Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt

Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt
Ahmet Cevdet Paşa
Bu eseri, diğer İslam tarihi eserlerinden ayıran en önemli özellik, Osmanlıca olarak son derece açık ve akıcı bir dille yazılmış olmasıdır. Bir tarih kitabı olduğu hâlde, üslubundaki bu akıcılık okuyucuyu âdeta kendine bağlar ve sürükler. Bu yüzdendir ki yıllar boyunca çok okunan ve birçok baskısı yapılan bir kitap olmuştur. Bu açıdan eser, dili ve kullanılan üslup bakımından çok sayıda yazar tarafından takdir edilmiştir. Yaşamış olduğu dönemin en büyük ilim adamlarından biri olarak kabul edilen Ahmet Cevdet Paşa; tarihçi, hukukçu, mütefekkir, edip, eğitimci ve sosyolog vasıflarıyla ön plana çıkmıştır. Tarih sahasında müverrih sıfatıyla dikkat çekmiş, klasik Osmanlı tarihçiliğine yeni bir bakış açısı getirmiştir. Tarihçilik, tarih felsefesi ve metodolojisi açısından eski vakanüvis tarihlerinden farklı yeni bir anlayışın yolunu açmıştır. Yazmış olduğu eserlerde tarihçiliğin önemli ilkelerinin genelini uygulamıştır; bu nedenledir ki kitapları her dönem için kabul ve takdir görmüştür.

Ahmet Cevdet Paşa
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i HulefaII. Cilt

YAYINCININ NOTU
Bırakın interneti, renkli televizyonu, siyah beyaz televizyonların olduğu evlerin parmakla gösterildiği, mahalle kültürünün olduğu, komşuluk ilişkilerinin kuşatıcılık ve hamiyetperverlik üzerine inşa edildiği 70'li yılların başlarında, babam, yakınlarda oturan akrabalarımızı ve komşularımızı evimizde toplar ve beni sedire oturtarak sesli olarak “Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa” okuttururdu. İlkokul dört veya beşinci sınıfta olmalıyım.
Okuduklarımın büyük bir bölümünü anlamadığım muhakkak.
O gün okuduğum “Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa” kitabı transkripsiyonu tam manasıyla yapılmamış ve Arapça/Osmanlıca kelimelerin manaları parantez içerisinde verilmiş olduğu için oldukça zor okunur bir hâl aldığından, kelimelerin anlamını kavramaya çalışmaktan cümlenin ve kitabın ruhuna dokunamadığınız bir şekil almıştı.
Elbette bugün uzun kış gecelerinde akrabalar ve komşular bir araya gelip toplu olarak tarih kitabı okumuyorlar.
“Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa” kitabı benim kitapların dünyasına attığım ikinci adımımdır. İlkokul üçüncü sınıfta öğretmenim Nursel Yargı (Ölmüşse sonsuz rahmet, yaşamaktaysa sıhhat diliyorum.) bana Uzun Mehmet ve Kara Elmas'ın hikâyesini anlatan bir çocuk kitabı vermişti.
Kilis İmam Hatip Lisesine başladığımda babam Ali Topaloğlu, İsmail İlmi Kıdeyş'ten -sesinin rengini bulamadan vefat eden, dostluğunun derinliğini yıllar sonra anladığım- Bilbik Kitabevini almış ve adını Serhad Kitabevi olarak değiştirmişti.
İşte ben; Kadir Mısıroğlu, Atsız, Şule Yüksel Şenler, Malcolm X, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Atasoy Müftüoğlu, Necip Fazıl gibi bana âlemi anlamak ve görmekte yardımcı olan yazarların kitaplarıyla o küçük Serhad Kitabevinde tanıştım.
Küçük ama işlevi büyük olan Serhad Kitabevi bir neslin manevi dünyasını inşa ve restore etmekte çok büyük bir işlev gördü.
Cenabıhak bana sevdiğim ve yapmak istediğim bir işi, yayıncılığı lütfetti.
Bana bu anlamda yol gösteren ve o küçük kitapçı dükkânını işletmemde emeği geçen, sebebi varlığım anne ve babama sonsuz minnet duygularıyla doluyum.
Bu arada bu eseri günümüz Türkçesiyle sade, billur ve okunur kılan Prof. Dr. Zekeriya Akman'a emeği için medyunu şükranım.

    Eylül 2013 / Ankara
    Yasin Topaloğlu

ÖN SÖZ

AHMET CEVDET PAŞA
19. yüzyıl Osmanlı Devleti’nin siyasi, idari, ilmî ve kültürel hayatında etkili olmuş önemli bir devlet adamı olmasının yanı sıra ilmî yönüyle de ön plana çıkmış bir şahsiyettir. Yaşamış olduğu dönemin en büyük ilim adamlarından biri olarak kabul edilen Ahmet Cevdet Paşa; tarihçi, hukukçu, mütefekkir, edip, eğitimci ve sosyolog vasıflarıyla ön plana çıkmıştır. Çok yönlü bir ilim adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın müverrih vasfı onun fikir hayatının kaynağını oluşturmuştur. Tarih sahasında müverrihlik sıfatıyla ön plana çıkmış, klasik Osmanlı tarihçiliğine yeni bir bakış açısı getirmiştir. Tarihçilik, tarih felsefesi ve metodolojisi açısından eski vakanüvis tarihlerinden farklı, yeni bir anlayışın yolunu açmıştır. Yazmış olduğu eserlerde tarihçiliğin önemli ilkelerinin genelini uygulamıştır; bu nedenledir ki kitapları her dönem için kabul ve takdir görmüştür.
Ahmet Cevdet Paşa tarihçiliğinin yanı sıra hukukçu yönü ile de ön plana çıkmıştır. Hukuk alanında yapmış olduğu en önemli çalışma mecellenin hazırlanmasında üstlenmiş olduğu görevdir. Mecelleyi tanzim ederken İslam hukukunu, şekli yönüyle Batı prensiplerini uygularken, özünde şeri prensiplere bağlı kalmayı uygun gören bir hukuk anlayışıyla ve sağlam bir dille kitaplaştırmıştır. Tanzimat Devri’nin önde gelen şahsiyetlerinden olan Ahmet Cevdet Paşa, Türk- İslam ilim âleminin önemli simalarından olmasının yanı sıra, büyük bir devlet adamı olarak da kabul görmüştür. Osmanlı Devleti’nde önemli kademelerde görevler yapmış ve politikalara yön vermiştir.

HAYATI
26-27 Mart 1823 tarihinde bugünkü Bulgaristan’ın Lofça kasabasında doğmuştur. Asıl adı Ahmet olup Cevdet mahlası, İstanbul’da öğrenim gördüğü sırada Şair Süleyman Fehmi Efendi tarafından kendisine verilmiştir. Babası Lofça ileri gelenlerinden İsmail Ağa’dır. Annesi, aynı kasabada yaşayan Topuzoğlu ailesinden Ayşe Sümbül Hanım’dır. Küçük yaşta ailesinin teşviki ile Lofça Müftüsü Hafız Ömer Efendi’den Arapça öğrenerek öğrenim hayatına başlamıştır. Lofça’da ilkokula devam etmiş ve ayrıca Kadı Naibi Hacı Eşref Efendi ve Müftü Hafız Mehmet Efendi’den özel dersler almıştır. Kısa sürede İslami ilimler ile ilgili kitapları okuyacak seviyeye gelmiş ve bir müddet müftünün yanında müsevvidlik görevini yapmıştır. 1839 yılında on yedi yaşında iken dedesi tarafından ilim tahsili için İstanbul’a gönderilmiştir. İstanbul’da medrese tahsiline devam etmiş ve dönemin önemli ilmî şahsiyetlerinden dersler almıştır. Fatih Medresesinde tefsir, hadis, mantık, âdab ve kelam derslerine devam etmiştir. Tatil günlerinde ise felsefe, hesap, hendese, cebir, astronomi ve coğrafya gibi beşerî ilimler konusunda dersler almıştır. Murat Molla Tekkesi Şeyhi Mehmet Murat Efendi’den ve Şair Süleyman Fehmi Efendi’den Farsça dersi almıştır. Burada Mesnevi dersleri de okumuş ve Mesnevihanlık icazeti almıştır.
Ahmet Cevdet Paşa ilim tahsilinin yanı sıra dönemin tanınmış mutasavvıflarından Kuşadalı İbrahim Efendi’nin sohbetlerine katılmıştır. Tasavvuf ve edebiyatın önemli eserlerini okuyarak bilgi eksikliğini gidermiş, şiir ve edebiyat alanında çalışmalara başlamıştır. Genç yaşta icazet almış, Fatih Camii’nde Gelenbevi’nin Burhan’ını ve Dülgeroğlu Camii’nde de Kadımir okutmaya başlamıştır. Talebeleri arasında yaşça kendisinden büyük olanlar da yer almıştır.
1843 yılında yirmi bir yaşında iken Hamidiye Medresesi imtihanına girmiş ve maaşa bağlanmıştır. Devlet hizmetine 1844’te Rumeli Kazaskerliğine bağlı Premedi kazası kadılığı ile başlamıştır. 29 Haziran 1845’te İstanbul Müdderisliği Ruusu’nu kazanmıştır. Sadrazam Reşit Paşa, tasarladığı kanunları ve nizamları hazırlamak üzere gerekli dinî malumatı almak için Meşihat Kurumundan aydın bir din adamı istemiştir. Meşihat Kurumu, Ahmet Cevdet Efendi’yi görevlendirmiştir. Böylece Reşit Paşa onu yakından tanımış ve takdir etmiştir. 1848 yılında Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın bir talimatını bildirmek üzere Bükreş’te bulunan Keçecizade Fuat Paşa’nın yanına gönderilmiştir. 10 Nisan 1849 tarihinde “Hareket-i Hariç” rütbesini almıştır. 14 Ağustos 1850 tarihinde Meclis-i Marif-i Umumiye azalığı ve Darülmuallimin müdürlüğüne tayin olmuştur. Daha sonra Fuat Paşa, Bursa kaplıcalarına gittiğinde Ahmet Cevdet Efendi’yi de birlikte götürmüş ve burada “Kavaid-i Osmaniye”yi birlikte hazırlamışlardır. 1851 yılında Encümen-i Daniş üyeliğine seçilmiş, yeniden kaleme aldığı “Kavaid-i Osmaniye”yi Padişah Abdülmecid’e sunmuştur. Bu çalışması nedeniyle derecesi “Hareket-i altmışlı”ya yükseltilmiştir. 1853 yılında bir mazbata ile 1774-1826 dönemi Osmanlı tarihini yazmakla görevlendirilmiştir. Bir yıl sonra yazmış olduğu tarihin üç cildini tamamlayarak padişaha takdim etmiştir. Bunun üzerine kendisine “Müsille-i Süleymaniye” derecesi verilmiştir.
1852 yılında Mısır’da Hidiv Ailesi arasındaki bazı ihtilafları halletmek için Fuat Paşa Mısır’a gittiğinde, yanında Ahmet Cevdet Efendiyi de götürmüştür. 1855’te vakanüvis olarak atanmıştır. Bu görevini 1865 yılına kadar sürdürmüştür. Bu dönemde tarih kitabını yazmanın yanı sıra siyasi olayları anlatan “Tezakir-i Cevdet”i kaleme almıştır. Ahmet Cevdet Efendi devlet kademelerinde ilerlemesinin yanı sıra ilmî sahada da yükselmeye devam etmiştir. 9 Ocak 1856 tarihinde mevleviyet derecesindeki Galata kadılığına getirilmiştir. 9 Aralık 1856 tarihinde Mekke-i Mükerreme kadılığı, 21 Ocak 1861’de İstanbul kadılığı payesini almıştır. 1857’de Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Paşa ile Rumeli’ye teftişe çıkmıştır. 1861’de İşkodra’da meydana gelen isyanı bastırmak üzere “Memuriyet-i Fevkalade” ile görevlendirilmiştir. 24 Haziran 1863’te Anadolu kazaskerliği payesini almıştır. 1863 yılında Bosna Eyaleti’ni teftiş ile görevlendirmiş burada gerekli ıslahatları gerçekleştirmiş ve masrafı bölge halkı tarafından karşılanmak üzere iki alay asker tanzim etmiştir. Buradaki başarılarından dolayı ikinci rütbeden Nişan-ı Osmanî ile mükâfatlandırılmıştır. 1864 yılında Kozan tarafına gönderilmiş ve 6 ay süre ile bu bölgede ıslahat çalışmalarını yürütmüştür.
1862 yılında Ahmet Cevdet Efendi’nin şeyhülislamlık görevine getirilmesi düşünülmüş fakat rakiplerinin aleyhinde propagandası nedeniyle bu göreve atanamamıştır. Bu dönemde Ahmet Cevdet Efendi’nin ilmiye sınıfından mülkiyeye nakledilmesine karar verilmiştir. 13 Ocak 1866 tarihinde kazaskerlik payesi vezarete dönüştürülmüştür. Böylece “efendilik”ten alınıp “paşa”lığa geçirilmesi şeklindeki değişiklik, onun çok da hoşuna gitmemiştir.
Ahmet Cevdet Paşa 1866 yılında Maraş, Urfa, Zor sancakları ve Adana Eyaleti’nin birleştirilmesi sonucu oluşturulan Halep valiliği görevine getirilmiştir. 1867 yılında Şuray-ı Devlet ile beraber teşkil olunan Divan-ı Ahkâm-ı Adliye başkanlığına tayin edilmiştir. Bu divanın nezarete dönüştürülmesi sonucu adliye nazırı olmuştur. Bu dönemde Nizami Mahkemeler Teşkilatı’nı kurarak, bununla ilgili kanun ve nizamnameleri hazırlamıştır. Bu dönemde kendisi tarafından teklif edilen görüş çerçevesinde; Hanefi fıkhına dayalı bir kanun kitabının hazırlanması çalışmaları başlamıştır. Babıali’de oluşturulan Mecelle-i Ahkâm-ı Aliye Cemiyeti’nin başkanlığına getirilmiştir. İki sene içerisinde Mecelle’nin dört kitabını hazırlayıp neşretmiştir. 1870 yılında beşinci kitabı hazırlarken bu komisyonun başkanlığından alınmış ve Bursa valiliğine tayin edilmiştir. Fakat kısa bir süre sonra bu görevinden de alınmıştır. Ahmet Cevdet Paşa’dan sonra Mecelle-i Ahkâm-ı Aliye Cemiyeti’nin başkanlığına Gerdankıran Ömer Efendi getirilmiştir. Cemiyetin bu dönemde çıkartmış olduğu altıncı kitap büyük tenkitlere uğramıştır. Bunun üzerine Ahmet Cevdet Paşa tekrar cemiyetin başkanlığına getirilmiştir. Sekizinci kitabın hazırlandığı dönemde kısa bir süre bu görevinden alınarak Maraş valiliğine tayin edilmiş fakat on sekiz gün sonra tekrar Divan-ı Ahkâm-ı Adliye üyeliğine ve Mecelle encümeni başkanlığına getirilmiştir. 1873 yılında Şuray-ı Devlet azalığına daha sonra da Evkaf nazırlığına getirilmiştir. Aynı yıl Maarif nazırlığına getirilmiş ve bu görevde iken reform niteliğindeki düzenlemeleri yürürlüğe koymuştur. Nur-ı Osmaniye Camii avlusunda modern usullere göre eğitim verecek “iptidaiye” adında bir ilkokul açmıştır. Darülmuallimin teşkilatı ise sıbyan, rüştiye ve idadi olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır.
Yine bu dönemde öğretmenlerden karma bir komisyon oluşturularak, ilkokullardan yüksekokullara kadar ders programları ve kitaplar hazırlattırılmıştır. Komisyon tarafından kendisine verilmiş olan “Kavaid-i Türkiye”, “Miyar-ı Sedâd”, “Âdab-ı Sedâd”, adlarıyla okullar için üç adet ders kitabı yazmıştır. “Kısas-ı Enbiya” adlı eserinin bir kısmını da Maarif nazırı olduğu dönemde yazmıştır. 1874’te Şuray-ı Devlet başkan yardımcılığına tayin olmuştur. 2 Kasım 1874 tarihinde Yanya valiliğine atanmıştır. 1875’te ikinci defa Maarif nazırı, daha sonrada Adliye nazırlığına getirilmiştir. Adliye nazırı iken Ticaret Nezaretine bağlı ticaret mahkemelerini Adliye Nezaretine bağlamıştır. 1876 yılında Rumeli teftişi ile görevlendirilmiş, döndüğünde nazırılık görevinden azledilmiştir. Suriye valiliğine atanmış fakat görevine başlamadan buradan alınıp üçüncü defa Maarif nazırlığına getirilmiştir. Daha sonra Adliye nazırlığına getirilen Ahmet Cevdet Paşa, bu dönemde Mecelle’yi tamamlamıştır. 1877’de Dâhiliye nazırı olmuş, 1878’de ise ikinci defa Suriye valiliğine atanmıştır. 1877 yılının Zilhicce ayında Ticaret ve Ziraat nazırı olmuştur. Haziran 1879 tarihinde Tunuslu Hayrettin Paşa’nın sadrazamlıktan istifası nedeniyle on gün süre ile bu görevi vekâleten yürütmüştür. 30 Kasım 1882 tarihinde Adliye nazırlığından ayrılmış ve üç yıl kadar resmî bir görev üstlenmemiştir. Bu dönemde “Tarih-i Cevdet”i tamamlamıştır. 11 Haziran 1886 tarihinde tekrar Adliye nazırlığına getirilmiş fakat kısa bir süre sonra bu görevinden ayrılmıştır. 1890’da ll. Abdülhamit tarafından Meclis-i Vükela üyeliğine getirilmiştir. Bundan sonraki dönemde resmî bir görev almayan Ahmet Cevdet Paşa ilmî çalışmalarına önem vermiştir. 26 Mayıs 1895 tarihinde İstanbul Bebek’teki yalısında vefat etmiştir. Fatih Sultan Mehmet Türbesi haziresine defnedilmiştir.

İLMÎ KİŞİLİĞİ VE TARİHÇİLİĞİ
Ahmet Cevdet Paşa, Osmanlı kurum ve kuruluşlarına yeniden şekil verilmesi konusunda çalışmaların başladığı, farklı fikirlerin tartışıldığı bir dönemde yaşamıştır. Gelenekçi Türk-İslam kültürü ile yenilikçi Batı arasında senteze varmaya çalışmış, Osmanlı kurumlarının İslami esaslara dayandığını dikkate alarak her yönü ile Batılılaşmanın hem yanlış hem de imkânsız olduğunu düşünmüştür. Bu nedenle Batı taklitçiliğine ve maddeci felsefeye şiddetle karşı çıkmıştır. Ahmet Cevdet Paşa bütün icraatlarında Osmanlıcı-İslamcılığı sürdürmekle birlikte, metot olarak yenilikçiliği benimsemiştir. Batı âleminin pozitif bilimler, teknik ve yönetim alanlarındaki üstünlüğünü kabul etmiş ve Osmanlı kurumlarının bu yönleri ile Batı tarzında ıslahını savunmuştur. Avrupa kanunlarının ve kurumlarının olduğu gibi alınmasına şiddetle karşı çıkmış, İslami geleneklerin korunması gerektiğini savunmuştur. Bu bağlamda Avrupa’dan kanunların tercüme edilip alınması fikrini tasvip etmemiştir.
Ahmet Cevdet Paşa Osmanlı Devleti’nin buhranlı bir döneminde yaşamış bir devlet adamıdır. Onun yegâne gayesi, çöküş sürecine girmiş olan devleti kurtarmak ve bu yönde çaba harcamak olmuştur. Bu hedefini gerçekleştirmek için hem devlet yönetimindeki görevlerinde hem de ilmî çalışmalarıyla büyük gayret göstermiştir.
Âlim, edip, hukukçu, tarihçi olduğu kadar iyi bir devlet adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın resmî görevleri onun ilmî cephesi için kayıp olmuştur. Fakat memlekete idari görevler yoluyla da önemli ve unutulmaz hizmetler yapmıştır. Döneminin önde gelen ilmî şahsiyetlerinden olan Ahmet Cevdet Paşa, İslami ilimlerle birlikte Arapça ve Farsçayı çok iyi bir şekilde öğrenmiş, Emin Efendi adındaki bir hocadan Fransızca dersleri de almıştır. Böylece hem Doğu hem de Batı medeniyetlerini öğrenme ve değerlendirme imkânını elde etmiştir.
Ahmet Cevdet Paşa, pek çok vasfının yanı sıra özellikle tarihe dair çalışmalarıyla Osmanlı tarihçiliğine yeni bir bakış açısı getirmiştir. Tarihçilik, tarih felsefesi, metodolojisi bakımından eski vakanüvis tarihinden farklı, yeni bir anlayış ortaya koymuştur. İslam tarihçiliğinin ilmî tarihçilik ekolünü takip etmiş fakat bunun yanı sıra İran tarzı edebî tarihçilikle ahenkli bir terkibi gerçekleştirmiştir. Böylece eski tarihçilik ile yenisi arasında bir köprü görevi görmüştür. Ona göre tarihten beklenen, sadece bir olayın falan tarihte gerçekleştiğini bilmek değildir. Tarihten asıl amaç olayların doğruluk ve yanlışlığını bilmek ve gerçek sebeplerini öğrenerek bundan ders çıkartmaktır. Ona göre devletin yaşayabilmesi için de tarih ilminin önemi büyüktür. Devletlerin nizamlarını koruyabilmelerinin tarih ilmi ile sağlanabileceğini ifade etmiştir. Ahmet Cevdet Paşa tarih çalışmalarında sadece vaka yazarlığı yapmamış olayların arka planındaki sosyal ve ekonomik sebepleri araştırarak bir tarih felsefesi oluşturmuştur.
Tarih felsefesi ve metodolojisi konusunda İbn Haldun’un tesirinde kalmıştır. Ahmet Cevdet Paşa’nın Batılı tarihçilerden ne derece faydalandığı tartışmalı ise de İbn Haldun’un, onun tarihçilik anlayışında önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. İbn Haldun’un “beş tavır” nazariyesini Kâtip Çelebi, Müneccimbaşı, Naima gibi Osmanlı tarihçilerine benzer bir şekilde nakletmiş ve bütün devletler gibi Osmanlı Devleti’nin de kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme ve çöküş dönemlerinden geçeceğini fakat diğer Osmanlı tarihçileri gibi bunun değiştirilebileceğine dair kanaatini belirtmiştir. Osmanlı Devleti’nin gerilemesini, yükselme dönemindeki sınırlarının geniş olmasına bağlamış, fakat uzağı gören devlet adamları sayesinde devletin ömrünün uzatılabileceğini, hatta yeniden canlandırılabileceği fikrini savunmuştur.
Ahmet Cevdet Paşa tarihe dair eserlerinde kaynakları titizlikle değerlendirmiş ve bazılarını eleştirmiştir. Olayların sadece cereyan ediş şekillerini anlatmamış, aralarındaki sebep-sonuç ilişkilerini ortaya koyarak değerlendirmiştir. Ahmet Cevdet Paşa, İbn Haldun’un ısrarla üzerinde durmuş olduğu olaylarda sebep sonuç ilişkilerinin göz önünde bulundurulması ve değerlendirilmesi prensibini çalışmalarında uygulamıştır. Osmanlı Devleti’nin çöküşünün 17. yüzyıldan başladığını, Tanzimat Dönemi ideolojisi paralelinde devletin restorasyona değil, reforma ihtiyacı olduğu görüşünü savunmuştur. Osmanlı tarihini anlayıp değerlendirmek için Avrupa tarihinin de bilinip doğru okunması gerektiğini iddia etmiştir. Kendisinin kitaplarında bu görüş çerçevesinde Avrupa’daki olayları ve kurumları iyi kavrayıp değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Ahmet Cevdet Paşa Doğu-Batı mukayesesini yapmış, tarihî çağlar ile ilgili Avrupa’daki görüşleri değerlendirmiştir. Avrupa’daki zamanlama ölçülerinin İslam tarihine uymayacağını belirtmiş, bunun Doğu için İslam öncesi ve sonrası şeklinde ikiye ayrılması gerektiğini, İslam dininin ve hukukunun tarihi kendi şartlarına göre biçimlendirdiğini belirtmiştir.

