Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri
Veli Toprak
Selçuk Özdağ
“… Devlet Denetleme Kurulunu görevlendirdim, çok sıkı talimatlarım oldu. Onlar da çok çalıştı, rapor da yayımlandı. Bunlar savcılığa, ilgili kurumlara verildi. O ara, bu çalışmalardan rahatsız olanlar oldu. Bana da iletildi…” – Abdullah GÜL “… Allah ömür verse de bugünlere gelse idi, bugünkü iktidarı da hizaya sokabilecek güçte idi, düşüncesi ve ikazı ile…” – Bülent ARINÇ “… Buna literal olarak tanışma demek doğru olmaz ama o bizi bilmese de biz onu çok iyi biliyorduk. O bizim ‘Reisimiz’di…” – Erkan MUMCU “… Küçük odaya geçerken ben de yanında gittim. ‘Bizim arkadaşın işini halledin, başka bir şey istemiyorum.’ dedi. Kastettiği ‘Abdullah Çatlı’ idi…” – Erol DOK “… Türkiye’de gelecekte simge olabilecek, kendi işlerine yaramayacak olan kişileri tasfiye etme hareketi oldu, alan temizleme işi. Bu işin içinde derin güçler var, MOSSAD-CIA var. FETÖ var…” – Fermani ALTUN “… Her yerde emperyalizmin, Türkiye üzerine hesapları olanların tekerine çomak soktu… Onu ehlîleştiremeyeceklerini biliyorlardı. Sonunda kaza süsü verilmiş bir cinayetle onu yok ettiler…” – İrfan SÖNMEZ “… Bütün hayatı normalmiş gibi hep Musa’nın yanında yer almakla ve her zaman Nemrutlara, firavunlara, Ebu Cehillere, yezitlere karşı çıkmakla geçmiş ve aslan gibi de ruhunu teslim etmiştir…” – Mahir DAMATLAR “… ‘Neden seni öldürsünler?’ dedim. ‘Bana vur diyorlar, karıştır diyorlar.’ dedi. ‘Hayır.’ dedim, bunlardan bir şey çıkmayacağını yaşayarak gördüm.’ dedi. Anlıyorum ki o dönemde Muhsin Bey’i kullanamıyorlardı, öyle anlıyorum bu sözlerini…” – Mahmut IŞIK “…Yazıcıoğlu da bütün hayatını bir cephedeymiş gibi yaşadı. 1980 öncesinin o kaotik dönemindeki hayatını ortaya koyarak yapmış olduğu mücadelesini Mamak zindanlarında, ondan sonraki siyasi hayatında çizgisini hiç değiştirmeden devam ettirdi…” – Nuri GÜRGÜR
Veli Toprak – Selçuk Özdağ
Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri
SELÇUK ÖZDAĞ, 7 Ağustos 1958’de Kırıkkale’nin Keskin ilçesi Konur köyünde dünyaya geldi. Babasının adı Halil, annesinin adı Hatice’dir. Ankara İncirli İlköğretim Okulu ve Gazi Lisesi, Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi ve Manisa Gençlik ve Spor Akademisi mezunudur. Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Beden Eğitimi ve Spor Ana Bilim Dalı’nda yüksek lisansını, 2003 yılında doktora eğitimini tamamladı. 2012 yılında doçent oldu. Çalışma hayatına 1987 yılında başlayan Özdağ milletvekili seçildiği 2011 yılına kadar çeşitli kurumlarda görev yaptı. 1975 yılında üniversite öğrencisi olarak Manisa Ülkü Ocaklarında başlayan siyasi faaliyetleri, kuruluşunda rol aldığı Büyük Birlik Partisinin (BBP) çeşitli kademelerinde (MKYK, MYK, YİK) 17 yıl boyunca devam etmiştir. Yazıcıoğlu’nun vefatından sonra BBP’den istifa etmiştir. 2011’de AK Partiden Manisa milletvekili seçildi. 2015’te ikinci defa vekil oldu ve 12 Eylül 2015 tarihinde yapılan kongrede MKYK üyesi seçildi. Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu Üyeliği, Soma Maden Kazası ve Maden Kazaları Araştırma Komisyon Üyeliği, FETÖ Darbesini Araştırma Komisyon Başkan Vekilliği görevlerinde bulundu. 12 Eylül 2019 tarihinde istifa etti ve Gelecek Partisi Kurucular Kurulu üyesi oldu. Hâlen Genel Başkan Yardımcısıdır. Özdağ’ın yayımlanmış altı adet kitabı ve çok sayıda makalesi mevcuttur. Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Kursu Öğreticiliğinden emekli olan Huriye Özdağ ile evlidir ve iki kız evlat babasıdır.
VELİ TOPRAK, 1978 yılında Sivas Şarkışla Samankaya köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulu ve liseyi Şarkışla Lisesinde okudu. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünden mezundur. Üniversite yıllarında iken 1995 seçimlerinde haftalık Milliyetçi Çizgi gazetesinde mesleğe ilk adımını attı. Daha sonra Akit gazetesinde muhabir ve haber müdürü olarak çalıştı. 1998 yılında Yeni Şafak’a transfer oldu. DYP ve AK Parti muhabirliği ve TBMM’de parlamento muhabiri olarak görev aldı. 2006’da Vatan gazetesine geçti. 3 yıl çalıştıktan sonra Habertürk gazetesinin kuruluşunda yer aldı. Ancak iki aylık çalışması sonrasında gazete yönetimi tarafından işten atıldı. 8 ay mesleğe mecburi ara verdi. 2009’da Sözcü’de yeniden gazeteciliğe başladı. Hâlen aynı gazetenin TBMM büro şefliğini sürdürüyor. Sürekli basın kartı sahibi olan Toprak, Nurcan Toprak ile evlidir. Elif Naz ve Ömer Asım isminde ikiz çocuk babasıdır.
ÖN SÖZ
En simgesel, en berrak, en yalın ve en açık şekilde Müslüman dünyası, Tanzimat Fermanı’ndan (3 Kasım 1839) bu yana acısını her geçen gün biraz daha hissettiren bir kaht-ı rical yaşamaktadır.
Devlet yönetiminden bürokrasiye, sanattan üretime kadar hemen her alanda dehşet verici bir “adam fukaralığı” görülmektedir.
Bugün dünyadaki üretime en az katkısı bulunan ama ürettiğinden katbekat fazlasını tüketen İslam dünyası, Batı medeniyetinin “yancısı” pozisyonunda hâlinden hiç de müşteki olmadan yaşamaktadır.
Bugünkü sefaletimizin kaynağı salt Tanzimat Fermanı’ndan bu yana yaşadığımız kaht-ı rical değildir.
Müslüman dünyası 5-6 yüzyıldır bilimin rafına bir A4 kâğıdı bile ilave edecek katkıda bulunamamıştır. Hâkim medeniyet meziyetini kaybeden, Batı medeniyeti karşısında komplekse giren Müslüman coğrafyası parıltılı isimler, adil liderler, karizmatik öncüler, domino etkisi üretebilecek filozoflar, çığır açıcı müteşebbisler yetiştirememiştir.
Osmanlı’ya nazaran Cumhuriyet; “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” nesiller inşa etme konusunda daha efektif imkânlar sunmuştur. Cumhuriyet; insanımızı “kula kul” olmaktan, tebaa olmaktan, bende olmaktan uzaklaştırmıştır. Öyle ki “hanedanlık” döneminde Yıldız Sarayı’nın önünden geçme ihtimali olmayan bir köylünün, bir tornacının, bir kayıkçının çocuğu başbakan, cumhurbaşkanı olabilmiştir.
“Hormonsuz” köylü, Horasan Ereni Muhsin Yazıcıoğlu, hem Cumhuriyet fikrinin parlak bir örneği hem de kısa bir zaman diliminde dahi olsa yüreklere ümit aşılayan bir isim olmuştur.
Kalbinde her zaman Yusuf masumiyeti, bir Meryem Ana şefkati taşıyan, Muhammedî dürüstlükle kendini donatmış bulunan Muhsin Yazıcıoğlu, bir Samanyolu gibi hayatlarımıza dokunarak Rabb’ine rücu etmiştir.
“Bu millet Hakk’ı sever ama güce de tapar.” diyerek tarihin başlangıcından bu yana toplumların oportünizmini fark etmiştir. Şair Ferazdâk buna benzer bir tespiti erken İslam toplumları döneminde yapar: “Dilleri hep Ali söyler, gözleri Muaviye gibi bakar.”
Milletinin bu pragmatizmine rağmen kendisini milletine adayan Muhsin Yazıcıoğlu, devletinin de hışmına uğrar.
Hayatı hercümerç bir şekilde yaşar. Fedakârlıklarının sınırı yoktur. Acı gerçeğin ve gerçekliğin farkındadır. Okuryazardır, hasbidir, merttir. Çok az insanının bir araya getirebildiği pek çok meziyeti kendi kişiliğinde mezcetmiştir.
Kendisinden “bir oyu” esirgeyen kişiler tarafından bazı zamanlar bir sinema salonunu dolduracak kalabalıktan mahrum bırakıldığında bilir ki cenazesi milyonlar tarafından taşınacaktır.
Nevi şahsına münhasır mümin, muvahhit ve milletinin hizmetkârı Yazıcıoğlu, aynı zamanda Türk milletinin nekrofili tarafını idrak etmiştir.
Buna rağmen milletine küsmeyen, devletine muğber olmayan Yazıcıoğlu, kısa ömrüne asırlık bir hikâye yazmayı başarmıştır.
Kaht-ı rical yüzyılında çoraklaşan yüreklerin vahası olmuştur Muhsin Yazıcıoğlu.
Alperen diyarından gelen, Alperen gibi yaşayan, Alperen gibi ölen Yazıcıoğlu, kubbede ebediyete kadar işitilebilecek bir yankı bırakmıştır.
Yasin Topaloğlu
ABDULLAH GÜL KİMDİR?
AK Partiyi kuran troykanın (Erdoğan-Gül-Arınç) önemli ayaklarından biri. Dışişleri bakanlığı, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yaptı. 1991’de Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte aynı dönemde milletvekili seçildi, yolları kesişti. Helikopter “kazası” sırasında cumhurbaşkanlığı görevinde idi. Onun gözüyle yaşananlar ve 18 yıllık arkadaşlığının bilinmeyenleri…
11. CUMHURBAŞKANI ABDULLAH GÜL:
“Devletin Âcizliğini Hissettim, Rahatsız Olanlar Oldu…”
Muhsin Bey’le tanışmanız ne zaman oldu, size göre nasıl biriydi?
Muhsin Bey, Anadolu’nun yiğit evladı. Bu tabiri çok kullanırız, “Anadolu’nun yiğit genci, evladı.” Bunu zaman zaman çok düşünmüşümdür. Muhsin Bey böyle tarif edilecek biridir. Anadolu’nun gerçekten en yiğit evlatlarından biriydi. Allah gani gani rahmet etsin, mekânı cennet olsun.
Muhsin Bey de ben de 1991 seçimlerinde milletvekili seçilerek Meclise girdik ama siyaseti önce de yaptık. Öğrencilik yıllarımız Türkiye’nin en kötü yılları idi. Yurtseverlik, vatanseverlik, ulvi davalar peşinde koşturduğumuz, şehit olan arkadaşlarımızın cenazelerini kaldırdığımız dönemlerdi. Muhsin Bey’in daha çileli dönemleri oldu. Uzun bir hapishane hayatı, haksız 12 Eylül sonrası. Daha sonra da milletvekili oldu, tabii olgun bir şekilde gelmiş oldu. Bunları şunun için söylüyorum: Bazı insanlar siyaseti değil, bizim kimimizin “dava” kimimizin başka şekillerde tarif ettiğimiz Türkiye’nin büyük sevdalıları olarak görmek istediğimiz, özlediğimiz Türkiye meselesi siyasetin çok üstünde olan bir şeydir.
Siyaset resmi; milletvekili olursunuz, çeşitli makamlarda olursunuz. Bütün bunları, o özlediğimiz Türkiye için araç olarak görürsünüz. Muhsin Bey de böyle birisiydi. O en çileli, en fedakâr dönemlerini, öğrencilik yıllarında, sonraki yıllarını da hapishanelerde geçirip çok pişerek, olgun bir şekilde, küçük heveslerin ötesinde bir kişi olarak milletvekili oldu. Bazıları vardır, milletvekili olmak için çok uğraşırlar. Muhsin Bey bunun çok ötesinde hevesleri, düşünceleri, rüyaları olan bir insan olarak çilesini çekmiş gelmiş birisiydi.
“Hep Tutarlı, Dürüst”
Milletvekilliği yaptığı dönemler hep tutarlıdır. Çünkü temeli çok farklı idi. Biz 1991 yılında ittifakla Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi beraber seçilmiştik. Herkes birbirini tanıyor. Anlayışına, bakışına, davranışına göre arkadaşlar organize oluyor. Muhsin Bey’i, bu kadar arkadaş içinde çok ayrıcalıklı olarak tanıdım. Benim öğrencilik yıllarım hep İstanbul’da geçti, onlar Ankara’da olduğu için, doğrusu o dönemlerde tanışıklığımız olmadı. İttifak döneminin ilk yılları hep iki partinin “nasıl uyuşacak, nasıl gidecek” diye düşündüğümüz kritik dönemleriydi. Bütün o dönemlerde ağırbaşlılığı, olgunluğu ile temayüz etmiş bir kişiydi.
Sonraki dönemlerde arkadaşlığımız hep gelişti. Ne zaman konuşsak, sohbet etsek, onu saf, temiz ve ulvi prensipler etrafında gördüm. Saf derken şeytani, cin fikirleri olmayan kişi anlamında söylüyorum, yanlış anlama olmasın. Gayet dürüst, açık fikirli ve daima prensip ve değerlere bağlı bir siyasetçi idi. Yanındaki arkadaşları da o zaman tanıdığım 6-7 kişi olarak devam ettiler. Onları da hep öyle gördüm, yakın hissettim. Bizim partide de beni kendine yakın hissedenlerden gördü. Birçok zaman bir araya gelirdik.
“Herkes Araziye Uyarken…”
En kritik dönemlerde herkes araziye uyarken, çeşitli gerekçeler ileri sürerken, günün etkili insanlarının güdümüne girerken Muhsin Bey bunu yapmamıştır. Bunu o kadar yapmadı ki saygı duyduğu, geldiği Ocaktan, Türkeş Bey’den bile bu prensipli, ilke bağlılığından dolayı ayrıldı. Bunlar kolay şeyler değildi. Bir taraftan saygı duyarsınız, bir taraftan yaşça önemli insanlar, prensip ve değerleriniz söz konusu olduğunda ters düşersiniz. O da saygılı bir şekilde, bir çirkinliğe fırsat vermeyecek şekilde, dedikoduya, yakışmayacak tavırlar içine girmeyecek şekilde kendisini ayırt edebildi. Bu kolay bir şey değil. En zor işlerden birisi de bu tabii ki. Aslında karakterler bu durumlarda test edilir. Bunu saygın, asil bir şekilde mi yoksa seviyeyi çok düşürerek mi yapıyorsunuz?
Siz de 1998 yılında Fazilet Partisi’nden genel başkan adayı olmuştunuz…
Ben de onu yaşadığım için söylüyorum. Biz bu kararı verince çok düşündük arkadaşlarla, İslam tarihini, Türk tarihini bütün düşünüyorsun. Sonunda karar verdiğimizde o zaman “Ben bunu gidip hocaya söyleyeceğim.” dedim. Çok şaşırdı arkadaşlar. “Nasıl yani?” dediler. “Ben onun en yakınlarındanım.” dedim. Genel başkan yardımcısıyım. Sokaktan, gazetecilerden mi duyacak genel başkan adaylığımı. Bizden duymalı. Kimse gelemedi, Azmi Ateş Bey’i aldım, beraber gittik. “Hocam!” dedim. “Bizim yapacağımız şeyi sokaktan başkasından duymanızı istemem.” dedim. “Size koşup gelecekler, çocuklar şöyle yapıyor.” diye. “Siz biliyor olmalısınız bunu, müsaade ederseniz söyleyeyim, size saygı ve sevgimizden bir şey yok ama bu siyaset tarzının ne memlekete ne partimize ne size faydası oluyor. Biz böyle bir hareket içine giriyoruz, burada şunu bilin ki saygımızda en ufak bir şey olamaz.” “Bir düşünün.” dedi. Bu işler çok zordur. Daha sonra da Allah rahmet etsin, hoca beni hep takdir etti. “Asil davrandı Abdullah Bey.” diye her yerde konuştu.
“Hocayla İlgili Ağzımdan Kötü Bir Kelime Çıkmadı”
Siz de cumhurbaşkanı iken ona jest yaptınız.
Hayır, o jest değil. O görev. O büyük bir sorumluluktu. O dönem parti kapatma davaları yaşanıyor, ben her gün dua ediyordum. Böyle bir şey gelince önüme “Aman bir hak tecelli etmesin, kara leke olarak kalır üstümde.” dedim, bir taraftan da düşünün parti bir oyla kurtuldu. O dava bitti. O bizim görevimiz, sorumluluğumuzdu. Söylemek istediğim; bütün bunlar zor şeyler. Erbakan Hoca’yla ilgili ağzımdan kötü bir kelime çıkmamıştır. Muhsin Bey’le de şahit olduğum kadar niçin ayrıldıklarının gerekçelerini anlatmanın ötesinde en ufak saygısızlık içerecek bir şey duymadım. Bunlar çok önemli tabii.
“Karşılık Beklemeden REFAHYOL’a Destek Verdi”
Türkiye’nin o zor dönemlerinde, herkesin sindiği dönemde Muhsin Bey çok öne çıktı. Cesurdu… Herkes ilkeli, prensipli olur ama cesur olamaz. İnsanlar bazen ilkeli olur ama pasif kalırlar. Yanlış yapmazlar ama pasif kalırlar. Muhsin Bey cesur tavrıyla hep konuştu, çok açık tenkitler yaptı. Meclis kürsüsünden konuştu. Basında, dışarıda çok konuşmaları oldu. Yanlış şeyleri, o süreçleri çok eleştirdi. Kendisinin ayrıldığı siyasi kadrolar çeşitli gerekçelerle diğeriyle hareket ederken, Muhsin Bey tutarlı tavırlar ortaya koydu.
Sizin de bakan olduğunuz REFAHYOL Hükûmeti’ne hiçbir şart koşmadan destek olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
REFAHYOL Hükûmeti’nin kurulmasında anahtar rol oynadı. Arkadaşlarıyla verdiği destek çok kritikti. Bunu herhangi bir karşılık beklemeden yaptı, Türkiye bu işlere hep alışıktır, pazarlık yaparak al-ver işleri yapılır, bakanlar, koltuklar, makamlar bunların hiçbirini aklının ucundan geçirmedi. Sadece dava ve özlediği Türkiye vardı. Bu hiç unutulmaz doğrusu. Erbakan Hoca da hep takdir etti.
“Hayran Olduğum Özelliği…”
Cumhurbaşkanlığım döneminde, sancılı süreçte Muhsin Bey hep doğruları söyledi. Cesur ve açık yüreklilikle hep konuştu. Cumhurbaşkanı seçildiğimde arkadaşlarıyla beraber tebriğe geldiler. Toplumsal destek benim için de önemliydi. Arkamda olduğunu görmek… İnsanlar siyasi hayatta hep zikzak yaparlar, bir sürü kazanımlar/kaybetmeler, çok hesabi olurlar küçük insanlar. Muhsin Bey’i ben hep tek istikamette gördüm. Hiçbir zaman küçük hesaplar içinde olmadı. Değerler üzerinden hareket etti. Bunun en önemli sebeplerinden birisi de siyasetten önceki döneminin muhasebeleri, çileleri… Hayran olduğum bir şey, arkadaşlarının da etrafında çok kenetlenmesi, bu kolay bir şey değil. Ana akım siyasetten kopup belli bir siyasi hareket olduktan sonra onun yaşayabilmesi, var olabilmesi tek kişilik işler değildir. Kendisi gibi aynı hassasiyetlere sahip çok güçlü arkadaşları vardı. Şimdi de vefatından sonra onu hep görüyorum. Bunun ille de siyasi hayatta olması gerekmiyor. Toplumun içinde de bunu görüyorum.
“O Günü Hiç Unutamam”
Helikopter kazasında öldüğü/öldürüldüğünde siz cumhurbaşkanı idiniz…
Vefatı çok elem verici. O zaman cumhurbaşkanı idim. Ben doğrusu o günü hiç unutamam. Şöyle unutamam; bana haber geldi, makamda Çankaya’dayım. Böyle bir şey oldu. Önce inanamadım, nasıl olabilir dedim, sonra işin gerçek olduğunu düşündükten sonra hemen ulaşılması ve devamlı takiple herkese talimat verdim.
“Bütün Kurumların Âcizliğini Hissettim”
Zaman geçtikçe ilk defa, bütün Türk Devleti’nin, Türk Devleti demeyeyim de devletimizin, kurumlarının beni büyük hayal kırıklığına uğrattığını gördüm. Öfkeleniyordum, şöyle diyordum; “Nasıl olur?” diyordum, bugün gibi hatırlıyorum. “Afrika’nın ormanlarında düşmüş bir helikopter mi bu okyanusun ortasına düşmüş bir uçak mı? Bu kendi sınırlarımız içerisinde düşmüş bir helikopter, nasıl olur da buna ulaşılamaz?” diyorum. “Hani ta uzaydan yürüyen arabanın plakasını okuyan teknolojilerden bahsedilirken nasıl olur da hâlâ ulaşamazsınız?” diye bütün kurumlara, hepsine talimat veriyordum, özel kalemim, yaverim, danışmanım sürekli bilgilendiriyorlardı. Doğrusu aklım hiç almadı. Âcizliği, bütün kurumların âcizliğini o zaman çok acı hissettim. Çok öfkeleniyordum, ya nasıl olur! Çünkü saatler geçiyor, nasıl olur bu okyanusun ortasına düşmedi! Balta kesmez ormanlığa düşmedi, kendi sınırlarımız içinde olan bir şey. Helikopterin gidişi gelişi hep takip ediliyor. Bu nasıl iş, nasıl yetişilemez.
“Rahatsız Olanlar Oldu, Bana da İlettiler”
Ertesi gün, bütün o koordinasyonu, çalışmaları gördükçe, hâlâ ulaşılamıyor, bir taraftan haber gelir, doğru mu değil mi? Bütün devlet sisteminin o günkü gibi âcizliğini devletin başı olarak çok hissettim. Bunu herkesin kafasına vurur gibi de söyledim. Hâlâ da akılalmaz bir şey. Sonra tabii acı gerçek ortaya çıktı. Ulaşıldı, edildi ama… Her şey iş işten geçtikten sonra, büyük zaman kaybından sonra oldu. Daha sonra bunun ortaya çıkması için epeyce uğraş verdim, Devlet Denetleme Kurulunu görevlendirdim, çok sıkı talimatlarım oldu. Onlar da çok çalıştı, rapor da yayımlandı. Onlar savcılığa, ilgili kurumlara verildi. O ara, bu çalışmalardan rahatsız olanlar oldu. Bana da iletildi. Hiç şey etmedim. (Dikkate almadım.) Burayı geçeyim…
“ ‘Kesin Şudur.’ Diyemiyorum…”
Kaza için ne diyorsunuz, sizin yorumunuz, kanaatiniz nedir?
Çeşitli şüpheleri izale etmek gerekiyor. Açıkçası bana bugün de sorsanız “Kesin şudur.” diyebilecek durumda değilim. Bütün şüpheleri izale etmek gerekiyor. O zaman başka hava araçlarının etkisiyle bu işin olduğu şeklinde iddialar çıktı. Hatta DDK raporunda, çeşitli gaz zehirlenmeleri de çıkınca, “Bunlar nasıl olur?” diye derinleştirildi.
Genelkurmay Başkanı’nı çağırdım, söyledim. Çünkü o zaman Hava Kuvvetlerinde radarların incelenmesiyle ilgili müsaadeler veriliyor, bana çeşitli mektuplar da geliyordu. Sonra Genelkurmay Başkanı’na dedim, onlar Hava Kuvvetleri Komutanı’na dedi, onlar geldi. İlgilileri çağırdım. Radarlar, uzun uzun anlatıldı.
“Bazı Şeyler Muğlak Kaldı”
Ama mahkeme süreci içinde de bazı şeylerin muğlak kaldığını gördüm. Özellikle mahkeme sürecinin yavaş gittiğini, takip ediyordum. DDK’nın başındaki ve raporda çalışan arkadaşlar, oranın çok yavaş gittiğini, bazı şeyler yavaş gider de imkânlar elvermez, orada dikkat çekici bir yavaşlama-gönülsüzlük hissediyorlardı. Bunun üzerine Adalet Bakanı ve ilgililerin dikkatini çektim.
“Özel Gelen CD…”
Cumhurbaşkanlığı göreviniz devam ederken size özel mektup, CD, bilgi geldi mi?
Mektuplar geliyordu. Bir gün bana özel bir zarf içinde bir CD göndermişlerdi. Yanımdakilerle baktık, “Efendim biz iyi niyetle oraya gittik, kurtarma çalışmalarını, gördüğümüz kadarıyla sizin açıklamalarınızı görünce şüphelenmeye başladık.” diye. Tabii isimsiz göndermişler. O CD’de resimler vardı. Dayanamadım, o zaman “Bu aygıtları keçiler mi söktü!” diye demeç vermiştim.
“Sistemimiz Çürük…”
Gerçekten bu iş ne olursa olsun, bu basit bir helikopter, karmakarışık değil. VIP statüsünde bir helikopter değildi. Bazen buradan kalkıp bir yere gidiyoruz. Dönüp baksak kaç tane kural hatası yapmışız. Böyle de olabilir, başka türlü de olabilir. Ama önemli olan şey, otoritenin bütün bunları hiçbir tereddüt olmayacak şekilde netleştirmesi, şüpheleri giderici bir çalışmanın yapılması. Burada hâlâ dava devam ediyor. Yine devlet sisteminin, mekanizmalarının çürük olduğunu görüyorum.
Helikopterin parçalarını söken iki kişinin 15 Temmuz akşamı Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın otelini basan kişilerle aynı adam olduğu tespit edildi.
Çok önemli bir nokta. Onlar niye sökülür, ne olur, bunları alıp satacak mısın? O talimatlar nasıl verilmiştir. Daha önce yapmışlar mı? Mahkeme soracak, gidip evine bakılacak, evinde 10 tane var mı?
“Eşi Öfkeliydi, Haklı Olduğu Ortaya Çıktı…”
Eşinin feryadını anlamak lazım. O zaman kendisiyle de konuştum. Davet ettim, konuştum. Çok öfkeliydi, anlayışla karşıladım. Hangimizin başına gelse o öfkeyi göstermeyiz! Nitekim çok haklı olduğu da ortaya çıktı. Görüyoruz bunu. Birçok şey sürüncemede kaldı. Muhsin Bey çok büyük bir kayıp. Bugünleri görse, kimleri görse ne derdi? Doğruya doğru derdi. Birçok insan doğruyu, yanlışı görmüştür ama o cesaretle, yüksek sesle bunu söyledi.
“Ayak Oyunları Olur, Yılma…”
1991-2009 arasında önemli anekdotunuz var mı? Tezkerenin geçmemesi ile ilgili nasıl bir duruş sergilediniz, görüşmeleriniz oldu mu?
