Tarzan’ın Dönüşü
Edgar Rice Burroughs
"Tarzan Maymun Adam"ın macera dolu hikâyesinin devamı olan Tarzan'ın Dönüşü, okurlarına vahşi doğadan çıkıp medeni yaşama uzanan yeni bir serüvenin kapılarını aralarken; bu yolculuğu aşkın parlak ateşiyle aydınlatmaktadır. Yüreğinin izini takiple başlayan bu yolculuk Maymunların Tarzanı'nı vahşi kimliğinden sıyıracak, onu modern yaşamın içerisine dahil edecek ancak medeniyet, modern zamanda yalnızca ince ve sahte bir örtü olmaktan ibaret kalacaktır. Bu örtüyü aralayan Tarzan; medeni insanın içerisinde saklı olan kin, nefret ve yalandan oluşan karanlık dünyayı keşfedecektir. Vahşi bir hayvanın onu beşiğinden almasıyla yaşamına müdahale eden kader; bu kez de ellerini okyanusun derin dalgaları ile uzatacak, Tarzan'ın öze dönüş yolculuğunu başlatacaktır. Bu sırada aşk, her daim bir köşede durmakta ve yeniden alevleneceği; alevlenip külleri dönüştüreceği zamanı beklemektedir. "İnsanın, vahşi hayvanların arasındayken insanların arasında olduğundan çok daha emniyette olduğunu düşündü kendi kendine."
Edgar Rice Burroughs
Tarzan’ın Dönüşü
Edgar Rice Burroughs, 1 Eylül 1875 tarihinde Chicago’da iş adamı bir baba ile ev hanımı bir annenin altı çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Pek çok okul değiştirdikten sonra 1895 yılında lise dengi bir okul olan Michigan Military Academy’den mezun oldu. Kariyerine askerî alanda devam etmek isteyen Burroughs, U.S. Military Academy’nin giriş sınavlarında başarıyı yakalayamadı. Bunun üzerine, Amerikan Bağımsızlık Savaşı öncesinde Kızılderililer ile Avrupalı yerleşimciler arasında patlak veren savaşta önemli rolü bulunan Yedinci Amerikan Süvari Birliği’ne er olarak katıldı ve Arizona Çölü’ndeki görevine başladı. Buradaki görevini kendi tabiriyle “Apaçi kovalamaca” olarak tanımlayan Burroughs, kısa sürede bu görevin kendisine uygun olmadığını anladı ve babasının nüfuzunu kullanarak erken terhis oldu.
Askerlik serüvenine nokta koyan Burroughs, 1900 yılında çocukluk aşkı Emma ile evlendi ve Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde sığır çobanlığı, tezgâhtarlık, demir yolu emniyeti, altın madenciliği ve hatta eğitimi olmamasına rağmen muhasebecilik gibi birçok farklı alanda çalıştı. Girişimde bulunduğu işlerde tutunamasa da biriktirmeyi başardığı bir miktar parayla kendi işini kurdu fakat kısa sürede iflas etti. Birkaç iş kurma girişimi daha başarısızlıkla sonuçlanan Burroughs, kendisiyle birlikte eşini de bir depresyon hâlinin içerisinde buldu ve bu vahim durumu kısmen de olsa unutabilmek adına karikatür çizmeye, fantastik hikâyeler kaleme almaya başladı.
Otuz beş yaşına geldiğinde işsiz, parasız ve evli olan Burroughs; biri yolda olan üç çocuğa sahipti. Yazdığı hikâyeler de artık teselli olmuyordu. Yiyecek ve kömür gibi temel ihtiyaçlarını alabilmek için saatini ve eşinin mücevherlerini rehin vermek zorunda kaldığında, içerisinde bulunduğu çaresizlik onu Çin ordusunda görev almak için başvuru yapmaya yöneltti ancak başvurusu reddedildi. Kalan son parasıyla kalem açacağı üreten bir firmanın satış acenteliğini üstlenen Burroughs, bu firma için reklam yazarlığı yapmaya başladı ancak reklamını yapmış olduğu kalem açacakları satmadı.
İlk bakışta yeni bir başarısızlık hikâyesi olarak görünen bu iş, aslında Edgar Rice Burroughs’un yazarlık kariyerinin başlamasına vesile olmuştu. Reklam yazarlığı yaparken işten arta kalan zamanlarında, daha sonra A Princess of Mars adıyla yayımlanacak olan ilk romanı Under the Moons of Mars’ı yazmaya başladı. “Dayanılmaz bir yazma isteği duyduğumdan veya yazmayı sevdiğimden değil; bakmam gereken bir karım ve iki bebeğim olduğu için yazıyordum.” diyen yazar, romanının ilk kısmını bir edebiyat dergisi olan All-Story Magazine’e gönderdi. Romanın ilk kısmını beğenen editör, yazarı romanın devamını da yazmaya teşvik etti ve böylece Burroughs, yazarlık kariyerinin ilk adımını atmış oldu.
Bugün birçok akademisyen tarafından yirminci yüzyılın bilim kurgu türü adına bir dönüm noktası olarak kabul edilen A Princess of Mars romanı, günümüzde tüm dünyada basılmaya devam ederken, yazarın ikinci roman denemesi aynı başarıyı yakalayamadı. Tarihî roman türünde yazdığı eseri, yayınevi tarafından reddedilince, Burroughs, yazarlık kariyerine veda etmeyi düşündü ancak yayıncısının ısrarı ve tavsiyesi üzerine yeniden popüler türlere yöneldi. Yazar, bu noktada kaderini değiştiren ikinci kitabı Tarzan of the Apes’i yazdı.
İlk kez 1912 yılında All-Story Magazine’de yayımlanan Tarzan of the Apes müthiş bir ilgi gördü. 1914 yılında kitap olarak ilk basımı yapılan roman, çok satan kitaplar listesine girdi. Yazarın ilk kitabını, yirmi üç adet devam kitabı takip etti ve serinin kitapları birçok çizgi roman, çizgi film, televizyon filmi ve sinema filmine uyarlandı. Yazar, başarılı yayın sürecine kaleme aldığı birçok roman ile devam etti. Finans durumunu güvenceye aldıktan sonra, 1919 yılında California’da satın aldığı ve “Tarzana Ranch” adını verdiği çiftliğine yerleşti. 1923 yılında Los Angeles şehrinin gelişmesiyle birlikte çiftlik, yerleşim yerinin ortasında kaldı ve Burroughs, arazisinin bir kısmını ev inşası için sattı. Kısa sürede büyüyen yerleşim yeri, bir mahalle hâline geldi ve mahalle sakinlerinin oyuyla, bu yere Leydi Alice’in “Tarzana” adını verdi.
Eşi Emma ile 1934 yılında boşanma kararı alan yazar, ertesi yıl eski aktris Florence Gilbert Dearholt ile evlendi. İkinci evliliği de uzun sürmeyerek 1942 yılında boşanma ile sonuçlandı. Japonya’nın, Pearl Harbor’a saldırı düzenlediği sırada Burroughs’un savaş muhabirliği başvurusu kabul edildi ve altmış yaşındaki yazar, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika’nın en yaşlı savaş muhabiri oldu.
Savaş bittikten sonra California’ya dönen yazar, 1950 yılında geçirdiği kalp krizi nedeniyle vefat etti. Yaşama gözlerini yumduğunda seksene yakın eseri bulunan yazar, kendi yarattığı karakterin adını taşıyan Tarzana’ya defnedildi.
İnci Nazlı, 1986 yılında İstanbul’da doğdu. Çeviriye lise yıllarında hobi olarak, beğendiği hikâye ve şarkı sözlerini çevirerek başladı. 2008 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, İngilizce Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. Dört yıl öğretmenlik yaptı, bu arada bir internet sitesinde başladığı profesyonel çevirmenlik işini de sürdürdü. 2012 yılından bu yana hayatına çevirmen olarak devam ediyor.
Çevirierinden bazıları: Devrim 19 (G. Rosenblum), Kördüğüm (C. Read) Gölgeler (P. Weston), Sis (P. Weston), Işıltı (P. Weston).
1. BÖLÜM
YOLCU GEMİSİNDEKİ HADİSE
“Muhteşem!” diye heyecanla fısıldadı Kontes de Coude.
“Hı?” dedi Kont, genç karısına dönerek. Etrafa bakınarak karısında hayranlık uyandıran şeyi aradı. “Neymiş o muhteşem olan?”
“Ah, hiçbir şey, canım.” diye cevap verdi Kontes; zaten pembe olan yanakları bir anlığına biraz daha kızarmıştı. “Sadece, hani şu New York’taki gökdelen dedikleri müthiş binalar vardı ya… İşte bir an onlar aklıma geldi de.” Güzel Kontes, buharlı gemideki sandalyesine iyice yerleşip “hiçbir şey” yüzünden kucağına düşürdüğü dergisini geri alarak okumaya devam etti.
Kocası tekrar kitabına gömüldü lakin karısının, daha üç gün önce New York’tayken korkunç olarak addettiği o binalara şimdi birdenbire hayranlık duymaya başlamasına bir miktar şaşırmıştı.
Bir süre sonra Kont kitabını bıraktı. “Ben çok sıkıldım, Olga.” dedi. “Gidip bir bakacağım, benim kadar sıkılan birileri var mı diye. Belki bir el kâğıt oynayacak kadar kişi toplayabilirim.”
“Pek centilmen bir refakatçi değilsin, kocacığım.” diye karşılık verdi genç kadın, gülümseyerek. “Fakat ben de bir o kadar sıkıldığım için seni mazur görebilirim. İstersen git oyna o sıkıcı kartlarınla.”
Adam gidince kadın da çaktırmadan bakışlarını az ötedeki sandalyesinde tembel tembel yayılan uzun boylu genç adama kaydırdı.
“Muhteşem!” diye fısıldadı bir kez daha.
Kontes Olga de Coude yirmi yaşındaydı; kocası ise kırk. Çok sadık bir eşti lakin koca seçimi konusunda kendisine hiç danışılmadığından, kaderinin ve Rus bir aristokrat olan babasının ona münasip gördüğü kocasını tutkuyla sevdiği de söylenemezdi. Ancak sırf gördüğü fevkalade bir yabancı karşısında duyduğu şaşkınlıkla ağzından böyle ufak bir hayranlık ifadesi kaçtı diye de eşini herhangi bir şekilde aldatma fikrine kapıldığı düşünülmesin. Sadece hayranlık duymuştu; herhangi bir türden, güzel bir canlıya duyacağı şekilde bir hayranlıktı bu. Ayrıca genç adam da beğenilmeyecek gibi değildi, şüphesiz.
Kaçamak bakışları adamın profiline odaklanırken genç adam ayağa kalkıp güverteden ayrıldı. Kontes de Coude, oradan geçen bir garsonu eliyle işaret ederek yanına çağırdı. “Şu beyefendi kim?” diye sordu.
“Rezervasyonda adı Afrikalı Mösyö Tarzan olarak geçiyor, hanımefendi.”
“Epey geniş bir mülkü varmış.” diye düşündü genç kadın fakat şimdi ilgisi daha da artmıştı.
Tarzan sigara içme odasına doğru yavaşça ilerlerken kapının önünde heyecanlı heyecanlı fısıldaşan iki adama denk geldi. Adamları bir anlığına bile kafasına takmazdı aslında ama bir tanesi ona doğru, sanki bir suçu varmış gibi tuhaf şekilde bakmıştı. Adamlar, Tarzan’a Paris’teyken melodramatik sinema filmlerinde gördüğü kötü adamları hatırlatmıştı. İkisi de oldukça esmerdi; buna bir de düpedüz şüpheli omuz silkmeleri ve kaçamak bakışları eklenince bu benzerlik daha da kuvvetleniyordu.
Tarzan sigara odasına girip odadaki diğer insanlardan biraz uzakta bir sandalyeye geçti. Hiç sohbet havasında değildi. Pelin otu likörünü yudumlarken bir yandan da kederli bir şekilde, hayatının son birkaç haftasında olanları zihninden geçiriyordu. Tekrar tekrar düşünüyordu; acaba mirasından vazgeçip haklarını hiçbir şey borçlu olmadığı bir adama bırakmakla hata mı etmişti? Clayton sevdiği biriydi, doğru ama… Ah işte, mesele o değildi ki. Mirasından feragat etmesinin sebebi Greystoke Lordu William Cecil Clayton değildi. Sebebi, hem kendisinin hem de Clayton’ın âşık olduğu ve kaderin tuhaf bir oyun neticesinde kendisi yerine Clayton’a verdiği kadındı.
Kadının da aslında kendisini seviyor olması, vaziyete tahammül etmeyi iki kat daha zorlaştırıyordu lakin yine de biliyordu ki o gece Wisconsın’ın ücra ormanlarındaki küçük tren istasyonunda yaptığından başka bir şey yapması mümkün değildi. Hepsinden önce düşündüğü şey, genç kadının mutluluğuydu ve medeniyet ile medeni insanlara dair edindiği kısa tecrübesi ona öğretmişti ki parası ve sosyal konumu olmayan insanların çoğu için hayat, tahammül edilemez bir şeydi.
Jane Porter hem zenginliğe hem de sosyal konuma sahip bir ailede doğmuştu; Tarzan bunları müstakbel kocasının elinden alsaydı, genç kadının hayatı şüphesiz ki sefil bir işkenceye dönüşecekti. Clayton’ın hem unvanını hem de mülklerini kaybettiği anda genç kadının onu reddedebileceği Tarzan’ın aklının ucundan bile geçmemişti; zira kendisinde doğuştan bulunan dürüstlük ve sadakat vasıflarının başkalarında da bulunduğu fikrindeydi. Bu konuda haklıydı da; Jane Porter’ı Clayton’a verdiği söze daha da bağlayacak tek bir şey varsa o da adamın başına böyle bir talihsizliğin gelmesi olurdu.
Tarzan’ın düşünceleri geçmişten ayrılıp geleceğe yöneldi. Doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği; yirmi iki yıllık ömrünün yirmi yılını sürdürdüğü o zalim, vahşi ormana döneceği günü şevkle beklemeye çalıştı. Fakat o sayısız hayvanatın içinde onun dönüşünü hoş karşılayacak kim ya da ne vardı ki? Kimse. Arkadaş diyebileceği sadece fil Tantor vardı. Diğerleri ise eskiden olduğu gibi yine ya onu avlayacak ya da ondan kaçacaklardı.
Kendi kabilesindeki maymunlar dahi ona dostluk eli uzatmayacaktı.
Medeniyet; Maymunların Tarzanı’nı pek fazla değiştirmese de ona bir dereceye kadar, kendi türünden birinin yarenliğini arzulamayı ve kafa dengi birinin arkadaşlığının verdiği samimi sıcaklığı hissetmeyi öğretmişti. Bu sebeple de başka türlü bir hayattan aynı derecede tat alamaz hâle gelmişti. Arkadaşsız bir hayat tahayyül etmesi, zamanla çok sevdiği o yeni dilleri konuşan bir canlının yoldaşlığı olmadan hayatını sürdürmesi zordu. Bu sebeple Tarzan, kendisi için çizdiği geleceğe pek de hevesli bir şekilde bakamıyordu.
Oturduğu yerde düşüncelere dalmış bir şekilde sigarasını tüttürürken gözüne karşısındaki aynadan akseden görüntüdeki dört adam ilişti; adamlar bir masada oturmuş kâğıt oynuyorlardı. Bir süre sonra bir tanesi kalkıp gidince masaya başka bir adam yaklaştı ve kibar bir şekilde, oyun yarıda kalmasın diye kalkanın yerini doldurmayı teklif etti. Tarzan’ın, sigara odasının hemen önünde fısıldaşırken gördüğü iki adamdan ufak tefek olanıydı bu.
Bu durum, Tarzan’da ufak bir ilgi uyandırmıştı ve bu şekilde, bir yandan geleceğini düşünürken bir yandan da arkasındaki masada kâğıt oynayan adamların aynadaki aksini izlemeye koyuldu. Oyuna az önce katılan adamın haricinde, diğer oyunculardan yalnızca bir tanesinin adını biliyordu. Yeni oyuncunun karşısında oturan adamdı bu; aşırı ilgili bir garsonun, gemideki ünlü kişilerden biri olarak bahsettiği Kont Raoul de Coude’du. Söylediğine göre Fransız harp nazırının ailesinden, yüksek rütbeli bir adamdı.
Birdenbire Tarzan tüm dikkatini aynadaki yansımaya verdi. Diğer esmer dalavereci de odaya girmişti; Kont’un sandalyesinin arkasında dikiliyordu. Tarzan, adamın dönüp odayı kaçamak bakışlarla taradığını gördü fakat bakışları tek bir noktada yeterince uzun kalmadığından aynadan kendisini seyreden Tarzan’ı fark etmedi. Adam, cebinden sinsice bir şey çıkardı. Adam cebinden çıkardığı nesneyi elinde sakladığı için, Tarzan nesnenin ne olduğunu seçemiyordu.
Adam, elini yavaş yavaş Kont’a yaklaştırdı ve sonra elindeki şeyi büyük bir ustalıkla Kont’un cebine koydu fakat Fransız’ın arkasından ayrılmadı. Durduğu yerden Fransız’ın kâğıtlarını görebiliyordu. Tarzan’ın kafası karışmıştı ama şimdi pürdikkat kesilmişti; tek bir ayrıntıyı dahi gözünden kaçırmaya niyeti yoktu.
Oyun bundan sonra bir on dakika kadar daha devam etti ve Kont, oyuna sonradan katılan adamdan kayda değer miktarda para kazandı. O sırada Tarzan; Kont’un sandalyesinin arkasında duran herifin, ortağına başıyla işaret ettiğini gördü. Oyuncu hemen ayağa kalktı ve parmağını Kont’a doğrulttu.
“Mösyönün bu denli profesyonel bir hilebaz olduğunu bilseydim, bu oyuna hiç girmezdim.” dedi.
Kont ve diğer iki adam da derhâl ayağa kalktılar.
De Coude’un beti benzi attı.
“Siz ne diyorsunuz, efendim?” dedi. “Siz kiminle konuştuğunuzun farkında mısınız?”
“Oyunda hile yapan kişiyle konuşuyorum!” diye karşılık verdi adam.
Kont, masanın üzerinden uzandı ve avucunun içiyle adamın ağzına vurdu. Diğerleri hemen araya girdi.
“Bir yanlışlık oldu herhâlde, efendim.” dedi diğer oyunculardan biri. “Bu adam Fransa’dan Kont de Coude.”
“Yanlışım varsa seve seve özür dilerim lakin önce Mösyö Kont, cebine attığını gördüğüm fazla kâğıtları açıklasın.” dedi itham eden adam. Tam o sırada, Tarzan’ın kâğıtları koyarken gördüğü adam arkasına dönüp odadan sıvışmak istedi lakin odanın girişinin uzun boylu, gri gözlü bir adam tarafından kapatıldığını görünce sinirlendi.
“Pardon!” dedi adam kaba bir şekilde, yanından geçip çıkmaya kalkışarak.
“Bekleyin.” dedi Tarzan.
“Ama neden, mösyö?” dedi adam aksi bir sesle. “Bırakın da geçeyim, mösyö.”
“Bekleyin.” dedi Tarzan. “Zannediyorum ki buradaki meseleye siz bir açıklık getirebilirsiniz.”
Adamın sabrı taşmıştı artık, kısık sesle bir küfür savurup Tarzan’ı tuttu; niyeti onu kenara itip geçmekti. Maymun adam sadece gülümsedi ve iri adamı çevirdiği gibi paltosunun yakasından kavradı; adamın beyhude bir çabayla debelenmesine, küfürler savurmasına aldırış etmeden tekrar masaya sürükledi. Bu; Nikolas Rokoff’un, Tarzan’ı aslan Numa ve koca erkek maymun Terkoz’a karşı galip kılan kaslarla ilk karşılaşmasıydı.
