diğer bir annenin planlarına istemeyerek de olsa dahil edilmişlerdi. İnsan olarak dünyaya gelen bebeğin yaşam seyri, yavrusunu kaybeden anne maymun tarafından bütünüyle değiştirilecekti. İnsanların modern yaşamın konfor alanında kullanmayarak körelttikleri tüm yetiler, Maymunlar Tarzanı'nın mevcudiyetinde geliştirilmiş; onu âdeta üstün insan konumuna yükseltmişti. Zira Tanrı'nın insanı kendi suretinde yarattığı günden beri, yeryüzünde böyle bir adam yürümemişti. Vahşi hayvanların arasında, şiddet ve öfkeyle yoğrulsa da; Maymunlar Tarzanı'nın mayasında var olan aşk, gün yüzüne çıkacağı vakti bekliyordu. Jane, onun güzel yüzü; gerçek aşkın kelimelere ihtiyaç duymadan bir bakışa, bir gülümseyişe ya da bir dokunuşa gizlenebileceğini ispat ediyordu. Ancak kaderin, onlar için çizdiği başka bir yol vardı. Tarzan Maymun Adam; çocukların, aşka inanan ve aşkın gücünün yaptırabileceklerinin sınırını merak eden yetişkinlerin hikâyesi…

Edgar Rice Burroughs
Tarzan Maymun Adam

Edgar Rice Burroughs, 1 Eylül 1875 tarihinde Chicago’da iş adamı bir baba ile ev hanımı bir annenin altı çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Pek çok okul değiştirdikten sonra 1895 yılında lise dengi bir okul olan Michigan Military Academy’den mezun oldu. Kariyerine askerî alanda devam etmek isteyen Burroughs, U.S. Military Academy’nin giriş sınavlarında başarıyı yakalayamadı. Bunun üzerine, Amerikan Bağımsızlık Savaşı öncesinde Kızılderililer ile Avrupalı yerleşimciler arasında patlak veren savaşta önemli rolü bulunan Yedinci Amerikan Süvari Birliği’ne er olarak katıldı ve Arizona Çölü’ndeki görevine başladı. Buradaki görevini kendi tabiriyle “Apaçi kovalamaca” olarak tanımlayan Burroughs, kısa sürede bu görevin kendisine uygun olmadığını anladı ve babasının nüfuzunu kullanarak erken terhis oldu.
Askerlik serüvenine nokta koyan Burroughs, 1900 yılında çocukluk aşkı Emma ile evlendi ve Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde sığır çobanlığı, tezgâhtarlık, demir yolu emniyeti, altın madenciliği ve hatta eğitimi olmamasına rağmen muhasebecilik gibi birçok farklı alanda çalıştı. Girişimde bulunduğu işlerde tutunamasa da biriktirmeyi başardığı bir miktar parayla kendi işini kurdu. Fakat kısa sürede iflas etti. Birkaç iş kurma girişimi daha başarısızlıkla sonuçlanan Burroughs, kendisiyle birlikte eşini de bir depresyon hâlinin içerisinde buldu ve bu vahim durumu kısmen de olsa unutabilmek adına karikatür çizmeye, fantastik hikâyeler kaleme almaya başladı.
Otuz beş yaşına geldiğinde işsiz, parasız ve evli olan Burroughs; biri yolda olan üç çocuğa sahipti. Yazdığı hikâyeler de artık teselli olmuyordu. Yiyecek ve kömür gibi temel ihtiyaçlarını alabilmek için saatini ve eşinin mücevherlerini rehin vermek zorunda kaldığında, içerisinde bulunduğu çaresizlik onu Çin ordusunda görev almak için başvuru yapmaya yöneltti ancak başvurusu reddedildi. Kalan son parasıyla kalem açacağı üreten bir firmanın satış acenteliğini üstlenen Burroughs, bu firma için reklam yazarlığı yapmaya başladı ancak reklamını yapmış olduğu kalem açacakları satmadı.
İlk bakışta yeni bir başarısızlık hikâyesi olarak görünen bu iş, aslında Edgar Rice Burroughs’un yazarlık kariyerinin başlamasına vesile olmuştu. Reklam yazarlığı yaparken işten arta kalan zamanlarında, daha sonra A Princess of Mars adıyla yayımlanacak olan ilk romanı Under the Moons of Mars’ı yazmaya başladı. “Dayanılmaz bir yazma isteği duyduğumdan veya yazmayı sevdiğimden değil; bakmam gereken bir karım ve iki bebeğim olduğu için yazıyordum.” diyen yazar, romanının ilk kısmını bir edebiyat dergisi olan All-Story Magazine’e gönderdi. Romanın ilk kısmını beğenen editör, yazarı romanın devamını da yazmaya teşvik etti ve böylece Burroughs, yazarlık kariyerinin ilk adımını atmış oldu.
Bugün birçok akademisyen tarafından yirminci yüzyılın bilim kurgu türü adına bir dönüm noktası olarak kabul edilen A Princess of Mars romanı, günümüzde tüm dünyada basılmaya devam ederken, yazarın ikinci roman denemesi aynı başarıyı yakalayamadı. Tarihî roman türünde yazdığı eseri, yayınevi tarafından reddedilince, Burroughs, yazarlık kariyerine veda etmeyi düşündü ancak yayıncısının ısrarı ve tavsiyesi üzerine yeniden popüler türlere yöneldi. Yazar, bu noktada kaderini değiştiren ikinci kitabı Tarzan of the Apes’i yazdı.
İlk kez 1912 yılında All-Story Magazine’de yayımlanan Tarzan of the Apes müthiş bir ilgi gördü. 1914 yılında kitap olarak ilk basımı yapılan roman, çok satan kitaplar listesine girdi. Yazarın ilk kitabını, yirmi üç adet devam kitabı takip etti ve serinin kitapları birçok çizgi roman, çizgi film, televizyon filmi ve sinema filmine uyarlandı. Yazar, başarılı yayın sürecine kaleme aldığı birçok roman ile devam etti. Finans durumunu güvenceye aldıktan sonra, 1919 yılında California’da satın aldığı ve “Tarzana Ranch” adını verdiği çiftliğine yerleşti. 1923 yılında Los Angeles şehrinin gelişmesiyle birlikte çiftlik, yerleşim yerinin ortasında kaldı ve Burroughs, arazisinin bir kısmını ev inşası için sattı. Kısa sürede büyüyen yerleşim yeri, bir mahalle hâline geldi ve mahalle sakinlerinin oyuyla, bu yere Leydi Alice’in “Tarzana” adını verdi.
Eşi Emma ile 1934 yılında boşanma kararı alan yazar, ertesi yıl eski aktris Florence Gilbert Dearholt ile evlendi. İkinci evliliği de uzun sürmeyerek 1942 yılında boşanma ile sonuçlandı. Japonya’nın, Pearl Harbor’a saldırı düzenlediği sırada Burroughs’un savaş muhabirliği başvurusu kabul edildi ve altmış yaşındaki yazar, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika’nın en yaşlı savaş muhabiri oldu.
Savaş bittikten sonra California’ya dönen yazar, 1950 yılında geçirdiği kalp krizi nedeniyle vefat etti. Yaşama gözlerini yumduğunda seksene yakın eseri bulunan yazar, kendi yarattığı karakterin adını taşıyan Tarzana’ya defnedildi.

İnci Nazlı, 1986 yılında İstanbul’da doğdu. Çeviriye lise yıllarında hobi olarak, beğendiği hikâye ve şarkı sözlerini çevirerek başladı. 2008 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, İngilizce Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. Dört yıl öğretmenlik yaptı, bu arada bir internet sitesinde başladığı profesyonel çevirmenlik işini de sürdürdü. 2012 yılından bu yana hayatına çevirmen olarak devam ediyor.
Çevirierinden bazıları: Devrim 19 (G. Rosenblum), Kördüğüm (C. Read) Gölgeler (P. Weston), Sis (P. Weston), Işıltı (P. Weston).

1. BÖLÜM
DENİZE DOĞRU
Ben bu hikâyeyi, onu ne bana ne de bir başkasına anlatmaya hakkı olan birinden duydum. Anlatıcının bu tuhaf hikâyeyi anlatmaya başlamasını, o yıllanmış şarabın anlatıcı üzerindeki baştan çıkarıcı; sonraki günlerde devam etmesini ise bendenizin şüpheci tutumuna bağlayabilirim zannediyorum.
Çakırkeyif mihmandarım, bana çok fazla şey anlattığını; benim ise şüpheye meyilli olduğumu fark ettiğinde yıllanmış şarabın başlattığı işi, şahsının budalaca gururu devraldı ve böylece anlattığı fevkalade hikâyenin, çarpıcı özelliklerinin birçoğunu destekler nitelikteki küflenmiş bir el yazması ile İngiliz Kolonicilik Bürosunun yavan kayıtlarından oluşan yazılı kanıtları ortaya çıkardı.
Hikâye gerçek demiyorum; nihayetinde ben, hikâyede geçen olaylara gözlerimle şahit olmadım. Ama benim bu hikâyeyi size anlatırken başkarakterlere takma isimler vermiş olmam bile, bu hikâyenin gerçek olabileceğine dair şahsi inancımda ne denli samimi olduğumu kanıtlamaya yeterlidir.
Uzun zaman önce vefat etmiş bir adamın günlüğünün sararmış, küflenmiş sayfaları ile Kolonicilik Bürosunun kayıtları, çakırkeyif mihmandarımın anlattıklarıyla mükemmel bir şekilde örtüştüğü için; birkaç kaynaktan topladığım parçaları titizlikle birleştirerek oluşturduğum bu hikâyeyi size anlatıyorum.
Hikâyeyi inandırıcı bulmazsanız da en azından eşsiz, fevkalade ve ilginç bir hikâye olduğu konusunda benimle hemfikir olacağınıza eminim.
Kolonicilik Bürosunun kayıtları ile merhumun günlüğünden öğrendiğimize göre, bu hikâyede Greystoke Lordu John Clayton olarak bahsedeceğim genç İngiliz asilzadesi; Britanya’nın Batı Afrika kıyısı kolonilerinden birindeki vaziyeti, özellikle titiz bir şekilde teftiş etmekle vazifelendirilmişti. Avrupa’nın başka bir güçlü devletinin, bu koloninin basit yerli halkından kendi yerli ordusuna asker devşirdiği ve bu orduyu sırf, Kongo ve Aruwimi’nin vahşi kabilelerinden zorla kauçuk ve fil dişi toplattırmak için kullandığı biliniyordu. Britanya Kolonisi’nin yerlileri, delikanlılarının çekici ve parlak vaatlerle kandırılıp götürüldüğünden ancak çok azının ailelerine döndüğünden yakınıyordu.
Afrika’daki İngilizler daha da ileri giderek bu zavallı siyahilerin cahilliklerinden yararlanan beyaz subayların, onlara askerlik süreleri bittikten sonra bile daha birkaç yıllık hizmet sürelerinin olduğunu söyleyip onları gayriresmî köleler olarak zapt ettiklerini söylüyorlardı.
İşte bu nedenle Kolonicilik Bürosu, John Clayton’ı Britanya Batı Afrikası’nda yeni bir göreve atamıştı ancak aldığı gizli talimatlar, Britanya’nın dostu olan güçlü bir Avrupa ülkesi subaylarının, siyahi İngilizlere uyguladığı kötü muamele hakkındaydı. Gerçi, gönderilme nedeninin bu hikâyede pek bir önemi yok çünkü kendisi, bu teftişi gerçekleştirmedi; hatta varış noktasına bile ulaşamadı.
Clayton, insana en çok binlerce savaş meydanında kazanılmış zaferlerle elde edilen tarihî bir başarıya ithaf edilmiş en asil abideleri anımsatan türden bir adamdı; güçlü, yiğit bir adam; hem zihnen hem ahlaken hem de bedenen.
Boyu ortalamanın üzerindeydi; gözleri gri, yüz hatları muntazam ve güçlüydü; yıllarca askerî eğitim almış olmasının etkisiyle sağlığı mükemmel, bedeni zindeydi.
Siyasete olan düşkünlüğü onu, ordudan Kolonicilik Bürosuna naklini istemeye sevk etmişti. Biz de böylece onu bu genç yaşında, Kraliçe’nin hizmetinde, hassas ve önemli bir görevi üstlenmiş hâlde bulduk.
Bu göreve tayin edildiğini öğrendiğinde hem çok sevinmiş hem de dehşete kapılmıştı. Ona göre bu tayin hem titiz ve maharetli hizmetleri sonucunda fazlasıyla hak ettiği bir ödül niteliğindeydi hem de onu, önem ve sorumluluk açısından daha büyük vazifelere taşıyacak bir basamaktı. Fakat diğer yandan da İngiliz asilzadelerinden Alice Rutherford ile evleneli henüz üç ay olmuştu ve bu narin genç kızı tropik Afrika’nın tehlikeli ve ıssız topraklarına götürme düşüncesi onu korkutuyordu.
Genç kızın hatırına bu görevi geri çevirmeye hazırdı ama o bunu kabul etmedi. Aksine, görevi kabul etmesi ve onu da yanında götürmesi için ısrar etti.
Tabii ki anneler, kardeşler, teyzeler, halalar ve kuzenler bu konu üzerine çeşitli fikirlerini beyan etmekten geri durmadılar. Hepsi tek tek ne tavsiye vermişti; orasını tarih yazmamış.
Tek bildiğimiz şu ki: 1888 yılının aydınlık bir Mayıs sabahında, Greystoke Lordu John ile Leydi Alice, yelkenli gemiyle Dover’dan Afrika’ya doğru yola çıktılar.
Bir ay sonra Freetown’a varıp oradan, onları nihai varış yerlerine taşıyacak olan Fuwalda adındaki küçük yelkenli gemiyi kiraladılar.
İşte tam orada Greystoke Lordu John ile eşi Leydi Alice; gözden kaybolup bilinmezlikte yitip gittiler.
Freetown Limanı’ndan demir alıp ayrıldıktan iki ay sonra, yarım düzine kadar İngiliz savaş gemisi; onların izini bulmak amacıyla Güney Atlantik’i taramaya başladı ve çok geçmeden küçük geminin enkazı, St. Helena kıyılarında bulundu. Bu da dünyayı, Fuwalda’nın tüm yolcularıyla birlikte battığına ikna etmeye yetti ve böylece arama çalışmaları başladığı gibi durduruldu. Fakat onları özleyenlerin yüreğindeki umut ışığı yıllarca sönmedi.
Yaklaşık yüz tonluk bir barkentin olan Fuwalda, Atlantik Okyanusu’nun uzak güneyinde sıkça görülen türden bir kıyı gemisiydi. Bu tür gemilerin mürettebatı, denizin çer çöpünden; yani asılmaktan kurtulmuş, her ırk ve milletten katil ve haydutlardan oluşurdu.
Fuwalda da istisna değildi. Zabitleri, hem mürettebattan nefret eden hem de mürettebatın nefret ettiği, yanık tenli zorbalardı. Kaptan, her ne kadar işinin ehli bir deniz adamı olsa da adamlarına uyguladığı muamele açısından gaddardı. Onları idare etmekte bildiği ya da en azından kullandığı, yalnızca iki yöntem vardı: bağlama direği ve tabanca. İşe aldığı bu soytarı topluluğu da başka bir şeyden anlayacak gibi değildi zaten.
Freetown’dan ayrılışın ikinci gününde John Clayton ve genç karısı, Fuwalda’nın güvertesinde öyle sahnelere tanık olmuşlardı ki böyle şeylerin yalnızca deniz hikâyeleri anlatan kitapların kapaklarında resmedildiğini zannederlerdi.
İkinci günün sabahında, olaylar zincirinin ilk halkası dövülecek; o vakitte henüz doğmamış olan birinin, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş yaşam öyküsünü başlatacaktı.
İki denizci Fuwalda’nın güvertelerini yıkamakla meşgullerdi; birinci güverte zabiti dümeni devralmış, kaptan ise John Clayton ve Leydi Alice ile konuşmak üzere ara vermişti.
Denizciler, geri geri giderek güverteyi silerken sırtları onlara dönük şekilde konuşmakta olan üçlüye doğru yaklaşıyorlardı. Yaklaştılar, yaklaştılar ve nihayetinde bir tanesi kaptanın hemen dibine kadar geldi. Başka bir zamanda, adam oradan geçip gidebilir; bu tuhaf hikâye hiç yaşanmamış olabilirdi.
Ancak tam o sırada kaptan, Greystoke Lordu ve Leydisi’nin yanından ayrılmak üzere arkasına dönerken yerleri silmekte olan denizciye takılıp güverteye yüzükoyun serildi ve serilirken de su kovasını devirince üstü başı pis suyla sırılsıklam oldu.
Bir an için sahne oldukça gülünçtü ama yalnızca bir an için. Yüzü utançtan ve öfkeden kıpkırmızı olan kaptan, ağız dolusu korkunç küfürler ederek yeniden ayağa kalktı ve dehşet verici bir yumrukla denizciyi güverteye serdi.
Adam ufak tefek ve görece yaşlıydı, bu da kaptanın eyleminin gaddarlığını artırıyordu. Fakat diğer denizci ne yaşlıydı ne de ufak tefek; hırpani kara bıyıkları ve heybetli omuzları arasında bir boğanınkini andıran kalın boynu ile ayı gibi bir adamdı.
Arkadaşının yere düştüğünü gördüğünde çömeldi ve boğuk bir hırlama eşliğinde kaptanın üzerine atlayıp tek bir kuvvetli yumrukla onu dizlerinin üzerine düşürdü.
Kaptanın yüzü kırmızıyken solup kireç gibi oldu çünkü bu bir isyandı amansız kariyeri boyunca daha önce de isyanlarla karşılaşmış ve onları bastırmıştı. Ayağa kalkmayı bile beklemeden cebinden tabancasını çıkardı ve doğrudan, önünde dağ gibi dikilen kas yığını adama ateş etti. Ama kaptan ne kadar hızlıysa John Clayton da en az onun kadar hızlı davranmış ve güneşin ışığı altında parlayan tabancayı görür görmez kaptanın koluna vurup aşağı indirmiş; böylece denizcinin kalbine nişan alınan kurşun, kalbi yerine bacağına saplanmıştı.
Clayton ve kaptan arasında bir ağız dalaşı yaşanırken Clayton, kaptanın mürettebata karşı sergilediği gaddarlıktan tiksindiğini ve kendisi ile Leydi Greystoke teknede yolcu oldukları sürece bir daha böyle bir şeye göz yummayacağını açıkça belirtti.
Kaptan, öfkeyle karşılık vermek üzereyken fikrini değiştirip arkasına döndüğü gibi suratı mosmor ve kaşları çatık bir hâlde hızla yürüyüp uzaklaştı.
Bir İngiliz subayını düşman edinmek istemezdi çünkü Kraliçe’nin güçlü ellerinde, her yere ulaşan İngiliz donanması gibi hem takdir ettiği hem de korktuğu bir cezalandırma aracı bulunduğunu bilirdi.
Yaşlı adam ayağa kalkıp yaralı yoldaşının da kalkmasına yardım etti. Dostları arasında Kara Michael adıyla bilinen iri adam, bacağını dikkatle yokladı ve ağırlığını taşıyabildiğini görünce Clayton’a dönüp kaba bir sesle teşekkür etti.