Oluyordu ama Muhsin Bey bizi destekliyordu. Muhsin Bey o dönemlerde açık konuşmalar yaptı, beni de çok cesaretlendiriyordu. 2007’de cumhurbaşkanlığı adaylığım için “Hiç yılma.” diyordu. Bu tip ayak oyunlarını (367 krizi) çok yaparlar, sağlam durmamı, vazgeçmememi birkaç kez söyledi…
ABDÜLLATİF ŞENER KİMDİR?
1991 seçiminde RP’den milletvekili adayı olduğunda Yazıcıoğlu ile “kutsal ittifak” (RP-MÇP-IDP) listesinde birlikte milletvekili seçildiler. REFAHYOL Hükûmeti’nde (1996-1997) Maliye bakanlığı yaptı. 2001’de AK Partinin kurucu teşkilat başkanı idi. 58 ve 59. Hükûmetlerde başbakan yardımcılığı yaptı. 2007’de kendi isteğiyle aday olmadı, AK Partiden istifa etti. Türkiye Partisini kurdu, daha sonra kapattı. 2018’de CHP’den Konya milletvekili seçildi.
ESKİ MALİYE BAKANI, BAŞBAKAN YARDIMCISI ABDÜLLATİF ŞENER:
“Tayyip Bey, Muhsin Bey’i Sordu; ‘Kazanabilir mi?’ ”
Yazıcıoğlu ile ne zaman tanıştınız, hangi yıldı hatırlıyor musunuz?
Evet hatırlıyorum. İlk karşılaşmamız ve aramızdaki hukukun gelişmesi 1991 yılındaki genel milletvekili seçimiyle başlamıştır. Bu seçimlerde ben ilk kez milletvekili adayı olmuştum. Bir ittifakla partilerimiz seçime giriyordu. Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi. Üç parti ittifakla seçime girmiştik. Sivas’tan sadece RP ve MÇP’nin milletvekili adayları vardı. 2 aday MÇP’den, biri Yazıcıoğlu, diğeri Mustafa Mit, 4 aday da RP’dendi. İttifak kesinleşip seçim kampanyası başlayınca biz daha önce seçim çalışmasına başlamıştık. Muhsin Bey aday listeleri kesinleşince ertesi gün Sivas’a geldi. Birlikte programlar yapıldı. RP-MÇP’li adaylarla bazı yerlerde birlikte konuşmacı olduk. Seçmende ittifak algısını oluşturmak için birlikte programlar yapıldı. İlk çalışma programında Şarkışla ve Gemerek ilçelerinde birlikte gezdik. İlçe merkezlerinde ve büyük köylerde birlikte dolaştık. Onun aday sıralamasındaki yeri benden önce olduğu için protokolde de buna uyardık, ana konuşmacı Muhsin Bey olurdu. Seçim çalışması sırasında tabanda ittifakın çok iyi desteklendiğini hissettim. Bütünleşme vardı. İttifak öncesi de köyleri dolaşıyorduk ama ittifakla birlikte Sivas’ta ilginin arttığını kalabalıklardan ve coşkulu tezahüratlardan gördüm.
Hiç unutmuyorum, Yeniçubuk pazarı vardı. Pazarda, bir binanın balkonundan hitap ettik. Çok kalabalıktı pazar yeri. Tezgâhlar olunca yüksek bir noktadan hitap etme ihtiyacı olmuştu. Muhsin Bey de ben de orada konuşma yaptık. Büyük bir coşkuyla karşılandık. O bölgenin beldelerinde de aynı coşkuyu gördüm. Güzel bir kampanya oldu.
Özal’lı yıllarda ne RP ne de MÇP barajı aşmıştı. 1991 seçimlerinde 6 milletvekilinin 4’nü de Sivas’ta ittifak çıkardı. Tam bir zaferdi.
Seçim çalışmasını yürütürken Yazıcıoğlu’na gösterilen ilgi bir milletvekili adayının ötesinde bir “genel başkan” gibi miydi? Farklı bir gözlem yapabiliyor musunuz?
Ülkü Ocakları genel başkanlığı yapması sebebiyle, MÇP tabanında geniş bir kitle, onu o zaman bir lider gibi görüyordu. Doğal lider gibi. İnsanların gönlünü kazanmış. Bu uzaktan görüntü ile oluşacak bir şey değil. İkili ilişkilerinin de çok yoğun olduğunu biliyorum. Milletvekili olduktan sonra da onu gözlemledim. İnsanlarla çok ilgilenirdi, bazen Mecliste odasının önünden geçtiğimde kapısında uzun bir kuyruk olurdu. Sivas’ın merkezinden, ilçelerinden, köylerinden her zaman ziyaretçisi olurdu. Hepsiyle ilgilenirdi. Sorunlarını dinler, çözüm arardı.
MÇP örgüt olarak Sivas’ta güçlü idi. Hatta açık düşüncem şu; partide kalsa kesin genel başkan olurdu. Sadece benim değil herkesin kafasında Muhsin Bey’in Türkeş sonrasında lider olacağı düşüncesi hâkimdi. MÇP tabanında daha güçlü idi bu anlayış. BBP’yi kurmak üzere ayrılınca, istifa edince doğrusu biraz üzüldüm. Ayrıldığı günlerde Sıhhiye’de bir ofisi geçici kullandığını duydum. Ziyarete gittim. “Hakkında hayırlısı.” olmasını diledim. Ama ayrılmasa burada (MÇP) istikbali olacağını da söyledim kendisine. O da dedi ki “Aslında ayrılmamız gerekiyordu. Ayrılmak durumunda kaldım… “ Ayrıntısını sormadım.
“Ayrıldığında Parti Kurma Fikri Yoktu”
Zorunlu bir ayrılık gibi mi anlattı?
O da aslında ayrılmamız gerekiyordu deyince detayını sormadık. “Ama.” dedi, “Ne yapacağımız konusunda kesin kararlı değiliz.” diye ilave etti. “ ‘Yani bir dernek faaliyeti mi sürdürürüz, partileşme sürecine mi gideriz?’ karar vermedik daha.” dedi. Ayrıldığı gün parti kurma fikri kesinlikle kendisinde yoktu. Dernekleşme gibi görüşleri vardı. Dernek faaliyetleri daha bağlayıcı ve sınırlıdır. Kendi tabanına daha geniş ulaşacağı bir faaliyet alanı oluşturması doğal. Sonra partileştiler.
BBP’yi kurduktan sonra güçlü, heyecanlı bir kitlesi vardı. Örgüt ve parti tabanı, diğer büyük kitle partilerinin tabanından daha güçlü şekilde partisine sahip çıkan bir kitle idi. Hatta onu hâlâ görüyorsunuz. Geçen Konya’dan Ankara’ya geliyorum. Bir tırın arkasında koskocaman Yazıcıoğlu’nun fotoğrafı. Vefatının üzerinden 12 yıl geçmiş. Siyasette düşünün biri, milletvekilliğini bıraktıktan 2 yıl sonra kimse onu hatırlamaz, ismini unutur, Muhsin Bey hâlâ Türkiye’de önemli bir kitle tarafından sayılan ve anılan bir isim.
Daha sonraki yıllarda REFAHYOL Hükûmeti kuruldu. Siz de Maliye bakanı oldunuz. O dönemdeki ilişkileriniz nasıldı, diyalog devam etti mi? Bakanlığınız döneminde sizden özel bir ricası oldu mu?
Muhsin Bey’le siyasi hayatı boyunca sürekli ilişkimiz oldu, medeni bir şekilde. Dost, hemşehrisi olarak irtibatımız devam etti. Maliye bakanlığım döneminde, insanların bürokrat atamaları başta olmak üzere bireysel talepleri oldu. Şöyle bir durum vardı, benim haberim yok. Hoca (Başbakan Erbakan) ile Tansu Çiller (Başbakan Yardımcısı) bir anlaşma yapmışlar. Bu anlaşmaya göre Maliye Bakanlığı bürokratlarına dokunulmayacak. Önceki kurulan DYP’li hükûmet zamanında atanan bürokratların kalması isteniyor. Hoca bunu bana söylemedi. Başlangıçta genel müdür hatta daire başkanı atamaları gönderiyorum. Koalisyon kurulurken de protokolde anlaşmışlar. 3’lü kararname gerekirken 4’lü kararname ile Tansu Hanım’ın da imzasıyla atamalar yapılıyor. Ne gönderiyorsam Tansu Hanım sümen altı ediyor. Hiçbir atama çıkmıyor. Bu neyin nesi, çözemedim. “Anlaşma olsa bana söylenmesi gerekir.” diye düşünüyorum. Baktım kimseyi atayamıyorum, “Müsteşarı değiştireyim.” dedim. Onun da döneceğini bildiğim için müsteşarla konuşayım “İstifa et.” diyeyim dedim. Yerine kimi atayacağım konusunda da kafamda biri yok. Müsteşara “Sen iyi bir bürokratsın ama hükûmet değişikliği var, benim de bu bakanlığı kendime göre yönetmem lazım, bakan değişiyorsa önce müsteşarın değişmesi lazım, kararname hazırlama işlerine girmek istemiyorum, sizin açınızdan da incitici olur, görevi bırakıp bana inisiyatif sağlarsanız mutlu olurum.” dedim. O da teşekkür etti, “Bir hafta temaslarımı yapayım, bildiririm.” dedi. Bir hafta sonra uğradı, herhâlde bir bankanın yönetiminde olmak için görüşmüş, istifa dilekçesi ile geldi.
O gittikten sonra bu göreve kim atanacak? Ama Muhsin Bey kimin atanacağı konusunda zaman zaman karşılaştığımızda İlhan Bayar’ın ismini söylerdi. Bayar, Sivaslıdır, daha sonra BBP’den Sivas Belediye başkan adayı oldu. Bürokrasiden bilinen bir isimdi, benden önce de Muhasebat Genel Müdürlüğü görevini yapmıştı. Hatta genel müdür iken onu çok sevenlerden biri bana geldi, “Görevden alınacak galiba, sen muhalefet partisi milletvekili olarak gidip çayını içsen memnun olur.” dedi. Onun üzerine ben muhalefet milletvekili iken görevden alınmadan önce ziyaret ettim. Oradan da tanıyorum.
Hoca’ya da söyledim müsteşarın durumunu. “Nasıl, niye istifa etti?” dedi. “Ben istedim.” deyince “Desene zorladım!” diye. Yine bana Tansu Hanım’la aralarındaki özel anlaşmayı söylemedi. Kendisi ayrılınca burayı doldurmamız lazım diyerek Hoca’yı ikna ettim. “Ayrıca Muhsin Bey’in de böyle bir talebi var.” diyerek İlhan Bayar’ı söyledim. Erbakan Hoca, İlhan Bayar’ı makul gördü ve müsteşar olarak atadık. Böylece atadığım en önemli bürokratı Muhsin Bey’in istediği isim olarak atamış oldum.
Bakanlık dönemim yaklaşık bir yıl sürdü. Muhsin Bey fazla talepkâr biri değildi. Gerek 1991-1995 gerekse 1995-1999 arasında Sivas’la ilgili sorunlar vardı. Mesela özelleştirmeler. Demir-Çelik, Et-Balık gibi. Çalışanlar işsiz kalıyor; sendikalar, işçiler toplu hâlde geliyorlar; milletvekillerini dolaşıyorlar, bazen tüm ilin milletvekilleri bir araya gelirdik. RP, BBP ve CHP’den Mahmut Işık bir arada toplantı yapardık. “Sivas’ın meselelerini nasıl çözeceğiz?” diye toplanırdık. Sivas’la ilgili konuları paylaşırdık, RP-CHP veya BBP diye ayırmazdık. Özellikle 1995-1999 arasında yoğun talepler geliyordu. Bunlara birlikte çözüm aradık. Seçmen taleplerine birlikteliğimiz dışında, belediyelerle ilgili Maliye Bakanlığının sınırlı desteği oluyordu. Bir liste verirdi, “Şu belediyeleri biraz gözet.” derdi Muhsin Bey. Onları da karşılamaya çalışırdım.
“28 Şubat’ta Dik Durdu, İlkesel Destek Verdi”
28 Şubat sürecinde gerçekten dik durmuştur. Muhsin Yazıcıoğlu, bizim hükûmeti de hep desteklemiştir. İlişkilerden bağımsız olarak, ilkesel bir destek. Koalisyonun içinde yer almadan, bakanlık almadan. Erbakan Hoca 28 Şubat sürecinde bazı partilere ziyaret yaparken Muhsin Yazıcıoğlu’na teşekkür etmeye benimle birlikte gitmiştir. Görüşmede çok da iltifat etti Muhsin Bey’e. O ortamda sıkı durmak zor iş. Bizim koalisyon ortağımızın milletvekillerinden 30-40’ı istifa ediyor, sapır sapır dökülüyordu.
RP ve ardından Fazilet Partisi kapatıldıktan sonra bazı isimlerin 2000-2001’de BBP’ye geçmek için görüşmeleri oldu. Bildiğiniz bir görüşme var mı?
Hem RP hem de FP’de milletvekili arkadaşlar kendilerine en yakın parti olarak Büyük Birlik Partisini görürlerdi. Ama kimin temasta olduğu konusunda bir bilgim yok.
2007’de siz milletvekili adayı olmadınız, aynı seçimde Muhsin Yazıcıoğlu Sivas’tan bağımsız milletvekili adayı oldu. Siz vekilliği bırakırken, Yazıcıoğlu Meclise giriyordu. Bir hatıranız var mı?
2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi kuruldu. 2002-2007’de ben başbakan yardımcısı iken Muhsin Bey Mecliste değildi. 2007’de bağımsız aday oldu. Ancak daha aday olacağını bilmediğim bir safhada Tayyip Bey bana Muhsin Bey’i sordu. Dedi ki “Sivas’tan bağımsız aday olsa kazanabilir mi?” Ben de “Kazanır.” dedim ve “Seven, bağlı bir kitlesi var, iyi bir seçim kampanyası ile seçilir.” diye görüşümü bildirdim. Çok fazla da üzerime gelmeden, görüşümü almak için sordu. Ben o zaman anladım çünkü daha Muhsin Bey’in bağımsız aday olup olmayacağı konusunda bilgi yoktu.
Daha sonra Muhsin Bey aday olmaya karar vermiş. Henüz adaylık sürecine girilmeden önce o da seçilebilirliğini test ediyor, bir gün bana telefon açtı. Benim de aday olmayacağım kamuoyuna yansımıştı. “Ben bu seçimde bağımsız aday olmak istiyorum, siz ne yapacaksınız?” diye sordu. Kendisine “Bu seçimde kesinlikle aday değilim (Aday olmayacağım ama bir yandan da beni ikna etmeye çalışıyorlar, Erdoğan, “Aday olman lazım.” diyor, Gül benim adıma para yatırdı.) ama aday olsam bile senin aleyhine konuşmam. Kesinlikle aday olmuyorum, aday olmadığım için de Sivas’ta seçim kampanyasına gelmeyeceğim.” dedim. O tarihte partinin MKYK üyesiyim. “İlle Sivas’a uğraman gerekir, konuşma yaparsam senin lehine konuşurum.” dedim. O da Sivas ağzı ile “Sağ ol gardaş, ben de bunu bekliyordum senden.” dedi. Öylece telefon görüşmemiz bitti. Devamında seçimde aday olmadım ve Sivas’a da seçimde hiç gitmedim. Adalet ve Kalkınma Partisi adayları bana çok baskı yaptı, defalarca aradılar. “Gelmen lazım, şuraya uğraman lazım, her gittiğimiz yerde seni soruyorlar, ‘Niye bıraktı?’ diyorlar.” şeklinde talepler aldım. “Bir destek versen şu kadar milletvekili çıkaracağız.” şeklinde telefonlar geldi. Özellikle 4. ve 5. sıradaki adayların çok büyük baskısı oldu.
2007’de o Meclise girdi, ben Meclis dışında kaldım.
Temmuz 2007 ve Mart 2009 arasındaki süreçte bir görüşme, diyaloğunuz oldu mu?
Pek bir diyaloğumuz olmadı. Çünkü o dönemde ben de üniversiteye hoca olarak döndüm. Bir sene siyasetten uzak bir dönemim oldu. Mümkün olduğu kadar da uzak durmaya çalışıyordum. Aktif siyaset yapanlarla görüşme trafiğine girmek istemiyordum, bir parti kurma düşüncem de yoktu. Ama ben de sürdüremez oldum. Muhsin Bey’in “Yapmamız gerekiyordu.” sözünün daha sonra kendim milletvekilliğini bıraktıktan sonra zorluğunu anladım. Çünkü partililerin bakışı değişiyor. Genel başkan talimat veriyor, MKYK’ya girerken bazı üyeler “Şener artık istifa etmeli.” diye demeç verdi en sonunda. O MKYK’ya katılmayacaktım, odamdan (Üniversitedeki odam.) izliyorum, 2-3 kişi “Şener istifa etsin.” diye konuşma yaptılar. “Allah Allah!” dedim, “Bu nereden çıkıyor?” derken, yukarıdan talimat alma durumları olduğunu düşündüm. Rastgele bir MKYK üyesi başka birine “İstifa etsin.” demez. O toplantıya katılmayacaktım “Ama madem bırakmamı istiyorlar, gideyim istifa edeyim de rahat edeyim.” dedim. O toplantıya gittim. Hiç kimse partisinden öyle istifa etmemiştir. Partinin MKYK toplantısında istifa dilekçemi verdim, veda konuşmasını yaptım. Başbakan beni salonun dış kapısına kadar yolcu etti, oradan da genel sekretere talimat verdi, binanın dış kapısına kadar yolcu etmesini istedi. Bazen o zorunluluklar oluyormuş, Muhsin Bey kendi ayrıldığını söylediğinde kavramış gibi olsam da tam anlayamamıştım.
“Eğilmeyenler Hep Tehdit Altındadır”
28 Şubat sürecinde dik duruş sergileyen bir Yazıcıoğlu var. 2009’da öldü-öldürüldü. Hâlâ aydınlatılamadı. Geride kalan 12 yıl düşünüldüğünde “Muhsin Yazıcıoğlu olsa bunlar olmazdı, yaşanmazdı.” denilen şeyler var. Size göre öldürüldü mü?
Siyasette keskin ve tavizsiz görüntüsü olanlar, eğilme özelliği olmayan siyasetçiler bu ülkede her zaman bilinmeyen bazı yerlerin tehdidi altındadır. Görünmeyen tehdidin altındadır. Ben vefatıyla ilgili gelişmeleri izlediğimde, bunun bir kaza olma ihtimalini zayıf görüyorum. Neden? Oradaki gazetecinin (İsmail Güneş) telefonunun çalıştığı belli. Kazadan sonra arıyor. Hepsinin telefonu var. Birinin telefonunun açık olduğu kesin ortada, arama yapmış çünkü. Durumunu anlatmış. Bildiğim kadarıyla helikopterlerde, uçakta olduğu gibi telefon kapatma yok. Böyle bir gerekliliğin olmadığı hava aracında, öyle anlaşılıyor ki hepsinin telefonu çalışıyor. Telefondan sinyal almanın, yer tespitinin mümkün olduğunu düşünüyorum. Yer tespiti yapılmadığına göre, niye yapılmadığını da sormak gerekiyor. Üstelik o bölgeye aramaya giden vatandaşların yolu çevriliyor, resmî aramalar başka yerlerde yapılıyor. Bunları birlikte düşündüğümüzde, vefatı ile ilgili hâlâ soru işaretlerinin var olduğu düşüncesindeyim. Ama bunun arkasındaki neden nedir, bunu birileri planladı ise niye yapmıştır, bu konuda hiçbir kanaatim yoktur. Özel anlamda bir duyumum da yoktur.
BİLAL HABEŞİ ÖZKAYNAR KİMDİR?
Yazıcıoğlu’nun 2007-2009 yılları arasında TBMM’deki özel kalem müdürü. BBP kurulduğu günden beri yanında oldu. Meclis danışmanlığını yaptı. Kritik görüşmelerinin bazılarına şahitlik etti.
MECLİS DANIŞMANI BİLAL HABEŞİ ÖZKAYNAR:
“Öyle Görüntüler ki Yer Yerinden Oynar!”
Aslen Sivaslıyım. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun son kez seçildiği 2007’den itibaren Meclis danışmanlığını yaptım. Ondan öncesinde rahmetli Başkan ile 1992’de Milliyetçi Çalışma Partisinden (MÇP) ayrıldığında birlikte hareket ettik. Partinin kurulma aşamasında çok uğraştık, il il gezdik. Rahmetli Başkan vefat edene kadar 1992’den itibaren her şartta, her ortamda yanındaydım. Son dönemde de genel başkan danışmanıydım. 2007 seçimlerinde yine Sivas’ta beraberdik. Her seçimde yanındaydım. 1995’te de Orhan Kavuncu’nun (Adana Milletvekili) danışmanlığını yaptım. Bu sebeple Başkan ile çok anım oldu. Çok paylaşımlarımız oldu. Arabada diz dize gidip geldiğimiz zamanlarımız oldu.
“Askerlerin, İş Adamlarının, Siyasetçilerin, Sanatçıların Görüntüleri”
Yazıcıoğlu’na Türkiye’nin her yerinden, kurumlardan bilgi/belge gelirdi. Sizin şahit olduğunuz bu tür bir olay var mı?
En ilginçlerinden bir tanesini paylaşmak istiyorum. Bir gün rahmetli Başkan’a birileri bir çuval kaset, CD, görüntü getirdi. Birileri işte, bu kayıtları yapanlar ya da ele geçirenler. Bu kayıtların, görüntülerin başka ellere geçebilme endişesiyle, yanlış ellere geçebilme endişesiyle başkana teslim etmek istediler. “Bunlar çok tehlikeli görüntüler. Bir şekilde kaydedildi, bir şekilde ele geçirildi. Bunun içinde sanatçılar var, siyasetçiler var, iş adamları var, devlet adamları var, askerler var. İşte insanların zaaflarından, zafiyetlerinden faydalanılarak kimi oyunla, tezgâhla kimi de takiple elde edilen görüntüler. Bu görüntülerin her biri Türkiye’nin gündemini değiştirip sallayacak nitelikte. Bunları emanet edecek kimseyi bulamıyoruz. Bizde de kalamayacak. En güvenli olarak sizi biliyoruz. Size teslim etmek istiyoruz.” dediler. Başkan da “Ben kimsenin uçkurunun bekçisi, kayıtçısı değilim. Gidin ne yapıyorsanız yapın! Beni bunlara bulaştırmayın.” dedi. Onlar da “Başkan’ım bunlar çok kritik. Çok insanı zora, sıkıntıya sokacak. Türkiye’de gündemi değiştirecek, yerle bir edecek belgeler, görüntüler.” dediler.
Ne oldu, almadı mı bu dosyaları?
Bu konuşmaya ben şahidim. Sonra Genel Başkan’ı ikna ettiler. Genel Başkan’ın zaafını biliyorsunuz. Duyarlı, “devlet” dediğiniz zaman, “millet” dediğiniz zaman Genel Başkan bütün direncini indirir. Bütün kurallarını değiştirir. Onun için kendi siyasi ikbalinden, geleceğinden vazgeçerdi. Kazanacağı yerde bile bırakırdı.
“Görüntüler Bizim Devlet Adamlarımızın”
Başkan öyle deyince duyarlılığından dolayı aldık. Ama sonrasını, akıbetini bilmiyorum. Başkan onları kime emanet etti? Emanet edeceği kimse de yoktu onu biliyorum. Bir gün partiden çıktık, Yılma Durak ile beraber Kurtuluş’taki camide cuma namazını kıldık. Yılma Durak da oradaydı. “Şuradan Kızılay Başkanı’nın yanına bir ziyarete gidelim.” dedi. Yılma Durak’ın ablası ölmüştü, onun için söyledi. Kızılay binası da partiye yakın. Oradan çıktık, Kızılay binasına gittik. Kızılay Başkanı, Yılma Durak, ben, bir Kızılay Yönetim Kurulu üyesi partili bir arkadaş vardı. Orada Başkan’ım aynısını söyledi: “Bana öyle CD’ler, öyle görüntüler teslim edildi ki Türkiye’de yer yerinden oynar. Ama maalesef bu görüntüler bizim devlet adamlarımızın. Devlete zarar geleceği için bunlar kalacak. Bunların çıkmaması lazım. Bunlar da bana teslim edildi.” dedi.
Bu görüntüler 2010’lu yıllarda çıkan kasetler mi? Başka var mıydı?
Muhtemelen bazıları vardı ki ara ara bunlar çıktı. Deniz Baykal çıktı. MHP’ye yapılan operasyon. Bunlar ara ara çıktı, çıkıyor da. Belki bazılarınınki başka ellerde ki çok rahat baskı yapıyorlar. Bunlar üzerinden dizayn ediyorlar.
“Çeçenler Paraya Sıkışınca Geliyorlardı”
Mecliste soru önergelerini verdim, konuşma metinlerini yazdım. Kosova üzerine yoğunlaştı. Dostluk Grubu başkanı olmuştu. Hatta Kosova bağımsızlığını ilan etmeden 1-2 gün önce telefon ettiler. “Biz bağımsızlığımızı ilan ediyoruz.” dediler ve onun üzerine ben gündem dışı söz almıştım. Başkan, Kosova’nın bağımsızlığı ile ilgili gündem dışı konuştu. Rahmetli Başkan’ın bir lafı vardı: “Evlad-ı diyar”. O topraklarla bağlantıları vardı. Oralara çok değer veriyordu, önem veriyordu. Biliyorsunuz Çeçenler ne zaman paraya sıkışsa koşup geliyorlardı. Parasal olarak yardım istiyorlardı. Çünkü onların paraya ihtiyacı vardı, adama ihtiyacı yoktu. Onun dışında da halk nezdinde oluyordu, vatandaş nezdinde özel duygusal anlar, duyarlı anlar oluyordu.
“Erdoğan: Beni Hep Uyardı, Haklı Çıktı…”
Dağlıca baskınında Başkan Almanya’daydı. Olayı Almanya’da öğrenmişti. Apar topar geldi, aldık. “Beni Başbakan ile görüştürün.” dedi. O zaman Sayın Tayyip Erdoğan başbakandı. Aradık, Mecliste görüştüler. Mecliste uyarılarda bulundu. Hatta özel kalemde Mehmet Şimşek (bakan) falan da bekliyordu. Onları beklettiler, genel başkan görüştü. Tayyip Erdoğan’ın, Başkan’ın cenaze taziyesine gittiğinde Gülefer Hanım’a bir sözü var. Der ki, “Muhsin Bey benim kardeşim gibiydi. Beni birçok defa uyardı ve uyarılarında da hep haklı çıktı.”
O dönemde asker ile Erdoğan arasında ilişki kurdu mu?