ESERLERİ

Tarih-i Cevdet
On iki ciltten oluşan bu eser Osmanlı tarihinin 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar olan dönemini kapsamaktadır. Eserin kaynakları arasında tarih kitapları, arşiv kayıtları, resmî tezkireler ve hatıralar bulunmaktadır.
Tezakir
Ahmet Cevdet Paşa’nın vakanüvisliği döneminde bizzat kendisininde içinde bulunduğu olaylara dair tutmuş olduğu notlardan oluşmaktadır. Bu eserinde dönemin siyasi, toplumsal ve ahlaki yönlerini anlatmıştır. Cevdet Paşa’nın dört ciltten oluşan bu eseri dönemin padişahı ve devlet adamlarının takdirini kazanmıştır.
Ma’ruzat
1839-1876 yılları arasındaki olayları içeren bu eser, II. Abdülhamid’in emri ile yazılmıştır. Cevdet Paşa bu eserinin ismini padişaha sunması nedeniyle “Ma’ruzat” olarak koymuştur.
Kırım ve Kafkas Tarihi
Kafkasya’nın tarihî coğrafyası ile burada yaşayan toplulukların etnografyasının yer aldığı bir eserdir.
Belağat-ı Osmaniye
Ahmet Cevdet Paşa’nın okutmuş olduğu edebiyat dersine ait notlardan oluşturulmuş bir eserdir.
Kavaid-i Osmaniye
Ahmet Cevdet Paşa’nın en önemli çalışmalarından biridir. Türkçe ile ilgili yayımanmış ilk gramer kitabıdır.
Divançe-i Cevdet
Gençliğinde yazmış olduğu şiirlerin yer aldığı bir eserdir.
Mecelle-i Ahkâmı Adliye
Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir heyet tarafından yazılmıştır. Bütün İslam devletlerinde İslam hukuku alanında hazırlanmış ilk kanun kitabı olma özelliğine sahiptir. Mecelle her ne kadar bir heyet tarafından hazırlanmış ise de eserin maddelerinin yazılmasından tamamlanmasına kadar en büyük pay Ahmet Cevdet Paşa’nın olmuştur.
Ahmet Cevdet Paşa’nın ayrıca, “Medhal-i Kavaid”, “Kavaid-i Türkiyye”, “Miyar-ı Sedad”, “Adab-ı Sedad fi İlmil Âdab”, “Beyanü’l Unvan”, “Takvimü’l Edvar”, “Mecmua-ı Ahmed Cevdet”, “Mecmua-ı Âliye”, “Malumat-ı Nafia” ve “Hulasa-i Te’lifi’l-Kur’an” isimlerinde eserleri mevcuttur. Bunların bir kısmı okullarda ders kitabı olarak okutulmak amacıyla yazılmıştır.
Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa
“Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa”, Ahmet Cevdet Paşa’nın hayatının son dönemlerinde yazmış olduğu bir eserdir. Kitapta Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar olan peygamberlerin kıssaları, İslam dininin ortaya çıkışı, Hz. Muhammed’in hayatı, ilk dört halife dönemi, Emevi, Abbasi dönemleri, Türk-İslam devletleri ve Osmanlı tarihinin bir bölümü yer almaktadır. Eserin tamamı on iki cüzdür. İlk altı cüzü Ahmet Cevdet Paşa’nın sağlığında basılmıştır. Eserin tamamı kızı Fatma Aliye Hanım tarafından 1331(1915) yılında on iki cüz hâlinde yayınlanmıştır.
Eseri diğer İslam tarihi eserlerinden ayıran en önemli özelliği, Osmanlıca olarak son derece açık ve akıcı bir dille yazılmış olmasıdır. Bir tarih kitabı olduğu hâlde, üslubundaki bu akıcılık okuyucuyu kendine bağlar ve âdeta sürükler. Bu yüzdendir ki eser yıllar boyunca çok okunan ve birçok baskısı yapılan bir kitap olmuştur. Bu açıdan eser, dili ve kullanılan üslup bakımından çok sayıda yazar tarafından takdir edilmiştir.
Ancak günümüz şartlarında insanların bu kıymetli eserden iyi faydalanabilmeleri için böyle bir çalışmayı yapma gereği duyduk. Çünkü “Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa” ile ilgili daha evvel yapılmış olan çalışmalara bakıldığında; bir kısmının dil yönünden günümüz Türkçesine göre ağır ve zor anlaşılır olduğu, bir kısmında ise İslam kültür ve tarihinde kullanılagelen bazı terimlerin dahi sadeleştirme ve çevirme yoluna gidildiği görülecektir.
Bu nedenle sadeleştirme yapılırken kitabın aslına sadık kalınarak günümüzde kullanılan kelimeler ve bazı terimler aynen yazılmıştır. Okuyucunun daha kolay istifade edebilmesi için bazı terimlerin (Tenasûh, Hâcib, Hurûç, Gulat-ı Şia, Bürde-i Şerife… gibi.) ilk yazılışlarında anlamları da parantez içinde verilmiştir. Bu şekilde terimler korunarak anlam eksikliğinin önüne geçilmiştir. Aynı şekilde sadeleştirme yapılırken; Kostantiniyye, Re’sül-Ayn, Meyyafarikiyn, Amid, Rıha gibi şehir veya yer isimleri de tarihte kullanıldıkları isimleriyle zikredilmiştir.
Ahmet Cevdet Paşa, kitabının konuları arasında vefat eden önemli şahsiyetlerden de bahsetmiştir. Bunu yaparken devlet adamlarının ve ulemanın kısaca şahsiyetleri, eserleri, inanç ve fikirleri gibi farklı yönlerini de dile getirmiştir. Bu şekilde bazı vefat edenler için kitapta yer alan Arapça dua cümleleri aynen yazılmıştır. Kitapta nadir de olsa bazı cümlelerin anlamı daha iyi anlaşılabilsin diye bir iki kelime eklendiği olmuştur. Bu eseri sadeleştirmede, “Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa”, Kanaat Matbaası, İstanbul-1331 Osmanlıca baskısı esas alınmıştır.

    Prof. Dr. Zekeriya Akman

BEŞİNCİ BÖLÜM ABBASİLER

Geçen kısımlarda yazılanlardan anlaşılacağı gibi Arap kabileleri içerisinde en şereflisi olan Kureyş Kabilesi; on sülaleye ayrılmıştı. Bunlardan Abd-i Menaf’ın oğlu Haşim’in soyundan gelen Beni Abdü’l-Muttalib ile Abd-i Menaf’ın oğlu Abd-i Şems’in soyundan gelen Beni Ümeyye’nin nüfuz ve haysiyetleri fazla olduğundan, Kureyş’in diğer sülaleleri bu iki soyun başkanlığını kabul etmede tereddüde düşmemişlerdir. Emeviler nüfus bakımından kalabalık, kavmiyetçe de kuvvetleri daha fazla olduğu hâlde Abdü’l-Muttalib’in Zemzem Kuyusu’nu keşfetmesi ve meşhur Fil Yılı’nda Mekke başkanı olması gibi nedenlerden dolayı Haşimilerin şan, şeref ve haysiyyeti artmıştı. Kısacası Kureyş’in en şereflisi ve kuvvetlisi olan bu iki sülale, başkanlığa layık olma konusunda birbirlerine rakip idiler. İkisi ittifak edince diğerleri onlara uyarlardı.
Muhammed’in (s.a.v.) nübüvveti, Beni Haşim içinde zuhur edince Haşimilerin şeref ve haysiyeti arttı. Akrabalık gayreti gütmenin yerine İslam kardeşliği geçti. Hicret’ten sonra Medineli sahabe Müslümanlar (ensar) da bu kardeşliğe dâhil olunca İslam’ın şan ve şöhreti arttı. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hicretinde Beni Haşim’in çoğunluğu Medine’ye hicret ettiğinden, Mekke, Beni Abd-i Şems’in elinde kaldı. Bedir Savaşı’nda onların ileri gelenleri öldüğünden Emevilerden Ebu Süfyan Mekke’nin başkanı oldu.
Mekke’nin Fethi sırasında Ebu Süfyan ve oğulları, İslam ile müşerref oldular. Fakat akrabalık gayretkeşliği geride kalmış olduğundan, onlar şeref ve meziyet bakımından İslam’da öncelik sahibi olan seçkin ashaptan geride kaldılar. Ebu Süfyan ise peygamberlik güneşinin kendilerinden doğmuş olması hasebiyle Beni Haşim’in ve Beni Ümeyye’den daha az olan diğer sekiz sülalenin üstünlüğünü çekemezdi. Bundan dolayı Teym’den Hazreti Ebubekir’s-Sıddık’a biat olunduğu zaman Ebu Süfyan, Beni Teym’in sayısının azlığından söz ederek Hz. Ali’ye biat etmek istemişti. Fakat Hz. Ali (r.a.) kabul etmedi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) de Adiyoğullarının sayısına itibar etmeyip, bu soydan olan Hz. Ömer’in (r.a.) İslam’daki öncelik ve haysiyetine, iktidar ve ehliyetine bakarak onu halifeliğe aday olarak gösterdiği zaman ilk önce biat eden Hz. Ali (r.a.) olmuştur.
Hazreti Ömer’in (r.a.) vefatından sonra halife seçimi, şûraya havale edilince, müşaveret sırasında hilafet, Beni Ümeyye’den olan Hz. Osman (r.a.) ile Beni Haşim’in en üstünü olan Hz. Ali (r.a.) arasında gidip geldiği hâlde hakem olan Abdurrahman İbni Avf’ın, Hz. Osman’ı (r.a.) tercih etmesi de Beni Ümeyye’nin nüfusunun çokluğundan değil idi. Çünkü akrabalık gayretkeşliği terk edilmiş ve unutulmuştu. Hz. Osman’ın (r.a.) halifeliği sırasında akrabası olan Eme-vi valileri, fazlasıyla mevki, makam ve memuriyetleri ele geçirdiler, buraları kötüye kullanmaya başladılar. Haşimoğulları bu durumdan hoşnut kalmadılar. Zahitler ve ehl-i Kur’an ise Hz. Osman’a (r.a.) itiraz eder oldular. İşte o sırada Şia grubu ortaya çıkarak hilafetin Haşimoğullarına ait olduğu inancıyla, halkı Hz. Osman (r.a.) aleyhinde tahrik edip kışkırtmaya başladılar. Bu suretle büyük bir fitne çıkaran zorbalar, Hz. Osman’ı (r.a.) şehit ettiler. Bunun üzerine Hz. Ali’ye (r.a.) biat edildi. Fakat Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye Şam’da bir sancak beyi iken Hz. Osman’ın (r.a.) hilafeti zamanında bütün Suriye’ye vali olup pek çok servet ve kuvvet kazanmıştır. Bütün Emeviler, Mekke ve Medine’den kaçanlar onun etrafında toplanmış olduğundan Hz. Ali’ye (r.a.) biatten kaçındı.
Sıffin Savaşı’nın neticesinde işi hakemlerin çözmesine karar verildiğinde, zahit ve ehl-i Kur’an’dan bir grup o kararı ret ile Hz. Ali (r.a.) aleyhine başkaldırdı. Hz. Ali (r.a.), zamanının çoğunda bu Hariciler ile uğraştı. Sonunda bir Harici onu şehit edince, oğlu Hz. Hasan’a biat edildiyse de o zamana kadar Muaviye Şam’da yerleşip kökleşmiş ve insanlar da kavmiyetçilik gütmeye döndüklerinden Muaviye Irak üzerine yürümüş, geçen kısımda açıklandığı gibi Hz. Hasan hilafetten çekilmiş ve bütün halk Muaviye’ye biat etmiştir. Muaviye İbni Ebu Süfyan, işte bu şekilde Şam’da ezici kuvvete sahip bir devlet kurdu. İslam memleketlerinde emirlerini yürüttü. Fakat iki topluluk ona karşı idi. Biri hem Hz. Osman’a (r.a.) hem de Hz. Ali’ye (r.a.) buğzeden Hariciler güruhu, diğeri Hz. Ali’ye (r.a.) muhabbette aşırı giden Şia güruhu. Muaviye, Haricileri ezici kuvvetiyle vurup cezalandırmakta ve Haşimoğullarını da ikram ve iltifatlar ile idare etmekteydi.
Oğlu Yezid zamanında ortaya çıkan Kerbela faciası üzerine Müslümanlar, Emevi Devleti’nden nefret eder oldular. Yezid’in ölümünden sonra oğlu küçük Muaviye’ye biat edildiyse de Muaviye halkın genelinin kendilerinden nefret eder olduğunu görünce halifelikten istifa ederek köşesine çekildi. Çok geçmeden öldü ve Emevi Devleti’nin birinci kısmı olan Süfyaniyye şubesi onunla son buldu.
O zaman Mekke’de Abdullah bin Zübeyr’e biat edildi. Yalnız Şam bölgesi bunun dışında kalmış idi. Şam halkının birçoğu İbni Zübeyr’e tabi olmuş ve meyletmişken, muhalifler topluluğu üstün gelerek Mervan bin Hakem’e biat ettiler. İşte Emevi Devleti’nin ikinci kısmı olan Mervaniye şubesi bu suretle meydana çıktı. Fakat Mervan, hilafet işinde tam bağımsızlığını kazanamadı. Ondan sonra oğlu ve halefi olan Abdülmelik, Abdullah bin Zübeyr’e üstün gelerek bağımsızlığını kazandı. Abdülmelik’in hükûmeti, zalimane ve pek zorbaydı. Haccac bin Yusufü’s-Sakafi gibi bir zalimi halkın başına bela etti. Bütün doğu taraflarını onun eline teslim etti. Asiler ve Hariciler çoğaldı. Haccac da peş peşe savaş ve darbelerle meşgul oldu. Şiiler ise gizlilik perdesi altında hazırlanarak fırsat kolladılar.
Sicistan valisi olan Abdurrahman bin Muhammed bin Eş’as El-Kindi, Haccac’a karşı ayaklandı. Ordusuyla gelip Fars ve Irak’ı istila etti, Haccac ile defalarca savaştı. Yanında asker ve halktan iki yüz bin kadar adam toplandı. Irak’ın âlim ve hukukçularının çoğu da onunla beraber idi. İçlerinde büyük müçtehitler vardı. Seksen ikinci hicri yılında ittifakla Abdülmelik’i indirerek Abdurrahman’a biat ettiler.
O zamana kadar halifeler hep Arap kabilelerinin en şereflisi olan Kureyş Kabilesi’nden olup Kureyşi olmayan bir emirin hilafet makamına seçilmesi uzak bir ihtimal olarak görünürken, Abdülmelik’in istibdadından ve Haccac’ın zulmünden halk o kadar bıkmıştı ki Yemenli bir küçük kabile olan Kinde Kabilesi emirlerinden birine biat ediverdiler. Abdülmelik ise birbiri peşi sıra Şam’dan asker göndererek Haccac’a yardım ettiği için işin sonunda Haccac galip gelerek Abdülmelik hilafet makamında kaldı. Abdülmelik’in oğlu ve halefi olan Velid’in zamanında birçok yer fethedildi. Birçok hayırlı ve güzel şey yapıldı. İslam dairesi çok genişledi. Fakat Haccac’ın doğu tarafında zulüm ve adaletsizlikleri devam etti. Ashabın bazı seçkinlerine, müçtehit ve âlimlerin büyüklerine yapmadığı eza ve cefa kalmadı. Sonunda Irak’ın en büyük din âlimi ve salih insanı olan Said bin Cübeyr gibi bir büyük zatı öldürdü. Ondan sonra kendisi de rahat yüzü görmedi. Çok geçmeden hesap vereceği ahirete gitti. Ondan sonra Velid de öldü. Onun halefi ve kardeşi olan Süleyman bin Abdülmelik, diğerlerine göre insaflı ve cömert bir kişi idi. Fakat ilimlerin gizliliklerine vâkıf, içi ve dışı tertemiz olan Ebu Haşim Ali’yi çekemeyerek zehirletti. Bu da Emeviler aleyhinde, halkı Abbasilere biate çağırmaya bir sebep oldu.
Süleyman’ın vefatıyla amcasının oğlu Ömer bin Abdülaziz halife olunca birdenbire Hulefa-i Raşidin yolunda adaletli bir icraat ortaya koydu. Pek çok kötü âdetin ortadan kaldırılmasına özen gösterdi. Şam halkından başka bütün İslam memleketlerinin halkı, Emevi Devleti’nden nefret ederek yıkılmasını arzu ederken, onun güzel ahlakı, halkın fikirlerinin olumlu yönde değişmesine vesile olmuş ve Emevi Devleti’nin devam etmesi hakkında güzel ümitler oluşmuştu. Fakat her türlü kötülüklere alışmış olan Beni Ümeyye’nin valileri, onun bu adaletli tutumundan hoşnut kalmadı ve akrabası kendisini zehirletti. Onun yerine geçen Yezid bin Abdülmelik ise heva ve hevesine uyan bir adam olduğu için varını ve ömrünü zevk ve sefaya harcayarak tüketti.
Onun yerine geçen Hişam İbni Abdülmelik oldukça zararsız bir kişiydi. Fakat mal toplama konusunda kendisini helak edecek kadar hırslı idi. Komutanları ve valileri dahi kendisine yaranmak için mal toplamakta şiddet gösterirlerdi. Özetle o zamanda Emevilerin mal toplamaktan başka bir düşünceleri yoktu. Hırs ve tamahlarının derecesini açıklamak için o zamanda meydana gelen dine girme olaylarını açıklayalım.

Dine Girmeler
Ömer İbni Abdülaziz (r.a.) Hazretleri’nin adaletli devrinde İslam’a girmeler çoğaldı. Özellikle Horasan halkından pek çok kişi Müslüman oldu. Cizye (gayrimüslimlerden alınan vergi) geliri epeyce azaldı. Bazı insanlar tarafından, “Birçok halk, sırf cizyeden kurtulmak için grup grup Müslüman oluyor. Onları sünnet ile imtihan et.” diye Horasan Valisi Cerrah’ı uyarınca o da yeni Müslüman olanların sünnet ile imtihan olunmalarını hilafet makamına arz edip izin istedi. Ömer bin Abdülaziz Hazretleri, “Allah, Muhammed (s.a.v.) Hazretleri’ni halka davetçi gönderdi, sünnetçi göndermedi.” diyerek, yüzüncü senenin içinde Cerrah’a cevap gönderdi. Bundan sonra onu Şam’a çağırarak görevden aldı ve yerine başka vali atadı.
Yüz iki senesinde Afrika valisi olan Yezid bin Ebu Müslim, Hristiyan veya Yahudi olup da İslam ile şereflenerek şehirlere gelip yerleşen o mühtedileri köylerine döndürerek, İslam’a girmeden önce verdikleri cizyeyi eskisi gibi toplamaya başlayınca halk ayaklanarak Yezid’i öldürüp ondan öncekini onun yerine getirdiler. O zaman hilafet makamında bulunan Yezid bin Abdülmelik’e de Biz senin itaatinden çıkmadık, lakin Yezid bin Ebu Müslim, bize karşı Allah’ın ve Müslümanların razı olmayacağı zulümleri yaptı. Biz de onu öldürdük ve senin eski emirini makamına iade ettik, diye bildirdiler. Yezid bin Abdülmelik de Ben Yezid bin Ebu Müslim’in yaptığına razı değilim, diye cevap yazdı. Halkın tayin ettiği emiri yerinde bıraktı. Fakat halk yüz buldu ve hükûmet otoritesine halel getirilmiş oldu.
Hişam’ın hilafeti zamanında ve yüz on senesinde Horasan Valisi Eşres, Maveraünnehir halkını İslam dinine davet için Salih İbni Tureyf ile Rebi İbni İmran’ı memur ettiğinde, İbni Tureyf, “Ben bu görevi Müslüman olanlardan cizye alınmamak şartıyla yerine getiririm.” dedi. Bu ise dinin bir gereği olduğu için Eşres kabul etti. İbni Tureyf ve İbni İmran çıkıp Semerkant’a gittiler ve halkı İslam’a davet ettiler. Semerkant ve çevresinden pek çok kişi İslam dinine girdiler. Fakat bundan dolayı hazine gelirinde çokça eksilme meydana geldiği Semerkant defterdarı tarafından bildirilince, Eşres hemen Semerkant valisine gönderdiği yazılı emirde, Maveraünnehir halkından çok kimselerin İslam’a rağbet için değil, ancak cizyeden kurtulmak için Müslüman oldukları haberi alındı. Sen sünnet olan, namaz kılan ve Kur’an’dan bir sure okuyan kimselere bak. Cizyeyi ancak onların üzerinden kaldır, dedi.
Yine Semerkant’tan Eşres’e, Birçok halk Müslüman olup mescitler inşa ettiler. Ne yapalım? diye bildirildiğinde, Şimdiye kadar haraç aldığınız adamlardan yine haracı alınız, diye yazılı emir gönderildi.
Bunun üzerine Ömer İbni Abdülaziz’in talimatına aykırı olarak Müslüman olanlardan cizye alınmaya başlandı. Onlar da cizye vermekten kaçındı, İslam’a giren yedi bin kadar kişi Semerkant civarında toplandı. Davetçileri olan İbni Tureyf ve İbni İmran ve diğer bazı kişiler onlara yardım için çıkıp onlarla birleştiler. Daha sonra Eşres tarafından asker gönderilerek İslam’a girenler sıkıştırılınca birçoğu dinden çıkarak savuştular ve Türk hakanına iltica ettiler.
Hakan ile bir büyük savaş kapısı açıldı. Arap’ın ileri gelenlerinden pek çok kişi öldü. Neticede hakan, İslam beldelerine girerek Semerkant ve Buhara’yı kuşatıp Arapları zorladı. Hâlbuki Hicret’in yüzüncü yılından beri halkı Abbasilere biat için davet edenler, yani Muhammed İbni Ali Abbasi’nin ayarlamış olduğu davetçiler, Horasan’da halkı gizlice Emevi Devleti aleyhine çağırmakta idiler.
O sırada Eşres’in görevden alınması gerçekleşti. Hâlbuki kendisinden sonra göreve gelenler de meydana gelen iç ve dış karışıklıkların üstesinden gelemediler. Sonunda Horasan valisi olan Nasır İbni Seyyar âlim ve faziletli bir zat olduğundan ve Ömer İbni Abdülaziz’in tavsiyelerini de dikkate alarak, yukarıda geçtiği gibi Eşres’in dine girenler üzerinde bırakmış olduğu haracı kaldırdı. Heyecana gelmiş olan kamuoyunu bir dereceye kadar teskin edinceye dek Maveraünnehir seferleriyle uğraştı. Hâlbuki Horasan halkı, gizlice, gruplar hâlinde Abbasilere biat çağrılarına uymakta olduklarından, dış savaşlarla uğraşacak zaman değildi.
Doğu şehirleri, böyle karışık bir hâldeyken batıdakiler de çeşitli karışıklıklarla çalkalanıyordu. Şöyle ki Tanca valisi düşüncesiz bir şahıs olup Berberilerin Müslüman halkını tutsak sayarak, beşte birine devlet tarafından el koyup onları köle yapmaya kalkışınca, yüz on yedi yılında halk ayaklanmıştı. O sırada Hariciler de türeyip içlerinden Ukâşe adında biri, emirü’l-müminin unvanını takınmış olduğundan, Hişam oraya çok sayıda asker göndermiş, pek şiddetli çarpışmalar olmuş ve iki taraftan çok sayıda kişi ölmüştü.
Emevilerin doğuda ve batıda görülen uygunsuz icraatlarından dolayı Emeviye Devleti’nin değeri düşmekteydi. İşte bu durumlar, Abbasilerin çağrılarınn değer kazanmasına önemli bir sebep olmakla beraber bu manada konunun açıklanması gerekir. Fakat öncelikle Şiilerin imamet hakkındaki görüşlerini aşağıda geçeceği gibi kısaca açıklamakta yarar var.