Adamın ses tonu sert olsa da sözlerinin iyi niyetli olduğu aşikârdı. Kısa konuşmasını bitirir bitirmez sohbetin daha fazla uzamasını istemediğini belli ederek arkasına dönüp topallaya topallaya baş kasaraya doğru gitti.
Sonraki birkaç gün onu tekrar görmediler. Kaptan ise konuşmak mecburiyetinde kaldığı zamanlardaki huysuzca homurdanması haricinde onlarla ilgilenmedi.
Yemeklerini, bu talihsiz olayın öncesinde olduğu gibi kaptanın kabininde yemeye devam ediyorlardı ancak kaptan, yemek saati onlarınkiyle aynı zamana denk gelmesin diye işlerini dikkatlice ayarlıyordu.
Diğer zabitler, zorbalık yaptıkları adi mürettebattan hallice olsalar da kaba saba, cahil adamlardı; kibar İngiliz asilzadesi ve onun eşiyle muaşeretten kaçınmak işlerine gelmişti. Böylece, Claytonlar kendi başlarına kalmıştı.
Bu, onların da tercih ettiği bir durumdu ancak aynı zamanda küçük gemideki hayattan soyutlanmalarına neden olmuştu; bu nedenle de çok yakında kanlı bir trajediyle sonuçlanacak olan günlük olaylardan bihaberdiler.
Tüm gemiyi; bir felaketin yaklaştığı hissi veren, tarifi imkânsız bir hava sarmıştı. Dışarıdan bakıldığında, Claytonların bildiği kadarıyla, küçük gemide her şey olağan bir şekilde devam ediyordu ama onları meçhul bir tehlikeye doğru sürükleyen bir ters akıntı vardı ki ikisi de hissettiği hâlde, birbirlerine bundan bahsetmiyorlardı.
Kara Michael’ın yaralanmasından sonraki ikinci gün, Clayton güverteye çıktığında dört denizcinin başka bir arkadaşlarının hareketsiz bedenini aşağıya taşımakta olduklarını; güverte zabitinin ise bir kenarda durmuş, elinde ağır bir bağlama demiri olduğu hâlde asık suratlı denizcilere dik dik baktığını gördü.
Clayton hiçbir şey sormadı; sormasına da gerek yoktu zaten. Sonraki gün, ufukta bir İngiliz savaş gemisinin suyun üzerinde bıraktığı devasa izler görününce kendisinin ve Leydi Alice’in o gemiye bindirilmesini talep etmeye karar verir gibi oldu çünkü kasvetli Fuwalda’da kalmanın zarardan başka bir şey getirmeyeceğine dair korkusu gitgide artıyordu.
Öğlene doğru İngiliz gemisi ile iletişim menziline girdiklerinde Clayton, kaptana gidip kendilerini o gemiye bindirmesini istemeye tam karar vermişti ki; birdenbire bu isteğin ne kadar saçma olduğunu fark etti. Kraliçe’nin gemisini komuta eden kaptana, gemiyi daha şimdi geldiği tarafa döndürmesini sağlayacak ne tür bir sebep verebilirdi ki!
İki isyankâr denizciye, zabitlerince kötü muamele edildiğini mi söyleyecekti? Ona bıyık altından gülüp gemiden ayrılma isteğini sadece tek bir nedene yorarlardı: korkaklığına.
Greystoke Lordu John Clayton, İngiliz savaş gemisine nakledilme isteğini dile getirmedi. Akşamüstünün sonlarına doğru, geminin üst kısımlarının da ufuktan silindiğini gördü. Gördü görmesine ama o sırada, en büyük korkularını haklı çıkaran bir şey de öğrenmiş ve daha birkaç saat önce emniyet, ulaşabilecekleri kadar yakındayken genç karısının güvenliğini sağlamasına mâni olan aptalca gururuna lanet etmişti. Ama nafileydi; o emniyet çoktan gitmişti ve geri gelmeyecekti.
Akşamüstünün ortalarıydı; Clayton ve karısı geminin yan tarafında durmuş, büyük savaş gemisinin ardında bıraktığı izlerin yavaş yavaş silinişini seyrederlerken geçen gün kaptanın yere düşürdüğü ufak tefek, yaşlı denizci geldi. Yaşlı adam pirinç kaplamaları cilalıyordu ve yavaş yavaş Clayton’ın yanına kadar gelip kısık bir sesle şöyle dedi:
“Kıyamet kopacak efendim bu gemide, bakın buraya yazıyorum. Kıyamet kopacak!”
“Ne demek istiyorsun, azizim?” diye sordu Clayton.
“Nasıl, olanları duymadınız mı? O kaptan denilen şeytan tohumuyla onun zabitlerinin, mürettebatın yarısının kafasını gözünü dağıttığını duymadınız mı? Dün iki kafa patladı, bugün de üç. Kara Michael kendine geldi, o buna asla katlanmaz, asla, işte buraya yazıyorum, efendim.”
“Yani diyorsun ki mürettebat isyan başlatmayı düşünüyor?” diye sordu Clayton.
“İsyan!” dedi yaşlı adam. “İsyanmış! Niyetleri cinayet, efendim, işte buraya yazıyorum.”
“Ne zaman?”
“Yakında efendim; yakında ama zamanını söyleyemem, zaten fazla konuştum. Ama siz geçen gün kıyak adam olduğunuzu gösterdiniz, ben de sizi şimdiden uyarayım dedim. Ama ağzınızı sıkı tutun, silah sesi duyduğunuz zaman da aşağı inin ve oradan çıkmayın.”
“Hepsi bu, siz ağzınızı açmayın yeter; yoksa kaburgalarınıza sıkarlar, demedi demeyin efendim.” dedi yaşlı adam ve cilalama işine dönerek Claytonların yanından uzaklaştı.
“Aman ne keyifli bir vaziyet, Alice!” dedi Clayton.
“Kaptanı derhâl uyarmalısın John. Bela çıkmadan önü alınabilir belki.” dedi Alice.
“Sanırım uyarmam lazım ama yine de bana ‘ağzımı sıkı tutmamı’ söylemelerinin tamamen bencilce de olsa bir nedeni var. Şimdi, ne yaparlarsa yapsınlar, şu Kara Michael denen adama arka çıkmama hürmeten bize dokunmayacaklar. Ama onlara ihanet ettiğimi öğrenirlerse bize merhamet etmezler Alice.”
“Senin tek bir vazifen var John; o da otoritenin menfaatini korumaktan geçiyor. Kaptanı uyarmazsan sanki bu planı yapmaya ve uygulamaya kendi ellerinle yardım etmişsin gibi sonuçlarına da ortak olursun.”
“Anlamıyorsun canım.” diye karşılık verdi Clayton. “Ben seni düşünüyorum; benim birinci vazifem bu. Kaptan bu belayı başına kendisi açtı; ben neden onu kendi gaddarca aptallığının sonuçlarından kurtarmak için, muhtemelen nafile olacak bir çaba içine girip de kendi karımın akıl almaz dehşetlere maruz kalmasını göze alayım? Bu haydutlar sürüsü Fuwalda’nın kontrolünü ele geçirirse neler olacağını anlamıyorsun canım.”
“Vazife vazifedir John; ne kadar laf cambazlığı yaparsan yap, yine de bu gerçek değişmeyecek. Bir İngiliz lordunun basit bir vazifeden kaytarmasına bahane olursam ne sefil bir lord eşi olurum ben? Tehlikenin farkındayım ama seninle birlikte bu tehlikeye göğüs gerebilirim.”
“Peki öyleyse, dediğin gibi olsun Alice.” dedi gülümseyerek. “Belki de boş yere vesvese yapıyoruzdur. Bu gemideki işlerin gidişatını beğenmesem de belki de o kadar vahim değildir. Muhtemeldir ki “Asırlık Denizci” olayların aslını değil de; kendi hınzır, yaşlı gönlünden geçenleri dile getiriyordu sadece.
“Açık denizlerde isyan, yüz yıl önce yaygın bir durum olmuş olabilir ancak artık 1888 yılındayız, böyle bir şeyin olma ihtimali çok düşük.”
“İşte bak, kaptan kabinine giriyor. Onu uyaracaksam bu nahoş işi hemen yapsam fena olmaz çünkü bu hödükle konuşmayı içim kaldırmıyor.”
Ve böyle diyerek kaptanın girdiği güverte kapısına doğru rahat adımlarla yürüdü. Kısa bir süre sonra kaptanın kapısını çalıyordu:“Girin!” dedi huysuz kaptan, kalın sesiyle hırlar gibi.
Clayton içeri girip kapıyı arkasından kapatınca kaptan:
“Evet?”
“Bugün kulak misafiri olduğum bir konuşmanın özünü bildirmeye geldim çünkü zannımca, önemli bir şey olmasa bile hazırlıklı olmanızda yarar olabilir. Özetle, adamlar isyan ve cinayet planlıyor.”
“Yalan!” diye kükredi kaptan. “Yine bu geminin disiplinine müdahale ettiyseniz ya da sizi ilgilendirmeyen işlere karıştıysanız sonuçlarına da katlanın, canınız cehenneme. İngiliz lordu olup olmamanız umurumda değil. Bu geminin kaptanı benim, bundan sonra burnunuzu benim işlerime sokmayın.”
Kaptan öfkeden öylesine deliye dönmüştü ki yüzü mosmor kesilmişti. Son kelimelerini avazı çıktığınca bağırarak söylerken söylediklerini vurgulamak için de koca yumruklarından birini masaya güm diye indirmiş, diğerini de Clayton’ın suratının önünde sallamıştı.
Bunların karşısında Greystoke kılını bile kıpırdatmamış, olduğu yerde dikilip hırslanan adamı sakin bakışlarıyla izlemişti.
“Kaptan Billings!” dedi sonunda, ağır ağır konuşarak: “Açık sözlülüğümü bağışlayın ancak şunu belirtmek isterim ki pisliğin tekisiniz.”
Bunu demesiyle birlikte arkasına dönüp gelirken de sergilediği, o kendine has aynı rahat tavırlarıyla kaptanın yanından ayrıldı. Bu rahat tavırlarının, Billings gibi bir adamı bir hakaret yağmurundan çok daha fazla öfkelendireceğini elbette tahmin etmişti.
Tabii, eğer Clayton onu yatıştırmaya çalışmış olsaydı kaptan bu pervasız sözlerinden pişman olacak kıvama kolaylıkla getirilebilirdi fakat şimdi durum böyleyken kaptanın öfkesi, Clayton’ın soktuğu kalıba öyle bir oturmuştu ki düzelmesi mümkün değildi. Ve böylelikle kendi ortak menfaatleri uğruna birlikte hareket edebilmeleri için son fırsatı da kaçırmışlardı.
“Evet, Alice.” dedi Clayton. Karısının yanına döndüğünde: “Nefesimi harcamasam da olurmuş. Bu herif tam bir nankör çıktı. Kuduz köpek gibi üzerime atlayacaktı neredeyse. Onun da lanet olası köhne gemisinin de adı batsın, benden bu kadar! Bundan sonra, biz bu şeyden sağ salim inene kadar, tüm enerjimi kendi selametimizi sağlamaya sarf edeceğim. Ve zannımca bunun ilk adımı da kamaramıza gidip tabancalarımı yoklamak olacak. Büyük silahlarla mermileri aşağıya koyduğumuza pişman oldum şimdi.”
Kamaralarını darmadağın bir hâlde buldular. Açılmış kutularından ve çantalarından çıkarılan kıyafetler küçük odanın her yerine saçılmış, hatta yatakları bile parça pinçik edilmişti.
“Görünüşe göre, birileri eşyalarımızı bizden daha fazla dert edinmiş.” dedi Clayton. “Etrafa bir bakalım Alice, eksik bir şey var mı diye.”
Sıkı bir incelemenin ardından, kaybolanların sadece Clayton’ın kendileri için sakladığı iki tabancası ve az sayıdaki mermileri olduğunu gördüler.
“Keşke her şeyi alsalardı da onları bıraksalardı.” dedi Clayton. “Aldıkları tek şeyin onlar olması da hiç iyiye işaret değil.”
“Ne yapacağız, John?” diye sordu karısı. “Tarafsız kalmamızın bizim için en iyisi olduğunu söylerken haklıymışsın galiba.”
“Zabitler isyana mâni olabilirse korkacak bir şeyimiz kalmaz ancak, isyancılar galip gelirse ufak da olsa tek şansımız, onların önüne çıkmamak ya da onları kızdırmamak olacaktır.”
“Haklısın, Alice. Orta yoldan ayrılmayacağız.”
Kamaralarını toplamaya başlamışlardı ki Clayton ve karısı aynı anda, kapının altından ucu görünen bir kâğıt parçasını fark ettiler. Clayton kâğıdı almak için eğildiğinde, kâğıdın odanın içine doğru hareket ettiğini görüp şaşırdı; ve anladı ki kâğıt, dışarıdaki biri tarafından içeriye doğru itiliyordu.
Hızlı ve sessiz bir şekilde kapıya doğru adım attı; tam kapı kolunu çevirmek üzereyken karısının eli, bileğini kavradı: “Yapma, John.” diye fısıldadı. “Her kimse görülmek istemiyor, görmememiz bizim için daha hayırlı olabilir. Orta yoldan ayrılmayacağımızı unutma.”
Clayton gülümsedi ve elini indirdi. Böylece, orada durup küçük beyaz kâğıdın tamamen içeriye girişini ve zeminin üzerinde hareketsiz kalana kadar kapının altından itilişini izlediler.
Sonra Clayton eğilip kâğıdı aldı. Kare şeklinde kabaca katlanmış; biraz kirli, beyaz bir kâğıttı. Açtıklarında içerisinde, neredeyse okunaksız bir yazıyla yazılmış ve bunun, alışkın olmadıkları bir iş olduğunu gösteren kaba saba bir mesaj buldular.
Tercüme etmek gerekirse Claytonlara, tabancalarının kaybolduğunu bildirmemeleri ve yaşlı denizcinin ona anlattıklarını kimseye anlatmamalarına dair bir ikazdı. Aksi hâlde sonucu acılı bir ölüm olacaktı.
“Zannediyorum ki bize bir şey olmayacak.” dedi Clayton, hüzünlü bir gülümsemeyle. “Yapabileceğimiz tek şey oturup olacakları sabırla beklemek.”

2. BÖLÜM
YABAN EVİ
Çok beklemek zorunda kalmamışlardı çünkü ertesi sabah Clayton, her sabah yaptığı gibi kahvaltı öncesinde yürüyüş yapmak için güverteye çıktığında, bir silah sesi çınladı ve ardından peş peşe birkaç silah sesi daha duyuldu.
Gördüğü manzara, en büyük korkularını haklı çıkarır nitelikteydi. Bir avuç zabitin karşısına, Fuwalda’nın tüm mürettebatı dikilmişti; başlarında ise Kara Michael vardı.
Zabitlerin açtığı ilk yaylım ateşiyle birlikte adamlar sığınacak bir yer bulmak için kaçıştılar. Direklerin, kaptan köşkünün ve kabinin arkasında siper alıp geminin nefret ettikleri otoritesini temsil eden bu beş adama karşı ateş açtılar.
Aralarından iki kişiyi kaptanın tabancasına kurban vermişlerdi. Cesetler çatışmanın ortasında, düştükleri yerde öylece yatıyorlardı. Sonra aniden, birinci güverte zabiti yüzükoyun yere kapaklandı. Hemen ardından Kara Michael’ın canhıraş komutu duyuldu ve isyancılar, geriye kalan dört kişinin üzerine atıldı. Mürettebat, sadece altı ateşli silah bulup toplayabildiği için; çoğunun elinde silah olarak kanca, balta, nacak ve levye vardı.
Onları saldırıya geçtiği sırada kaptan tabancasını boşaltmış; yeniden dolduruyordu. İkinci zabitin tabancası ise tutukluk yapmış ve böylece, üzerlerine atılan isyancılara karşı zabitlerin elinde yalnızca iki silah kalmıştı. Çaresiz kalan zabitler, üzerlerine gelen öfkeli adamların karşısında geri çekilmeye başlamışlardı.
Her iki taraf da dehşet verici küfürler savuruyor, lanetler okuyordu; bunlara bir de silah sesleri ve yaralıların haykırışları, inlemeleri eklenince Fuwalda’nın güvertesi âdeta bir tımarhaneye dönmüştü.
Zabitler henüz birkaç adım geriye kaçabilmişlerdi ki adamlar üzerlerine çullandılar. Kaptanın başı, iri kıyım bir zencinin elindeki baltayla alnından çenesine kadar yarıldı. Göz açıp kapayıncaya kadar hepsi yere serilmişti; onlarca yumruk ve merminin ardından kimi ölmüş, kimiyse yaralanmıştı.
Çabuk ve kanlı bir şekilde halletmişlerdi işi; Fuwalda’nın isyancıları. Ve tüm bunlar olurken John Clayton, güverte kapısının arkasına pervasız bir edâyla yaslanmış; sıradan bir kriket maçı izlermişçesine piposunu tüttürerek sakin sakin seyretmişti hepsini.
Son zabit de etkisiz hale getirilince mürettebattan birileri karısını aşağıda bir başına bulmasın diye, onun yanına dönmeye karar verdi.
Dışarıdan sakin ve umursamaz görünse de Clayton, içten içe korku ve endişe doluydu zira merhametsiz kader, onları bu yarı acımasız cahillerin eline bırakmıştı ve karısına zarar vermelerinden korkuyordu.
Merdivenden inmek üzere arkasına döndüğünde, hemen dibindeki basamakta dikilen karısıyla yüz yüze gelince şaşırdı: “Sen ne zamandır buradasın, Alice?”
“Başından beri.” diye karşılık verdi. “Çok korkunç, John. Off, çok korkunç! Böylelerinden ne bekleyebiliriz ki?”
“Kahvaltı mesela.” diye cevap verdi, karısının korkularını yatıştırma çabasıyla cesurca gülümseyerek.
“Yani, en azından.” diye ekledi. “Gidip soracağım. Sen de gel, Alice. Güzelce ağırlanmaktan başka bir muameleyi kabul etmeyeceğimizi göstermemiz lazım onlara.”
O sırada ölü ve yaralı zabitlerin etrafında toplanmış olan adamlar, ölü ya da diri ayrımı gözetmeden hiçbir sevgi ya da merhamet kırıntısı göstermeden hepsini gemiden aşağı atmakla meşgullerdi. Aynı kalpsizlikle, kendi ölülerini ve can çekişen yaralılarını da atıyorlardı.
O sırada mürettebattan biri, yaklaşmakta olan Claytonları fark ettiğinde: “Balıklara iki yem daha geliyor!” diye bağırarak baltasını havaya kaldırıp onlara doğru hızla koşmaya başladı.
Ama Kara Michael daha hızlıydı; adam daha birkaç adım bile atamadan sırtına yediği kurşunla yere devrildi.
Gür kükremesiyle adamların dikkatini üzerine toplayan Kara Michael, Greystoke Lordu ve Leydisi’ni işaret ederek bağırdı:
“Bu ikisi benim dostumdur, onları rahat bırakacaksınız. Anladınız mı?”
“Bundan böyle bu geminin kaptanı benim, ben ne dersem onu yapacaksınız.” diye ekledi ve Clayton’a dönüp, “Siz kendi işinize bakacaksınız, kimse de size zarar vermeyecek.” dedikten sonra adamlarına tehditkâr bir bakış attı.