“Erdoğan’la Asker Arasında Mesaj Getirip Götürdü”
Dağlıca baskınından sonra biliyorsunuz bir tezkere çıktı ve o tezkere uzun süre kararnameye dönüşmedi. Asker geldi, Başkan’dan randevu istediler. Dışarıda bir yerde TSK yetkilileriyle Başkan görüştü. “Başkan’ım tezkere çıktı. Dağlıca’nın cevabını vermek istiyoruz. Ancak bu tezkerenin kararnameyle devredilmesi lazım. Yetkilendirilmemiz lazım. Sayın Başbakan bizi yanlış anlar. Anlayamaz. Siz bizi anlıyorsunuz. Dilimizden anlıyorsunuz. Sayın Başbakan’ın da dilinden anlıyorsunuz. Siz gidip bir anlatın. Bu kararnamenin bir an evvel çıkması ve bizim bir an evvel operasyona gitmemiz lazım. Önümüz kış. O hatta da bir sıkıntı, tedirginlik, söylem var niye asker hâlâ operasyon yapmıyor diye.” mesajını ilettiler. Rahmetli Başkan onun üzerine Tayyip Erdoğan ile görüştü. Askerin talebini iletti. Çıktıktan sonra bana aktardı. Başbakan da “Ben askerin ne kadar kuvvetle gireceğini, nereye kadar gideceğini, nerede duracağını bilmem lazım. Bu bilgileri bana vermeleri lazım. Bu bilgileri bana verirlerse bende gereğini hazırlarım, yaparım.” demiş. Rahmetli onun üzerine tekrar askerlerle görüştü ve “Başbakan ne kadar kuvvetle gireceğinizi, nereye kadar gideceğinizi, nerede duracağınızı bilmek istiyor.” dedi. Onlar da “Biz o kuvveti söyleriz. Nereye kadar gideceğimizi, nerede duracağımızı hükûmet, Sayın Başbakan belirler. Barzani’nin adamlarıyla karşılaşırız. Amerikan kuvvetleriyle karşılaşırız, durun derse dururuz. Bu sınırı belirleyecek olan hükûmet. Yoksa terörist nereye kadar giderse biz de oraya kadar gideriz. Bizim kararlılığımız o.” dediler. Rahmetli Başkan tekrar gitti, onların fikirlerini, görüşlerini iletti. Ondan sonra da o kararname çıkmıştı. Ben bunu biliyorum. Çünkü o dönem hâlâ askerle Başbakan aynı dili konuşmuyordu. Birbirlerinin dilinden anlamıyorlardı. Başbakan’a bir nevi tercümanlık yaptı. Çünkü Başkan askerin dilinden de, Tayyip Erdoğan’ın dilinden de anlıyordu. Orada öyle bir görev, üstlendi ve yaptı.
“Benimle Türkeş’in Arasını Açan Onlar…”
Bir gün Mecliste akşam gecikmişti. Başkan’ın arkadaşlarından birisi geldi. “Başkan’ım falancalarla görüştüm. Onlar MHP’den ayrılmasaydı, niye ayrıldı, diye size sitem ediyorlar.” dedi. Başkan o zaman döndü “Beni Türkeş’e, Türkeş’i de bana dolduran onlar. Başkan’ım bir an evvel ayrılalım, çıkalım yoksa burada kan akacak diyen onlar. Türkeş’ten bana laf taşıyan ‘Türkeş seni harcayacak, partide bitirecek.’ diyen onlar. Türkeş’e de gidip ‘Partiyi elinden alacak. Partiyi eline geçirecek.’ diyen onlar. Benimle Türkeş’in arasını açan onlar. O noktaya onlar getirdi.” dedi. Başkan’ın o döneme ait üzüntüsünü hissettim. Başkan genelde yaptıklarından pişman olmazdı. Öyle bir özelliği vardı. Çünkü yaptığı her şeyi inanarak yapardı. Ama öyle bir “keşke”sini o zaman söyledi.
BÜLENT ARINÇ KİMDİR?
1980 öncesinde MSP Manisa il başkanı. 12 Eylül Darbesi’nden sonra MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında idamla yargılanan bazı ülkücülerin avukatlığını yaptı. 1995’te RP’den milletvekili seçildi. RP’den grup başkan vekilliği yaptı. 2001’de AK Parti’nin kurucusu oldu. TBMM başkanlığı, başbakan yardımcılığı görevlerinde bulundu.
22. DÖNEM TBMM BAŞKANI BÜLENT ARINÇ:
“Yaşasa İktidarı Hizaya Sokabilecek Güçte İdi…”
Muhsin Bey’e öncelikle Cenabıallah’tan rahmet diliyorum. Muhsin Bey şehidimizdir. Sadece benim değil, Türkiye’de siyaset yapan insanların da ortak değeridir. Mart 2009 seçimleri öncesinde elim bir kazada vefat ettiğini biliyorum. O tarihteki gayret ve çabalarımız kaderin önüne geçemedi. Hepimiz büyük bir şaşkınlık ve üzüntü içinde, helikopter kazası ve sonrasındaki gelişmeleri çok iyi takip ettik. Hatta baştan bir hatıra olarak söyleyeyim; başta Tayyip Erdoğan ve hükûmetimiz, partinin ileri gelenleri fevkalade üzüntü duymuşlardı. Özellikle birkaç gün arandı, bulunamadı. Karlar içinde cesedine ulaşılınca hepimiz büyük bir matemin içine girmiştik.
“Tayyip Bey ‘Komisyona Sen Başkan Ol’ Dedi”
Kazayı araştırma komisyonunda sizin başkan olmanız gündeme gelmişti…
Ben o zaman TBMM başkanlığından ayrılmıştım. Sayın Erdoğan benim o zaman MYK toplantılarına katılmamı istemişti. Bir MYK toplantısında varsa sorumluların kim olduğunun ve kazayı meydana getiren sebeplerin araştırılması için o zamanki grup başkan vekillerinden bir araştırma komisyonu kurulmasını istedi. Tayyip Bey de “Çok iyi olur, bir an önce komisyon kuralım, mutlaka iyi bir hukukçu arkadaşımız olsun ki buradan netice alalım.” dedi. Herkes fikirlerini söyledi. Başbakanımız bana döndü, “Ağabey bu işi sen yapar mısın?” dedi. “Memnuniyetle yaparım.” dedim. 2009 Nisan ayında bu konuşmalar geçti. Komisyonun kurulması ve benim başkan olmamı planladılar. Fakat 1 Mayıs’ta ben hükûmette başbakan yardımcısı olarak görev aldım.
O içimde bir uktedir. Hatta eşinin de olduğu bir görüşmede bunu anlattım. Muhsin Bey’in ölümünün arkasında ne varsa, bunu çıkarmak bizim namus borcumuzdur. Bir taraftan adli yargı, bir taraftan idari araştırmalar, bu sözü de vermiştim. Bu söz ne kadar tutuldu, tutulmadı, orasında değilim. Ama biz Muhsin Bey’in böyle bir kazada vefat etmesinden büyük üzüntü duyduk. Kaderin önüne geçilmiyor.
İrtibatım şahsen vardı ama genel başkan olduğu dönemlerde, Ülkü Ocakları genel başkanı olduğu dönemlerde ve Ankara’da bulunduğu dönemde birbirimizle fazla irtibatımız olmadı. Manisa’daki ülkücü arkadaşlardan ve Ankara’da bulunup Muhsin Bey’le çalışan arkadaşlardan onun hakkında hep sitayişkâr sözler dinlemiştim.
İlk tanışmanız ne zaman oldu?
Özellikle 12 Eylül Darbesi sonrasındaki Mamak yargılamaları sırasındaki asil, cesur, kararlı davranışı o zaman efsane gibi anlatılırdı. Ülkücü gençler tarafından kendisi efsane olarak görülürdü. Onunla ilk yakın temasım, 1991 seçimleri sırasında oldu. O zaman RP-MÇP ve IDP beraber seçimlere girecekti. Ben GİK üyesiydim. İttifak çalışmalarının kısmen içinde bulundum. Manisa’dan ilk sırada aday oldum, ikinci sırada MÇP’den Akhisarlı bir arkadaşımız vardı. Ama Muhsin Bey’in de vekil seçildiği o dönemde Ankara’da yaşananları yakından gördüm.
Nasıl bir iz bıraktı sizde?
Bizim gözümüzde Muhsin Bey dindar bir insandı, ibadeti tam bir kişi idi. Millî ve manevi değerlere gönülden bağlı bir insandı. Basit bir siyasetçi profili yoktu. Bir gönüldaştı, idealist bir insandı. Siyaseti de Allah rızası ve milletin huzuru için yapmaya ant içmiş bir insandı. O seçimlerde 62 milletvekili çıktı, 19’u MÇP’ye, 3’ü de IDP’ye gitti. Sonra da onların içinde Muhsin Bey ve arkadaşları ayrıldılar ve Büyük Birlik Partisi’ni kurdu.
1991 seçimleri öncesinde kendisi hakkındaki kanaatim; herkesin saygı duyduğu, sözüne güvenilir, başı dik, hiçbir zaman kula kul olmayan… Başbuğ Türkeş’in emrinde ona hizmet etmiş ve güven vermiş bir insan. Ama onun her dediğine de evet diyebilecek bir kapasitede ve İslam’ın dışında kendisine bir şey dayatıldığı zaman buna isyan edecek bir profil görmüştüm.
1995 seçimlerinde ben de Parlamento’ya girdim. Ondan sonra dostluğumuz daha çok devam etti. Kendilerini zaman zaman Genel Merkezlerinde de ziyaret ettim. Birlikte olduğu arkadaşlarıyla da yakın temasımız vardı. Ağabey-kardeş ilişkimiz oluştu. Ülke ve memleket meselelerine bakışı ile aramızda hiçbir fark yoktu.
Bir örnek olsun diye söylüyorum; 1996’da biz DYP ile koalisyon yaptık. Gündeme ilk gelen konu Çekiç Güç konusu idi. Körfez Harekâtı sırasında karar verilen bir Çekiç Güç Operasyonu vardı. Fakat bu güç Türkiye’nin aleyhine çalışıyordu. Biz parti içinde buna karşı çıktık. Uzatılması gündeme gelmişti. Rahmetli Erbakan da aynı düşüncede idi ama ortağımız (DYP) Çekiç Güç’ün aynı şekilde devamını istiyordu. Parti içinde uzun uzun görüşmeler oldu. Sonra tezkere üzerindeki uzun görüşmelerde Erbakan parti adına benim konuşmamı istedi. İyi hazırlık yaptım ve konuşma gerçekleştirdim. Gruplar dışında da Muhsin Bey konuştu. Muhsin Bey konuşmasında sık sık “Bülent Bey’in dediği gibi.” diyerek… (Tutanaklar hâlâ açıklanmadı. Başkanlık Divanının kararı gerekiyor, AK Parti döneminde açmak için mücadele ettim, başarılı olamadım.) Sonra birbirimizi kutladık. Çekiç Güç’ü Keşif Güç hâline getirdik o toplantıdan sonra.
28 Şubat sürecinde REFAHYOL Hükûmeti’ne destek verdi…
28 Şubat sürecinde hepimiz aynı sıkıntıları çektik. Cesur bir şekilde müdafaalarını yaptı. “Namlusunu millete döndürmüş bir askere ben selam durmam.” veya “Tanka selam durmam.” dedi. Yeri geldi, “Türkiye laiklik ve şeriat tartışmalarında İran olmayacak ama Türkiye bir Suriye de olmayacak.” dedi. Birileri bu mesajı aldılar. Çok etkili oldu bu konuşmalar. Demek ki Türkiye’nin yaşadıklarını ve komşularıyla olan ilişkilerini ve Silahlı Kuvvetlerin komuta kademesindeki bazı generallerin ne yapmak istediğini onların anlayacağı dilden ortaya koymuştu.
“Ben Olsam Kapıyı Vurur, Çıkarım!”
28 Şubat sürecinde birbirimize destek olduk. Muhsin Bey gönül dostu idi. Bildiğim kadarıyla ehli tarik idi. Menzil ile bağlantısı vardı. Ama ben eminim, onu bütün cemaatler seviyorlardı. 28 Şubat’ta Erbakan ve Çiller’in yeteri kadar cesur davranmadığını gördü. Bunu zaman zaman bize de ifade ediyordu; “Ben olsam kapıyı vurur, çıkarım, seçim ise seçim derim. Millete giderim yoksa bunların imzalanması hoş bir şey değil.”
Destek vermesi için araya girenler oldu mu?
Sonrasında Erbakan Hoca’m, ona hatırını kıramayacağı insanlar gönderdi. Sistemi şöyle düşünmüşlerdi; mecburen Erbakan istifa edecek, başbakanlık sırası Çiller’e gelecek, BBP’nin 8 oyuyla birlikte hükûmet kurulacaktı. Hatta BBP’li arkadaşların da imzası alınmıştı Demirel’e götürülmek üzere. O zaman direndi Muhsin Bey, “Bunların niyeti kötü, direnmezseniz esiri olursunuz.” anlamında.
Hoca’nın ricaları ile araya giren bazı manevi büyüklerin “ ‘Ben Müslümanların iktidarına engel oldu.’ dedirtmem!” dedi. “Destekliyorum.” diye kararını vermişti. Kendini dindar/Müslüman hisseden koskoca bir zümrenin hukukunu savundu, aynı zamanda ümmete karşı sorumluluğu olduğunu biliyordu. Memleket meselelerinde her zaman çizgimiz örtüştü. Farklı partilerde oluş, bizi hiçbir zaman ayrı noktaya düşürmedi. Ben de Allah’a hamdediyorum ki 12 Eylül’den sonra gerçek ülkücü kardeşlerimizi savunmuş olmanın da aramızda bir samimiyet getirdiğini gördüm.
“Yaşasa İktidarı Hizaya Sokabilecek…”
AK Parti’nin iktidara gelmesinden de mutlu olduğunu biliyorum. Onun da özlemiydi mutlaka. Bir defa benden ricası oldu. Nazik bir insandı. Bütün siyasetçiler çok taleplerle gelirler. TBMM başkanlığım döneminde ceplerim dolardı. Kimisi sekreterini Meclise almamı, kimisi başka şeyler söylerdi. Şahsen ben de “Muhsin Bey’den bir emir, rica gelse de ben de onu yapsam, memnun etsem.” diye düşünürdüm. Sanıyorum 5 yıllık Meclis başkanlığımda “Şu arkadaş burada çalışıyor, başka yerde değerlendirmek mümkün mü?” dediğinde ben mahcup olurdum. “Sayın Genel Başkan sizin ricanız bizim için emirdir.” derdim. Belki o arkadaşın işini yapmışımdır, onun dışında benden bir ricası olmadı.
2009’da ani vefatı bizi çok şaşırttı. Allah ömür verse de bugünlere gelse idi, bugünkü iktidarı da hizaya sokabilecek güçte idi, düşüncesi ve ikazı ile… Çünkü hepimiz ona çok inanırdık. Bilelim ki o çok güçlü bir siyasetçi idi.
“O Komutanlardan Alacağımı Aldım…”
Arkasından yazılan, konuşulanlara da bakıyorum. Kırık dökük bir helikopterle verdiği sözü yerine getirmek için küçük bir beldeye gidişi bile onun dostlarına olan vefasını gösterir. Davasına olan bağlılığını gösterir. Cenabıallah cennetinde misafir etsin inşallah.
Siz TBMM başkanı seçildiğinizde “komutanlara misilleme” olarak ziyaretini “uzun” tutmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Meclis başkanı olunca komutanlar “gelip gelmemeyi” tartışmışlar. Hilmi Özkök, “Gelenektir, hep gidildi.” diye ikna etmiş. Geldiler bir karış suratla. Sadece 3 dakika kaldılar. Muhsin Başkan ise arkadaşlarıyla gelip uzun süre ziyarette bulunarak cevap vermişti. Muhsin Bey ve arkadaşları beni onurlandırdılar. Ben de o komutanlardan alacağımı sonradan fazlasıyla aldım…
CELAL DOĞAN KİMDİR?
1943 Gaziantep Nizip doğumlu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. 1977 yılında CHP’den milletvekili seçildi, 1980 Darbesi’yle serbest avukatlığa başladı. 1989’da Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Başkanı seçildi ve 2004 yılına kadar üst üste 3 dönem başkanlık yaptı. 1993-2006 arasında Gaziantep Spor Kulübü başkanlığını da yürüttü ve onun döneminde futbol kulübü tarihinin en başarılı dönemlerini yaşadı. 2015-2018 yılları arasında iki dönem İstanbul milletvekilliği yaptı.
CHP’Lİ ESKİ MİLLETVEKİLİ CELAL DOĞAN:
“Helalleşmek İsterdim, Millîci ve Anti-Emperyalistti…”
Çok muhterem bir insandı. Ben belediye başkanı iken Antep’e gelmişti. Kendi partisinin yöneticilerini toplamış, farklı partilerdeyiz, farklı ideolojilerden geliyoruz. Biz solcu, o ülkücü. 1994’te aday olduktan sonra yerel seçimlerde yönetime bana oy vermelerini tavsiye etti. “Antep’te yapılan hizmetleri gördüm, bu adam çalışıyor, bilinen de bir insan, haksızlık yaparız desteklemezsek. Hizmeti aksatmış oluruz.” diye bana destek olunmasını istemiş.
Telefonla konuştuk, “Bizim böyle bir kararımız var.” dedi, ben de kendisine teşekkür ettim. O zaman ortada memleket vardı, hizmet vardı, ahlak vardı. Şimdi ne var ne yok! Lafta herkes memleketi seviyor ama icraat? Seçimde verdiği destekten dolayı helalleşme şansım olmadı. Mutlaka hakkını helal etmesini isterdim, sağ olsa ederdi diye düşünüyorum.
Genel çizgisine baktığınızda anti-emperyalist bir insan. Millîci, namuslu kalmış bir adam ve siyasetçi. Sivas Ticaret ve Sanayi Odası beni aradı. “Antep sanayisi nasıl gelişti, bize de anlatır mısınız? Bizim tespitlerimize göre siz bunun öncülüğünü yapıyorsunuz.” diye davette bulundular. Ticaret ve Sanayi Odasında konferans vermemi istediler. Sivas’ta bizi ağırlamak istemişti rahmetli Başkan. Ancak programı Oda yapınca görüşemedik.
“Türkiye’de Namuslu Kalmak Zor, O Namuslu Adamdı”
Allah rahmet eylesin. Ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. İddia doğru ise -ki olma ihtimali yüksek- bir an önce faillerinin bulunması devletin namus borcudur. Değerli bir insan öldürülüyor. Suikasta maruz kalıyor. Hâlâ faili belli değil. Görevi ihmalden, suistimalden dava görülüyor. Bu görevi suistimal değil ki basbayağı suikasttır. Açılan davanın niteliği bile insanın içini burkuyor. Görülen davanın şekli, suikastı ifade etmiyor. İktidarın savsakladığı görülüyor.
Böyle bir insanın, hâlâ cinayetinin failinin bulunamaması Türkiye için bir ayıptır. Namuslu kalmış, ender siyasetçilerinden biriydi. Türkiye’de dürüst kalmak zor. Cinayete maruz kaldığı anlaşılıyor. Failinin bulunmaması ülkemiz için ayıptır. Eşine, çocuklarına tekrar başsağlığı dilerim.
CEMAL EĞİN KİMDİR?
1968 Bingöl doğumlu iş insanı. Büyük Birlik Partisi İstanbul İl 2. Başkanlığı ve MKYK üyeliği görevlerinde bulundu. 2002 ve 2011 seçimlerinde Bingöl’den milletvekili adayı oldu.
BBP İSTANBUL 2. BAŞKANI CEMAL EĞİN:
“2008’de Bolu Tünelinde Birlikte Kaza Geçirdik…”
Haziran 2008’de İstanbul Sultanbeyli’de Alperen Ocaklarının bir şöleni vardı, program çok kalabalıktı ve program uzayınca Muhsin Yazıcıoğlu uçağına yetişemedi. BBP İstanbul il ikinci başkanı ve Genel Başkan’ın protokolünden sorumluydum. Başkan, gece benim evimde misafir kaldı. Ertesi sabah saat 10:00’da Ankara’da MKYK toplantısı vardı ve oraya yetişmesi gerekiyordu. Sabah saat 06:30’da benim aracım ile Ankara’ya gitmek üzere evimden hareket ettik. Bolu Tüneli’ne girmeden 2-3 km geriden itibaren sağdan bir şeridin trafik dubalarının dizili olduğunu gördüm ve yol iki şeride düşürülmüştü. Dikkatimi çekti, yeni açılan Bolu Tüneli’nde ne arızası olabilirdi ki ve hiçbir kazı çalışması göremedim. Tünele girdiğimizde takribi 1500. metrede biz sol şeritte seyrederken orta şeritten giden kapalı kasa bir kamyon tam sollama anımızda önümüze kırarak şerit değiştirdi.
Aracımız dört çeker Mercedes bir otomobil ve şoförü yeğenim de profesyonel bir makam şoförü idi. Hızlı bir refleks ile ani frene basarak olabildiğince sol bariyere yanaştı. Ancak arkadan çarparak aracımızın kaput kısmının çarptığı araç kapalı kasa kamyondu. Arkası yüksek olduğundan bizim aracımızın ön burun kısmı altına girerek ön camımız ve ön direkler kamyona arkadan vurduğundan o da bizim için bir dezavantaj idi aracımızın hava yastığı açıldı. Muhsin Başkan arabanın arka sağ kapısını açıp arabadan inerek hızla yolun karşı tarafına doğru koşmaya başladı.
Ne yapmak istediğini anlayamamıştım. O sırada ben arabanın arka konsolun altına koyduğum tabancamı ve telefonumu almak istedim ancak yerinde yoktular. Araca hızlı çarptığımızdan ön cama doğru fırlamış ve ön koltukların altına düşmüşlerdi. Hemen aklıma Susurluk Kazası gelmişti. Eğer suikast girişimi ise birilerinin orada bekleyebileceği aklıma geldi. Hızlıca tabancam ve telefonumu buldum. Çevremde kimse var mı diye baktım. Telefonumun bataryası, kapağı ve kendisi üç parçaya ayrılmıştı derhâl telefonumu toparlayarak 155 polis imdatı aradım. Yazıcıoğlu ile İstanbul’dan Ankara’ya giderken yeni Bolu Tüneli’nin 1500. metresinde trafik kazası yaptığımızı söyledim ve acil yardım talep ettim.
Bu arada baktığımda rahmetli Muhsin Başkan’ın en sağ şeritte trafik şeridini daraltmak için konulan dubalardan birkaç tanesini kucaklayarak bizim şeride doğru getirdiğini gördüm. Ve aracımızın arka tarafına dizerek arkadan hızla gelen araçların bize çarpmasına engel oldu. Çok kısa sürede olay yerine polisler geldi. Ancak kazaya sebep veren kamyon sürücüsü hiç durmadan yola devam etmişti. Oradan Bolu il emniyet müdürünün aracı ile Bolu Polis Evi’ne gittik. 155 uzun kanaldan anons geçtiği için gazeteciler devlet ve hükûmet yetkililerinin haberi olmuştu. Hükûmetten ve devletten üst düzey yetkililer telefonla arayarak bilgi aldılar.
Yazıcıoğlu kazadan yara almadan kurtulurken ben burnumdan hafif yaralanmış bir hâlde ağır hasarlı aracımızdan çıkmıştık. Şoför de herhangi bir yara almamıştı. Biz oradan Ankara’ya devam ederken şoför ağır hasarlı aracımı çekiciye yükleyerek İstanbul’a döndü. Dönemin BBP Ankara İl Başkanı Hasan Hüseyin Bozok partililerle Ankara gişelerinde bizi kalabalık bir şekilde karşıladı.
Parti genel merkezinin önüne gittiğimizde partililer ve halk, kurbanlar keserek sevinç gözyaşları ile Muhsin Başkan’ı karşıladı. Sonraki günlerde emniyetten aldığımız bilgilere göre kazaya sebebiyet veren kamyon sürücüsü kamera ve EDS kayıtlarından takip edilip Bolu Oto Sanayi Sitesi’nde aracının hasar gören arka kısmını tamir ettirip yoluna devam etmeye teşebbüs ederken yakalandı. 60 plakalı Mercedes kamyonun Çankırı’da et kombinasının aracı olduğu anlaşıldı. Şoför kasıtlı yapmadığını araç çakarlı olduğundan içindekilerin önemli insanlar olduğunu düşünerek korkusundan kaçtığını söylediğini öğrendik.
Daha sonra Muhsin Başkan bana sürücüden şikâyetçi olup olmadığımı sordu. Ben de “Hayır.” diyerek olmadığımı söyledim. Muhsin Başkan da bana şikâyetçi olmamamı söyledi. Bana, aracın ait olduğu Çankırı Çerkeş ilçesindeki et kombinasının müdürünü aradığını şoförden şikâyetçi olmadığını ve işine son verilmemesini rica ettiğini söyledi. Et kombinasının müdürü ise olayın ulusal medyaya yansıdığından ve şoförün ciddi ihmalinin olmasından dolayı işine son verdiklerini söyledi.
DOĞAN ÖZTAŞKAN KİMDİR?
Alperen Ocakları genel başkanlığı yaptı.
DOĞAN ÖZTAŞKIN:
“Hapishane Arkadaşına Cebindeki 500 Lirayı EFT Yaptı…”
İnsanlığın, adamlığın, adanmışlığın vücut bulmuş hâli Şehit Muhsin Yazıcıoğlu…
Yeğenim Ali Şahin, Ziraat Bankasında uzmandı. Arkadaşlarına zaman zaman, benden duyduklarını anlatırmış. Ali’nin yaşadığı bir olayı nakletmek isterim.
Yaklaşık 20 yıl oluyor. Muhsin Başkan bir kış günü yanında koruma olmadan Ziraat Bankasına giriyor. “Başkan’ın hiç banka işlemi yapmamış olma ihtimali var.” diye düşünüyorum.
Bankada dolaşırken memurlar Ali’ye, “Senin Başkan geldi.” diyorlar.
Ali hemen aşağıya iniyor. “Başkan’ım ben Doğan Öztaşkın’ın yeğeniyim, yardımcı olayım.” diyor.
Başkan çıkartıyor telefonu, “Bana bir mesaj geldi oraya para göndereceğim.” diyor.
Ali bakıyor isim yok, telefonda kayıtlı değil.
“Tanıyor musunuz Başkan’ım?” diyor.
“Benim cep telefonuma ulaşmışsa tanıyıp tanımamam önemli değil.” diyor.
İşlem yapmamız için isim lazım.
“Hesap numarası var.” diyor. Muhsin Başkan cüzdanını çıkartıyor 500 lira var. “50 lirasını bırakıp 450 lirasını gönderin diyor.” Memurlar işlemi başlatırken, Ali isim için numarayı arıyor. Telefona bir bayan çıkıyor.
“Hanımefendi bir mesaj atmışsınız. Kim olduğunuzu öğrenebilir miyiz?”
“Ben İstanbul’da … Hastanesinde hemşireyim, bir hasta rica etti.” diyor.
“Hastayla görüşebilir miyiz?” diyor Ali.
Hasta telefona alınıp ismini duyunca telefonu alıyor hem konuşuyor hem ağlıyor Muhsin Başkan.
Konuşma bitince “Yarabbi ya umursamasaydım.” diyor. Kalan 50 lirayı da çıkartıyor, bunu da ilave et diyor. Ali “Ben tamamlarım başkanım, herhâlde iftara gidiyorsunuz, otoparkçı falan çıkar lazım olur. Yanınızda kimse de yok.” diyor.
“Yok yok.” diyor başkan 500 lirayı gönderiyor. “O benim MHP, Ülkü Ocakları davasından birlikte hapis yattığım arkadaşlarımdan biri, hastanede mağdur kalmış. Kimden isterim derken ben aklına gelmişim.” diyor.
Şehit Muhsin Yazıcıoğlu hiç tanımadığı, nereden geldiği belli olmayan birine cebindeki paranın tamamını verebilen bir adam.
Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz diye bir söz var ya, işte bunun tam örneğidir.
Böyle olunca Allah (CC), Türk milletinin yüreğine, dualarına, gözyaşları ile nakşetti.
Rahmet, dua ve minnetle…
ENİS ÖKSÜZ KİMDİR?