Şia’nın İmamet Hakkındaki Görüşleri
Kelam âlimlerinin büyük kısmına göre hilafet gibi imamet de din ve dünya işlerinde genel başkanlık demektir. Bu nedenle Müslümanların işlerini gören kişiye Müslümanların imamı ve Hazreti Peygamber’in halefi denir ki halk arasında hakkın yerini bulması, yol ve geçitlerin güven altına alınması, sınırların korunması yanında ümmetin daha başka işlerini de görür.
Resul-ü Ekrem’den (s.a.v.) sonra Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali sırayla halife ve imam olmuşlardır. Ama gizlenmiş ve bir köşeye çekilmiş olan bir kişi her ne kadar aranan özellikler kendisinde bulunsa ve imamete hak kazanmış dahi olsa, Müslümanların işlerini görmek için bizzat seçilip tayin edilmedikçe bu manada ona imam ve halife denilmez. Ama sözlükte kendisine uyulan her kimseye imam denir.
Fakat Şiiler, halife ile imamın arasını ayırarak farklı görürler. İmamın “masum”, “Haşimi” ve “Alevi” (Hz. Ali sülalesinden) olması gibi bazı hususları şart koşarlar. “İmamın bilfiil ümmetin işlerini görmesi şart değildir.” derler. Şu hâlde imamet ve hilafet, ancak Hz. Ali ile oğlu Hz. Hasan’da birleşmiştir. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’da hilafet bulunup imamet bulunmaz. Hz. Hüseyin İbni Ali’de ise İmamet bulunup hilafet bulunmaz. İmamet bahsinde Şiiler, birçok fırkalara ayrılmış olup aralarında çok anlaşmazlıklar vardır.
Zeydiyye fırkası; Hazreti Ali’yi bütün ashab-ı kiramdan üstün tutmakla beraber, üstün olanın hilafetini caiz sayarlar. Bu nedenle Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetlerini kabul ederler. Daha önceki bölümde açıklandığı gibi yüz yirmi iki yılında Zeyd İbni Zeyne’l-Abidin ve bir yıl sonra oğlu Yahya öldürülmüşlerse de Zeydiyye mezhebi devam edip gelmiş, hâlen Yemen’de San’a ve çevresi bu mezheptedirler.
Ama Şeyhayn, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den yüz çeviren Şiiler ki onlara Rafiziyye ve imamiyye denilir; onlar da İsnâ Aşeriyye (on iki imama tabi olanlar) ve İsmailiyye fırkalarına ayrılmışlardır.
İsnâ Aşeriyye fırkası imameti on iki kişiyle sınırlandırır ki Hazreti Ali İbni Ebu Talib, oğulları Hasan, Hüseyin ve ondan sonra Zeyne’l-Abidin İbni Hüseyin, Muhammed Bakır İbni Zeyne’l-Abidin, Cafer-i Sadık İbni Muhammed Bakır, Musa’l-Kâzım İbni Cafer-i Sadık, Ali Rıza İbni Musa’l-Kâzım, Cevad diye bilinen Muhammed Naki İbni Ali Rıza, Naki İbni Muhammed Takiy, Hasan Askerî İbni Ali Naki ve sonra Muhammed Mehdi İbni Hasan Askerî’dir.
Bu on iki imamın beşincisi olan Muhammed Bakır’ın vefatı geçen bölümde anlatılmış, diğerleri de bundan sonra anlatılmak üzere kararlaştırlmıştır. On ikincisi olan Muhammed Mehdi, yeri gelince anlatılacağı üzere küçük iken Samarra’da kaybolmuştur. İsnâ Aşeriyye fırkası, onun o zaman gizlendiğine ve hâlâ hayatta olduğuna inanırlar ve onun ortaya çıkacağı günü beklemektedirler. İran halkı şu anda bu mezheptendir.
İsmailiyye fırkası, “Cafer-i Sadık’tan sonra imametin, onun büyük oğlu İsmail’e geçmesi gerektiğini, İsmail ise babası sağ iken hayatını kaybettiğinden, imametin onun oğlu Muhammed’e ve ondan çocuklarına geçtiğini ifade ederler. İsmailiyye’nin imamları gizli olduğundan bu Muhammed İbni İsmail’e Muhammed Mektûm derler. İsmailiyye’nin itikatları küfre sebep olduğu ve başkalarından gizli tutulduğu için kendilerine Bâtıniyye denilir. Bunlar da ikiye ayrılmış olup, bir fırkası imameti, Muhammed Mektûm’dan Abdullah İbni Mehdi İbni Muhammed El-Habib İbni Caferi’l-Musaddık İbni Muhammedi’l-Mektûm İbni İsmail’e kadar götürürler. Bunlar, Afrika’da bir Şii devleti kuran Ubeydiyyûndur. Diğer bir fırkası da imameti Yahya İbni Ubeydullah İbni Muhammed Mektûm’a kadar götürür. Bunlar Karâmita’dan bir gruptur. Bu Karâmita’nın uydurduğu yalanlardandır. Zira Muhammed Mektûm’un Ubeydullah adında bir oğlu bilinmemektedir.
İmamiyyenin bir fırkası da “Hazreti Ali’den sonra imam, onun oğlu Muhammed İbni Hanife’dir. O hâlen hayattadır ve Mehdi-i Muntazar[1 - Beklenen Mehdi.] odur.” derler. Bazıları da İbni Hanife’den sonra imametin Hasan ve Hüseyin’in (r.a.) çocuklarına geçtiği inancındadırlar. Bazılarının nazarında Muhammed İbni Hanife’den sonra imamet, onun oğlu Ebu Haşim Ali’ye geçmiş, o da geçen bölümde işaret edildiği gibi ve bundan sonra da açıklanacağı üzere imameti, Muhammed İbni Ali Abbasi’ye bırakmıştır. O da etrafa davetçiler gönderip halkı gizlice davete başlamıştır.

Abbasilere Çağrının Yayılması
Daha önce geçen bölümde açıklandığı üzere Muhammed İbni Hanife’nin oğlu Ebu Haşim Ali, doksan dokuz yılında Şam’dan Hicaz tarafına döndüğünde, zehirlenerek köyünde vefat ettiği zaman imameti, Beni Abbas’tan Muhammed İbni Ali’ye bıraktı. Ondan sonra hilafet işinin Abbasoğullarına geçeceğini açıkladı. Bu konuda ne yapılması gerektiğini bildirdi. Bu sırrın gizli tutulması için uyarıda bulunmuştur. Irak ve Horasan halkından yanında bulunan Şia grubuna da hilafetin Abbasilere geçeceğini bildirmiş ve bundan sonra Muhammed İbni Ali’ye başvurulmasını tavsiye etmiş idi. Bunun üzerine Muhammed İbni Ali Abbasi, yüz senesinin başlarında çevreye davetçiler gönderdi, bu davetçiler hükûmetten sakınarak, gizlice davete başladılar. Bunlar imamlarını ele vermemek için onun ismini açıklamayarak “Muhammed’in (s.a.v.) soyundan gelende rıza…” deyip biat etmek üzere insanları davete başladılar. İmam Muhammed İbni Ali için on iki vekil ve ondan sonra yetmiş kişiyi seçtiler. Muhammed bin Ali de onlara özel talimat göndermişti.
“Âl-i Muhammed’de rıza…” sözü her ne kadar belirsiz bir tabir ise de halka, özellikle Emevilerden nefret edenlere hoş geldi. Halk birbiri ardınca bu çağrıya uydu. Yüz iki yılı içinde bu davetçilerden bazıları Horasan’da yakayı ele verip tutuklanarak hapsolunmuşlarsa da kendilerinden bir ipucu alınamayınca bazı ileri gelenler tarafından bağışlanmaları talep edilip serbest bırakılmışlardır.
Yüz dört yılında İmam Muhammed bin Ali Abbasi’nin Seffah adındaki oğlu yeni doğmuştu ki Abbasilere biate çağıranlardan bir grup Hamime’ye gelmişti. Muhammed bin Ali, oğlu Seffah’ı on beş günlük iken çıkarıp onlara göstererek, “İşte imamınız budur. İş onun elinde tamamlanacaktır. Siz de o zamana ulaşıp düşmanlarınızdan intikam alacaksınız.” demiş. Onlar da Seffah’ın ellerini öpmüşler ve Horasan’a dönmüşlerdir.
Bu şekilde Abbasilerin daveti doğu tarafında yayılmakta iken imamın Alevi olmasını şart koşan Şiiler, Beni Abbas’a biati kabul etmezlerdi. Bunun üzerine İmam Muhammed İbni Ali, yüz dokuz senesinde Ebu Muhammed Ziyad’ı davetçi olarak Horasan’a gönderirken ona talimat verdiği sırada, “Nişaburlu Galib adındaki kişiden sakın! Zira o, Fatıma’nın çocuklarına sevgide aşırıdır.” diye nasihat etmişti.
Ebu Muhammed Ziyad, Horasan’a ulaşıp Beni Ümeyye’nin zulmünden bahsedince Galib de Beni Ümeyye aleyhinde bulunduğundan, onunla konuşmuş ise de Alioğulları ile Abbas’tan hangisinin daha üstün olduğuna dair münakaşa ederek ayrılmıştır. Abbasilerin daveti ise günden güne itibar kazanmaktaydı. Ebu Muhammed Ziyad bazı arkadaşlarıyla birlikte hükûmet tarafından tutulup öldürüldüyse de onların yerlerine başkaları geçti, Abbasilerin daveti aksamadan devam etti. Yüz on üç yılında Muhammed bin Ali, Horasan’a bir grup davetçi göndermiş, içlerinden bazıları tutulup öldürüldüyse de diğerleri görevi devam ettirmekle iş gittikçe önem arz etmekteydi.
Yüz on altı yılında Horasan halkından Haris İbni Süreyye adında biri Emevi Devleti aleyhine isyan ederek siyahlar giydi ve halkı kitap ile sünnete, Abbasilere biat edilmesini isteyenlerin davet ettiği Âl-i Muhammed’de rızaya davet etti. Belh’e gidip başına altmış bin kadar adam topladı. Horasan vilayetinin bir kısmını zapt etti. Üzerine Horasan valisi tarafından çok sayıda asker sevk edildi. Taharistan’a gitti ve hakan ile ittifak etti. Horasan Emîrliği, bir taraftan iç karışıklıklar ile uğraşırken, bir taraftan da hakan ile savaşmak zorunda kaldı. İşte bu sırada Abbasi davetçilerinden birçoğu ele geçirilip bazıları öldürülmüş ise de çoğu aşiretlerinin hatırına serbest bırakılmışlardır. Abbasi davetçileri böyle saman altından su yürütür gibi doğu taraflarını basmaktayken yüz yirmi dört senesinde Muhammed İbni Ali Abbasi vefat etti. Vasiyeti gereği oğlu İbrahim onun yerine imam olup nakipler ona müracaat etmeye ve kendilerine bağlı olan Şia gruplarının zekâtlarını toplayarak ona göndermeye başladılar. Bu sırada Abbasi soyundan olan Ebu Müslim adındaki delikanlı da imamın mektuplarını taşıyarak Horasan’a gidip gelirdi. O esnada Hişam gibi tedbirli ve güçlü bir halifenin vefatı, Emevi Devleti’nce büyük bir kayıp sayılmış olduğu hâlde, yerine geçen Velid’in israf ve fuhşa düşkünlüğü, İslam kamuoyunda, Emevi Devleti’ne karşı bir nefrete sebep oldu. Bunun üzerine Velid’in halifelikten indirilip öldürülmesi ise Emevi Devleti’ne karşı en çok sadık olan Şam halkı arasına ayrılık düşürdü. Bu durum diğer eyaletlere de sirayet edince her yerde hükûmetin otoritesine zarar getirdi.
Emevi Devleti’nin bu şekilde durumunun karışık olması, Abbasi davetçilerine epeyce itibar kazandırdı. Bu suretle Mervan İbni’l-Hakem hanedanı arasına ayrılık ve nefsaniyet girince işin sonunda, geçen bölümde açıklandığı gibi Mervan İbni Muhammed İbni Mervan yüz yirmi yedi yılının başlarında saltanat tahtına oturur oldu. Fakat çözülmüş olan düğümü bağlayamadı, yani dağılmış olan hükûmet unsurlarını toplayamadı. Zira Mervan’ın tahta çıkışı esnasında Abdullah İbni Muaviye İbni Abdullah İbni Cafer İbni Ebu Talib hilafet davasıyla meydana çıktı. Üzerine gelen askerlerle muharebe sırasında bozuldu ise de gidip Hulvan, Cibal, Hamedan, Rey ve İsfahan beldelerini alarak İsfahan’ı hükûmet merkezi yaptı ve başına pek çok insan topladı. O sırada Humus halkı isyan edince Mervan gidip orayı ıslah etti. Lakin Şam Ovası halkı da isyan edip Şam’ı muhasara edince Mervan oraya gitti. Bu sırada Filistinliler isyan edince Mervan o tarafa koştu. Filistin tehlikesini bastırdıktan sonra Karkisiya’ya gidip Irak’ta ortaya çıkan Hariciler üzerine asker göndermekle uğraşırken, Hişam İbni Abdülmelik’in oğlu Süleyman, Kınnesrin’de hilafet davasına kalkıştı. Mervan, Karkisiya’dan dönerek Kınnesrin üzerine yürüdü. Meydana gelen kanlı savaşta Süleyman’ın altı bin askeri öldü. Geri kalanı perişan bir hâldeydi, kendisi Tedmür’e kaçtı. Irak’taki Haricileri sindirmek için Mervan o tarafa yöneldi.
O zaman Endülüs’te de karışıklık vardı ancak Mervan’ın o tarafa kulak kabartmaya hâl ve vakti yoktu. Bu karışık durum Abbasi davetçilerine itibar kazandırmaktaydı.
Şöyle ki yüz yirmi yedi senesinde Horasan başkanlarından Süleyman İbni Kesîr, Lâhız İbni Karata ve Kahtabe İbni Şebib, Mekke’ye gidip orada İmam İbrahim ile görüştü. Şialarından topladıkları iki yüz bin dirhem ile yiyecek ve eşyayı ona ulaştırdıklarında, onun emriyle Horasan’a gidip gelmekte olan Ebu Müslim de beraberindeydi.
Kûfe’de Abbasi davetçilerinin başı olan Ebu Selemetu’l-Hallâl, İmam İbrahim’in o taraftaki veziri makamında idi. Doğrudan doğruya imam onunla haberleşmekte olduğu gibi Horasan’da da vekillerinden birinin emir olmasını uygun görüp, valiliği önce Süleyman İbni Kesîr’e ve ondan sonra İbrahim İbni Mesleme’ye teklif etti. Onlar kabulden kaçınmış olduklarından bunun üzerine imam da Horasan valiliğini Ebu Müslim’e verdi ve yazılı bir emir ile onu Horasan’a gönderdi. Horasan’da ise o zaman gruplar ortaya çıkmıştı, Horasan Valisi Nasır İbni Seyyar, kendisine karşı olan güruh ile uğraşmakta idi.
Kısacası Horasan böyle bir karışıklık içinde ve Fars tarafları yukarıda olduğu gibi Abdullah İbni Muaviye elinde idi. Mervan, Irak’ta durmadan ortaya çıkan Hariciler ile uğraşıp ne yapacağını şaşırmıştı.
İmam İbrahim, Horasan bölgesinin durumunu sorup öğrenmek için Ebu Müslim’i davet etmiş olduğundan, yüz yirmi dokuz yılının cemaziyelahirinde Ebu Müslim, nakipler ile birlikte “Hacca gidiyoruz.” diyerek Horasan’dan hareket etmişti. İmam ise davetin ilan edilmesi için zamanın gelmiş olduğunu kararlaştırarak, Ebu Müslim’e mektup yazıp, Hemen daveti ilan et ve yanındaki malları Kahtabe ile bana gönder, diye emretmiş ve Horasan davetçilerinin başı durumunda bulunan Süleyman İbni Kesîr’e de bu mealde bir mektup göndermişti. Ebu Müslim, Kumis’te iken bu mektuplar kendisine ulaşınca hemen yanındaki eşya ve malları Kahtabe ile imama gönderdi. Süleyman İbni Kesîr ile görüşüp, imamın mektubunu kendisine verdi. Şaban ayında Horasan Eyaleti’nin merkezi olan Merv tarafında bir köye gitti. Taharistan, Belh ve Harezm gibi mühim yerlere vekiller gönderip, ramazan ayı içinde insanları, Abbasoğullarına biat etmek üzere açıkça davet etmelerini emretti. Ramazan başlarında, Merv şehrine dört saat uzaklıkta olan Sefîdec köyüne gidip Süleyman İbni Kesîr’in evine vardı. Etrafa davetçilerini yaydı. Daveti kabul edenler, birbiri ardı sıra gelip toplanmaya başladılar. Horasan Valisi Nasır İbni Seyyar ise muhalif olan kimseler ile savaş hâlinde çarpışıp duruyordu.
İmam İbrahim tarafından Ebu Müslim’e Zill ve Sehâb isminde iki sancak gönderilmişti. Ebu Müslim, ramazan sonlarında Zill’i on dört ve Sehâb’ı on üç arşın uzunluğunda birer mızrağın uçlarına bağladı. Gerek kendisi gerek Süleyman İbni Kesîr, onun oğulları ve kendisine tabi olanlar hep siyah giydiler ve gece ateşler yakıp etrafa kaldırdılar. Hemen etrafta Abbasoğullarını tutanlar toplandılar. Sancaklar dikildi ve bayram gününde Süleyman İbni Kesîr, Ebu Müslim’in açıkladığı gibi bayram namazı kıldırdı.
Şöyle ki bayram namazından sonra hutbe okumak sünnet-i seniyye iken Emevi halifeleri hutbelerde ümmetin bazı büyüklerine sövmeye başladıklarından, halk bayram namazı kıldıktan sonra dağılıp, onların hutbelerini dinlemez oldu. Onlar da hutbeyi bayram namazından önce okumayı âdet hâline getirdiler. Ebu Müslim, bu defa hutbeyi bayram namazından sonra okutup Emevilerin o bidatini ortadan kaldırmıştır.
Ondan sonra Ebu Müslim, Nasır İbni Seyyar’a davet içeren bir mektup yazdı. Nasır ona cevap yazmayıp hemen azatlısı Yezid’i bir miktar askerle Ebu Müslim’in üzerine gönderdi. Ebu Müslim de ona karşı bir miktar asker gönderdi. Savaş sırasında Yezid’in askeri bozuldu ve kendisi yaralı olarak tutulup Ebu Müslim’in huzuruna getirildi. Ebu Müslim, onun yaralarını tedavi ettirdi ve serbest bıraktı. Ancak bundan sonra kendisiyle savaş yapmayacağına dair ondan söz aldı. O da efendisi olan Nasır’ın yanına gitti ve Ebu Müslim ile cemaatini övmeye başladı, “Vallahi onlar namazı vaktinde, ezan ve kametle kılıyorlar. Kur’an okuyorlar ve Allah’ı çok zikrediyorlar. İnsanları Resulullah (s.a.v.) Hazretleri’nin dostluğuna davet ediyorlar. Onların emri, yükselecek zannederim. Sen benim efendim olmasan buraya gelmeyip onların yanında kalırdım.” dedi.
O sırada, Abbasoğulları taraftarlarından Hâzm İbni Hüzeyme, Nasır İbni Seyyar’ın Merv-Rûz şehrindeki memurunu geceleyin öldürerek, Merv-Rûz’u zapt etti. Fetih müjdesi ile oğlu Hüzeyme’yi Ebu Müslim’e gönderdi. Her tarafa Ebu Müslim’in ünü ve şöhreti yayılır oldu. Her yerde onun faziletlerinden bahsedilir ve pek çok insan gelip onunla görüşür oldu.
Nasır İbni Seyyar, bu duruma kayıtsız kalmıyordu. Fakat halkı, Ebu Müslim ile görüşmekten de menedemiyordu. Zira büyük bir muhalif fırkanın başkanı olan Kirmani ile savaş durumundaydı. İkisi de Merv şehri dışında karşı karşıya ordularını kurup çevrelerini hendekle çevirmişlerdi. Hâlbuki uzun zamandan beri arka arkaya meydana gelmiş olan savaşlardan dolayı iki taraf da zayıf düşmüştü. Ebu Müslim’in başına ise bir ay zarfında ikisine de üstünlük sağlayacak kadar asker toplanmıştı. Kendisi tarafsız bulunup iki tarafa da eğilim göstermekteydi. O sırada Ebu Müslim tarafından gönderilen bir komutan, Nasır’ın Herat’taki memurunu kovarak Herat şehrini zapt etmişti.
Nasır İbni Seyyar ile Kirmani, Ebu Müslim’e karşı ittifak lüzumunu hissetmekte idiler. Nasır’ın daveti üzerine barış şartlarının müzakeresi için Kirmani, yüz atlı ile şehrin içine girdi. Nasır, bu sırada bir fırsat bulup Kirmani’yi öldürdü. Fakat Kirmani’nin oğlu Ali, babasının yerine geçti. Rebia’nın kabileleri ve Yemen kendi tarafında olduğu hâlde Ebu Müslim tarafına eğilim gösterdi.
Nasır İbni Seyyar ise Ebu Müslim’in günden güne artmakta olan kuvvetinden korku ve endişe ederek öncelikle yardım için Mervan’a takdim etmiş olduğu yazıda, Ebu Müslim’in ortaya çıkışını ve insanları, İbrahim İbni Muhammed İbni Abbasi’ye davet ettiğini belirtti. Askerinin çokluğunu açıklayarak, araya, Mervan’ın ırk gayretini tahrik edecek tesirli beyitler sıkıştırmıştı. Arz etmek istediklerinin özeti şudur:
Kül altında ateş ışığı görüyorum. Alevlenmesi de yakındır. Kavmin akıllıları, o ateşi söndürmezse bedenler ve başlar onun odunu olur. Bilmem ki Ümeyye uyanık mıdır, yoksa uykuda mıdır? Eğer kavmim uykuda ise onlara de ki kalkınız, çünkü ayaklanma vakti yaklaştı.
Mervan’ın o zamanki karargâhı Harran şehri idi. Hemen Belka’daki emiri marifetiyle İmam İbrahim’i Hamime’den koruma altında getirip, Harran Hapishanesinde hapsettirdi, kendisi pek çok sıkıntı içinde bulunduğundan Nasır İbni Seyyar’a cevaben yazdığı emirnamede ona yardım edemeyeceğini anlattı.
Beni Ümeyye, öteden beri Beni Haşim’den ve özellikle Hz. Ali’nin evladından ürkerlerdi. Sonra Mervan İbni’l Hakem hanedanı arasına ihtilaf ve geçimsizlik girince birbirlerinden de ürker oldular. Hazreti Ali’nin temiz soyundan, o zaman insanların sevgisine en çok mazhar olan ve teveccühünü kazanan Cafer-i Sadık Hazretleri, hilafet davasında bulunmadığı için hilafet makamında bulunan Mervan müsterih idi. Hazreti Ali’nin biraderzadelerinden Abdullah İbni Muaviye’nin yukarıda geçtiği gibi hilafet davası ile ortaya çıkarak Fars bölgesini zapt etmiş olması ve yanına Beni Haşim’den pek çok zatları toplaması, Mervan için telaş sebebi olmuştu. Beni Abbas’tan hilafet davasına kalkışan olmadığı için Mervan’ın onlardan kuşkusu yoktu.
Her ne kadar yüzüncü yıldan beri Abbasi davetçileri, her tarafta halkı davet etseler de onlar, “Muhammed soyunda rızaya…” davet edip Abbasoğulları sözünü gizli tutarlardı. Bu defa Horasan’da Ebu Müslim’in halkı, İmam İbrahim-i Abbasi’ye davet ettiği ortaya çıkınca, Mervan yukarıda geçtiği şekilde İbrahim’i tutup hapsederek rakibini ortadan kaldırdığını zannetti. İmam İbrahim ise Hamime’de tutulduğunda kendi hayatından ümidini kesti. Kardeşi Seffah’ı veliaht tayin ederek millet işlerini ona bırakmış ve ona biat ve itaat olunmasını evlat, akraba ve yakınlarına tavsiye etmekle işi asıl sahibine teslim etmiş idi.
Nasır bin Seyyar, yukarıda geçtiği şekilde Mervan’ın kendisine yardım edemeyeceğini anlayınca Irak Valisi Yezid İbni Hübeyre’den yardım istedi. O da bir bahaneyle asker gönderemeyeceği cevabını verdi. Nasır İbni Seyyar, hemen Ebu Müslim’in topluluğunu dağıtmak üzere Horasan’da bulunan Arap kabilelerini birleşmeye davet etti. Çoğu onun bu çağrısına uydu. Fakat Ali İbni Kirmani, Ebu Müslim tarafından tutulunca kabilelerin ittifakı gerçekleşmedi.
Ebu Müslim kırk iki gün Sefidec köyünde kaldıktan sonra Mahuvan köyüne gidip orada ordusunu kurmuş, etrafına hendek çevirmiş, başkan ve kumandanlar tayin ederek işlerini yoluna koymuştu. Yüz otuz yılının başlarında, Ali İbni Kirman’ın ordugâhına vardı. Görüştüler, söyleştiler, birleştiler. Ondan sonra Ebu Müslim, Mahuvan ordugâhına gelip askerini deftere kaydettirdi. Yedi bin askere ulaştı. Günden güne onun kuvveti ve Nasır Seyyar’ın şaşkınlığı artmakta idi. Bir müddet bu şekilde geçtikten sonra Ebu Müslim’in talimatı üzerine Ali bin Kirmani, yüz otuz yılının rebiülahirinde Merv şehrinin bir tarafına girdi. Nasır İbni Seyyar ile savaşa başladığında diğer taraftan da Ebu Müslim bir miktar asker sevk ettikten sonra ordusuyla bizzat şehre girip idare merkezini zapt etti ve emirlik makamında oturdu. Hemen iki tarafa savaştan vazgeçmeleri için haber gönderdi. Ali İbni Kirmani gelip Ebu Müslim’e biat etti. Başka insanlar da biat etti. Nasır İbni Seyyar, hemen kaçarak Serahs’a, oradan Tûs’a ve oradan da Nişabur’a gitti. Ebu Müslim de Horasan şehrini ele geçirip hükmü altına aldı.
Yukarıda açıklandığı gibi Fars bölgesini alan, İsfahan’da oturan Abdullah İbni Muaviye’nin başına çok kalabalık toplanmıştı. Fakat inzibat ve intizamları olmadığından, Irak Valisi İbni Hübeyre tarafından sevk edilen askere karşı koyamayıp dağıldılar. Çoğu savaşamayıp esir oldular. Abdullah İbni Muaviye kaçarak Herat taraflarına varınca, Ebu Müslim tarafından Herat valisi olarak atanan Nasır Malik-i Huzâî ona adam göndermiş, soyunu ve gelişinin nedenini sormuş. O da soyunu açıklayarak, “Siz, Âl-i Muhammed’de rızaya davet ediyormuşsunuz. Onun için geldim.” demiştir. Muaviye ismi, Beni Haşim içinde kullanılır bir isim olmadığı hâlde Abdullah’ın babası Şam’da doğduğu zaman hilafet makamında bulunan Muaviye’nin emriyle Muaviye diye isimlendirildiğini anlatmış. Ebu Nasır ise bu isimden hoşlanmadığı hâlde, “Âl-i Muhammed’de rızaya…” şeklindeki belirsiz söz, Abbasoğulları şeklinde yorumlanmakla Ebu Talib soyundan gelen birinin hilafet davasıyla ortaya çıkışının kabulü, Haşimoğullarını ikiye ayıracaktır. Nice yıllardan beri uğraşılarak tesis edilmiş olan Abbasilere daveti bozabileceği düşüncesiyle Ebu Müslim’den aldığı emir üzerine Abdullah İbni Muaviye’yi idam etmiştir.
Yezid İbni Hübeyre, bu şekilde Fars bölgesini ele geçirdikten sonra Ebu Müslim’in hücumlarını defetmek için gerekli olan yerlere asker sevk ettiği sırada Harezm’e de bir başkumandan ile bir grup Şam askeri göndermişti. Hâlbuki geçen yıl, İmam İbrahim’in yanına gönderilmiş olan Kahtabe İbni Şebib’e, imam tarafından, düşmanlar ile savaşmak üzere bir sancak verilmişti. Bu yıl Kahtabe, Merv’e gelmiş olduğundan Ebu Müslim yukarıda geçtiği gibi Horasan’ı ele geçirerek her tarafa komutanlar ve memurlar gönderdiği sırada Kahtabe’yi de ordunun öncülüğüne görevlendirip emrine birçok sergerde vermişti.
Kahtabe, öncü askerler ile Tûs’a gitti. Karşı gelenler ile büyük bir savaş yaptı, muzaffer oldu ve ileri hareket etti. Nasır İbni Seyyar onu duyup Nişabur’dan kaçtı. Kahtabe gelip Nişabur’a girdi. Ramazan ve şevval aylarını orada geçirdikten sonra Cürcan üzerine yürüdü. Zilhiccenin başlangıcı olan cuma günü iki tarafın karşılaşması gerçekleşti. Orada pek çok Şam askeri vardı. Horasan halkı onlardan ürküyordu. Kahtabe, “Bana İmam İbrahim, bugün sizin kazanacağınızı müjdelemişti.” diyerek askerini cesaretlendirdi. Pek şiddetli ve kanlı bir muharebeye girişti. Şamlıların on bin kadarı ile başbuğları öldürüldü. Geriye kalanları hezimete uğrayarak perişan oldu.
Geçen yıl hac mevsiminde, Yemen’den gelen bir Harici kafilesi ansızın Arafat’ta görünüp hacılara dehşet vermiş ve hemen gelip Mekke-i Mükerreme’ye girmişti. Bu yıl safer ayında, Hariciler Medine-i Münevvere’ye gelince Medine valisi kaçtı. Hariciler de Şam’a doğru yürüdüler. Fakat Mervan tarafından gönderilen dört bin seçkin süvari, Yadil-Kura’da Haricileri karşıladı ve yapılan muharebede onları perişan etti. Kendisi Haricileri kahredip sindirerek, Mekke’ye ve oradan Yemen’e doğru hareket ededursun, beri tarafta Ebu Müslim’in sel gibi akıp gelen askerlerine engel olmak mümkün değil idi.
Rey tarafına gelmiş olan Nasır İbni Seyyar, yüz otuz bir yılı rebiülevvelinin on ikisinde seksen bir yaşında iken öldü. Kahtabe de Cürcan’dan hareketle gelip engelsiz ve zahmetsiz bir şekilde Rey şehrini ele geçirdi. Ebu Müslim de büyük ordusuyla Merv’den kalkıp Nişabur’a geldi. Kahtabe’nin oğlu Hasan gelip Hamedan’ı ele geçirdikten sonra Nihavend’i kuşattı. İbni Hübeyre, elli bin askerle Kirman’da bulunan İbni Dabâre’yi Kahtabe üzerine memur etti. Oğlu Davud’u da elli bin askerle gönderdi. İkisi birleşip mevcut maiyetleri yüz bin askere erişir olduğu hâlde Kahtabe üzerine yürüdüler. Kahtabe yirmi bin askerle onlara karşı gitti. Recep ayında, İsfahan taraflarında onlara kavuşarak birdenbire üzerlerine şiddetli bir şekilde hücum etti. İlk karşılaşmada Şam askeri bozuldu. İbni Dabâre öldürüldü ve ordusu perişan oldu. Böyle bir büyük orduda bulunan bunca mallar ve eşya tamamen Kahtabe’ye kaldı.
Kahtabe, yirmi gün İsfahan’da durduktan sonra Nihavend’i muhasara eden oğlu Hasan’ın yanına geldi. Şaban, ramazan ve şevval aylarında muhasaraya devam ederek mancınıklar kurup muhasara edilenleri sıkıştırdı. Asker ve halk çaresiz bir şekilde Nihavend’i teslim ettiler. Kahtabe tarafından dört bin askerle Musul tarafına gönderilen Ebu Avn-i Horasani, zilhicce ayında savaşarak Zur şehrini istila etti ve Musul bölgesine sahip oldu.
İbni Hübeyre’ye Şam’dan çok miktarda asker yardımı gönderilmiş olduğundan, çok büyük bir orduyla Kahtabe’ye karşı gidip Celûlâ’ya vardı. Eski hendek yerlerini açtırdı. Kahtabe ise oraya uğramayıp Hanikin tarafına geldi ve yüz otuz iki yılının muharrem başlarında, Dicle Nehri’ni geçerek doğruca Kûfe üzerine yürüdü. İbni Hübeyre hemen dönerek, Kahtabe’den evvel Kûfe’ye erişmek üzere o da Fırat Vadisi’ne yöneldi ve on beş bin askerden oluşan Şam birliğini ileri gönderdi. Kahtabe, Fırat kenarında bu birlik üzerine şiddetli bir hücum gönderdi, çok kanlı bir harp meydana geldi. Şam askeri bozuldu ve bozgun asker İbni Hübeyre’nin üzerine düşmekle o da bozulup silah, mal ve diğer eşyalarını terk ederek Vâsıt’a kaçtı. Bu kargaşalıkta Kahtabe de kaybolmuştu. Arandığı sırada cesedi bir kanal içinde bulundu. Oğlu Hasan babasının yerine geçip ordunun idaresini devraldı. İbni Hübeyre’nin hezimet haberi Kûfe’ye ulaşınca memleket altüst oldu. İbni Hübeyre’nin kaymakamı kovuldu, Kûfe şehri sahipsiz kaldı. Hasan İbni Kahtabe askeriyle gelip karşı konulmaksızın ve zahmetsizce Kûfe’ye girdi. Hemen Kûfe’de bulunan Abbasi davetçilerinin reisi olan Ebu Selemetü’l-Hallâl ortaya çıktı. Muhammed İbni Halid El-Kasrî’yi Kûfe’de kaymakam bıraktı. Kendisi Kûfe şehri dışında Hammâmü’l A’yen adındaki yerde ordugâhını kurdu. Etrafa memurlar gönderdiği sırada İbni Hübeyre ile savaşmak üzere Hasan İbni Kahtabe’yi de Vâsıt’a gönderdi.