De Coude’u suçlayan adam ile oyundaki diğer iki adam ayağa kalkıp beklenti içerisinde Kont’a baktılar. Birkaç yolcu daha merak edip münakaşa mahalline gelmişti ve hepsi akıbetin ne olacağını görmek için bekliyordu.
“Bu adam delirmiş!” dedi Kont. “Beyler, istirham ediyorum, biriniz üzerimi arasın.”
“Bu itham çok saçma!” dedi oyunculardan biri.
“Yapmanız gereken tek şey elinizi Kont’un ceketinin cebine sokmak. O zaman bu ithamın gayet ciddi olduğunu görürsünüz.” diye diretti suçlayan adam. Ardından, diğerlerinin hâlâ tereddüt ettiklerini görünce kendisi ileri çıkıp Kont’un yanına gitti: “Hadi gelin, siz yapmayacaksanız ben kendim yaparım.”
“Olmaz, mösyö.” dedi De Coude. “Sadece bir beyefendinin beni aramasına müsaade ederim.”
“Kont’un üzerini aramak gereksiz. Kâğıtlar cebinde. Koyarken bizzat gördüm.”
Herkes şaşırmıştı; araya giren yeni kişiye döndüklerinde boylu boslu genç bir adamın, yakasından tuttuğu bir adamı, direnmesine aldırış etmeden masaya doğru getirdiğini gördüler.
“Tezgâh bu!” diye bağırdı De Coude öfkeyle. “Cebimde kâğıt falan yok!” dedi ve elini cebine daldırdı. Küçük kalabalığa gergin bir sessizlik hâkim oldu. Kont’un beti benzi attı, elini çok yavaş bir şekilde geri çıkardığında elinde üç adet kâğıt duruyordu.
Şaşkınlıktan dili tutulmuş ve dehşete kapılmış bir hâlde kâğıtlara bakakaldı; sonra yüzü utançtan yavaş yavaş kızardı. Bir adamın şerefinin yok oluşuna şahit olanların yüzlerinden ise acıma ve ayıplama ifadeleri okunuyordu.
“Tezgâh kurdular, mösyö.” Konuşan kişi, gri gözlü yabancıydı. “Beyler…” diye devam etti, “Mösyö Kont, o kâğıtların cebinde olduğundan habersizdi. O oynarken kâğıtlar, cebine ondan habersizce konuldu. Şuradaki sandalyede otururken olup biteni önümdeki aynadan gördüm. Kaçmaya teşebbüs ederken mâni olduğum bu şahıs, Kont’un cebine kâğıtları koyan şahıstır.”
De Coude bakışlarını Tarzan’dan ayırarak yakaladığı adama baktı.
“Mon Dieu, Nikolas!” diye bağırdı. “Sen miydin?”
Sonra itham eden adama döndü ve kısa bir süre dikkatle süzdü.
“Sen, mösyö, sakalsız tanıyamadım seni. Kılık değiştirmişsin, Paulvitch. Şimdi anlıyorum her şeyi. Her şey apaçık ortada, beyler.”
“Bu adamlara ne yapalım, mösyö?” diye sordu Tarzan. “Kaptana teslim edelim mi?”
“Hayır, dostum.” dedi Kont aceleyle. “Şahsi bir mesele bu; rica ediyorum, siz de peşini bırakın. Böyle bir ithamdan temize çıkmış olmam benim için kâfi. Bu tiplerle ne kadar az muhatap olursak, o kadar iyi. Fakat mösyö, bu büyük iyiliğiniz için size nasıl teşekkür edebilirim? Müsaadenizle size kartımı vereyim, bir gün ihtiyacınız olursa ben de size yardımcı olmak isterim. Unutmayın, ne zaman ihtiyacınız olursa emrinizdeyim.”
Tarzan, Rokoff’u bırakmıştı ve o da suç ortağı Paulvitch’le beraber sigara odasından apar topar çıkmak üzereydi. Rokoff tam çıkarken Tarzan’a dönerek şöyle dedi: “Mösyö, başkalarının meselelerine karıştığı için büyük bir pişmanlık duyacak.”
Tarzan gülümsedi ve sonra Kont’a reverans yaparak kendi kartını verdi.
Kont kartı okudu:
M. JEAN C. TARZAN
“Mösyö Tarzan asıl benimle dostluk kurduğuna pişman olacak.” dedi. “Zira temin ederim ki tüm Avrupa’daki en arsız iki düzenbazın düşmanlığını kazandınız. Ne yaparsanız yapın, onlardan uzak durun, mösyö.”
“Ben bunlardan daha azılı düşmanlar da gördüm, sevgili Kont.” diye karşılık verdi Tarzan, usulca gülümseyerek. “Lakin hâlâ hayatta ve ayaktayım. Bu ikisinin bana bir zarar verebileceğini zannetmiyorum.”
“Ümit edelim ki öyle olsun, mösyö.” dedi De Coude. “Lakin tetikte olmaktan ve bugün en az bir düşman kazandığınızı bilmekten de bir zarar gelmez. Hem de öyle bir düşman ki asla unutmaz, asla affetmez; o habis beyninde, yoluna taş koyanlar ya da bir şekilde canını sıkmış olanlar için her daim yeni hunharlıklar planlayıp durur. Nikolas Rokoff şeytandır desem, şeytanın kendisine hakaret olur.”
O gece Tarzan kamarasına girdiğinde, görünüşe göre kapının altından içeri itilmiş bir not buldu. Katlı kâğıdı açtı ve okudu:
M. TARZAN:
Besbelli ki işgüzarlığınızın tehlikesinin farkında değilsiniz, yoksa bugün yaptığınız şeyi asla yapmazdınız. Bu davranışınızı cehaletinize vermeye ve bir yabancının canını sıkmak gibi bir niyetinizin olmadığına inanmaya razıyım. Bu sebeple size özür dileme fırsatı tanıyorum. Bir daha sizi alakadar etmeyen meselelere müdahil olmayacağınıza dair beni temin ederseniz, ben de bu mevzunun peşini bırakırım. Aksi takdirde ise… Neyse, eminim ki siz akıllı davranıp tavsiyeme uyarsınız.
Saygılarımla,
NIKOLAS ROKOFF
Tarzan’ın dudaklarında kısa bir an, acı bir gülümseme dolaştı. Sonra meseleyi kafasından tamamen attı ve uyumaya gitti.
Yakındaki başka bir kamarada Kontes de Coude kocasıyla konuşuyordu.
“Yüzün neden asık, sevgili Raoul’um?” diye sordu. “Tüm akşam boyunca olabildiğince kederliydin. Seni endişelendiren nedir?”
“Olga, Nikolas gemide. Haberin var mıydı?”
“Nikolas mı?” dedi hayretle. “Ama bu imkânsız, Raoul. Olamaz. Nikolas, Almanya’da tutuklu.”
“Bugün onu görene kadar ben de öyle zannediyordum; o ve diğer şerefsiz, düzenbaz Paulvitch. Olga, onun zulmüne daha fazla katlanamam. Senin hatırına bile yapamam bunu. Er ya da geç onu yetkililere teslim etmem gerekecek. Hatta tüm olanları gemiden inmeden kaptana anlatmayı düşünüyorum. Bir Fransız gemisindeyken bu azılı düşman meselesini kökten halletmemiz daha kolay olur, Olga.”
“Yapma, Raoul!” diye haykırdı Kontes; divanda başı yere eğik şekilde oturan adamın önünde diz çökerek. “Bunu yapma. Bana söz vermiştin, unuttun mu? Bunu yapmayacağını söyle bana, Raoul. Sakın onu tehdit bile edeyim deme, Raoul.”
De Coude; karısının ellerini avucuna aldı ve sanki bu adamı korumasının asıl nedenini güzel gözlerinin içinde bulabilecekmiş gibi kadının solgun, dertli simasına bir süre baktıktan sonra konuştu.
“İstediğin gibi olsun, Olga.” dedi sonunda. “Anlayamıyorum. Senin sevgin, sadakatin ya da saygın üzerindeki tüm hakkını kaybetti. Bu adam hem senin hem de kocanın canına ve şerefine karşı bir tehdit teşkil ediyor. Ümit ediyorum ki bir gün, onu savunduğuna pişman olmazsın.”
“Onu savunmuyorum, Raoul!” diye şiddetle araya girdi. “İnanıyorum ki ben de ondan en az senin kadar nefret ediyorum ama Raoul, ahh, insan kendi kanından olandan vazgeçemiyor işte.”
“Keşke bugün fırsatım varken kanından bir numune alsaydım onun!” diye kükredi De Coude acımasızca. “O ikisi kasten şerefimi lekelemeye kalkıştı, Olga.” Sonra da sigara odasında yaşananları karısına anlattı. “O yedi kat yabancı olmasaydı, başaracaklardı da. Üzerimden çıkan lanet olası kâğıtlara karşı benim delilsiz sözüme kim inanacaktı? Ben bile kendimden şüphe etmeye başlamıştım ki Mösyö Tarzan senin kıymetli Nikolas’ını sürüye sürüye getirip karşımıza dikti ve kurdukları o korkakça tezgâhı anlattı.”
“Mösyö Tarzan mı?” diye sordu Kontes, şaşkınlığı aşikârdı.
“Evet. Yoksa tanıyor musun, Olga?”
“Görmüştüm. Garsonlardan biri göstermişti.”
“Meşhur biri olduğunu bilmiyordum.” dedi Kont.
Olga de Coude konuyu değiştirdi. Garsonun, yakışıklı Mösyö Tarzan’ı ne sebeple ona göstermiş olabileceğini açıklamasının zor olabileceğini fark etmişti birdenbire. Hatta birazcık kızarmış bile olabilirdi; zira Kont, yani kocası, ona yüzünde tuhaf ve sorgular gibi bir ifadeyle bakıyordu. “Ah, suçluluk hissi kadar şüphe uyandıran başka bir şey daha yok!” diye düşündü.
2. BÖLÜM
NEFRET VE —?
Tarzan, dürüstlük sevdası nedeniyle meselelerine müdahil olduğu yabancıları ertesi günün ikindi vaktinin sonlarına kadar bir daha görmemişti. Sonra, Rokoff ve Paulvitch’e hiç beklenmedik bir anda rastladı. O anda ikili için Tarzan, onca insanın arasından yanlarında görmek isteyecekleri son kişiydi.
Güvertenin o an için boş olan bir noktasında duruyorlardı. Tarzan onları gördüğünde bir kadınla hararetli bir tartışma içerisindeydiler. Tarzan, kadının kıyafetlerinden zengin olduğunu; ince, şekilli bedeninden ise genç olduğunu anlamıştı lakin yüzünü örten tülden, yüz hatları seçilemiyordu.
Adamlar kadının iki yanında duruyordu, sırtları Tarzan’a dönüktü. O yüzden adamlar onun varlığını sezemeden Tarzan, onlara bayağı yaklaşmıştı. Rokoff’un tehditkâr, kadının ise yalvarır gibi bir hâlinin olduğunu fark etti ama yabancı bir dilde konuştukları için, Tarzan sadece gördüklerinden yola çıkarak kadının korkmuş olduğunu tahmin edebiliyordu.
Rokoff’un tavrında fiziksel şiddet tehdidi o denli barizdi ki maymun adam, ortamdaki tehlikeyi içgüdüsel olarak sezdi ve üçlünün arkasından geçerken bir anlığına duraksadı. Tam o sırada adam, kadının bileğini kabaca tuttuğu gibi büktü; kadına işkence yaparak ondan bir vaat koparmak ister gibiydi. Rokoff amacına ulaşsaydı, sonrasında ne olurdu bilemiyor, sadece tahmin yürütebiliyoruz; çünkü amacına ulaşamadı. Çelik gibi parmaklar adamın omzuna yapıştığı gibi onu arkasına döndürdü ve adam, geçen gün yoluna çıkan yabancının buz gibi gri gözleriyle yeniden karşılaştı.
“Sapristi!”[1 - Fransızca şaşırma ünlemi; Yüce İsa. (ç.n.)] diye bağırdı hiddetlenen Rokoff. “Amacın ne senin? Bu kadar mı budalasın da Nikolas Rokoff’u yine böyle aşağılıyorsun?”
“Bu, notunuza cevabımdır, mösyö.” dedi Tarzan, kısık bir sesle. Ardından adamı öyle bir kuvvetle itti ki Rokoff yerinden fırlayıp küpeşteye yapıştı.
“Tanrı aşkına! Seni domuz, bunu canınla ödeyeceksin!” diye ciyakladı Rokoff ve ayağa fırlayıp Tarzan’ın üzerine yürürken bir yandan da arka cebindeki tabancayı çıkarmak için uzandı. Kadın korkudan sindi.
“Nikolas!” diye bağırdı. “Yapma, sakın yapma. Çabuk, mösyö, hemen kaçın yoksa sizi öldürecek!” Fakat Tarzan kaçmak yerine adama karşılık vermek üzere ileri çıktı. “Kendinizi rezil etmeyin, mösyö.” dedi.
Yabancının onu düşürdüğü bu hakir vaziyet sebebiyle öfkeden deliye dönen Rokoff, nihayet tabancasını çekmeyi başarmıştı. Durdu, tabancayı kaldırıp doğrudan Tarzan’ın göğsüne nişan aldı ve tetiği çekti. Neyse ki altıpatlar tabancanın horozu, haznenin mermi bulunmayan odacığına denk gelmişti. Maymun adamın eli, öfkeli bir piton gibi fırladı ve adamın kolunu büktü; tabanca fırlayıp geminin küpeştesine çarptı ve oradan da Atlas Okyanusu’na gömüldü.
Bir an için iki adam öylece durup birbirlerine baktılar. Rokoff kendine gelmişti. İlk konuşan o oldu:“Mösyö ikidir kendisini alakadar etmeyen meselelere müdahale etmeyi kendine hak görüyor. Nikolas Rokoff’u aşağılamayı ikidir kendisine vazife biliyor. Mösyönün ilk hakaretini cehaletine verip hoş görmüştük ama bu sefer hoş görülmeyecek. Mösyö, Nikolas Rokoff’un kim olduğunu bilmiyorsa bu son küstahlığı sayesinde öğrenecek ve bir daha unutmayacak.”
“Öğrendiğim ve unutmayacağım bir şey varsa o da korkak bir düzenbaz olduğunuzdur, mösyö.” diye karşılık verdi Tarzan. Sonra, adamın ona zarar verip vermediğini sormak üzere kadına döndü ama kadın gitmişti. Rokoff’a ve yanındaki adama göz ucuyla bile bakmadan dönüp güvertede yoluna devam etti.
Tarzan, ortada ne tür bir komplo döndüğünü ya da ikilinin neyin peşinde olduğunu merak etmeden duramadı. İmdadına yetiştiği yüzü tüllü kadında da bir aşinalık vardı lakin yüzünü kapatan tülden, kadını daha önce görüp görmediğine emin olamıyordu. Kadında bilhassa dikkatini çeken şey, Rokoff’un yakaladığı elinin parmağındaki özel işçilik eseri olan yüzüktü. Bundan böyle karşılaştığı tüm kadınların parmaklarına dikkat etmeye karar verdi; belki bu şekilde Rokoff’un zulmettiği kadının kim olduğunu ve adamın ona tekrar rahatsızlık verip vermediğini öğrenebilirdi.
Tarzan; güvertedeki sandalyesine gidip oturdu ve dört yıl önce ormanda, gözlerinin ilk kez kendisinden başka bir insan gördüğü o günden beri insanoğlunun defalarca şahit olduğu zalimliğini, bencilliğini ve kinini düşündü. Şahit olduğu ilk zalim siyahi Kulonga; ilk mazlumlar ise onun hızlı mızrağıyla can veren muazzam dişi maymun Kala ve onun ölümüyle bildiği tek anneden mahrum kalan genç Tarzan idi.
Sıçan suratlı Snipes’ın King’i öldürüşünü, Profesör Porter ile yanındakilerin Arrow’un isyancılarınca terk edilişini, Mbonga köyünün siyahî savaşçıları ile kadınlarının esirlere yaptıkları işkenceleri, medeni dünya ile ilk tanışmasına vesile olan Batı Kıyısı Kolonisi’ndeki sivil ve askerî memurların adi kıskançlıklarını anımsadı.
“Mon Dieu!” dedi kendi kendine. “Hepsi birbirinin aynısı. Dolandırıcılık, cinayet, yalan, kavga; üstelik de hepsi ormanın hayvanatının tenezzül dahi etmeyeceği şeylere sahip olmak, karaktersiz tiplerin efemine zevklerini doyuracak parayı elde etmek için. Körü körüne bağlı oldukları aptal gelenekler, onları bahtsız kaderlerinin kölesi yaparken; aksine onlar, tüm yaratılanların efendisi olduklarına, varoluşun yegâne gerçek zevklerinin tadını çıkardıklarına inanırlar. Ormanda, biri gelip de sizin eşinizi elinizden alırken bir kenara çekilip hiçbir şey yapmadan durmazsınız. Saçma bir dünya bu, budala bir dünya; Maymunların Tarzanı, ormanındaki hürriyetinden ve mutluluğundan vazgeçerek buraya gelmekle aptallık etti.”
Orada otururken birden, arkasından bir çift gözün kendisini seyrettiğini hissetti ve içindeki yılların vahşi hayvan içgüdüsü, dışındaki zayıf medeniyet maskesini yırtıp ortaya çıktığında; Tarzan arkasına öyle bir süratle dönüverdi ki o ana kadar onu gizli gizli seyretmekte olan genç kadın, bakışlarını kaçırma fırsatı bulamadı ve doğrudan gözlerinin içine bakan maymun adamın sorgulayıcı gri gözleriyle karşı karşıya geldi. Bunun üzerine kadın bakışlarını yere indirdiğinde; Tarzan, kadının yan çevirdiği yüzünün hızla kızardığını fark etti.
Bu pek medeni olmayan, küstahça davranışının neticesi karşısında kendi kendine gülümsedi; zira genç kadınla göz göze geldiğinde bakışlarını indirmesi gerekirken indirmemişti. Kadın oldukça gençti ve bir o kadar da güzeldi. Üstelik kadında öyle tanıdık bir şeyler vardı ki bu, onu daha önce nerede görmüş olabileceğini düşünmeye sevk etmişti Tarzan’ı. Tekrar sandalyesine yerleşti ve kısa bir süre sonra kadının ayağa kalktığını, güverteden ayrıldığını fark etti. Kadın önünden geçerken Tarzan, onun kim olduğuna dair merakını giderebilecek bir ipucu yakalama umuduyla dönüp onu seyretti.
Umudu boşa da çıkmamıştı; zira kadın uzaklaşırken bir elini kaldırıp, ensesinden aşağı dalga dalga uzanan siyah saçlarına dokundu. Kendisini beğeniyle seyreden gözlerin farkında olduğuna işaret eden bu kadınlara has jest sayesinde Tarzan; kadının parmağında, kısa süre önce yüzü tülle örtülü kadının parmağında gördüğü aynı özel işçilikli yüzüğün olduğunu gördü.
Demek ki Rokoff’un zulmettiği kadın, bu güzel kadındı. Tarzan, kadının kim olabileceğini ve böyle hoş bir kadının Rokoff gibi kaba saba bir Rus ile ne alakasının olabileceğini içten içe merak etti.