34 yıllık bürokratlık-hocalık ve profesörlükten sonra politikaya girdi. 1999’da MHP’den milletvekili seçildi ve Ulaştırma bakanlığı yaptı. Bakanlıktan ve MHP’den istifa ederek BBP’ye katıldı. Genel başkan yardımcılığı görevinde bulundu.
ESKİ ULAŞTIRMA BAKANI ENİS ÖKSÜZ:
“Üzeyir Garih’in Dedikleri Harfiyen Gerçekleşti”
Çok uzun yıllar bürokraside bulunduktan sonra siyasete girdiniz. Nasıl oldu siyasete girmeniz?
Siyasete ilgim 1959-1960’larda öğrenciyken başladı. 60 İhtilali’nde lise birinci sınıfa geçmiştim. Ondan bu yana siyaseti hep takip ettim. Fiilen siyasete girmem 1995’te rahmetli Türkeş Bey’in Mersin’de “Bir görünsen iyi olur. Biz mevcut hükûmetle anlaştık. Koalisyon hükûmeti kuracağız. Öyle gözüküyor. Seni de Kültür Bakanı olarak düşündük.” önerisiyle oldu. Ben buna itiraz ettim. Nevzat Yalçıntaş ve Tunca Toskay Bey’in de vesilesiyle biz bu tekliften geri duramadık.
1995 seçimlerinde parti barajı aşamadığı için milletvekili olarak Parlamentoya giremedim. Daha sonra 1999 yılında Meclise girdik ve 57. Hükûmet’te de Ulaştırma Bakanı olarak 2,5 sene civarında bir bakanlığım oldu. Sonra gerek özelleştirme konusunda gerekse ihale ve benzeri konularda görüş ayrılıkları doğdu. Alışagelmiş yöntemlerle, gayriahlaki ve hukuki olmayan yollarla, siyaseti kısa zamanda zengin olmanın bir vasıtası gibi görenlerle uzlaşma imkânımız olmadı. Bu tür ilişkilere karşı ciddi bir savaş açtığım için kendi arkadaşlarım ve kendi parti yönetimimle ters düştüm.
“Bir Fiyatım Olmadı”
Daha sonra da hükûmette özelleştirme meselesi suni olarak hazırlanmış olan bir krizin sonrasında geldi. Türkiye’de hiçbir şeyin tesadüfi olmadığını zaten biliyordum. Devleti, işleyişini biliyorum. Çalıştığım şahıslardan 2 kişi cumhurbaşkanı da oldu. Rahmetli Özal ve rahmetli Demirel.
Kamuran İnan ve Veysel Atasoy gibi iz bırakmış bakanlarla çalıştığım için devleti de tanıyorum. İğrendiğim ve tiksindiğim ahlaki olmayan, kul hakkı, yetim hakkı yeme konusunda ters düştük ve sonunda ayrılmak zorunda kaldım. Onun mücadelesini yaptım, yapmaya devam ediyorum.
Ama kamuoyu beni daha çok Kemal Derviş hareketine karşı olan tutumumdan tanır. O hareket, önceden ayarlanmış; kirli politikacı, kirli bürokrat, kirli iş adamı ve kirli medyadan oluşan bir kumpas çetesi, Türkiye’nin kanını, iliğini sömürüyor. Kaynaklarımızı verimli kullandırmıyordu. Buna karşı tabii ki ben bildiğimi yapmak zorundaydım. Allah’a hep şükrederim, aklımdan hiçbir zaman bir fiyatım olduğunu geçirmedim. Bir fiyatım olmadı benim. O yüzden de bu mücadele çok şiddetli geçti.
“Erdoğan’a Verilen Kerkük Mektubu”
BBP’den iken Yazıcıoğlu ile birlikte Erdoğan’la görüşmeleriniz oldu, neden gittiniz, ne konuştunuz?
Daha sonra bu konuda görevimi yapmadım değil. Devrin cumhurbaşkanına, başbakanına bizden sonra gelen dönemlerde bunun teferruatını anlattım. Sadece konuya ilgisi fazla olmadığı için girmeyeceğim ama Recep Tayyip Erdoğan ile 2 defa görüştüm. Bunun her ikisinde de Muhsin Yazıcıoğlu ile beraber gittik. BBP genel sekreteri idim. Erdoğan başbakandı. Onun talebi üzerine gittik. Otelde bir toplantı yaptık ve Barzani’nin Kerkük’teki mezarlıklara, tapu dairelerine ve nüfus dairelerine girebileceğini, devletimizin hemen müdahil olmak üzere hareketlenmesi gerektiğini Muhsin Bey’in imzası ve açık bir mektupla bildirdik. Başbakan’ın bu mektubu okuyup okumadığını da Özel Kalem’i vasıtasıyla takip ettik.
Ama bunlar dikkate alınmadı, Kerkük ondan sonra darmadağın edildi. O zaman biz BBP olarak daha farklı ve Türkiye’nin kendi özüne kendimizi bağlamak suretiyle daha millî, daha bilgiye dayalı teorik meselelerden ya da hoş sözlerden öte nelerin olup nelerin olamayacağı konusunda hazırlıklı olmamız gerektiği konusunda mutabakata vardık, bu minvalde çalışmaları sürdürdük. Ama başarılı olduk mu? “Hayır.” Kimse bizi dinlemedi. Neticede tarih tekerrür etti ve bu tarihin tekerrürü ibret alınmadığı için, ders alınmadığı için dün böyleydi, bugün de böyle, yarın da böyle olacağı kuvvetli görülüyor.
MHP içinde iken yaşadığınız sorun ve dertleri Genel Başkan Bahçeli’ye anlatmadınız mı?
Ben MHP’de ülkücünün ülkücüye, hem de 35 yıllık namlunun ucunda bu davaya hizmet eden, tesadüfen ayakta kalan bir mensubu olarak o yaptığım mücadelede mafyatik hareketlerden, yalancılıktan ve birbirine tuzak kurmaktan bıktım ve bunu Sayın Bahçeli’ye birkaç defa aktardım. Sayın Bahçeli, her defasında nezaketle dinledi ama hiçbir şey yapmadı. Çok sıkıştığı zaman da saatlerce susup sükût yolunu tercih etti. Konuşmayan, gereğini yapmayan bu tavrı dolayısıyla yararlı olamayacağıma kanaat getirdiğim için ayrıldım. Orada eğitim ve kültürden sorumlu başkan yardımcılığı görevinde bulundum. Başka görevler de yaptım ama hiçbir şey olmayacağını çabuk keşfettim. Bununla ona buna suç atmıyor, sadece olanı söylüyorum.
“Tarihe Böyle Geçsin, Yalnız Bırakıldım”
Suspus olmak, susmak… “Sabırlı adamlarmış, nezaketlerini hiç bozmadılar.” gibi laflar kılıf bulmaktan öteye gitmeyen söylemlerdir. Değeri yoktur. Çünkü müspet yönde gelişmeyi görmüyorum. Bunları neden söylüyorum? Tarihe böyle geçsin. Bunu da bir düşünsün insanlar zamanla. Bizim nesil düşünemeyebilir. Daha sonrakilere tarihe not düşmek için söylüyorum. Olmadı ve ben Kemal Derviş ile olan mücadelemde yalnız bırakıldım. Haklılığım biline biline yalnız bırakıldım. Abdullah Öcalan’ın idamının, arkadan dolanılarak komisyonlara üye göndermemek suretiyle uygulanmaması, kararın Meclisten uzun süre kaçırılması gibi şeyler bardağı taşıran son damla oldu. Bu süreçte kendi hukukunu, kanununu uygulamayan bir devlet gördüm. Bu devlet başka yerlerden talimat alır hâle gelmişti. Benim bunu hazmetmem mümkün değildi. Hangi kuruluş, hangi ittifakın içerisinde olursanız olun ülkenizdeki hukukunuzu tatbik etmek mecburiyetindesiniz. Aksi hâlde hukuk devleti olmaktan çıkarsınız. Emir alan, ona buna göre gerekçeler bulup anayasayı da hukuku da çiğneyen idareciler durumunda kalırsınız. Bu bardağı taşıran son damlaydı ve MHP’den ayrıldım.
“Türkeş, ‘Denesinler’ Dedi”
Yazıcıoğlu’nun Türkeş’le yollarını ayırma sürecini ve perde arkasını biliyor musunuz?
Ben Muhsin Beylerin, MHP’den neden ayrıldıklarının teferruatının teferruatına kadar biliyorum. Haklı bir ayrılış sebeplerinin olduğunu söyleyeyim. “Daha makul, daha uygun, daha açık bir politika güdebilir miyiz?” şeklinde bir denemeyi yapmaya mecbur kaldılar. Ben bunu Türkeş Bey ile de görüştüm. “Arkadaşlarla geçinemediler. Benim ile olan ilişkilerinde de biraz erken büyümüş gördüm. O yüzden bir şey de diyemedim. Ama bizim arkadaşlarımız. ‘Hayır, hiçbir faydaları olmadı.’ şeklinde inkâr edici yaklaşım bize yakışmaz. ‘Bir yol deniyorlar, denesinler bakalım.’ ” demişti.
O “Denesinler bakalım.” dedikleri konu, benim bakan olduğum dönemde MHP’de değişmemişti ve onu deneme konusunu uzun süre görüştük. 7-8 defa bir araya gelerek bunları tartıştık. Mutabakat sağlandıktan sonra benim gibi düşünen 8-10 arkadaş daha vardı. Bizim burada bu güzel denemeyi yapma şansımız var. Arkadaşlar da bu sözü bize veriyorlar, o zaman burada yapamadıklarımızı orada yapalım. Türk milletinin arzu ettiği ümitlerini yeşil tutmaya, canlı tutmaya gayret edelim. Başarırsak herkes gibi biz de seviniriz. Başaramazsak “Niye başaramıyoruz?” Tecrübe kazanırız. Çünkü bizim nesil, 1960’lardaki süregelen dönemde en iyi yetişmiş, en çok okuyan, memleket meselelerine en çok kafa yoran bir nesil olarak bunları tecrübelerine katmak ihtiyacını en çok hisseden, sorumluluk duygusu yüksek olan bir nesildi. O yüzden biz mutabık kaldık, 3 arkadaş MHP’den ayrıldık ve orada eski yerde yapamadığımızı yapmak üzere bir araya geldik. BBP’ye geldim, Genel Sekreterlik boştu, görevlendirme şeklinde o görevi de bana verdiler ve hemen seçim geldi.
Muhsin Bey’in “Devleti biz yöneteceğiz, biz alırız.” şeklinde büyük bir düşüncesi, bu konuda çok ciddi hazırlıkları, heyecanı ve felsefesi vardı. Uygulamada yakın çevresinin tesirinde herkesin kaldığı gibi o da belli ölçüde kaldı, biz olsaydık belki biz de kalacaktık. Ne yazık ki bu eksiklik giderilemedi. Ben tabii o kadar değerli, hamiyetperver, insanlık değeri son derece yüksek olan bir insanın, eksik gördüğüm tarafını söylemeyi bir tarihî görev, bir hatırlatma olarak gördüm. Güven? Herkes birbirine güvensin de soru işaretinin noktasını silmeyelim.
“Üzeyir Garih’e Şapka Çıkarılır, Selam Durulur”
Bu söylediklerine tamamen iştirak ederim. Şimdi bunlar tesadüf olamaz. Şimdi niye bu kadar kesin konuşuyorsun? En azından bunun tesadüf olmadığını biliyorum. Bir gün zannediyorum Aydın’da spor salonunda konuşmalar yaptık. Sonra da il başkanının evine yemeğe geçtik. Orada nahoş bir hadise oldu. Orada Muhsin Bey ile bu konuda uzunca bir görüşme yaptık. Şimdi bana şeyi anlatıyor, -rahmetli diyeceğim- hangisini daha çok seviyordu, hangisine çok biat etmiş ya da bağlanmıştır o konuda bir şey diyemem ama Üzeyir Garih… Çünkü Müslüman gibi davranış, ahlak ve konuşmalarında son derece tasavvuf bilgisine de vâkıf istifade edilecek kültürü olan birisiydi. Onun öyle bir şeyi vardı. Orada hem Küçük Hüseyin Efendi, Beşiktaş’taki bir caminin imamıydı hem de zannediyorum Nakşibendi tarikatının da bir mensubu. Fevzi Çakmak da ona bağlı bir kimseydi. Kendisi ve babası da Küçük Hüseyin Efendi’ye çok hürmetleri olan, bağlılık gösteren birisiydi. O yüzden Müslüman mıydı, Musevi miydi derseniz, her ikisi de desem bir tuhaf olur. İkisinden biri desem, ayırmak zor. Çünkü iş hayatı, çevresi, kendisinin Musevi asıllı bir aileden gelmiş olması, onunla ilgili bir şeyler anlatmıştı. Üzeyir Garih Bey daha eskiden, daha öteden beri yakından tanıdığım birisiydi. Severdim. Neden derseniz, bizim toplum, genellikle gayrimüslimlere karşı geçmişte çok kazık yediği için, çok aldatıldığı için ön yargılı, biraz da böyle tedbirli bakar. Ama ben Üzeyir Bey’de şunu gördüm; bu ülkeye en yeni teknolojilerle yatırım yapan, sadece çok para kazanıp bu parayı başka yerlerde savuran değil, kazandığını Türkiye’de harcayan büyük bir iş adamı. Böyle bir adama şapka çıkarıp selam durulur.
“ ‘İki Partili Sisteme Gidilecek’ Dedi”
Süper bir kalite, her verdiği sözü tutan bir adam ve bir de Türkeş Bey’in yanında. İstanbul’a da gerek ramazanda gerekse başka zamanlarda, yemeklerde yani sağında Üzeyir Bey oturursa solunda ben otururum. Daha başka bir büyüğümüz geldiyse Üzeyir Bey’in yanında otururum. Ama Üzeyir Bey mutlaka Türkeş Bey’in yanında oturur. Böyle belki 10 defa, 20 defa görüşme imkânımız, sohbet etme imkânlarımız oldu.
Şimdi onun dilinden Muhsin Bey bana bir şey anlattı. “Dün beni Üzeyir Bey ziyaret etti.” dedi, Ankara’da. Yarım saatten fazla. Bu ABD’nin ve bazı oradaki devletlerin projelerini Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti’ne âdeta yapılması gereken kutsal bir görevmiş gibi kabul ettirdiğini gördüm demiş. “Nedir o ağabey?” deyince, “İki partili sisteme doğru götürmek istiyorlar Türkiye’yi.” demiş. 2002 seçimlerinden önce konuşmuşlar.
Ben seçimden sonra bir araya gelip aynı partide buluştuğum için eski dönemlerini tanırım, ocak başkanlığını falan ama bu konuları konuşamazdık. Bunlar daha o zaman genç üniversite öğrencisi, biz biraz daha ilerideyiz. Dolayısıyla ben İstanbul’da olduğum için Muhsin Bey Ankara’da. Çok fazla bunları tartışacak imkân ve zemin de yok. Genel başkan olarak bunları söyledi ve ilgimi hemen arttırdım. Sonra işte bu “İkili parti sistemi içerisinde götürecekler.” meselesi. Çünkü çok karışanın, çok fikir ve görüş söyleyenin bulunduğu yerde işlerin ağır gittiğini, daha kolay idare edilebilen, ipek ipliklerle kolayca oynatılabilen, yani Karagöz-Hacivat oyunu gibi oynatılabilen bir idarenin içerisine Türkiye’nin sokulmasını istedikleri için buna zorluyorlar.
Evet, Türkiye özellikle sınır bölgelerindeki, serbest bölgelerdeki görevlendirmeler yabancı ülkelerin içimizdeki yabancı sayılanlara toprak aldırması için iş yaptırılması şeklinde hazırlık içerisinde olmalarından bahsetmiş. Sonra, dedim. Ben ilgi gösterince Muhsin Bey daha çok açıldı. Velhasıl, sonucunda bütün bu ikili parti sistemi ve bu köylerin mülk edinme, toprak alma benzeri hadiselerin, Türkiye ile İsrail arasında zaman içerisinde bir düşmanlığa ve Türkiye politikasının değişmeye mecbur kalacağını ve bundan da hem Türkiye adına hem İsrail adına endişeleri olduğundan bahsetti. “Siz ne düşünüyorsunuz?” dedi. Ben de ona dedim ki “Sizinle yarım saat civarında bir görüşme olmuş. Ben 1,5 saatten fazla bunu sorulu-cevaplı dinledim. Bunu bize anlatmak mecburiyetinde değildi Üzeyir Bey. Ne sana ne bana anlatmak mecburiyetindeydi.”
“Türk Kökenli Musevi…”
“Çünkü milletvekili bile olmayan küçücük bir parti. %1 civarında oy alsa sevinecek bir partide seni, beni kim niye bilgilendirsin. Demek ki bu konuları anlatabilecek kim vardır Türkiye’de deyince, bizi adam yerine koymuş oluyor.” dedim. Bu insan bizim için de kıymetli oluyor. Ben de bana anlattıklarının bütün teferruatını uzun uzun anlattım. “Hocam onu hiç söylemediniz.” dedi. “Sen açmazsan benim aklıma gelmezdi.” “Dolayısıyla ‘Filan bize şunu demişti.’ demek ayrı bir şey. Bunun zararlı olacağını konuşuyoruz da sen Üzeyir Bey’den bahsedince ben açılmak zorunda kaldım. İyi oldu. Birbirimizi tamamladık ve gördüğümüz şu; Üzeyir Bey, İsrail ve Türkiye arasındaki muhabbet, alışveriş devam etsin. Koruyucu bir hava olursa Museviler adına sevineceğini çünkü kendisinin de 13. Kabile dediğimiz Türk kökenli Musevilerden olduğunu…”
“Onun için, Türklük damarımızda, Musevilik geçmişimizde var. Şimdi hangi dinden olduğumu sormazsın.”, “Sormam.” dedim. Böyle bir hatıra da var. Bir muhabbet de var aramızda ve o günkü şartlarda da bir mecburiyet olmadıkça da ben komşularımla iyi geçineceğim ama İsrail ile de geçinmek faydalı olabilir ama İsrail’de olup bitenler ve bize karşı takındığı tavır çok incitici. O zaman onu diğerleriyle yan yana koyduğunuzda daha fazla dikkatle üzerinde durmak gerektiği konusunda bir mutabakatımız var. Kamuoyu da bu yönde ne söylersen onu hemen aleyhinde bir nevi hap gibi almaya müsait ama bu da tehlikeli. Sizin gibi doğru şeyler yapmaya namzet ve öyle farklı düşünen İsrail yönetiminden insanlar, aydın veya üniversite hocası, politikacı varsa bunlarla da teması kesmenin bir faydası yok. Çünkü birinci ağızdan alabileceğiniz bilgileri değerlendirmek başkalarının kulağınıza söylediğinden daha kıymetlidir. Politikada bu çok önemlidir. İstihbaratta da çok önemlidir.
O yüzden birbirimize baktık ve dedik ki Üzeyir Bey ile olan temasımızı, dostluğumuzu daha güvenli bir şekilde karşılıklı ifade etmekte fayda var. Çok güzel çalışmalar, çok güzel görüş alışverişleri oldu. Sonuç olarak, bununla ne kadar tehlikeli olacağını Garih bize söyledi. Biz de zaten aynı görüşteyiz. Garih ile görüşmeden evvel de biz aynı görüşteydik. Bu görüşler birleşince, bizim görüşlerimiz Üzeyir Bey’in görüşleriyle getirilip çakıştırılınca bir daha değerlendirme yaptık. Dedik ki böyle bir sistemde zaten İngiliz istihbaratçıları ve komutanları tarafından Kraliçe’ye sunulan raporlar var. Onların bir bölümünü de gördük. Onlardan birisi şuydu; yanlış hatırlamıyorsam Arnold Toynbee’ye aitti. O hem sosyolog hem asker hem bilim adamı. Çok yönlü bir komutan. Özellikle bizim Güneydoğu, Doğu bölgesinde ayrılıkçı hareketlerin yeşertilmesi konusunda çok çalışmalar yapmış, yani Rus Nikitin’den daha etkili bir adam. Onun sözü; “Mısır’ı idare edebilmek için her Mısırlının arkasına bir İngiliz askeri dikemeyiz. Ama Mısır’ı idare edecek olanları avucumuzun içerisine alırsak hem maliyet hem zayiat bakımından bizim için çok kârlı olur. Çok iyi bir ticaret olur. Yani Mısır’ı idare edecek devlet adamlarını, yazar, çizer, bilim ve fikir adamlarını avucuna aldığın takdirde bunun maliyeti nedir? 5 kuruş. Öbür türlü ölüm var, asker var. Bundan daha kârlı bir yol olamaz. Onun için biz idarecileri avucumuzun içerisine alalım.” sözüne bu ikili partiyi idare etmek, onları birer diktatör ya da tek söz sahibi adam hâline getirmek, Türkiye’yi çok rahat sömürmek, çok rahat işi kolay görmek anlamına gelir. Bu konuda tam bir mutabakatımız vardı ve bu devam etti.
En azından vicdani olarak, gerek Allah’a karşı gerek millete, kendimize karşı sorumluluğumuz açısından çok faydalı işler yaptığımız kanaatindeyim ama burada sözünü düşünerek, tartarak akıldan, kontrolden geçirdiğini zannediyorum. Bilenlerle istişare ederek de görülmeyen, çok değerli, çok yararlı bir arkadaş daha vardı: İrfan Sönmez. Hâlen kendisine o saygım devam ediyor. Partide böyle değerli insanlar da var ama bunlar çok az Ankara’ya gelebilen, uğrayan insanlardı. Onlarla da güzel işler yaptık. Fakat seçim konusunda bir türlü biz bu Türkiye’yi idare etmeye hazırız, namzetimiz konusunda ciddi bir tavır gösteremedik.
“Ecevit Hata Yapmadı, Götürüldü!”
Bu bizdeki tehlike fikrini daha açık anlamamıza sebep oldu. Onun için “Nur içinde yatsın.” diyeceğim. Şimdi sistem bunu gerçekleştirecek noktaya getirilemedi. Anayasa değişikliği, Siyasi Partiler Kanunu’nda ve benzeri kanunlarda değişiklikler yapılması gerekiyordu. Erken seçimler bunlara mâni oldu. Dolayısıyla o dönemde her parti kendini Meclise atmak suretiyle bir şeyler yapmak istiyordu. Ama şunu da görüyordum; bazı partilerin genel başkanları “Benim mutlaka Mecliste olmam, benim mutlaka başbakan olmam gerekiyor.” diye beyanatlar veriyorlardı. Mesela Irak’ın işgali söz konusu olduğunda Ecevit çok ciddi tavır koydu. Sadi Somuncuoğlu, ben, diğer birçok arkadaşımız çok ciddi tavır koyduk. Komşularımızla kavga ederek değil, konuşarak zengin olmalıyız. Ecevit de bunu savunuyordu. Bir de ben biliyordum Ecevit’in Kissinger’ın talebesi olduğunu ve Orta Doğu konusunda, olup bitecekler konusunda en sağlam bilgilere, en teferruatlı gizli bilgilere, saklı bilgilere de sahip olduğunu biliyordum. O yüzden de Bülent Ecevit’in bu konuda hata yapmayacağını düşünüyordum ve yapmadı. O yüzden de hükûmet gümbürtüye götürüldü. Bunu da söyleyeyim.
O zaman Irak’ın işgali söz konusu olduğunda bu siyasi partilerden birisinin genel başkanının şu sözü vardı; “Benim mutlaka Irak hadiselerinin çıktığında burada başbakan olmam lazım.” Bunun özü şuydu; Amerika’nın emrine selamı çakıp, topuğu vurup körlemeye dalmaktı. Kime karşı? En azından komşumuza karşı. Sınır komşumuza karşı Amerika’nın parasız askeri. Parasız diyorum çünkü para yine bizden çıkacak. Gönüllü askerliğini yapmak durumundaydık. Tabii ki biz bunlara kendimizi kaptırmadık ama daha sonra bunlar üzüntü verici şekilde gelişti ve sonunda iki partili noktaya getirildi.
Bor Madenlerine karşı biz de Muhsin Bey de ne kadar hassas olduk. Bu konuda ben daha çok bilgi sahibi olduğum için Parlamentoda da çok mücadele verdik. Benim hükûmette olduğum zamanda da onların devre dışı bırakılmasını ve neden Bor Madenlerinin devlet işletmesinde devam etmesi gerektiğini hükûmete kabul ettiren de bendim. Benden daha iyi bilen yoktu. Dolayısıyla Sayın Ecevit de o konuda bir şey olduğu zaman “Enis Hoca sen ne diyorsun? Kimse Enis Hoca’nın bakanlığını dışarıdan idare etmeye kalkmasın. Herkes kendi bakanlığını idare etsin. Bu ne yaptığını biliyor. Enis Bey sen de başka bakanlıkların bakanlığını idare etmeye kalkma.” diye onu da bir eklerdi. Güzel anılar oldu.
Düşünün Rahşan Hanım nerde, Ecevit orada. Biz günümüzü neyle geçirdik ama devlet sorumluluğunu aldığımız zaman başka bir adam çıktı karşıma. Tabii bunları çok iyi değerlendiremedi o zaman siyasi partiler ama bu konuda Muhsin Bey de bizimle aynı düşüncedeydi. O konuda da gereğini yaptı. Televizyonda olsun, basında olsun, meydanlarda olsun Türkiye’nin uzun vadeli menfaatlerine ve stratejik menfaatlerine sahip çıktı. Orada bir ayrılığımız olmadı.
Sadece bu seçime girerken ve girdiğimiz sıralardaki fırsatlar kaçırıldı. O fırsatları bilerek ve isteyerek kaçırdığını iddia edemem. Bu çok konuşuldu. Hatta bir gün ikimiz beraber bir arkadaş daha vardı Edip Özbaş’tı galiba tam emin değilim. “Mutlaka bir istişare etmemiz gerekir. Sizlerden başka doğru dürüst istişare edecek adam da bulamıyorum. Kendimi de iyi hissetmiyorum.” diye bizi Mustafa Özbek sendikaya davet etti. Orada aşağı yukarı 1,5 saat Mustafa Özbek’in konuşmalarını sabırla dinledik. 45 dakika da Muhsin Bey konuştu. Muhsin Bey’in konuşması bittiği zaman beklemediğim bir terbiyesizlik diyebileceğim Mustafa Özbek’ten karşı çıkış, “Çocuğunu azarlar gibi” derler ya halk dilinde, öyle bir görüşme ve ağzına geleni söyledi. Gözümün içine bakıyor Muhsin Bey. Biz orada davetliyiz, misafiriz. Yanlış da yapsak, kötü de yapsak, eğer aldanmışsak onu söyleyebilirsin. “Yanlış yaptın.” diyebilirsin ama hakaret etmeye hakkın var mı? Hem evine çağırdın hem de evinde hakaret ediyorsun bize. Sabırla ben bekledim. Mustafa Kafalı ve diğer öğretim üyeleri de orada bulunuyor. Onlar da müşavir. 7-8 kişinin içinde oldu bu hadise. Orada gayet sabırlı “Allah’a ısmarladık.” dedi gitti. “Ben biraz daha kalacağım.” dedim. İşin teferruatını görüştük. Birbirilerine kızgınlık taşıyan insanların uzun süre konuşmadığı zaman o kızgınlığı içinde büyüterek ve ekleyerek nasıl bir has-mane, düşmanca bir tutum hâline gelebildiğini ben çok rahat anladım çünkü bu benim mesleğimin bir parçası. Böyle tatsız şeyler de görüldü.