Seffah’a Biat Edilmesi
Yukarıda geçtiği şekilde, Mervan memleketin dizginlerini tutmaktan âciz kaldığında, Emevi Devleti’nin çökeceği anlaşıldı. Bu durumda ise hilafetin Haşimoğullarına geçeceği tabiiydi. Haşimoğulları, Mekke’de toplanarak içlerinden kime biat edilmesi gerektiği hususunu kendi aralarında görüşürlerken, Mehdi ve Nefs-i Zekiyye diye lakaplanan Muhammed İbni Abdullah İbni Hasan El-Müsenna İbni Hasan İbni Ali İbni Ebu Talib hilafete en haklı ve en layık göründüğü için hepsi ona biat etmişlerdir. Abbasoğullarından Seffah’ın kardeşi olan Ebu Cafer Mansur İbni Muhammed Abbasi’nin de o mecliste bulunduğu ve Muhammed Mehdi’ye biat ettiği rivayet edilmiştir. Gerçekten Muhammed Mehdi gündüzleri oruçlu ve geceleri namazda olan pek yiğit, övgüye layık, güzel ahlaklı bir zat olduğundan hilafete ehil ve müstahak idi. Abbasi davetçileri, Muhammed soyunda rızaya davet edegeldiler. Hâlbuki Muhammed soyu denildiğinde zihinlere Fatıma evladından biri geliyordu. Şu hâlde Emevi Devleti’nin çöküşünde Muhammed Mehdi’nin hilafeti beklenen ve kararlaşmış gibiydi.
Ebu Müslim ise yukarıda olduğu gibi Abbasi davetini ilan edip halkı İmam İbrahim Abbasi namına davet etmek için ortaya çıkmış olduğundan adı geçen Mekke meşvereti hükümsüz kalmıştı. İmam İbrahim bu sırada Horasan Hapishanesinde ölmüş ve bir rivayete göre Mervan tarafından zehirlenmiş ise de vasiyeti gereğince kardeşi Ebu’l Abbas Es-Seffah onun yerine geçmiştir. Mervan sonradan Seffah’ın da hapsini gerekli görmüş ve haberci göndermişse de Seffah, daha önce oradan savuşmuştu. Şöyle ki Seffah; büyük kardeşi İmam İbrahim’in vasiyeti üzere kendisinden sekiz yaş büyük olan ağabeyi Ebu Cafer-i Mansur, kardeş çocukları, amcaları, amca çocukları ve diğer ev halkıyla birlikte, gizlice Hamime’den çıkıp Kûfe’ye gitmiştir.
O zaman Harran’da Mervan ve Irak’ta Yezid İbni Hübeyre gibi kuvvetli iktidara sahip bir vali var iken Beni Abbas’ın Kûfe’ye gelmesi çok tehlikeli bir hareket idi. Fakat Allah’ın himayesi ile yüz otuz iki yılı safer ayında sağ salim Kûfe’ye vardıklarında, Horasan halkından olan taraftarları, Hammâmü’l A’yen ordusunda idiler. Ordu komutanı da Muhammed soyunun veziri denilen Ebu Selemetü’l-Hallâl olup işlerin yürütülmesi onun elindeydi.
Ebu Seleme, Beni Abbas’ı bir evde oturtarak vekil ve komutanlardan bile kırk gün kadar gizledi. Horasan vekillerine, “İmam ne yaptı?” diye soranların kimine, “Henüz gelmedi.” kimine de “Acele etmeyiniz, onun çıkmasının zamanı değildir. Zira Vâsıt henüz fetholunmadı.” yollu boş özürler söylemiş. Meğerki İmam İbrahim’in vefatını duyduktan sonra niyetini değiştirerek hilafeti Hz. Ali’nin çocuklarına verme fikrindeymiş.
Orduda bulunan Şia taifesinden bazıları ise bir yolunu bularak duruma vâkıf oldular, on kadar reisleri Kûfe şehrine gelip gizlice İmam Ebu’l Abbas Seffah ile görüşmüşlerdir. Halifeliğini tebrik etmiş, ellerini ve ayaklarını öpmüşlerdir. Ebu Seleme buna vâkıf olunca o da ister istemez gelip Seffah’ın hilafetini tebrik etmiştir. Bu zamana kadar Ebu Müslim’e, “Emir-i Âl-i Muhammed” denildiği gibi Ebu Seleme’ye de “Vezir-i Âl-i Muhammed” denilirken bu muamelesinden dolayı Abbasi davetçileri nezdindeki nüfuz ve haysiyetini kaybetmiş, Seffah, ona kin bağlamıştır.
Yüz otuz iki yılı rebiülevvel ayının on ikinci cuma günü, sabahleyin bütün halk silahlanıp saf bağladı ve imamın çıkışını bekledi. Seffah da hanedan üyeleriyle beraber atlara binerek gelip camiye girdi. Minbere çıktı, uzun bir hutbe okuduktan sonra umumi biat gerçekleşti. Ondan sonra Seffah, amcası Davud İbni Ali’yi kaymakam olarak Kûfe’de bırakıp kendisi Hammâmu’l A’yen ordusuna gitti.
Mervan, önce yüz yirmi bin askerle Harran’dan çıkıp Zûr şehrinde bulunan Ebu’l Avn üzerine hareket ettiğinden, Ebu Seleme de Ebu’l Avn’a yardım için üç bin asker göndermişti. Seffah, bu defa kardeşinin oğlu İsa bin Musa’yı Vâsıt’a, İbni Hübeyre’yi kuşatan Hasan bin Kahtabe’nin yardımına, Yahya bin Cafer bin Sümam bin Abbasi’yi Medayin’de bulunan Hamid bin Kahtabe’nin yanına ve Ammar bin Yasir’in torunu Ebu’l-Yekzan Osman’ı Ehvazda bulunan Bessam bin İbrahim’in yanına gönderdi. Bu sırada, “Ehlibeytimden Mervan ile savaşa kim gidecek?” demiş ve bir rivayete göre, “Her kim giderse benden sonra halife odur.” diye teşvik etmiş. Hemen amcası Abdullah İbni Ali, “Ben giderim.” demiş. Onu da çok sayıda asker ile Şehr-i Zûr’a göndermiş. Bir iki ay kadar Hammâmu’l A’yen ordusunda kaldıktan sonra şehre gelip hükûmet konağı olarak Belde-i Haşimiyye şehrindeki valilik köşkünde karar kılmış ve hilafet bu şekilde Beni Ümeyye’den Beni Haşim’e geçmiştir.

Mervan’ın Bozguna Uğraması ve İdam Edilmesi
Şehr-i Zûr’a gönderilen Abdullah İbni Ali, Şehr-i Zûr ordusuna varmış, başkomutan olan Ebu’l Avn Horasani onu fevkalade bir hürmet ile kabul ederek başkomutanlık karargâhını eşyasıyla beraber ona takdim edip kendisi başka çadıra geçmiştir.
Mervan, yukarıda geçtiği gibi yüz bin kadar askerden oluşan bir ordu ile Şehr-i Zûr üzerine yürüyüp Zap Nehri’ne vardı, ordu kurdu. Abdullah İbni Ali de Ebu’l Avn ile beraber ona karşı durdu. Mervan, her ne kadar harp işlerinde mahir ve tedbirli bir adam ise de talihi aleyhine dönmüş olduğundan bu sefer yaptığı tedbirler hep yanlış neticeler verdi. Askeri çok ise de ordusunda tam tesirli maneviyat yoktu. Cemaziyelahir ayı başlarında Zap Nehri üzerine köprü kurdu ve sanki belasını arayarak karşı yakaya geçti. Abdullah bin Ali ile Ebu’l Avn ise yirmi bin gönüllü ile şiddetle hücum ettiklerinde Mervan’ın ordusu bozguna uğradı. Mervan kaçarak nehri geçip köprüyü kırdı. Askerlerin birçoğu kılıçtan geçti ve daha fazlası nehirde boğuldu. Ordusunun bunca mal, silah ve diğer eşyaları hep Abdullah bin Ali’nin elinde kaldı. Bu hezimetten sonra Mervan, Musul’a geldi. Fakat Musul halkı onu kabul etmeyip, “Ey bozuk, ey kötü adam! Allah’a hamdolsun ki senin devlet ve saltanatını yok etti ve bize peygamberimizin ehlibeytinden halife verdi!” diyerek Mervan’a sövdüler. Mervan, bu acı sözleri işitince Dicle’den öbür tarafa geçerek Harran’a gitti.
Mervan, Kur’an’ın mahluk olduğunu söyleyen Ca’d bin Dirhem’den ders almış olduğundan Ca’dî diye lakaplanmıştı. Bunun üzerine bu defa Musul halkı, Mervan’a sövmek anlamında Ca’dî diye hitap etmişlerdir.
Abdullah bin Ali, Ebu’l Avn ile birlikte Harran’a doğru hareket ettiğinde Mervan, Humus’a ve oradan Şam’a gitti. Abdullah onu takip ederek Harran ve Menbic yoluyla Humus’a giderken kendisine yardım için Seffah tarafından gönderilen dört bin askerle kardeşi Abdüssamed bin Ali, Kınnesrin mevkisinde ona ulaştı. Humus’a vardıklarında halk ona itaat etti. Abdullah hemen Şam üzerine hareket edince Mervan, orada bir kaymakam bırakıp kendisi Filistin’e çekildi. Abdullah bin Ali, Şam Ovası’na vardığında diğer kardeşi Salih bin Ali sekiz bin askerle Seffah tarafından onun imdadına yetişti. Hemen Şam’ı her taraftan muhasara ettiler. Ramazanın beşinci çarşamba günü yürüyüş ile Şam şehrine girdiler ve pek çok adam öldürdüler. Abdullah bin Ali, on beş gün Şam’da kaldıktan sonra Filistin tarafına geçti. Mervan da oradan Mısır tarafına kaçtı. O esnada Abdullah bin Ali’ye, kardeşi Salih bin Ali’nin, Mervan’ın takibine gönderilmesi için Seffah’ın emirnamesi gelince, Salih bin Ali yeteri kadar asker ile Mısır’a gitti. İleri sevk etmiş olduğu süvariler, Mervan’ı Busayr Kilisesi’nde buldular ve üzerine hücum ederek vurup öldürdüler. İşte Şam’da bin ay hüküm süren Emevi halifelerinin sonu budur.
Hulefa-i Raşidin’in hilafetleri zamanında hakiki anlamda halifelik teşkil edilmiş, ondan sonra öyle faziletli bir hükûmet oluşturulamamıştı. Oluşturulsa halk ondan hoşnut olmazdı. Ümmetin büyüklerinden birçoğu Emevi Devleti’nin batıp da Hulefa-i Raşidin Devri’nin[2 - Dört Halife Devri.] geri gelmesi arzusunda idiler. Hâlbuki Emevi Devleti, yukarıda olduğu gibi battı ve Abbasi Devleti ortaya çıktı. Fakat mülk ve saltanat devirlerinde Abbasi halifeleri de aynı yoldan gittiler. Böyle şeyler zamanın gereklerindendir. Her bağın bir çağı ve her yasağın bir izni vardır. Cihanda Allah’ın kanunu budur.