O akşam yemekten sonra Tarzan güvertede yürüyüşe çıktı ve hava kararana kadar da üçüncü kaptanla sohbet ederek orada kaldı. Üçüncü kaptanın vazifesinin başına dönmesi gerekince de Tarzan küpeşteye yaslanıp okyanus sularının üzerinde hafif hafif oynaşan ay ışığını miskin bir tavırla seyre koyuldu. Kısmen bir mataforanın arkasında kaldığı için güverteden ona doğru yaklaşmakta olan iki adam onu görmemişti. Adamlar oradan geçerken Tarzan kulak misafiri olduğu konuşmalar sebebiyle adamları takip edip yine ne tür bir şeytanlık peşinde olduklarını öğrenmeye karar verdi. Rokoff’u sesinden tanımıştı, yanındakinin ise Paulvitch olduğunu görmüştü.
Tarzan sadece birkaç kelime duymuştu: “Kadın çığlık atarsa boğazını sıkıp…” Fakat bu duydukları, içindeki macera ruhunu uyandırmaya yetmişti ve böylece şimdi, güverte boyunca önünden hızlı hızlı yürüyen adamları gözden kaybetmeyecek bir mesafeden takip ediyordu. Peşlerinden sigara odasına kadar gitti fakat adamlar sadece kapıda kısa bir süre durup görünüşe göre, yerini tespit etmeye çalıştıkları kişinin içeride olup olmadığını kontrol ettiler.
İçeride olduğunu görünce doğrudan, üst güvertedeki birinci sınıf kamaraların olduğu tarafa yöneldiler. Burada Tarzan’ın fark edilmemesi çok daha zordu, lakin bir şekilde başardı. Adamlar cilalı ahşap kapılardan birinin önünde durduklarında Tarzan, on adım ötedeki loş bir koridora girerek saklandı.
Adamların kapıyı çalmaları üzerinde içeriden bir kadın sesi Fransızca olarak seslendi: “Kim o?”
“Olga, benim, Nikolas.” dedi Rokoff, artık aşina olduğu o kaba sesiyle. “Girebilir miyim?”
“Bana zulmetmeyi neden bırakmıyorsun, Nikolas?” dedi kadının sesi, ince kapının ardından. “Ben sana hiç zarar vermedim ki.”
“Hadi, Olga, dışarı çık.” diye diretti adam, teskin edici bir ses tonuyla. “Tek istediğim seninle birkaç kelime konuşmak. Sana zarar vermeyeceğim, içeri de girmeyeceğim ama diyeceklerimi buradan bağırarak söyleyemem.”
Tarzan, kapı kilidinin içeriden açılırken çıkardığı sesi duydu. Kapı açılınca olacakları görmek için saklandığı yerden bir adım ileri çıktı; zira birkaç dakika önce güvertedeyken duyduğu kötü niyetli sözleri düşünmeden edemiyordu: “Kadın çığlık atarsa boğazını sıkarsın.”
Rokoff, kapının tam önünde dikiliyordu. Paulvitch ise ötedeki koridorun duvarına dümdüz yaslanmış, âdeta duvarla bir olmuştu. Kapı açıldı. Rokoff odaya kısmen girdi ve sırtı kapıya dönük şekilde durdu. Tarzan’ın göremediği kadınla, fısıltıyla konuşuyordu. Sonra Tarzan kadının sesini duydu; sesi yüksek değildi ama kelimeleri seçilebiliyordu.
“Hayır, Nikolas, bu işe yaramaz.” diyordu. “İstediğin kadar tehdit et; senin taleplerine boyun eğmeyeceğim. Odamdan çık, lütfen; burada bulunmaya hakkın yok. Girmeyeceğine söz vermiştin.”
“Pekâlâ, Olga, girmeyeceğim fakat seninle işim bitene kadar, bin kez keşke benden istediği iyiliği hemen yapmış olsaydım diyeceksin. Nihayetinde kazanan ben olacağım, o yüzden kendini ve beni bu dertten kurtarıp hem kendi zamanını hem de benim zamanımı boşa harcama; hem kendi hem de kocanın şerefini…”
“Asla, Nikolas!” diye sözünü kesti kadın ve ardından Tarzan, Rokoff’un Paulvitch’e dönerek başıyla işaret verdiğini gördü. Adam hemen kamaranın girişine fırlayıp kapıyı açan Rokoff’un yanından içeri daldı. Sonra Rokoff dışarı çıktı ve kapı kapandı. Tarzan, Paulvitch’in kapıyı içeriden kilitlediğini duydu. Rokoff kapının önünde dikilmeye devam etti; ikisinin içeride konuştuklarını duymaya çalışır gibi başını eğmişti. Bıyıklı dudaklarında çirkin bir gülümseme belirdi.
Tarzan, kadının adama kamarasından çıkmasını emreden sesini duyabiliyordu. “Kocamı çağırtacağım!” diye bağırdı kadın. “O size merhamet etmez.”
Paulvitch’in küçümseyici kahkahası cilalı kapıyı geçip koridora kadar geldi.
“Kamarot kocanızı getirecek, madam.” dedi adam. “Aslına bakılırsa kamaranızın kapalı kapısı ardında kocanızdan başka bir adamın gönlünü eğlendirdiğinizin haberi zaten zabite verildi.”
“Hah!” diye bağırdı kadın. “Kocam buna asla inanmaz!”
“Kocanızın inanmayacağı kesin ama kamarot inanır; gemiden indiğimizde esrarengiz bir şekilde bu meseleden haberdar olacak olan gazeteciler de inanır. Hem de bunun iyi bir hikâye olacağını düşünürler ve böylece tüm arkadaşlarınız kahvaltı sırasında, yani bir bakalım, bugün salı olduğuna göre cuma sabahı gazeteyi okuduklarında, onlar da inanır. Madamın, gönlünü hoş ettiği adamın bir Rus uşak olduğunu; hatta tam olarak madamın erkek kardeşinin uşağı olduğunu öğrendiklerinde, duydukları ilgi daha da artacaktır.”
“Alexis Paulvitch!” dedi kadın, sesi soğuk ve korkusuzdu. “Korkağın tekisin sen, malum ismi kulağına fısıldadığım zaman benden talep ettiğin şeylerden ve tehditlerinden vazgeçeceksin ve kamaramdan derhâl çıkacaksın. Seni bir daha göreceğimi ya da en azından bir daha canımı sıkacağını da zannetmiyorum.” Ardından kısa bir sessizlik oldu; bu zaman zarfında Tarzan, kadının düzenbazın kulağına eğilip ima ettiği şeyi fısıldadığını hayal etti. Kısa süren sessizliğin ardından adam birdenbire bir küfür savurdu, telaşlı ayak sesleri ve kadın çığlığı duyuldu; sonrasında da yine sessizlik.
Fakat kadının çığlığı henüz susmuştu ki maymun adam saklandığı yerden fırladı. Rokoff kaçmaya başladı, lakin Tarzan onu yakasından tuttuğu gibi gerisin geri sürükledi. İkisi de konuşmuyordu; zira her ikisi de o odada cinayet işlenmekte olduğunu sezmişti. Tarzan, Rokoff’un suç ortağından bu denli ileri gitmesini istemediğinden emindi; adamın niyetinin bundan daha derin olduğunu, canice ve soğukkanlılıkla işlenen bir cinayetten daha habis bir niyeti olduğunu hissediyordu. Bir an bile durup içeridekilere seslenmeden maymun adam kuvvetli omzuyla ince panel kapıya omuz attı ve ahşap kapı parçalara ayrılırken Tarzan peşinden Rokoff’u da sürükleyerek kamaraya girdi. Hemen önündeki kanepede kadın yatıyordu ve üzerinde de Paulvitch vardı. Adamın parmakları kadının narin boğazındaydı; kadın elleriyle adamın suratına nafile vurup dururken, boğazındaki parmaklardan umutsuzca kurtulmaya çalışırken, adamın zalim parmakları kurbanının canını almaya çalışıyordu.
Kapının kırılmasıyla Paulvitch kadını bırakıp ayağa kalktı, Tarzan’a tehditkâr bir şekilde dik dik baktı. Genç kadın sendeleyerek kalkıp kanepede oturma pozisyonuna geçti. Bir eli boğazındaydı ve kesik kesik nefes alıyordu. Saçları dağılmış ve beti benzi atmış olmasına rağmen Tarzan, o gün daha önce güvertede kendisine bakarken yakaladığı genç kadını tanıdı.
“Bu ne demek oluyor?” dedi Tarzan, Rokoff’a dönerek. Bu zorbalığın azmettiricisinin Rokoff olduğunu sezgisel olarak belirlemişti. Adam cevap vermeden kaş çatmaya devam etti. “Düğmeye basın, lütfen.” diye devam etti maymun adam. “Geminin zabitlerinden biri buraya gelsin; bu mesele fazla uzadı.”
“Hayır, hayır!” dedi genç kadın telaşla birden ayağa kalkarak. “Lütfen bunu yapmayın. Gerçekten bana zarar verme niyetinde olmadıklarından eminim. Ben bu şahsı kızdırdım ve o da kontrolünü kaybetti, hepsi bu. Meselenin daha fazla uzamasını istemiyorum, lütfen, mösyö.” Kadının sesi öyle yalvarır gibiydi ki Tarzan meselede ısrar edemedi; gerçi yine de muhakemesi ona, burada ilgili yetkililerin haberdar edilmesini gerektiren bir şeyler döndüğünü söylüyordu.
“Öyleyse bu mesele hakkında hiçbir şey yapmamamı mı istiyorsunuz?” diye sordu.
“Evet, hiçbir şey yapmayın, lütfen.” diye karşılık verdi genç kadın.
“Bu iki pisliğin size zulmetmeye devam etmesine razı mısınız yani?”
Kadın ne cevap vereceğini bilemedi; çok dertli ve mutsuz görünüyordu. Tarzan, Rokoff’un dudaklarının şeytanca bir zafer gülümsemesiyle kıvrıldığını gördü. Genç kadının bu ikisinden korktuğu aşikârdı; asıl istediği şeyi onların önünde ifade etmeye cesaret edemiyordu.
“Öyleyse ben de kendi mesuliyetime dayanarak hareket edeceğim.” dedi Tarzan. Rokoff’a dönerek devam etti: “Sana şunu söyleyebilirim ki buna suç ortağın da dâhil, bundan böyle bu seferin sonuna kadar gözüm üstünüzde olacak. Eğer ikinizden birinin bu genç hanımı ufacık dahi olsa rahatsız edecek bir davranışta bulunduğunu fark edersem, doğrudan bana hesap vermek üzere çağrılacaksınız. Bu çağrılma ve hesap verme kısımları da ikiniz için hiç de hoş tecrübeler olmayacak.”
“Şimdi defolun buradan!” dedi ve Rokoff ile Paulvitch’i yakalarından tuttuğu gibi kapıya doğru kuvvetle itti, koridoru çabucak geçsinler diye botunun ucuyla hızlanmalarına yardımcı olmayı da ihmal etmedi. Ardından tekrar lüks kamaraya ve genç kadına döndü. Kadın ona hayretten gözleri açılmış bir hâlde bakıyordu.
“Siz de madam, şayet bu serseriler sizi tekrar rahatsız edecek olursa bana haber verirseniz büyük bir iyilik yapmış olursunuz.”
“Ah, mösyö!” dedi kadın. “Ümit ediyorum ki bu yaptığınız iyilik yüzünden başınız belaya girmez. Öyle şeytani ve hünerli bir düşman kazandınız ki nefretini tatmin edene kadar hiçbir şey onu durdurmayacaktır. Çok dikkatli olmanız lazım, Mösyö…”
“Pardon madam, adım Tarzan.”
“Mösyö Tarzan. Zabitlere haber vermenize razı gelmedim diye benim için gösterdiğiniz kahramanlığa ve centilmenliğe samimiyetle minnettar olmadığımı zannetmeyin. İyi geceler, Mösyö Tarzan. Size olan borcumu asla unutmayacağım.” diyen genç kadın, inci gibi dişlerini ortaya çıkaran oldukça çekici bir gülümsemeyle Tarzan’a reverans yaptı. Tarzan da ona iyi geceler diledikten sonra güvertenin yolunu tuttu.
Gemide Rokoff’un ve ortağının elinden çeken iki kişinin olması ve bu iki kişinin, yani genç kadın ile Kont de Coude’un, suçluların adalete teslim edilmesine müsaade etmemeleri Tarzan’ın aklını epeyce kurcalıyordu. O gece yatmadan evvel birçok kez aklı, o güzel genç kadına gitti. Kaderin tuhaf cilvesiyle karşısına çıkan genç kadının hayatı, görünüşe göre epey çetrefilliydi. Kadının adını öğrenmediğini fark etti. Sol elinin üçüncü parmağına taktığı ince altın yüzüğe bakılırsa evli olduğu kesindi. Tarzan, gayriihtiyari olarak şanslı adamın kim olduğunu merak etti.
Tarzan; kısa bir anına şahit olduğu malum küçük dramanın aktörlerinden hiçbirini, deniz seferinin son gününe kadar bir daha görmedi. Sonra o gün, ikindi saatlerinde genç kadınla aniden karşı karşıya geldi. Tarzan güvertedeki sandalyesine doğru yürürken kadın da karşı yönden kendi sandalyesine doğru geliyordu. Tarzan’ı hoş bir gülümsemeyle selamladıktan hemen sonra, Tarzan’ın iki gece önce kadının kamarasında şahit olduğu mevzudan bahsetmeye başladı. Sanki Tarzan’ın, Rokoff ve Paulvitch gibi adamlarla tanışıklığını, kendisinin de o tür bir insan olduğuna yormuş olabileceğini düşünmüş ve bundan büyük bir huzursuzluk duymuş gibiydi.
“Salı akşamı olanlar sebebiyle mösyö beni kınamamıştır diye ümit ediyorum.” dedi. “Bunu düşüne düşüne kendime dert edindim. O kadar mahcup olmuştum ki o zamandan beri ilk kez kamaramdan çıkıyorum.” diye bitirdi.
“Aslanlar saldırdı diye ceylanı kınamak olmaz.” diye karşılık verdi Tarzan. “Yanlış hatırlamıyorsam o ikisini size saldırmadan evvel de sigara odasında iş çevirirken görmüştüm, ne tür insanlar olduklarını biliyorum; o yüzden, onlar birine düşman olmuşlarsa bu düşmanlık, düşman oldukları kişinin dürüstlüğüne dair kâfi bir delildir. Öyleleri sadece aşağılıklarla dost olur, asil ve iyi olan her şeyden ise nefret ederler.”
“Bu şekilde ifade etmeniz çok nazikçe.” diye karşılık verdi kadın, gülümseyerek. “Kâğıt oyunu mevzusunu duymuştum. Kocam bana tüm meseleyi anlattı. Mösyö Tarzan’ın cesaretinden ve kuvvetinden de bilhassa bahsetti; size muazzam bir minnet borcu duyuyor.”
“Kocanız mı?” diye sordu Tarzan.
“Evet. Ben Kontes de Coude’um.”
“Öyleyse borcum fazlasıyla ödendi bile, madam. Kont de Coude’un eşine hizmette bulunduğumu bilmek benim için kâfi.”
“Ah, mösyö, zaten size borcum öyle büyük ki hakkınızı nasıl öderim, hiç bilmiyorum. Lütfen beni daha fazla yükümlülük altına sokmayın.” dedi ve derken öyle tatlı gülümsedi ki Tarzan, sırf bu gülümsemeyle onurlandırılmak için bile hâlihazırda yapmış olduklarından çok daha fazlasını yapmaya kalkışabileceğini hissetti.
O gün, onu bir daha görmedi ve ertesi gün de gemiden inme telaşı içerisinde onunla hiç karşılaşmadı fakat evvelsi gün güvertede birbirlerine veda ederlerken kadının gözlerindeki ifadede öyle bir şey vardı ki Tarzan onu aklından bir türlü atamıyordu. Bir okyanus seferinde bu denli hızlı dostluk kurmuşken yine bir o kadar kolay şekilde, bir daha görüşmemek üzere ayrılmaları hüzün verici sayılabilirdi.
Tarzan onu bir daha görüp göremeyeceğini merak etti.
3. BÖLÜM
RUE MAULE’DA OLANLAR
Paris’e varınca Tarzan doğruca eski dostu D’Arnot’un dairesine gitti. Orada D’Arnot, babası merhum Greystoke Lordu John Clayton’dan ona miras kalan unvan ve mülklerden feragat ettiği için Tarzan’ı epey bir payladı.
“Sen delirmişsin, dostum.” dedi D’Arnot. “Sadece zenginliği ve makamı değil; damarlarında vahşi bir dişi maymunun kanı yerine İngiltere’nin en şerefli ailelerinden birinin asil kanının aktığını, tüm dünyaya şüphe götürmez şekilde kanıtlama fırsatını da öylece bir kenara attın. Sana inanabilmiş olmalarına akıl sır erdiremiyorum; özellikle de Bayan Porter’ın.”
“Yani ben bir an dahi inanmamıştım. Afrika’nın o vahşi ormanındayken vahşi bir hayvan gibi dişlerinle avından çiğ et koparıp yediğini, yağlı ellerini bacaklarına sildiğini gördüğümde bile inanmamıştım. O zaman dahi aksine işaret edecek ufak da olsa bir delil vardı; Kala’nın annen olduğuna dair inancında yanıldığını biliyordum.”
“Şimdi ise babanın, annenle beraber o vahşi Afrika kıyısında yaşadığı korkunç hayatı anlatan, senin doğumunun kaydını tuttuğu günlüğü de var. Üstelik de o günlüğün sayfalarında nihai ve en ikna edici delil olarak senin bebeklik parmak izlerin varken adsız sansız, beş parasız bir serseri olarak kalmak istemene akıl sır erdiremiyorum.”
“Tarzan’dan daha iyi bir ada ihtiyacım yok.” diye karşılık verdi maymun adam. “Beş parasız bir serseri olarak kalma kısmına gelince öyle kalmaya da niyetim yok. Aslına bakılırsa senin bana gösterdiğin bu fedakâr dostluğuna dayanarak senden şimdi ve ümit ediyorum ki son kez istemek zorunda kalacağım şey, bana bir iş bulman olacak.”
“Puh sana!” diye çıkıştı D’Arnot. “Onu ima etmediğimi biliyorsun. Sana defalarca söylemedim mi ben, yirmi adama yetecek kadar param olduğunu ve neyim varsa yarısının senin olduğunu? Hepsini sana versem bile arkadaşlığımıza verdiğim kıymetin onda biri etmez, Afrika’dayken senin bana yaptığın iyiliklerin hakkını ödemez, sevgili dostum Tarzan. Unutmadım dostum; senin harikulade cesaretin olmasaydı, Mbonga’nın yamyam köyündeki o kazıkta ölmüş olurdum ben. O yamyamların bedenimde açtığı korkunç yaraların senin fedakârca adanmışlığın sayesinde iyileştiğini de unutmadım. Yüreğin sana, koya dönmeni söylerken orada maymunların amfi tiyatrosunda benimle kalmış olmanın senin için ne ifade ettiğini ise sonradan öğrendim.”
“Nihayet oraya döndüğümüzde ve Bayan Porter ile yanındakilerin gittiğini gördüğümüzde, benim gibi katbekat bir yabancı için yaptıklarının ehemmiyetini, işte o zaman idrak etmeye başladım. Sana borcumu parayla ödemeye çalışıyor da değilim, Tarzan. Sadece şu var ki şu anda senin paraya ihtiyacın var; ha senin için başka bir fedakârlık yapmışım ha para vermişim, aynı kapıya çıkar. Dostluğum daima senin olacak, çünkü zevklerimiz benzer ve seni takdir ediyorum. Dostluğumuza sözüm geçmez ama paraya geçer, o yüzden vereceğim.”