Claytonlar, Kara Michael’ın talimatlarına öyle sıkı sıkıya uyuyorlardı ki mürettebatı neredeyse hiç görmüyorlar; yaptıkları planlardan da hiç haberdar olmuyorlardı.
Ara sıra, isyancıların kendi aralarındaki kavgaların ve atışmaların boğuk seslerini duydukları oluyordu. İki defa da havanın sükûneti, silahların kulakları delen dehşet verici sesiyle bozulmuştu. Ama Kara Michael, bu haydut sürüsünü nasıl idare edeceğini bilen bir liderdi ve sözüne itaat etmelerini hakkaniyetle sağlıyordu.
Gemi zabitlerinin öldürülmesinden sonraki beşinci günde gözcü, karanın göründüğünü haber verdi. Bu bir ada mıydı yoksa ana kara mıydı, bilmiyordu Kara Michael ama Clayton’a giderek yeri inceleyeceklerini, yaşamaya elverişli olduğu anlaşılırsa onu ve Greystoke Leydisi’ni eşyalarıyla birlikte kıyıya bırakacaklarını söyledi.
“Orada birkaç ay idare edersiniz.” diye açıkladı. “Biz de o zamana kadar yerleşilmiş bir kıyıya varmış oluruz. Oradan devletinize haber yollayıp yerinizi bildiririm; bir harp gemisi yollayıp sizi aldırırlar.”
“Sizi medeni bir yere bırakırsak başımıza iş alırız; çok soru sorarlar ve hiçbirimizin de verebileceği ikna edici bir cevabı yok.”
Clayton, kendilerini meçhul bir kıyıya; vahşi hayvanların ve hatta belki de vahşi insanların merhametine bırakacak olmalarının insafsızlığı karşısında sitem etti.
Ama sözleri boşunaydı ve Kara Michael’ı sinirlendirmekten başka bir işe yaramadı. O da geri adım atmak ve bu vahim şartlarda elindekiyle yetinmek zorunda kaldı.
Öğleden sonra saat üç civarında; büyük kısmı karayla çevrili bir koy olduğunu tahmin ettikleri güzel, ormanlık kıyıya yanaştılar.
Kara Michael, Fuwalda’nın koyun girişinden sağ salim geçip geçemeyeceğine karar vermek için adamlarından birkaçını küçük bir filikaya bindirip koyun girişi incelemeye yolladı.
Adamlar yaklaşık bir saat sonra dönüp geçitten küçük havzanın içine kadar suyun yeterli derinlikte olduğunu bildirdiler.
Barkentin, karanlık çökmeden koyun sakin, ayna gibi sularına demir atıp sessiz sedasız beklemeye koyuldu.
Koy boyunca etraflarını çevreleyen güzel kıyılar, yarı tropikal yeşilliklerle bezenmişken; uzakta, okyanusun gerisinde, tepeler ve platolar halinde yükselen arazi, vahşi ormanlarla kaplıydı.
İnsan yaşamına dair hiçbir belirti yoktu ancak çok sayıda kuş ve Fuwalda’nın güvertesinden etrafı izlerlerken zaman zaman gözlerine ilişen çeşitli hayvanlar vardı. Koya dökülen küçük nehrin ışıltısı da bolca tatlı su bulunduğunun teminatıydı. Hâl böyle olunca, burada insan yaşamı da pekâlâ mümkün olabilirdi.
Gece yeryüzünü örttüğünde, Clayton ve Leydi Alice hâlâ geminin küpeştesinde dikiliyor; sessiz ve düşünceli bir şekilde müstakbel ikametgâhlarını seyrediyorlardı. Müthiş ormanın kuytu karanlığından vahşi hayvanların çığlıkları yükseliyor; bir aslanın boğuk, derinden kükremesi ve arada sırada bir panterin kulak tırmalayan cıyaklaması yankılanıyordu.
Kadın; bu vahşi ve ıssız kıyıda, tek başlarına kalacakları gecelerin dehşet verici karanlığında, pusuya yatmış hâlde onları bekleyen tehlikeleri düşündüğünde, korkuya kapılarak adama iyice sokuldu.
Akşamın ilerleyen saatlerinde Kara Michael, kısa bir süreliğine onlara katılarak yarın kıyıya inmek üzere hazırlıklarını yapmalarını söyledi. Onları medeniyete yakın, daha emniyetli bir kıyıya götürmesi için adamı ikna etmeye çalıştılar zira o vakit, en azından dostane insanlara rastlama ümitleri olacaktı. Ancak ne yalvarma ne tehdit ne de ödül vaatleri adamın fikrini değiştirebildi.
“Ben bu gemide, eline bir fırsat geçse sizi öldürmeyecek tek kişiyim. Kendi kellemizi kurtarmamız için en mantıklısının sizden kurtulmak olduğunu bilsem de ben Kara Michael, kendine yapılan iyiliği unutacak bir adam değilim. Sen benim hayatımı kurtardın, ben de karşılığında sizin canınızı bağışlıyorum; elimden gelen bu kadar.”
“Adamlar beni daha fazla dinlemez. Sizi hemen gemiden indirmezsek size bu kadar hoşgörü gösterme konusunda fikirlerini değiştirebilirler. Sizinle birlikte tüm eşyalarınızı da kıyıya indireceğim; birkaç kap kacak, çadır niyetine eski yelken, bir de siz meyve ve av bulana kadar size yetecek azık da bırakırım.”
“Kendinizi koruyacak silahlarınız da olduğuna göre, yardım gelene kadar burada rahat rahat hayatta kalabilmeniz lazım. Önce kendimi bir sağ salim kurtarıp saklanayım da İngiliz devletine haber gönderip bulunduğunuz civarı bildiririm. Tam yerinizi söylemem mümkün değil zira, ben de bilmiyorum. Ama bulurlar, merak etmeyin.”
Kara Michael yanlarından ayrıldıktan sonra, sessizce aşağı indiler; ikisinin içinde de kasvetli bir his vardı.
Clayton, Kara Michael’ın yerlerini İngiliz devletine bildirme gibi bir niyeti olduğuna inanmıyordu. Ertesi gün onlara eşyalarıyla birlikte karaya kadar eşlik edecek olan denizcilerin bir hainlik planlayıp planlamadıklarını da kesin olarak bilemezdi.
Kıyıdayken adamlarından biri, Kara Michael’ın görmediği bir yerde onlara saldırabilir; haberi olmadığından Kara Michael’ın vicdanı yine rahat olurdu.
Böyle bir sondan kurtulsalar dahi, onları bekleyen tehlikeler daha vahim değil miydi? Tek başına olsa yıllarca hayatta kalabilmeyi umabilirdi; ne de olsa güçlü, atletik bir adamdı.
Peki ya Alice? Peki ya kısa bir süre sonra bu ilkel dünyanın amansız zorlukları ve vahim tehlikeleri arasında doğacak olan ufaklık?
İçinde bulundukları vaziyetin korkunç tehlikeli hâlini, dehşet verici çaresizliğini düşünürken adam ürperdi. Fakat o kasvetli ormanın habis derinliklerinde onları bekleyen hakikatin uğursuzluğunu idrak etmesine mâni olan şey, takdiriilahinin merhametiydi.
Ertesi sabahın erken saatlerinde, bir sürü sandık ve kutu güverteye çıkarılıp kıyıya nakil için bekleyen filikalara indirildi.
Claytonlar yeni evlerinde beş ila sekiz yıl ikamet etmeyi beklediklerinden, eşyaları da çok sayıda ve çeşit çeşitti. Bir sürü temel levazımın yanı sıra bir o kadar lüks eşya da getirmişlerdi.
Kara Michael; onlara merhametinden mi, yoksa kendi menfaatini düşündüğünden mi bilinmez; Claytonlara ait hiçbir şeyin gemide bırakılmaması konusunda kararlıydı.
Dünyanın neresine giderse gitsin, böyle şüphe uyandıran bir gemide kayıp bir İngiliz subayına ait eşyaların bulunması; yanaşacağı her medeni limanda açıklaması güç bir durum oluşturacaktı.
Niyetini uygulama konusunda öyle gayretliydi ki Clayton’ın tabancalarına el koyan denizcilerin, tabancaları sahibine iade etmeleri için de ısrar etmişti.
Tuz, et, bisküvi ile birlikte az bir miktar patates ve fasulyenin yanı sıra; kibrit, kap kacak, bir alet kutusu ve Kara Michael’ın söz verdiği gibi eski yelkenler de yüklenmişti küçük filikalara.
Kara Michael’ın kendisi de Clayton’ın şüphelendiği şeyden korkmuş olacaktı ki bizzat kıyıya kadar onlara eşlik etti. Küçük filikalar boşaltılıp fıçı fıçı tatlı suyla doldurulduktan sonra, beklemekte olan Fuwalda’ya doğru gerisin geri itilene kadar da yanlarında kalıp en son kendisi ayrıldı.
Filikalar, koyun çarşaf gibi sularında yavaşça ilerlerken Clayton ve karısı sessizce durup onların ayrılışını seyrettiler. İkisinin de içinde bir his vardı: yaklaşmakta olan bir felaket ve mutlak bir çaresizlik.
Onlar filikaları izlerken arkalarında, alçak tepelerin sırtında, başka gözler de onları izliyordu; hırpani kaşların altında parıldayan, birbirine yakın, şeytani gözler…
Fuwalda koyun dar girişinden geçip çıkıntılı bir burnun ardında gözden kaybolduğunda, Leydi Alice kollarını Clayton’ın boynuna doladı ve gözyaşlarına hâkim olamayıp hıçkırıklara boğuldu.
Cesurca göğüslemişti isyanın tehlikelerini, kahramanca bir metanetle bakmıştı onları bekleyen korkunç geleceğe fakat şimdi, mutlak yalnızlığın dehşetiyle baş başa kaldıklarında, laçkalaşan sinirleri pes etmiş ve böyle bir tepki patlak vermişti.
Karısının gözyaşlarını dindirmeye çalışmadı Clayton; bunca zamandır bastırdığı duygularını bu şekilde serbest bırakması insanın tabiatıydı. Çocukluktan daha yeni çıkmış bir genç kızdı nihayetinde; anca uzun dakikalardan sonra toparlayabildi kendini.
“Ah, John!” dedi en sonunda, ağlamaklı bir sesle. “Korkuyorum. Ne yapacağız? Ne yapacağız?”
“Yapılacak tek bir şey var, Alice.” dedi, kendi evlerinin rahat ve sıcak oturma odasında konuşuyorlarmışçasına sakin bir ses tonuyla. “O da çalışmak. Çalışmak bizim sığınağımız olmalı. Kendimize düşünecek vakit bırakmamalıyız zira düşünürsek aklımızı kaçırırız.”
“Çalışmalı ve beklemeliyiz. Yardımın geleceğinden eminim, hem de çabucak. Kara Michael bize verdiği sözü tutmasa dahi, Fuwalda’nın kaybolduğu anlaşılır anlaşılmaz yola koyulurlar.”
“Ama John, sadece sen ve ben olsak dayanabiliriz, biliyorum.” dedi hıçkırıkların arasında, “Ama…”
“Evet, canım.” dedi nazikçe. “Ben de bu hususu düşünüyordum ama dayanmalıyız, karşımıza ne çıkarsa göğüs germeliyiz; cesurca ve başımıza gelebilecek her vaziyetin altından kalkabileceğimize dair mutlak bir inançla.”
“Yüzbinlerce yıl önce, karanlık ve uzak geçmişteki atalarımız da bizim başımıza gelenlere benzer dertlerle savaştılar; hatta belki de tam burada, bu ilkel ormanda oldu hepsi. Bizim bugün burada olmamız, onların bu savaştan galip çıktığının delilidir.”
“Bizim yapamayacağımız neyi yapmış olabilirler ki? Hatta bizim vaziyetimiz daha iyi zira biz, onların cehaletinin aksine yüzyılların birikimi olan üstün bir bilgiyle, bilimin bize sunduğu korunma, savunma ve idame imkânlarıyla donanmış değil miyiz? Onların kemik ve taştan yapılma araç-gereçler ve silahlarla başardığını, biz de elbette başarabiliriz, Alice.”
“Ah, John! Keşke ben de bir erkek olup senin fikriyatına sahip olsaydım ama kadınım ben, aklımdan ziyade kalbimle görüyorum etrafımı. Gördüklerim ise kelimelerle ifade edilemeyecek kadar korkunç amansız.”
“Ümit ediyorum ki sen haklı çıkarsın, John. Ben de cesur bir mağara kadını olmak için, bir mağara adamına yaraşır bir eş olmak için elimden geleni yapacağım.”
Clayton’ın aklına gelen ilk şey, geceleyebilecekleri bir sığınak hazırlamak oldu; onları, sinsi sinsi gezinip fırsat kollayan yırtıcı hayvanlardan da koruyabilecek bir şey olmalıydı bu.
Tüfeklerin ve mühimmatın bulunduğu kutuyu açtı; çalışırken karşı karşıya kalabilecekleri muhtemel bir saldırıya karşı ikisi de silahlı olmalıydı. Sonra, birlikte ilk geceyi geçirecekleri uygun bir yer aramaya koyuldular.
Kumsalın doksan metre ötesinde bir düzlük vardı; ağaçlarla kaplı olmayan, çoğunlukla açıklık bir yerdi. Buraya kalıcı evlerini inşa etmeye karar verdiler ancak şimdilik ağaçların üzerine, davetsiz bir misafir gibi dünyalarına girdikleri vahşi hayvanların erişemeyecekleri küçük bir platform inşa etmenin en iyisi olacağı hususunda hemfikirdiler.
Bu amaçla Clayton, iki buçuk metrelik bir dikdörtgen oluşturan dört ağaç seçti ve diğer ağaçlardan kestiği uzun dallarla, bu dört ağacın etrafına yerden üç metre yükseklikte bir çerçeve yaptı. Bu dalların uçlarını, Kara Michael’ın Fuwalda’nın ambarından onlara temin ettiği halatlarla ağaçlara sıkıca bağlayıp sabitledi.
Bu çerçevenin üzerine daha küçük dalları birbirlerine yakın bir şekilde yerleştirdi. Ortaya çıkan platformu, çevrelerinde bolca bulunan fil kulağı bitkisinin koca yapraklarıyla döşeyip yaprakların üzerine de kalın olması için birkaç kez katladığı büyükçe bir yelkeni serdi.
Çatı vazifesi görmesi için iki metre yukarıya, benzer fakat daha hafif bir platform inşa etti. Bu platformun yanlarına da geriye kalan yelkenleri asıp aşağı sarkıtarak duvarları elde etti.
İşi bittiğinde, rahat sayılabilecek küçük bir yuva çıkmıştı ortaya. Battaniyelerini ve hafif olan bavullarından bazılarını bu yeni yuvalarına taşıdı, Clayton.
Artık akşamüstü olmuştu; gün ışığının kalan son saatleri, Leydi Alice’in yeni evine çıkmak için kullanacağı kabaca bir merdiven yapmaya ayrılmıştı.
Etraflarını çevreleyen orman; tüm gün boyunca parlak tüylü, heyecanlı kuşlar ve bu yeni gelen sakinlerin yuva kurmadaki muhteşem becerilerini son derece büyük bir ilgi ve hayranlıkla seyreden, dans eden, cıyaklayan küçük maymunlarla dolup taşmıştı.
Hem Clayton hem de karısı, tüm gün dikkatli bakışlarını etraftan ayırmamalarına rağmen daha büyük hayvanlara dair hiçbir belirti görmemişlerdi. Gerçi iki defasında, küçük maymun komşularının yakınlardaki tepeden bağıra bağıra, cıyaklaya cıyaklaya geldiklerine; gelirken de minik omuzları üzerinden arkalarına korku dolu bakışlar attıklarına şahit olmuşlardı ki bu hareketleriyle, orada pusuya yatmış korkunç bir şeyden kaçtıklarını âdeta konuşuyorlarmış gibi açıkça belli ediyorlardı.
Alacakaranlık çökmeden hemen önce Clayton, merdiveni bitirdi. İkili, yakındaki dereden koca bir leğen su doldurduktan sonra nispeten güvenli sayılabilecek havadar dairelerine çıktılar.
Hava oldukça sıcak olduğundan Clayton, yan perdeleri çatının üzerine atarak açık bırakmıştı. Battaniyelerinin üzerinde bağdaş kurmuş otururlarken Leydi Alice gözlerini kısmış, ormanın kararmakta olan kuytularına bakıyordu. Birden uzanıp Clayton’ın kollarını kavradı: “John!” diye fısıldadı. “Bak! Şuradaki ne, insan mı o?”
Clayton bakışlarını onun işaret ettiği yöne çevirdiğinde, tepenin üzerinde, arkada kararan gölgelerin önünde loş bir silüet gördü; ayakta dikilen kocaman bir adama benziyordu.
Bir süre sanki onları dinliyormuş gibi durdu; sonra yavaşça dönerek ormanın gölgelerine karışıp kayboldu.
“Neydi o, John?”
“Bilmiyorum, Alice.” diye cevap verdi ciddi bir ses tonuyla. “Bu karanlıkta o kadar uzağı seçmek imkânsız; belki de yükselen ayın yaptığı bir gölge oyunundan başka bir şey değildir.”
“Hayır, John! İnsan değilse bile insan taklidi yapan kocaman, korkunç bir yaratıktı. Of, korkuyorum!”
Clayton, karısını kollarının arasına alıp; kulağına cesaret ve sevgi kelimeleri fısıldadı.
Kısa bir süre sonra da perdeden duvarları indirip ağaçlara sıkıca bağladı. Böylece, kumsala bakan küçük açıklık dışında etrafları tamamen kapanmıştı.
Küçük yuvalarının içi artık kapkaranlık olmuştu; battaniyelerinin üstüne uzanıp uyumaya, uyku sayesinde kısa bir süreliğine her şeyi unutarak rahatlamaya çalıştılar.
Clayton, elinde tüfek ve bir çift tabancayla birlikte, yüzünü öndeki açıklığa dönerek uzanmıştı.
Gözlerini henüz kapamıştı ki; arkalarındaki ormandan bir panterin dehşet verici kükremesi yükseldi. Koca hayvanın sesi yaklaştı, yaklaştı ve nihayetinde tam altlarından gelmeye başladı. Hayvanın bir iki saat kadar etrafı kokladığını ve platformu taşıyan ağaçları tırmaladığını işittiler fakat nihayet bırakıp kumsala doğru uzaklaştı. Clayton, kumsalda dolanan hayvanı parlak ay ışığının altında rahatlıkla görebiliyordu; büyük, güzel bir hayvandı; hayatı boyunca gördüklerinin en irisiydi.
Uzun, karanlık saatler boyunca bir uyuyup bir uyandılar zira, sayısız hayvanla dolup taşan muazzam ormanın geceye ait sesleri, zaten yıpranmış olan sinirlerine rahat vermiyordu. Öyle ki kâh kulakları delen çığlıklarla, kâh altlarında sinsi sinsi gezinen koca cüsselerin hareketleriyle, yüzlerce kez korkuyla uyandılar rahatsız uykularından.

3. BÖLÜM
YAŞAM VE ÖLÜM
Uyandıklarında, neredeyse hiç dinlenememiş olsalar da günün ağardığını görebilmiş olmanın verdiği yoğun bir rahatlık içindeydiler.