“Bazılarına Üzüldüm, Nasıl Çevresinde Bulundular”
Ama daha sonraki seçimlerde de “Biz iktidar olalım.” şeklindeki bir noktada partide atılım yapılamadı. Çünkü “Elde var bir.” derdi Muhsin Bey. Bu elde biri kaybetmeden 2, 3, 5 yapmak mantıken doğru. Elde bir olan seni de beni de sıkıntıya sokuyor. Maksat iktidara gelmek, Türkiye’ye iktidar olarak hizmet etmenin dışındaki maksatlar galip geliyor. Benim 97 sırasında olan hadiselerde önceden bilgilerim vardı. İstifa dilekçelerimizi Haluk Çay ile beraber daktilo ettik, 2007’de. Orada tatsız konuşmalar oldu. Enteresandır, herkesin “Ülkücü olunca böyle olur. Böyle bilgili olmak, hatip olmak gerekir.” diye beğendiği 3-4 arkadaşımıza hâlâ üzülürüm. Muhsin Bey’in çevresinde bu kadar nasıl vakit geçirebildiler. Burada biraz evvel adı geçti birisinin. O benim yüksek lisans öğrencimdi. Yüksek lisans öğrenciliği yaparken yurt dışından bir burs bulduk. O bursla doktora yapsın diye de yurt dışına gönderdik. Ailece de severim. Babasının elini de öptüm. Sofralarına oturdum. O yüzden onu gündeme getirmek istemem.
Şimdi bu tiplerin benim oradaki tavrım ve bir siyasi parti genel başkanının “Yahu biz anlaşmıştık. Şurada şöyle şöyle. Bunları hiç konuşmadık, haberimiz yok. Ne oluyor?” dediğimde ortalık karıştı ve bunların hakaretine uğrar gibi oldum. Neredeyse karşılıklı bize yakışmayacak güç, kuvvet, patırtı. Hepsi birbirine karışacak ortam doğdu. 51 kişi biliyorsunuz. “BBP’de bir şeyler oluyor.” diye basın yazdı. Biz böyle bir keyiflendik, havalandık falan. “Seçime girmiyoruz.” noktası çıktı.
“Ağar da Mumcu da Sırtından Attı Bizi”
Namık Kemal Zeybek, Erbakan ile temasını devam ettiriyordu, ben de DYP ile temasımı devam ettiriyordum. Ayrı ayrı görevlendirilmişiz. O teması devam ettiriyoruz. Orada iyi istişare edilerek yürütülemedi. Benim yakın arkadaşım, eski dostum ama Mehmet Ağar bizi sırtından attı. Daha doğrusu yine benim doktora öğrencim Erkan Mumcu Bey de oyalayıp oyalayıp sırtından attı. Bina falan ele geçirildikten sonra sen dışarıda kal, Muhsin Bey sen de dışarıda kal. Ben de inat ettim. Bunun ikisini bir araya getireceğim. Ağar’ı da razı ettim. Ama Muhsin Bey neredeydi? Samsun mu, Çorum mu bir partilinin oğlunun sünnet düğününde. Ne işin var orada? Bu kadar sene hukukumuz var. “Ben o hareketten bir şey ummuyorum. Olmayacağını düşündüğüm için de burada bari gönül alalım diye çıktım geldim.” dedi. Çok yanlış yaptın. Ben onu yakaladım. “Sen de burada olacaktın. Mecburen ikiniz bir araya gelecektiniz. Yoruma ve başkasından duyduklarımızla değil, bizzat hadiseyi yaşayarak noktayı koyacaktık.”
“Hakkınızı Helal Edin, Biz Gidiyoruz”
2007’de BBP’den ayrılmanız nasıl oldu?
2007’de bunu gördüm. Bir başka parti, ipe sapa gelmez bir parti. Ondan da daha evvel haberim olmayan bir görüşme çıktı orta yerde. İşte biraz evvel adını söylediğim, çok ülkücü herkese pabuç bırakmayacak şekilde konuşan adamlar. Bunlar çok zararlı olmuştur. Biz de önceden bunları kestirdik. Duyumlarımız da vardı. Daktilo edilmiş istifa dilekçelerimizi bizzat aldım. Dedim ki, “İstifa dilekçelerimizdir. Bunları biliyorduk.” Ondan sonra sizin başka şeylerle de görüşmeleriniz oldu. Ben o zaman sizinle ilgili kanaatlerimi, düşüncelerimi zaten muhafaza ediyordum. Daha kuvvetli ve en iyi bilen arkadaşımı tespit ettim ama ben istifa ettiğim anda bu nokta çok açık şekilde konuldu ve şaşırdı tabii. “Hakkınızı helal edin. Biz gidiyoruz.” dedik. Sadece bir mırıldandı. “Enis Hoca’yı bir türlü ben anlayamadım, keşfedemedim.” dedi ama neye yarar ve parti 3. defa bir travma yaşadı ve bunlar bizi üzmedi değil.
Ondan sonra ben aktif manada bir siyasi parti bünyesine girerek politika yapmadım. Sonra kendimiz bir parti kuralım dedim. Ama tertemiz adamlardan. Gösterdiğiniz zaman “Var mı sizde böyle parti, böyle düzgün adamlar?” Bunu diyebileceğimiz bir toplanma partisi, bölgesi kuralım. Bununla ilgili bir çalışma yaptık. Ama o arada bir erken seçimle yeni partiler hükûmetin bir takım tasarrufları, hâlleri falan ortalık bir karıştı. Bizim partinin, aldığımız partinin eski başkanı da onlarla beraber. Ben oradan da istifa ettim. Bugün soran olursa işte bilgileri, hatıraları aktarıyoruz.
“Rahşan Ecevit’in Babasına Asistanlık Yaptım”
Bugünlere gelmenizde emeği olan insanlar mutlaka vardır, siyaset ve bürokraside pişmenizi sağlayan…
Şunu iddia edebilirim, bütün bu talebeliğimden beri gördüklerim, bir şansım da şu benim; Prof. Fındıkoğlu’nun asistanı olmak. Bunların en küçüğü 1904 doğumluydu. 2-3 devri bir arada görmüş insanlar. Bunların arasında Ecevit’in kayınpederi de vardı. Rahşan Hanım’ın babası: Namık Zeki Aral. Menderes döneminde Gelir Vergisi Kanunu’nu yazan, Parlamentodan geçiren ve Batı dünyasının sistemine uygun ilk kanununu da hazırlayan, yazan şahıstır. DP zamanında çok uzun süre de müşavirlik yapmıştır. Enteresan bir adamdı. O eski komutanlar cephelerinde, Doğu’da, Güney’de, Batı’da Yunan cephesinde savaşan komutanlar benim hocamın arkadaşlarıydı. Kimi kendisinden 3, 5, 10 yaş büyük, kimisi kendisi kadar ve bunların toplantıları olurdu. O toplantılara Fındıkoğlu Hoca “Sen meraklısın, gel.” diye beni zabit kâtibi olarak görevlendirmişti. Notları tutar, bir sonraki toplantıda bunları anlatırdık ve onların öyle hatıraları, öyle ağlamaklı, öylesine sevinilecek hatıraları vardı ki anlatamam. O dönemde bu kadar ileri görüşlü muhteşem adamların bulunmuş olması hâlâ hayretime muciptir. İşte onların iklimiyle, onların arasında bulunmuş olmak benim için çok büyük avantajdı.
“Garih’in Dedikleri Harfiyen Gerçekleşti”
Bütün bunlardan sonra şimdi ne derler, yeni nesle, politikacılara, bence yaşça benden de büyük oldular. Bunları anlattığım zaman dünyalarının değiştiğini görüyorum. O da şundan oluyor; doğru kaynaklardan doğru bilgilere varamayan insanlar Parlamentoya doldurulmuş. Haberi yok dünyadan. Doğru bildiklerinin yanlış olduğunu sorgulayamayacak kadar da kopmuşlar. İşte o ikili partinin birkaç kişinin gücü altında toplanmış olmanın sonuçları.
Onları konuştuk tabii. Onların hepsi arkadan getirildi ve demokrasi adına, insan hakları adına falan diye gündeme çıktı. Ama bunların arkasında daha başka türlü şeyler var. Sayın Baykal’ın da o aktif görevi dolayısıyla Recep Tayyip Bey de kurduğu partinin başbakanı olarak görev almak durumunda kaldı. Ama Üzeyir Bey’in bize anlattıkları harfiyen gerçekleşti. Dolayısıyla “Niye CHP?” derseniz çünkü CHP’nin tarihî bir geçmişi var. Büyük parti. Barajı her ne kadar 1999’da aşamasa da oradan çıkan bir Ecevit var, aşmış gelmiş. Sonra bunlar tabii aynı nehrin suları oldukları için birbirlerine daha çabuk kaynaşabiliyorlar.
Dolayısıyla orada bugün de şunu görüyoruz; gerek Amerika, İngiltere, İsrail üçlüsü gerekse buna yandan ama çok kuvvetli destekli Alman ve Fransız ikilisi buralarda oyun oynamaya ve rol almaya devam ediyorlar. Ne kadar düşerler ne kadar düşmezler, seyrediyoruz.
“İngilizler Kadar Bu Ülkeye Kötülük Eden Olmadı”
Mayınlı araziyle ilgili kanun, o dönemde kanunlaşmamıştı. Daha sonra kanunlaştı ama bunlar gündeme getirilmek istendiğinde o araziler yabancı şirketlere temizletilsin, verilsin denildiği dönemde Muhsin Bey de bizlerle aynı görüşteydi. “Bu temizlenecekse bunu Türk askeri, Genelkurmay temizletsin. Buraya vereceğimiz 30 milyon dolar asgari paraya biz çok daha güzel yaparız.” diyen bir Genelkurmay Başkanı var. Fakat hükûmet bunu buraya yaptırmak istemedi. İlla o şirketlere verilecek. Tabii “Bunların Yahudi şirketi olduğunu nereden biliyorsunuz?” sorusu gündeme getiriliyor. Biz Yahudi, Ermeni veya Yunanlı, Rus diye düşünmüyoruz. Millî menfaatlere aykırı buluyoruz. Yabancı kim olursa olsun, isterse Türk asıllı bir yabancı ülkenin vatandaşı olan birisi de olsa biz yabancıya böyle bir şeyin verilmesini istemiyoruz. Ordumuz tecrübe kazansın. Zaten bu işi biliyorlar. Daha çok tecrübe kazansınlar ve bu toprakların altında petrol var. Maden var. Bir de organik tarım… Niye verelim? Biz buna şiddetle karşı olduk. Muhsin Bey de karşıydı. Sonra bu hükûmet tarafından getirildi. Kanun geçti geçecek. Ben o zaman tanıdığım, öğrencim olan milletvekillerinin çoğunu aradım. Dedim ki, “Bakın vakıflar konusundaki davranışla mütekabiliyet esasına uymayan sınırların yabancıya verilmesi, üstelik de Orta Doğu ülkelerinin açık düşmanı olan, birbirine düşman olanlardan birisinin tercih edilmesi dış politika bakımından da bizim rahatımız, istikrarımız bakımından da yanlıştır. Buna karşı çıkın.” Çok fazla ses çıkarılamadı ve kanun çıktı. Kanun çıkmadan evvel biz 34 kişi toplandık. 6 tane bakan vardı. Diğerleri de siyasi partilerden müsteşarlık yapmış, başbakanlık müsteşarlığı da yapmış arkadaşlar. Toplandık ve bir yazı kaleme aldık. O yazıda bunun ne kadar mahsurlu, ne kadar yanlış olabileceğini anlattık.
Bir de ben şunu çok iyi biliyorum, orada etkili olduğumu söylemeliyim. Bor Madenlerini Osmanlı döneminde İngiliz şirketleri çalıştırıyordu. Bu İngilizler kadar Türkiye’ye kötülük ve düşmanlık yapan ikinci bir ülke yoktur. Herkes Rusya zanneder. Evet Rusya çok kötülük yapmıştır ama İngilizler kadar kötülük yapan başka bir millet yoktur. Birinci sıra ona aittir. Tarih bunu ortaya koyuyor. Kültürel anlaşmalardan ölüme kadar giden yerde hep bunu görürüz. Bunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Kendileri de inkâr edemiyor zaten. Sadece konuşulmasını istemiyorlar.
O ocaklarda çalıştırılan yabancı işçiler var. Bunlar gündüzleri ocakta çalışıyormuş gibi istirahat ediyorlar, talim yapıyorlar. Geceleri de Yunan ordusunun elemanı gibi köy basıp, birlik basıp adam öldürüyorlar ve oralarda yayılma hareketini sağlamaya çalışıyorlar. Atatürk’ün yazdığı Nutuk’ta da uzun uzun anlatılır. O mektuba bunu da koyduk. Çünkü orada çok enteresan bir madde var. Diyor ki; “Burada herhangi bir inzibati bir hadise, bir olay çıkarsa İngiliz şirketi talep etmedikçe Osmanlı zabitanı buraya asla müdahale edemez.” Çünkü müdahale ederse casuslar yakalanacak. Bu madde maalesef bu kanuna da girmiş. Bu böyle çıktı. O zaman Abdullah Gül benim fakülteden öğrencim olduğu için, zarif de bir adam, ona da götürdük yazılı olarak. Bazı arkadaşlar gidip görüştüler. İmzaladı. Nasıl beyninizden vurulmazsınız. Vurulduk. Sonra Anayasa Mahkemesi ittifakla çok ağır bir gerekçeyle iptal etti.
Demirel’le cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra görüşme yaptınız, niçin gittiniz?
Süleyman Bey cumhurbaşkanlığından emekli olmuştu. Politika dışındaydı. Birisinde yine 4 kişi beraber Süleyman Bey’e gitmeyi, bir konu hakkında malumat sahibi olunması için kararlaştırdık. Sanıyorum ya eşinin ya birisinin kızının bir rahatsızlığı oldu. Baki Tuğ, Giresun milletvekilliği de yapmış Refaattin Şahin ve ben Süleyman Bey’e gittik. Muhsin Yazıcıoğlu ile gittiğimizde Baki Bey vardı galiba ama Refaattin Bey yoktu. O görüşmelerde İstanbul’da bir otelde yemekte karşılaşmış olduğumuz zaman “Çocuklar nasılsınız? Sizin gidişatınızı çok beğeniyorum.” dediği için “Efendim bizim sizin tavsiyelerinize ihtiyacımız var.” diye bir espri yaptı Muhsin Bey. “Bekliyorum.” dediği için gidildi. Daha sonra o konulara başka konular da eklenince Süleyman Bey’e hadiseyi doğrulatmak niyetiyle gidildi, çok yalan söyleniyor çünkü. Özellikle Hasan Ekinci adını vereyim. Onun ağzından çok şey üretiliyordu bizim partiyle ilgili. Hasan Ekinci bizim partide hasım adam şeklinde görülüyordu. Onları da öğrenelim diye biz gittik. Tabii hepsinin uydurma olduğu ortaya çıktı. Sayın Demirel’in de görüşlerini aldık. Bize çok da faydalı görüşler söyledi.
“Erbakan’ı Ölünce Daha İyi Anladım, Haklı Çıktı”
Erbakan’la görüşmeniz oldu, ne önerdi size?
O görüşmede Sayın Erbakan bizimle görüşmeyi teklif etti. Bizde bunlar nasıl olabilir, neler yapılabilir, hangi konularda fikri nedir diye görüşmeye gittik. Tabii zannediyorum araya bir ikindi namazı da girdi ama bunları çıkarırsanız en az 2-2,5 saat sürdü bu konuşma. Bunun 2 saatini rahmetli Erbakan, kalan yarım saatin de 5 dakikasını Muhsin Bey, 2 dakika ben, Bahri Zengin, Asiltürk falan kalabalık bir heyet. 7-8 kişi onlardan, bizden de 3 kişi. Orada öyle şeyler anlattı ki biz çıktıktan sonra Muhsin Bey ile “Yahu hayalinden geçenleri hakikat mi zannediyor, rahatsız da olduğu için.” diye böyle birbirimizle konuştuk. Bana da öyle geldi, sana da öyle geldi falan. Bizim aklımıza yatmaz gibi geldi. Ama sonra hepsi doğru çıktı.
Yani meselelerin derinliğine takibini yapan birisiymiş ve öldükten sonra benim nazarımda “Daha fazla dinleyebilseydik bu adamı. Fikrine uymasak da particilik yapmasak da olabilirdi.” diye. Ama şunu hiç söylemedi; ”Bu partileri bir araya getirip niye birleşmiyoruz?” demedi Erbakan. Bize ne gözle bakıyordu, o çok yorum götürür. İtaat etmemizi teklif etmedi. İttifaka açık ama aynı partide beraber olmamıza kapalı gibi geldi. Muhsin Bey’e “Muhsin Bey evladım değil, Muhsin Bey kardeşim, aziz kardeşim.” bu sıfatlarla bize hitap ediyordu.
Öyle şeyler anlattı ki orada. Bu sanayileşme meselesinin nasıl engellendiğini ve birinci derecedeki engelin de İsrail taraftarı insanların devlet içerisine nasıl çöreklenip kendilerini nasıl sakladıklarını, bu saklanmayla beraber yetkili durumların Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nı nasıl işi ipe un serer hâle getirdikleriyle ilgili öyle şeyler anlattı ki ibretlik. Ağzınız açık kalır. Rahmetli oldu gitti. Şimdi dönüp ben o konulara şöyle baktığımda, daha beteri de oluyormuş da bizim haberimiz yokmuş. Erbakan haklı çıktı.
“ ‘Ücretli, Görevli’ Derdi…”
Erbakan’ın o görüşmelerde Tayyip Bey’le ilgili düşüncesi nasıldı?
Recep Tayyip konusu konuşulmadı. O toplantıda konuşulmadı. Başka bir toplantıda o konuya başından beri soğuktu. Bir türlü Recep Tayyip’i bağrına basamadı, sevemedi. “Ücretli, görevli” lafı onun ağzından çıktı. Ben neyin ücretinin, neyin verilip de görev yaptırıldığını sağa sola sordum. İl başkanlığı veya daha evvelki görevlerde maaş ödenmiş Tayyip Bey’e. Gönüllü hizmet değilmiş. Ücretli hizmetmiş. Bunları sonradan öğrendik. Ondan dolayı kullanılacak, etkisiz hâle getirilecek, tehlikeli olursa itibarı zedelenecek, oynanacak.
İşte sizin gördüğünüz bu kadar adamın hakaretine uğramak istemediğim için hiçbir teklifi kabul etmedim. Hele birisi gece yarısı, -“Allah da istemedi” diyeceğim- “Mutlaka Başbakan sizinle görüşecek.” dedi. Necati Çetinkaya. Özellikle ben tabii dönem arkadaşım olduğu için üniversiteden, bizim de Meclis başkanı oldu ya Yozgatlı Cemil Çiçek. Daha bir sürü arkadaş. Onlar düğün, bayram hâlinde. İşin garibi Başbakan sizinle muhtemelen 00.00-01.00 arası gece görüşecek. “Niye?” dedim. Şöyle bir şey dediniz mi, “Bu tür teklifler Başbakan’dan veya Genel Başkan’dan gelmediği müddetçe ben saymam.” dedim bunu. Çünkü bir sürü aracı oluyor. Sizi oraya getirirse kendi kredisi artacak. Ben bunları defalarca gördüm, yaşadım. Dolayısıyla ben bunu ciddiye almam. Bu tür meselelerin dışında kalmak istiyorum. Bir talebim de yok. Bir de “Ben orada uzun süre geçinebileceğimi zannetmiyorum.” dedim. “Biz seni göstereceğiz.” Çetinkaya çok hevesli. O arada da bir telefon geldi albay arkadaşın hanımından. Trafik kazası geçirmiş hastanede. “Enis Hoca’nın tanıdığı vardır, biz burada ciddi bir alaka görmüyoruz demiş.” Ben de hanıma dedim ki, “Ben hemen gideyim.” Telefonumu yanıma almadım. O telefondan arayabilirler belki. Geç olduğu için görüşmek istemedim. Ben nazikçe reddetmeyi düşünüyorum. Tayyip Bey de tahmin ediyor. Çünkü üç deneme boşa çıkmış.
Neden AK Parti ve Erdoğan’la siyaset yapmak istemediniz?
Şimdi diyeceksiniz ki niye bu kadar peşin hükümlüsünüz, uzak durdunuz? Kuleli Askerî Lisesinin biraz üstünde Konyalı kimler vardı orada? İş adamları. Onların evinde yapılan bir toplantıda Murat Ülker, -benim de kurucu başkanı olduğum vakfının da üyesidir- 22 kişilik iş adamlarıyla, bilim adamlarıyla kurduğumuz Avrasya Vakfı var, şimdi Şaban Gülbahar onun başında. Bir ilim yuvası olarak nazik, kibarca bilgi sunma ve bilgilendirmenin ötesine geçmiş. “Gel burayı idare et.” diyor. Ben İstanbul’a yerleşemem ki! Benim neyim varsa sattım. Kalmadı ki kooperatif dairesi. Başımı sokacak bir yer buldum. O evdeki toplantıda benim kurucuları arasında yer almam konusunda çok fazla ısrar ettiler, özellikle Ülker Ailesi ve diğer dostlarım. Tayyip Bey’in orada bir cümlesi oldu: “Biz Enis Bey’i tanıyoruz. Daha evvel birtakım iş birliği yaptık. Belediye başkanlığı seçiminde Küçükçekmece, Avcılar değişik yerlerde. Ben Türkeş Bey’i de ikna ederek bunların talebi doğrultusunda iyilik de yaptım. Çok fazla dürüst. Çok fazla Türkperest.”
“Gül Üzerinden Teklif Geldi; ‘Gitmiyorum’ Dedim”
Bunu duydum da hadi Türkperest münakaşa edilir. Bana birisi düşmanlık yapıyorsa yapma diyorsun, inadına yapıyor. O zaman ben onu niye seveyim. Islah olması için uğraşırım. Ama dürüstlük meselesine ilmen bakıyorum, bir kulp bulamıyorum. Dinen bakıyorum kulp bulamıyorum. O teklifi yapmadı. Daha sonra Cemil Çiçek telefon etti. Abdülkadir Aksu telefon etti. Ben de şahit. Yanımda arkadaşlarım var. Dediler ki, “Erkan Mumcu ile Enis Bey’i alacağız. Başka kimseyi almayacağız.” Ben de danıştım. Ben bu sözden çok müteessir olduğum için düşünmediğimi söyledim ama bunlar yine ısrar ettiler. Ben düşünmediğimi söyledim. O arada bir haber daha geldi Tayyip Bey’den ve yakınındaki arkadaşlardan. “Abdullah Bey sizi bekliyor. Abdullah Bey ile hemen konuşsunlar. Bu işi bitirin.” dedi. Abdullah Bey hem öğrencin hem dostun. Yine geldiğim noktaya başa sardık. “Gel görüşelim.” demiyor. Abdullah Bey ile görüşün. Abdullah Bey’in üzerinde kalacak benim kabul edilmeyişim. Yarın bir çıngar çıkarırsam “Al senin adamın.” diye Abdullah Bey’in üzerinde bir tokmak olacak. Bu şekilde hiç kimsenin incinmesini de istemem. Bu tür siyaset yapmak da tabiatıma aykırıdır. “Gitmiyorum.” dedim.
ERKAN MUMCU KİMDİR?
1995’te ANAP’tan Isparta milletvekili seçildi. ANAP’ta genel başkan yardımcılığı ve genel sekreterlik görevlerinde bulundu. 57. Hükûmet’te Kültür ve Turizm Bakanı olarak görev yaptı. 2002’de AK Parti’ye katıldı. Millî Eğitim Bakanı olarak görev yaptı. 2005’te hem bakanlıktan hem de partiden istifa etti. ANAP’ın başına geçti. 2008’den itibaren de aktif siyaseti bıraktı. ANAP-AK Parti ve DP’de siyaset yaptığını herkes biliyor ama 1993’te BBP’ye üye olduğu pek bilinmez. Mumcu, “O bizim ‘Reisimiz’di.” dediği Yazıcıoğlu’nu anlattı.
ESKİ BAKAN ERKAN MUMCU:
“O Hayatta Olsa Yapılamazdı…”
Gıyabi tanışmamızdan önce biz kendisini tanıyorduk. Buna literal olarak tanışma demek doğru olmaz ama o bizi bilmese de biz onu çok iyi biliyorduk. O bizim “Reisimiz”di. Ülkücü Hareket’in efsaneleşmiş önderlerinden biri idi. Özellikle 12 Eylül sonrası tutukluluk devresinde onu tanıyan insanlarla beraber günler, haftalar, aylar geçirdim. Onunla ilgili pek çok anı anlattıklarına tanık olmuşumdur. Onun hakkında konuşan herkes onu sevgi, hürmetle anıyordu. 12 Eylül’den sonra rahmetli Türkeş’in cezaevinden çıkmasıyla beraber hem Ülkücü Hareket hem de MHP’nin geleceğine ilişkin tartışmalar vardı. Türkeş ve hareketin önderlerinin pek çoğu tutuklu iken, dışarıda yayın hayatına pek yansımasa da çeşitli topluluklar arasında süregiden bir muhasebe vardı. 12 Eylül öncesi politikalarının hatta daha genelde ideolojik çerçevenin başımıza gelenleri, yaşadıklarımızı karşılamaya yeterli olup olmadığı konusunda bir tartışma vardı.
Bu tartışmaya paralel, belli belirsiz bir ayrışma da vardı. Rahmetli Türkeş cezaevinden çıktıktan sonra bıraktığı yerden devam etme eğilimi gösterdi. Herhangi bir muhasebe yapma yönlü tutumu yoktu. Hareketin mensuplarında böyle bir ihtiyaç duyumsanıyordu. O zaman parti ve teşkilat diye bir ayrım yapardık. Ocak diye daha doğrusu. Parti görüşü ile Ülkü Ocağının görüşü arasında ilan edilmemiş bir mesafe çoğu zaman hissedilirdi. Bu belki Ankara’da hissedilmiyor olabilirdi, o zaman taşrada kulaklar Ülkü Ocağının ağabeylerine çevrilirdi. Ben kendi adıma rahmetli Türkeş’in tutumunu çok onaylamıyordum. Bir gün Muhsin Yazıcıoğlu çıkacak ve bize bir ışık, yol olacak diye bekliyorduk. Ama benim adıma beklediğimiz şey olmadı.
“İlk Tanışma, BBP’ye Üye Oldum”
Yazıcıoğlu ile tanışmanız ne zaman oldu?
Ne zaman bu ayrışma ortaya çıktı? BBP’nin kuruluş aşamasına götürülen olaylar zincirinde. Ben ilk defa BBP’nin kuruluş aşamasında bir topluluk içinde dinledim kendisini. Hatta bir arkadaşım bu toplantının videosunun var olduğunu söyledi. Orada kısmi eleştiride de bulunmuştum. Ordadır ilk tanışmamız. Daha sonra her ne kadar eleştirsem de ben samimiyetine ve milletine adanmışlığına şüphesiz inanıyordum. Siyasi partilerle demokratik yollardan varılacak bir yol olduğuna dair inancı çok zayıf olmasına rağmen gittim BBP’nin Bahçelievler teşkilatına üye oldum. Bu daha çok yönteme inanmaktan ziyade ona inanmaktan. Onun samimiyetine inanmışlığımdan kaynaklanan bir şeydi. Bir iki İstanbul ziyaretinde de beraber olduk.