“Pekâlâ.” diyerek güldü Tarzan. “Para yüzünden tartışmayalım. Yaşamam lazım, onun için de para lazım fakat uğraşacak bir meşgalem olsa daha memnun olurum. Bana arkadaşlığını göstermenin en ikna edici yolu, bana bir iş bulman olur; yoksa yakında işsiz güçsüz dolaşmaktan öleceğim. Miras hakkıma gelince; o emin ellerde. Clayton beni soymuş değil. Gerçek Greystoke Lordu olduğuna samimiyetle inanıyor ve muhtemelen, Afrika ormanında doğup büyümüş bir adamdan daha iyi bir İngiliz lordu olur. Şu an bile hâlâ tam medeni olmadığımı biliyorsun. Bir an için öfkeden gözüm dönmeyegörsün, özümdeki tüm o vahşi hayvan içgüdüleri uyanıp sahip olduğum kısıtlı kültür ve medeniyeti bastırıp üste çıkıyor.”
“Hem de şu var ki kim olduğumu açıklasaydım sevdiğim kadını, Clayton ile evlenmesi sebebiyle elde edeceği zenginlik ve konumdan mahrum etmiş olurdum. Böyle bir şeyi yapmam mümkün değildi; öyle değil mi, Paul?”
“Miras mevzusu da benim için o kadar mühim değil.” diye devam etti, adamın cevabını beklemeden. “Benim yetiştirildiğim şartlarda insan, kendi zihinsel ve fiziksel maharetleriyle elde ettikleri haricinde başka hiçbir şeye kıymet veremiyor. O nedenle ben, beni doğurduktan bir yıl sonra vefat eden o genç, zavallı, bahtsız İngiliz kadınını annem olarak görmekten nasıl bir mutluluk duyacaksam; Kala’yı da annem olarak görmekten o denli mutluluk duyuyorum. Kala, kendi haşin ve yabani fıtratının müsaade ettiği ölçüde bana her daim iyi davrandı. Annem öldüğü andan itibaren Kala’nın kıllı göğsünden süt emmiş olmalıyım. O, hakiki bir anne sevgisiyle beni korumak için ormanın yırtıcı sakinleriyle ve kabilemizin vahşi üyeleriyle dövüştü.”
“Ben de onu seviyordum, Paul. Mbonga’nın siyahi savaşçısının zalim mızrağı ve zehirli oku onu benden çalana kadar onu ne kadar sevdiğimi fark etmemiştim. Bu olduğunda ben daha çocuktum; ölüsünün üzerine kapanıp bir çocuğun ancak öz annesi için ağlayabileceği şekilde, ızdırap içinde ağladım. Eğer onu görseydin senin gözünde korkunç ve çirkin bir yaratık olabilirdi, dostum ama benim gözümde o güzeldi; sevgi, sevilen kişiyi işte böyle güzelleştirir. Yani, ben sonsuza dek dişi maymun Kala’nın oğlu olarak kalmaktan son derece memnunum.”
“Sadakatini de takdire şayan buluyorum.” dedi D’Arnot. “Lakin bir gün gelecek, sana ait olanlara sahip çıktığına da memnun olacaksın. Bu sözlerimi unutma. Umalım ki o gün de şimdiki kadar kolay olsun. Şunu aklından çıkarma ki tüm dünyada, o kulübede babanın ve annenin iskeletleriyle beraber bulunan küçük iskeletin, Greystoke Lordu ve Leydisi’nin bebeğine değil de bir insansı maymun yavrusuna ait olduğuna şahitlik edebilecek yegâne kişiler Profesör Porter ve Bay Philander. O delil en mühim olanı. İkisi de yaşlı adamlar. Önlerinde daha uzun yılları olmayabilir. Üstelik Bayan Porter’ın hakikati öğrendiği vakit Clayton’la nişanını atacağını düşünmedin mi hiç? Kolaylıkla unvanını da mülklerini de sevdiğin kadını da alabilirsin, Tarzan. Bu aklına gelmedi mi?”
Tarzan başını iki yana salladı. “Sen onu tanımıyorsun.” dedi. “Clayton’ın başına gelecek böyle bir talihsizlik, Jane’i ona verdiği söze daha da bağlardı. Köklü, güneyli bir ailenin kızı o; güneyliler sadakatleriyle övünürler.”
Tarzan sonraki iki haftayı, daha önceden kısa bir süreliğine aşina olduğu Paris’i yeniden keşfederek geçirdi. Gündüzleri kütüphaneleri ve resim galerilerini ziyaret ediyordu. Her bulduğunu okuyan biri hâline gelmişti. Bu kültür ve ilim merkezinde ona kapılarını açan imkânlar dünyası karşısında; tek bir insanın bir ömür boyu okuyup araştırma neticesinde edinebileceği ilmin bile, beşerî bilginin toplamının çok küçük bir kırıntısı olacağını fark etmiş, bu hakikat onu epey dehşete düşürmüştü. Lakin yine de gündüzleri öğrenebildiği kadarını öğreniyor, geceleri de rahatlayabileceği ve eğlenebileceği bir yerler arıyordu. Paris, gece hayatı merakını karşılama hususunda da epey verimli çıkmıştı.
Çok fazla sigara ve pelin otu likörü içiyorsa da medeniyeti olduğu gibi kabul ettiği içindi. Medeni türdeşleri ne yapıyorsa o da onu yapıyordu. Bu onun için yeni bir hayattı ve bu hayat cazibelerle doluydu; ayrıca göğsünde bir keder ve asla gideremeyeceğini bildiği bir özlem taşıyordu; o yüzden iki uç noktada yaşıyor, kendini ilim öğrenmeye ve gece hayatına vererek geçmişini unutmaya ve geleceği düşünmekten sakınmaya çalışıyordu.
Bir akşam bir gazinoda oturmuş, pelin otu likörünü yudumlayıp meşhur bir Rus dansçının sanatını icra edişini beğeniyle seyrederken bir anlığına bir çift şeytani siyah gözü kendisine bakarken yakaladı. Tarzan, adamı iyice göremeden adam derhâl dönüp çıkıştaki kalabalıkta gözden kayboldu lakin o gözleri daha önce de gördüğüne ve o gözlerin bu akşam kendisini izlemesinin sebepsiz olmadığına emindi. Zaten bir süredir birinin kendisini seyrettiğine dair tuhaf bir his vardı içinde; aniden dönüp adamı kendisini seyrederken yakalayıp ürkütmesi de içindeki bu kuvvetli hayvani içgüdü sayesinde olmuştu.
Gazinodan çıkana kadar bu meseleyi unutmuştu Tarzan, gazinonun gözleri kör eden parlak ışığından ayrılırken karşıdaki antrenin karanlığına gizlenen esmer adamı da fark etmedi.
Tarzan farkında olmasa da bu ve daha birçok eğlence mekânından çıktığında birçok kez takip edilmişti fakat çoğu zaman tek başına değildi. Bu gece ise D’Arnot’un başka bir işi vardı ve o yüzden Tarzan tek başına çıkmıştı.
Paris’in bu yakasından evine giderken izlemeye alışkın olduğu yöne dönünce caddenin karşı tarafından onu seyreden adam, saklandığı yerden çıkıp hızlı adımlarla ilerledi.
Tarzan geceleri eve giderken Rue Maule’dan geçmeyi âdet edinmişti. Civarındaki gürültülü ve ışıklı caddelere nazaran bu cadde çok sessiz ve karanlık olduğundan ona sevgili Afrika ormanını hatırlatıyordu. Paris’i iyi bilenlerdenseniz, Rue Maule’un nasıl dar ve ürkütücü bir yol olduğunu hatırlarsınız. Yok, eğer değilseniz, polise sorarsanız size Paris’te hava karardıktan sonra uzak durmanız gereken tek caddenin bu olduğunu söyleyecektir.
Bu gece Tarzan, bu kasvetli yol boyunca dizilmiş bakımsız eski apartmanların koyu gölgeleri arasında birkaç metre kadar ilerlemişti ki karşı binanın üçüncü katından gelen bağırtılar ve yardım çığlıkları dikkatini çekti. Ses bir kadına aitti. Kadının çığlıklarının yankıları daha silinmeden Tarzan, kadını kurtarmak üzere merdivenlerden çıkıp karanlık koridorları geçmeye başlamıştı bile.
Üçüncü kattaki koridorun sonunda, bir kapı hafif aralık duruyordu ve Tarzan içeriden, sokaktayken duyduğu aynı yakarışı tekrar duydu. Hemen içeri daldı ve kendisini loş ışıklı bir odanın ortasında buldu. Yüksek, eski moda bir şömine rafının üzerinde yanan gaz lambasının loş ışığı, bir düzine kadar ürkütücü çehreyi aydınlatıyordu. Biri hariç hepsi erkekti. Diğeri ise otuz yaşlarında bir kadındı. Adi tutkuların ve ayyaşlığın izlerini taşıyan yüzü, belki de bir zamanlar güzeldi. Bir elini boğazına koymuş, duvarın dibinde çömelmiş hâlde duruyordu.
“Yardım edin, mösyö!” diye bağırdı tiz bir sesle, odaya giren Tarzan’a. “Beni öldüreceklerdi.”
Tarzan etrafındaki adamlara doğru döndüğünde müzmin suçluların kurnaz, şeytani yüzlerini gördü. Adamların kaçmak için hiçbir çaba göstermemelerine şaşırdı. Arkasında bir hareketlenme hissedince o tarafa döndü. İki şey gördü, lakin bir tanesi onda büyük bir şaşkınlık yarattı. Bir adam odadan gizlice çıkıyordu ve Tarzan, adamı gördüğü kısacık anda onun Rokoff olduğunu fark etti. Ama gördüğü diğer şey daha acildi. İri yarı bir adam, elinde kocaman bir sopayla parmak uçlarında yürüyerek arkasından yaklaşıyordu. Adam ve suç ortakları, Tarzan’ın sopalı adamı fark ettiğini görünce dört bir yandan Tarzan’a hücum ettiler. Bazıları bıçak çekti, bazılarıysa sandalyeleri kaptılar; sopalı adam ise sopasını kafasının üstüne kadar kaldırdı ve öyle bir kuvvetle indirdi ki eğer denk gelseydi, Tarzan’ın kafasını parçalardı.
Fakat vahşi ormanın ücralığında Terkoz ve Numa’nın acımasız kurnazlıklarıyla baş etmiş olan adamın beyni, çevikliği ve kasları, Paris’in serserilerinin zannettiği kadar kolay alt edilecek değildi.
Aralarından en çetin olanını tespit eden Tarzan, sopalı adamın üzerine atıldı; adamın salladığı sopadan yana kaçarak kurtuldu ve çenesine öyle müthiş bir yumruk attı ki adam yere devrildi.
Ardından diğerlerine döndü. Bu onun için oyundu. Dövüşten ve kan dökmekten âdeta zevk alıyordu. En hafif darbede kırılmaya hazır hassas bir kabuk gibi üzerine geçirdiği ince medeniyet kisvesi yırtılıverdi ve on iri yarı serseri, kendilerini ufak bir odada vahşi ve yırtıcı bir hayvanla birlikte kapana kısılmış olarak buldular. Onun çelikten kasları karşısında, çelimsiz adamların pek bir şansı yoktu.
Rokoff dışarıda, koridorun sonunda durmuş; neticeyi bekliyordu. Binadan ayrılmadan önce Tarzan’ın öldüğünden emin olmak istiyordu ama cinayet işlenirken odanın içindekilerin arasında olmak planının bir parçası değildi.
Kadın hâlâ, Tarzan içeri girdiğinde durduğu yerde duruyordu ama aradan geçen birkaç dakika içerisinde yüzü şekilden şekile girmişti. Tarzan’ın kadını ilk gördüğünde yüzünde bulunan korkuya benzer ifade, Tarzan arkasından gelen saldırıya karşılık vermek üzere döndüğünde, değişip kurnazca bir ifadeye dönüşmüştü lakin Tarzan bu değişikliği fark etmemişti.
Şaşkınlık ve sonrasında da korku ifadesi, diğerlerinin yerini aldı. Ona hak vermemek mümkün değil tabii ki. Zira çığlıklarıyla ölüm tuzağına çektiği püripak beyefendi, birdenbire bir intikam şeytanına dönüşmüştü. Şahit olduğu şey kassız, çelimsiz bir adamın zayıf direnişi değil; çılgına dönmüş hakiki bir Herkül’dü.
“Mon Dieu!” diye bağırdı kadın. “Canavar çıktı bu!” Zira maymun adamın beyaz, güçlü dişleri saldırganlardan birinin boğazındaydı. Tarzan, Kerchak’ın kabilesindeki büyük erkek maymunlarla dövüşürken öğrendiği gibi dövüşüyordu.
Odanın içinde oradan oraya atlıyor, dört dönüyordu. Aynı anda birçok yerdeydi âdeta. Bu hâli kadına hayvanat bahçesinde gördüğü panteri anımsatmıştı. Demir gibi sağlam bileğiyle adamlardan birinin bileğini büküp kırdı, ardından başka birinin kolunu arkaya çevirip yukarı doğru zorlayarak omzundan çıkardı.
Adamlar acıyla bağırarak tüm süratleriyle koridora kaçtılar fakat henüz ilk adam kanlar içinde, kemikleri kırılmış olarak yalpalaya yalpalaya odadan çıkmadan Rokoff göreceğini görmüş ve bu gece bu evde ölecek olanın Tarzan olmayacağına ikna olmuştu. Bunun üzerine Rus, yakındaki bir batakhaneye gidip polisi aramış; Rue Maule Caddesi 27 numaralı binanın üçüncü katında cinayet işlendiğini söylemişti. Polis memurları binaya vardığında Tarzan, merdivenlerden yukarı koşan memurların ayak seslerini işitmiş ve serserilerin takviye güç çağırdığı zannetmişti. Memurlar daireye girdiklerinde, yerde inleyen üç adam ile pis bir yatağın üzerinde oturan, yüzünü ellerine gömmüş, korkmuş bir kadın ve bir de odanın ortasında dikilen, görünüşe göre iyi giyimli bir beyefendi olan adamı gördüler. Fakat sonuncusu hakkında yanılıyorlardı; kısık göz kapaklarının ardından onlara bakan çelik grisi gözlü adam bir beyefendi değil; vahşi bir hayvandı. Kan kokusu alır almaz medeniyetin son zerresi de Tarzan’ı terk edip gitmişti ve şimdi, etrafı avcılarla sarılmış bir aslan gibi köşeye sıkışmış hâlde duruyor; anında hücum edip karşılık vermek üzere bir sonraki saldırıyı bekliyordu.
“Burada ne oldu?” diye sordu polis memurlarından biri.
Tarzan kısaca anlattı, lakin ifadesini teyit etmesi için kadına döndüğünde kadının cevabı karşısında hayrete kapıldı.
“Yalan!” diye cıyakladı kadın, polis memuruna hitaben. “Ben yalnızken odama geldi, niyeti de iyi değildi. Ben onu ittiğimde çığlıklarıma koşup gelen bu beyefendiler olmasaydı beni öldürecekti; neyse ki o sırada evin önünden geçiyorlarmış da imdadıma yetiştiler. Bu adam bir şeytan; tek başına çıplak elleri ve dişleriyle on adamı öldürdü.”
Tarzan kadının nankörlüğü karşısında öyle şaşırmıştı ki bir an için donup kalmış, hiçbir şey düşünememişti. Polisler durumdan biraz şüphelenmişlerdi; zira bu kadının ve onun seçkin beyefendi arkadaşlarının başka vukuatlarını da biliyorlardı. Lakin onlar hâkim değil, polis memurlarıydı; o yüzden odadaki herkesi tutuklayıp masum ile suçluyu ayırt etme işini, işin ehline bırakmaya karar verdiler.
Fakat gördüler ki bu iyi giyimli genç adama tutuklu olduğunu söylemek başka, tutuklamak bambaşka bir meseleydi.
“Ben suç işlemedim.” dedi sakince. “Ben sadece kendimi savundum. Kadının size neden böyle söylediğini bilmiyorum. Bana karşı bir düşmanlığı olamaz, zira çığlıklarını duyup imdadına yetişmek için bu daireye gelene kadar bu kadını hiç görmemiştim.”
“Gel hadi, gel.” dedi memurlardan biri. “Bunları dinlemek hâkimlerin işi.” diye ekledi ve elini Tarzan’ın omzuna koymak üzere teşebbüste bulundu. Lakin anında kendisini, odanın bir köşesinde yerde yatar hâlde buldu. Bunun üzerine diğer memurlar maymun adamın üzerine atıldıklarında, onlar da az önceki serserilerle kısmen aynı kaderi paylaştılar. Memurlara o kadar hızlı ve sert bir şekilde saldırmıştı ki adamlar tabancalarını çekecek fırsatı bulamamışlardı.
Kısa süren dövüş sırasında Tarzan açık pencereyi ve pencerenin önündeki bir ağaç gövdesi mi yoksa bir telgraf direği mi olduğunu seçemediği şeyi fark etti. Son memuru da alaşağı ettiğinde bir tanesi tabancasını çekmeyi başardı ve yattığı yerden Tarzan’a ateş etti fakat ıskaladı. Adam tekrar ateş etmeye vakit bulamadan Tarzan şömine rafının üzerindeki lambayı yere atıp odayı karanlığa boğdu.
Sonrasında gördükleri şey, çevik bir silüetin açık pencerenin pervazına sıçradığı ve oradan da bir panter gibi kaldırımın önündeki direğe atladığıydı. Polis memurları kendilerine gelip caddeye indiklerinde, tutuklu çoktan gözden kaybolmuştu.
Kadını ve kaçamayan adamları karakola götürürlerken onlara pek nazik davranmadılar; çok gücenmiş ve aşağılanmış bir durumdaydılar. Silahsız tek bir adamın hepsini alt ettiğini, sonra da sanki orada değillermiş gibi ellerinden kolayca kaçtığını rapor etmeleri gerektiğini düşününce epey içerlediler.
Yukarı çıkmayıp caddede kalan memur, diğerleri içeri girdiği andan itibaren çıkana kadar kimsenin pencereden atlamadığına ya da binayı terk etmediğine yemin etti. Arkadaşları onun yalan söylediğini düşündüler ama kanıtlamaları mümkün değildi.
Tarzan kendisini pencerenin önündeki direğe yapışmış hâlde bulduğunda orman içgüdüsünü dinledi ve aşağı inmeden önce, düşman var mı diye kontrol etti. İyi ki de baktı, zira hemen aşağısında bir polis memuru duruyordu. Yukarıda ise kimseyi görmedi Tarzan, bu yüzden aşağı inmek yerine yukarı çıktı.
Direğin tepesi binanın çatısının tam karşısındaydı; bu yüzden, onca yılını ilkel ormanın ağaç tepelerinden atlayıp zıplayarak geçirmiş bu kaslar için, direk ile bina çatısının arasındaki kısa mesafeyi aşmak iki saniyelik işti. Bir binadan diğerine atlayarak, bolca tırmanarak ilerledikten sonra nihayetinde bir kavşakta bir direğe daha denk geldi ve direkten kayarak sokağa indi.
Birkaç sokak boyunca durmadan süratle koştu; sonra tüm gece açık olan ufak bir kafeye girdi, tuvalete gidip çatı gezintisinin delillerini ellerinden ve kıyafetlerinden temizledi. Birkaç dakika sonra çıktığında yavaşça evinin yolunu tuttu.
Evinin yakınlarına vardığında yolunun üstündeki iyi ışıklandırılmış bulvara ulaştı. Karşıya geçmeden evvel, yaklaşmakta olan bir limuzinin geçmesini beklerken parlak bir sokak lambasının hemen altında durduğunda tatlı bir kadın sesinin ona ismiyle seslendiğini duydu. Başını kaldırıp baktığında Olga de Coude’un gülümseyen gözleriyle karşılaştı. Kadın, arabanın arka koltuğundan cama doğru uzanmış; ona bakıyordu. Arkadaşça selamına karşılık Tarzan da eğilerek selam verdi. Doğrulduğunda araba çoktan uzaklaşmıştı.