Tuzlu pastırma, kahve ve bisküviden oluşan yetersiz kahvaltılarını yapar yapmaz Clayton, evlerini inşa etmek üzere çalışmaya başladı zira, fark etmişti ki dört adet sağlam duvar, kendileri ile ormanın arasına etkili bir bariyer çekmedikçe geceleri ne emniyetleri ne de bir parça huzurları olacaktı.
Zahmetli bir işti; bir tek göz oda inşa etmesine rağmen, ayın yarısından fazlasını bu işe ayırması gerekmişti. Öncelikle, çapı on beş santimetrelik kütüklerden küçük bir kulübe inşa etti; sonra yüzeydeki toprağın birkaç metre altında bulduğu kil ile kütüklerin aralarını doldurdu.
Odanın bir ucuna, kumsaldan topladığı küçük taşlarla bir şömine yaptı. Bunların aralarını da kil ile doldurup sağlamlaştırdı. Evin tamamını bitirdiğinde, tüm dış cephesini on santimetre kalınlığında kil ile kaplayıp sıvadı.
Pencere açıklığına, iki santimetre çapındaki küçük dalları bir yatay bir dikey olarak yerleştirdi; birbirine geçmiş dalların oluşturduğu bu parmaklık, kuvvetli bir hayvanın gücüne dayanabilecek kadar sağlamdı. Bu şekilde, kulübelerinin emniyetinden ödün vermeden düzgün bir havalandırma elde etmiş oldular.
A şeklindeki çatıyı, dip dibe dizilmiş küçük dallarla kaplayıp bunların üzerine de uzun otlarla palmiye yapraklarını serdikten sonra son katman olarak hepsinin üzerini kil ile kapladı.
Daha önce eşyalarını koydukları sandıkların parçalarını, bitişik katmanların damarları enine uzanacak şekilde birbirleri üzerine çivileyerek yedi buçuk santimetre kalınlığında tek bir parça elde etti ve bu parçadan evin kapısını yaptı. Kapı o kadar sağlam olmuştu ki ona bakarken ikisi de kendini gülmekten alamadı.
En büyük zorlukla işte tam bu noktada karşılaştı Clayton zira, yaptığı bu koca kapıyı yerine takmak için kullanabileceği hiçbir şey yoktu. Yine de iki günlük çalışmanın ardından, sert ağaca şekil vererek iki koca menteşe yapmayı başardı ve kapıyı kolayca açılıp kapanacak şekilde yerine taktı.
İç sıva ve son dokunuşları eve yerleştikten sonra yapmak üzere bıraktılar; ki zaten çatı yerine konar konmaz evin içine taşınmışlardı. Geceleri sandıkları kapının arkasına yığıyor, böylece nispeten emniyetli ve rahat bir yaşam alanı elde ediyorlardı.
Yatak, sandalye, masa ve rafları yapmak nispeten daha kolay bir iş olmuştu; böylece ikinci ayın sonuna geldiklerinde iyice yerleşmişlerdi. Sürekli bir vahşi hayvan saldırısı korkusu altında yaşamak ve giderek artan yalnızlık hissi haricinde, onları rahatsız ya da mutsuz edecek bir şey yoktu.
Geceleri küçük kulübelerinin civarında koca koca hayvanlar hırlaşıyor, kükrüyordu ama insan, sıklıkla duyduğu seslere alışıyordu. Onlar da kısa sürede alışmış, artık pek kulak vermemeye başlamışlardı. Tüm gece boyunca derin derin uyuyorlardı.
O ilk gece gördükleri insan benzeri silüet, üç kez daha gözlerine ilişmişti fakat, hiçbir zaman insan mı yoksa canavar mı olduğu kesin bir şekilde anlaşılacak kadar yakına gelmemişti, bu bir görünüp bir kaybolan silüet.
Parlak renkli kuşlar ve küçük maymunlar, alışmışlardı yeni komşularına. Daha önce hiç insan görmedikleri aşikâr olan bu küçük mahluklar, ilk korkularını üzerlerinden atar atmaz ormanın ve vadinin vahşi yaratıklarına özgü olan o tuhaf merakın tesiriyle, gitgide daha fazla yaklaşmışlardı onlara. Hatta kuşlar birkaç ay içerisinde o kadar ileri gitmişlerdi ki Claytonların dostane ellerinden yiyecek almaya bile başlamışlardı.
Bir öğle sonrasında, Clayton kulübelerine ek yapma işiyle meşguldü zira, birkaç oda daha eklemenin iyi olacağını düşünmüştü. O çalışırken küçük komik dostlarından bir grup; tepe tarafındaki ağaçların arasından çığlık ata ata, cıyaklaya cıyaklaya gelmişlerdi. Kaçarken arkalarına da korku dolu bakışlar atıyorlardı. Sonunda Clayton’ın yanında durup heyecanlı – sesler çıkarmaya başladılar; onu, yaklaşan bir tehlikeye karşı uyarmak ister gibi bir hâlleri vardı.
Sonunda gördü Clayton, maymunların bu kadar çok korktuğu o şeyi gördü; ara sıra gözlerine ilişen o insan benzeri yaratıktı bu.
Yarı dik bir duruşla, yumruk yaptığı ellerini ara ara yere koyarak ormanın içinden onlara doğru yaklaşıyordu. Kocaman, insana benzer bir maymundu bu. Yaklaşırken gırtlağından kalın kalın hırlıyor ve ara sıra da boğuk, havlamaya benzer bir ses çıkarıyordu.
Clayton, inşaatta kullanmak için özenle seçtiği ağacı kesmek için kulübeden bir miktar uzaklaşmıştı. Aylarca gündüz vakitlerinde hiçbir tehlikeli hayvanla karşılaşmamış olmanın verdiği emniyet hissiyle gaflete kapılmış, tüfek ve tabancasını kulübede bırakmıştı. Şimdi koca maymunun çalılıkları yara yara doğruca kendisine doğru koştuğunu ve geldiği yön itibarıyla da ona kaçacak bir yer bırakmadığını görünce sırtından aşağı belli belirsiz bir ürperme hissetti.
Farkındaydı; elinde silah olarak yalnızca bir balta varken bu azılı canavarın karşısında pek bir şansı yoktu. Bir de Alice vardı: “Tanrı’m!” diye düşündü. “Alice ne olacak?”
Yine de kulübeye ulaşmak için ufak da olsa bir şansı vardı. Döndü ve kulübeye doğru koşmaya başladı; bir yandan da maymunun yetişip önünü kesme ihtimaline karşı, karısına içeriye koşması ve kapıyı kapatması için bağırıyordu.
Leydi Greystoke, Clayton’ın bağırdığını duyduğunda kulübenin biraz ilerisinde oturuyordu. Başını kaldırıp baktığında Clayton’a yetişme çabasıyla son sürat koşan maymunu gördü; hızı, böyle cüsseli ve hantal bir hayvana göre neredeyse inanılmazdı.
Kısık bir çığlık atarak kabine doğru fırladı ve içeri girerken arkasına hızlıca baktığında tüm benliği korkuyla doldu. Canavar, kocasının önünü kesmişti; adam köşeye sıkışmış hâlde baltasını iki eliyle kavramış, azgın hayvan nihai saldırısını yaptığı anda ona sallamak üzere bekliyordu.
“Kapıyı kapatıp sürgüle, Alice!” diye bağırdı Clayton. “Baltamla işini bitiririm ben bunun.”
Fakat kendisi de karısı da biliyordu; korkunç bir ölümle karşı karşıyaydı.
Maymun, muhtemelen yüz elli kilo civarında iri yarı bir erkekti. Avının önünde kısa bir anlığına hareketsiz dururken hırpani kaşlarının altındaki birbirine yakın habis gözleri nefretle parlıyor; korkunç bir hırlamayla kocaman sivri dişlerini gösteriyordu.
Clayton, canavarın omzunun üzerinden kulübesinin kapısını görebiliyordu; yirmi adım mesafe ya vardı ya yoktu. Birden, genç karısı elinde tüfeklerden biriyle kapıdan çıkınca baştan ayağa büyük bir korku içinde kaldı.
Genç kadının her daim ateşli silahlara karşı bir korkusu olmuştu; onlara elini bile süremezdi. Ama şimdi, yavrusunu koruyan bir dişi aslanın korkusuzluğuyla maymuna doğru koşuyordu.
“Geri çekil, Alice!” diye bağırdı Clayton. “Tanrı aşkına, geri dön!”
Ancak o dinlemedi; tam da o sırada maymun saldırıya geçtiğinden Clayton daha başka bir şey söyleme fırsatı bulamadı.
Adam tüm gücüyle baltasını salladı ama kuvvetli canavar, o korkunç elleriyle baltayı yakaladığı gibi Clayton’dan çekip aldı ve uzağa fırlattı.
Çirkin bir hırlamayla savunmasız kurbanına yaklaştı. Sivri dişleri, arzuladığı o boğaza tam ulaşacakken bir el silah sesi duyuldu; bir mermi, maymunun ensesine saplandı.
Clayton’ı yere fırlatan hayvan, yeni düşmanına doğru döndü ve karşısında dehşet içerisindeki genç kızı buldu. Nafile bir çabayla, hayvanın gövdesine bir kurşun daha sıkmak için uğraşıyordu ama tüfek mekanizması hakkında hiçbir şey bilmediğinden horoz, boş kovanın üzerine inip duruyordu.
Neredeyse aynı anda Clayton da ayağa kalktı ve vaziyetin umutsuzluğuna aldırış etmeden maymunu, biçare karısının önünden çekmek için ileri atıldı.
Yok denecek kadar az bir çabayla maymunu devirmeyi başardı; koca cüsseli hayvan, hiçbir tepki vermeden önündeki çimenlerin üstüne yuvarlandı; ölmüştü. Mermi görevini yerine getirmişti.
Hızlı bir muayene neticesinde karısında çizik bile olmadığını görünce koca canavarın, Alice’e doğru atıldığı an öldüğüne karar verdi Clayton.
Karısının hâlâ şuursuz olan bedenini nazikçe kaldırıp küçük kulübelerine taşıdı. Genç kadın ancak tam iki saat sonra şuurunu tekrar kazanabildi.
İlk sözleri, Clayton’ın yüreğine belli belirsiz bir endişe vermişti. Kendine geldikten bir süre sonra Alice, meraklı bakışlarını küçük kulübenin içinde gezdirdikten sonra, memnun bir şekilde iç çekip şöyle dedi:
“Ah John, gerçekten evde olmak öyle güzel ki! Korkunç bir rüya gördüm, hayatım. Artık Londra’da değil de kocaman canavarların bize saldırdığı korkunç bir yerdeyiz sandım.”
“Geçti Alice, geçti,” dedi, genç kadının alnını okşayarak. “Tekrar uyumaya çalış; kötü rüyaları dert etme.”
O gece, vahşi ormanın kıyısındaki küçük kulübede, kapıda bir leopar kükrerken ve tepenin ötesinden bir aslan kükremesinin boğuk notaları duyulurken; küçük bir oğlan geldi dünyaya.
Leydi Greystoke, koca maymunun saldırısının şokunu hiçbir zaman atlatamadı. Bebeğinin doğumundan sonra bir yıl daha yaşamasına rağmen, bir daha asla kulübenin dışına adım atmadığı gibi İngiltere’de olmadığını da asla tam olarak idrak edemedi.
Bazen, geceleri duyduğu tuhaf sesleri Clayton’a sorduğu oluyordu; uşaklarının ve arkadaşlarının nereye gittiklerini, odasındaki mobilyaların neden böyle tuhaf ve kaba saba olduklarını da öyle. Ancak Clayton onu kandırmak için hiçbir çaba sarf etmese de Alice, etrafında olan bitenin manasını kavrayamıyordu.
Diğer hususlarda ise aklı oldukça yerindeydi. Bir yanda küçük oğluna kavuşmanın verdiği neşe ve mutluluk; diğer yanda kocasının hiç bitmeyen ilgisi, o bir yılı henüz kısacık olan ömrünün en mutlu yılı yapmıştı.
Gayet iyi biliyordu Clayton; şayet Alice’in akli melekeleri tam anlamıyla yerinde olsaydı, mutlu geçirdiği o bir yıl, endişelerin ve korkuların içinde yitip gidecekti. O nedenle, her ne kadar onu bu hâlde görmek canını müthiş derecede yaksa da zaman zaman, genç kadının kendi iyiliği için aklının ermediğine âdeta şükrediyordu.
Kazara kurtarılma ihtimali dışında, kurtarılma umudundan vazgeçeli çok olmuştu. Bu nedenle, mütemadi bir gayretle, kulübeyi güzelleştirmek için çalışıyordu.
Zemin, aslan ve panter kürkleriyle kaplanmıştı. Duvarlarda dolap ve kitaplıklar diziliydi. Bölgenin kilinden kendi elleriyle yaptığı tuhaf vazolarda güzel, tropikal çiçekler vardı. Pencerelerde çimen ve bambudan yapılmış perdeler asılıydı. Hepsinden meşakkatlisi, elindeki birkaç yetersiz aletle kütüklere güzelce şekil vererek duvarların ve tavanın yalıtımını sağlamış, kulübenin zeminini de pürüzsüz bir döşemeyle kaplamış olmasıydı.
Hiç alışkın olmadığı işlere el atıp altından kalkmayı başarması kendisini de bir miktar hayrete düşürüyordu. Ama çalışmaktan memnundu çünkü hepsi karısı ve hayatlarına neşe katmaya gelen küçük can içindi. Gerçi, gelişiyle birlikte sorumluluklarını da durumun güçlüğünü de de yüz kat artırmıştı.
O yıl, Clayton birkaç kez daha büyük maymunların saldırısına uğramıştı. Görünüşe bakılırsa kulübenin civarına dadanmışlardı artık. Fakat Clayton, bir daha asla tüfeğini ya da tabancalarını yanına almadan dışarı adımını atmıyor; bu yüzden de bu koca canavarlardan pek korkmuyordu.
Pencere parmaklıklarını güçlendirmiş, kulübenin kapısına da ağaçtan benzersiz bir kilit uydurmuştu. Böylece, yiyeceklerini temin etmek için mecburen sık sık avlanmaya ve meyve toplamaya çıktığında küçük evine hayvanların girmesinden korkmayacaktı.
Başlarda çoğu avını kulübenin penceresinden vuruyordu. Ancak zamanla hayvanlar, penceresinden dehşet verici bir gök gürültüsü yayılan bu tuhaf inden korkup uzak durmayı öğrendiler.
Boş zamanlarında, yeni evleri için yanlarında getirdikleri kitapları okuyordu Clayton; çoğu zaman da karısı da dinlesin diye sesli okuyordu. Bunların arasında bir sürü çocuk kitabı da vardı: resimli kitaplar, alfabe kitapları, ilk okuma kitapları. Zira, İngiltere’ye dönüş zamanları gelene kadar küçük çocuklarının okumayı öğrenecek yaşa gelmiş olacağını kestirmişlerdi.
Bazen de günlük yazıyordu; Fransızca tutmaya alıştığı bu günlüğüne, tuhaf hayatlarının ayrıntılarını kaydediyordu. Kilitli, küçük, metal bir kutuda saklıyordu bu defteri.
Küçük oğlunun doğduğu günden bir yıl sonra Leydi Alice, bir gece vakti sessizce vefat etti. Ölümü öylesine huzurlu olmuştu ki Clayton, karısının öldüğünü ancak birkaç saat sonra uyandığında fark edebilmişti.
Vaziyetin dehşetini yavaş yavaş idrak edebildi. Hatta kederinin boyutunu ve üzerine kalan ürkütücü sorumluluğun; hâlâ annesini emen ufaklığa, küçük oğluna, bakma sorumluluğunun büyüklüğünü tam olarak kavrayabilmiş miydi, orası meçhul.
Günlüğündeki son yazı, karısının ölümünün sabahında yazılmıştı ve o yazıda da olayın üzücü ayrıntılarını, öyle sıradan bir şekilde anlatıyordu ki vaziyet daha da acıklı hâle geliyordu zira kelimelerinden, bitmek bilmeyen keder ve umutsuzluktan doğan yorgun bir hissizlik dökülüyordu. Öyle bir hissizlikti ki bu, karısının ölümüyle aldığı bu zalim darbe bile onu bu hissizlikten çıkaramamıştı:
“Küçük oğlum açlıktan ağlıyor. Ah Alice, Alice!.. Ne yapacağım ben?”
John Clayton, hâlâ yatakta yatan karısının hareketsiz ve soğuk bedeninin yanı başında, onun için yaptığı masaya oturmuş; kalem tutan elinden dökülecek son kelimeleri yazarken başı yorgunca masaya uzanmış kollarının üzerine düştü.
Gün ortasında ormana hâkim olan ölüm sessizliğini hiçbir ses bozmadı uzunca bir süre; ufak insanoğlunun acınası ağlamaları dışında.

4. BÖLÜM
MAYMUNLAR
Okyanusun bir buçuk kilometre gerisinde, yaylayı kaplayan ormanın derinliklerinde; ihtiyar maymun Kerchak, öfkeden deliye dönmüş bir hâlde kendi halkına saldırıyordu.
Kabilesinin daha genç ve zayıf olanları, onun gazabından kurtulmak için büyük ağaçların yüksekteki dallarına kaçıştılar; yine dizginlenemez bir öfke krizine girmiş olan ihtiyar Kerchak’la yüzleşmektense ağırlıklarını zar zor taşıyan dallara çıkarak hayatlarını tehlikeye atmayı tercih etmişlerdi.
Diğer erkekler dört bir yana dağılmıştı ama dağılırken de azgın canavar, köpükler saçan ağzındaki koca sivri dişlerini bir tanesinin boynuna geçirmişti.
Talihsiz genç dişi; sıkıca tutunamadığı yüksekteki bir daldan kayıp yere, neredeyse Kerchak’ın ayaklarının dibine çakıldı.
Vahşi bir çığlıkla genç dişinin üzerine atladığı gibi güçlü dişleriyle gövdesinden bir parça kopardı ve ağaçtan kopan bir odun parçasıyla kafasına, omuzlarına canice vurarak kafatasını tuzla buz etti. (Kafasına, omuzlarına canice darbeler indirdi.)
Sonra Kala ilişti gözüne; küçük bebeğiyle birlikte yiyecek arayışından dönen dişi maymun, kuvvetli erkeğin öfke patlamasından bihaberdi. Arkadaşlarının onu uyarmak için attığı tiz çığlıklarla, birden tehlikeyi fark edip emniyetli bir yer bulmak adına delice koşmaya başladı.
Ama Kerchak çok yakınındaydı; o kadar yakınındaydı ki ayak bileğini tam kapacakken Kala, bir ağaçtan diğerine -aradaki mesafeye aldırış etmeden- çılgınca atlayıp kurtuldu. Maymunların nadiren giriştiği, oldukça tehlikeli bir işti bu; tehdit diplerine kadar gelip de başka bir çıkar yolları kalmadığı sürece asla böyle bir şeye kalkışmazlardı.
Atlayışı başarılı oldu ama annesinin boynuna korkuyla yapışan küçük yavru, ötedeki ağacın dalına tutunduğunda oluşan ani sarsılmanın etkisiyle daha fazla tutunamayıp fırlayıverdi. Annesinin gözleri önünde, döne döne düşüp dokuz metre aşağıya çakıldı.