Standart gibi gördüğüm politika kulvarı içinde çok büyük ümitler beslemediğim için daha çok olup bitenleri pesimist/eleştirel bir dille yorumluyordum. Bu yükü omuzlamış bir lidere haksızlıktı aslında. Bunu şimdi anlıyorum. O zaman yararlı olduğuna inandığım düşünceleri kendisiyle samimi olarak paylaştığım kanaatindeydim. Önerilerimin bazılarının isabetli olduğunu bugün bile değerlendirmekle beraber yaptığımın tümüyle yanlış olduğunu hayat bana sonradan öğretti.
“ANAP-RP Koalisyonu İçin Birlikte Çalıştık”
Daha sonra ayrıldınız ama ittifak çatısı altında yeniden buluştunuz!
Sonra kader bizi aynı partinin çatısı altında (İttifak dolayısıyla.) 1995 Parlamentosunda buluşturdu. Zaten birbirimizi tanıyorduk. Fakat onlar hiç bana daha sonraki hareketlerinde birlikte hareket etme yönlü telkinde bulunmadılar. Zannediyorum demokratik terbiyenin bir icabı olarak yapmadılar. Yapsam mutlu olurlar mıydı, bilmiyorum. Ama yaptıklarını yapmamaları için çok uğraştım. O tarihte “REFAHYOL mu ANAYOL mu kurulsun?” diye bir tartışma vardı; kurulması gerekenin REFAH-ANAP koalisyonu olduğu yolundaki fikrimiz için çok çaba sarf ettik ama sonuç vermedi. Bundan dolayı kimin kusurlu olduğunu bugün dahi söyleyemiyorum. Erbakan ve ekibinin mi, Mesut Yılmaz ve ekibinin mi kusurlu olduğuna adil bir karar veremiyorum. Refah Partisinin de süreci iyi yönetemediğini düşünüyorum. İçinde olduğum ANAP’ın kusurlarını zaten görüyorum ama kusurlar o başarısızlığı açıklamaya yetmez. O fırsatın kaçırılması ülke adına bedeli ağır neticeleri de davet etti, sonradan yaşayarak gördük. Rahmetli Reis ile aynı çatı altında buluşmuşluğumuz o yüzden çok uzun süremedi.
28 Şubat sürecindeki duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Koalisyon kurulamadı. ANAYOL kısa sürdü, ardından REFAHYOL ve 28 Şubat. 28 Şubat meselesi, ayrışmanın da başladığı yerdir. Oralarda tamamen hem demokratik hem millî diyebileceğimiz bir duruşu tercih etti Muhsin Bey. Dirayetli duruşu gösterdi hem de vakarla gösterdi. Hiç tutumunu şova dönüştürmedi. Ama sonraki yıllarda o günkü dirayetinin, çeşitli siyasi fırsatlar ve imkânlar elde etmiş olmasına rağmen destek verdiği siyasi kadrolarca bilinmediği kanaatindeyim.
“ ‘İslamcılar’ Bencil…”
Hatta bırakınız bir iyilikle mukabele etmeyi bir şükran ifadesiyle bile karşılaştığından şüpheliyim. Bence Türkiye’de “İslamcı” diyebileceğimiz siyasetin aslında ne kadar dar bir çerçeve ve bencil bir hâletiruhiye ile sevk ve idare edildiğini en iyi gösteren örneklerden birisi rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na reva gördükleridir. En dar zamanlarında her zaman yanlarında buldukları bir adamı kendileri rahatta olduğu zaman hatırlamak bile istemediler. Buna kısmi bir örnek de Hasan Celal Güzel’dir. Kısmi diyorum, Yazıcıoğlu’nu anarken eş değerde gördüğüm anlaşılmasın. Güzel’e karşı takınan tavır da benzeri. 28 Şubat’ta dirayetli duruş gösteren kim varsa bakın, İslamcı siyasetin dışında kalmıştır. Çoğu da ülkücü-milliyetçi-merkez sağın demokrasiye inanmış insanlarıdır. Onlar çok sağlam ve dirayetli bir duruş gösterdiler. Hiç tevazu oyununa girmeden kendimi de bu tanımın içine koyarım. Ben de çok namuslu ve dirayetli bir duruş gösterdiğime inanıyorum.
Sonradan vardığım bir değerlendirme; olup biten… Yazıcıoğlu bunu millî, izzetinefis olarak görürken, işlerin neticesi, sonradan iktidarı gücü ele geçirenlerin politik bir pragmaya dönüştü. Tarih bunu maalesef kanıtladı.
“Bakan İken Ricasını Emir Telakki Ettim”
Siz AK Parti’de bakan olduktan sonra ilişkiniz nasıldı, sizden ricası olur muydu?
Yazıcıoğlu’nun ömrünün son deminde, bugün benim tespit ettiğim olguya tanık olmanın hayal kırıklığını ve üzüntüsünü yaşadığını düşünüyorum. Bunu zaman zaman konuşmalarımızda da açık bir şekilde ifade etmese de çeşitli konulara ilişkin eleştiri ve yakınmaları bana da söyledi. Biz partilerimizin takındığı tavır nedeniyle farklı kamplarda görünüyorsak da aralıksız olarak iletişimimizi sürdürdük. Hem kadrosuyla hem kendisiyle. Ben naçizane partimin (AK Parti) iktidarda olduğu ve bakan olduğum dönemde onun her türlü ricasını emir telakki ettim. Geciktirmeden, bekletmeden neticelendirdim. Taleplerinin çoğu, sınırlı sayıda belediyelerinin mağduriyetlerinin ortadan kaldırılması veya bürokraside mağduriyete uğramış ya da uğraması muhtemel değerli vatan evlatlarının hak ve hukukunun gözetilmesinden ibaret şeylerdi. Benim için anlamı, onun rica etmesi değil, benim dikkatime getirmiş olmasıdır. Bunları yerine getirmekten bahtiyarım çünkü milletimizin tarihi içinde çok özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Özel bir şahsiyet modeli olduğunu düşünüyorum.
“Adanmış Bir Ömür, Dava Adamı”
Sadece bir siyaset adamı olarak mı gördünüz, tanıdınız?
Yazıcıoğlu’nu bir siyasetçi diye yorumlamak, anlamak doğru ve tutarlı bir şey değil. Böyle birisi değildi. Bir taraftan aydındı, toplumun değerlerine, kaderine, ülküsüne duyarlı, onu ayağa kaldırmaya adanmış bir ömrün, hangi durumda nerede durması gerekiyorsa onu yapmaya çabalayan ve üstüne yüklenen yükün ağır mı hafif mi olduğuna, taşıyıp taşıyamayacağına hiç bakmaksızın yük varsa altına giren bir adamdı. Onu böyle BBP, milletvekilliği veya siyasi partiler veya siyaset parantezi içine sıkıştırmak ona haksızlık olur. Aynı zamanda kültür adamı idi, şimdilerde değerini çok yitirmiş olsa da o bir dava adamıydı. Onun hayatı adanmışlık üzerine kuruluydu. Muarızları acımasız militanlığına dair hikâyeleri çok anlatırlar. Ama ben onu her zaman merhametli bir adam olarak gördüm. İletişime çok açık, muarızlarını bile anlamaya çok açık insandı. Meclis kulisinde etrafında oluşan halka her zaman rengârenk bir halka olmuştur. Hem milletvekilleri hem ziyaretçiler hem de basın mensuplarına kategoriler hâlinde bakın, hiç tek renkli bir topluluk görmezdiniz.
“Tebessümünü Unutamıyorum”
Çok beğendiğiniz, unutamadığınız bir özelliği var mı?
Kendisine çok yakışan muhteşem tebessümü ile onu hep öyle hatırlıyorum. O tebessümden bahsetmek istiyorum. Benim aklımdan çıkmayan şey odur. Yazıcıoğlu deyince aklıma o gelir. Öyle bir tebessüm ki samimiyet, içtenlik, mahcubiyet, tevazu… Her şey o tebessümün içinde vardı. O tebessümün zihnime kazınmasının sebeplerinden bir tanesi de kendisine bir gün kılık kıyafet seçimi konusunda yaptığım bir eleştiriye verdiği yanıt olmasıdır. Dedim ki “Reis, biz biliyoruz yani her tarafın buram buram Anadolu da, kılıktan kıyafetten yansımasa. Ben sana stil danışmanlığı yapayım.” O anlattığım gülümsemesi ile bir şey demeden tebessüm etmişti. “Bizden bu kadar.” gibi bir şey söylemişti. Sadece samimiyetim mazeret yerine geçebilir. Kabalık değildi. O da biliyordu ki her zaman olabileceği en iyi yerde görmeyi hayal ettim. Bunu bildiği için olumsuz tepki göstermeyip “Erkancığım bizimki de bu kadar.” demişti.
“Nankörlükten Yorulmuştu”
Son yıllarında görüşmeniz oldu mu?
2007 yılında beni evinde bir kahvaltıya çağırdı. İslamcı siyasa, kendisini millî mefkûrenin bir aygıtı olarak görmekten çok, gücün sahibi olarak görür. Kendisine vaaz eden bir hâletiruhiye ile hareket ettiği yönündeki eleştirilerimi söylediğimde, acı ile tebessüm ettiğini hatırlıyorum. Yorgundu. Nankörlükten yorulmuştu aslında. “Delikanlı” bir adam olduğu, pes etmek kitabında da yazmayan bir adam olduğu için mukadderatına doğru gitti.
DYP ile ittifakı (2007) başarabilseydik ben yeniden yollarımızın bir araya gelebileceğini ve aslında AP’li babalarımızdan devraldığımız Türkiye’yi, sağ siyaset mirasını kendi kuşağımızın konumlandırmasıyla yeniden devam ettirebileceğimize inanıyordum. Böyle bir hayalim vardı. DP, AP, ANAP’a gelen çizginin yeniden DP’yle birleşmesiyle 60-70’lerde yapılmış dışlayıcı hataları yapmadan demokrat bir siyaset alanı olarak başarılabileceğini, kendisinin de tarihsel bir rol oynayabileceğine inanıyordum. Biz başaramadık.
İttifak niye kurulamadı?
Biz şunu hedefliyorduk. DYP-ANAP-BBP, gelirlerse SP, ben Devlet Bahçeli’ye de gittim. Hatta MHP. Çok kapsamlı bir sağ siyasal çatıyı kurabilir miyiz? Ben ağırlıklı olarak bu çabayı gösteriyordum. Erken seçim kararı alınması, yeni bir siyasi parti çatısını imkânsızlaştırdı. Çünkü YSK, seçime girecek partilerin listesini yayımlamıştı. Mevcut tüzel kişiliklerinden birinin çatısı altında bir birleşme dışında hukuki imkân kalmamıştı. Bu bizi hayallerimizden uzaklaştırdı. Rahmetli Başkan’la da bu aşamada görüşmüştük. İttifak formülünün bu aşamada daha doğru olacağını ifade etti. Ben de vatandaşın ittifaklara güven duymadığını, seçimde başarı elde etmenin ittifak değil birleşmeler olduğunu söyledim. Benim önerim imkânsızlaştı.
“Aşağılık Bir Kolpa ile Dışarıda Kaldık”
Mehmet Ağar da prensipte olumsuz bir beyanda bulunmuyordu. Benimle konuşurken bulunmuyordu ama Ağar’ın beyanlarının pek çoğu sonradan yalan çıkınca hangi beyanında samimiydi değildi bugün yargılama imkânından yoksunuz. DYP’nin DP olması ve birlikte seçime girme imkânımız yoğun bir sabotaja maruz kaldı, anladığım kadarıyla rahmetli Muhsin Bey de bu sabotaj girişimlerini görüyordu, konuştuğumuz şeyin gerçekleşme ihtimali kalmadığını o da gördü. Erken seçim kararı ve 367 tartışmalarının yarattığı travma, sonradan çok daha ayrıntıları ortaya çıkan başta örtülü ittifakların Mehmet Ağar’ın iradesini bloke ettiğini bize gösterdi. Nitekim biz o seçimde, aramızda bir anlaşma hatta imzalı yazılı protokol bulunmasına rağmen seçim dışı bırakıldık. Bildiğiniz kolpa… Aşağılık bir kolpa ile seçim dışında kaldık. Hayallerimiz yıkıldı. Türkiye yanlış yola girdi, 15 Temmuz’a kadar getirdi.
Türkiye’nin başına gelenleri, olaylar üzerinden tarih okuması yapmıyorum. Ne yaşadıysak, 10-20 yıl önce ne yaşanacağını neredeyse takvim vererek söyledim. Bu bir kehanet değil. Sosyal hadiselerin tabiatı vardır. Toplumun tabiatı vardır, siz o tabiat hakkında hakikatlere vâkıfsanız sıhhatli öngörülerde de bulunursunuz ve bu kehanet değil. O hayal böylece tarihin çöplüğüne atıldı. Başka bir koalisyon AK Parti-Fetö koalisyonu iktidar oldu.
2007’nin sonunda siyaseti tamamen bıraktım. Ülkede yaşananlar karşısında özellikle aydınların duyarsız hatta ikiyüzlü, iktidar yardakçısı pozisyonları beni tiksindiriyordu ve o yüzden siyasete dair ne varsa uzaklaşma kararlılığındaydım, gidip gelemedim. Ama Reis dirayetli adamdı, mücadelesine, kavgasına devam ediyordu, doğrusu ben de kendisini bir taraftan hayranlıkla, bir taraftan hak ettiği saygınlığa kavuşmamış olması nedeniyle öfkeyle izliyordum. Öfkem, yanında olması gerekip olmayanlara idi. En azından hakkını şifahen bile teslim edecek bir kadirşinaslık bekliyordum, görmedim. Rahmetlinin hayatı boyunca da bunu gördüğüne tanık olmadım.
Demek ki tıpkı Nebiler, Resuller, Veliler, Şehitler gibi… Şehitlerin şahı Hz. Hüseyin gibi kimseden bir şey ummadan, beklemeden, mücadelesini sürdürdü. O belli ki mükâfatını Hak’tan bekliyormuş, Cenabımevla ona mükâfatını, bize ibretlik bir ders verdi.
“Solcu Koğuş Arkadaşını Dayaktan Kurtardı”
Bir gün kuliste oturuyoruz. Beraber aynı koğuşta, yan yana yattığı arkadaşları da var. Hatırladıklarımdan biri de bizim Yaşar Okuyan. Sohbet ediyoruz. Kimin aklına geldiyse bu rahmetlinin birini dayaktan kurtarması hikâyesi geldi. Solcu bir çocuk. Aynı yerde kalıyorlar, sürekli ders alıyorlar. Atatürk ilkeleri, Atatürk’ün hayatı. Atatürk’e dair her şey. Tertip askerler geliyor. Acemi erlerden bir tanesi, Türkçesi de mahallî ağızla konuşan birisi, solcu çocuklardan birini çıkarıyor öne. “Söyle lan!” diyor, “Atatürk ne yaptı?” diyor. Soruyu tam anlayamıyor, “Vatanı kurtardı komutanım.” diye bağırıyor. “O değil lan, başka ne yaptı?” diye eline vuruyor. “Cumhuriyeti kurtardı.”, “O değil.”, “Düşmanları kovdu.”, “O değil.”, “O devrimi yaptı.”, “O değil lan.”, “Bu devrimi yaptı.”, “O değil lan.” düşünüyor. Rahmetli Reis, askerin bilişsel durumunun hangi seviyede olacağını anlayınca çocuğa yaklaşarak diyor ki “Dayısının çiftliğinden kargaları kovaladı komutanım.” diyor. “Hah şöyle lan.” diyor. “Geç yerine.” diyor. Bunu rahmetlinin kendisinden kuliste dinlemiştim.
Yazıcıoğlu sizce öldürüldü mü, Türk siyasi hayatı neyi kaybetti?
Ben önce şunu söylemek istiyorum; ister öldürülmüş olsun ister kaza ile vefat etmiş olsun. İkisi de Cenabıallah’ın takdiri dışında değildir. Bence evvel emirde bu vefatın oluş şekli, onun şahsiyetine, hatırasına, şahsı manevisine çok uygun düşen bir şey olmuştur. Ben bunda bir hikmet olduğunu, Mevla’nın bir ihsanı olduğunu düşünüyorum. Hani Yunus’un kendi için dilediği hikâyeye benzedi; “Bir garip ölmüş diyeler, 3 günden sonra duyalar, şöyle bir bencileyin…” Öyle bir adamdı. Derviş gönüllü bir adamdı. Şair yönüyle de Yunus’a vâris olacak biriydi. Çünkü bu milletin, toprağın ruhu üstünde buram buram tüten bir adamdı. Birine ruh adam nitelemesi yapılacaksa benim çağdaşlarım arasında bu sıfata yakışacak kimseyi görmedim. Gerçekten o bir ruh adamdı, milletin, tarihin, toprağın içinden sürekli tütüp duran bir şeydi. Tam onun hâline yakışır bir hikâye oldu, vefatı.
“Suikast, Cinayet Olduğuna İman Ettim!”
Ben çok tereddüt yaşadım, ulaşabildiğim imkânlarla öğrenmeye çalıştım. İlk başlarda bana söylenen, o helikopterle o hava şartlarında yolculuk etmesinin yaşananların kaza olma ihtimalini çok güçlendirdiği yolundaki kanaatlere bir nebze itibar etmiştim. Şüphelerim hâlâ bulunmakla beraber ne zaman ki 15 Temmuz oldu, Hava Kuvvetleri içinde örgütlenmiş birtakım şer güçlerin, nelere tevessül edebilecekleri, kalkışabilecekleri somutlaştı; yaşanan şeyin bir suikast, cinayet olduğuna iman ettim. Çünkü olay anında cep telefonu ile iletişim kurulabilen bir lokasyona, saatlerce GSM sinyalinin alınmaya devam ettiği bir lokasyona 3 gün boyunca ulaşılmamasının hiçbir izahı yok. Bunun arkasında yatan asıl faktör Malatya Valiliği, Emniyet ve 2. Ordu Komutanlığı… Bunlardan bunun hesabı sorulmalı. Bugüne kadar sorulmadıysa da bir gün mutlaka sorulmalı. Ben bunun yapılan hatalar manzumesinin, masum yanılmalar olduğuna artık asla inanmıyorum.
“O Hayatta Olsa Yapılamazdı…”
Yaşamış olsa siyasetteki yeri, siyasetin ne kaybettiği…
Ne kaybetti meselesi çok izafi bir meseledir. Ama milliyetçi/ ülkücü siyasanın ya da geleneğin mensuplarına sonradan kabul ettirilen, hazmettirilen pek çok siyasi pratiğin, olgunun, o hayatta olsa idi başarılamayacağını düşünüyorum. Rahmetlinin korkusuzluğu ama hiç korkusuzluğu hiç kimse ve hiçbir şeyden korkmamasının “Öldürüp kurtulmaktan başka çare bırakmamış.” olacağını düşünüyorum, zannediyorum. Kime? Devlete, millete ihanet etmiş birtakım insanlara, örgütlere. Peki, bunun Yazıcıoğlu ile ilgisi ne? Muhsin Yazıcıoğlu benimle olduğu gibi devletin hemen her noktasında tanıdığı, onu seven pek çok insan olan birisiydi. Sadece kendi siyasi örgütünden bahsetmiyorum, onun dışında kendisine hürmet eden binlerce insan vardı. Vâkıf olduğu bilgiler ve buna karşı takınmış olduğu tutumun rahmetlinin suikastına zemin hazırladığını düşünüyorum. Eğer esaslı bir inceleme yapılırsa 2006’da başlayıp 2007’den sonra hızlanan suikastlar, cana kıymalarla ilintili insanların hangi merkezin sevk ve idaresi ile hangi imkânlarla kullanılarak yapıldığı açığa kavuşursa Muhsin Yazıcıoğlu suikastının da açığa kavuşabileceğini düşünüyorum. Hrant Dink, Rahip Santara, Malatya Zirve Kitabevi, Danıştay baskını… Bunların hepsi birbiri ile iltisaklı olaylar. Bunları tasarlayan, organize eden aklın kendini gizleme kastı ile Yazıcıoğlu’nun canına kastettiğini düşünüyorum.
Bir kısmı 15 Temmuz öncesinde, bir kısmı 15 Temmuz’dan itibaren yargılanmakta olan, bir kısmı hiç yargılanmamış olan birtakım adamların bu işin arkasında olmalarını çok muhtemel görüyorum. Herkesin telefonlarını, yaşadıklarını hem teknik hem fiziki takiple izleyen, dinleyen, kayıt eden örgütlerin Yazıcıoğlu’nun da son birkaç yılını dakika dakika kayıt ettikleri konusunda en küçük bir kuşku duymuyorum. Dakika dakika kayıt edilmiş hayatın detayları nerede? Bu kayıtlar kimin elinde? Bu soru benim kitaba katkı sunmam için tek gerekçedir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti bir millî devlet ise, tarihte millî bir devlet olarak anılacaksa Muhsin Yazıcıoğlu gibi sembol bir millî şahsiyetin suikastını örtülü bırakamaz, o örtülü kaldıkça, bu devletin millî olma karakteri de kuşkulu kalacaktır. Bu benim asla değişmeyecek yargımdır, başka bir şey söylemek istemiyorum.
EROL DOK KİMDİR?
12 Eylül öncesinde Ülkü Ocakları yöneticisi. 1980 Darbesi sonrasında Yazıcıoğlu ile birlikte Mamak Cezaevinde kaldı. 1993’te BBP’nin kurucuları arasında yer aldı. Genel sekreterlik ve genel başkan yardımcılığı yaptı. Yazıcıoğlu’nun yakın çalışma arkadaşlarındandı.
YAKIN ÇALIŞMA ARKADAŞI EROL DOK:
“Abdullah Çatlı İçin Ağar’a Rica Etti…”
Yazıcıoğlu ile tanışıklığınız ne zaman başladı?
Aslen Trabzonlu ama 1957 Ankara doğumluyum. Ziraat Fakültesinde okurken rahmetli Başkan’ı tanıdım, 1976’lı yıllar. Onun vesilesi ile de Ülkü Ocaklarına girdim. 77-78’li yıllarda yanında oldum. Sonra Ülkü Ocakları Genel Merkez yönetiminde bulundum.
1980 darbesini yaşadık, aynı evde darbeye yakalandık. Evi 3-5 kişi biliyordu. O benden önce yakalandığı için Allah’a şükrettim çünkü evin adresini ben vermemiştim. Onun yakalandığı eve ben düştüm. C-5’te beraber olduk. Sonra Mamak yılları. Birçok hatıra ve değerlendirmeler. Ben kendisinden 1 yıl önce tahliye oldum. Cezaevinden kendisi çıktıktan sonra da siyasi hayata atıldığı gün, rahmetli Başkan milletvekili adayı olmuştu. 1991 yılında. “Başkan ne yapıyoruz?” diye sorduğumda “Hazırız, Sivas’a gidiyoruz.” dedi. “Dur eve geleyim.” dedim ve Dikmen’deki eve gittim. “Nasıl gidiyorsun?” diye sorduğumda Şahin marka bir arabası vardı. “Benzini dolu, 1000 lira da param var.” dedi.
Başkan’a “1-2 gün erteleyelim.” dedim ve bizim arkadaşlarla değerlendirme yaptık. “O, inançlarımızı Meclise taşıyacak.” sloganını bulduk. Arkasından ilk Sivas’a gittiğinde “O kim?” diye afiş astık. Sivas adayı olduğumuzda, diğer arkadaşlarına da destek olmamızı istedi. Destek olduk, Kavaklıdere’de ona bir büro oluşturduk. O zaman MÇP milletvekili idi. Sonrası MÇP’den bir vesile ile ayrıldık…
“Türkeş Salona Gelse Ne Yapacağız!..”
MÇP’den ayrılma gerekçeniz size göre nelerdi?
Ayrılmamızın gerekçeleri çok uzun olmakla beraber, aslı şu idi; “Her şey devlet için.” derken, bir anda “Her şey insan için.” oldu. Temel sorun burada idi. İkincisi de “Allah’ın kabul etmediği hiçbir şeyi bundan sonra yapmayacağız.” diye ortak bir söz vardı. Bunlar bizim düşüncelerimizdi, tartışılır. Biz mi MÇP’den ayrıldık, rahmetli Türkeş mi bizi kovdu, onu bilmiyorum. Bunlar derin konular.
İstifa günü geldi. Maltepe’de bir düğün salonu tutmuştuk. Ben o zaman MÇP’nin GYK’sındayım. Beni çağırdı, “Hayırdır Başkan’ım?” dedim. “Çabuk bir an önce başlat, şu işi bitirelim.” dedi. “Niye Başkan’ım?” diye sordum. ”Şimdi Türkeş kapıdan içeri girse, ‘Ne yapıyorsunuz lan burada, hadi bakayım!’ dese ne yapacağız?” dedi. Bu Başkan’ın, aynı zamanda Türkeş’e olan saygısının bir ifadesi idi.
Millî Mutabakat Çağrısı’nın hazırlanmasında katkınız var, nasıl oldu?
Büyük Birlik çalışmaları içinde iken, tüzük çalışmaları benim başkanlığımda, program çalışmaları benim organizem ile yürütüldü. Şimdiye kadar bakanlık, rektörlük, milletvekilliği ve danışmanlık yapan 100’e yakın isim o çalışmaların içinde idi. Bir Millî Mutabakat Çağrısı yayımladık. Bu çağrıyı Mümtaz’er Türköne’nin evinde Muhsin Başkan’la beraber, eşi Mualla Türköne de vardı, onun daktilosu ile hazırladık. Çağrıyı aldım elime, akademik komisyon dediğimiz arkadaşlara teker teker gösterip “İfadelerden girsin/çıksın dediğiniz var mı?” diye sordum. Katkıları olanları topladım. Ana metin Bahçelievler’deki Türköne’nin evinde yazıldı. Metin içerisindeki açılım bana göre hâlâ geçerlidir. Türkiye’nin temel taşıdır.
“ ‘İslami’ Dedik, Partinin Kapatılmasını Bekledik!”
Millî Mutabakat Çağrısı bize büyük bir açılım alanı sağladı. Bir profesör arkadaşa anket yaptırdık. Sonuç şu idi; “Siz bu şekilde Türkiye nüfusunun ancak %20’sine hitap edersiniz. O da eğitim seviyesi belli düzeyde olanlara, aşağıdakilerden bir sonuç almanız mümkün değil.” diye. Siyasal Bilgilerden solcu bir profesör geldi. Bu çalışmaların üzerine, solda bile olmayan bir anlayış getirdiğimizi söyledi. İlk sözlerimiz “Hadim Devlet” anlayışı. Sivil İtaatsizlik Eylem Planı, Sivil İnisiyatif Grubu. Partiyi kurarken “Millî, İslami, sivil ve katılımcı.” dedik. “İslami” demenin Anayasa’ya aykırı olduğunu biliyorduk, parti kapatılsın diye çok uğraştık ama beceremedik.
Parti çalışmalarına başladık. Söğütözü’nde büyük kurultaya hazırlandık. Divanın en önemli özelliklerinden biri, “Masraflar nereden karşılanıyor?” diye gelip cebime para koyanlar oldu. “Katkımız olsun.” diye yardım edenleri o gün de bugün de unutmadım, unutmayacağım.