“Aynı akşam hem Rokoff hem de Kontes de Coude…” diye söylendi kendi kendine. “Paris pek de büyük değilmiş.”
4. BÖLÜM
KONTES HER ŞEYİ ANLATIYOR
“Senin Paris’in benim vahşi ormanımdan daha tehlikeli, Paul.” diye bitirdi Tarzan, Rue Maule’da serserilerle ve polisle yaşadıklarının evvelsi sabahında maceralarını arkadaşına anlattıktan sonra. “Beni neden tuzağa çektiler? Karınları mı açtı?”
D’Arnot korkudan titremiş gibi yaptı ama tuhaf soru karşısında güldü.
“Ormanın standartlarını aşıp medeniyetin kurallarına göre mantık yürütmek kolay değil, değil mi dostum?” diye sordu şakacı bir şekilde.
“Aman ne medeniyet!” dedi Tarzan, küçümseyerek. “Orman standartları, amaçsız vahşeti tasvip etmez. Biz ormanda karnımızı doyurmak, kendimizi savunmak ya da eş kazanmak ve yavruları korumak için öldürürüz. Yani, büyük tabiat kanununun buyruklarına göre yaşarız her zaman. Peki ya burada? Offf! Sizin medeni insanlarınız, canavarlardan daha canavar. Sebepsiz yere öldürür; hatta daha da kötüsü, her şeyden bihaber kurbanını kendi sonuna götürmek için kardeşlik gibi asil bir duyguyu kullanarak tuzak kurar. Saldırganların beni pusuda bekledikleri o daireye gitmemin sebebi, bir insan kardeşimin yardım çığlıklarıydı.”
“İlk başta fark etmedim, sonrasında da uzun bir süre idrak edemedim. Bir kadın nasıl olur da müstakbel kurtarıcısını ölüme sürükleyecek kadar ahlaksızlığa batabilir? Ama vaziyet bunu gösteriyor; orada Rokoff’u görmüş olmam ve daha sonra kadının, benim polise anlattıklarımı inkâr etmesi, kadının bu davranışını başka bir şekilde açıklamaya mahal bırakmıyor. Rokoff, sık sık Rue Maule’dan geçtiğimi biliyor olmalı. Pusu kurup beni beklemiş, planı en ince ayrıntısına kadar tıkır tıkır işledi. Hatta planda bir aksilik çıkmasına karşı kadının ne anlatacağını bile planlamışlar ve işe de yaradı. Benim için her şey gayet ortada.”
“Pekâlâ, haklısın ama bu sana, benim uğraşıp da öğretemediğim bir şeyi öğretmiş oldu.” dedi D’Arnot. “Hava karardıktan sonra Rue Maule’dan uzak durulması gerektiğini.”
“Aksine!” diye karşılık verdi Tarzan, gülümseyerek; “Bu beni tüm Paris’teki yürünmeye değer yegâne caddenin orası olduğuna ikna etti. Artık bulduğum her fırsatta oradan geçeceğim; çünkü Afrika’dan ayrıldığımdan beri tecrübe ettiğim ilk hakiki eğlenceyi yaşattı bana bu cadde.”
“Tekrar gitmene gerek kalmadan da arzu edeceğinden çok daha fazlasını yaşatma ihtimali var.” dedi D’Arnot. “Polisle işin bitmedi henüz, unutma. Paris polisini gayet iyi bilirim; seni temin ederim ki onlara yaptıklarını uzun bir süre unutmayacaklardır. Er ya da geç seni bulacaklar, sevgili dostum Tarzan, bulduklarında da vahşi orman adamını demir parmaklıkların ardına hapsedecekler. Ne dersin buna?”
“Maymunların Tarzanı’nı asla demir parmaklıklar ardına koyamazlar.” diye karşılık verdi ciddi bir şekilde.
Bunu söylerken adamın sesindeki bir şey, D’Arnot’un arkadaşına dikkatle bakmasına sebep oldu. Adamın düz dudakları ile soğuk, gri gözlerinde gördükleri, genç Fransız’ın kendi muhteşem fiziksel kuvvetinden daha büyük bir kanun tanımayan bu büyük çocuk için endişe duymasına neden oldu. Polisle tekrar karşı karşıya gelmeden bu meseleyi çözmek için bir şeyler yapması gerektiğini anladı.
“Daha öğrenecek çok şeyin var, Tarzan.” dedi ciddi bir şekilde. “Sevsen de sevmesen de insanların kanununa uymak zorundasın. Polise karşı gelmekte ısrar edersen, senin de dostlarının da başı beladan kurtulmaz. Bir defalığına durumu senin için onlara izah edebilirim, hatta hemen bugün yapacağım bunu ama bundan sonra kanunlara itaat etmek zorundasın. Kanunun temsilcileri ‘gel’ derlerse geleceksin; ‘git’ derlerse gideceksin. Şimdi emniyetteki arkadaşıma gidelim de bu Rue Maule meselesini halledelim. Hadi gel!”
Yarım saat sonra ikisi birlikte polis amirinin ofisinden içeri girdiler. Amir, onları çok candan karşıladı. Tarzan’ı, ikilinin birkaç ay önce parmak izleri hususunda yaptığı ziyaretten hatırlamıştı.
D’Arnot, evvelki akşam meydana gelenleri anlatmayı bitirdiğinde polisin dudaklarında buruk bir gülümseme belirdi. Elinin yanındaki bir düğmeye dokundu ve kâtibin çağrıya yanıt vermesini beklerken masasındaki kâğıtları karıştırdı ve sonunda aradığını buldu.
“İşte, Joubon.” dedi içeri giren kâtibe. “Şu memurları çağır; hemen odama gelsinler.” Arayıp bulduğu kâğıdı adama verdi ve ardından Tarzan’a döndü.
“Çok ciddi bir suç işlediniz, mösyö.” dedi, kibarlığı elden bırakmadan. “Bu iyi dostumun yaptığı izah olmasaydı, sizi sert bir şekilde yargılardım muhtemelen. Fakat şimdi, pek duyulmamış bir şey yapmak üzereyim. Dün gece kötü muamelede bulunduğun memurları çağırttım. Teğmen D’Arnot’un hikâyesini bir de onlar dinlesinler. Sonrasında size karşı işlem yapıp yapmama kararını onların takdirine bırakacağım.”
“Medeniyetin kanunları hususunda daha öğrenecek çok şeyiniz var. Bazı şeyler size tuhaf ya da gereksiz gelebilir, lakin bu şeylerin ardındaki amaçları idrak edene kadar bunları kabul etmeyi öğrenmek zorundasınız. Saldırdığınız memurlar sadece vazifelerini yerine getiriyorlardı. Mesele onların yetkisinde değildi. Her gün başkalarının canlarını ve mallarını korumak için kendi canlarını tehlikeye atıyorlar. Senin için de aynı şeyi yaparlardı. Çok cesur adamlar bunlar ve silahsız tek bir adamın hepsinin hakkından gelmiş olması onları derinden üzdü.”
“Biraz alttan al da yaptıklarını görmezden gelsinler. Şayet ciddi bir yanılgı içerisinde değilsem siz de çok cesur bir adamsınız; cesur adamlar yüce gönüllü olur.”
Dört polis memuru içeri girince sohbet devam edemedi. Tarzan’ı gördüklerinde, her birinin yüzündeki şaşkınlık büyüktü.
“Çocuklar, geçen akşam Rue Maule’da tanıştığınız beyefendi işte burada.” dedi amir. “Gönüllü olarak teslim olmaya gelmiş. Teğmen D’Arnot size mösyönün hayat hikâyesinin bir kısmını anlatacak, dikkatle dinlemenizi istiyorum. Anlatacakları, mösyönün dün gece size karşı tavrını izah edebilir. Buyurun, sevgili Teğmen’im.”
D’Arnot polislerle yarım saat konuştu. Onlara Tarzan’ın vahşi ormandaki hayatı hakkında bir şeyler anlattı. Ona kendisini korumak için vahşi bir canavar gibi savaşması gerektiğini öğreten vahşi yetişme tarzından bahsetti. Adamın onlara saldırırken akıldan çok içgüdü ile hareket ettiğini anladılar. Adam, memurların niyetini anlamamıştı. O an için bu memurlar onun gözünde, kendi ormanından alışkın olduğu, hemen hemen hepsi de düşmanı olan muhtelif canlılardan pek farklı değildi.
“Gururunuz incindi.” dedi D’Arnot, bitirirken. “Canınızı en çok yakan şey, bu adamın hepinizi alt etmiş olması. Ama utanmanıza gerek yok. Küçük bir odada bir Afrika aslanıyla ya da büyük bir gorille baş başa kalsanız, mağlup olduğunuz için özür dilemezdiniz.”
“Nihayetinde dövüştüğünüz kas yığını, kara kıtanın dehşetleriyle defalarca karşı karşıya gelmiş ve her seferinde de galip çıkmış biri. Maymunların Tarzanı’nın insanüstü kuvvetine mağlup olmakta utanılacak hiçbir şey yok.”
Sonra adamlar durup önce Tarzan’a, sonra da amirlerine bakarken maymun adam, kendisine karşı hissedebilecekleri düşmanlığın son kalıntısının da silinmesi için gereken tek şeyi yaptı. Elini uzatıp onlara doğru ilerledi.
“Yaptığım hata için özür dilerim.” dedi basitçe. “Dost olalım.” Böylece mesele kapandı lakin bundan sonra Tarzan, polis mevziilerindeki muhabbetin baş konusu hâline geldi ve bu dört cesur adamla birlikte, Tarzan’ın arkadaş sayısı da artmış oldu.
D’Arnot’un dairesine döndüklerinde Teğmen, İngiliz arkadaşı Greystoke Lordu William Cecil Clayton’dan bir mektup gelmiş olduğunu gördü. İkisi, erkek maymun Terkoz tarafından kaçırılan Jane Porter’ı aramak için çıktıkları talihsiz seferde arkadaş olduklarından beri yazışıyorlardı.
“İki ay sonra Londra’da evleniyorlarmış.” dedi D’Arnot, mektubu dikkatle okuduktan sonra. Tarzan’ın, arkadaşının kimlerden bahsettiğini anlamak için bir izaha ihtiyacı yoktu. Cevap vermedi ama günün geri kalanı boyunca çok sessiz ve düşünceliydi.
O akşam operaya gittiler. Tarzan’ın zihni hâlâ kasvetli düşüncelerle meşguldü. Sahnede olup bitenlere ya çok az dikkat ediyor ya da hiç etmiyordu. Gördüğü tek şey, güzel bir Amerikalı kızın hayali ve duyduğu tek şey ise ona olan aşkının karşılıklı olduğunu itiraf eden hüzünlü, tatlı bir sesti. Ama gelin görün ki başka biriyle evlenecekti!
Davetsiz düşünceleri kafasından atmak için başını salladı ve aynı anda da birinin kendisini seyrettiğini hissetti. Orman terbiyesiyle edindiği içgüdüyle başını kaldırıp kendisini seyreden gözleri anında buldu ve o gözlerin içine dik dik baktı. Lakin bunlar, Kontes Olga de Coude’un gülümseyen yüzüne ait ışıl ışıl gözlerdi. Tarzan kadının eğilerek verdiği selamına karşılık verdiğinde bakışlarında bir davet, âdeta bir yalvarış olduğuna emindi. Bir sonraki arada Tarzan; kadının locasına, yanına gitti.
“Sizi görmeyi çok istiyordum.” dedi kadın. “Hem kocama hem de bana yaptığınız iyilikten sonra, size yeterli bir izah yapamamış olma düşüncesi beni ziyadesiyle rahatsız etti; o iki adamın bize tekrar musallat olmasına mâni olmak adına gerekli adımları atmamamızın, sizin açınızdan ne kadar nankörce görünmüş olabileceğinin farkındayım.”
“Günahımı almışsınız.” diye karşılık verdi Tarzan. “Sizin hakkınızdaki düşüncelerim tamamen olumlu. Bana bir izahat borçlu olduğunuzu düşünmeyin. Tekrar canınızı sıktılar mı?”
“Hiç durmuyorlar ki.” dedi kadın üzgünce. “Birine anlatmam gerektiğini hissediyorum ve sizden başka bir izahatı hak eden kimse tanımıyorum. Müsaade edin, anlatayım. Belki işinize yarayabilir; zira o günün, Nikolas Rokoff’u son görüşünüz olmayacağını bilecek kadar iyi tanıyorum onu. Sizden intikam almanın bir yolunu bulacaktır. Size anlatmayı arzu ettiğim şeyler, belki de onun size karşı kurabileceği bir intikam planından kurtulmanıza vesile olabilir. Burada anlatamam ama yarın saat beşte Mösyö Tarzan’ı evime bekliyorum.”
“Yarın saat beşi sabırsızlıkla bekleyeceğim.” dedi Tarzan, kadına iyi geceler dilerken. Tiyatronun bir kuytu köşesinden onları gözetleyen Rokoff ve Paulvitch, Mösyö Tarzan’ı Kontes de Coude’un locasında görünce gülümsediler.
Ertesi gün öğleden sonra dört buçukta esmer, sakallı bir adam Kont de Coude’un sarayının hizmetli girişindeki zili çaldı. Kapıyı açan uşak, kapıda duranı görünce tanıyıp kaşlarını kaldırdı. İkisi fısır fısır konuştular.
İlk başta uşak, sakallı adamın yaptığı teklife itiraz etti lakin çok geçmeden adam elindeki bir şeyi uşağın eline verdi. Ardından uşak, ziyaretçiyi dolambaçlı bir yoldan geçirerek Kontes’in âdeti olduğu üzere ikindi çayı ikram ettiği dairenin önündeki küçük, cibinlikli bir kameriyeye götürdü.
Yarım saat sonra Tarzan’ı odaya aldılar; kısa bir süre sonra da güler yüzlü ev sahibesi ellerini öne doğru uzatarak içeri girdi.
“Gelmene çok sevindim.” dedi.
“İki elim kanda olsa bile gelirdim.” diye karşılık verdi Tarzan.
Kısa bir süre operadan, Paris’in gündemini meşgul eden hususlardan, tuhaf şartlar altında başlayan kısa tanışıklıklarını tazeleme fırsatı bulmuş olmaktan duydukları zevkten konuştular ve böylece konu, ikisinin de aklında en çok yer tutan meseleye geldi.
“Rokoff’un yaptığı zulmün sebebini merak etmişsindir.” dedi Kontes nihayet. “Çok basit. Kont, harp nazırlığının hayati öneme sahip sırlarının birçoğuna vâkıf. Sık sık elinde yabancı güçlerin elde etmek için bir servet ödeyeceği evraklar oluyor; devlet ajanlarının, uğruna cinayet işleyeceği ve hatta cinayetten daha kötü şeyler yapacağı devlet sırları bunlar.”
“Şimdilerde elinde öyle bir evrak var ki onu Rus hükûmetine sızdırmayı başaran hangi Rus olursa büyük bir şöhret ve servete nail olur. Rokoff ve Paulvitch Rus casusları. Bu malumatı ele geçirmek için hiçbir şeyden geri durmazlar. Gemideki mesele, yani şu kâğıt oyunu meselesi, kocamdan istedikleri malumatı almak için şantaj yapmak amacıyla yapılmış bir şeydi.”
“Eğer oyunda hile yapmakla itham edilseydi, tüm kariyeri suya düşerdi. Harp nazırlığından ayrılmak mecburiyetinde kalırdı. Cemiyetten dışlanırdı. Bunu ona karşı bir koz olarak kullanma niyetindeydiler. Kont’un aslında hile yapmadığını, adını lekelemek isteyen düşmanlarının entrikasının kurbanı olduğunu itiraf etmeleri karşılığında peşinde oldukları o evrakları isteyeceklerdi.”
“Sen planlarını bozdun. Onlar da bu kez Kont’unki yerine benim şöhretimi hedef alan bir plan uydurdular. Paulvitch kamarama girdiğinde bana anlattı. Malumatı alıp onlara verirsem daha ileri gitmeyeceklerdi; yoksa dışarıda bekleyen Rokoff gidip kamarota, benim kamaramın kilitli kapılarının ardında kocamdan başka bir adamın gönlünü eğlendirdiğimi söyleyecekti. Herkese gemide tanıştığımızı söyleyecek ve gemiden indiğimiz zaman da tüm hikâyeyi gazetecilere anlatacaktı.”
“Korkunç değil mi? Ama ben de Mösyö Paulvitch hakkında öyle bir şey biliyordum ki St. Petersburg polisinin haberi olsa onu Rusya’da darağacında sallandırırlardı. Hadi uygula planını bakalım dedim ve kulağına eğilip bir isim fısıldadım. İşte o zaman delirmiş gibi boğazıma saldırdı. Siz müdahale etmeseydiniz beni öldürecekti.”
“Canavarlar!” diye homurdandı Tarzan.
“Daha da kötüsü bunlar, dostum.” dedi kadın. “Şeytan bunlar. Senin için korkuyorum, zira düşmanlıklarını kazandın. Sürekli tetikte olmanı istirham ediyorum. Olacaksın, değil mi? Benim hatırıma, yoksa bana yaptığın iyilik yüzünden zarar görürsen kendimi asla affetmem.”
“Onlardan korkmuyorum.” diye karşılık verdi Tarzan. “Rokoff ve Paulvitch’ten daha zalim düşmanlarım oldu ve hayatta kalan ben oldum.” Kadının Rue Maule’da olanlardan haberdar olmadığını anlamıştı; o yüzden, onu sıkıntıya sokmamak için kendisi de o konuyu açmadı.
“Kendi emniyetiniz için o düzenbazları neden yetkililere teslim etmiyorsunuz?” diye devam etti. “Çabucak icaplarına bakarlar.”
Kadın kısa bir tereddütten sonra cevap verdi:“Bunun iki sebebi var.” dedi sonunda. “Bir tanesi, Kont’u bunu yapmaktan alıkoyan şey. Diğeri ise benim onları ifşa etmeme mâni olan asıl sebep, ki bunu kimseye anlatmadım; sadece Rokoff ve ben biliyoruz. Merak ediyorum…” cümlesini bitirmeden duraksadı ve uzunca bir süre Tarzan’a dikkatle baktı.
“Neyi merak ediyorsunuz?” diye sordu Tarzan, gülümseyerek.
“Kimseye, hatta kocama dahi anlatmaya cesaret edemediğim yegâne şeyi, niçin size anlatmak istediğimi merak ediyorum. Sanki siz beni anlarsınız ve bana doğru yolu gösterirsiniz gibi hissediyorum. Beni pek sert bir şekilde de yargılamazsınız diye düşünüyorum.”
“Maalesef, benden iyi bir yargıç olmaz, madam.” diye cevap verdi Tarzan. “Zira siz cinayet işlemiş olsaydınız ben, böylesine hoş bir katili olduğu için kurbanın şanslı olduğunu söylerdim.”
“Ah, yok, yok!” diye itiraz etti. “O kadar korkunç bir şey değil. Ama ilk önce size, Kont’un o adamları dava etmeme sebebini söyleyeyim. Ondan sonra, cesaretimi kaybetmezsem kendi asıl sebebimi anlatırım. İlki şu ki Nikolas Rokoff benim kardeşim. Biz Rus’uz. Ben kendimi bildim bileli Nikolas kötü biriydi. Yüzbaşı olarak görev yaptığı Rus ordusundan atıldı. O zamanlar bu epey bir skandal olmuştu ama sonra kısmen unutuldu ve babam da ona gizli serviste bir iş ayarladı.”