Üzüntü içinde feryat eden Kala, derhâl yavrusunun yanına koştu; gözü Kerchak tehlikesini görmüyordu artık. Fakat yavrusunun kemikleri kırılmış hâldeki ufak bedenini alıp göğsüne bastırdığında, o hayatını çoktan yitirmişti.
Yere oturdu, yavrusunun cansız bedenine sarılıp inledi, inledi; Kerchak bile ona saldırmaya kalkışmıyordu. Aniden gelen şeytani öfke krizi, yavrunun ölümüyle birlikte yine aniden geçmişti.
Kerchak kocaman bir maymun kraldı, ağırlığı muhtemelen yüz elli kilo civarındaydı. Alnı aşırı derecede dar ve basık; kanlı, küçük gözleri, kaba ve basık burnuna yakın; kulakları büyük ve inceydi ama yine de kendi türünün diğer üyelerine kıyasla küçük sayılırdı.
Korkunç öfkesi ve müthiş kuvveti, onu yirmi küsur yıl önce doğduğu bu küçük kabilenin en tepesine taşımıştı.
Şimdi gücünün zirvesindeyken gezindiği bu koca ormanın hiçbir yerinde, onun iktidarına karşı çıkabilecek tek bir maymun bile yoktu. Diğer büyük hayvanlar ona sataşmaya cesaret edemiyordu.
Tüm vahşi hayvanatın içinde, ondan korkmayan tek hayvan Yaşlı Tantor adındaki fildi; Kerchak’ın korktuğu tek hayvan da oydu. Tantor hortumunu öttürdüğü an, koca maymun diğerleriyle birlikte yüksek tepedeki ağaçlara doğru kaçardı.
Kerchak’ın demir yumruğu ve sivri dişleriyle hükmettiği insansı maymun kabilesi, her biri birer yetişkin erkek ile dişiden ve onların-yavrularından oluşan altı ya da sekiz aileyi barındırıyordu; sayıları ise toplamda altmış yetmiş maymun kadardı.
Kala, kırık burun anlamına gelen Tublat adıyla anılan bir erkeğin en geç eşiydi ve yere çakılarak ölümüne şahit olduğu yavru, henüz dokuz on yaşlarında olan Kala’nın ilk yavrusuydu.
Genç yaşına rağmen iri ve kuvvetliydi; çakı gibi zinde, muhteşem bir hayvandı. Yuvarlak ve geniş alnı, kendi türünün çoğunun sahip olduğundan daha ileri bir zekâya sahip olduğunun işaretiydi. Bu yüzden de bir anne gibi sevebilir ve hüzünlenebilirdi.
Fakat yine de bir maymundu; goril ile yakın akraba olan ama gorilden daha zeki bir türün mensubu, iri, vahşi, korkunç bir hayvandı. Mensubu olduğu tür, goril kuzenleri kadar güçlüydü ve bu güç, zekâlarıyla birleşince türü, insanoğlunun dehşet verici ataları arasında en korkulanı hâline getiriyordu.
Kerchak’ın öfkesinin yatıştığını gören kabile, ağaçlardaki sığınaklarından yavaş yavaş aşağı indiler ve Kerchak yüzünden yarım kalan çeşitli uğraşlarına döndüler.
Küçükler ağaçların ve çalıların arasında oynayıp zıplıyordu. Yetişkinlerden bazıları, yeri kaplayan kurumuş ve çürümekte olan bitkilerin üstüne yüzükoyun uzanmış yatarken; bazıları da kopmuş ağaç dallarını ve çamur topaklarını kaldırıp altlarında, besinlerinin bir kısmını oluşturan küçük böcek ve sürüngenleri arıyorlardı.
Bir kısmı ise çevredeki ağaçlarda meyve, yemiş, küçük kuş ve yumurta arayışındaydılar.
Bu şekilde bir iki saat geçmişti ki Kerchak, tek kelimelik bir emriyle hepsini etrafına topladı ve onun öncülüğünde denize doğru yola koyuldular.
Yolun çoğunu yerde ilerleyerek, büyük fillerin gidip gelişleri sırasında açılan patikaları takip ederek katettiler. Birbirine geçmiş labirent gibi çalıların, asmaların, sarmaşıkların ve ağaçların arasında yol açabilenler sadece fillerdi. Maymunlar yürürken yumruk yaptıkları ellerinin parmak eklemlerini yere koyup, hantal cüsselerini ileri doğru savurarak yuvarlanır gibi tuhaf bir şekilde ilerliyorlardı.
Fakat yolun, kısa boylu ağaçların arasından geçtiği yerlerde, küçük maymun kuzenlerinin çevikliğiyle daldan dala atlayarak daha hızlı hareket ediyorlar; tüm yol boyunca Kala, göğsüne sıkıca bastırdığı yavrusunun cansız bedenini de yanında taşıyordu.
Kumsala bakan tepenin sırtına ulaştıklarında vakit ikindi olmuştu. Kerchak’ın hedefinde, aşağıda duran küçük kulübe vardı.
O muhteşem inde yaşayan tuhaf, beyaz maymunun elindeki küçük siyah sopadan çıkan gürültüyle birlikte, kendi türünden üyelerin ölüme gittiğine şahit olmuş ve Kerchak, o anda aklına koymuştu; o ölüm saçan icada sahip olacak ve o esrarengiz inin içini keşfedecekti.
Zamanla nefret etmeye ve korkmaya başladığı o ucube yaratığın boğazına dişlerini geçirmeyi öyle çok, öyle çok istiyordu ki bu sebeple kabilesiyle sık sık gelip keşif yapıyor; beyaz maymunu hazırlıksız bir anında yakalamak için fırsat kolluyordu.
Son zamanlarda saldırmayı bırakmışlardı, hatta kendilerini bile göstermiyorlardı zira kendilerini her gösterdiklerinde o küçük sopa kükremiş, kabile mensuplarından birinin ölüm fermanını vermişti.
Bugün ise adam ortalıklarda görünmüyordu; gözetledikleri yerden de kulübenin kapısının açık olduğunu anlaşılıyordu. Yavaşça, ihtiyatlı bir şekilde ve gürültü yapmadan ormanın içinden kulübeye doğru sinsice ilerlemeye koyuldular.
Hiçbiri hırlamıyor, öfkeyle bağırmıyordu; o küçük, siyah sopayı uyandırmamak için sessizce yaklaşmaları gerektiğini tecrübe etmişlerdi.
Yaklaştılar, yaklaştılar ve nihayetinde bizzat Kerchak; açık kapıdan içeri sinsice girip etrafa göz atmaya başladı. Onun peşinden iki erkek daha geldi; sonra da küçük cansız bedeni hâlâ göğsüne bastırmakta olan, Kala.
İnin içinde, tuhaf beyaz maymunu yarı beline kadar masanın üzerine uzanmış; başını kollarının arasına gömmüş bir hâlde buldular. Yatakta da üzeri yelkenle örtülmüş biri yatıyor, küçük kaba ağaç beşikten ise bir yavrunun mahzun ağlamaları geliyordu.
Sessizce içeri giren Kerchak saldırıya geçmek üzere çömeldiği sırada John Clayton, ani bir sıçramayla uyanıp maymunlarla göz göze geldi.
Gördüğü manzara karşısında korkudan donup kalmıştı zira içeride, karşısında üç iri erkek maymun duruyordu ve arkalarına da sayısını tahmin edemediği kadar çok maymun yığılmıştı; tabancaları ise tüfeğiyle birlikte ötedeki duvarda asılıydı ve Kerchak saldırıya geçmek üzereydi.
Kral maymun, Greystoke Lordu John Clayton’ı bıraktığında, bedeni hareketsiz bir şekilde yere yığıldı. Maymunun dikkati bu kez de küçük beşiğe yöneldi ama Kala oraya ondan önce varmıştı. Kerchak çocuğu almak üzereyken Kala alıp, Kerchak’ın önünü kesmesine fırsat vermeden kapıdan dışarı fırladı ve yüksek bir ağaca tırmandı.
Alice Clayton’ın canlı bebeğini alırken kendi ölü bebeğini de boş beşiğin içine atmıştı zira vahşi göğsündeki, ölünün susturamadığı evrensel annelik içgüdüsünün çağrısına, yaşayanın ağlamaları cevap vermişti.
Yukarılarda, koca bir ağacın dalları arasında dişi maymun, çığlık çığlığa ağlayan sabiyi göğsüne bastırdı. Kısa süre sonra küçük insan yavrusu, kendi narin ve güzel annesinin göğsünde hissettiği annelik içgüsünü, vahşi dişinin göğsünde de hissettiğinde ve bu his, henüz tam gelişmemiş idrakine ulaştığında sustu.
Sonra aralarındaki mesafe açlıkla kapandı; İngiliz lordu ile İngiliz leydisinin oğlu, maymun Kala’nın göğsünden emmeye başladı.
Bu sırada da kulübedeki hayvanlar, bu tuhaf inin içindekileri dikkatli bir şekilde incelemeye koyuldular.
Clayton’ın öldüğünden emin olduktan sonra Kerchak, dikkatini üzeri bir yelken parçasıyla örtülü hâlde yatakta yatan şeye çevirdi.
İhtiyatı elden bırakmadan kefenin bir ucundan tutup hafifçe kaldırdı ama altındaki kadını görünce örtüyü tutup fırlattığı gibi büyük, kıllı elleriyle kadının cansız, beyaz tenli boynuna yapıştı.
Bir an, tırnaklarını kadının soğuk etine batırdı ama sonra, kadının çoktan ölmüş olduğu fark ettiğinde onu bırakıp odanın içindekileri incelemeye geçti. Ondan sonra, Leydi Alice’in de Sör John’un da cesetlerine bir daha dokunmadı.
Dikkatini çeken ilk şey duvarda asılı duran tüfek oldu; aylardır arzuluyordu bu tuhaf, ölüm saçan gök gürültüsü sopasını ancak şimdi tam karşısında olunca eline alacak gözüpekliği bulamıyordu kendinde.
Dikkatli bir şekilde yaklaştı alete zira kendi türünden maymunların, gerek cahilliklerinden gerekse düşüncesizliklerinden, aletin sahibi olan şu harikulade beyaz maymuna saldırdıklarında aletin kükreyip, maymunlara duyacakları son kelimeleri haykırdığına şahit olmuştu. Olur da alet yine öyle kükreyecek olursa diye, paldır küldür kaçmaya hazırdı.
Maymun, zihninin derinliklerinde bir yerde gök gürültüsü sopasının sadece onu kullanabilen birinin elindeyken tehlikeli olduğunu biliyordu ancak yine de ona dokunacak cesareti kendinde bulabilmesi birkaç dakikasını almıştı.
Bu süre zarfında aletin önünde ileri geri yürüyüp durmuş; yürürken de başını çevirerek gözlerini arzuladığı o şeyden ayırmamıştı.
Uzun kollarını insanların kol değneği kullanmasına benzer şekilde kullanarak iri cüssesini bir o yana, bir bu yana sallandıran koca kral; boğuk boğuk hırlayarak ileri geri volta atmış, ara sıra da o kulakları delen naralarından atmıştı ki tüm ormanda bundan daha dehşet verici başka bir ses yoktu.
Şimdi, tüfeğin önünde duruyordu. Koca elini yavaşça yukarı kaldırıp, parıl parıl parıldayan namluya tam dokunacakken elini bir kez daha geri çekip, telaşlı voltalarına döndü.
Koca canavar, bu gövde gösterisi ve vahşi çığlıklarıyla, tüfeği eline almasını sağlayacak cesareti toplamaya çabalıyor gibiydi âdeta.
Tekrar durdu. Bu kez kendini zorlayıp, çekingen elini soğuk çeliğe değdirmeyi başardı ancak yine derhâl geri çekip, huzursuz voltasına devam etti.
Bu tuhaf tören defalarca tekrarlanırken her defasında cesareti biraz daha artıyordu; ta ki nihayet tüfeğin asılı olduğu kancadan koparılıp, koca canavarın avucunda öylece durduğu ana kadar…
Tüfeğin kendisine bir zarar vermediğini gören Kerchak, daha yakından incelemeye başladı. Başından sonuna kadar eliyle yokladı, namlu ağzının karanlık deliğinden içeri baktı; arpacığı, namlu kuyruğunu, kundağı ve nihayetinde tetiği elledi.
Tüm bu tatbikat sırasında diğer maymunlar kapının yanında toplaşmış, reislerini seyrediyorlardı; dışarıda kalanlar ise kapı ağzına yığılmış, içeride olan biteni görebilmek için itişip kakışıyorlardı.
Bir anda Kerchak, tetiğin üzerinde duran parmağını bastırdı. Küçük oda, kulakları sağır eden bir gürültüyle dolarken hem kapıdaki hem de kapının dışındaki maymunlar, panik içerisinde birbirlerini ezerek kaçıştılar.
Kerchak da onlar kadar korkmuştu, hatta öyle korkmuştu ki o korkunç sesi çıkaran şeyi elinden atmak aklına bile gelmemiş; sımsıkı tuttuğu tüfekle birlikte kapıdan dışarı fırlamıştı.
Kapıdan geçerken tüfeğin ön arpacığı içeri doğru açık duran kapının kenarına takılıp, kaçan maymunun arkasından sıkıca kapanmasına neden oldu.
Kulübeden kısa bir mesafe uzaklaştıktan sonra duran Kerchak, tüfeğin hâlâ elinde olduğunu fark edince elindeki şey soğuk bir çelik değil de kızgın bir demirmiş gibi yere bırakıverdi ve bir daha da almaya kalkışmadı. Tüfeğin gürültüsü canavarın sinirlerine ağır gelmişti ama bu vesileyle, korkunç sopanın kendi hâline bırakıldığı müddetçe zararsız olduğuna kanaat getirmiş oldu.
Maymunların, kulübeye tekrar yaklaşıp incelemelerine devam edecek cesareti bulmaları bir saat sürdü. Cesareti bulduklarında ise kapının kapanıp kilitlendiğini ve zorlamakla açamayacaklarını fark ederek hüsrana uğradılar.
Clayton’ın kapı için yaptığı zekice tasarlanmış sürgü, Kerchak kapıdan geçerken yerine oturmuş; maymunlar, pencerenin sağlam parmaklıklarından içeri girmenin bir yolunu da bulamamışlardı.
Civarda bir süre daha dolandıktan sonra, geldikleri sık ormanın ve yüksek yaylanın yolunu tuttular.
O zamana dek Kala, evlat edindiği yavrusuyla birlikte bir kez bile yere inmemişti ama şimdi Kerchak ona diğerleriyle birlikte aşağı inmesi için seslenince ve sesinde de hiçbir öfke belirtisi olmayınca daldan dala yavaşça inerek diğerlerine katılıp, evlerine doğru yola koyuldu.
Kala’nın tuhaf bebeğini incelemeye kalkışan maymunlar, Kala’nın sivri dişleri ve tehditkâr hırlamalarıyla geri püskürtülüyordu.
Onu, bebeğe zarar vermek gibi bir niyetlerinin olmadığına ikna etmeyi başardıklarında, yaklaşmalarına müsaade etti fakat yine de korumaya aldığı çocuğa dokunmalarına izin vermiyordu.
Sanki, küçük bebeğinin hassas ve kırılgan olduğunu anlamış; kabiledaşlarının kaba ellerinin ufaklığı incitebileceğinden korkmuştu.
Yaptığı başka bir şey de yolculuğu onun için meşakkatli bir iş hâline getirmişti. Kendi yavrusunun nasıl öldüğünü aklından çıkaramadığından yürürken tek eliyle bebeği sıkıcı tutuyordu.
Diğer yavrular, küçük kollarını annelerinin kıllı boyunlarına sıkıca dolamış ve bacaklarını da kol altlarından geçirmiş şekilde annelerinin sırtlarında yolculuk ediyorlardı.
Fakat Kala için durum farklıydı; küçük Greystoke Lordu’nun minik bedenini göğsüne dayamış, bebek ise maymunun vücudunun o kısmını kaplayan uzun siyah kıllarını minik ve sevimli elleriyle sıkıca kavramıştı. Bir yavrunun sırtından düşüp korkunç bir şekilde can verdiğine bir kez şahit olmuştu Kala; bu yavruyu da kaybetmeyi göze alamazdı.

5. BÖLÜM
BEYAZ MAYMUN
Kala, bir yandan küçük yetimini emzirirken bir yandan da onun, neden diğer annelerin minik maymunları gibi güçlenip çevikleşmediğini düşünüyordu. Ufaklığı sahiplendiğinden beri kendi başına yürümeye başlaması bile neredeyse bir yıl sonra olmuştu. Tırmanmaya gelince; ah, nasıl beceriksizdi!
Kala bazen, diğer dişilerle küçük maymun adayı hakkında dertleşiyordu ancak hiçbiri, bir çocuğun kendine bakmayı öğrenme konusunda nasıl bu kadar yavaş ve beceriksiz olabildiğini anlayamıyordu. Kendi başına yiyecek bile bulamıyordu çocuk; üstelik Kala’nın onu bulmasının üzerinden on iki dolunay geçmişti.
Bir de çocuğun, Kala onu sahiplenmeden önce zaten on üç dolunay görmüş olduğunu bilselerdi; onu büsbütün umutsuz vaka sayarlardı. Zira kendi kabilelerinin küçük maymunları, henüz iki üç aylıkken bile bu küçük yabancının yirmi beşinci ayda olduğundan daha ileri seviyede oluyorlardı.
Kala’nın kocası Tublat bu durumdan fena hâlde yakınmıştı; dişisinin gözü sürekli üstünde olmasa çocuğu çoktan ortadan kaldırırdı.
“Bundan düzgün bir maymun olmaz!” diye çıkıştı. “Onu sürekli taşımak ve korumak zorunda kalacaksın. Böylesinin kabileye ne faydası olur ki? Yük olmaktan başka bir işe yaramaz.”
“Otların arasına bırakalım da kendi başına sessiz sedasız uyusun. Sen başka çocuklar doğurursun; yaşlılığımızda biri koruyacak daha güçlü maymunlar…”
“Hayatta olmaz, Kırık Burun!” diye cevap verdi Kala. “Ölene dek onu taşımak zorunda kalsam bile, varsın öyle olsun.”
Hâl böyle olunca Tublat, çareyi Kerchak’a gitmekte aradı; ondan otoritesini kullanarak Kala’yı küçük Tarzan’ı terk etmeye zorlamasını istedi. Kala’nın küçük Greystoke Lordu’na verdiği ad buydu, anlamı ise “Beyaz Deri” idi.
Fakat Kerchak bu hususu Kala’yla konuştuğunda Kala, çocukla kendisini rahat bırakmazlarsa kabileden kaçıp gitmekle tehdit etti. Bu, orman halkanın vazgeçilmez haklarından biriydi; kabiledaşları arasında yaşamaktan memnun olmayanlar, çekip gitmekte hürdü. Bunun üzerine, onu rahat bıraktılar zira çakı gibi zinde ve güzel bir dişiydi Kala, onu kaybetmeyi istemezlerdi.
Tarzan büyüdükçe adımları da hızlanıyordu. Böyle böyle on yaşına geldiğinde, mükemmel bir tırmanıcı olmuştu. Yerdeyken de küçük kardeşlerinin kabiliyetini aşan muhteşem şeyler yapabiliyordu.