“İnanmadığınızı Yapmayın, Yapmayacağınızı Söylemeyin”
Rahmetli bize bir tavsiyede bulunmuştu; “İnanmadığınız hiçbir şeyi yapmayın, yapamayacağınız hiçbir şeyi söylemeyin.”dedi. Sonra istişareye çok önem verdik. Rahmetli ile “kentli Müslüman” tipi oluşturmak için yoğun gayret gösterdik. Kendi çevremize bile anlatmakta zorlandık.
Parti kurulurken, kurucuları 99 diye düşündük. Allah’ın 99 ismini esas alarak yaptık. Kurucular Kurulu değerlendirmeleri oldu. Liste tamamlandı, rahmetli Başkan’a götürdüm. Kâğıtları uzattım, “Lambayı söndür!” dedi. Lambayı söndürdüm, karanlık odası. Elini kâğıtların üzerinde gezdirdi, “Şunu çıkart.” dedi. Parmağımla orayı tuttum, dışarı çıktım orayı karaladım. Kimi karaladığımı bilmiyorum. Yerine Başkan koydu. “Bu arkadaşı geçirebilirsen, morali düzelir.” dedi. Yazdım, kurucular arasında yer aldı. O tarihte aranıyordu.
“Fetih Olacaktı, BBP’ye Dönüştü”
Partinin ismi nasıl oluştu, başka isimler de vardı…
Partinin isim arayışında sona gelindi. Son gün Fetih Partisi diye karar kılındı. Ancak o gece biraz komitacılık yaptım, telefon mesajlarıyla “İstemiyoruz.” diye Büyük Birlik’e dönüş noktasında kulis attık. Amblemi Sivaslı bir arkadaş çizdi. Hilal içinde gül. Ayrıca Allah lafzı.
Parti kurulurken Nevzat Kösoğlu Ağabey ile bir görüşme oldu. “Sen partinin başına gel, ben de başkan yardımcısı olayım.” dedi. Nevzat Ağabey bunu kabullenmedi. O zaman Başkan’da illa “Ben olayım.” düşüncesi yok idi.
Türkeş’ten ayrıldıktan sonra bazı sıkıntılar yaşandı.
Rahmetli Türkeş’ten ayrılmamıza siyasi yorumlar olabilir ama bir cesaret işi idi. O dönemler bir hayli sıkıntılı ve stresli günler yaşadık. Biz ayrılırken de güzel şeyler söylenmedi. Ama biz hep rahmetli Türkeş’in sayesinde milliyetçi olduk, onun sayesinde vatan/millet sevgisini bulmuştuk. Saygısızlık edemezdik. Fakat siyasi açılım diyorduk. “Milletin %85’i Türk, %99’u Müslüman, niye oy vermiyor.” diye düşünüyorduk. İnsanlarda sevgi ve sempati alanı iyice oluşmaya başlamıştı. Hareketin içinde Ülkü Ocaklarının belli seviyede yöneticiliğini yapmış, içinde bulunmuş arkadaşların tamamının sempati alanı içinde idik. Parti kurma aşamasında bazı hatalarımızla herkese ulaşamadık.
“Özal ‘Birlikte Olalım’ Dedi, Başkan Kabul Etmedi”
O tarihlerde Turgut Özal’la bir görüşmeniz oldu, ne önerdi?
O günlerde gidişatı gören Cumhurbaşkanı Özal bizi Çankaya Köşkü’ne davet etti. Ben, Mustafa Çalık, Başkan ve ismini hatırlamadığım 4 isim gittik. Biz bir odada ağırlandık. Başkan ile Özal baş başa görüştüler. Bir müddet görüştükten sonra çıktı. Başkan’ın bir huyu var. “Görünene değil, gerçeğe göre hareket et!” esprisinden yola çıkarak yakın arkadaşlarından hiçbir şeyi saklamazdı. Başkan açık, düzdü. Tabiri caizse yatak odası hariç her şeyimiz birbirimize açıktı.
Ne konuşulduğunun özeti; “Parti kuruyormuşsun, partiye gerek yok. Ben de kurmayı düşünüyorum. Burada ağırlığımız yok. Birlikte olalım…” Başkan özetle şöyle dedi: “Aşağılar, yukarıdan sizin baktığınız gibi değil… Aşağıda sizin için bir parti kuracak aşama yok. Bizim ise partide ‘iktidar’ diye bir derdimiz yok. Biz partiyi bir mücadele diye açmak, bu açılan mücadelede nereye kadar gidebilirizin ölçüsündeyiz.” Kendisi çok ısrarcı olmasına rağmen Başkan kabul etmedi. O görüşmeden sonra Divan’da bu bilgileri anlattı.
“1994’te Erdoğan’ın Erbakan’dan Ayrılma İsteği”
Daha sonra İBB’de Tayyip Bey’i ziyaret ettiniz, hatıranız var mı bu görüşmeye ilişkin?
Tayyip Bey İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı olmuştu. Kendisini ziyarete gittik. Bir araba kadar kişi. Bir salonda hoş sohbet, değerlendirme. Daha sonra fotoğraf çekinildi. Orada 4-5 kişi idik. Sayın Cumhurbaşkanı “Ya siz Türkeş gibi bir adamdan ayrıldınız, biz Erbakan’dan nasıl ayrılacağız? Artık yenilenmemiz lazım, bizlere bırakmaları lazım.” dedi. Şahit olduğumuz sözler. Yıllar, sonra onu Erbakan’a galip getirdi.
“Ağar’a Çatlı Ricası…”
REFAHYOL koalisyon görüşmelerinde siz de vardınız, neler yaşandı?
Bizim hükûmete girmemiz için REFAHYOL ekibi bize geldi. Cinnah’ta benim ofiste. Mehmet Ağar, Ayvaz Gökdemir DYP adına, Abdullah Gül, Abdulkadir Aksu ve Fehim Adak RP’den geldiler. Uzun bir görüşme yapıldı. Buraya Divan’dan sonra geldik. Orada arkadaşlardan “Bakanlık teklif edilirse kabul et.” diyenler oldu. “Etme.” diyenlerimiz vardı, ben onlardandım. İkna etmek için “2 bakanlık, 3-4 genel müdürlük pozisyonu” dendi. Başkan, “Ben size güvenoyu vereceğim ama hiçbirini istemiyorum. Pazarlık gibi değerlendirmeyin.” dedi. Mecliste “Müslümanların iktidarını engelleyenlerden olmadığımı göstereceğim.” dedi. Mehmet Ağar’dan bir talepte bulundu: “Mehmet Ağabey senden bir talebim var.” deyince Ağar “Buyur Başkan, nedir?” dedi. Başkan “Burada söylemem.” dedi, küçük odaya geçerken, ben de yanında gittim. “Bizim arkadaşın işini halledin, başka bir şey istemiyorum.” dedi. Kastettiği Abdullah Çatlı idi…
“Mesut Yılmaz ‘Ne Cüretle Bunu Söylersin!’ Diye Uyardı”
ANAP ile BBP ittifak kararı aldı 1995’te, ben karşı idim. Bu ittifaktan sonra BBP özelliğini kaybetmeye başlamıştı. Şahsi düşüncem. Ben aday olmayacağımı açıkladım. Beni görüşmeleri not tutmak üzere Başkan görevlendirmişti. İttifakın ilk görüşmesinde Dedeman Oteli’nde bir toplantı düzenledik. Mesut Yılmaz da gelmişti. Orada Yılmaz konuştu, mikrofonu elime aldım: “Muhsin Başkan’ım, doğru yolda olduğun müddetçe arkandayız ama en ufak bir sapma olursa ilk terk eden ben olacağım.” diye bir ifade kullanmıştım. Mesut Yılmaz beni yanına çağırdı, Başkan da yanında, “Sen ne cüretle bunu söylersin!” dedi. Başkan’ın dediği ifade: “Biz birbirimize böyleyiz! Böyle olmak zorundayız…”
İttifak çalışmaları yapıldı. Milletvekili listesi hazırlandı. Daktilo edip listeyi ANAP’a bıraktık. Antep’te 4. sıra bizimdi fakat bize gelen listede Eski Ülkü Ocakları Başkanı Fevzi Koçoğlu’ya yanlışlıkla ikinci sırayı vermişler. Başkan’a götürdüm, “Fevzi vekil oldu.” diye. “Şimdi ararlar.” dedi. Antep karışmış. Mesut Yılmaz aradı, Başkan “Ben hallederim.” dedi. “Fevzi’yi arayın.” dedi, bana. Cep telefonunu arıyoruz, ulaşamıyoruz. Muziplik yapıp “Tamam Fevzi kaçtı.” diyoruz. “İstifasını vermezse vekil olacak.” diye yorumlar yapıyoruz. Başkan da çok rahattı. Süre geliyor, Taşar arıyor. Kapı çaldı, Fevzi içeri girdi. “Hayırdır Fevzi?”, “Yav Başkan dedi, beni yanlışlıkla ikinci sıraya yazmışlar, Yüksek Seçim Kuruluna gitmezsem olmazmış, YSK’ya gittim, istifa ettim, oradan geliyorum.” dedi. Başkan, Mesut Yılmaz’ı aradı, “O arkadaşımız gereğini yaptı.” diye.
“Alkole Bulaşmışa Yetki Belgesi”
Başkan gani gönüllü bir adamdı. Parti kurarken bir vilayete gittik. Yetki belgesi benim elimde. Başkan “Şuna yetki ver.” diyor, veriyoruz. İsmi önemli değil, bir vilayetteyiz. Başkan kürsüde konuşma yapıyor. Birileri geldi, “yetki kime verilecek”, onu soruyorlar. Ben de “İstişare edeceğiz.” dedim. O arada birisi geldi, dedi ki, “Yetki belgesini ben istiyorum.” O arkadaşımız da 12 Eylül’den sonra biraz bunalıma girmiş, alkole bulaşmıştı. Yanında olanlar “Ovv, onun ne işi var!” filan diyorlardı. Birkaç kişiye sordum “Aman ha, olmaz!” dediler. Olayı aynen Başkan’a anlattım. Çağır dedi, yanına getirdim. “Niye istiyorsun?” dedi. “Başkan’ım kendimi kurtarmak için istiyorum.” dedi. “Tekrar hareketin içinde yer alırsam belki kötü huylarımdan vazgeçerim ama söylenenlerin hepsi doğru.” dedi. Başkan “Çıkart yetki belgesini, bu arkadaşa verelim.” dedi.
“Ülkücü Mafya mı Olur?”
Ukalalık olmazsa Başkan’ın vakanüvisi gibiydim. Bazı olayları değerlendirme şansına sahiptim. Başkan, cenazelerde insanlara karşı birtakım görev hatırlatmaları yapmıştı. Örneğin rahmetli Ertuğrul Alpaslan: Bizim Ülkü Ocaklarından arkadaşımız, cezaevi arkadaşımız. Antalya’dan gelirken, şüpheli bir trafik kazasıyla rahmetli oldu. Onun cenazesini Karşıyaka’dan kaldırmaya giderken, Hacı Bayram’da namazını kılacaktık. Hacı Bayram’ın kavşağına geldiğimizde, özellikle İstanbul’dan Ertuğrul Alpaslan’ı kendilerine yakın, sempatik buldukları için, delikanlılığından, cesaretinden bazı konularda ara buluculuğundan diye… Ertuğrul’a sahip çıkmak istediler. Hacı Bayram’ın kavşağında birkaç kişinin kafasını cenaze arabasına vurarak cenaze arabası kanlı gitti Karşıyaka’ya. Defnedileceği zaman duvar dibinde duran, adlarına mafya denilen büyük bir grup da gelmiş, siyah elbiseler filan. Rahmetli Başkan “Duvar dibinde duranlar şunlar değiller mi?” dedi. “Evet.” deyince, “Ne işleri var bizim cenazemizde!” diyerek, bağırarak üzerlerine doğru yürüdü. “Ulan ne işiniz var burada, ülkücünün mafyası mı olur, ülkücünün adını kirletiyorsunuz! Defolun gidin buradan!” diye… Başlarındaki adama tokat atmaya giderken, kendisini zor tuttuk. Karşısındakilerin hepsi başlarını yere eğdiler, hiçbir saygısızlık yapmadılar. Belki bir tokat atsa ülkücü mafya adında kimse olmazdı!
Cesaretli davranır, sonucunu düşünmezdi. “Biz doğru olanı yapacağız, her şeyin sonucunu burada mı alacağız? Öteki dünya var, bizim hayalimiz orada netice almak.” derdi. Çekinmezdi hiçbir şeyden.
“Askere Fırça Attı, Akşam Genelkurmaya Davet Edildi”
Şehit cenazesinde askere kızarken çekilmiş bir fotoğrafı var, anlatır mısınız, ne oldu?
Şehit asker cenazesi için Kocatepe Camisi’ne gitmiştik. O zamanlar, güneş için bir tente oluşturulur, oraya şehit aileleri otururdu. Yanında da tüm askerî erkân bekler, cami cemaati şehidin cenazesini kılar giderdi. Başkan tam askerî erkânın önüne geldi, “Bu cenaze kimin cenazesi?” diye sordu. “Şehit cenazesi, askerin cenazesi değil mi?” diye kendi cevap verdi. “Siz niye kılmıyorsunuz da burada bekliyorsunuz?” dedi. “Siz Türk askeri değil misiniz?” Bir tek kişi cevap vermedi. Hepsi böyle kafalarını eğdi.
Akşam saatlerinde Genelkurmaydan 2. başkan düzeyinde bir davet oldu. Davete gitti. Orada kendisine “Başkan’ı ne kadar sevdiklerini, Türkiye için çok önemli olduğunu, milliyetçi camiaya hizmet ettiğini, herkesin onu sevdiğini ama milletin içinde askere o şekilde söylemesinden dolayı rencide olduklarını fakat bir hatırlatma olarak kabul ettiklerini, bundan sonra belli düzeyde cenaze namazlarına katılma kararı aldıklarını.” söylemişler. Bunun da şahidi Muzaffer Özdoğan. O da orada imiş. Başkan’ı tanır diye onu da çağırmışlar.
“İşkenceci Polis Cenazesine Geldi”
Rahmetlinin cenazesinde bütün askerî erkân Kocatepe’de var idi. Genelkurmay Başkanı’ndan kuvvet komutanlarına kadar. Cenazesinde, kendisine işkence eden polislerden biri de vardı. “Ne işin var burada?” dediğimde, “O delikanlı adamdı, helalleşmeye geldim.” demişti. Allah rahmet etsin, mekânı cennet olsun.
EROL MARAŞLI KİMDİR?
Gazeteci ve yazardır. 12 Eylül öncesi MHP ve Ülkücü Kuruluşların çeşitli kademelerinde görev aldı. 1980 öncesinde MHP Manisa il başkanlığı görevinde bulundu. MHP ve Ülkücü Hareket üzerine yazdığı kitaplarıyla biliniyor.
GAZETECİ-YAZAR EROL MARAŞLI:
“Türkeş, Eleştiri Olunca ‘O Bizim Evladımız, Kötü Söylemeyin’ Derdi”
BBP’de 3 yıl kaldıktan sonra ayrıldınız, konuştunuz mu Yazıcıoğlu’yla?
1996 yılında bazı gerekçelerle MYK’dan istifa ettim. Rahmetli Yazıcıoğlu, kardeşime diyor ki “Erol niye mücadele etmedi de istifa etti!” Ergün bana söyleyince mosmor oldum. “İroni yapıyor, göndermede bulunuyor, bir gün bir araya gelince gerekçelerimi kendisine anlatırım.” dedim. Ankara’ya gittiğimde Ergün “Ağabeyim geliyor.” demiş. “Hiç haber vermeden al, Meclise yanıma getir.” demiş. Mecliste büyük bir odası vardı. Hasretle kucaklaştık. 4-5 yıl geçmişti. Yemek yedik, ara sıra içeri giren olunca “Buyur gardaş, beraber yiyelim.” diyordu. Uzun sohbet ettik, gerekçelerimi kendisine anlattım.
Ülkü Ocakları başkanlarının çoğunun altyapıları güçlüdür. Bunları ben Fetih Nesli’nden üstün tutarım. Yazıcıoğlu’nun jenerasyonu çok talihlidir, neden? Biz talihsizdik. Bizim zamanımızda Osman Turan, Serdengeçti, Mehmet Kaplan, Muharrem Ergin, Nihal Atsız, Necip Fazıl bize hep hamaseti öğrettiler. Sol bizden daha birikimli idi. Kooperatifçiliği, bankayı, ekonomiyi onları dinleyerek antitez ürettik. Bu ferdi bir antitezdi.
“9 Işık’ın Altını Hindistan’da Doldurdu”
Partide ve Ülkü Ocaklarında görev alanlar nasıl bir eğitimden geçiyordu?
Türkeş, Ülkücü fikri geliştirdi ve Hindistan’a gittiğinde bunun altını doldurdu. Türkiye’ye döndüğünde bunu 9 Işık olarak ortaya serdi. Türkeş’in Ülkü Ocakları projesi çok büyük bir proje idi. Ülkü Ocakları başkanları hep birikimli insanlardı. Türkeş benden milliyetçi kooperatif sistemini istedi, bunu yazdım. Ramiz Ongun, Muharrem Şemsek, Ali Batman, Muhsin Yazıcıoğlu bir tartışmaya girdiği zaman bir derya idi.
9 Işık üzerine yetiştiler, bununla kalmadılar. Sol bilim adamlarının yazdıkları kitapları okuyarak yetiştiler. Eskiden bizde kişiden kişiye eğitim vardı. Partinin eğitimcisi dediğimiz kişiler. Yazıcıoğlu da bunlardan birisidir. Türk-İslam sentezi üzerine kuruldu.
Yazıcıoğlu’nun hayatı, normal bir insanın hayatı gibi değildi. Kendisine bir yol çizmişti. Sosyal hayatı, mesela ata binmeyi çok severdi. İnsanları incitmemeye dikkat ederdi. İthamcı değildi, iknacı yönü çok kuvvetli idi. Bunlar olmasa zaten lider seviyesine gelemezdi. Nitekim vefatından sonra o hareket maya tutmadı. Onları üzmek istemem ama Türkiye’nin gerçeği bu. Türkiye gerçekleri ile mecz olmadıktan sonra yarının iktidarına talip olamazsınız.
Muhsin Bey’i başka siyasilerinden farklı kılan özellikleri ne idi?
Muhsin Bey’i diğer liderlerden ayrı tutan özellikleri vardı. Anadolu’nun bağrından çıkmış, İslam ahlakı ve Türklük şuuru ile yetişmiş birisiydi. Bu vasıflarından hiçbir zaman ayrılmadı. Türkeş ve Yazıcıoğlu, etrafındaki gençleri kışkırtıp birbirleriyle dövüştürmediler. Yazıcıoğlu’nun, Türkeş’e saygısını yitirdiğini hiç görmedim. Arada çok laflar getirilip götürüldü. Yaranmak için, yalakalık yaparak laf getirenleri Muhsin Başkan terslerdi.
İslami hassasiyeti yüksekti, namaz vakti gelince tedirgin olurdu. Ama hiçbir zaman dini kullanıp siyaset yapmadı. 1970’li yılların başında bir ilçede cumaya gidecektik, biri bulunduğumuz ilçenin en büyük camisine götürmek istedi. Türkeş, “Tenha cami yok mu?” diye sordu. “Millet görmez.” denilince, “Biz millet görsün diye kılmıyoruz, bugün lafımı dinlemiyorsunuz, yarın hiç dinlemezsiniz!” diye kızdı.
Türkeş’i de Yazıcıoğlu’nu da tanıdınız, aralarının açılması için uğraş verenler konusunda bilginiz var mı?
Bu iki insanın arasını bozmasalardı, laf getirip götürmeselerdi… (Bir ara laf taşımaya Fetullah Gülen’in aracılık ettiği iddia edilirdi.) Gündüz gazetesinin çıkmasının onlar tarafından organize edildiği, maddi yardım yapıldığı filan… Ancak ekonomik rahatlık içinde olduğunu hiç görmedim. Öyle yardım olsa ekonomik refah içinde olurlardı. Bunlar insanları lekelemek için. Bir de “Ölülerinizi rahmetle anın.” deniyor. Tenkit edersin ama ortada rivayetleri anlatarak şahsiyetleri yıpratmak çok yanlış.
Buraya gelmişti, bana haber verdiler. Kahvaltıda sohbet ederken “Gardaş nasılsın, iyi misin?” diye sordu. İzmir büyük bir fuara ev sahipliği yapacaktı. Fuarı kabaca anlattım. “İzmir benim de şehrim, davam.” dedi. “Ankara’ya gel, seninle ortak basın toplantısı yapalım.” dedi. Ankara’ya gittiğimde bir AKP’li vekilin yanına uğramıştım. Onun danışmanıyla haber gönderdim, “Yerinde ise görüşmek istiyorum.” diye. Gitmiş, söylemiş, “Buyursun, gelsin.” demiş. Ben kalktım, gittim. Ankara’ya gittiğimde, onun programı vardı, “2-3 gün beklersen sonra yapalım.” dedi. Vedalaşmadan aşağı indi. Garibime gitti. Bu kadar samimiyiz.
İzmir’e geldi, toplantı yaptı. Aşağı indi, biz ise haber yetiştirme derdi ile yukarıda kaldık. Döndü geldi, “Gardaş, vedalaşamadık.” diye helallik istedi. Aile terbiyesi, Ocak terbiyesi üzerinden yetişmiş biri idi.
Rahmetlinin öldüğü gün gözyaşımı tutamadım, keza Türkeş için de. İhtilafım olmasına rağmen Türkeş’in haberini duyunca ağladım. Çünkü 30 yılımız beraber geçmişti: 1966-1996. Evlilik bile bu kadar sürmüyor! Muhsin Bey’le de 1975’ten 2009’a kadar. Acılar büyük iz bırakıyor. MHP’de kalanlar “Bazı yönünü duyduk.” diyor, BBP’de kalanlar “farklı yönünü”. Bunu yapmasınlar. Duyumlarla hatıralar yazılmaz.
Ölümünden sonra kafamda şüpheler oluştu. AK Parti cephesinde düşmanlık yoktu. MHP tabanında tenkit vardı, düşmanlık yoktu. ANAP, DYP’de yoktu. Türkeş-Yazıcıoğlu, sağ kesimin idollerindendi. Siyasi ayrılık olabilir.
MHP’de ilk ayrım 1969’da başladı, Adana Kongresi ile. Muhsin Bey’in ayrımının en sonda İYİ Parti ayrımı var.
Ayrışma oldu, daha BBP kurulmadı. Türkeş, hiçbir zaman Yazıcıoğlu’nu hain olarak nitelemedi. Benim yanımda, eleştirenler olunca da “O bizim evladımız, ben yetiştirdim, sakın ola onlara kötü bir şey söylemeyin!” dedi. Aynı şeyi Muhsin Bey’de de gördüm. Başbuğ’a karşı saygısını hiç yitirmedi. İthamlar yapmadı, “şuranın-buranın adamı” demedi.
“Kılıçla Baş Kesen, Kılıçla Helak Olur”
Bazı çevreler, iki tarafa da yalan yanlış haberler gönderdiler. Türkeş, kendisinden yıllarca ayrı kalmış insanları hemen partiye kabul etti. Eminim ara bulunsa idi, onlar da olurdu, hiç kimse bu gayretin içinde olmadı. Falan grup, kutup, ekol diyorlar, bunlar o zaman kıllarını kıpırdatmadılar. Politika sivrilikleri törpüleme sanatıdır. İkinci vasfı da uzlaşma sanatıdır.
İtham etmiyorum. Dinler de yasaklamıştır. Peygamberimiz der ki, “Bir mümin, bir kardeşi hakkında su-i zanda bulunursa o suçu işlemeden ölmeyecektir.” Matta İncil’inde okumuştum, “Hükmetmeyin, neyle hükmederseniz onunla hüküm edileceksiniz.” Bu lafı da ilk defa Ali Fuat Başgil’den duymuştum: “Kılıçla başa geçen, kılıçla helak olur.”
Gençlik kitapları okusun. Yoksa ağabeyinin, babasının anlattığına, onun başkasından duyduğuna itibar etmesin. Yazdığım kitaplarımda da hep kaynak gösteririm.
“Türkeş Ayrılanlara Ne Derdi?”
Türkeş, kendi yetiştirdiği ancak başka partilerde siyaset yapan isimlere kızar mıydı?
Türkeş’in davaya inanmayıp kenarda duranlara, kendisini terk edenlere bile kızmadığını ve onlara Asır suresini okuyup, onları ikna ederek gönderirdi. Hatta birileri gelip derdi ki, “Biz Türkeş’ten ANAP’a, DYP’ye geçmek için izin aldık.” Türkeş’e sordum, “Siz mi izin veriyorsunuz?” dedi ki “Oğlum gidecek olduktan sonra ben…” Muhsin Bey de öyle idi. BBP’yi kuracağı zaman Anadolu’yu köy köy gezdi. Hapiste kendisini hem takvaya hem de fikrî atmosferi yükseltmeye verdi. O, enderdir. Bazıları hapse girer, kuzu kuzu yatar çıkar. Bazıları ise fikrî eksiklerini gidermeye çalışır. Soldan birçok kişi içeride geçmişiyle hesaplaştı. Biz geçmişimizle hesaplaşmaya gerek duymadık.
Bugünkü gençlik, her şeyi eleştiren gözle bakıyor. Septik bakıyor. Bir hastalığı da var gençliğin, çok inanıyor internette okuduklarına. Sanki bunlar vesika gibi yayımlanıyor.
Ben hapisten çıktıktan sonra MHP’nin ileri gelenlerine gittim. Sadi Somuncuoğlu, Nevzat Kösoğlu, Agâh Oktay Güner gibi çıkan arkadaşların hepsiyle görüştüm. Kimisi yolunu ayırmıştı. Herkeste Türkeş sevgi-saygısı vardı.
Dedim ki biz kırsal kesimin çocuklarıyız. Çocuklarımızın eğitimi yarım kaldı. Gelir düzeyleri yok, devlet kapısında iş bulamazlar artık. Bir vakıf kurun, bunlara yardım edilsin, dedim. Muhsin Başkan bunu hapishanede kurmuş, birçok ülkücüye yardım etti. Bunları da çoğu kişi bilmez. Söylemekten de hicap duyardı.
ESAT BÜTÜN KİMDİR?
12 Eylül öncesinde Ülkü Ocaklarında görev yaptı. Darbe sonrasında tutuklandı ve Mamak Cezaevinde yattı. 1991 yılında milletvekili seçildi. 1993’te BBP’nin kuruluşunda yer aldı. BBP’de yer alan ilk 7 milletvekilinin arasında idi. 1995’te ise ANAP-BBP ittifakından milletvekili seçildi.
ESKİ BBP MİLLETVEKİLİ ESAT BÜTÜN:
“Başbakan Yardımcılığını Kabul Etmedi”
Muhsin Bey’le yolunuz nerede kesişti, ilk tanışma döneminiz nasıl oldu?
Önce kendimi kısaca anlatmak isterim; 1955 Elbistan doğumluyum. İlkokulu Büyükyapalak köyünde, orta ve liseyi ise Elbistan’da okudum. 1971’de İstanbul’a kursa gittim. 1972’de Ankara Beşevler’de akademiye ardından Fransızca puanım yüksek olunca Dil Tarih Fakültesine kayıt yaptırdım. Maden Mühendisliği okumak için Hacettepe’ye geçtim. 1965’li yıllarda ilk kez sağ-sol olaylarıyla karşılaştım.