“Bir sürü korkunç suçla itham edildi Nikolas fakat her seferinde cezadan sıyrılmayı başardı. Son zamanlarda bunu, kurbanlarının Çar’a ihanet ettiklerine dair deliller uydurup onları mahkûm ettirerek başardı; bu mahiyetteki suçları herhangi birinin üzerine yıkmaya her daim fazlasıyla hazır ve nazır olan Rus polisi de Nikolas’ın anlattıklarını doğru kabul edip onu serbest bıraktı.”
“Size ve kocanıza karşı işlemeye teşebbüs ettiği suçlar, kan bağının ona verdiği hakları hükümsüz kılmadı mı?” diye sordu Tarzan. “Sizin onun kız kardeşi olmanız, onu sizin namusunuzu lekelemeye kalkışmaktan alıkoymadı. Ona sadakat borcunuz yok, madam.”
“Ahh ama işte bir de diğer sebep var. Kardeşim diye ona sadakat borçlu olmasam dahi, hayatımın belli bir döneminde olup bitenleri bildiğinden ona karşı duyduğum korkuyu kolaylıkla bir kenara atamam.”
“Bu kadar anlatmışken hepsini anlatayım gitsin.” diyerek devam etti bir müddet durduktan sonra. “Zira öyle görünüyor ki eninde sonunda size anlatacağım zaten. Ben bir manastırda eğitim gördüm. Oradayken beyefendi olduğunu zannettiğim bir adamla tanıştım. Erkekler hakkında pek bir şey bilmiyordum, aşk hakkında ise neredeyse hiçbir şey bilmiyordum. Ah, aptal kafam, o adama âşık olduğumu sandım ve ısrarı üzerine onunla kaçtım. Güya evlenecektik.”
“Onunla kaçalı daha üç saat olmuştu. Bu üç saatin tamamı gündüz vakti ve halka açık yerlerde, istasyonda, trende geçti. Nikâhımızı kıyacağımız yere ulaştığımızda, trenden inerken iki memur geldi ve onu tutukladı. Beni de götürdüler ama onlara hikâyemi anlatınca beni alıkoymadılar; onun yerine beni bir kadın memurun nezaretinde manastıra geri yolladılar. Meğer gönlümü çelen adam hiç de beyefendi değilmiş; hem asker kaçağı hem de adaletten kaçan bir suçluymuş. Avrupa’nın hemen hemen her ülkesinde sabıka kaydı varmış.”
“Manastırın yetkilileri meseleyi örtbas etti. Annemle babamın dahi haberi yok. Lakin, Nikolas daha sonra o adamla tanışmış ve ondan tüm hikâyeyi öğrenmiş. Şimdi onun istediklerini yapmazsam beni bunları Kont’a anlatmakla tehdit diyor.”
Tarzan güldü. “Hâlâ küçük bir kızsınız. Bana anlattığınız bu hikâye, hiçbir şekilde sizin adınızı lekeleyemez; özünüzde hâlâ küçük bir kız olmasaydınız, bunu bilirdiniz. Hemen bu gece gidip tüm hikâyeyi tıpkı bana anlattığınız gibi kocanıza da anlatın. Şayet yanılmıyorsam bu korkunuza gülüp geçecek ve o kıymetli kardeşinizi ait olduğu hapishaneye attırmak için gerekeni derhâl yapacaktır.”
“Keşke cesaret edebilsem.” dedi. “Ama korkuyorum. Tecrübelerim bana erkeklerden korkmayı öğretti. Önce babam, sonra Nikolas, sonra da manastırdaki papazlar. Neredeyse arkadaşlarımın da hepsi kocalarından korkuyor. Ben neden benimkinden korkmayayım?”
“Kadınların erkeklerden korkması bana doğru gelmiyor.” dedi Tarzan; aklının karıştığı yüz ifadesinden belliydi. “Ben insanlardan ziyade orman halkını bilirim; orada işler daha çok tam tersi yürüyor. Tabii siyah erkekler hariç ama onlar da benim gözümde birçok açıdan hayvanlardan daha aşağılar. Hayır, medeni kadınların niçin erkeklerden korkmaları gerektiğini anlayamıyorum; erkekler, kadınları korumak için yaratılmıştır. Bir kadının benden korktuğunu düşünmek dahi istemiyorum.”
“Kadınların senden korkacağını zannetmiyorum, arkadaşım.” dedi Olga de Coude, yumuşak bir sesle. “Seni tanıyalı henüz kısa bir zaman oldu fakat kulağa aptalca gelse de zannediyorum ki sen hayatım boyunca tanıdığım erkekler arasında korkmayacağım tek erkeksin. Tuhaf, çünkü çok da güçlüsün. O gece kamaramda Nikolas ile Paulvitch’in icabından o denli kolay gelmiş olman beni hayrete düşürdü. Muhteşemdi.” Kısa bir süre sonra Tarzan, Kontes’in evinden ayrılırken kadın Tarzan’ın elini biraz fazlaca tuttu ve yarın araması için ısrar edip söz verdirdi. Kadının bu davranışı, Tarzan’da merak uyandırdı.
Tarzan veda ederken karşısında durup gülümseyerek ona bakan kadının şuh bakışlarını ve mükemmel dudaklarını günün geri kalanı boyunca aklından çıkaramadı. Olga de Coude çok güzel bir kadındı ve Maymunların Tarzanı da yalnızca bir kadının alakasıyla iyileşebilecek yaralı bir kalbe sahip, çok yalnız, genç bir adamdı.
Tarzan gittikten sonra odaya geri dönen Kontes, kendisini Nikolas Rokoff’la karşı karşıya buldu.
“Ne zamandır buradaydın?” diye bağırdı, korkuyla geri çekilirken.
“Âşığın gelmeden önce geldim.” diye cevap verdi adam, pis pis sırıtarak.
“Kes şunu!” dedi buyurgan bir sesle. “Böyle bir şeyi bana, kız kardeşine nasıl söylersin!”
“Peki, sevgili Olgacığım, âşığın değilse af buyur ama âşığın olmaması senin suçun değil. Benim kadınlar hakkındaki tecrübemin onda biri bile onda olsaydı, şu an adamın kollarında olurdun. Aptalın teki o herif, Olga. Hayret bir şey! Her kelimen, her hareketin adama açık bir davetti âdeta ama onun bunu görebilecek zekâsı yoktu.”
Kadın elleriyle kulaklarını tıkadı.
“Dinlemiyorum. Bu nasıl bir fesatlık böyle, nasıl böyle şeyler söylersin! Beni neyle tehdit edersen et, namuslu bir kadın olduğumu biliyorsun. Bu geceden sonra bir daha beni rahatsız etmeye cesaret edemeyeceksin; çünkü Raoul’a her şeyi anlatacağım. Beni anlayacaktır, işte o zaman kork, Mösyö Nikolas!”
“Hiçbir şey anlatmayacaksın.” dedi Rokoff. “Şimdi elimde bir de bu var; uşaklarından güvenebileceğim bir tanesinin yardımı sayesinde, zamanı gelince bu kaçamağın tüm ayrıntıları kocanın kulağına gidecek. Gemideki mesele de böylelikle amacına ulaşmış oldu; şimdi elimizde elle tutulur bir şey var, Olga. Gerçek bir kaçamak. Güya sadık bir kadınsın. Yazıklar olsun sana, Olga.” dedi zorba adam, gülerek.
Böylece Kontes, Kont’a hiçbir şey anlatmadı ve işler olduğundan daha da kötü bir hâle geldi. İçindeki belli belirsiz korku büyüyüp somut bir hâl aldı. Elbette korkusunun gereğinden fazla büyümesinde vicdanın da etkisi olabilirdi.
5. BÖLÜM
SUYA DÜŞEN PLAN
Tarzan bir ay boyunca, güzel Kontes de Coude’un misafirhanesinin çok aranılan bir müdavimi hâline geldi. İkindi çayına gelen küçük seçkin grubun diğer mensupları ile sık sık bir araya geliyordu. Lakin Olga sık sık, Tarzan ile bir saat kadar baş başa kalmak için bahaneler buluyordu.
Bir müddet, Nikolas’ın ima ettikleri sebebiyle korku içerisindeydi. O, bu boylu boslu genç adamı bir arkadaştan öte görmüyordu fakat kardeşinin o şeytani sözlerinin telkiniyle, artık kendisini bu gri gözlü yabancıya çeken tuhaf gücün mahiyeti hakkında kafa yormaya başlamıştı. Ona âşık olmak istemiyordu, onun aşkını da keza.
Olga kocasından yaşça küçüktü ve kendisi fark etmemiş olsa da akranı olan biriyle kuracağı bir arkadaşlığa sığınmayı arzuluyordu. Yirmi yaşındaki birinin sırlarını kırk yaşındaki biriyle paylaşması zordur. Ama Tarzan ondan sadece iki yaş büyüktü. Onu anlayabiliyordu; anladığını hissediyordu Olga. Üstelik de temiz, onurlu ve centilmendi. Ondan korkmuyordu. Tanıştıkları ilk andan itibaren ona güvenebileceğini içgüdüsel olarak hissetmişti.
Gitgide büyüyen bu yakınlığı, şeytani bir neşe ile uzaktan seyrediyordu Rokoff. Tarzan’ın, onun bir Rus casusu olduğunu öğrendiğinden beri maymun adama duyduğu nefrete, bir de maymun adamın onu ifşa edebileceği korkusu eklenmişti. Şimdi, son vuruşunu yapmak için münasip bir an kolluyordu. Niyeti hem Tarzan’dan temelli kurtulmak hem de onun yüzünden maruz kaldığı aşağılanma ve mağlubiyetin intikamını bol bol almaktı.
Tarzan, ormanındaki huzur ve sükûnetin kıyıya terk edilen Porterlarla karşılaşmasıyla birlikte bozulmasından beri ilk kez kendisini gönül ferahlığına bu kadar yakın hissediyordu. Olga’nın arkadaşlarıyla sosyalleşmekten neşe duyarken güzel Kontes ile kendisi arasında yeşeren arkadaşlık da onun için bitmez tükenmez bir zevk kaynağıydı. Bu arkadaşlık, geldiği gibi kasvetli düşüncelerini dağıtmış; yaralı kalbine de merhem olmuştu.
De Coudeların evine yaptığı ziyaretlerde bazen D’Arnot da ona eşlik ediyordu; zira D’Arnot, hem Kont’u hem de Olga’yı uzun bir zamandır tanıyordu. Arada sırada Kont De Coude da yanlarına uğruyordu lakin nazırlıktaki vazifesi ve siyasetin bitmek tükenmek bilmeyen işleri, onu genellikle geç saatlere kadar evine gitmekten alıkoyuyordu.
Rokoff; Tarzan’ı neredeyse sürekli gözetliyor, De Coude sarayına geceleyin uğramak için münasip bir an kolluyor fakat bu hususta hep hüsrana uğruyordu. Birkaç seferinde Tarzan’ın, operadan sonra Kontes’e evine kadar eşlik ettiği olmuştu fakat her seferinde de onu girişte bırakıp geri dönmüştü; bu da Kontes’in sadık kardeşinin hiç hoşuna gitmemişti.
Tarzan’ı kendi eliyle tuzağa kıstırmanın imkânsız olduğunu idrak eden Rokoff ve Paulvitch, baş başa verip maymun adamı riskli bir pozisyonda yakalatmak için bir plan yapmaya koyuldular.
Günlerce hem gazeteleri taradılar hem de De Coude ile Tarzan’ın hareketlerini gözetlediler. Nihayetinde de muratlarına erdiler. Bir sabah gazetesinde ertesi akşam Alman sefir tarafından bir davet verileceğinden kısaca bahsediliyordu. Davetliler arasında De Coude’un adı da mevcuttu. Bu davete katılması, gece yarısından sonraya kadar evde olmayacağı anlamına geliyordu.
Davet yemeğinin verileceği gece Paulvitch, Alman sefirin malikânesinin önündeki kaldırımda bekliyordu. Oradan davete teşrif eden her bir davetlinin yüzünü görebiliyordu. Arabasından inip yanından geçip giden De Coude’un gelişini beklemesi uzun sürmedi. Bu kadarı kâfiydi. Paulvitch oradan hemen ayrılıp Rokoff’un kendisini beklediği dairesine döndü. Orada saat on bir olana kadar bekledikten sonra Paulvitch, telefonun ahizesini kaldırdı ve bir numara çevirdi.
“Teğmen D’Arnot’un evi mi?” diye sordu, karşı taraftan cevap gelince.
“Mösyö Tarzan için bir mesajım var, telefona gelebilir mi acaba?”
Bir an sessizlik oldu.
“Mösyö Tarzan?”
“Ah, evet, mösyö, ben François… Kontes de Coude’un hizmetinde çalışıyorum. Acaba mösyö, bu François kulunuz için bir iyilik yapıp onu geri arayabilir mi?”
“Evet, mösyö. Bir mesajım var, Kontes’ten acil bir mesaj. Hemen onun yanına gitmenizi istirham ediyor; başı dertte, mösyö.”
“Hayır, mösyö, François kulunuz ne olduğunu bilmiyor. Madama mösyönün birazdan geleceğini söyleyeyim mi?”
“Teşekkür ederim, mösyö. Tanrı sizden razı olsun.”
Paulvitch ahizeyi yerine koydu ve sırıtarak Rokoff’a döndü.
“Oraya varması otuz dakika sürer. Alman sefirin malikânesine on beş dakikada ulaşırsan De Coude’un evine varması kırk beş dakika alır. Tüm mesele o aptalın kendisine bir oyun oynandığını anladıktan sonra on beş dakika daha orada kalması ama yanılmıyorsam Olga onu o kadar kısa sürede bırakmak istemez. İşte, al bu notu, De Coude’a götür. Çabuk!”
Paulvitch hiç vakit kaybetmeden Alman sefirin malikânesine vardı. Notu kapıdaki uşağa verdi. “Bu not, Kont de Coude için. Çok acil. Bu notu derhâl ona kendi elinle teslim et.” dedi ve uşağın eline bir gümüş para bıraktı. Sonra da evine döndü.
Bir dakika sonra De Coude, ev sahibinden müsaade isteyerek zarfı açtı. Okudukları karşısında yüzü bembeyaz kesildi ve elleri titremeye başladı.
MÖSYÖ KONT DE COUDE,
Şerefinizi kurtarmak isteyen biri olarak, bu not vesilesiyle, tam şu anda yuvanızın kutsal varlığının tehlike altında olduğu hususunda sizi uyarmak istedim.
Bir aydır siz evde yokken evinizin müdavim bir ziyaretçisi olan malum bir adam, şu an karınızla birlikte. Derhâl Kontes’inizin yatak odasına giderseniz, onları birlikte göreceksiniz.
BİR DOST
Paulvitch Tarzan’ı aradıktan yirmi dakika sonra Rokoff, Olga’nın hususi hattını aradı. Kontes’in hususi yatak odasında bulunan telefonu hizmetçisi açtı.
“Ama madam yattı.” dedi hizmetçi, Rokoff’un onunla görüşmek istemesine cevaben.
“Sadece Kontes’e söyleyebileceğim çok acil bir mesajım var.” diye karşılık verdi Rokoff. “Söyle hemen kalksın, üstüne bir şeyler geçirip telefona gelsin. Beş dakika sonra tekrar arayacağım.” Ardından ahizeyi yerine bıraktı. Bir dakika sonra içeri Paulvitch girdi.
“Kont mesajı aldı mı?” diye sordu Rokoff.
“Şu an evine gidiyordur.” diye cevapladı Paulvitch.
“Güzel! Şimdilerde hanımefendi geceliğiyle odasında oturuyordur. Biraz sonra sadık adamım Jacques, Kontes’e hiç haber vermeden Mösyö Tarzan’ı onun huzuruna götürecek. Durumu açıklaması da birkaç dakika sürer. Olga o incecik geceliğinin içinde çok cazibeli görünecek; geceliği tüm çekiciliğini ortaya çıkarırken üzerine giydiği dar ropdöşambır ise sadece yarım yamalak kapatıyor bedenini. Olga şaşıracaktır ama memnun olmayacağını söyleyemem.”
“O adamda biraz erkeklik varsa şu andan itibaren on beş dakika sonra Kont geldiğinde, çok güzel bir aşk sahnesiyle karşılaşacak. Bence muhteşem bir plan yaptık, sevgili dostum Alexis. Kont de Coude’un Paris’teki en iyi silahşorlardan biri ve hatta tüm Fransa’daki açık ara en iyi nişancı olduğunu da hesaba katarsak; şimdi dışarı çıkıp kendimize Plancon’un eşsiz pelin otu liköründen ısmarlayıp Mösyö Tarzan’ın sağlığına içebiliriz.”
Tarzan, Olga’nın evine vardığında Jacques girişte onu bekliyordu.
“Bu taraftan, Mösyö.” dedi ve onu geniş, mermer merdivenlerden üst kata çıkardı. Çok geçmeden bir kapıyı açtı ve ağır bir perdeyi kenara çekti. Abartılı bir hürmetle eğilerek Tarzan’ı loş ışıklı odaya buyur etti. Tarzan girince Jacques hemen ortadan kayboldu.
Tarzan, odanın karşı ucunda Olga’yı üzerinde telefon olan küçük bir masanın önünde otururken gördü. Masanın cilalı yüzeyine parmaklarını sabırsızca vuruyordu. Tarzan’ın girdiğini duymamıştı.
“Olga, ne oldu?” dedi.
Korkudan ufak bir çığlık atarak ona doğru döndü.
“Jean!” diye bağırdı. “Burada ne işin var? Seni kim içeri aldı? Neler oluyor?”
Tarzan şaşkına dönmüştü ama hemen sonrasında hakikatin bir kısmını idrak etti.
“Öyleyse beni sen çağırtmadın mı, Olga?”
“Gecenin bu saatinde seni çağırtmak mı? Mon Dieu! Jean, o kadar deli miyim ben sence?”
“François bana telefon edip hemen gelmemi söyledi; başının dertte olduğunu ve beni çağırdığını söyledi.”
“François mı? François da kim?”
“Senin hizmetinde çalıştığını söyledi. Sanki onu hatırlamam gerekiyormuş gibi bahsetti kendisinden.”
“Benim için çalışan o isimde kimse yok. Birileri sana şaka yapmış, Jean.” diyerek güldü Olga.
“Korkarım ki bu çok kötü niyetli bir ‘şaka’, Olga.” diye karşılık verdi Tarzan. “Amacı esprinin ötesinde bir şey.”
“Ne demek istiyorsun? Yoksa sence…”
“Kont nerede?” diye araya girdi Tarzan.
“Alman elçinin malikânesinde.”
“Bu senin muhterem kardeşinin işlerinden biri. Yarın Kont’un haberi olacak. Uşakları sorguya çekecek. Tüm ipuçları da Rokoff, Kont’un ne düşünmesini istiyorsa onu gösterecek.”
“Pislik!” diye bağırdı Olga. Ayağa kalmış, Tarzan’a yaklaşmıştı; doğrudan onun yüzüne bakıyordu. Çok korkmuştu. Gözlerinde, bir avcının zavallı bir ceylanın gözlerine baktığında gördüğü ifade vardı: korkmuş, aklı karışmış, şaşkın… Titriyordu, dengesini sağlamak için ellerini adamın geniş omuzlarına koydu. “Ne yapacağız, Jean?” diye fısıldadı. “Berbat bir durum bu. Yarın tüm Paris bunu okuyacak; Nikolas ne yapıp eder, herkese duyurur.”