Birçok yönden onlardan farklıydı; üstün zekâsı onları çoğu kez hayrete düşürüyordu. Fakat kuvvet ve cüsse konusunda noksandı zira bu koca insansı maymunlar, on yaşlarına geldiklerinde tamamen yetişkin oluyor; bazılarının boyu bir sekseni aşıyordu. Küçük Tarzan ise serpilememiş bir oğlandı hâlâ.
Ama ne oğlan!
Daha küçük bir çocukken dev annesini izleyip, ellerini onun gibi kullanarak daldan dala atlamayı öğrenmişti. Biraz daha büyüdüğünde ise ağaç tepelerinde kardeşleriyle saatlerce yarışır hâle gelmişti.
Ağaç tepelerinin baş döndürücü yüksekliklerinde altı metre öteye atlayabiliyor; yaklaşan fırtınanın delice esen rüzgârında bile hedefindeki dala hatasız bir şekilde ve hiç sarsılmadan tutunabiliyordu.
Daldan dala sarkarak altı metre aşağıya hızla inebiliyor; dev tropik ağaçların en zirvesine bir sincap gibi rahat ve çabucak çıkabiliyordu.
Daha on yaşında olmasına rağmen otuz yaşındaki vasat bir adam kadar güçlü ve en talimli atletin dahi olamayacağı kadar çevikti. Üstelik kuvveti de günden güne artıyordu.
Bu vahşi maymunların arasında mutlu bir hayat sürüyordu zira hatıralarında bundan başka bir hayat yoktu; ona göre evren, yaşadığı bu orman ve aşina olduğu vahşi hayvanlardan ibaretti.
On yaşına basmasına az bir zaman kala, kendisi ile kabiledaşları arasında muazzam bir fark olduğunu fark etmeye başlamıştı. Güneşte yanıp esmerleşen ufak bedeninden birdenbire yoğun bir utanç duymaya başlamıştı çünkü fark etmişti ki bedeni, değersiz bir yılanın ya da başka bir sürüngeninki gibi tamamen kılsızdı.
Bu değersizliği kendini baştan ayağa çamurla sıvayarak gidermeye çalıştı ancak çamur kuruyup döküldü. Ayrıca çamur o kadar rahatsız ediyordu ki çok geçmeden rahatsız olmaktansa utanmayı tercih etti.
Kabilesinin müdavimi olduğu yaylada küçük bir göl vardı. İşte orada; gölün berrak ve durgun sularında Tarzan, kendi yüzünü ilk kez görmüştü.
Kurak mevsimin boğucu bir gününde, kuzenlerinden biriyle birlikte su içmeye göl kıyısına gitmişlerdi. Suya doğru eğildiklerinde, ikisinin de minik suratları durgun gölün yüzeyinde belirdi; maymunun vahşi, güçlü hatlara sahip suratının yanında duran şey, eski bir İngiliz soyundan gelen aristokrat veledinin suratıydı.
Tarzan dehşete düşmüştü. Kılsız olması yetmiyormuş gibi şimdi bir de böyle bir surat çıkmıştı! Diğer maymunlar yüzüne nasıl bakabiliyorlardı, hayret doğrusu!
İncecik yarık gibi bir ağız, çelimsiz beyaz dişler! Ondan daha talihli kardeşlerinin koca dudakları ve güçlü sivri dişlerinin yanında kendisininkiler, nasıl bir manzaraydı böyle!
Peki ya o küçük, sıska buruna ne demeli? O kadar zayıftı ki sanki aç kalmıştı. Kendi burun deliklerini kuzeninin geniş, güzel burun delikleriyle karşılaştırırken yüzü kızardı. Ne cömert bir burundu onunki, yüzünün yarısını kaplıyordu! Bu kadar yakışıklı olmak güzel bir şey olmalı, diye düşündü zavallı Tarzancık.
Ama sonra, kendi gözlerini fark ettiğinde son darbeyi almış oldu: siyah bir nokta, gri bir daire ve sonra da bembeyaz bir boşluk!.. Korkunç! Yılanların gözleri bile onunkiler kadar çirkin değildi.
Kendisini yüz hatlarına değer biçmeye öyle kaptırmıştı ki arkasındaki ormandan çıkan iri cüsseli hayvanın uzun otları yara yara, sinsice yaklaştığını duymamıştı. Yoldaşı maymun da hiçbir ses duymamıştı keza; kana kana içen dudaklarının şapırtısı ve suyun lıkırtısı, davetsiz misafirin sessiz adımlarını bastırıyordu.
İkilinin otuz adım gerisinde yere çömelmişti koca, dişi aslan Sabor; kuyruğunu kamçı gibi sallıyordu. Koca pençesini dikkatle ileri uzatıyor, yere sessizce indirdikten sonra diğerini kaldırıyor ve bu şekilde ilerlemeye devam ediyordu. Avının üstüne atlamaya hazırlanan koca bir kedi edasıyla karnını o denli aşağı indirmişti ki karnı, neredeyse yere değiyordu.
Olan bitenin farkında olmayan iki oyun arkadaşı ile dişi aslanın arasında üç metre kalmıştı artık. Aslan, arka ayaklarını altına doğru yavaşça çekerken güzel kürkünün altındaki muhteşem kasları hareket ediyordu.
Şimdi yere o kadar yakın hâlde sürünüyordu ki atlamaya hazırlanırken parlak tüylü sırtı yukarıya doğru kıvrılmasa bütünüyle yere yapışacak ve dümdüz olmuş gibi görünecekti.
Kuyruğu sallanmıyordu artık, arkasında sessiz ve düz bir şekilde uzanıyordu.
Bir an taş kesilmiş gibi öylece durdu ve sonra, korkunç bir kükremeyle ileri atıldı.
Dişi aslan Sabor, bilge bir avcıydı. Onun kadar bilge olmayan biri için avına atıldığı anda böyle vahşice kükreyerek ikaz vermesi budalaca görünebilirdi zira böyle yüksek sesle çığırmadan atlasa kurbanlarını yakalaması daha kesin olmaz mıydı?
Ancak Sabor, orman halkının muhteşem çabukluğunu ve inanılmaz işitme kabiliyetini gayet iyi biliyordu. Onlar için bir otun başka bir ota sürtünmesi bile, onun en gür kükremesi kadar tesirli bir ikazdı. Sabor yine biliyordu ki o müthiş atlayışı, bir miktar ses çıkarmadan yapması mümkün değildi.
O vahşi kükreyişi bir ikaz değildi. Amacı, zavallı kurbanlarını korkudan felç edip kısa bir anlığına donmalarını sağlamaktı. Donsunlar ki o da üzerlerine atlayıp müthiş pençelerini yumuşak etlerine geçirsin ve onları, kaçmalarına fırsat vermeden yakalayabilsin.
Maymunun hâline bakılacak olursa Sabor’un mantığı doğruydu. Ufaklık, korkuyla titreyerek sadece kısa bir an yere çömeldi fakat o kısa an, sonunu getirmeye yetecek kadar zamanı kapsıyordu.
İnsan yavrusu Tarzan için ise durum farklıydı. Vahşi ormanın tehlikeleri arasında yaşamak, ona acil durumlar karşısında özgüvenini yitirmemeyi öğretmişti ve yüksek zekâsı sayesinde de maymunların kabiliyetlerinin ötesinde bir hızla düşünüp harekete geçebiliyordu.
Bu sebeple dişi aslan Sabor’un kükremesi, küçük Tarzan’ın beynini ve kaslarını ateşleyip anında harekete geçirmişti.
Önünde küçük gölün derin suları uzanıyordu; arkasında ise onu paramparça edecek pençelerin ve sivri dişlerin getirdiği zalim bir ölüm.
Susuzluğu giderme aracı olması haricinde sudan hep nefret etmişti Tarzan. Nefret ediyordu çünkü onu şiddetli yağmurlarla gelen soğuk ve sıkıntı ile ilişkilendirmişti; üstelik, yağmura eşlik eden şimşek ve gök gürültüsünden de korkuyordu.
Gölün derin sularından uzak durması gerektiğini öğretmişti vahşi annesi ona. Dahası, henüz birkaç hafta önce küçük Neeta’nın gölün dingin sularına batıp bir daha kabileye dönmediğine şahit olmamış mıydı?
Ancak bu iki kötü hâl arasında kalınca kıvrak zekâsı kötünün iyisini seçmiş ve Sabor’ın kükremesinin ilk notası, ormanın sükûnetini bozar bozmaz üstelik koca hayvan atlayışının henüz yarısındayken Tarzan’ın başı gölün soğuk sularının altın girmişti. Yüzme bilmiyordu ve su çok derindi ama yine de üstün mevcudiyetinin nişanı olan o özgüveninden ve maharetinden hiçbir şey kaybetmemişti.
Yukarıya çıkma çabasıyla ellerini ve ayaklarını hızla hareket ettirmeye başladı; kasıttan daha ziyade şans eseriyle, köpeklerin yüzerken kullandığı kulaç düzenine geçti. Böylelikle birkaç saniye içerisinde burnunu suyun üstüne çıkarmayı başardı ve kulaç atmaya devam ettiği sürece de hem burnunu su üstünde tutabileceğini hem de suda ilerleyebileceğini keşfetti.
Gökten inmiş gibi birdenbire kazandığı bu beceri karşısında hem çok şaşırmış hem de memnun olmuştu fakat şimdi bunu düşünmeye pek vakti yoktu.
Kıyıya paralel yüzüyordu ve baktığında, pençesinden son anda kurtulduğu zalim yaratığı zavallı oyun arkadaşının hareketsiz bedeni üzerine çöreklenmiş hâlde gördü.
Dişi aslan, Tarzan’ı pürdikkat izliyor, belli ki kıyıya dönmesini bekliyordu ancak oğlanın öyle bir niyeti yoktu.
Dönmek yerine, oğlan bağırarak kabilesine mahsus yardım çağrısını yaptı; yaparken de müstakbel kurtarıcıları koşup geldiklerinde Sabor’un kucağına düşmesinler diye, çağrısına bir ikaz ekledi.
Neredeyse anında bir cevap duyuldu uzaktan; hemen peşinden de kırk elli kadar koca maymun ağaçların arasından uçarcasına bir hızla ve ihtişamla, trajedinin yaşandığı yere doğru yol aldı.
Başlarında Kala vardı; gözde yavrusunun sesini tanımıştı. Onun yanında da zalim Sabor’un altında cansız bir şekilde yatan küçük maymunun annesi…
Dövüşme hususunda maymunlardan daha kuvvetli ve donanımlı olmasına rağmen dişi aslanın bu öfkeli yetişkinlerle yüzleşmeye hevesi yoktu; nefretle hırladıktan sonra çabucak çalıların içine atlayıp gözden kayboldu.
Artık kıyıya doğru yüzen Tarzan, çabucak tırmanıp kuru toprağa çıktı. Soğuk suların verdiği ferahlık ve uyandırdığı heyecan, çocuk benliğini tatminkâr bir şaşkınlıkla doldurmuştu. Bu olaydan sonra bulduğu her fırsatta, mümkünse her gün; göle, dereye ya da okyanusa gidip suya girmeye başladı.
Uzunca bir süre, bu duruma alışmakta güçlük çekti Kala zira kendi halkı her ne kadar mecbur kaldığında yüzebilse de suya girmeyi sevmezlerdi; hele bir de suya isteyerek girmek mi? Asla!
Dişi aslanla yaşadığı macera, Tarzan için hoş hatıraların yolunu açmıştı zira günlük hayatının monotonluğunu kıran tek şey böyle hadiselerdi. Yoksa hayatı yemek arama, yemek yeme ve uyumadan ibaret yavan bir döngüydü.
Ait olduğu kabile; deniz kıyısı boyunca kabaca kırk, iç kısımlara doğru ise seksen kilometre kadar uzanan bir yol boyunca dolaşıyordu. Bu yolda neredeyse sürekli gidip geliyor, bazen bir yerde aylarca kalıyorlardı fakat ağaçtan ağaca müthiş bir hızla hareket edebildiklerinden, bölgenin tamamını sadece birkaç günde katediyorlardı.
Nerede ne kadar kaldıkları genellikle yiyecek kaynaklarına, iklim koşullarına ve daha tehlikeli hayvan türlerinin varlığına bağlıydı. Gerçi Kerchak’ın sık sık, sırf aynı yerde kalmaktan sıkıldığı için onları uzun yolculuklara çıkardığı da oluyordu.
Karanlık nerede çökerse orada geceliyorlardı. Yerde uyuyor; bazen başlarını, nadiren de gövdelerini fil kulağının büyük yapraklarıyla örtüyorlardı. İki üç maymunun soğuk gecelerde birbirlerine sarılarak uyudukları da oluyordu; böylece Tarzan bunca yılı, geceleri Kala’nın kolları arasında uyuyarak geçirmişti.
Şüphesiz ki bu koca, vahşi canavar; başka bir ırka mensup bu çocuğu seviyordu. Keza çocuk da -şayet hayatta olsaydı- güzel ve genç annesine karşı besleyeceği tüm sevgiyi bu büyük, kıllı hayvana karşı besliyordu.
İtaat etmediğinde çocuğu tokatladığı oluyordu, doğru ama ona karşı asla zalim değildi. Hatta attığı tokat bile çoğu zaman, dövmekten ziyade okşar gibiydi.
Eşi Tublat ise Tarzan’dan her zaman nefret etmişti ve birkaç defa çocuğun gencecik yaşamına son verme raddesine gelmişti.
Tarzan ise üvey babasına hislerinin karşılıklı olduğunu göstermek için karşısına çıkan hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Eline geçen her fırsatta kendisini, annesinin kolları arasında ya da yüksek ağaçların ince dallarında emniyete alıp, üvey babasına uzaktan kaş göz yaparak ya da hakaretler savurarak onu kızdırıyordu.
Üstün zekâsı ve kurnazlığı sayesinde, Tublat’ın hayatındaki dertlere dert eklemenin binbir şeytani yolunu icat etmişti.
Daha küçük bir çocukken uzun otları döndürüp birbirlerine bağlayarak halat yapmayı öğrenmişti. Bu halatlarla sürekli ya tuzak kurup Tublat’ı düşürüyor ya da halatı başının üzerindeki bir daldan sarkıtarak boynundan asmaya çalışıyordu. Bu halatlarla sürekli oynayarak, denemeler yaparak kabaca düğüm atmayı ve genişleyip daralabilen kementler yapmayı da öğrenmişti. O ve daha küçük maymunlar, bunlarla oynayıp eğleniyorlardı. Onlar da Tarzan’ın yaptıklarını yapmaya çalışıyorlardı ama bir şeyi icat eden de o şeyde ustalaşan da sadece kendisi oluyordu.
Bir gün yine böyle oynarken Tarzan, halatının ucunu elinden bırakmadan kement kısmını koşan arkadaşlarından birine doğru fırlattı. Kement şans eseri, koşan maymunun boynuna geçince maymun, gayriihtiyari bir şekilde durdu.
Ah, işte yeni bir oyun, hem de güzel bir oyun, diye düşündü Tarzan ve hemen sonrasında da numarasını tekrarlamaya koyuldu. Böylece, titiz ve devamlı talimler neticesinde kement atma yeteneğini geliştirmiş oldu.
İşte şimdi Tublat’ın hayatı gerçekten de kâbusa dönmüştü. Uyurken, yürürken, gece, gündüz; o sessiz kemendin ne zaman uçup gelip boynuna geçeceğini tahmin edemiyor; her defasında boğulup ölecek gibi oluyordu.
Kala cezalandırdı, Tublat intikam yeminleri etti, yaşlı Kerchak da bizzat ilgilenip ikaz ve tehdit etti ama ne fayda!
Tarzan hiçbirine itaat etmedi ve o ince, sağlam kement Tublat’ın boynuna hiç beklemediği anlarda geçmeye devam etti.
Diğer maymunlar Tublat’ın mağlubiyetinden sınırsız zevk alıyordu zira kimsenin hoşlanmadığı, huysuz ihtiyarın tekiydi Kırık Burun.
Tarzan’ın küçük, zeki kafasında binlerce fikir dolanıyordu; hepsinin ardında da o harikulade muhakeme kabiliyeti vardı.
Otlardan yaptığı uzun koluyla maymun yoldaşlarını yakalayabiliyorsa dişi aslan Sabor’u neden yakalayamasındı?
Henüz ham bir fikirdi bu ancak bilincinde de bilinçaltında da uzun süre kalacak ve nihayetinde muhteşem bir başarıyla neticelenecekti.
Fakat bu, yıllar sonra gerçekleşecekti.

6. BÖLÜM
ORMAN SAVAŞLARI
Kabilenin konargöçer hayatı, onları sık sık küçük koydaki kapalı ve ıssız kulübenin yakınına getirdi. Tarzan için bu, her zaman bitmek bilmeyen bir esrar ve zevk kaynağı olmuştu.
O güçlü duvarların ardında saklanan meçhul harikaları keşfetmek için nafile bir çabayla, perdeli pencerelerden içeriyi gözetler ya da çatıya tırmanıp bacanın karanlığından aşağı bakardı.
Toy hayal gücüyle, içeride muhteşem yaratıkların yaşadığını tasavvur eder; kaba kuvvetle içeri giremeyişi de bu arzusunu bin kat artırırdı.
Çatıya ve pencerelere tırmanıp saatlerce bir giriş yolu aradığı oluyordu fakat kapı, görünüşte duvarlar kadar kalın ve sağlam olduğundan dikkatini çekmemişti.
Yaşlı Sabor’la yaşadığı maceradan sonra, o civara tekrar uğradıkları zamandı. Tarzan, kulübeye yaklaştıkları sırada uzaktan bakınca kapının duvarın içine oturtulmuş, duvardan bağımsız bir parça olduğunu fark etti. İşte o an, bunca zamandır akıl edemediği giriş yolunun o parça olabileceğini düşündü ilk kez.
Kulübeyi ziyaret ederken genellikle olduğu gibi yine tek başınaydı zira maymunlar orayı pek sevmiyorlardı. Gök gürültüsü sopasının maymunlar arasında on yıl boyunca bıkıp usanmadan anlatılagelen hikâyesi, beyaz adamın terk edilmiş metruk hanesinin etrafında âdeta bir tuhaflık ve korku atmosferi oluşturmuştu.
Kendisinin kulübeyle olan bağı ona hiç anlatılmamıştı. Maymun dilinde o kadar az kelime vardı ki kulübenin içinde gördüklerinin çok azını ifade edebiliyorlardı. Zira dilleri, o tuhaf mahlukları da onların eşyalarını da doğru şekilde tarif edebilecek kelimelerden yoksundu. Bu sebeple Tarzan aklı erecek yaşa gelene kadar kabile, o meseleyi çoktan unutmuştu.
Kala ona babasının tuhaf, beyaz bir maymun olduğunu belli belirsiz, üstü kapalı bir şekilde anlatmıştı ancak Tarzan, Kala’nın öz annesi olmadığını bilmiyordu.
İşte o gün, doğruca kapıya gitti Tarzan. Kapıyı saatlerce inceledi; menteşelerini, kolunu ve sürgüsünü kurcalayıp durdu. En sonunda şans eseri doğru kombinasyonu buldu ve kapı, oğlanın şaşkın gözlerinin önünde gıcırdayarak açıldı.