Sonuç
Ümeyyeoğullarının çoğu, heva ve heveslerine uyup ancak iyilik ve bağışlarla halkın kalplerini kazanırlardı. Sonra cimrilik yolunu tuttular, devletin menfaatlerini kendilerine hasrettiler. İnsanlar da onlardan yüz çevirdi. Bundan sonra Velid’in açıkça fısk-u fücura düşkünlüğü, İslam milletinin ondan nefret etmesine ve tahtından indirilerek öldürülmesine sebebiyet verdi. Bu hadise sebebiyle de hükûmetin bağları çözüldü ve Mervan, işlerin yürütülmesinden âciz kaldı. Sonunda Emevi Devleti yıkıldı. Hilafet ve saltanat Abbasoğullarına intikal etti.
Bu suretle Emevi Devleti’nin yerine geçen Abbasi Devleti, Emevilere katliam yapıp, benzeri görülmemiş, fevkalade muamelelerde bulunarak Beni Haşim’in öcünü almaya kalkıştı. Böylece Abdullah İbni Ali, Şam’da Emevilerden pek çok adam öldürdü. Hatta bir gün yemek için sofrasına kabul ettiği doksan kişiyi sopalar ile idam ettirdi ve üzerlerine sofra kurdu. Henüz bazıları can çekişmekte ve hırıltıları işitilmekteyken onların üzerinde kendisi ve adamları yemek yiyordu. Hatta Abdullah bununla da gönlünü ferahlandıramayıp Şam’da Emevi halifelerinin kabirlerini açtırdı. Bulduğu ceset ve kemikleri ateşte yakarak küllerini göğe savurdu. Kardeşi Süleyman İbni Ali de Basra’da Beni Ümeyye’den eline geçenleri öldürdü ve naaşlarını sokaklarda gezdirdi. Daha sonra meydanlarda bırakıp köpeklere yedirdi. Ebu Müslim’in tutup öldürttüğü adamların sayısı ise altı yüz bine erişmiştir. Bu suretle Emevilerden sayısız adamlar öldürülmüş ve öç alma işinde ifrata kaçılmış ve aşırı gidilmiştir.
Emevilerin kılıç kalıntıları etrafa dağılmış, Endülüs’e kadar gidebilenler kurtulmuş ve oradaki Beni Ümeyye taraftarlarına katılmışlardır. Endülüs Bölgesi uzak ve denizaşırı olup, oraya Abbasi Devleti’nin eli yetişmediğinden onlar Abbasilerin biatinden hariç kalmıştır. İşte o sırada Mervanoğullarından Abdurrahman İbni Muaviye İbni Hişam İbni Abdülmelik, Suriye’den kaçarak şurada burada dolaşıp batı taraflarına vardı. Berberi kavminden bir grubun içinde gizlendi ve ondan sonra Endülüs Bölgesi’ne geçince, yüz otuz sekiz yılının rebiülahirinde kendisine biat edildi, Endülüs’te müstakil bir Emevi Devleti kuruldu. Fakat gerek kendisi gerek oğulları emirü’l-müminin unvanını almayıp, emir unvanıyla lakaplanırlardı. Emevi halifeleri zamanında Arap kavmiyetçiliği devam etmişti ve bütün Müslümanlar bir devlete tabi idi. Fakat ümmetin salihleri, Emevilerin tavırlarından, tutumlarından nefret ederlerdi. Şia grupları ise hilafetin Beni Haşim’in hakkı olduğu inancında bulunup, insanları gizlice Beni Ümeyye aleyhine galeyana getirmekte ve kışkırtmakta oldukları hâlde Beni Haşim’den hangi şubenin hilafete daha layık olduğunda ihtilaf içindeydiler. Çoğunluk Hz. Ali’nin çocuklarını tercih ettikleri hâlde bazıları Hz. Hasan’ın ve bazıları Hz. Hüseyin’in çocuklarına meyilli idi.
Yukarıda açıklandığı gibi Emevi halifelerinin sonuncusu olan Mervan’ın hilafet devrinin sonlarında Emevi Devleti’nin batmak üzere olduğu, gidişatından anlaşılmıştı. Bu durumda ise hilafetin Haşimoğullarına geçmesi tabii olduğundan yukarıda olduğu gibi Haşimoğulları Mekke’de danışma meclisi toplayarak, meşveretle hilafete Hz. Hasan’ın evladından Muhammed Mehdi’yi seçmiş, tamamı ona biat etmişlerdir. Seffah’ın kardeşi Mansur da o mecliste bulunmuşsa da Ebu Müslim, İmam İbrahim Abbasi’ye daveti bildirip çıkmış, askerî kuvvet de onun elinde olduğundan hilafetin diğer tarafa çevrilmesi güçleşmişti.
Mamafih Kûfe’de Muhammed soyunun veziri unvanını alan Ebu Selemet’ül Hallâl, İmam İbrahim’in vefat ettiğini haber alınca halifeliği Hz. Ali’nin çocuklarına verme fikrine düşerek Seffah’a biat etmeyi epey ertelemişti. Fakat onun yanında bulunan ve Ebu Müslim’in dostlarından olan Horasan vekilleri, bu konuda ona muvafakat etmeyip Haşimoğullarının müşavere ile vermiş oldukları kararın tersine ve Şiilerin çoğunun görüşlerine aykırı olarak hemen İmam İbrahim’in kardeşi Seffah’a biat etmişlerdir.
Beyan edilen açıklamaya nazaran Abbasilerin hilafeti, Ebu Müslim’in askerî kuvveti sayesinde teşekkül etmiş bir devlet olup, Ebu Müslim’in askerlerinin çoğu ise Arap asıllı olmayan İran ve Turan halkından idi. Batı memleketlerinde dahi Berberi kabilelerinin fazlalığı ve kuvvetleri vardı. Sonuçta doğuda ve batıda Arap kavmiyetçiliği bozulmaya yüz tutmuştu. Abbasi Devleti, Haşimilik esası üzerine kurulmuş olduğu hâlde Haşimoğulları ve onları tutanların çoğunluğu hilafete Muhammed Mehdi’yi daha haklı ve layık görmekle Abbasoğullarının hilafetine karşı idiler. Bu nedenle Abbasoğulları da Hz. Ali’nin evladını çekemediklerinden daha önce nasıl ki Ümeyyeoğulları, Haşimoğullarına düşman iseler, Abbasoğulları da sonra Hz. Ali’nin evladına düşman oldular. Bilhassa Muhammed Mehdi nezdinde vesveseleri galip geldi, o da onlardan emin değil idi.
Harici gruplar da zaman zaman isyan ederek Abbasi Devleti’ni meşgul etmekte idiler. Abbasi halifeleri, aşağıda açıklanacağı şekilde başlangıçta kendi hükûmetlerini sağlamlaştırma ve takviye ile meşgul oldukları hâlde sonradan sefahate düştüklerinden, bütün İslam memleketlerini tek idare altına alamadılar. Daha önce açıklandığı üzere Kûfe’de başkomutan bulunan Ebu Selemetu’l-Hallâl, hilafeti Hz. Ali’nin evladına vermeye kalkışmakla itham edildiğinden dolayı Seffah ona kin bağlamış ve durumu Ebu Müslim’e haber verince o da Ebu Seleme’nin katlini istemiştir. Yüz otuz iki yılı içinde Ebu Seleme, bir gece hilafet merkezinden kendi evine giderken, Ebu Müslim’in elebaşlarından biri onu katletmiş, ertesi gün, “Hariciler tarafından öldürülmüş.” diye ilan edildi. Ebu Seleme, Irak’ta Abbasi davetçilerinin başkanı olduğu gibi, Süleyman bin Kesîr de Horasan’da vekillerin birincisi olup, hatta İmam İbrahim öncelikle Horasan emîrliğini ona teklif etmişken kabul etmediği için Horasan emîrliğini Ebu Müslim’e tevcih etmiştir. Ebu Müslim’in, onun yardımıyla evinden çıkmış olması nedeniyle İbni Kesîr’in Horasan’da pek büyük nüfuzu vardı. Ebu Müslim ise kendi başına hükmetme fikrinde olduğu için onu çekemezdi. Süleyman İbni Kesîr ise kendi yaşıtlarından olan Ebu Seleme’nin idamına itiraz ettiği için Ebu Müslim de bu bahane ile hemen Süleyman İbni Kesîr’i katletti. Kanaatimce bir büyük rakipten kurtuldu. Hâlbuki başına gelecek felakete örnek göstermiş oldu.
Seffah’a biatten evvel, daha önce açıklandığı üzere Ebu Seleme tarafından gönderilen Hasan İbni Kahtabe, Vâsıt’ta İbni Hübeyre’yi muhasara etmişti. İbni Hübeyre, on bir ay dayandı. Mervan’ın katledildiğini haber alınca halkı Hz. Hasan evladından daha önce adı geçen, Muhammed Mehdi’ye davet etmek istedi ve kendisine mektup yazdı. Fakat cevabı gecikince İbni Hübeyre teslime mecbur oldu ve gelip Seffah ile görüştü. Önce Seffah ona iltifat etti. Fakat sonra İbni Hübeyre de diğer Emevi emirleri gibi idam edilmiştir. Seffah, yukarıda olduğu gibi hilafet tahtına geçişinden sonra Horasan ve Taberistan’ı ve bağlısı olan Deylem ile Cibâl mıntıkalarını, Ebu Müslim’e verdiği sırada Fars bölgesini de amcası İsa bin Ali’ye verdi. Divan-ı haraç üzerine, yani maliye bakanlığına da Halid İbni Bermek’i memur etti.
Bermek, Belh’te Nevbehar adlı ateşgede hizmette bulunarak kavmi arasında pek muteber bir adammış. Oğlu Halid, İslam ile müşerref olmuş ve Ebu Müslim tarafından pek mühim işlerde istihdam edilmişti. Hatta Ebu Müslim, Kahtabe’yi İbni Hübeyre üzerine sevk ettiğinde Halid de onunla beraber olup, orduda isabetli görüş ve tedbirinden istifade edilmişti. Sonra vezir oldu ve sonra evlat ve torunları da Abbasi Devleti’nde en üst rütbe ve makamları elde ettiler.
İşte bunlara Bermekiler denilir. Seffah’ın amcası İsa bin Ali, emir olarak Fars’a gitmiş ise de Ebu Müslim, bütün doğu beldelerini benimsemiş olduğundan özel talimatla göndermiş olduğu Muhammed bin El-Eş’as daha evvel Fars’a varmış ve İsa’yı savıp göndermiştir.
Seffah, şurada burada zuhur eden asi ve Haricileri kahredip dağıttı. Vâsıt’ı da fethettikten sonra Şam ve Irak’ta kendisine karşı gelen, sıkıntı veren kalmamışsa da mülk ve saltanatında tamamıyla müstakil değil idi. Zira Ebu Müslim ile haberleşip müşaveret etmedikçe bir mühim işi kestiremezdi. Horasan nakiplerinden olup, Seffah’ın veziri bulunan Ebu Cehm İbni Atıyye, Ebu Müslim tarafından görevlendirilen bir casus idi. Seffah’ın yanında bulunan askerlerin çoğu ve kumandanları dahi Ebu Müslim’e Seffah’tan ziyade muhlis ve sadıktılar.
Bir de Ebu Müslim’in babası olan Selit’in annesi, Abdullah bin Abbas (r.a.) Hazretleri’nin cariyesi olduğu hâlde Selit’i doğurmuş ve Abdullah ona zina cezası uygulamış, Selit’i köle olarak kullanmış iken Selit’in, bir aralık Abdullah’ın sülbünden doğmuş olduğunu iddia ile Ali bin Abdullah’a çok eziyet etmiş olduğu tarih kitaplarında yazılıdır. Mademki vaktiyle Selit öyle bir dava söylemiş, oğlu Ebu Müslim’in de Abbasoğullarından olmak iddiasıyla hilafet davasına kalkışmasından korkulmaz değildi. Kısacası Abbasoğulları, Ebu Müslim’e dair şüphe içindeydiler. Hatta Seffah’ın kardeşi Mansur, bir aralık Müslim’in öldürülmesini teklif etmişken Seffah kendi devletinin kurulmasına sebep olan bir kahramanın idamı derecesine kadar gidememişti. Seffah’ın Kûfelilere güveni olmadığından, bir müddet Kûfe’de ikametten sonra Hire’ye naklolundu. Daha sonra yüz otuz dört yılı zilhiccesinde Enbar’a naklolunarak orada ikamet eder oldu.
Yüz otuz beş yılında Ziyad İbni Salih Maveraünnehir’de isyan etti. Ebu Müslim askerle Merv’den çıkıp onun üzerine hareket ederek Âmil beldesine vardı. Suba İbni Numanil-Ezdî de beraberinde idi ki Seffah onu Ziyad’a göndermiş ve bir fırsat bulup da Ebu Müslim’i öldürmesini emretmişti. Ebu Müslim bunu anlayınca Suba’yı Âmil’de hapsetti ve kendisi Salih’in üzerine gitti. Hâlbuki Ziyad’ın maiyetindeki askerler isyan ile dağılmış olduklarından, Ziyad bir köy muhtarının evine kaçmış, muhtar da onu öldürerek kesik başını Ebu Müslim’e getirmiştir. Bu suretle Maveraünnehir sıkıntısı bertaraf edilmiş oldu. Fakat Seffah ile Ebu Müslim arasındaki emniyetsizlik daha da arttı.
Yüz otuz altı yılında Seffah, kardeşi Mansur’u Hicaz emiri olarak tayin etti. Ebu Müslim de bu yıl Seffah’tan izin alarak Hicaz tarafına gidip Mansur ile birlikte hac etti. Ebu Müslim, insanlara çok bahşişler verir, yollarda kuyular kazdırır ve birçok hayrat yaptırırdı. Onun gösteriş ve kudreti yanında Mansur pek küçük görünürdü. Bu da kendisine zor gelirdi.
Seffah ise zilhiccenin on üçüncü günü yaklaşık otuz yaşında iken vefat etti. Kendisinden sonra kardeşi Ebu Cafer-i Mansur bin Muhammed ve ondan sonra kardeşinin oğlu İsa bin Musa bin Muhammed halife olmak üzere hayatta iken onları veliaht tayin etti, sözleşmeyi yazıp mühürleyerek İsa’ya vermiş idi. Vefatında İsa, Mansur adına insanlardan biat aldı ve durumu Mansur’a yazdı. Mansur ise hacdan dönmüş olduğundan İsa’nın isteği yolda kendisine ulaştı. Ebu Müslim ile diğer halk da ona biat ettiler.
Tamamlayıcı olarak açıklandığı üzere Abbasoğulları, Nefs-i Zekiyye’den, yani Muhammed Mehdi İbni Abdullah’tan şüpheleniyorlardı. O da onlardan ürkmüş idi. Bu defa hac mevsiminde Beni Haşim gelip Mansur ile görüşmüş olduğu hâlde Muhammed Mehdi ile kardeşi İbrahim İbni Abdullah onun yanına uğramadılar. Mansur, bundan şüphelenerek Beni Haşim’e birer birer durumun esasını anlamak için sordu, çoğunluğu, “Nefs-i Zekiyye, nasılsa sizden ürkmüş ve can korkusu ile kaçmış, ondan size bir zarar gelmez.” gibi sözlerle özür beyan eylemişler. Fakat Hasan İbni Ali evladından Hasan İbni Zeyd İbni Hasan İbni Ali, Mansur’a, “Nefs-i Zekiyye’den emin değilim, fırsat bulunca senin üzerine kalkar.” demiş. Mansur da ondan sonra Muhammed Mehdi ile kardeşi İbrahim’i yoklama ve gözetlemekten geri kalmamıştır. Hâlbuki bu defa hilafetin kendisine verilmesiyle onları unutturacak büyük bir sıkıntıya rast gelmiştir.
Şöyle ki Abdullah İbni Ali, bu yıl mükemmel bir ordu ile Bizans şehirlerine gaza edip elinde büyük kuvvet bulunduğundan hilafet davasına kalkışması akla geliyordu. Bundan dolayı Mansur, endişe ve telaş içinde idi. Durumu Ebu Müslim’e açtığında, Ebu Müslim, “Ben ona kâfiyim. Onun maiyetindeki askerin çoğu Horasan halkındandır. Onlar bana ondan daha ziyade sadıktırlar.” diyerek Mansur’a teselli verdi. Ebu Müslim’in biati Mansur’a büyük bir kuvvet olduğu hâlde bu şekilde yardım edeceği vaadini almakla müteselli olarak Ebu Müslim ile beraber Kûfe’ye geldi. Minbere çıktı, vaziyete uygun bir hutbe okudu. Ondan sonra Enbar’a gitti ve Seffah’ın hazinelerini teslim aldı.
Amcası Abdullah İbni Ali ise Seffah’ın vefatıyla Mansur’a biat olunduğunu haber aldığı gibi hilafet hakkının kendisinde olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp ordusuyla Harran’a ve onradan Nusaybin’e gitti, etrafına hendek çevirdi. Ebu Müslim de onun üzerine hareket etti. Abdullah’ın süvarisi daha çok ve ordusu silah ve diğer bakımlardan daha mükemmel olduğundan Ebu Müslim, bazı harp hilelerine teşebbüs ederek Abdullah’ın maiyetindeki reislerden bazılarını celbetti. Aralarında pek çok harp olayları geçti. Nihayet yüz otuz yedi yılının cemaziyelahirinin ortalarında, Abdullah bin Ali bozguna uğrayıp Basra’ya kaçarak orada saklandı ise de sonradan Mansur onu ele geçirip hapsetmiştir.
Abdullah bin Ali ordusunda bulunan bütün mallar Ebu Müslim’in eline geçince Mansur onları deftere kaydetmek üzere Ebu Müslim’in yanına özel haberci gönderdi. Ebu Müslim hiddetlenerek ve “Bize can için emniyet olunuyor da mal için emniyet olunmuyor mu?” diyerek Mansur’a sövdü ve az kaldı haberciyi öldürüyordu. Mansur’un zaten Ebu Müslim’e güvencesi olmadığı hâlde bu tavrından müteessir ve endişeye düşmüş olarak hemen Mısır ve Şam eyaletlerini Ebu Müslim’e vererek, Hilafet merkezine yakın olmak üzere Şam’da ikamet et, Mısır’a dilediğini gönder, diye emirname yazdı. Ebu Müslim ise emniyeti kalmamış olduğu hâlde, Halife bize Mısır ve Şam’ı vermiş, Horasan da bizim ya! diyerek Horasan’a gitmek üzere El-Cezire’den hareket etti. Mansur, bundan haberdar olunca ürktü ve hemen Enbar’dan Medayin’e gitti. Ebu Müslim’i oraya çağırdı, o da çekindi. Mansur, Beni Haşim’in ihtiyarlarından bazı itibarlı zatları göndererek Ebu Müslim’i ikna etti. Bu cihetle Ebu Müslim, ordusunu Hulvan’da bırakıp üç bin askerle Medayin’e geldi. Mansur’un huzuruna girdi. Tatlı tatlı sohbet ettiler. Ertesi gün Ebu Müslim yine hilafet makamına vardığında, Mansur’un gizlemiş olduğu cellatlar aniden çıkıp Ebu Müslim’i öldürdüler. İşte bu suretle Mansur hilafet işinde istiklal bulmuştu. Fakat yukarıda işaret olunduğu üzere Abdurrahman-ı Emevi, Endülüs’te bir müstakil devlet teşkil edince Endülüs, Abbasoğullarının hükmünün dışında kalmıştır.
Rum Kayseri Konstantin, İslam milletinin perişanlığını fırsat bilerek yüz otuz sekiz senesinde büyük bir ordu ile İslam memleketlerine tecavüz ederek zorla Malatya’yı istila ve tahrip etmişse de sonra Mansur, kâfi miktarda asker göndererek Malatya’yı geri almış ve imar etmiştir. Horasan ahalisinden ve Ebu Müslim’in dostlarından, Kûfe’de bulanan ve tenasühe, yani ruhun bir cisimden ayrılır ayrılmaz diğer bir cisme gireceğine inanan kimselerden olup Râvendiye denilen fırka-i dâlleden (doğru yolu şaşırmış fırka) iki yüz kadarını Halife Mansur, yüz kırk bir yılında hapsedince diğerleri öfkelenerek toplanıp hapishanedeki arkadaşlarını salıverdiler. Mansur o zaman Haşimi Mahallesi’ndeki hilafet sarayında bulununca onun üzerine hücum ettiler. O da onları öldürdü. Kûfe ahalisi, Hazreti Ali sülalesi taraflısı olup, Mansur’un askerini inanç yönüyle bozduklarından zaten Mansur onlardan emin olmadığı hâlde bu olay üzerine tamamen Kûfe’den nefret ederek, merkezini başka bir yere nakletme fikrine düşmüştür.
Ebu Müslim’in katlinden sonra onun iyiliğini görmüş olanların, defalarca Horasan’da yaptıkları fitne ve başkaldırıları da Mansur bertaraf etmişti. Yüz kırk bir yılında Horasan valisi isyan edince Mansur çok sayıda asker ile oğlu Mehdi’yi gönderip isyanı bastırmıştır. Horasan valiliğini oğlu Mehdi’ye vererek doğu yönünden gönlü rahat olmuştur. Fakat Mansur’un en büyük endişesi, yukarıda olduğu gibi kendisinden çekinerek saklanmak üzere bulunan Muhammed İbni Mehdi İbni Abdullah ile kardeşi İbrahim İbni Abdullah olup, hilafet makamına geçtiği günden beri onları araştırmakta ve takip etmekteydi.
Yüz kırk yılının hac mevsiminde Mansur hac için Mekke’ye gittiğinde, Ebu Talib’in evladı için pek çok hediye dağıtmış olduğu hâlde Muhammed Mehdi ile İbrahim meydana çıkmadıklarından Mansur daha çok merak ederek babaları Abdullah İbni Hasan Müsenna’yı oğullarını ele vermek için sıkıştırdıysa da Abdullah gizleyip söylememe hususunda direndi. Mansur da onların arkalarına hafiye memurları düşürdü. Muhammed Mehdi de bundan haberdar olup ürkerek, kardeşiyle beraber Yemen tarafından savuşmuş, Aden’e ve oradan Sind’e (Batı Hindistan’da bir yer) gitmiş ve ondan sonra Irak’a ve ardından Medine’ye geçmişti. Sonra Muhammed Mehdi, Yenbu nahiyesine gelip bir müddet Cüheyne Dağı’nda bir mağarada arkadaşlarıyla birlikte saklandı ve ibadet ile meşgul oldu. Mansur, ondan haber alıp Cüheyne’ye gizli haberci gönderdi. Fakat Mansur’un hizmetinde bulunan bir Alevi de o tarafa gizli haber uçurunca Muhammed Mehdi, oradan kaçarak Medine’de gizlendi. Alevi taraftarları, onu imam kabul ettiklerinden, maddi ve manevi yönden kendisine yardım edenleri çoktu. Bundan dolayı Muhammed ve kardeşi böyle yer yer dolaşırlar ve hac mevsiminde çöl Arapları içine karışıp hac ederler ve ara sıra babaları ve çoluk çocuklarıyla görüşürlerdi. Hatta İbrahim’in zevcesi Rukiyye bu suretle hamile kalıp bir çocuk doğurmuştu. Mansur da bundan haberdar olarak fevkalade hiddetlenmişti. Çünkü Rukiyye’nin babası, Osman Zi’n-Nureyn (r.a.), torunlarından Muhammed İbni Abdullah İbni Ömer İbni Osman idi ki gayet güzel bir zat olup Dîbac diye tanınmıştı. Abdullah İbni Hasan Müsenna’nın ana tarafından kardeşi idi. İkisinin de validesi Fatıma binti Huseyn İbni Ali (r.a.) idi. Bu nedenle Resulullah’ın (s.a.v.) çocuklarına yakınlığı olduğundan Emevi Devleti devrinde onları himaye ederdi.
Abbasi Devleti devrinde Beni Haşim’in de onu himaye etmeleri insanlık ve mertlik icabı idi. Fakat Muhammed Mehdi ile kardeşi İbrahim’in firarda bulunmaları sebebiyle Mansur’un Ali taraftarlarından şüphe ve tereddüdü var idi. Çok çalıştı, araştırma yolunda çok para sarf etti, sık sık Haremeyn (Mekke ve Medine) emirlerini azleder oldu. Yine de Muhammed Mehdi ile İbrahim’i ele geçiremedi. Nihayet Medine emîrliği için evlad-ı Resul’ün kadrini bilmez bir adam aradı. Ribah İbni Osman El-Murâ namında, alçak tabiatlı birini buldu ki Ravza-i Mutahhara’yı (Hz. Peygamber’in mescidini) yık desen tereddütsüz yıkabilecek bir şahıstı. Mansur ona mal verip Medine emaretini tevcih etti ve yüz kırk dört yılı ramazanında onu Medine’ye gönderdi. Kendisi de hac mevsiminde Mekke’ye giderken Medine’ye uğradı. Abdullah İbni Hasan Müsenna’yı, oğulları Muhammed ve İbrahim’in nerede olduklarını haber vermek üzere sıkıştırdı, o da gizlemek hususunda ısrar gösterdi. Bundan dolayı Mansur’un emriyle Ribah-i Murâ, Abdullah bin Hasan Müsenna’yı, oğlu Musa’yı, üç kardeşini ve kardeşlerinin çocuklarını hapsetti. Abdullah’ın diğer kardeşi Ali Âbid bin Hasan, kavmi içinde bulunmadığından ertesi gün, Ribah’ın yanına vardı ve “İhtiyacın nedir?” dediğinde, “Beni de kavmimle beraber hapsedesin diye geldim.” deyince Ribah onu da hapsetti ve evlad-ı Hasan’dan mahpus olanlar on bir kişiye yükseldi.
Ribah ise Mansur’a, “Ya emirü’l-müminin! Horasan halkı senin taraftarındır. Irak halkı da Ebu Talib ailesinin taraftarıdır. Amma Şam halkı Ali’nin en büyük düşmanıdır. Fakat Muhammed bin Abdullah Osmani, Şam halkını davet etse hiçbiri geride kalmaz.” demiş olduğundan, Mansur’un Dîbac hakkında da emniyeti kalmamış oldu ve hemen emretti, Ribah onu da hapsetti.
Gerçekten Şam ahalisi, Beni Ümeyye taraftarı idiler. Fakat Emevilerin ileri gelenlerinden kimse kalmadığından, Hz. Osman evladından Dîbac diye bilinen, daha evvel bahsi geçen Muhammed İbni Abdullah Osmani’ye muhabbetli olup, ellerinden gelse hilafete onu seçerlerdi. Fakat Emevilerin devri geçmiş olduğundan, Dîbac da evlad-ı Resul’e yakınlığı hasebiyle tehlikesizce yaşamaktayken, bu defa evlad-ı Hasan’ın hapsedilmelerinden dolayı o da yukarıda geçtiği gibi onlarla beraber hapse atılmıştır.
Mansur hemen Medine Kadısı İmran İbni İbrahim İbni Muhammed İbni Talha ile müçtehitlerin büyüklerinden İmam Malik bin Enes Hazretleri’ni hapishaneye gönderip Abdullah bin Hasan’a oğulları Muhammed ile İbrahim’in nerede olduklarının bildirilmesini teklif etti. Abdullah, Mansur ile görüşmek istedi. Mansur da oğullarını getirmedikçe kendisiyle görüşmeyeceğini bildirdi. Ondan sonra Mansur Mekke’ye gidip hac etti ve dönüşünde, Medine’ye uğramayıp Rebeze köyüne gitti. Adı geçen mahkûmların oraya getirilmesini emretti. Ribah da onları ayaklarında bukağı olduğu hâlde Rebeze’ye götürdü. Onlar bu suretle Rebeze’ye getirilirken Cafer-i Sadık Hazretleri perde arkasından onları görüp ağlar ve gözlerinin yaşları sakalından aşağı dökülür, “Bundan sonra Cenabıhak, Haremeyn’i muhafaza etmez.” der idi. Rebeze’de Mansur, Dîbac diye bilinen Muhammed bin Abdullah Osmani’yi huzuruna getirtti. Kızı Rukiyye’nin doğurmasından bahisle onu namusuna dokunacak surette azarladı. O da kendini savunmak isteyince Mansur hiddetlenerek adamlarına emretti, ona yüz kamçı vurdular. Çaresizin sırma gümüşü gibi beyaz olan vücudu kamçıların yara ve berelerinden simsiyah oldu ve bir gözüne kamçı isabet ederek aktı. Bu hâlde hapse iade ettiler. Ondan sonra Mansur Kûfe’ye giderken onları da beraber götürdü. Rebeze’den çıkıp da onların yanından geçerken Abdullah bin Hasan haykırarak, Mansur’a hitaben, “Ya Ebu Cafer! Biz Bedir Savaşı’nda sizden alınan esirlere böyle hakaret etmemiştik!” deyince Mansur, bu sözlere pek ziyade bozulmuş olarak geçip gitti ve Kûfe’ye vardıklarında onları zindana attı.
Mansur’un emniyeti, Horasan halkına münhasır iken bu defa Horasan Valisi Ebu’l Avn tarafından gelen yazıda Horasan ahalisi, Muhammed bin Abdullah işinin nasıl sonuçlanacağını bekledikleri için kendilerinden sakınmak gerektiği yazılı olduğundan, Mansur’un kan başına sıçradı. Hemen Muhammed bin Abdullah Osmani’yi öldürerek başını, evlad-ı Resul’den Muhammed bin Abdullah’ın başı olduğuna yemin edecek adamlar ile birlikte Horasan’a gönderdi. Tutuklulardan biri ki Abdullah bin Hasan’ın kardeşinin oğlu Muhammed bin İbrahim bin Hasan’dır. Gayet iyi, kalplerin sevgilisi, güzel sıfatlı bir zat olmakla beraber ona da Kûfe halkı, Sarı Dîbac derlerdi ve grup grup gelip onu seyrederlerdi. Bu da Mansur’un dikkatini çekti, onu iki direk arasına sıkıştırıp biçareyi işkence ile öldürdü. Çok geçmeden İbrahim bin Hasan, ondan sonra kardeşi Abdullah bin Hasan ve Ali bin Hasan da hapiste öldüler. Bir rivayete göre Mansur onları zehirleyerek yahut başka bir şekilde öldürmüştür. Kısaca Hasan’ın evladından pek azı kurtulup çoğu bu şekilde yok olmuştur.
Evlad-ı Ali ile evlad-ı Abbas öteden beri birlik hâlinde iken bu olaylar üzerine kanlı bıçaklı oldular. Medine Emiri Ribah da Mehdi’yi yoklayıp gözetlemeye fevkalade önem verirdi. Mansur ise yukarıda haber verildiği şekilde, Kûfe’den nefret ettiği için başkent yapmak üzere uygun bir yer aramakta olduğu hâlde Bağdat mevkisini seçti. Yüz kırk beş senesinde Bağdat şehrinin imarına başladı. Şöyle ki Halid bin Bermek’e şehrin hududunu çizdirdi ve dört kısma ayırarak, her kısmına ümeradan birer bakan tayin etti. Her taraftan işçi, sanat erbabı ve mühendisler getirttiği sırada tuğla ve kerpiç sayıp hesabını görme memuriyetini de mezhep sahibi İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’ne teklif etti. Önce onu kadı olarak atamak istediler. İmam Hazretleri kabul etmemiş olduğu hâlde bu geçici memuriyeti zaruri kabul buyurdu. Mansur önce vekillerini huzuruna getirerek kisranın sarayı ile Medayin’i bozup bunların yıkıntısını Bağdat’a nakletme hususunu istişare etti. Halid bin Bermek, “Ya emire’l-müminin, onlar İslam’ın işaretlerinden ve Arap fetihlerindendir. Onları görenler, kurucularının izalelerinin, dünyevi güç ile olamayıp, sadece din gücü ile olduğuna delil getirirler. Bununla beraber, Medayin’de Ali İbni Ebu Talib (r.a.) Hazretleri’nin musallası vardır.” diyerek onların bozulmasının münasip olamayacağını arz etmesi üzerine Mansur, “Ya Halid! Senin kavmin olan Acem’e meylin olduğu için muhalif görüşte bulunuyorsun.” diyerek hemen onların yıkımını emretti. Beyaz Saray’ın bir tarafını yıktırarak enkazını Bağdat’a naklettirdi. Fakat gördü ki enkazın yıkım masrafı ve nakliyesi yenilerinin bedelinden fazla oluyor. Hemen Halid’i çağırdı ve keyfiyeti bildirdi. Halid o zaman, “Ya emirü’l-müminin! Ben onların yıkılmaması görüşünde idim. Mademki işe başladın, artık yık. Zira, ‘Evvelkilerin yaptığını sonra gelenler yıkamıyorlar.’ derler.” demişse de Mansur’un amacı yalnız binanın inşa işinde tasarruftan ibaret olduğundan, Halid’in bu nasihatini de kabul etmeyip Medayin’in yıkımından vazgeçti. Bu suretle Bağdat’ın imarına büyük bir süratle gayret edilirken yüz kırk beş senesi ortalarında Muhammed Mehdi, halifelik davası ile Medine’de ortaya çıkmıştır.
Şöyle ki Medine Emiri Ribah, bütün eşrafı Medine’ye emirlik makamına getirerek, “Muhammed Mehdi’nin nerede olduğunu haber veriniz yoksa hepinizi öldürürüm!” diye tehdit ederken tekbir sedaları işitildi. Hemen Muhammed, yüz elli kişi ile gelip hapishaneyi açtı. Mahkûmları salıverip emirlik makamına girerek, Ribah’ı ve adamlarını hapsetti. Ondan sonra Mescid-i Şerif’e gitti, minbere çıktı, tesirli bir hutbe okudu. Medine’yi ele geçirdi. Medine ehli, Muhammed Mehdi’ye biat ederek, “Mansur’a karşı ayaklanmak caiz midir?” diye Medine imamı olan Malik bin Enes Hazretleri’nden fetva istediklerinde, “Caizdir.” diye fetva verdi ve gidip özel odasına kapandı.
Medine ehli de Muhammed Mehdi’ye biat ettiler. Kendisinin kardeşi Hasan bin Abdullah, Evlad-ı Ebu Talib’den ve meşhur kimselerden daha nice zatlar onunla beraber oldular. Hatta Hasan bin Zeyd bin Hasan bin Aliyyü’l-Mürteza, Mansur ile beraber iken oğulları Ali ve Zeyd de Muhammed Mehdi ile beraber idiler.
Muhammed Mehdi tarafından Mekke, Yemen ve Şam’a memurlar gönderildi. Mekke’ye giden memur, Mansur’un adamını kovarak Mekke-i Mükerreme’yi zapt etti. Ama Şam ahalisi onun memurlarına itibar etmedi. Zira Şamlılar öteden beri evlad-ı Ali’ye düşman idiler. Kûfe de Mansur’un elindeydi. Medine ahalisi ise Arap değildi. Bu nedenle Mehdi’nin maddi kuvveti azdı. Büyük ümidi Basra’da idi. Kardeşi İbrahim orada gizlenmiş bulunduğundan, kendisi Medine’de ortaya çıktıktan sonra İbrahim’e de ortaya çıkmasını haber etmişti. Ramazan ayı başında İbrahim ortaya çıkarak, insanları, kardeşi Muhammed’e biat etmek üzere davet edip Basra’yı ele geçirmiştir.
Mansur, askerlerinin çoğunu oğlu Mehdi ile Horasan’a sevk etmiş olduğundan yanında az asker vardı. O zaman aşağıda açıklanacağı şekilde imar ve inşasına teşebbüs etmiş olduğu Bağdat arazisini belirtmek ile meşguldü. Muhammed Mehdi’nin ortaya çıkışı haberini alınca çok telaşlandı ve sıkıntıya düştü. Hemen imar işlerini bir yana bırakarak Kûfe’ye gelip harp hazırlığına başladı. Veliahdı, kardeşinin oğlu ve Kûfe valisi olan İsa bin Musa’yı, dört bin askerle Medine’ye sevk etti. Ve “Muhammed öldürülürse ne âlâ, İsa öldürülürse o da âlâ.” dedi. Çünkü yukarıda açıklandığı üzere Seffah, onu veliaht tayin edip ondan sonra halife olmak üzere İsa’yı da ikinci veliaht tayin etmiştir. Mansur ise oğlu Mehdi’yi veliaht tayin etmek istedi. Bunun üzerine İsa’nın bir savaşta ölmesini arzu ediyordu.
Mansur öncelikle Muhammed Mehdi’ye mektup yazıp ona teminat verdi. Onu itaate davet etti, o da Hilafet bizim hakkımızdır. Siz de bizim taraftarlarımızla bu yolda davete icabet ettiniz. Sonra bizim hakkımızı gasp ettiniz! diye yazdı. Mansur ona cevap verdi. Fakat bu dereceye gelmiş olan bir meselenin haberleşme ile halli kabil olmadığından çaresiz işin ucu savaşa dayandı. İsa gidip Medine’yi muhasara etti. “Mescid-i Şerif’e giren, evinde inzivaya çekilen ve Medine’den dışarı çıkan emindir.” diye ilan etti. Ehl-i Medine’nin çoğu, çoluk çocuklarıyla beraber çıkıp birer tarafa savuştular.
Yüz kırk beş yılı ramazanının on dördüncü pazartesi günü İsa, askerini Medine üzerine yürüttü. Muhammed Mehdi de meydana çıkıp ikindi vaktine dek pek şiddetli savaştı. Bazı tarihçiler der ki: “Hz. Hamza’nın cenklerine en çok benzeyen cenk, o gün Muhammed Mehdi’nin yaptığı savaştır.” Askeri dağılıp yanında üç yüz kadar adam kalmışken onlarla iki defa İsa’nın askerini bozdu. Fakat İsa’nın bir bölük askeri Sel Dağı’na çıkıp oradan şehrin içine girerek Muhammed’in arkasını aldılar. Muhammed, o zaman İsa ordusunun kahramanı olan Hamid bin Kahtabe’yi kavgaya davet etti. Fakat Hamid ondan çekindi. Muhammed Mehdi ise her ne tarafa hücum eder ve çekinmeden saldırırsa karşısına gelenleri vurur, yere düşürürdü. Bu sırada biri sağ kulağının tozuna vurunca Mehdi diz çöktüğü zaman Hamid yetişip göğsüne vurdu ve yere düşürdü. Başını kesip İsa’ya getirdi. Hz. Ali’nin Zülfikâr’ı Muhammed Mehdi’nin yanında bulunduğundan İsa, Muhammed Mehdi’nin kesik başı ile beraber onu da Mansur’a gönderdi.
Hasan İbni Zeyd İbni Ali ki yukarıda olduğu gibi amcazadesi Muhammed Mehdi’nin aleyhinde bulunmasıyla Mansur’u şüphe ve vesveseye düşüren o idi. Bu defa Mehdi’nin kesik başı, Mansur’un huzuruna getirilince o da onun yanında bulunup fevkalade müteessir olarak kesik başa bakamadı. Fakat Mansur’dan korkusundan üzüntüsünü ona belli etmedi.
Yukarıda olduğu gibi Muhammed Mehdi’nin şehadetinde silah arkadaşlarından olan Osman İbni Muhammed İbni Zübeyr, Basra tarafına firar etmişti. Sonradan tutulup Mansur’un huzuruna getirilince, “Osman! Sen mi Muhammed’le beraber benim aleyhime ayaklandın?” dedi. Osman da “Mekke’de sen ve ben, ikimiz de Muhammed’e biat ettik. Ben biatime sadık kaldım, sen biatine hıyanet ettin.” deyince Mansur hiddetlenerek onu idam etmiştir.
Muhammed Mehdi’nin kardeşi İbrahim’in durumuna gelince… Yukarıda işaret olunduğu üzere yüz kırk beş yılı ramazanında o da Basra’da başkaldırarak halkı kardeşi Muhammed Mehdi’nin biatine davet etti, fakih ve bilgin din âlimlerinden büyük çoğunluğu ona uydu ve topluluğu çoğaldı. Hemen birer miktar asker göndererek Ehvaz, Fars memleketlerini ve Vâsıt beldesini zapt etti. Ramazan Bayramı’na üç gün kala kardeşinin Medine’de öldürüldüğünü haber aldı. Bunun üzerine sefer hazırlığını tamamlayıp, ordusunu tanzim ettikten sonra Kûfe üzerine yürüdü.
Mansur ise evvela Afrika’ya kırk bin ve oğlu Mehdi ile Rey tarafına otuz bin asker gönderip geri kalan askeri de İsa bin Musa ile Medine’ye gitmiş olduğundan, yanındaki asker bir iki bin adamdan ibaret iken Basra’da İbrahim’in başına yüz bin adam toplandığını haber alınca ne yapacağını şaşırdı. Geceleri gözüne uyku girmez oldu. Hemen her taraftan asker getirtmeye kalkıştı ve o zaman Medine’den Mekke’ye gitmiş olan İsa bin Musa’yı geri getirtti. Üç bin askerle Hamid bin Kahtabe’yi askerin öncülüğüne memur edip beş bin askerle de İsa bin Musa’yı İbrahim’e karşı gönderdi. Yüz kırk beş yılı, zilkadesinin beşinci pazartesi günü Kûfe’ye on altı saat mesafesi olan bir yerde iki taraf karşılaştı. İbrahim’in kuvveti çok olduğundan Hamid bin Kahtabe’nin, daha ilk karşılaşmada yenilmesi üzerine İsa’nın yanındaki asker de dağıldı. İsa canından bile ümitsiz olup, ancak namusuyla ahirete gitmek üzere yerinde sabit durdu. İşte o sırada Süleyman İbni Ali Abbasi’nin oğulları Cafer ve Muhammed, ansızın Basra askerlerinin arkasından ortaya çıkınca Basra askeri onları vurup imha etmek üzere geri döndüklerinde İsa’nın hezimete uğramış olan askeri de onların bu dönüşlerini hezimet sanarak, geri dönüp onların üzerine hücum edince Basralılar bozuldu. İbrahim, altı yüz kadar adamıyla meydanda yalnız kaldı. O sırada bir kaza oku gelip İbrahim’in boğazına saplandı ve adamları telaş ederek onun başına toplandı. Hamid İbni Kahtabe ise bu kargaşayı fırsat bilerek ileri hücum etmiş, İbrahim’in adamlarını dağıtmış ve İbrahim’in başını alıp İsa’ya sunmuştur.
Yukarıda olduğu gibi önce Hamid İbni Kahtabe’nin hezimeti haberi Mansur’a ulaştığında, İran tarafına firar etmek üzere hazırlanırken bu muzafferiyet haberinin erişmesi, kendisine taze hayat verdi. Ondan sonra Muhammed Mehdi ve İbrahim ile beraber ayaklanan ve onların ayaklanmalarına cevaz gösteren eşraf ve ulemayı araştırıp hapsederek, kimini kırbaçlatmış kimini katletmiştir. İşte o yolda mahpus olanlardan biri de mezhep sahibi İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’dir. Bundan dolayı Mekke Emiri İmam Malik İbni Enes Hazretleri’ni dahi kamçı ile şiddetli bir şekilde cezalandırmıştır. Fakat ondan sonra İmam Malik Hazretleri’nin halk arasında şan ve şöhreti artmıştır. Mansur’un şiddeti, zamanındaki müçtehitlerin hakkı söylemelerine zarar getirememiştir.
Mansur’un, hukukun yerine getirilmesinde, şeriata tam bir teslimiyeti vardı. Hatta Medine Hâkimi Muhammed bin İmran’ın kâtibi Nemir’den rivayet edilir ki Mansur’un Medine’ye varışında deveciler yol ile ilgili ondan şikâyetle mahkemeye müracaat ettiler, hâkim bir celp çıkardı ve çağırmak için kâtibi Nemir ile Mansur’un veziri Rebia’ya göndermiş, o da götürüp Mansur’a vermiş. Mansur hemen, “Mahkemeye davet edildik. Bizimle beraber kimse gelmesin.” diyerek Rebia ile birlikte mahkemeye varmış, hâkim kalkmayıp kaftanına bürünmüş olduğu hâlde hemen devecileri davet ederek davalarını dinlemiş ve Mansur’un aleyhine hükmetmiş. Mansur, hâkimin adaletinden memnun olarak ona ihsan etmiş. İşte Mansur’un hakkın yerini bulmasına bu derece itinası vardı.
Fakat hükûmetinin nüfuzuna dokunan, mülk ve saltanatına dil uzatan kimse hakkında asla müsamaha göstermezdi. Hatta hâkimane sözlerinden biri şudur ki: “Hükümdarlar her şeye tahammül ederler. Fakat üç şeye tahammül etmezler ki sır verme, ailelerine saldırı ve mülk-ü saltanatlarına sövme hususlarıdır.” Mansur açıklandığı gibi Muhammed Mehdi ile İbrahim sıkıntılarından kurtulduktan sonra Bağdat’ın kurulmasını tamamlamaya başlamış ve Hicret’in yüz kırkıncı yılı içinde Bağdat’a taşınmış, ondan sonra daha iki üç seneye kadar imar işiyle uğraşmış, ondan sonra Bağdat şehri Abbasi Devleti’nin başkenti olmuştur. Yüz kırk altı yılında Alâ adında biri Afrika tarafından Endülüs yakasına geçerek siyahlar giydi ve Mansur’un adına hutbe okudu, başına çok halk toplandı. Fakat Endülüs Emiri Abdurrahman-ı Emevi onun üzerine gitti, İşbiliye yakınlarında iki taraf karşılaştı. Yapılan kanlı bir savaşta Alâ ve yedi bin kadar askeri öldü. Abdurrahman yine Endülüs’te bağımsız kalmaya devam etti. Veliaht olan İsa bin Musa, yukarıda olduğu gibi Muhammed Mehdi ve kardeşi ile yapılan savaşlarda çok iş görmüş ve çok şan kazanmış olduğundan Mansur ona fazlasıyla hürmet ederdi. Fakat oğlu Mehdi Muhammed’i İsa’ya takdim ile birinci veliaht yapmak istiyordu ve bunu ara sıra İsa’ya ima ediyordu. İsa, önceleri buna muvafakat etmediyse de Mansur gaddar bir adam olduğundan, onun zulmünden korkarak, yüz kırk yedi senesinde kendisini veliahtlıktan çıkardı, Mehdi bin Mansur’un veliahtlığını ilan etti.
Daha önce açıklandığı üzere Mansur, önce amcası Abdullah İbni Ali’yi hapsetmişti. Fakat hayatta olduğu sürece kendisinin zihni rahat bulunmadığından bu yıl onu temelleri tuzdan yapılmış bir odada hapsetmiş ve sonra su yürütmüş, temeller eriyince oda yıkılıp, Abdullah bin Ali ölmüştür. Yüz kırk sekiz senesinde Mansur’un devleti kuvvet buldu. Halkın zihninde heybeti arttı. Endülüs Bölgesi’nden, İslam memleketlerini mutlak hâkimiyeti altına aldı. Mansur dermiş ki: “Halifeler dört tanedir ki Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’dir. Hükümdarlar da dörttür: Muaviye, Abdülmelik, Hişam ve bir de ben.”
Yüz kırk sekiz yılında Kürtler etrafa yayılarak memleketin asayişini bozduklarından Mansur, Halid İbni Bermek’i Musul Eyaleti’ne memur etmiş, o da fesat ve kötülük yapanları yola getirerek memleketin durumunu düzeltmiştir. On yıl sonra Kürtler yine bozgunculuk ve başıbozukluk yoluna saptılar. Mansur kendi yakınlarıyla konuyu müzakere ettikten sonra yine Halid’in o tarafa görevlendirilmesine gerek duyuldu. Halid ise o zaman hapiste idi. Zira Mansur onu hapsederek, büyük miktarda mal talep ederek onu zorlamakta idi. Mansur, hemen onu Musul valiliğine ve oğlu Yahya’yı da Azerbaycan valiliğine tayin etti. Halid, gidip yine Musul vilayetini ıslah etti. Oğlu Yahya da babası gibi sağlam, bilgili ve temkinli görüş sahibi bir zat olmakla görevini güzelce yerine getirmeye muvaffak olmuştur.
Mansur, çok fasih ve beliğ, hadis ve soy ilminde mahir, işlerinde basiretli idi. Ondan evvel imamlar, ilmî meseleleri ezber söyler ya da tertipli ve düzenli olmayan kitaplardan, başka kitaplardan rivayet ederlerdi. Onun zamanında hadis ilimlerine, fıkıh ve tefsire dair kitapların tasnif ve telifine başlandı. “Kelile ve Dimne”, “Kitab-ı Oklides” gibi Hintçe ve Yunanca kitaplar tercüme edildi. Önce kölemenleri mühim işlerde kullanan ve onları Arapların ileri gelenlerine takdim eden Mansur’dur. Sonra bu iş gittikçe çoğalıp ilerleyerek, Arapların iş başına gelmesi ve bunda ilerlemesi kesintiye uğramış ve bu yolla Abbasi Devleti’nde zafiyet meydana gelmiştir.