Bakışı, hâli, kelimeleri; asırlardır süregeldiği gibi savunmasız bir kadının, tabii koruyucusu olan erkeğe yakarışıydı. Kadının, göğsüne koyduğu sıcacık küçük ellerinden birini kendi güçlü elinin avucuna aldı Tarzan. Gayriihtiyari bir hareketti bu ve yine bir o kadar gayriihtiyari olan koruma içgüdüsüyle, kolunu genç kadının omuzlarına sardı.
Ortaya çıkan sonuç, müthiş bir çekimdi. Daha önce ona hiç bu kadar yakın olmamıştı. Birdenbire, şaşkınlık ve suçluluk içerisinde birbirlerinin gözlerine baktılar; Olga de Coude iradeli olması gereken yerde, zayıf düştü ve adamın kollarına daha da sokulup kendi kollarını adamın boynuna doladı. Peki ya Maymunların Tarzanı ne yaptı dersiniz? Nefes nefese kalan kadının bedenini, kuvvetli kollarının arasına aldı ve sıcak dudaklarını öpücüklere boğdu.
Raoul de Coude, elçinin uşağının eline tutuşturduğu notu okuduktan sonra alelacele bahaneler uydurup oradan ayrıldı. Sonrasında bu bahanelerin mahiyetini hiçbir zaman hatırlayamadı. Kendi evinin kapısının eşiğine gelene kadar her şey epey bulanıktı zihninde. O noktadan itibaren ise çok soğukkanlı bir hâle bürünüp sessiz ve dikkatlice ilerledi. Esrarengiz bir şekilde Jacques, o daha merdivenlerin yarısındayken kapıyı açmıştı. O an bu durumun tuhaflığı dikkatini çekmese de sonrasında fark etmişti.
Parmak uçlarında sessizce yürüyerek üst kata çıktı ve koridordan geçerek karısının hususi yatak odasının kapısına geldi. Elinde ağır bir baston vardı; niyetinde ise cinayet.
Onu ilk gören Olga oldu. Korkuyla çığlık atıp Tarzan’ın kollarından sıyrıldı. De Coude bastonu tüm gücüyle kafasına indirecekken Maymunların Tarzanı tam zamanında dönüp darbeden kurtuldu. Ağır sopa peş peşe üç kez yıldırım hızıyla indi ve her vuruş maymun adamı, ilkel hâline biraz daha döndürdü.
Erkek maymunların yaptığı kısık, boğazdan bir hırlamayla Fransız adamın üzerine atladı. Koca sopayı elinden kaptığı gibi sanki bir kibrit çöpüymüşçesine ikiye kırıp kenara fırlattı. Ardından, öfkeden gözü dönen vahşi mahluk, rakibinin boğazına saldırdı. Olga de Coude, sonrasında meydana gelen korkunç sahneye kısa bir an dehşet içerisinde bakakaldı. Ardından kendine gelip Tarzan’ın, kocasını öldürmek üzere olduğu yere fırladı. Tarzan; adamı kedinin fareyi tutup ağzında sarsması gibi sarsıyor, boğazını sıkıyordu.
Adamın koca ellerine çılgınlar gibi vurdu. “Tanrı aşkına!” diye bağırdı. “Onu öldüreceksin, öldüreceksin! Dur, Jean, öldüreceksin kocamı!”
Tarzan öfkeden sağır olmuştu. Aniden adamı yere fırlattı ve ayağını adamın göğsüne koyup başını yukarı kaldırdı. Sonra, Kont de Coude’u sarayından rakibini öldüren bir erkek maymunun dehşet verici haykırışı yankılandı. Korkunç ses kilerden tavan arasına kadar tüm uşakların kulaklarına ulaşıp onları korkudan beti benzi atmış ve titrer bir hâlde bıraktı. Odadaki kadın, kocasının başında diz çökmüş dua ediyordu.
Tarzan’ın gözlerinin önündeki kırmızı perde yavaş yavaş kalktı. Etrafını görmeye başladı; medeni insan bakış açısı ona dönüyordu. Gözleri, yerde diz çökmüş kadını buldu. “Olga!” diye fısıldadı. Kadın başını kaldırıp baktı. Kendisine bakan gözlerde manyak bir katilin ışıltısını görmeyi beklerken keder ve pişmanlık gördü.
“Ah, Jean!” dedi. “Ne yaptığını gördün mü? O benim kocamdı. Onu seviyordum ve sen onu öldürdün.”
Tarzan, Kont de Coude’un hareketsiz bedenini dikkatli bir şekilde kaldırıp kanepeye taşıdı. Ardından kulağını adamın göğsüne koyup dinledi.
“Biraz konyak getir, Olga.” dedi.
Kadın konyağı getirdi ve birlikte adamın dudaklarının arasından döktüler. Çok geçmeden adamın rengi atmış dudaklarından zayıf bir nefes sesi geldi. Başını çevirdi ve inledi.
“Ölmeyecek.” dedi Tarzan. “Tanrı’ya şükür!”
“Bunu neden yaptın, Jean?” diye sordu kadın.
“Bilmiyorum. Bana vurunca deliye döndüm. Kabilemdeki maymunların da aynı şeyi yaptıklarını defalarca gördüm. Sana hikâyemi hiç anlatmadım, Olga. Bilseydin daha iyi olurdu; o zaman belki bunlar olmazdı. Ben babamı hiç görmedim. Annem bildiğim tek mahluk ise vahşi bir maymundu. On beş yaşıma kadar hiç insan görmedim. Beyaz insan gördüğümde ise yirmi yaşımdaydım. Daha bir yıldan biraz fazla bir zaman öncesine kadar, Afrika ormanlarında yaşayan yarı çıplak, yırtıcı bir hayvandım.”
“Beni çok kınama. Beyaz ırkın on binlerce asırda başardığı değişimi, iki yılda başarabilmek pek mümkün değil.”
“Kınamıyorum, Jean. Hata bende. Şimdi gitmelisin; şuuru yerine geldiğinde seni burada görmesin. Hoşça kal.”
Kont de Coude’un sarayından başı önde çıkıp giderken Tarzan, epey üzgündü.
Dışarı çıkınca aklı tamamen yerine geldi; öyle ki yirmi dakika sonra Rue Maule’un yakınlarındaki polis karakolundan içeri giriyordu. Orada, birkaç hafta evvelki meseleden tanıdığı memurlardan birini buldu. Polis memuru, kendisini fena hâlde paralayan adamı gördüğüne hakikaten de memnun olmuştu. Kısa bir sohbetten sonra Tarzan, ona Nikolas Rokoff ya da Alexis Paulvitch diye birilerini duyup duymadığını sordu.
“Çok sık duyuyorum aslında, mösyö. İkisinin de sabıka kaydı var. Şu an haklarında herhangi bir şikâyet olmasa da olur da lazım olur diye yerlerini sürekli takip ediyoruz. Her malum suçlu için tatbik ettiğimiz bir tedbir bu. Siz neden sordunuz, mösyö?”
“Kendileriyle tanışıklığım var.” diye cevap verdi Tarzan. “Ufak bir iş meselesi sebebiyle Mösyö Rokoff’la görüşmek istiyorum. Bana kaldığı yeri tarif edebilirseniz çok makbule geçer.”
Birkaç dakika sonra polis memuruna hoşça kal deyip pek saygın olmayan bir mahalledeki adresin yazılı olduğu kâğıdı cebine atarak en yakındaki taksi durağına doğru hızlı adımlarla yürüdü.
Rokoff ve Paulvitch evlerine dönmüş, oturmuş, akşamki vukuatın muhtemel neticelerini tartışıyorlardı. Sabah gazetelerinden iki tanesinin bürosuna telefon etmiş, ertesi gün Paris sosyetesini karıştıracak skandalı nakledecekleri gazetecilerin gelmesini bekliyorlardı.
Merdivenlerden ayak sesleri duyuldu. “Oo, bu gazeteciler bayağı dakik çıktı.” dedi Rokoff heyecanla. Hemen ardından kapıya vuruldu. “Girin, mösyö!” diye seslendi Rokoff.
Ziyaretçinin ciddi, gri gözleriyle karşılaştığında Rus’un yüzündeki gülümseme donuverdi.
“Yok artık!” diye bağırdı, ayağa sıçrayarak. “Seni buraya hangi rüzgâr attı?”
“Otur!” dedi Tarzan; o kadar alçak bir sesle söylemişti ki adamlar ne dediğini zar zor anladılar. Fakat ses tonu, Rokoff’u sandalyesine geri oturtmaya; Paulvitch’in ise sandalyesinden hiç kalkamamasına yetmişti.
“Siz gayet iyi biliyorsunuz hangi rüzgâr olduğunu.” diye devam etti, aynı alçak ses tonuyla. “Senin ölümün olacak bir rüzgâr ama sırf Olga de Coude’un kardeşi olduğu için, bunu yapmayacağım. Şimdilik.”
“Yaşamanız için size bir şans vereceğim. Paulvitch zaten pek sayılmaz; aptal maşanın teki. O yüzden, senin yaşamana müsaade ettiğim sürece onu da öldürmeyeceğim. Sizi öldürmeden buradan ayrılmam için öncelikle iki şey yapacaksınız: Birincisi, bu geceki kumpasla bağlantınızı anlatan bir itiraf yazmak olacak; sonra da imzalayacaksınız.”
“İkincisi, gazetelerde bu meseleye dair tek bir kelimenin dahi çıkmayacağına dair kendi canınız üzerine yemin edeceksiniz. Bu ikisini yapmazsanız ben bu kapıdan çıkarken ikiniz de sağ olmayacaksınız. Anladınız mı?” Adamlardan bir cevap beklemeden devam etti: “Acele edin; mürekkep de kâğıt da kalem de önünüzde.”
Rokoff sert bir tavır takınarak Tarzan’ın tehditlerinden pek korkmadığını göstermeye çalıştı fakat hemen ardından maymun adamın çelik parmaklarını boğazında hissetti. Tarzan’ın elinden kaçıp kapıya ulaşmaya çalışan Paulvitch ise kendini bir anda havada asılı buldu ve ardından odanın köşesinde, fırlatıldığı yerde bayılıp kaldı. Rokoff’un suratı morarmaya başlayınca Tarzan adamın boğazını bıraktı ve sandalyesine geri itti. Bir dakika öksürdükten sonra Rokoff, somurtarak oturup karşısında duran adama dik dik baktı. O sırada Paulvitch de kendine geldi ve Tarzan’ın emriyle acı içinde topallaya topallaya sandalyesine döndü.
“Şimdi yaz.” dedi maymun adam. “Sizi bir kez daha paralamak zorunda kalırsam bu kez bu kadar yumuşak davranmam.”
Rokoff kalemi aldı ve yazmaya başladı.
“Hiçbir teferruatı atlama, herkesten ismiyle bahset.” diye ikaz etti Tarzan.
O sırada kapı çalındı. “Girin!” dedi Tarzan.
İki dirhem bir çekirdek giyinmiş genç bir adam içeri girdi. “Matin’den geliyorum.” dedi. “Anladığım kadarıyla Mösyö Rokoff bana bir hikâye anlatacakmış.”
“Öyleyse yanlış anlamışsınız, mösyö.” diye karşılık verdi Tarzan. “Anlatacak bir hikâyen falan yok, değil mi, sevgili Nikolas?”
Rokoff kâğıttan başını kaldırıp öfkeli öfkeli baktı.
“Yok.” diye homurdandı, “Hikâyem yok; şimdilik.”
“Ne şimdi ne de sonra, sevgili Nikolas.” dedi Tarzan. Bunu söylerken maymun adamın gözündeki korkunç parıltıyı muhabir fark etmedi fakat Nikolas Rokoff gördü.
“Ne de sonra.” diye tekrar etti hemen.
“Buraya kadar zahmet etmişsiniz, kusura bakmayın.” dedi Tarzan, gazeteciye dönerek. “İyi akşamlar, mösyö.” diyerek eğildi. Sonra genç adamı kapı dışarı edip kapıyı yüzüne kapattı.
Bir saat sonra Tarzan, paltosunun cebinde kalınca bir mektupla Rokoff’un evinden çıktı.
“Yerinde olsam Fransa’yı terk ederdim.” dedi. “Çünkü er ya da geç, kız kardeşini tehlikeye atmadan seni öldürmenin bir bahanesini bulacağım.”
6. BÖLÜM
DÜELLO
Tarzan, Rokoff’un yanından ayrıldıktan sonra eve döndüğünde D’Arnot uyuyordu. Onu rahatsız etmek istemediğinden uyandırmadı fakat ertesi sabah, geçen akşam olanları ona ufak bir teferruatı atlayarak anlattı.
“Nasıl bir ahmaklık yaptım ben.” diye bitirdi anlatmasını. “De Coude da karısı da benim arkadaşımdı. Ben ise arkadaşlıklarına karşılık ne yaptım? Kont’u öldürmekten kıl payı kurtuldum. Namuslu bir kadının adını lekeledim. Muhtemeldir ki mutlu bir yuvayı da yıkmış oldum.”
“Olga de Coude’u seviyor musun?” diye sordu D’Arnot.
“Onun beni sevmediğinden emin olmasaydım bu sorunu cevaplayamazdım, Paul ama hâl böyleyken sana onu sevmediğimi, onun da beni sevmediğini söyleyebilirim. İkimiz de bir anlık çılgınlığın kurbanı olduk. Aşk değildi bu ve şayet De Coude o sırada eve gelmiş olmasaydı, bu çılgınlık aniden geldiği gibi yine aniden gidecek; hiçbir zarar vermeden terk edecekti bizi. Bildiğin gibi kadınlar hususunda pek tecrübem yok. Olga de Coude çok güzel; buna bir de loş ışığın altındaki o baştan çıkarıcı ortamda korunmaya muhtaç, savunmasız bir kadının yakarışları eklenince… Belki medeni bir erkek olsa buna karşı koyabilirdi ama benim medeniyetim pek köklü değil; giysilerimden ibaret.”
“Paris bana göre değil. Gitgide daha vahim tuzaklara düşüp duracağım. İnsan yapımı kurallar beni usandırıyor. Kendimi sürekli bir esir gibi hissediyorum. Artık dayanamıyorum, dostum; bu yüzden sanırım, ormanıma geri dönecek ve Tanrı’nın beni oraya koymakla bana münasip gördüğü hayatı yaşayacağım.”
“Kendini bu kadar üzme, Jean.” diye karşılık verdi D’Arnot. “Daha evvel de benzer durumlar oldu ve sen çoğu ‘medeni’ erkekten çok daha iyi idare edip bu durumlardan alnının akıyla çıktın. Bu kez Paris’i terk etmeye gelince Raoul de Coude çok geçmeden bu hususta bir şeyler söyleyecektir diye düşünüyorum.”
D’Arnot yanılmamıştı. Bir hafta sonra, sabah on bir civarında D’Arnot ve Tarzan kahvaltı ederken Mösyö Flaubert çıkageldi. Mösyö Flaubert, şaşırtıcı derecede kibar bir beyefendiydi. Mösyö Kont de Coude’un meydan okuma mesajını Tarzan’a defalarca eğilerek iletti. Acaba Mösyö Tarzan, mümkün olduğunca erken bir saatte mevzunun teferruatını görüşüp her iki tarafı da memnun edecek şekilde ayarlamak üzere bir arkadaşını Mösyö Flaubert’le buluşmaya gönderme nezaketinde bulunabilir miydi?
Kesinlikle. Mösyö Tarzan, kendi menfaatini arkadaşı Teğmen D’Arnot’a gözünü dahi kırpmadan seve seve emanet edebilirdi. İşte böylece, o gün öğleden sonra saat ikide D’Arnot’un Mösyö Flaubert’i araması kararlaştırıldı ve kibar Mösyö Flaubert yine defalarca eğildikten sonra yanlarından ayrıldı.
Tekrar baş başa kaldıklarında D’Arnot, Tarzan’a merak içerisinde baktı.
“Şimdi ne olacak?” dedi.
“Şimdi günahlarıma bir de cinayet eklemem gerekecek, yoksa kendim öleceğim.” dedi Tarzan. “Medeni kardeşlerimin yolunda hızla ilerliyorum.”
“Hangi silahları seçeceksin?” diye sordu D’Arnot. “De Coude kılıç kullanmaktaki maharetiyle ve muhteşem bir nişancı olmasıyla bilinir.”
“Öyleyse ben de yirmi adım mesafeden zehirli oklar seçebilirim ya da yine aynı mesafeden mızrak.” diyerek güldü Tarzan. “Tabanca olsun, Paul.”
“Seni öldürür, Jean.”
“Bundan şüphem yok.” diye karşılık verdi Tarzan. “Nihayetinde bir gün öleceğim.”
“Kılıç olsa daha iyi olur.” dedi D’Arnot. “Seni yaralayınca tatmin olup bırakır, hem ölümcül yara tehlikesi de daha düşük.”
“Tabanca.” dedi Tarzan, kesin bir kararlılıkla.
D’Arnot onu vazgeçirmeye çalışsa da nafileydi, böylece tabancada karar kılındı.
Saat dördü biraz geçerken D’Arnot, Mösyö Flaubert ile olan görüşmesinden döndü.
“Hepsi ayarlandı.” dedi. “Her şey istediğimiz gibi. Yarın sabah gün aydınlandığında. Etamps’ın yakınlarındaki bir yolda ıssız bir nokta var. Şahsi bir sebepten dolayı Mösyö Flaubert orayı tercih etti. Ben de itiraz etmedim.”
Tarzan’ın tek yorumu “Güzel!” oldu. O gün, bu meseleden bir daha dolaylı yoldan dahi söz etmedi. O gece yatmadan önce birkaç mektup yazdı. Mektupları mühürleyip adresleri yazdıktan sonra hepsini, üzerinde D’Arnot’un adı yazan bir zarfın içine koydu. D’Arnot soyunurken Tarzan’ın bir gazino şarkısı mırıldandığını duydu.
Homurdanarak küfretti Fransız. Çok mutsuzdu; zira ertesi sabah güneşin, Tarzan’ın ölüsü üzerine doğacağından emindi. Böyle bir durumda Tarzan’ı bu kadar tasasız görmek ise sinirini bozuyordu.
“İnsanların birbirini öldürmek için böyle erken bir saati seçmesi hiç medenice değil.” dedi maymun adam, sabahın kör karanlığında rahat yatağından çıkmak zorunda kalınca. Deliksiz uyumuştu, o yüzden sanki kafasını yastığa daha yeni koymuş da arkadaşı gelip onu hemen uyandırmış gibi hissediyordu. Sözlerinin muhatabı, Tarzan’ın yatak odasının kapısında giyinip hazırlanmış şekilde duran D’Arnot’tu.
D’Arnot ise tüm gece neredeyse hiç uyumamıştı. Gergindi ve bu yüzden de çabuk parlamaya meyilliydi.
“Sen tüm gece bebek gibi uyudun herhalde!” dedi.
Tarzan güldü. “Ses tonuna bakılırsa uyuduğum için bana gocunmuşsun, Paul. Ama elimde değildi, gerçekten.”
“Hayır, Jean; mesele o değil.” diye karşılık verdi D’Arnot, gülümseyerek. “Ama meseleye öyle bir vurdumduymazlıkla yaklaşıyorsun ki bu beni çileden çıkarıyor. Seni gören, Fransa’nın en iyi nişancılarından birini değil de tahta bir hedefi vurmaya gidiyorsun zanneder.”
Tarzan omuz silkti. “Büyük bir yanlışın kefaretini ödeyeceğim, Paul. Kefaretin çok elzem bir özelliği de rakibinin nişancılığıdır. Öyleyse memnuniyetsiz olmamı gerektiren nedir? Bana Kont de Coude’un fevkalade bir nişancı olduğunu söyleyen sen değil miydin?”
“Yani öldürülmeyi ümit ettiğini mi söylüyorsun?” dedi D’Arnot, dehşet içerisinde.