Birkaç dakika kadar içeri girmeye cesaret edemedi ama nihayetinde gözleri içerinin loşluğuna alışınca yavaş ve dikkatli şekilde içeri girdi.
Orta yerde bir iskelet yatıyordu; bir zamanlar kıyafet olan çürümüş kumaş kalıntılarının altındaki kemiklerde zerre kadar et kalmamıştı. Yatakta da diğerine benzer ürkütücü bir şey vardı ama daha küçüktü. Yanındaki küçük beşikte ise ufacık üçüncü bir iskelet vardı.
Uzun zaman önce yaşanmış bu korkunç trajik günün delillerine aldırış etmedi küçük Tarzan; belki sadece kısa bir an ancak hepsi o kadar. Vahşi orman hayatında, ölen ve can çekişen hayvanlar görmeye alışmıştı; hatta baktığı şeylerin kendi öz babası ve annesinin kalıntıları olduğunu bilseydi bile bundan daha fazla tepki göstermezdi.
Onun dikkatini cezbeden asıl şey, odanın içindeki mobilyalar ve diğer eşyalardı. Tuhaf aletler, silahlar, kitaplar, kâğıt ve kıyafetler; ormanlık kıyının nemli havasında, zamanın tahribatına dayanabilen ne varsa hepsini büyük bir dikkatle inceliyordu.
Kapıyla kazandığı ufak tecrübesinin yardımıyla sandıkları ve dolapları açtı; bunların içinde bulduğu şeyler çok daha iyi muhafaza edilmişti.
Bulduğu şeyler arasında keskin bir av bıçağı da vardı. Bıçağı eline alır almaz keskin metal parmağını kesti ama bu onun gözünü korkutmadı ve denemelerine devam etti. Bu yeni oyuncağıyla masa ve sandalyelerden kıymık kesip çıkarabildiği fark edince bununla uzun bir süre eğlendi ancak sonunda bıkıp, keşiflerine devam etti.
Kitaplarla dolu bir dolabın içinde parlak renkli resimleri olan bir kitaba rast geldi; çocuklar için yapılmış resimli bir alfabe kitabıydı bu:
A ile başlar Avcı
Avlanır okuyla ormanda.
B ile başlar Balık,
Yüzer mavi sularda.
Resimler son derece ilgisini çekmişti.
Kendi suratına benzer suratları olan bir sürü maymun vardı resimlerde. Kitabın ilerleyen sayfalarında, “Ş” harfinin altında ise her gün gördüğü, ilkel ormanın ağaçları arasında oradan oraya atlayıp duran şebekler vardı. Ancak kendi halkından kimsenin resmi yoktu; kitaptakilerin hiçbiri ne Kerchak’a ne Tublat’a ne de Kala’ya benziyordu.
Küçük şekilleri tutup sayfalardan almaya çalıştı önce ama kısa sürede gerçek olmadıklarını anladı ancak ne olduklarını anlayamadığı gibi onları tarif edebilecek kelimelere de hâkim değildi.
Gemiler, trenler, inekler, atlar; hiçbiri onun için bir anlam ifade etmiyordu lakin yine de hiçbiri, renkli resimlerin altında ve aralarında görünen küçük tuhaf şekiller kadar kurcalamamıştı aklını. Belki tuhaf bir böcektir, diye düşündü önce çünkü çoğunun ayakları vardı. Fakat bir tanesinin bile gözleri ya da ağzı yoktu. Alfabenin harfleriyle ilk tanışması, işte bu şekilde ve on yaşını geçmişken olmuştu.
Tabii ki daha önce hiç yazı görmemişti; hatta, yazılı dil diye bir şeyin varlığına dair ufacık fikri olan bir canlıyla dahi karşılaşmamış, konuşmamış; okuyan birini de hiç görmemişti.
Hâl böyleyken, küçük oğlanın bu tuhaf şekillerin manasını tahmin dahi edemeyişine şaşmamak lazım.
Kitabın ortalarına doğru, yaşlı düşmanı dişi aslan Sabor’u buldu; sonrasında da çöreklenmiş hâldeki yılan Histah’yı.
Ah, nasıl da sürükleyiciydi! On yıllık ömründe, hiçbir şeyden bu denli zevk almamıştı. Kitaba kendini o denli kaptırmıştı ki karanlık çökene ve şekilleri görmek zorlaşana kadar vaktin nasıl geçtiğini fark etmemişti.
Kitabı dolaba geri koyup kapağını kapattı; başka kimsenin onun hazinesini bulup mahvetmesini istemiyordu. Çökmekte olan akşamın karanlığına adımını atmadan önce kulübenin muazzam kapısını kapatıp; kilidini, sırrını çözmeden önceki hâline getirdi. Ama oradan ayrılmadan evvel, av bıçağını sıkılıp attığı yerde dururken görmüş ve arkadaşlarına göstermek için de yanına almıştı. Ormana doğru henüz birkaç adım atmıştı ki kısa boylu çalılıkların gölgesinin arasından çıkan koca bir cüsse önünde beliriverdi. Başta, kendi halkından biri olduğunu zannetti ama hemen sonra onun dev goril Bolgani olduğunu anladı.
O kadar yakınındaydı ki kaçma şansı yoktu. Bu devasa mahluklar, kendi kabilesinin azılı düşmanı olduğundan ve her iki kabilenin törelerinde de ele geçirilen düşmanın öldürülmemesi gibi bir kural olmadığından küçük Tarzan, hayatta kalmak için dövüşmeye mecbur olduğunu biliyordu.
Şayet Tarzan kendi kabilesinin türünden yetişkin bir erkek maymun olsaydı, goril rakibi ile rahat rahat dövüşebilirdi ancak küçük bir İngiliz oğlandı sadece. Yaşına göre kasları fazlasıyla gelişmiş olsa da bu cani rakibinin karşısında hiç şansı yoktu. Fakat damarlarında, muhteşem savaşçılar çıkarmış bir soyun en iyisinin kanı akıyordu; ormanın vahşi canavarlarının arasında geçirdiği kısa yaşamının kazandırdığı alıştırmalar da bunu güçlendiriyordu.
Korku nedir bilmezdi Tarzan. Küçük kalbinin atışları hızlanmıştı fakat korkudan değil; maceraperest bir coşkudandı. Bir fırsatını bulsa kaçacaktı elbet ama sırf karşısına dikilen dev ile yüzleşecek cüssede olmadığına kanaat getirdiği için kaçacaktı. Aklı da ona bir kaçış yolu gösteremeyince tek bir kası dahi titremeden, hiçbir panik belirtisi göstermeden cesurca durdu gorilin karşısında.
Canavar saldırıya geçtiğinde, henüz üzerine çullanamadan, oğlan yumruklarını hayvanın koca cüssesine indirdi ancak bu sineğin file saldırması gibi boşuna bir çabaydı. Fakat bir elinde, babasının kulübesinde bulduğu bıçağı tutuyordu hâlâ, sıkı sıkı. Canavar, vurarak ve ısırarak üzerine çullandığında oğlan bıçağın ucunu kazara kıllı canavara doğru çevirdi. Bıçak, gorilin gövdesine saplanıp derin bir yara açarken; koca hayvan acı ve öfkeyle bağırdı.
Bu kısa an içerisinde oğlan, keskin ve parlak oyuncağının bir faydasını daha öğrenmiş oldu ve böylece, azgın canavar onu sürükleyip yere düşürdüğünde bıçağı canavarın göğsüne tekrar ve tekrar saplayıp sonuna kadar bastırdı.
Kendi türüne has şekilde dövüşen goril, eli açık şekilde dehşetli bir kuvvetle vuruyor, uzun sivri dişlerini oğlanın boğazına ve göğsüne geçiriyordu.
Bir süre yerde yuvarlanarak vahşice dövüştüler. Oğlanın kanayan kolu, uzun keskin bıçağı gitgide daha kuvvetsizce saplıyordu; sonra küçük bedeni, birden spazm geçirir gibi irkildikten sonra kaskatı kesildi. Küçük Greystoke Lordu Tarzan, orman evinin zeminini halı gibi kaplayan solmuş ve çürümüş bitkilerin üstüne yuvarlandı; bilincini kaybetmişti.
Bir buçuk kilometre ötede, ormanın içindeki kabile; gorilin, âdet olduğu üzere, bir tehditle karşılaştığında attığı vahşi nidayı duymuştu. Bu goril, belki tek başına değil de birkaç gorilden oluşan sürüyle birlikte olabilirdi. Bu sebeple, hem ortak düşmanlarına karşı birbirlerini korumak hem de tüm kabile mensuplarının orada olup olmadığını görmek amacıyla Kerchak halkını bir araya topladı.
Tarzan’ın kayıp olduğu kısa sürede anlaşılınca Tublat, yardım göndermeye şiddetle karşı çıktı. Kerchak da o tuhaf beslemeden hazzetmediğinden Tublat’ı dinledi ve nihayetinde omuz silkip yatak olarak kullandığı yaprak yığınına geri döndü.
Ama Kala aynı fikirde değildi; hatta Tarzan’ın kayıp olduğunu öğrenir öğrenmez hiç vakit kaybetmemiş, gorilin bağırtılarının hâlâ net bir şekilde duyulduğu yere doğru uçar gibi koşmaya başlamıştı, ezilmiş dalların arasından.
Artık karanlık çökmüştü; ilk evrelerindeki ayın loş ışığı, ormanın sık ağaçlarının arasında tuhaf ve ürkütücü gölge oyunları yapıyordu.
Ağaçların arasından ara ara sızmayı başaran ay ışığı; yere kadar ulaşıyordu ama çoğunlukla tek yaptığı, ormanın derinliklerinin zifirî karanlığını daha da vurgulamak oluyordu.
Kala, dev bir hayalet gibi sessizce kâh büyük bir dalın üzerinde koşarak kâh bir daldan diğerine atlayarak ilerliyor; orman yaşamının ona kazandırdığı tecrübeyle kısa bir mesafe ötede cereyan ettiğini kestirdiği trajediye hızla yaklaşıyordu.
Gorilin çığlıkları, vahşi ormanın başka bir sakiniyle ölümcül bir dövüş içerisinde olduğunu ilan ediyordu. Fakat bu çığlıklar aniden kesildi ve ormana bir ölüm sessizliği hâkim oldu.
Anlayamamıştı Kala; Bolgani’nin sesini ızdırap ve ölümün acısıyla yükselttiğini duymuştu ancak karşısındakinin ne tür bir mahluk olduğunu anlamasına yardım edebilecek herhangi bir ses işitmemişti.
Küçük Tarzan’ının koca bir erkek gorili öldürmesinin imkânsız olduğunu bildiğinden seslerin geldiği noktaya yaklaşırken daha dikkatli, daha yavaş hareket etmeye başladı. Son derece tedbirli bir şekilde, en alçaktaki dalların üzerinden yürüyerek ay ışığının yer yer aydınlattığı karanlığa gözlerini dikip, savaşçılara dair bir iz aradı.
Bir müddet sonra onları ayın parlak ışığı altında, küçük bir açıklık alanda yatarken buldu: Küçük Tarzan’ın yaralı ve kanlı bedeni ile onun yanında cansız bir şekilde yatan koca bir erkek goril.
Kısık bir çığlık atan Kala, telaşla Tarzan’ın yanına koştu. Zavallının kana bulanmış bedenini kucağına alıp, hayatta olup olmadığını anlamak için kalbini dinledi. Belli belirsiz bir ses duydu; küçük kalbinin zayıf atışlarıydı bu.
Tarzan’ı, zifirî ormandan geçerek kabilenin kamp yerine kadar dikkatlice taşıdı ve günlerce, gecelerce başında nöbet tuttu; yiyecek ve su getirerek besleyip, korkunç yaralarına konan sinekleri ve böcekleri temizledi.
Zavallı hayvanın ilaç ya da ameliyata dair hiçbir bilgisi yoktu. Tek yapabildiği, yaraları temiz tutmak için yalamak ve böylece daha hızlı iyileşmesini dilemekti.
Başta hiçbir şey yiyemedi Tarzan, ateşler içinde sayıklayarak bir o yana bir bu yana dönüp durdu. Tek istediği suydu ve Kala, suyu ona getirebildiği tek şekilde getiriyordu: kendi ağzında taşıyarak.
İnsan türünden hiçbir anne; bu zavallı vahşi hayvanın, kaderin kendisine emanet ettiği bu küçük yetim çocuğa gösterdiğinden daha özverili, daha fedakâr bir adanmışlık gösteremezdi.
Nihayet ateşi dindi ve oğlan iyileşmeye başladı. Yaralarının dayanılmaz acısına rağmen sıkıca kapattığı ağzından tek bir şikâyet çıkmıyordu.
Gorilin kuvvetli pençeleriyle göğsünü kaplayan etin bir kısmı kaburgalarına kadar yırtılmış; kaburgalarından üçü kırılmıştı. Koca sivri dişlerin ısırıklarıyla bir kolu, neredeyse kopacak raddeye gelmişti. Boynundan büyükçe bir parça koparılmış, cani dişlerin mucize eseri ıskaladığı şah damarı ortaya çıkmıştı.
Kendisini yetiştiren vahşi hayvanlara mahsus dayanıklılıkla, çektiği ızdıraba sessizce katlanıyor; sefil hâlini diğerlerine göstermektense sürünerek onlardan uzaklaşıp, uzun otların arasına kıvrılıp tek başına yatmayı tercih ediyordu.
Yanına memnuniyetle kabul ettiği tek kişi Kala’ydı fakat artık daha iyi hissettiğinden Kala, yemek aramaya çıkışlarından giderek daha geç dönmeye başlamıştı. Cefakâr hayvan, elden ayaktan kesilen Tarzan’la ilgilenirken doğru düzgün bir şey yiyememiş; neticesinde de güçten kuvvetten düşüp önceki hâlinin salt gölgesi gibi kalmıştı.

7. BÖLÜM
İLMİN IŞIĞI
Gariban ufaklık, sonsuzluk gibi gelen bir süre sonrasında yeniden yürüyebilecek hâle gelmiş ve o andan itibaren de öyle hızlı toparlanmıştı ki bir ay sonra eskisi kadar güçlü ve hareketli olmuştu.
Bu iyileşme süreci boyunca, gorille savaşını kafasında yüzlerce kez canlandırmış; aklına gelen ilk şey de iyileşir iyileşmez gidip kendisini ümitsiz ve dışlanmış bir zavallıdan, ormanın korkulacak bir efsanesine dönüştüren o küçük, harika silahı bulup almak olmuştu.
Ayrıca kulübeye dönüp, içindeki harikaları incelemeye devam etmek için sabırsızlanıyordu.
Böylece bir sabah erkenden tek başına yola koyuldu. Kısa bir arayıştan sonra, ölen rakibinin etlerinden sıyrılmış kemiklerinin yerini tespit etti. Bıçağı da onun yakınlarında, kısmen yaprakların altına gömülü olarak buldu. Bıçak, hem toprağın neminden pas tuttuğu hem de gorilin kurumuş kanına bulandığı için kırmızıya dönmüştü.
Bıçağın yüzeyinin eskisi gibi parlak, ışıl ışıl olmayışı hoşuna gitmemişti ama yine de yaman bir silahtı, bulduğu her fırsatta kullanıp vaziyeti kendi lehine çevirmesine yarayacak bir silah. Bundan böyle, ihtiyar Tublat’ın sebepsiz saldırılarından kaçmayacaktı.
Kısa sürede kulübeye vardı ve sürgüyü çabucak açıp içeri girdi. Aklındaki ilk husus kilidin mekanizmasını çözmekti. Bu sebeple kapı açıkken kilidi yakından inceleyerek kapıyı nasıl kapalı tuttuğunu ve dokunmasıyla birlikte nasıl açıldığını tam olarak anlamaya çalıştı.
Kapıyı içerideyken de kapatıp kilitleyebileceğini keşfedince keşif sırasında saldırıya uğrama ihtimalini ortadan kaldırmak için kapıyı kapatıp kilitledi.
Kulübedeki araştırmalarına belli bir düzen içerisinde başlamıştı ancak kısa bir süre sonra dikkati kitaplara kaydı. Kitapların, oğlanın üzerinde âdeta tuhaf ve güçlü bir tesiri vardı; o kadar ki kitapların mahiyetinin sunduğu harikulade bilinmezliğin cazibesi karşısında, başka hiçbir şeye ilgi gösteremiyordu.
Kitapların arasında bir alfabe kitabı, çocuklar için okuma kitapları, birkaç resimli kitap ve bir de büyük sözlük vardı. Bunların hepsini inceledi ama ilgisini en çok çeken resimler oldu. Gerçi, resimlerin olmadığı sayfaları kaplayan küçük tuhaf böcekler de onda merak ve derin düşünceler uyandırıyordu.
Babasının inşa ettiği kulübede, masanın üzerinde çömelmiş hâlde duruyordu. Pürüzsüz, kavruk tenli çıplak bedeni; ince, uzun parmaklı güçlü ellerinde duran kitabın üzerine doğru eğilmişti. Biçimli başını ve parlak, zeki gözlerini; uzun, gür siyah saçları çevreliyordu. Maymunların Tarzan’ı, küçük vahşi adam, aynı anda hem acıma duygusu hem de umut uyandıran bir portre çiziyordu; ilkel zamanlardan beri cehaletin zifirî karanlığından ilmin ışığına uzanan bir arayışın mecazi bir tasviriydi âdeta.
Kitabı incelerken minik suratında ciddiyet hâkimdi zira belli belirsiz, puslu bir şekilde de olsa, bir fikrin ana hatları belirmişti zihninde. Bu fikir, daha sonra o tuhaf böceklerin kafa karıştırıcı sırrını çözmesine yarayacak anahtarı verecekti ona.
Elinde bir alfabe kitabı duruyordu. Açtığı sayfada kendisine benzeyen küçük bir maymunun resmi vardı ancak bu maymunun elleri ve yüzü dışındaki her yeri, bize göre ceket ve pantolonla; Tarzan’a göre ise tuhaf ve renkli bir kürkle örtülüydü. Resmin altında ise beş küçük böcek vardı.
OĞLAN
Sayfadaki metne bakınca, bu beş böceğin aynı sırayla birçok kez tekrarlandığını fark etti.
Öğrendiği başka bir şey de bu böceklerin aslında az sayıda olduğu fakat ara sıra tek başına dursalar da çoğu zaman diğerleriyle bir arada bulundukları ve bu şekilde birçok kez tekrarlandıklarıydı.
Resimleri gözden geçirerek ve o-ğ-l-a-n böceklerinden oluşan birleşimin tekrarlarını arayarak sayfaları yavaşça çevirdi. Kısa bir süre sonra, aradığını başka bir küçük maymun resminin altında buldu; bu kez maymunun yanında çakal gibi dört ayak üstünde yürüyen ama ona pek benzemeyen tuhaf bir hayvan da vardı. Bu resmin altında da böcekler şu şekilde sıralanmıştı:
OĞLAN VE KÖPEK
Hep küçük maymunla birlikte görünen o beş böcek işte yine oradaydı.
Böylece çok ama çok yavaş şekilde ilerledi zira bilmeden kalkıştığı bu iş, harflere ya da yazılı dile dair en ufak bir bilgisi olmadan hatta böyle şeylerin varlığından haberi dahi olmadan okumayı öğrenmek, zor ve zahmetli bir işti. Size ya da bana göre imkânsız bile olabilirdi.