İleri Gelenlerin Vefatı
Mansur’un zamanında eşraf ve ulemadan pek çok önemli kişi vefat etmiştir. Bunlardan İmamiyye mezhebine göre sıralanmış olan on iki imamdan İmam Cafer-i Sadık İbni Muhammed Bakır İbni Zeyne’l-Abidin İbni El Hüseyin İbni Ali (r.a.) Hazretleri yüz kırk sekiz senesinde ebedî âleme gitmiştir. Yine o zamanda müçtehitlerin meşhurlarından A’meş, İbni Şibrime, Muhammed İbni Aclânu’l-Medeni, merhum Abdurrahman İbni Ebu Leyla’nın oğlu Muhammed Kâdî ve Nahiv ilminde İmam Halil’in üstadı olan İsa İbni Amru’s-Sakafi (r.a.) vefat etmişlerdir.
Mansur’un hapishanesinde bulunan İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri de yüz elli senesinde hayat dersini bitirmiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin şanının yüceliği herkesin malumudur. Faziletleri o kadar çoktur ki açıklansa cilt cilt kitaplar olur. Ashab-ı kiramdan Kûfe’de Enes İbni Malik, Abdullah İbni Ebu Evfâ ve Medine’de Sehl İbni Saidu’s-Saidî ve Mekke’de Ebu’t-Tufeyl gibi değerli şahsiyetlere yetişmiş, âlim, amil, abit ve zahit, çok övülmeye layık bir zat idi. Kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılmış ve vefat ettiği yerde yedi bin kere Kur’an-ı Kerim’i hatmetmiş olduğu rivayet olunmuştur.
Mansur, onu başkadı yapmak istediyse de kaçındı. Fakat Bağdat’ın kurulması sırasında tuğla ve kerpiç sayma görevini kabul etti. Muhammed Mehdi ve kardeşi İbrahim olaylarında Mansur birçok fukahayı hapsedip, dövüp sıkıştırdığı sırada İmam-ı Azam’ı da hapsetti. İmam Malik, sadece dayak yemekle kurtuldu. Fakat İmam-ı Azam mahpus kaldı ve bu şekilde hapiste cennet yolcusu oldu.
Kurra-i seb’adan (yedi meşhur kıraat âliminden) Ebu Amr, yüz elli üç yılında, yine kurra-i seb’adan Hamza, yüz elli altı senesinde ve içtihat sahiplerinin meşhurlarından, Şamlıların fıkıh âlimi olan İmam Evzâî yüz elli yedi senesinde vefat etti, rahmetullahi aleyhim.
Mansur’un emri üzere Mekke emiri, yüz elli sekiz senesinde Hazreti Ali İbni Ebu Talib (r.a.) evladından, Mekke’de bulunan bir zat ile meşhur müçtehitlerden İbni Cüreyh, Ubbâd İbni Kesîr ve Süfyan-ı Sevrî’yi hapsetti. Mansur da bu sene hac için Mekke’ye gitti. Mekke’ye varışında, onları idam eder diye korkuluyordu, fakat ömrü ona kâfi gelmedi. Şöyle ki Mekke civarında ihrama girdi ve zilhiccenin altıncı günü, altmış üç yaşında iken Bi’r-i Meymune adlı yerde vefat etti. Hilafet süresi yirmi iki sene, üç ay, küsur gündür. Zilhiccede doğmuş, zilhiccede tahta çıkmış ve zilhiccede vefat etmiş olması garip tesadüflerdendir.