1968’de bizim orada (Elbistan) sol olayları başladı. Komünizmle Mücadele Derneği Başkanı Azmi Bey vardı, bir eylem yaptırdı ve Türk bayrağını da ben taşıdım. Böylece ilk siyasi eyleme katıldım. Coğrafya öğretmenimiz “Bu yürüyüşe katılanlar beni karşısında bulacak.” diye bizi tehdit etti. 1969 gibi Genç Ülkücüler Derneği kuruldu Elbistan’da, oraya gitmeye başladık.
Ankara’ya gelir gelmez Site Yurdu’na geçtim, Başkanı Mesut Türkeri idi. 1972’de yurdun başkan yardımcısı, daha sonra başkanı oldum. Muhsin Başkan ise Yıldırım Beyazıt Yurdu’nda kalıyordu.
“Demirel İstedi, Sol Boykotu Kırdık”
1974 yılında ben Site Yurdu’nun Muhsin Bey ise Yıldırım Beyazıt’ın başkanı idi. ABD Dışişleri Bakanı Kissenger Ankara’ya gelecekmiş, Hacettepe-ODTÜ’de boykot kararı almış solcular. Bize boykotları kırma talimatı verildi. Çünkü boykotlar başarılı olursa buralar solcular için kurtarılmış bölge olacaktı. Ülkücüler giremez… 40-50 Ülkücü genç, Hacettepe girişini tuttuk ve solcuları içeri almadık. Böylece boykotu kırdık. Çatışma çıktı, İsa diye Maraşlı bir çocuk silahla yaralandı. Demirel’in, Ulus ve Kızılay’ı tutmak için solcuların eylemine karşı böyle bir şeyi rica ettiğini sonradan Muhsin Bey’den duydum.
1975 yılında içeri düştüm. DGM tarafından tutuklandım, Ulucanlara gittim. 2 ay kaldım. Sami Bal’dan sonra Muhsin Bey Ülkü Ocakları başkan yardımcısı oldu, çok fedakârdı ve çalışırdı. Çalışmaktan yemek yemeye fırsat bulamazdı.
“Kurtarılmış Bölgede Ocak Açtım”
Maltepe’de solun hâkim olduğu bölgede ilk Ocak’ı açan siz oldunuz…
1975 yaz aylarında Maltepe’de Ocak’a yer açtım. Solcuların olduğu bölge, “Yer vermezler, başka yerde aç.” dediler. Kahramanmaraş Derneği adı altında Ankara Ocağı’nı açtım. Sağ görüşlü bir doktordan tuttum. Okullar açıldı, solcular bizim Maltepe’deki kaldırımı terk ettiler. O bölge sol açısından “kurtarılmış bölge” idi, arabayla bile geçmek mümkün değildi. 25-30 kişi topladık, eğitim verdik. Muhittin Çolak bir gün geldi, dedi ki; “Site Yurdu’nu işgal edeceğim.” “Orada çok öğrenci var, kimse birbirini tanımıyor, olmaz.” dedim. Kendince tatbikat yapıyor! “O zaman Yıldırım Beyazıt’ta yap.” diye öneride bulundum. Bir gün sabah 03.00’te Kızılay’da buluştuk, birlik oluşturduk.
“Korkut Özal’ın Oğlu Sol Lideriydi”
Maltepe’de Orhan Bakıryan diye bir Ermeni (TİKKO’nun kurucusu) öldürüldü, sol orayı terk etti. Tamamen bize bıraktılar bölgeyi. Maltepe camisinin üst bölgesinden geçen bir sokak var, oradan gidip gelmeye başladılar. Zafer Kıraathanesi vardı, orada toplanırlardı. Orada bir katliam oldu, başlarında da Murat Özal vardı. Murat, Korkut Özal’ın oğlu. Solun liderlerinden. “Yükseliş’teki faşist baskılara son.” diye yürüyüş yaptılar. “Ocak açamazsınız.” dedikleri bölge “Ülkücülerin kalesi” oldu.
Esnaf da korkmaya başladı. Bir gün 2 genç, pavyona gidiyor. Yiyor, içiyorlar, bizim Ocak’ı adres gösteriyorlar. Gittim pavyona “Niye böyle yaptınız?” dedim, verdikleri cevap “Sağdan da soldan da korkuyoruz.” oldu. “Tüfek çıktı mertlik bozuldu gibi, şimdi de molotofkokteyli çıktı, tüm müşterileri bitiriyor, korkuyoruz.” dediler. Sonradan öğrendim, bizim Ocak’ın olduğu binanın kapıcısı bir öğrenciyi de ayarlamış, gidip pavyonlarda yiyip içiyormuş.
Bizim Hüseyin Özcan var. (Şimdi Ankara Büyükşehir Belediyesinde.) Ocak’ın yanına folklorla ilgili bir birim açtık. Bir gün 03.00’te Ocak’a geldim. Baktım dışarıda Hüseyin davul çalıyor. “Hüseyin ne yapıyorsun?” deyince, “Başkanım ramazan davulu çalıyorum.” dedi. “Bunlar oruç tutar mı?” dedim. “Hiç değilse biri kalksa yeter.” dedi.
“Yürüyüşte Toplanan Parayla Türkeş’e Araba Aldık…”
Ocak’ta yeniden görev almanız nasıl oldu?
Öğrenci olayları artınca Muhsin Başkan Ülkü Ocakları Genel Başkanlığına, ben de yeniden Ankara Ocak başkanlığına getirildim. Abdullah Çatlı da başkanın yardımcısı idi.
15 Nisan 1978’de büyük yürüyüş vardı. Onun için para topladık. 200 bin lira civarında para oldu. 110 bin lira civarında parayla rahmetli Türkeş’e Cadillac bir araba alındı. 75 bin liraya da Ankara Ocağı’na sarı bir Renault aldık. Plakası da NC 35…
Ocak İkinci Başkanı Hüseyin Demirel düğün yapacaktı. Bizim karşımıza bir karakol kuruldu. Bir yerde silah ele geçse benim adımı, Çatlı veya Demirel’in adı veriliyordu. Bu şekilde 1978 yılında ben kaçak duruma düştüm. Yargılandığım davada hem tanık hem de sanık durumunda idim. 1979 yılı boyunca kendi köyümde saklandım. 1980 yılında ihtilal olmadan mayıs ayında teslim oldum. İfade vermeye gittim, Yılmaz Selçuk diye kendime bir kimlik uydurmuştum. Senin adın ne diye sorulunca “Esat Bütün” dedim, bunun üzerine “Senin ifadeni Hamdi Albay alacak.” dediler. Birinci Şube’ye götürdüler, attılar bizi nezaretin altına. Poliste iki grup var; Pol-Der ve Pol-Bir. Bize destek olan Kemal Yazıcıoğlu vardı. Bir hafta şubede kaldıktan sonra pazar günü beni doğru Ulucanlar’a götürdüler. “Bana orada işkence yapacaklar.” diye düşündüm. Biraz sonra “yanlış olmuş” diye Mamak’a götürdüler. İfade filan derken, pat diye ihtilal oldu. Hücreye konduk, biz orayı “Hilton” diye adlandırıyorduk. 2 kişilik, içinde tuvalet var, kapısı açık. Arkadaşlar arasında dedikodu olmuş “Esat Başkan niye Hilton’a geçti?” diye. Dilekçe verdim, direkt koğuşa geçtim.
Ülkücülerin ilk ayrılığı nerede oldu?
Koğuşa geçince Burhan Kavuncu, İslamcı eğitim veriyor. Ülkücülerin bir kısmı işte Adıyaman Menzil’in etkisinde. Ülkücüler arasında ilk ayrımların başladığı dönem. İbrahim Çiftçi ise Türkçü! Koğuş ikiye bölünmüş durumda idi. İsa Armağan 25 Ağustos’ta kaçtı cezaevinden. Beni işkenceye götürdüler. Savcı Nurettin Soyer bana dedi ki; “Yakında dışarıdaki kapılar da kapanacak…” 7 yerimden cereyan verdiler, işkence ettiler. Kafama bir şey geçirdiler, cereyan verince beynim sallanıyordu!
İhtilal oldu, Muhsin Başkan 1 ay kadar işkencede kaldı. O başka hücrede, ben başka yerdeydim. Ebu Garip’i sonradan görünce bunun NATO yöntemi olduğunu şimdi anlıyorum. Mamak’ta daha önce köpekli işkence ettiler.
1982 yılında tahliye oldum. Biz sonra beraat ettik. Okula yeniden kayıt olduk, 85’te mezun oldum.
“Türkeş ‘Gençleri’ İstemedi”
Cezaevinden çıktıktan sonra “gençlerin” partide görev almaması için bir uğraş oldu mu?
Siyasi hareket başladı. 1984’te MÇP’yi Elbistan’da tekrar kurduk. 87’de milletvekili adayı oldum. MÇP barajı geçemeyince ilde üçüncü parti olmamıza rağmen milletvekili çıkaramadık. 87 seçiminde çok oy alınca beni MÇP MYK’sına yazdılar. Muhsin Bey de cezaevinden çıktı ve MYK’ya girdi. Türkeş, Başkanlık Divanı hazırladı. Biz gençliğin Divan’a girmesini istiyoruz, Türkeş istemiyor. Aydınlık dergisi “Veliaht geldi.” diye Muhsin Başkan için yazı yazmış. Orada ilk defa Türkeş ile karşı karşıya geldim. Ülkücü Hareket’in önündeki en büyük engel, emir komuta zincirine bağlı olması. Kontrol etme anlayışı. O MYK’da Karakuş “Gençleri partiye alalım, başka yerlere gitmesin.” diyor, Türkeş “Olmaz.” diyor. Türkeş’e Şehzade Mustafa olayını anlattım. “5 tane şehzade olsa Osmanlı tarihi değişirdi.” dediğimde bir şey diyemedi.
“İlk Kez Muhsin’le Harekete Başladık”
Muhsin Başkan da konuştu. Şevket Bülent Yahnici konuşmak isteyince “Sen sus.” diye azarladı Türkeş. Beni, Muhsin Başkan’ı ve Karakuş’u dinledi. Abdullah Dede ile Saffet Topaktaş da salonun kenarında seyrediyordu. “Bu iş bitmiştir.” diyerek, toplantıyı terk ettim, gittim. Keçiören’de Saffet’in evine gittik. “Muhsin Başkan’ı, Hasan Çağlayan’ı bir arayın, ne yapacağız.” konuşalım. Mithatpaşa Caddesi’nde bir büro vardı, orada buluştuk. “Bu olmaz.” dendi, “Ne yapalım?” Anadolu’da ilk defa Türkeş’e karşı “istemezük” başladı. Anadolu’da isyan başlayınca 90 yılının Ocak ayında tekrar MYK yapıldı. Bir anlaşma sağlandı. Devlet Ağabey genel sekreter, Mustafa Mit genel başkan yardımcısı. Muhsin Başkan “erdemli” davrandı, genel sekreter yardımcılığını kabul etti. İlk kez Muhsin Başkan ile “birlikte” hareket etmeye başladık.
“Devlet Bey ‘19 Vekil, Bir Oy Verin’ Dedi”
DYP-SHP Hükûmeti’ne verilen destek içerideki ayrımı daha mı belirgin hâle getirdi?
1991 seçimleri oldu, MÇP içinde biz yine birlikte hareket ediyoruz çünkü Başkanlık Divanı yeniden yapılacaktı. Bir yandan da SHP-DYP koalisyonu kuruldu. SHP içinde de HEP vardı. Türkeş, bu koalisyona destek vereceğiz dedi. Ökkeş Şendiller’in siyaseti serttir. Olmaz dedi. Milletvekili olunca hâkimevinde kalıyoruz, orada toplantı yaptık. Muhsin Başkan’ı çağırdık. Ökkeş, ben, Saffet var, Devlet Ağabey’i de çağırdık. O da o zamana kadar bizimle beraber. Dedi ki “19 vekil birlikte olun.” Biz de “Bu koalisyona oy vermeyiz.” diyoruz. Aslında 18 vekil “hayır” görüşünde ama Türkeş isteyince yarısı “evet”e döndü. Biz güvenoylamasına katılmama kararı aldık.
“İstifa Dilekçesi Yazdı”
Meclis çalışmaya başlamadan önce 19 kişi bir araya gelirdik, grup gibi toplantı yapardık. Muhsin Başkan, Türkeş’e “Bize müsaade et, katılmayalım.” dedi. Türkeş, Muhsin Başkan’ın koluna girdi ve Meclisin içine götürdü. Biz de dışarıda bekliyoruz, Muhsin Başkan çıkmadı. Ben içeri girdim. Vardığımda Muhsin Başkan A-4 kâğıdına milletvekilliğinden istifasını yazıyordu. “Ya girmem ya da oy vermem.” görüşünü dile getirdi. Muhsin Başkan’a “Hele onu bana ver, bırak.” dedim. Kolundan tutup dışarı çıkarttım. Türkeş zannetti ki Muhsin Başkan’ı ikna edeceğim. O nedenle çıkmamıza engel olmadı. Muhsin Bey’in yazdığı dilekçeyi yırtıp attık.
“Bahçeli: Bundan Sonra Sizinle Birliktelik Yok”
Oylama yapıldı, neticede biz girmedik. 4 kişi oy kullanmadık; Ökkeş, Saffet, Muhsin Başkan ve ben. Psikolojik bir suçluluk içinde Çankaya’da Mustafa Mit’in bürosuna gittik. Girer girmez Mit “İyi mi yaptınız?” dedi. O zamana kadar beraber hareket ediyorduk. Devlet Bahçeli “Bundan sonra sizinle hiçbir siyasi birlikteliğimiz yok.” dedi. Güvendiğimiz insanlar, kafamızdan kaynar su döküldü. Girdiğimizle çıktığımız bir oldu.
Cezaevinden çıkan arkadaşlarımızda bir fanatizm vardı. Radikal içeriği olan bir dergi çıkardılar, Ocak oraya baskın yaptı.
Birleşme kongresinde size engel çıkarıldı mı?
MÇP, MHP ile birleşti. Birleşme o zaman iltihak şeklinde oluyordu. “Çarşaf liste olacak.” dendi, Türkeş bize tavır koydu. Aksaray Milletvekili İsmet Gür’e de cephe aldı. Çarşaf olursa biz seçileceğimize eminiz. Olmazsa biz de liste çıkaracağız. Listede iki de görevli vardı; Hasan Çağlayan ve Şefkat Çetin. Onlar MÇP Başkanlık Divanındalar, biz de Demokratik Parti’yi kurduk, oraya katılmak için. Kongre sabahı baktık, çarşaf liste yok. Oylama başladı, bizler yedekteyiz. Tecrübesizlik de var. Delege bizi seviyor, organize olduk. Listeye girdik.
Bütün bu olanlardan sonra Muhsin Başkan ayrılmayı kafasına koydu. Ben ise karşı idim. Mücadele taraftarı idim. Mamak İlçe Kongresi’ne gittik. Olaylar oldu. 5 milletvekili toplantı yaptık. “Ayrılalım.” dendi.
Muhsin Başkan Kırıkkale’ye gitmiş, orada ayrılmadan bahsetmiş. Türkeş “Ne ayrılması!” diye bizi görevlendirdi. Saffet de o zaman Divan’da idi. Mahir sürekli “Ankara, Sivas, Maraş kaynıyor ne duruyorsunuz, ayrılalım.” diye söyledi. “Ben Maraş milletvekiliyim, önce bana gelmesi lazım, rastgele ayrılamayız.” dedim. Önce gidip ilerde “Danışma yapalım.” dedim. Maraş’ta ben girmedim, Ökkeş ile Saffet toplantılar yaptılar ve neticede ayrılma kararı verdiler. Ayrılmakta kararsız olunca, gelmedim.
“Ayrılık Sonrası İlk Tartışma: Sinan Ocak…”
İstifamız Meclise verilmiş, benim yerime Sinan Ocak imza atmış.
Ayrıldık, Millî Mutabakat Bildirisi yayımlandı. Siyasette güven çok esastır. Aramızda parası olan Sinan Ocak, Ahmet Özdemir var. Bizim normal milletvekili maaşlarımız var. Parti yerini Sinan Ocak tutmuş. Gündüz gazetesi çıkacak, yine Sinan finanse edecekti. Yaşar Yıldırım ve Hasan Çağlayan “Bu olmaz.” diye karşı çıktılar. Sinan buradan huylandı ve gitti. İlk tartışma, güven sarsıldı.
“Radikallerimiz ‘Fetih Partisi’ Önerdi…”
Parti ismini kim önerdi, alternatif ne idi?
Parti adını tespit edeceğiz. Bizimkiler biraz radikal ya, Fetih Partisi olsun diyenler var. Bir de partiye girerken herkes ayakkabısını çıkaracak, öyle girecek. Ben isim ve tespit komisyon başkanıyım. Salonda bulunanlara “Ayağa kalkın.” dedim, sokağa bakmalarını istedim. Bunlarla Azerbaycan’ı mı fethedeceksiniz? Bir bakın çevreye…
Ülkücü Hareket içindeki “İslami olaylar” devam etti. Muhsin Başkan Menzil cemaatine gider gelirmiş, sonradan öğrendim. İsmail Yıldızlı vardı, onların vekili. “Parayı nereye koydunuz?” diye soruyor. “Bankaya koyduk.” diyemiyorlar. O (İsmail Yıldızlı) şey ya, sonradan onu da attılar.
Hazineden 7.5 milyar yardım aldık. Onun 2.5 milyarı ile bir parti binası alacağız. 2.5 gelecek seçimlere harcanacak, 2.5 milyarı da mahallî seçimde harcamak üzere Başkanlık Divanında karar aldık. Mahallî seçimde çalışmaya gittiğimde Maraş’a, genel muhasipten para istedim. “Para kalmadı.” dedi. Nasıl kalmaz dedim. Para gelmedi bize. Mehmet Ekici genel sekreter, Yaşar Yıldırım için 18 çeşit promosyon basmış. Parti 500 milyon borçlu çıktı, seçimden. Kendi aramızda bir güvensizlik oldu.
“Eyüp Aşık’ı Dövdüler”
Mesut Yılmaz, Anavatan’la ittifak sırasında cumhurbaşkanlığı seçiminde dedi ki, “Bize oy verirseniz beraber ittifak yaparız.” Biz olur dedik. İttifak oluştu. MHP, DYP ile ittifak yapmaya çalışıyordu. Bu olmayınca, ANAP Divanı bizle ittifak yapmak istemedi. Yılmaz söz verince ittifak devam etti. Eyüp Aşık, bize ağır laf etmiş, Mahirler Aşık’ı Mecliste dövdüler.
İttifak sıkıntı olunca, RP-BBP ittifakı için Ökkeş Şendiller’in evinde Abdullah Gül’le bir araya geldik. 10 milletvekilliği garanti verdiler. ATV’de Siyaset Meydanı’na çağırdılar. MHP’den gelmişiz, oraya bir şey diyemiyorum. ANAP’la ittifak yapıyoruz, oraya bir şey diyemiyorum. RP’yle görüşme yapıyoruz. Ben susmak zorunda kaldım. Ertesi gün partide bana “Sen orada kız gibi oturmaya mı çıktın?” diye eleştirdiler. Diyemiyorsun ki ittifak görüşmeleri var.
İttifakta ANAP’ta kaldınız, neden BBP’ye dönmediniz?
İttifaktan sonra ben seçildiğim partiden ayrılmadım, Anavatan’da kaldım. Güven bunalımından dolayı ayrılmadım. Siyasetin bizdeki esas problemi “yakın kapı”, “çevre” işi. Bizi de bu yıktı. Biz MHP’den ayrılırken 7 vekil serden geçmiştik. Yakın çevremiz bu güveni yıktılar. Gaziantep milletvekili aday listesinde Fevzi Koçoğlu ile Hüseyin Aras’ın listedeki yeri konusunda tartışma oldu. Koçoğlu hak etmesine rağmen Aras’ı koymak istediler. ANAP’lı Mustafa Taşar “Olmaz.” deyince Koçoğlu girdi. Muhsin Başkan bana “Aras’a söz verdik.” diye kızdı. Fevzi Başkan çok iyi biriydi, Muhsin Başkan üzülmesin diye istifa etmek istedi ama ANAP kabul etmedi.
“Başbakan Yardımcılığını Kabul Etmedi”
ANAP’ta kaldım. ANASOL kurulmaya çalışılıyor. Mesut Yılmaz bana “Muhsin Başkan’la konuş, bizim milliyetçi kanadımız zayıf, koalisyona girsin.” dedi. ANAP-DSP-BBP koalisyon için. Hüsamettin Özkan’la benim evde iki defa kahvaltı yaptık. Muhsin Bey başbakan yardımcısı olacaktı. Hatta Muhsin Bey’e “MHP Mecliste değil; sen başbakan yardımcısı olacaksın, ülkücüler sana yönelecek, koalisyona gir.” dedim. “Ben ‘Erbakan Hükûmeti’ni, Müslümanların hükûmetini yıktırdı.’ dedirtmem.” diye kabul etmedi. Mesut Yılmaz ve Hüsamettin Özkan gidince dedim ki Başkan’a “28 Şubat var, istemediğin şeyler varsa imzalamazsın, kahraman olursun. Zorla imzalatmak isterlerse yine istifa eder, yine kahraman olursun.” dedim. Muhsin Başkan o koalisyona girseydi, Ülkücü Hareket’i toparlardı. İslami kesim hassasiyeti engel oldu. Yasin Hatipoğlu, (RP) başkan vekili olarak bize konuşma hakkı vermezdi, Kamer Genç, (DYP) söz hakkı tanırdı çünkü RP’liler bizi rakip görürdü. Lider bazen acımasız olmalı, temiz-iyi olmak yetmiyor.
RP’yle ittifak görüşmelerinde “Onlarla ittifak olursa ayrılamayız.” görüşü hâkimdi. Muhsin Başkan’a dedim ki “Bir gün kendi içimizde bir toplantı sırasında Türkçü konuşma yaparım, onların Kürtçü kanadı rahatsız olur, otomatikman ayrılırız.” diye ikna etmeye çalışıyordum. “Ayrıldığımızda izahat yapamayız.” diye bir kanaat vardı arkadaşlarda.
Muhsin Başkan çok iyi niyetli, temiz bir insandı. Aynı karşılığı görmedi.
FERMANİ ALTUN KİMDİR?
1997 yılında kurduğu Dünya Ehl-i Beyt Vakfının genel başkanlığını yürütüyor. Yazıcıoğlu’nun “Emmioğlu” diye hitap ettiği bir isim. 1968-1972 yılları arasında Ehl-i Beyt gazetesi çıkaran grubun içinde yer aldı. Arıyorum kitabı 6 farklı dilde yayımlandı. Ticaretle uğraştı, 12 Mart sonrasında 4 yıl Avrupa’da yaşamak zorunda kaldı. Yazar ve şair.
EHL-İ BEYT VAKFI GENEL BAŞKANI FERMANİ ALTUN:
“Almanya’dan 12 Bin 500 Markla Geldi, ‘12 Binini Sen Al’ Dedi”
Sağ ve soldan birçok siyasetçi arkadaşınız oldu, önce sizi tanıyabilir miyiz?
Kahramanmaraş doğumluyum, 1968 kuşağıyım. 1966’da eğitim amaçlı İstanbul’a geldim. 1967-68’de rahmetli Bülent Ecevit ve Deniz Baykal’la tanıştım. Babı Ali’de sendika bana bir kat verdi, orada Ehl-i Beyt gazetesi çıkardım. O dönemin en faal kişilerinden biri oldum. Anadolu’da 150’ye yakın konferans verdim, çalışmalar yaptım. Pir Sultan Abdal’ın hayatını sahneye koydum. 68’de Beyazıt Meydanı’nda 200 bin kişilik o meşhur mitingdeki 4 konuşmacıdan biri bendim. 12 Mart gelince gazete yazılarım, plak ve şiirler nedeniyle 50’ye yakın dava açıldı. 2 defa içeri alındım. Daha sonra yurt dışına gittim. 1974’te yeniden Türkiye’ye döndüm. Yurt dışında iken uluslararası ekonomi alanına ağırlık verdim. Dönünce Başbakan Ecevit ve yardımcısı Necmettin Erbakan’ı ziyaret ettim. Erbakan’la o zaman tanıştım, dostluğumuz vefat edene kadar da devam etti. Yine Süleyman Demirel ile 68’de tanıştım, vefat edene kadar da diyaloğumuz sürdü.
Ekonomiye ağırlık verdim. 21 yıl boyunca Fındık Birliği başkanlığı, İhracatçılar Birliği başkanlığı yaptım. Bir gazetede ekonomi köşe yazarlığını yürüttüm. 25 yaşına kadar fındık yemedim, 2 milyar dolarlık fındık ihracatı yaptık. Turgut Özal, ANAP’a kuruculuk teklif etti, “Beni veto ederler.” diye kabul etmedim. SHP’nin kuruluşunda önemli rol oynadım. Baktım DYP-SHP koalisyonu yürümüyordu, Sivas Olaylarından sonra partiden ayrıldım. Gerekçelerim arasında ekonomik kriz, işkenceler vardı.
“Gök Kubbeyi, Sokakları Paylaşmayı Bilemedik”
28 Şubat’ta Erbakan Hoca’ya destek verdim ve 28 Şubat’a karşı çıktım. 1996’da Dünya Ehl-i Beyt Vakfının kuruluşunu yaptım. 11 kurultay yaptım, 80 ülkeden âlim-devlet adamı katıldı. Kim karşı çıkıyordu? Bizdeki ideolojik gruplar…
1980 öncesi Muhsin Bey başka, 12 Eylül darbesinden sonraki Muhsin Bey başka. Muhsin Bey “Benimle, Dev-Sol başkanını aynı hücreye koydular, orada arkadaş olduk, dost olduk. Tahliye olduktan sonra her ay görüşüyoruz.” derdi. Hatta şöyle tarif ediyordu; biz gök kubbeyi, sokakları paylaşmasını bilemedik. Emperyalizm elimize silah vererek bizleri vuruşturdu… Çok iyi etüt etmiş bir şahsiyetti.
“Sabahlara Kadar İşkenceden Duvara Yaslanırdım”
“İşkence devlet terörüdür, idam devlet cinayetidir.” diye benim bir vecizem var. Bu tanımı çok sevmişti. “Sabahlara kadar işkenceden duvarlara yaslanırdım, kahroluyordum, bir devlet eli kolu bağlı bir vatandaşına neden işkence eder?” derdi. “Senin bu vecizene can kurban.” derdi.
Beni Almanya’da bir kurultaylarına (Mannheim şehrinde) davet etti. Yaklaşık 3 bin kişi vardı. Kendisi anons etti beni, konuştum, büyük ilgi gösterildi. Benden sonra çıkınca “Helal olsun size, 24 ayar Alevi olmuşsunuz, sizin bu yüceliğinizi kutluyorum.” dedi, yarı şaka ile. Bir ay geçti, Hollanda’da bir toplantı vardı. “Ne olursun amcaoğlu (Bana öyle hitap ederdi.) illa geleceksin…” Yaklaşımı şu idi; biz de Horasan’dan geldik, o yüzden amcaoğluyuz…
İstanbul’a geldiğinde mutlaka ziyaretime gelirdi. Ankara’ya geldiğimde ise mutlaka ziyaret eder, saatlerce sohbet ederdik. Kurultaylarımıza, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş anma törenlerimize katılırdı.
“Almanya’dan Gelen Para…”
Sizin vakıf toplantısına katılır mıydı?
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/selcuk-ozdag/son-alperen-muhsin-yazicioglu-nun-sir-gorusmeleri-69429517/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.