Bunu başarması bir günde olmadı elbet; hatta bir haftada, bir ayda veya bir yılda da olmadı. Ancak bu küçük böceklerde saklı imkânları kavradıktan sonra, çok ama çok yavaş bir şekilde öğrendi. On beş yaşına geldiğinde, alfabe kitabındaki ve resimli kitapların bir iki tanesindeki resimlerin altında yazan çeşitli harf kombinasyonlarının anlamlarını biliyordu.
Edat, bağlaç, fiil, zarf ve zamirlerin anlamına ve kullanımına gelince; onlara dair fikri yok denecek kadar azdı.
Bir gün, on iki yaşlarındayken masanın altında o ana dek keşfetmediği bir çekmecede birkaç kurşun kalem buldu. Bunlardan birini masanın üstüne sürtünce arkasında bıraktığı siyah çizgiyi gördü ve bu çok hoşuna gitti.
Bu yeni oyuncağıyla öyle gayretli bir şekilde çalışıyordu ki kısa bir süre sonra masanın üstü karmaşık daireler ve çarpık çizgilerle dolmuş, kaleminin ucu da körelmişti. Sonra başka bir kalem aldı eline ama bu kez belli bir hedefi vardı: Kitaplarının sayfalarındaki küçük böceklerden bazılarının aynılarını çizmeye çalışacaktı.
Kalemi, hançer kabzasından tutar gibi tuttuğundan zorlanıyordu bu işte zira böyle yazmak pek rahat olmadığı gibi yazılanlar da pek okunaklı olmuyordu.
Fakat aylarca pes etmedi; kulübeye gelebildiği zamanlarda tekrar tekrar deneme yanılma yoluyla, kalemi en iyi şekilde kontrol edip istediği gibi hareket ettirebildiği bir tutuş pozisyonu buldu ve böylece, küçük böcekleri kabaca çizebilmeyi başardı.
Böylelikle yazmaya geçmiş oldu.
Böceklere bakarak aynılarını çizmek, ona bir şey daha öğretti: böceklerin sayısını. Bizim bildiğimiz anlamda sayı sayamasa da yine de miktara dair bir fikir edinmişti ve hesap yapmak için de bir elinin parmaklarını kullanıyordu.
Çeşitli kitapları inceledikten sonra, çoğu zaman kombinasyon hâlinde tekrarlanan böceklerin hepsini bulduğuna ikna olmuştu. Büyüleyici resimli alfabe kitabını o kadar çok incelemişti ki bu kombinasyonları kolaylıkla doğru şekilde sıralayabiliyordu.
Eğitimi ilerliyordu ancak, böceklerin önemini kavradıktan sonra dahi yazıdan ziyade resimler vasıtasıyla öğrendiğinden en büyük keşifleri, resimli büyük sözlüğün bitmek tükenmek bilmeyen sayfalarında saklıydı.
Kelimelerin alfabetik sıralamasını keşfettiğinde, keyfine diyecek yoktu; aşina olduğu kombinasyonları sözlükte arayıp buluyor ancak onların devamındaki kelimeler, tanımları, onu yeni bir ilim bilmecesinin içine sokuyordu.
On yedi yaşına geldiğinde, basit çocuk kitaplarını okumayı öğrenmiş ve küçük böceklerin muhteşem niteliklerini tam anlamıyla kavramıştı.
Kılsız vücudundan ya da insani özelliklerinden utanç duymuyordu zira artık aklı ona, kendisinin o vahşi ve kıllı dostlarından farklı bir türe mensup olduğunu söylüyordu. O bir İ-N-S-A-N’dı, dostları ise birer M-A-Y-M-U-N’du; ağaç tepelerinde koşuşturan küçük maymunlar ise birer Ş-E-B-E-K’ti. İhtiyar Sabor’un bir A-S-L-A-N, Histah’nın bir Y-I-L-A-N, Tantor’un ise bir F-İ-L olduğunu da biliyordu. İşte bu şekilde okumayı öğrenmişti. Bundan sonra da ilerlemesi hızlı olmuştu. Büyük sözlüğün yardımıyla ve genetik mirasının bahşettiği olağanüstü muhakeme kabiliyetine sahip aktif zekâsıyla anlamını bilmediği kelimeleri zekice tahmin ediyor; bu tahminleri de çoğu zaman doğruya yakın oluyordu.
Kabilesinin konargöçerliği sebebiyle eğitimi birçok kez sekteye uğramıştı ancak kitaplardan mahrum kaldığı zamanlarda dahi dur durak bilmeyen beyni, bu büyüleyici meşgalesinin sırlarını çözmeye devam ediyordu.
Ağaç kabuklarını, düz yaprakları ve hatta çıplak toprağın pürüzsüz yüzeylerini bile defter niyetine kullanıyor; öğrendiği kelimeleri bunların üzerine av bıçağının ucuyla kazıyordu.
Kütüphanesinin sırrını çözmeye duyduğu yoğun ilginin peşinden giderken hayatının daha ciddi vazifelerini de ihmal etmiyordu.
Halatıyla talim yapıyor, düz taşlarda bileyerek keskin tutmayı öğrendiği av bıçağıyla oynuyordu.
Tarzan’ın aralarına katıldığı zamandan bu yana kabile genişlemişti zira Kerchak’ın önderliğinde, diğer kabileleri korkutup ormanın kendilerine ait olan kısımlarından kaçırmayı başarmışlardı. Böylece hem bol bol yiyeceğe kavuşmuş hem de komşularının istilalarında da yok denecek kadar az kayıp vermişlerdi.
Hâl böyle olunca da genç erkekler yetişkin olduklarında kendi kabilelerinden bir eş alıyor ya da başka kabileden bir dişiyi esir almışlar ise kendilerine yeni bir kabile kurmak veya mevcut kabilelerinde yavuz Kerchak’ın hâkimiyetine başkaldırmaya kalkışmak yerine; esir dişiyi de Kerchak’ın kabilesine götürüp, Kerchak’la ters düşmeden yaşamayı tercih ediyorlardı.
Arada sırada, akranlarından daha dişli olan bir tanesinin alternatiflere yöneldiği oluyordu ancak şimdiye kadar vahşi ve gaddar maymunun tahtını sarsabilen olmamıştı.
Kabile içinde özel bir konuma sahipti Tarzan. Onu hem kendilerinden biri olarak kabul ediyor hem de kendilerinden farklı görüyorlardı. Yaşça büyük erkekler onu ya tamamen görmezden geliyor ya da ondan öylesine bir kinle nefret ediyorlardı ki oğlanın muhteşem çevikliği ve hızı ile iri yarı Kala’nın çetin ceviz korumacılığı olmasa onu daha küçükken ortadan kaldırmış olurlardı.
En yılmaz düşmanı ise Tublat’tı ancak, oğlan on üç yaşlarındayken diğer düşmanlarının ona zulmetmeyi birdenbire bırakmaları da yine Tublat sayesinde olmuştu. Aralarından bir tanesi, ormandaki vahşi hayvan türlerinin çoğunun erkeklerini arada sırada ele geçiren o tuhaf, kontrol altına alınamaz delice öfke nöbetlerinden birine tutulup ortalığı birbirine katmadığı sürece, oğlanı tamamen kendi hâline bırakıyorlardı. O öfke nöbetleri sırasında ise hiç kimse güvende değildi.
Tarzan’ın saygınlık hakkını elde ettiği gün kabile, ormanın yabani asmalarının ve sarmaşıklarının ulaşmadığı birkaç alçak tepenin arasında kalan bir çukurluktaki küçük bir doğal amfi tiyatroda toplanmıştı.
Açıklık alan, neredeyse daire şeklindeydi. Dairenin etrafında, her on santimetrede bir balta girmemiş ormanın dev ağaçları yükseliyordu. Ağaçların koca gövdelerinin aralarında ise birbirine geçmiş sık çalılar kümelenmiş; dairenin ortasındaki küçük, düz arenaya ulaşmak için ağaçların üst dalları arasındaki açıklıktan başka yer kalmamıştı.
Bu yerde kimse onlara mâni olamadığından kabile sık sık burada toplanıyordu. Amfi tiyatronun ortasında, şu tuhaf toprak davullardan bir tane duruyordu. İnsansı maymunların tuhaf ritüeller için yaptıkları bu davulların, ormanın derinliklerinden gelen seslerini insanoğlunun işittiği oluyordu ama çalındıkları âna gözleriyle şahit olan hiç olmamıştı.
Birçok seyyah, büyük maymunların davullarını görmüş; bazılarıysa bu davulların sesleri ile ormanın başnazırları olan bu hayvanların vahşi, tuhaf cümbüşlerinin gürültülerini duymuştur. Lakin bu vahşi, delice, sarhoş edici Tam Tam cümbüşüne bizzat katılmış olan tek insanoğlu, şüphesiz ki Greystoke Lordu Tarzan’dır.
Tüm çağdaş kilise ve devlet âdetleri ile törenleri, kuşkusuzdur ki bu ilkel işlevden doğmuştur. Zira yeni yeni oluşmakta olan insan türünün en uç surlarının ötesinde, ilk kıllı atamızın bir daldan aşağı sarkarak ilk buluşma yerinin yumuşak çimenlerine atladığı uzak geçmişin o çoktan unutulmuş, karanlık, tasavvur edilemez gecesinde olduğu hâliyle günümüze kadar hiç değişmeden gelen bu muhteşem ormanın derinliklerinde, tropikal toprakların üstüne doğan ayın parlak ışığı altında; vahşi ve kıllı atalarımız, asırlar boyunca, toprak davulların sesleri eşliğinde dans ederek Tam Tam törenleri yapmıştır.
Tarzan’ın on üç yıllık yaşamının on iki yılı boyunca peşini hiç bırakmayan amansız zulümden kurtuluşu kazandığı o gün, artık nüfusu yüze ulaşmış olan kabile dev ağaçlarla kaplı alçak yamaçtan aşağı toplu hâlde ve sessizce ilerleyerek amfi tiyatronun zeminine indiler.
Tam Tam ritüelleri; zafer, bir düşmanın esir alınması, ormanın büyük ve güçlü bir sakininin öldürülmesi, bir kralın ölümü ya da tahta çıkması gibi kabile yaşamının önemli hadiseleri için yapılır ve ciddi bir tören atmosferinde gerçekleştirilirdi.
Bugünkü ritüel ise başka bir kabileye mensup büyük bir maymunun öldürülmesini kutlamak için yapılıyordu. Kerchak’ın halkı arenaya girerken iki iri yarı erkek maymun, öldürülen maymunun cesedini arenanın merkezine taşıyorlardı.
İki erkek, cesedi toprak davulun önüne bıraktıktan sonra muhafızlık vazifeleri gereği davulun iki yanına çömelirken; kabilenin diğer üyeleri de ay doğana kadar uyumak üzere çimenlerin arasına kıvrıldılar. Vahşi cümbüş, ayın doğmasıyla birlikte başlayacaktı.
Küçük açıklık alana saatlerce hâkim olan mutlak sessizliği, parlak tüylü papağanların ahenksiz ötüşleri ya da ormanın dev ağaçlarının yosun kaplı dallarını süsleyen rengârenk çiçekler ve capcanlı orkideler arasında hiç durmadan uçuşan binlerce orman kuşunun cıvıltıları ve cıyaklamaları haricinde, tek bir çıt bile bozmamıştı.
Nihayet karanlık ormanın üzerine çöktüğünde, maymunlar bir bir canlanmaya başladılar. Kısa bir süre sonra toprak davulun etrafında büyük bir çember oluşturmuşlardı. Dişiler ve çocuklar, çemberin dış kısmında ince bir sıra hâlinde yere çömelirken onların önüne yetişkin erkekler dizilmişti. Davulun önünde üç ihtiyar dişi oturuyordu, her birinin elinde otuz kırk santimetre uzunluğunda budaklı birer dal vardı.
Yükselen ayın ilk loş ışık hüzmeleri, etraflarını çevreleyen ağaçların tepelerini gümüşi bir ışıkla aydınlattığında ihtiyar maymunlar, davulun ses çıkaran yüzeyine yavaşça ve hafifçe vurmaya başladılar.
Amfi tiyatro yükselen ayın ışığıyla aydınlandıkça ihtiyar dişiler de vuruşlarının sıklığını ve kuvvetini gitgide artırdılar. Kısa bir süre sonra muazzam ormanın dört bir yanına vahşi, ritmik bir tını hâkim olmuştu. Büyük, vahşi hayvanlar avlarını bıraktılar; kulaklarını dikip başlarını kaldırarak maymunların Tam Tam’ının habercisi olan monoton gümbürtüyü dinlediler.
Arada sırada içlerinden biri, kulakları delen bir çığlık atarak veya gür bir sesle kükreyerek insansı maymunların vahşi şamatasına meydan okuyordu ancak hiçbiri olup biteni incelemek ya da saldırmak için yanlarına yaklaşamıyordu. Zira maymunların hepsi bir araya toplandığında vücut bulan güç, ormanın diğer sakinlerinin yüreklerini onlara karşı derin bir hürmetle dolduruyordu.
Davulun gümbürtüsü âdeta kulakları sağır edecek bir seviyeye ulaştığında Kerchak, açık alana çıkıp iki muhafız ile davulcuların arasında durdu.
İki ayağı üstünde dik durup başını olabildiğince arkaya attı; yükselen aya gözlerini dikerek büyük kıllı pençeleriyle göğsünü yumrukladı ve kükrer gibi korkunç bir sesle bağırdı.
Bir, iki, üç kez daha yankılandı o dehşet veren haykırış; tarif edilemeyecek kadar atik ancak tasavvur edilemeyecek kadar da cansız olan bu dünyanın kalabalık ıssızlığında.
Sonra Kerchak, sunak davulun önünde yatan cesede yaklaşmadan çemberin iç kısmında sessizce dönmeye başladı; cesedin önünden geçerken o küçük, vahşi, şeytani, kırmızı gözlerini ondan ayırmıyordu.
Sonra, başka bir erkek daha arenaya atıldı ve kralının korkunç haykırışlarını tekrar ederek onun peşinden yürümeye başladı. Ardından bir tanesi daha onlara katıldı, onu hızla peş peşe diğerleri takip etti. Şimdi orman, âdeta hiç durmak bilmeyen kana susamış haykırışlarla yankılanıyordu.
Bir meydan okuma ve av çağrısıydı bu.
Tüm yetişkin erkekler tek sıra hâlinde, davulun etrafında dönerek dans edenlerin arasına katıldığında, saldırı başladı.
Bu amaçla kenara yığılmış sopaların arasından koca bir tane kapan Kerchak, ölü maymuna doğru öfkeyle koştu ve bir yandan savaştaymış gibi kükreyip hırlarken bir yandan da cesede vahşice vurmaya başladı. Davulun sesi şimdi daha gür çıkıyordu, vuruşlar da daha sıktı ve savaşçılar birbiri ardına av kurbanına yaklaşıp sopalarıyla vururken kurbanın etrafında çılgınca dönerek “Ölüm Dansı”nı icra ediyorlardı.
O çılgınca hoplayıp zıplayan topluluğun arasında Tarzan da vardı. Kavruk, ter içinde kalmış kaslı vücudu, ay ışığının altında parıldıyor; kıvraklığı ve zarafetiyle etrafındaki kaba, hantal, kıllı mahlukların arasında kendini belli ediyordu.
Hiçbiri ondan daha sinsi ya da vahşi değildi bu avlanma oyununda, hiçbiri onun kadar yükseğe zıplayamıyordu “Ölüm Dansı”nda.
Davulun sesi ve hızı yükselirken dansçılar, vahşi ritim ve saldırgan haykırışlarla kendilerinden geçiyordu. Daha çok atlıyor, zıplıyor, hırlarken dişlerinden salyalar akıyordu; dudakları ve göğüsleri salyadan köpük köpük olmuştu.
Bu tuhaf dans yarım saat kadar devam etti; ta ki davullar, Kerchak’ın işaretiyle susana kadar. Dişi davulcular dans edenlerin arasından koştura koştura geçip çemberin dış tarafındaki seyircilerin yanına gittiler. Ardından erkekler, vahşice vurarak ezip kıllı bir posa hâline getirdikleri cesedin üstüne topyekûn hâlde paldır küldür çullandılar.
Ağızlarını dolduracak kadar tatmin edici miktarda et nadiren bulunuyordu. Bu yüzden bu vahşi cümbüşlerine yaraşır bir final olarak, sırada taze av etini tatmak vardı. Şimdi hepsi dansı bırakmış; dikkatlerini, eski düşmanlarını hırsla parçalayıp yemeye vermişlerdi.
Kocaman sivri dişler, ölü hayvanın etine geçiyor; ondan koca koca parçalar koparıyordu. Maymunların en güçlüleri en leziz lokmaları kaparırken; daha zayıf olanlar, hırlaşan, kavga eden grubun arkasında sıralanmış, araya dalıp düşen bir parçayı kapmak ya da hepsi yenip bitmeden kalan kemikleri aşırmak için fırsat kolluyordu.
Tarzan, eti maymunlardan daha fazla arzuluyor ve daha fazla ihtiyaç duyuyordu. Etobur bir türün torunu olarak hayatı boyunca bir kez dahi hayvan etine olan iştahını doyuramamıştı ve şimdi de küçük, çevik bedeniyle kendi gücünün yettiğince bir pay almak çabasıyla, birbirleriyle dövüşen, mücadele eden kalabalığın arasından sıyrılarak ilerliyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/edgar-berrouz/tarzan-maymun-adam-69429520/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Tarzan Maymun Adam Эдгар Райс Берроуз
Tarzan Maymun Adam

Эдгар Райс Берроуз

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Greystoke Lordu John ile eşi Leydi Alice; gemi yolculuklarına çıkarken başlatacakları sürükleyici serüvenden, dolaylı olarak dokunacakları hayatlardan ve yaklaştıkları sonlarından habersizlerdi. Talih, onları vahşi doğanın içinde bulunan küçük bir kulübeye mecbur bıraktı. Zorlu koşullara rağmen anne ve baba olmanın hazırlıklarını yapan çift; bulundukları vahşi doğadaki diğer bir annenin planlarına istemeyerek de olsa dahil edilmişlerdi. İnsan olarak dünyaya gelen bebeğin yaşam seyri, yavrusunu kaybeden anne maymun tarafından bütünüyle değiştirilecekti. İnsanların modern yaşamın konfor alanında kullanmayarak körelttikleri tüm yetiler, Maymunlar Tarzanı′nın mevcudiyetinde geliştirilmiş; onu âdeta üstün insan konumuna yükseltmişti. Zira Tanrı′nın insanı kendi suretinde yarattığı günden beri, yeryüzünde böyle bir adam yürümemişti. Vahşi hayvanların arasında, şiddet ve öfkeyle yoğrulsa da; Maymunlar Tarzanı′nın mayasında var olan aşk, gün yüzüne çıkacağı vakti bekliyordu. Jane, onun güzel yüzü; gerçek aşkın kelimelere ihtiyaç duymadan bir bakışa, bir gülümseyişe ya da bir dokunuşa gizlenebileceğini ispat ediyordu. Ancak kaderin, onlar için çizdiği başka bir yol vardı. Tarzan Maymun Adam; çocukların, aşka inanan ve aşkın gücünün yaptırabileceklerinin sınırını merak eden yetişkinlerin hikâyesi…

  • Добавить отзыв