“Öldürülmeyi ümit ettiğimi söyleyemem fakat sen de biliyorsun ki ölmeyeceğimi düşünmem için pek bir sebep yok.”
Eğer D’Arnot, De Coude’un Tarzan’ı şeref meydanında hesaplaşmaya çağıracağına dair gönderdiği haberi aldığı ilk andan beri maymun adamın aklında olan şeyi bilseydi, şimdikinden çok daha fazla dehşet içerisinde olurdu.
Sessizlik içerisinde D’Arnot’un büyük arabasına bindiler ve yine sessizlik içerisinde Etamps’a giden yarı karanlık yolda süratle ilerlediler. İki adam da kendi düşüncelerine dalmıştı. D’Arnot’unkiler yas doluydu, zira Tarzan’ı gerçekten de seviyordu. Hayatları ve yetişme tarzları tamamen farklı olan bu iki adamın arasında yeşeren büyük dostluk, birbirlerini tanıdıkça daha da güçlenmişti; zira erkeklik, şahsi cesaret ve şeref gibi yüksek idealler her ikisi için de aynı derecede mühimdi. Birbirlerini anlayabiliyorlar ve birbirleriyle arkadaş olmaktan gurur duyuyorlardı.
Maymunların Tarzanı’nın düşüncelerinde ise geçmiş vardı; her şeyden bihaber orman hayatının mutlu anlarının güzel hatıralarını düşünüyordu. Merhum babasının kulübesindeki masanın üzerine bağdaş kurup güneşten kavrulmuş küçük bedeniyle büyüleyici resimli kitapların üzerine eğilerek geçirdiği sayısız saatlerde o kitaplardan, kulakları henüz tek bir insan sesi dahi işitmemişken yazı dilinin sırrını hiçbir yardım almadan çözdüğü çocukluk zamanlarını anımsamıştı. İlkel ormanın kalbinde Jane Porter ile baş başa kaldığı o günü düşündüğünde ise güçlü yüz hatları, bir mutluluk gülümsemesiyle yumuşadı.
Kısa bir süre sonra arabanın durmasıyla daldığı hatıralardan uyandı; gidecekleri yere varmışlardı. Tarzan’ın aklı günün meselesine döndü. Ölmek üzere olduğunu biliyordu lakin içinde ölüm korkusu yoktu. Vahşi ormanın sakinleri için ölüm sıradan bir şeydi. Tabiatın ilk kanunu onları hayata sıkı sıkıya sarılmaya, hayatta kalmak için dövüşmeye zorluyordu ama, onlara ölümden korkmayı öğretmiyordu.
Şeref meydanına ilk varanlar D’Arnot ve Tarzan olmuştu. Kısa bir süre sonra da De Coude, Mösyö Flaubert ve üçüncü bir beyefendi daha geldi. Üçüncü kişiyi D’Arnot ve Tarzan’la tanıştırdılar; adam bir hekimdi.
D’Arnot ve Mösyö Flaubert kısa bir süre aralarında fısıldaştılar. Kont de Coude ve Tarzan meydanın iki zıt tarafında duruyorlardı. Çok geçmeden düello şahitleri onları çağırdı. D’Arnot ve Mösyö Flaubert iki tabancayı da kontrol ettiler. Mösyö Flaubert uyulması gereken şartları sıralarken biraz sonra karşılaşacak olan iki adam sessizce duruyorlardı.
Sırt sırta durmaları gerekiyordu. Mösyö Flaubert’in işaretiyle tabancaları yanlarında asılı şekilde, zıt yönde yürüyerek birbirlerinden uzaklaşacaklardı. Her ikisi de on adım uzaklaştıktan sonra da D’Arnot son işareti verecekti. Bu işaretten sonra arkalarına dönecek ve biri yere düşene kadar ya da ikisinin de üç atış hakkı bitene kadar ateş edeceklerdi.
Mösyö Flaubert konuşurken Tarzan tabakasından bir sigara aldı ve yaktı. De Coude ise serinkanlılığın vücut bulmuş hâliydi âdeta; nihayetinde Fransa’nın en iyi nişancısı değil miydi?
Biraz sonra Mösyö Flaubert başıyla D’Arnot’a işaret etti ve şahitler, kendi düellocularına pozisyon aldırdılar.
“Hazır mısınız, beyler?” diye sordu Mösyö Flaubert.
“Epeyce.” diye karşılık verdi De Coude.
Tarzan başını evet manasında salladı. Mösyö Flaubert işareti verdi. Düellocular yavaş yavaş birbirlerinden uzaklaşırken Mösyö Flaubert ile D’Arnot birkaç adım geri çekilerek onların ateş hattından çıktılar. Altı! Yedi! Sekiz! D’Arnot’un gözleri yaşlıydı. Tarzan’ı çok seviyordu. Dokuz! Bir adım daha atıldı ve zavallı Teğmen, vermekten imtina ettiği o işareti verdi. Onun için bu işaret, en iyi arkadaşının sonu demekti.
De Coude süratle döndü ve ateş etti. Tarzan biraz irkildi. Tabancası hâlâ belinde asılıydı. De Coude tereddüt etti; rakibinin yere düşmesini bekler gibi bir hâli vardı. Fransız, çok tecrübeli bir nişancıydı; hedefe isabet ettirdiğini biliyordu. Yine de Tarzan tabancasına davranmıyordu. De Coude bir el daha ateş etti ama maymun adamın tavrı, dev adamın tasasız rahatlığındaki o aşikâr, mutlak vurdumduymazlık ve hatta telaşsız bir şekilde sigarasını tüttürmeye devam edişi, Fransa’nın en iyi nişancısının serinkanlılığını bozmuştu. Tarzan bu defa irkilmedi ama De Coude onu yine vurduğunu biliyordu.
Birdenbire durumun izahatı Fransız’a malum oldu; rakibi soğukkanlı bir şekilde durup hiçbir şey yapmayarak De Coude’un üç atış hakkını, ölümcül bir yara almadan doldurtmaya çalışıyordu. Sonrasında sıra kendisine gelecek; De Coude’u bile isteye, telaş etmeden ve soğukkanlı bir şekilde öldürecekti. Fransız, sırtının ürperdiğini hissetti. Zekice ve şeytanca bir plandı bu. Ne tür bir mahluk iki kurşun yediği hâlde böyle sakince durup üçüncüsünü bekleyebilirdi?
Böylece De Coude, bu kez çok dikkatli nişan aldı ama sinirleri boşalmıştı bir kere; ıskaladı. Tarzan, bacağının yanından sarkan tabancasını almak için hiçbir teşebbüste bulunmadı.
İkisi kısa bir süre durup birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Tarzan’ın yüzünde acınası bir hayal kırıklığı ifadesi vardı. De Coude’unkinde ise hızla büyüyen bir korku. Evet, korku.
Daha fazla dayanamadı.
“Tanrı aşkına, Mösyö! Ateş etsenize!” diye bağırdı.
Fakat Tarzan tabancasına davranmadı. Onun yerine De Coude’a doğru yürümeye başladı ve onun niyetini yanlış anlayan D’Arnot ve Mösyö Flaubert ikisinin arasına girmek üzere davranacakken sol elini kaldırıp onları durdurdu.
“Korkmayın.” dedi onlara. “Ona zarar vermeyeceğim.”
Görülmüş bir şey değildi ama durdular. Tarzan, De Coude’a epey yaklaşana kadar yürümeye devam etti.
“Mösyönün tabancasında bir sorun var, herhâlde.” dedi. “Ya da mösyönün sinirleri bozuk. Benimkini alıp tekrar deneyin, mösyö.” Tarzan tabancasını namlusundan tutarak kabzasını şaşkınlık içerisindeki De Coude’a uzattı.
“Mon Dieu, mösyö!” diye bağırdı. “Siz aklınızı mı kaçırdınız?”
“Hayır, dostum.” diye karşılık verdi maymun adam. “Ama ölmeyi hak ediyorum. Sadece bu şekilde namuslu bir kadına yaptığım yanlışı telafi edebilirim. Tabancamı alın ve dediğimi yapın.”
“O zaman bu cinayet olur!” diye karşılık verdi De Coude. “Ama karıma ne yanlış yaptınız? Aranızda bir şey olmadığına yemin etti o.”
“Onu kastetmedim.” dedi Tarzan hemen. “Aramızda olanların hepsini zaten gördünüz. Lakin bu onun adını lekelemeye ve düşmanlık duymadığım bir adamın mutluluğunu bozmaya kâfiydi. Hata tamamen bendeydi; o yüzden bu sabah ölmeyi ümit ediyordum. Mösyönün bana söylenildiği gibi harika bir nişancı olmaması karşısında hayal kırıklığına uğradım.”
“Hata tamamen sendeydi mi diyorsun?” diye sordu De Coude hevesle.
“Tamamen bendeydi, mösyö. Karınız tertemiz bir kadın. Gözü sizden başkasını görmüyor. Gördüğünüz hata tamamen bana aitti. O gün oraya gitmeme sebep olan şey ise ne Kontes de Coude’un hatasıydı ne de benim. Elimde bu durumu kesin bir şekilde kanıtlayacak bir evrak var.” dedi Tarzan ve cebinden, Rokoff’un yazıp imzaladığı ifadeyi çıkardı.
De Coude kâğıdı aldı ve okudu. D’Arnot ve Mösyö Flaubert yakına gelmişlerdi. Bu tuhaf düellonun tuhaf sonunu ilgiyle seyrediyorlardı. De Coude okumayı bitirene kadar kimseden çıt çıkmadı; ardından De Coude başını kâğıttan kaldırıp Tarzan’a baktı.
“Siz çok cesur ve centilmen birisiniz.” dedi. “Tanrı’ya şükür ki seni öldürmemişim.”
De Coude bir Fransız’dı. Fransızlar tez canlı insanlardır. Kollarını açıp Tarzan’a sarıldı. Mösyö Flaubert de D’Arnot’a sarıldı. Doktora ise sarılacak kimse yoktu. Muhtemelen bu yüzdendir ki araya girdi, Tarzan’ın yaralarını sarmak için müsaade istedi.
“Bu beyefendi en az bir kurşun yedi.” dedi. “Üç de olabilir.”
“İki.” dedi Tarzan. “Biri sol omzuma, diğeri de yine sol yanıma. Zannediyorum ki ikisi de sıyırıp geçti.” Fakat doktor, onu çimenlerin üzerine yatırıp yaralar temizlenene ve akan kan kontrol altına alınana kadar orasını burasını kurcalamakta ısrar etti.
Düellonun neticesi, hepsinin dost olarak D’Arnot’un arabasına atlayıp hep beraber Paris’e dönmeleri oldu. De Coude, karısının sadakatine dair aldığı çifte teminat karşısında o kadar rahatlamıştı ki Tarzan’a karşı hiçbir kin beslemedi. Tarzan’ın, hatanın kendi payına düşen kısmından çok daha fazlasını üstlendiği doğruydu lakin birazcık yalan, mazur görülebilirdi; zira amacı bir kadının menfaatiydi ve yalanı da centilmenceydi.
Maymun adam birkaç gün yatağında istirahat etmek zorunda kaldı. O, her ne kadar bunun aptalca ve gereksiz olduğunu düşünse de doktor ve D’Arnot meseleyi o kadar ciddiye almışlardı ki onları memnun etmek için razı oldu ama bunu düşününce bile gülesi geliyordu.
“Aptallık bu.” dedi D’Arnot’a. “Bir iğne batması yüzünden yatakta yatılır mı hiç! Ben daha küçük bir çocukken Gorillerin kralı Bolgani beni neredeyse paramparça ettiğinde yatacak güzel, yumuşak bir yatağım mı vardı? Yoktu; sadece ormanın nemli, çürümeye yüz tutmuş otları vardı. Çalıların altında saklanıp günlerce, haftalarca yattım. Kala’dan başka bana bakacak kimse de yoktu. Zavallı, sadık Kala; böcekleri yaralarımdan uzak tuttu ve yırtıcı hayvanları kovdu.”
“Su istediğimde bana suyu ağzında getirdi; su taşımak için bildiği tek yok buydu. Steril gazlı bezler, antiseptik sargılar yoktu; öyle ki olanları sevgili doktorumuz görse aklını kaybederdi. Ama yine de iyileştim; iyileştim iyileşmesine de gel gör ki şimdi, orman halkının burunlarının ucunda olmadığı sürece farkına dahi varmayacakları ufacık bir sıyrık yüzünden yatakta yatıyorum.”
Ama zaman çabucak geçti ve Tarzan farkına bile varmadan kendini tekrar etrafta dolaşırken buldu. De Coude birkaç kez aramıştı ve Tarzan’ın yana yakıla iş aradığını öğrenince ona bir iş bulmak için elinden geleni yapacağına söz vermişti.
Tarzan, dışarı çıkmasına müsaade edildiği ilk gün De Coude’dan bir mesaj aldı; Kont, öğleden sonra bürosuna uğramasını rica ediyordu.
Büroya gittiğinde De Coude onu epey nezaketle karşıladı ve tekrar ayağa kalktığı için içtenlikle tebrik etti. Şeref meydanındaki o sabahtan beri ikisi de ne düellodan ne de ona sebebiyet veren durumdan söz açmışlardı.
“Tam size göre bir şey bulduğum fikrindeyim, Mösyö Tarzan.” dedi Kont. “Güvenilirlik, mesuliyet ve aynı zamanda da epey fiziki cesaret ve yiğitlik gerektiren bir pozisyon. Bu pozisyon için sizden daha münasip birini düşünemiyorum, sevgili Mösyö Tarzan. Seyahat etmeniz de gerekecek ve ileride daha iyi bir vazifeye, muhtemelen diplomatik hizmetteki bir vazifeye de kapı açabilecek bir iş bu.”
“İlk başta sadece kısa bir süreliğine harp nazırlığının hizmetinde özel ajan olacaksınız. Hadi gelin, sizi şefiniz olacak beyefendinin yanına götüreyim. O, vazifelerinizi benden daha iyi izah eder; ondan sonra işi kabul edip etmeme kararı size kalmış.”
De Coude Tarzan’ı General Rochere’in bürosuna bizzat götürdü. Tarzan pozisyonu kabul ederse generalin şefi olduğu bu büroya bağlı çalışacaktı. Kont, generale maymun adamın onu bu hizmete uygun kılan vasıflarını methettikten sonra Tarzan’ı orada bırakarak gitti.
Yarım saat sonra Tarzan, o bürodan hayatının ilk işini kapmış olarak çıktı. Yarın tekrar gelip talimatların devamını alacaktı. Gerçi General Rochere, Tarzan’ın muhtemelen yarın belirsiz bir süreliğine Paris’ten ayrılmak üzere hazırlık yapması gerekebileceğini net bir şekilde ifade etmişti.
D’Arnot’a müjdeyi vermek için eve doğru acele ederken büyük bir coşku içerisindeydi. Nihayet onun da dünyada bir değeri olacaktı. Para kazanacaktı ve hepsinden önemlisi, seyahat edip dünyayı görecekti.
O kadar sabırsızlanıyordu ki D’Arnot’un oturma odasına girmeyi bekleyemeden müjdeyi kapıda verdi. Fakat D’Arnot bu habere onun kadar memnun olmamıştı.
“Görünüşe göre Paris’ten ayrılacak olman ve belki de aylarca birbirimizi göremeyecek olmamız seni sevindirmiş. Tarzan, ne nankör bir canavarsın sen!” dedi D’Arnot gülerek.
“Hayır, Paul; ben küçük bir çocuğum sadece. Şimdi yeni bir oyuncak buldum ve sevinçten uçuyorum.”
Böylece ertesi gün Tarzan, Marseilles ve Oran’a gitmek üzere Paris’ten ayrıldı.
7. BÖLÜM
SİDİ AİSSALI DANSÖZ KIZ
Tarzan’ın ilk görevi ne heyecan vericiydi ne de pek bir önem arz ediyordu. Devletin, belli bir sipahi[2 - Sipahi (Fransızca yazılışı Spahi): Osmanlıcadan Fransızcaya geçen sipahi kelimesi, Fransa’nın Cezayir, Tunus ve Fas’tan topladığı askerlerle oluşturduğu birliklere verilen addır. (ç.n.)] teğmeninin büyük bir Avrupa gücüyle münasebetsiz bir ilişki içerisinde olduğundan şüphelenmek için sebepleri vardı. Hâlihazırda Sidi-bel-Abbes’te vazifeli olan Teğmen Gernois adındaki bu asker, yakın zamanda Genelkurmaylık’a atanmıştı ve buradaki vazifesinin alışılmış akışı içerisinde eline askerî açıdan büyük kıymeti olan birtakım malumatlar geçiyordu. İşte devlet, malum büyük gücün bu malumatlar için malum askerî memurla pazarlık yaptığından şüpheleniyordu.
Teğmen’den şüphe duyulmasına neden olan şey, belki de adı çıkmış malum bir Parislinin kıskançlık krizi içerisinde ortaya attığı müphem bir imadan ibaretti. Fakat Genelkurmaylık, sırlarını gözü gibi sakınır ve onlar için vatana ihanet o kadar ciddi bir şeydir ki en ufak bir ima dahi ihmal edilmeye gelmez. İşte böylelikle Tarzan, bir Amerikalı avcı ve seyyah kılığına girerek Teğmen Gernois’yı gözetlemek üzere Cezayir’e gelmiş oldu.
Sevgili Afrika’sını yeniden göreceği için hevesle bu anı beklemişti fakat kıtanın kuzey kısmı, onun evi bildiği tropik ormandan öyle farklıydı ki yaşadığı eve dönüş heyecanı ancak Paris’e dönüşündeki kadar olabilirdi. Oran’da Arap mahallesinin dar, dolambaçlı sokaklarında dolaşarak ve gördüğü ilginç, yeni şeylerin tadını çıkararak bir gün geçirdi. Ertesi gün Sidi-bel-Abbes’e giderek hem sivil hem de askerî mercilere takdim mektuplarını ibraz etti. Bu mektuplar, görevinin gerçek ehemmiyetine dair hiçbir ipucu vermiyordu.
Tarzan, Fransızlar ve Araplar arasında kendisini Amerikalı olarak tanıtacak kadar İngilizceye hâkimdi ve gereken tek şey de buydu. İngiliz biriyle karşılaştığı zaman ise kendini ele vermemek için Fransızca konuşuyordu lakin, İngilizce anlayan fakat aksanındaki ve telaffuzundaki küçük hataları fark edecek kadar dile hâkim olmayan yabancılarla karşılaştığında da ara sıra İngilizce konuşuyordu.
Burada birçok Fransız subayıyla tanıştı ve kısa sürede onların gözdesi oldu. Gernois ile de tanıştı; kırk yaşlarında, ketum, hazımsız görünüşlü, vazife arkadaşlarıyla pek içli dışlı olmayan bir adamdı.
Bir ay boyunca önemli hiçbir şey olmadı. Görünüşe göre Gernois’yı ziyaret eden kimse yoktu. Ara sıra şehre yaptığı ziyaretlerde de en uçuk hayal gücüyle dahi yabancı devlet casusu olduğundan şüphelenilebilecek biriyle görüşmemişti. Tam, Tarzan söylentinin yanlış olabileceğini ümit etmeye başlamıştı ki Gernois aniden güneydeki Petit Sahara’daki Bou Saada’ya gitmek üzere emir aldı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/edgar-berrouz/tarzan-in-donusu-69429523/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Fransızca şaşırma ünlemi; Yüce İsa. (ç.n.)
2
Sipahi (Fransızca yazılışı Spahi): Osmanlıcadan Fransızcaya geçen sipahi kelimesi, Fransa’nın Cezayir, Tunus ve Fas’tan topladığı askerlerle oluşturduğu birliklere verilen addır. (ç.n.)