Mehdi Bin Mansur Dönemi
Yukarıda olduğu gibi Mansur, yüz elli sekiz senesi zilhiccesinde Mekke’de vefat edince veziri Rebia hemen Haşimoğullarının ileri gelenlerini toplayarak, Mehdi İbni Mansur’a biat ettirdi. Resul-ü Ekrem (s.a.v.) Hazretleri’nin hırka ve asa-i şerifini, hilafet mührünü Mehdi’ye gönderdi. Vardıklarında Mehdi, Bağdat Mescidi’nde minbere çıktı. Hutbe okudu. Bağdat halkı da ona biat etti.
Mehdi, şeriata uygun iş yapan ve itikadı tam bir zat olup o zaman ortaya çıkmış dinsiz ve zındıkları idam, imha ile cemaat ve sünnet usulünü yeniden uygulattı. Bununla beraber, hilafet tahtına çıktığı gibi beşer olması dolayısıyla, veliaht bulunan İsa İbni Musa’yı aradan çıkarıp da kendi oğlu Musa El-Hâdî’yi veliaht tayin etme merakına düştü. İsa İbni Musa’yı vaat ve korkutma yoluyla veliahtlıktan çıkarmış, ona çok mal vererek, yüz altmış senesinde Hâdî’yi veliaht yapmıştır. Açıklandığı üzere Ebu Süfyan’ın üvey oğlu Ziyad bin Ebih’i Muaviye bin Ebu Süfyan kendi nesebine alınca Ziyad’ın evlat ve torunları Kureyş defterine geçmişti. Bu yıl Mehdi, o hükmü iptal ederek, Ziyad’ın nesebini Sakif Kabilesi’ne iade etmiş, Beni Ziyad’ı Rum köleleri defterine kaydettirmiştir.
Ehl-i Merv’den tek gözlü, kısa boylu, şeytan kılıklı bir hokkabaz ki altından bir peçe yapıp onunla yüzünü örterek kimseye göstermezdi. Bu şekilde Mukanna diye lakaplandırılmıştı. “Cenab-ı bârı, önce Âdem’e, sonra Nuh’a ve ondan sonra diğer peygamberlere hulul ederek nihayet Ebu Müslim’e ve ondan sonra bana hulul etti.” diyerek Mehdi’nin tahta çıkışının öncelerinde ortaya çıkıp, Horasan’da rübûbiyyet davasıyla ortaya çıktı. “Ebu Müslim’in kanını dava ediyormuş.” diyerek başına pek çok halk toplandı. Mehdi onun üzerine çok asker sevk ederek topluluğunu dağıttı. Mukanna da bir kaleye kapandı ve Mehdi’nin askerleri onu sıkıştırıp zorlayınca canından ümidini keserek, yüz altmış bir senesinde çoluk çoçuğunu zehirledikten sonra kendisini de ateşle yaktı ve canını cehenneme ısmarlayıp gitti.
Mehdi, o sırada ortaya çıkan Harici gruplarını da sindirerek, ülkelerin asayişini muhafaza etti.
Yine o esnada Rumlar, Abbasi Devleti’nin Havaric ile meşguliyetini fırsat sayarak İslam şehirlerine saldırmış ve Amik Ovası’na kadar girmiş, Maraş karasını muhasara etmişlerdi. Yüz altmış iki senesinde Hasan İbni Kahtabe, seksen bin askerle Rum diyarına gazaya gitti. Uğradığı şehirleri tahrip ederek muzaffer bir şekilde geri döndü.
Yüz altmış üç senesinde Mehdi, Horasan’dan vesair taraflardan asker getirip toplayarak harp hazırlığını tamamladıktan sonra veliahdı Hâdî’yi Bağdat’ta kaymakam bırakıp kendisi ikinci oğlu Harunü Bil’istishab’ı beraber alarak bir büyük ordu ile Bağdat’tan çıktı. Halep’e geldi. O tarafta zuhur etmiş olan zındıkları toplayıp idam ettiği sırada oğlu Harun’u ordu başkumandanı tayin etti. Yanına Hasan İbni Kahtabe gibi kumandanların meşhurlarını aldı, Hasan ve Süleyman İbni Bermek’i kâtip yaptı ve erzakın idaresine, hesap işlerinin yürütülmesine de Yahya İbni Halid İbni Bermek’i tayin etti. Orduyu Ceyhan Nehri’ne kadar uğurlayarak kendisi geri döndü.
Harun, öyle büyük ve mükemmel bir ordu ile Rum şehirlerine gazaya gidip büyük fetihlere mazhar oldu. Pek çok ganimet malı aldı ve zaferle geri döndü. Bazı tarihçilerin rivayetine göre o zaman Harun’un veziri Halid İbni Bermek olup, bu gazalarda pek çok takdire değer çalışmaları görülmüştür. Çok zaman geçmeden Halid İbni Bermek, yetmiş beş yaşında iken ölmüştür. Ondan sonra oğlu Yahya onun yerine geçmiştir.
Harun, yukarıda açıklandığı gibi zafer ve ganimetle Bağdat’a döndü. Babası Mehdi ona bütün batı bölgesini, Kürdistan’ı ve Azerbaycan’ı verdi. Reisülküttaplık ve hariciye vekilliği memurluğuna da Yahya İbni Halid İbni Bermek’i tayin etti.
Yüz altmış beş senesinde Mehdi, yine Harun’u bir mükemmel ordu ile Rum diyarına gönderdi. O da Anadolu Bölgesi’ni yarıp geçerek ve pek çok ganimet malı alarak Konstantiniye Boğazı’na kadar geldi. Kayser-i Rum tarafından yıllık yetmiş bin altın verilmek üzere üç senelik bir barış imzasına muvaffak oldu. Yüz altmış altı senesinde babası onu “Reşid” diye lakaplandırarak ikinci veliaht yaptı.
Zındıklardan Beşşâr İbni Bürd adlı âmâ şair ki ateşi, toprak üzerine üstün tutar ve Âdem’e secdeden kaçınmakla şeytanın fikrini doğru bulurdu. Onu da bu sene Mehdi idam ettirmiştir.

Bazı İleri Gelenlerin Vefatı
Yüz altmış senesinde İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin arkadaşlarından ve zahitlerden Davud İbni Nusayr El-Tâî, İmam Sibeveyh’in üstadı ve aruzu icat eden İmam Halil vefat ettiler rahmetullahi aleyhima. Yüz altmış bir senesinde fakihlerin meşhurlarından Süfyan-ı Sevrî ve aslen Horasan hükümdarlarından iken terk-i dünya ile Şam’a göçüp kendini dine veren meşhur zahit İbrahim İbni Edhem sonsuz âleme gittiler, rahmetullahi aleyhima.
İsa İbni Musa ki açıklandığı üzere iki defa veliahtlıktan ihraç edilmişti. Yüz altmış yedi senesinde mücadele yeri olan dünyayı terk edip gitti, rahmetullahi aleyh.
Evlad-ı Hasan’dan Hasan İbni Zeyd İbni Hasan ki cömert bir zat idi. Fakat ehlibeytinden sapmış ve Mansur’a yönelip, hatta açıklandığı üzere amcasının oğlu Muhammed Mehdi’yi Mansur’a kötülemişti. Bu nedenle Mansur ona itibar etmiş, hatta yüz elli senesinde onu Medine emiri atamışsa da beş sene sonra azlederek Bağdat’ta hapse atıp, malını zapt etmiştir. Sonra Mehdi, kendisini tahliye edip mallarını iade etti. Bu sene o da vefat etti. Allah ona mağfiret ve rahmet etsin. Yedi şöhretli kıraat âliminden Nâfi İbni Abdurrahman İbni Ebu Nuaym yüz altmış dokuz senesinde vefat etti, rahmetullahi aleyh.
Taberistan’da Deyalime beyleri isyan edince Mehdi, yüz altmış yedi senesinde birinci veliahdı olan oğlu Hâdî’yi mükemmel bir ordu ile Cürcan’a göndermişti. Hâdî varıp asileri kuşattı ve baskın ile meşgul oldu. Fakat muharebe uzadı. Yüz altmış sekiz senesinde Mehdi, Taberistan üzerine bir başkomutan ile kırk bin asker daha gönderdi. O zaman Yemame’de, Bahreyn’de ve Musul tarafında da Hariciler ortaya çıkınca Mehdi onlar üzerine de başka gruplar sevk etmeye mecbur oldu.
Mehdi duruma bakarak, Hâdî’yi erteleyip, Harun Reşid’i birinci veliaht yapmayı uygun buldu, keyfiyeti Hâdî’ye haber verdi. Fakat Hâdî, oralara yanaşmadı. Mehdi onu Bağdat’a çağırdı, gelmedi. Gelmesi için adam gönderdi. Hâdî, adamı dövdürdü. Mehdi, hemen Cürcan’a varmak üzere Harun Reşid’i yanına alarak Bağdat’tan çıktı ve yüz altmış dokuz senesi muharrem ayı içinde, Mâsebezân’a vardı. Orada ava çıkıp bir dağ keçisini takip ederken atı bir ağaca yahut bir harabenin yıkık kemerine çarptı, Mehdi’nin bel kemiği kırıldı ve vefat etti. Hilafet süresi on sene, bir aydır.

Hâdî ve Harun’un Hilafet Zamanları
Yukarıda olduğu gibi Mehdi, Mâsebezân’da vefat edince oğlu Harun Reşid hemen oradan Bağdat’a döndü ve kardeşi Hâdî için insanlardan biat aldı ve keyfiyeti her tarafa yaydı. Hâdî’ye de biat etti. Hâdî, Cürcan’dan süratle Bağdat’a gelip hilafet tahtına oturdu. Harun’un lalası olan Yahya İbni Halid İbni Bermek’in bu konuda göstermiş olduğu halisane muamelelerinden hoşnut kalarak onun eskisi gibi Harun Reşid’in hizmetinde bulunmasını emretti. Harun ise ona, “Babam Yahya.” diyerek hürmet gösterdi ve hizmetinden memnun kaldı.
Hâdî’nin tahta oturduğu yılda, Hüseyin İbni Ali İbni’l-Hasan El-Müselles İbni’l-Hasan El-Müsenna İbnü’l-Hasan Es-Sıbt İbni Ali El-Mürtaza (r.a.), Medine’de ayaklandı. Ehlibeytinden, yüz kırk beş senesi olayları sırasında açıklandığı üzere Medine’de isyan edip, muharebe sırasında ölen Mehdi’nin oğlu Hasan, kardeşleri Yahya İbni Abdullah ve İdris İbni Abdullah da onunla beraberdi.
Zilkade ayında Hüseyin İbni Ali sabahleyin Mescid-i Şerif-i Nebevi’ye gitti. İnsanlar ona biat etti. Medine emiri ile savaştı, ona üstünlük sağladı ve beytü’l-malda mevcut olan paraları aldı. İhtiyaçlarını gidermek için on bir gün Medine’de ikametten sonra Mekke’ye gitti. “Yanımıza gelen köleler azat edilmiştir.” diye ilan etti. Bütün köleler onun yanında toplandı. Bu suretle bir hayli kalabalık oluştu. Bu altmış dokuz senesi zilhiccesinin sekizinci günü Abbasilerle pek şiddetli bir muharebe etti. Fakat kendisi öldürüldüğü gibi askerlerinden de yüz kadarı ölmüş, birçoğu yaralanmış ve kalanı hezimete uğramıştı. Böylece bozguna uğrayan askerler, hacıların içine karışıp görünmez oldular.
O sırada Abbasiler, yenilenlere aman verdiklerinde Hasan İbni Muhammed Mehdi gelip Abbasi askerlerinin başbuğu olan Muhammed İbni Süleyman İbni Ali Abbasi’nin arkasında durmuşken, Abbasi emirlerinden iki kişi onu tutup idam ediverdiler. Başbuğ bunun için hiddetlendiyse de ne fayda ki usule ve amana muhalif olarak Hasan İbni Mehdi kaybedilmiş oldu. Amcası Yahya İbni Abdullah bu savaştan kaçarak, aşağıda beyan olunacağı şekilde Deylem’de ortaya çıkmıştır. Kardeşi İdris ise Mağrip ülkesine kaçarak, Berberi kavmine iltica etti. İşte bu İdris’in oğlu Küçük İdris, sonradan Mağrip’te Edârise Devleti’ni teşkil etmiştir ki ona Fatımiyye Devleti de denir. Abbasi halifeleri ona bir çare bulamayıp boşuna İdris’in soyuna küfür ile uğraşmışlardır.
Hâdî, kardeşi Harun Reşid’i veliahtlıktan çıkarıp da kendisinin yetişmemiş oğlu Cafer İbni Hâdî’yi veliaht yapma merakına düştü. Bazı askerî kumandanlar da yaltaklanma yolunda onun arzusuna itibar ettilerse de Harun Reşid’in lalası olan Yahya İbni Halid İbni Bermek’in hâkimane tedbirleriyle iş sonraya kaldı ve icrasına vakit bulunamadı. Zira Hâdî bir sene, üç ay hilafet makamında bulunduktan sonra yüz yetmiş senesi rebiülevvelinin on beşinci gecesi, yirmi altı yaşında iken vefat etti.
Hâdî’nin bu şekilde vefatı üzerine kardeşi Harun Reşid yirmi iki yaşında iken hilafet tahtına ve saltanata oturdu. Lalası Yahya İbni Halid Bermek’i vezir yapıp bütün işlerini ona bıraktı.
Yüz kırk sekiz senesinin zilhiccesi sonlarında Yahya’nın Fadl adında bir oğlu dünyaya gelmiş ve ondan bir hafta sonra da Harun Reşid doğmuş. Annesi, Fadl’a süt vermiş olduğundan Fadl İbni Yahya, Harun Reşid’in süt kardeşiydi. Babası ve dedesi gibi zekâ ve iktidar sahibi olmakla Harun’un hüsn-i muhabbetine mazhardı. Kardeşi Cafer İbni Yahya ise Harun’la sıkı fıkı, içli dışlı beraber idi. Harun hiçbir vakit onu yanından ayırmazdı. Diğer Bermekiler de bir şekilde istediklerine erer olmuşlardır. Kısaca Bermekiler, Abbasi Devleti’ni ellerine alıp bütün insanlara başvurulacak yer, makam oldular.
Halep ve El-Cezire eyaletleriyle Rum diyarı arasındaki sınırlar, çeşitli muhafızlar ile muhafaza edilirken, Harun Reşid bu sınırları tek idare altına alıp müstakil bir eyalet olmak üzere A’vâsım diye isimlendirdi. Süveyş Denizi’nden Akdeniz’e bir kanal açıp iki denizi birleştirmek istediyse de veziri Yahya, Rum gemilerinin Hicaz sahillerine taarruzları için bir yol açılmış olacağı mülahazasını söyleyince Harun o sevdadan vazgeçmiştir. Yahya’nın bu mülahazası Ömerü’l-Faruk (r.a.) Hazretleri’nin mütalaasıdır ki Mısır Valisi Amr İbni El-As (r.a.) o veçhile iki denizi birleştirme fikrine düşüp Hazreti Ömer’den izin istediğinde, “Rum’un taarruzuna sebep olur.” diye reddetmişti.
Yahya, emir ve yasaklamasında bağımsızdı fakat Harun Reşid’in annesi Hayzeran’ın emirlerini de yerine getirmeye mecbur idi. Yüz yetmiş üç senesinde Hayzeran öldüyse de onun nüfuzu Harun’un hanımı Seyyide Zübeyde’ye geçti. Zübeyde ondan daha fazla nüfuzlu oldu. Zira Hayzeran, ümmü’l veled (çocuk annesi olan cariye) idi. Zübeyde ise Reşid’in amcası olan Cafer İbni Mansur’un kızı olup Abbasi Hanedanı’nda gayet muhterem ve sözü geçen biriydi. Diğer hatunların yetkisi olmayıp emirlik makamının sahibesi Seyyide Zübeyde idi. Hükmü, Harun’un fermanı gibi netice verirdi ve tesirli idi. Hakikaten değerli ve hayırsever, hayır yapan şanlı bir sultan idi. Hâdî’nin yüz yetmiş yılı rebiülevvelinde vefatıyla hilafetin Harun Reşid’e geçtiği gece Reşid’in bir Türk odalığından, Memun adlı bir oğlu dünyaya gelmişti. Yine bu senenin şevvalinde Seyyide Zübeyde’den de Emin adlı bir oğlu doğdu. Emin, Memun’dan birkaç ay küçükse de Seyyide Zübeyde’nin oğlu olmakla daha nazlı ve daha sevgili idi. Memun, saltanatın birinci vârisi olması lazım gelirken Zübeyde onun üzerine önceliğin Emin’e verilmesini arzu ederdi. Emin’in dayısı olan İsa İbni Cafer-i Mansur ise Fadl Yahya İbni Halid’e gelip Emin’in veliahtlığını teklif ederek, “O senin oğlundur. Onun saltanatı senin içindir.” diyerek teşvik etti. O da vadederek bunun için çalıştı ve yüz yetmiş beş senesinde Emin beş yaşında iken veliahtlığa icra olunarak kendisine biat edildi, yani hilafetin yüce işini çocuk oyuncağı ettiler. İleri gelen tarihçilerden bazıları Emin’in veliahtlığını beyan ettikten sonra diyor ki: “İslam Devleti’nde imamet yönünden ilk defa meydana gelen gevşeklik budur.” Ve bazılarının beyanına göre Harun Reşid, Memun’un güzel işlerini beyan ettikten sonra, “Eğer Seyyide Zübeyde ile Beni Haşim’in Emin’e meyilleri olmasa onu Memun’un üzerine öne geçirmezdim.” demiş olduğu rivayet edilir.
Hâdî’nin devrinde meydana gelen Mekke Savaşı’ndan kaçmış olan Yahya İbni Abdullah İbnu’l-Hasan El-Müsenna, yüz yetmiş altı senesinde Deylem’de ortaya çıktı. Etraftan pek çok halkın, onun başına toplanmasıyla kuvvet ve şevki fazlalaştı. Harun Reşid ondan dolayı büyük bir telaşa düştü ve hemen bir büyük ordu ile Fadl İbni Yahya İbni Halid’i Taberistan’a gönderdi. Fadl, pek akıllı ve tedbirli bir zat olup ne yaptıysa yaptı, Yahya ile haberleşerek onu kandırdı ve gönderdiği yazısı gereğince Harun Reşid de el yazısıyla amanname gönderdi. Yahya da ona itimat ederek kendisini teslim etti. Fadl, onu alıp Bağdat’a götürdü ve Harun ile görüştürdü. Bundan dolayı Fadl’ın mevki ve şöhreti arttı, Harun ona Rey ve Sicistan ile beraber Horasan Eyaleti’ni verdi. Evvelemirde Yahya’ya da pek çok ikram ve ihtiramda bulundu. Fakat sonra ahit ve amanını bozarak onu hapsetti. Biçare Yahya vefatına kadar mahpus kalmış ve ondan sonra da Harun’un görüş ve amanına kimse itimat etmez olmuştur.
Harun Reşid gerçi Hz. Peygamber’in ehlibeytine hürmet ederdi. Fakat makamının muhafazası için de şiddet kullanırdı. Bir gün meclisinde evlad-ı Ali’ye dair söz açıp, “İşittim ki halk, Ali İbni Ebu Talib’i sevmem zannedermiş, öyle değil, vallahi ben ondan daha fazla bir kimseyi sevmem. Fakat biz,[3 - Beni Abbas.] bunların[4 - Evlad-ı Ali.] Beni Ümeyye’den intikamlarını aldıktan sonra bize en çok söven, aleyhimizde bulunan ve mülkümüzün fesadına çalışan bunlar oldu. Hatta Beni Ümeyye’ye bizden çok meyillidirler. Ama Ali’nin evlatları herkesin efendileri, fazilet ve şerefçe en ileride olanlarıdır. Bana babam Mehdi’den, ona babası Mansur’dan, ona Muhammed İbni Ali’den, ona babasından, ona da babası İbni Abbas’tan rivayet edilmiştir ki İbni Abbas (r.a.) demiş ki: ‘Resulullah’tan (s.a.v.) işittim. Buyurdu ki: Hasan ve Hüseyin’e muhabbet eyleyen bana muhabbet eylemiş olur ve onlara buğzeden bana buğzetmiş olur. Ve yine Resul-ü Ekrem’den işittim, buyurdu ki: Fatıma, Meryem binti İmran ve Asiye binti Müzâhim’den başka âlemdeki kadınların seyyidesidir, demiştir.’ ”
Altmış dört senesinde Şam ehli, Kaysiyye ve Yemeniyye diye iki fırkaya bölünmüştü. Mervan’ın taraftarları olan Yemeniyye galip gelince Mervaniyye Devleti ortaya çıkmıştır. Sonra da bu devlet sönmüştür. Fakat Yemeniyye ile Kaysiyye arasındaki düşmanlık baki kalmıştır. İşte bu eski düşmanlık eserlerinden olarak bir iki seneden beri Kaysiyye ve Yemeniyye arasında büyük harpler vuku buldu. Pek çok insan öldü. Bunun üzerine yüz seksen senesinde Harun Reşid, birçok emir ve askerle Cafer İbni Yahya İbni Halid’i o tarafa gönderdi. O da gidip Şam’ın durumunu düzelterek emniyet ve asayişi geri getirdi. Yüz seksen üç senesinde Hazer kavmi Kaf Dağı’ndan çıkarak, Kafkasya’da, Şirvan civarındaki Derbent’in beri tarafına hücum edip şiddetle saldırdılar, İslam beldelerine çok zarar verdiler. Harun Reşid, onların üzerine iki emir ile iki ordu sevk etti. Onlar da gidip o kavmi kaçırdılar ve gelip gittikleri gediği kapattılar.
Harun Reşid, önce beş yaşında olan oğlu Emin’i veliaht yapıp ona Irak ve Şam’ı, bütün Mağrip ülkesini vermişti. Yüz seksen iki senesinde Cafer İbni Yahya’nın teşvik ve ihtarıyla on iki yaşında olan oğlu Memun’u da ikinci veliaht yapıp ona da Horasan ve ona bağlı yerleri, kısacası doğu sınırlarından Hamedan’a kadar olan memleketleri verdi. Onu Cafer İbni Yahya İbni Halid’e teslim etti. Sonra üçüncü oğlu Kasım’ı da üçüncü veliaht yapıp ona da El-Cezire ile Avasım’ı verdi. Fakat onun veliaht kalması yahut kalmaması hususunu Memun’un uygun görüp görmemesine bıraktı. Yüz seksen altı senesinde Harun Reşid hac etti. Medine’ye vardığında, biri kendi tarafından ve diğerleri iki oğlu Emin ve Memun tarafından olmak üzere üç hediye verdirdi. Ondan sonra Mekke’ye gitti, Mekkelilere bir buçuk milyon altın ihsan etti. Fıkıh âlimlerini, kadıları ve emirleri getirip şahit tutarak, biri Emin için ve diğeri Memun için olmak üzere iki sözleşme yazdı. Onları Kâbe’ye asarak veliahtlıklarını yenileyip zannınca kuvvetlendirdi. Harun gibi anlayışlı bir zatın böyle boş hülyalara düşmesine insanlar hep hayret nazarı ile bakıyordu. Zira Seffah, İsa İbni Musa’yı veliaht tayin etmişti. Neticesinin ne olduğu ve Hâdî’nin ömrü vefa etseydi kendisini veliahtlıktan ihraç edeceği Harun Reşid’in malumu idi. Bir hükümdarın sağ iken verdiği emirlerin, vefatından sonra ne olacağı Allah’tan başka kimsenin malumu olamayacağı Harun’un şüphesiz bildiği bir şey idi. Hâl böyle iken büluğa ermeyen çocukları veliaht yapması kendisinin zekâsına yakıştırılmıyordu. Ne çare ki insana evladı fitnedir. Aşırı sevgi, insanı görmez ve işitmez eder, gaflet en uzağı gören adamları böyle gülünç yapar.
Harun Reşid, pek bahtiyar ve mesut bir padişah idi. O zamanın dünya hükümdarlarının en büyüğü olup kuvvet ve iktidar sahibi idi. Pek lezzetli ömür sürdü. Her istediğine ulaştı. Hanımı Seyyide Zübeyde soy sop ve güzel ahlakça misli bulunmaz bir hatun idi. Kadısı da İmam-ı Azam Hazretleri’nin talebelerinin en büyüğü olan İmam Ebu Yusuf idi. Hanefi mezhebini yazıya geçiren İmam Muhammed gibi en bilgili âlimleri de adalet işlerinde kullanmıştı. Eşi bulunmaz sohbet arkadaşlarına ve şairlere, musiki sanatının en son mertebelerine varmış şarkıcı ve çalgıcılara sahipti. Bu kadar güzellikleri toplamak, doğrusu büyük bahtiyarlık idi. Bununla beraber İslam âdetlerine saygı ve hürmet, din âlimlerine, ediplere pek ziyade ikram, fukaraya çok sadaka ve şairlere bol bol bahşişler ihsan ederdi. Hatta bir beyit için bir şaire beş bin altın ve bir kaside için diğer bir şaire beş bin altın ile bir at, ağır kaftan ve on köle vermişti. Onun zamanında musiki sanatı, en yüksek mertebeye varmıştı. Devlet memurları içine pek çok Acem, Türk ve Berberi karışmış olduğu hâlde hatasız konuşanlara ve belagat sahiplerine böyle fevkalade hürmet olunduğundan Arap dilinin şivesi de korunmuş oluyordu. Bağdat şehri fevkalade şen, mamur ve gerçekten cennet gibi olmuş, her taraftan âlim ve fazilet sahiplerinin yetişip bir araya gelmesi ile ilim ve maarif yönünden cihanın gıptasını çeker olmuştu.
İmam Süyûtî, Zehebî’den naklen der ki: “Reşid’in yaptıkları açıklanacak olsa uzar. İyilikleri çoktur. Dince yasaklanmış lezzet ve eğlencelere dair de çok hikâyeleri vardır.” Allah müsamaha buyursun.
Açıklandığı üzere Abbasi Devleti’ni on yedi sene kadar Bermekiler idare etti. Harun Reşid’in vekilleri, vezirleri ve en yakınları, hep Bermekiler idi. Hele Veziriazam Yahya İbni Halid İbni Bermek’in oğlu Cafer İbni Yahya, Harun Reşid’in en hususi meclisine katılıyordu. Bu suretle Bermekiler pek çok servet ve zenginliğe sahip olmuşlardı. Cömert oldukları için âlim ve şairlere, halifeden ziyade kendileri armağan ve bahşişler verirlerdi. İnsanlar onların geleceğine haset ederlerdi. Fakat kimse onların aleyhinde söz söyleyemezdi. Buna karşın emirlerden Fadl İbni Rebi’nin çekiştirmesinden ve diğer bazı sebeplerden dolayı Harun Reşid, Bermekilere ve bilhassa Cafer İbni Yahya’ya gücendi. Düşmanları da fırsat buldu. Onların kötülüklerinden bahsedenler çoğaldı. Bu suretle Harun Reşid’in gazabı şiddetlendi. Hacdan dönüp, yüz seksen yedi yılı içinde Enbar’a geldiğinde, bir akşam Cafer’i tutup getirmek üzere bir miktar askerle bir haberci gönderdi. Cafer, her akşam mutadı olduğu üzere yenilip içilen mecliste en mahir musikişinasların hoş nağmelerini dinleyip eğlenirken haberci gelip onu aldı, emirlik makamına götürdü. Harun’u göremedi. Soru ve cevaba fırsat verilmeksizin idam edilerek kesik başı Harun’un huzuruna getirildi.
Yahya İbni Halid ile diğer oğulları Fadl, Muhammed ve Musa da o zaman tutularak hapsedilmişlerdi. Harun Reşid, hepsinin mallarına el koydu. Bunca zenginlik ve mal, bunca yıllık şan ve şöhret bir günde mahvolup gitti. Ama Muhammed İbni Halid İbni Bermek ile oğullarına dokunulmadı. Çünkü onlar Beni Yahya kadar ikbal sarhoşu olmamışlardı. Şarabın baş ağrısı ise neşesinin miktarıyla mütenasip olur.
Horasan halkı, valileri olan Ali İbni İsa İbni Mahan’ın zulüm ve kötü muamelelerinden şikâyet ettikleri sırada, onun isyan etme fikrinde olduğu da Harun Reşid’e bildirilince, yüz seksen dokuz senesi içinde Harun Reşid, oğulları Memun ve Kasım ile beraber Rey şehrine gitti. Kadı ve emirleri toplayarak, ordusundaki mal, hazine ve silahlar ile hayvanatın hep Memun’un olup, kendisinin onlarla alakası olmadığını şahit göstermişti. Ali bin İsa İbni Mâhan, oraya gelip Harun’a ağır hediyeler getirdi. Oğullarına vekil ve emirlerine de çok hediyeler verdi ve hepsini kandırdı. Harun da onu Horasan’a iade etti. Taberistan emirlerine, emin olmalarını bildiren fermanlar göndererek gerekli teminatı verdikten sonra geri döndü.
Yüz doksan senesinde Müveraünnehir emirlerinden Leys İbni Nasır İbni Seyyar’ın oğlu Râfi isyan ederek Semerkant’ı zapt etmeye kalkınca Harun Reşid, onun dersini vermek için kendisini Horasan valisine havale etti. Oğlu Memun’u Rakka’da onun yerine kaymakam bırakıp devlet işlerini ona devretti. Durumu bütün valilere ve diğer memurlara yazılı emirler ile bildirdi. Uğur sayarak ona dedesi Mansur’un mührünü verdi. Kendisi Anadolu’ya gazaya gitti ve sağ salim ganimetle geri döndü.
Yüz doksan bir senesinde Irak ve Şam’da Harici ve asiler ortaya çıktı. Anadolu’da gaza eden bir askerî birliği Tarsus’a iki konak mesafede Rumlar sıkıştırdı. Arkalarındaki boğazı tutarak İslam askerinden birazını başbuğlarıyla beraber şehit ettiler, geri kalanı kurtuldu. Harun Reşid de sınır üzerindeki Hristiyan halkın giyinişçe ve binekleri bakımından Müslümanların kılık ve kıyafetine muhalif kılıkta gezmelerini emretti. Tarsus’a Mesis’ten ve Antalya’dan biner asker sevk ettikten başka, üç bin de Horasan askeri gönderdi. Yine bu yıl Irak ve Şam’da Harici ve asiler ortaya çıktığından, Harun Reşid onların üzerlerine de başka başka grupları göndermeye mecbur kaldı.
Yüz doksan iki senesinde de Basra’da ve Azerbaycan’da Hariciler ortaya çıktığından, Harun Reşid onların üzerine kâfî asker sevk etti. Horasan valisi ise Râfi’nin tehlikesini defedemediğinden Harun Reşid, oğlu Emin’i Bağdat’ta ve diğer oğlu Kasım’ı Rakka’da kaymakam bırakıp, kendisi diğer oğulları Memun ve Salih ile birlikte Râfi ile savaşmak üzere Horasan’a gitti.

Bazı İleri Gelenlerin Vefatı
Yüz yetmiş bir senesinde Endülüs Emiri Abdurrahman-ı Emevi (r.a.) vefat etti. Yerine oğlu Hişam geçti. Yüz yetmiş dokuz senesinde imam-ı Medine olan Malik İbni Enes (r.a.) vefat etti. Yüz seksen bir senesinde İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin en büyük talebelerinden olan İmam Ebu Yusuf (r.a.) Hazretleri vefat etti.
İmam Cafer-i Sadık Hazretleri’nin oğlu İmam Musa El-Kâzım İbni Cafer İbni Muhammed İbni Zeynelabidin İbni’l-Hüseyin İbni Ali İbni Ebu Talib (r.a.) Hazretleri, yüz seksen üç senesinde Bağdat’ta tutuklu iken vefat etti. Hapis sebebi, yüz yetmiş dokuz senesinde Harun Reşid Medine’ye varıp da Ravza-i Mutahhara’ya girdiğinde etrafındaki halka övünür şekilde, “Esselamü aleyke ey amcam Resulullah!” dediğinde Mûse’l-Kâzım Hazretleri yaklaşarak, “Esselamü aleyke ey babam!” deyince Harun Reşid’in rengi değişmiş, “Bu övünme ne, ya Kâzım?” demiş ve onu beraberine alarak Bağdat’a götürüp hapsetmişti. Bu defa vefat ederek hapisten kurtuldu.
Yüz seksen dokuz senesinde yedi şöhretli kıraat âliminden ve nahiv imamlarından İmam-ı Kisaî’nin vefat ettiği gün İmam-ı Azam Hazretleri’nin ikinci talebesi ve Hanefi mezhebinin muharriri olan İmam Muhammed Şeybani Hazretleri de vefat ettiğinde Harun Reşid, “Bir günde fıkıh ile nahiv ilmini defnettik.” demiş olduğu mervidir. Yüz doksan senesinde İmam Hazretleri’nin talebesinden Esed-i Kûfî vefat etti, rahmetullahi aleyhim.
Önceden açıklandığı üzere veziriazam iken Harun Reşid’in hapsetmiş olduğu meşhur Yahya İbni Halid İbni Bermek de bu sene vefat etti, rahmetullahi aleyh. Oğlu Fadl İbni Yahya da aynı şekilde mahpus iken bu yüz doksan üç senesi başlarında, kırk beş yaşında olduğu hâlde vefat etti. Cenazesi meydana çıkarıldığında insanlar ağlayarak ve feryat ederek namazını kıldılar. Dünya güzellikleri içinde benzeri görülmemiş güzel ahlaklı, övülmeye değer sıfatlara sahip bir zat olduğu “Tarih-i Kâmil”de yazılıdır, rahmetullahi aleyh.
Nahiv imamlarının imamı olan Sîbeveyh (r.a.), bir rivayete göre kırk yaşını aşkın olduğu hâlde, yüz doksan üç senesinde vefat etmiştir.

Harun Reşid’in Vefatı
Açıklandığı üzere Harun Reşid, doksan iki senesi içinde kendisine isyan ile Semerkant’ı zapt eden Râfi ile savaşmak üzere Horasan tarafına gittiği zaman hastaydı. Yüz doksan üç senesi başlarında Cürcan’a vardığında hastalığı ağırlaştı. Oğlu Memun’u bazı askerî emirler ile birlikte Rey şehrine gönderdi. Kendisi de Tûs’a gitti ve orada hastalığı şiddetlendi, cemaziyelahirin üçüncü günü, kırk yedi yaşında vefat etti.
Hilafet zamanı olan yirmi üç sene, bu kadar ay zarfında çok altın sarf etmiş ve bol bol bahşişleri vermişken yine de vefatında beytü’l-malda milyonlarca altın vardı. Genç iken tahta geçti ve genç iken dâr-ı bekaya gitti. Zamanı Abbasi Devleti’nin en parlak devriydi. Tatlı ömür geçirdi, çok zevk ve sefa sürdü. Zamanında ulum ve maarif çok ilerledi, bilhassa Arap edebiyatı fevkalade gelişti. Rahmet ve mağfiret üzerine olsun.

Harun’un Oğulları Emin, Memun ve Mutasım’ın Hilafet Devirleri
Daha önce açıklandığı üzere Harun Reşid, Horasan işleri için Rey’e vardığında kadı ve emirleri toplayarak, Memun’un veliahtlığını yenilemiş ve ordudaki mal, hazine, silahlar ve hayvanlar tamamen Memun’un olup, kendisinin onlarla alakası olmadığını ifade ile şahit tutmuştur. Mülkünden vazgeçmiş ve sonra Anadolu’ya gaza için giderek, Memun’u Rakka’da bırakıp bütün devlet işlerini ona devrederek kendisini halifenin kaymakamı yapmıştı. Bu muameleler ise Emin’e ağır gelmiş olduğu hâlde yukarıda olduğu gibi babasının çok hasta olduğunu duyunca, kardeşi Salih’e, babasının veziri olan Fadl İbni Rebia ve diğer gerekli olanlara emirnameler yazıp özel memur ile Tûs’a göndermiştir. Bu emirnameler, gerek Rebia’nın gerek diğer vekil ve emirlerin mevkilerinde kalmalarını bildirir olduğu hâlde babası vefat etmedikçe gizli tutulmasını kesin olarak tembih etmişti. Reşid’in vefatında Emin’in gönderdiği memur önce mektupları meydana çıkardı. Gerek Rebia gerek diğerleri mevkilerinde bırakıldıkları müjdesiyle ve asker de çoluk çocuklarına kavuşma hevesiyle hemen Emin’e biat ile Bağdat’a döndüler. Salih İbni Reşid de Hâtem, Kadîb ve Bürde’yi (Hazreti Peygamber’in yüzüğünü, asasını ve hırkasını) kardeşi Emin’e gönderdi. Verilen söze göre bu ordu Memun’un malı iken onlar Harun Reşid’in ahit ve vasiyetini unuttular. Rey’de bulunan Memun, bundan haberdar olunca onları iade için memurlar gönderdiyse de gelen memurları kovarak süratle Bağdat’a gittiler. Hâlbuki daha önce Bağdat’ta Emin’e biat etmişti. O zaman Seyyide Zübeyde, Rakka’da olup, Harun Reşid’in hazineleri de onun elindeydi. Oğlunun hilafete seçilmiş olunduğunu haber alınca hazineleri yanına alarak Bağdat’a gitti. Emin de vekil ve emirler ile Bağdat’ın ileri gelenleri ve eşrafı, hep beraber olduğu hâlde validesini Enbar’da karşıladı. Zübeyde, o hazineleri oğluna teslim etti. Emin, bu şekilde hilafet tahtına oturdu. Memun da doğu taraflarında bir müstakil hükümdar gibi kaldı ve kardeşine layık olan hediyeler takdim ederek tebrik merasiminin icrasına mecbur oldu.
Çünkü anadan babadan Haşimi olan üç halife gelmiştir ki Hazreti Ali ve oğlu Hazreti Hasan (r.a.) ile Emin İbni Reşid’dir. Bu yönüyle Beni Abbas’ın yanında Emin’in pek fazla şan ve itibarı olduğu hâlde annesi Seyyide Zübeyde’nin yanındaki hazineler onun elinde kaldı. Babası Horasan tarafına gittiğinde ordusunu mülkünden vazgeçmek şeklinde Memun’a mal etmişken, vefatında ordu da Bağdat’a dönünce bütün devlet ve kuvvet onun eline geçti. Bunun üzerine Memun, ona boyun eğdiğini ve razı olduğunu göstermeye mecbur oldu. Fakat ordudaki komutanlara ve vekillere ve bilhassa veziriazam olan Fadl İbni Rebia’ya, babasının söz ve vasiyetini bozmuş olduğundan dolayı çok gücenmişti. Fadl İbni Rebi ise bunu düşünerek Memun’un eline fırsat geçerse kendisine kurtulma yeri bulunamayacağını göz önünde bulundurup düşünerek her nasıl olursa olsun Memun’u veliahtlıktan çıkarma sevdasına düştü. Birkaç sene evvel İslam ile müşerref olan Fadl İbni Sehl ki gerek askerî işlerde gerek mülki işlerde maharet ve iktidarı inkâr edilemeyecek, cin fikirli bir kalem ve kılıç sahibi olduğu hâlde Memun’un sır ortağı ve özel olarak danıştığı bir kimseydi. O da hâkimane, kurnazca oyunlar ile Memun’un hilafet makamına geçmesine çalışıyordu.
Sonuç itibarıyla bu iki Fadl, birbirleriyle hile ve desise oyunları oynuyorlardı. Fakat Fadl İbni Sehl, pek uzak görüşlü olduğu hâlde zarı da uygun gelmekle daima kazanmakta idi. Şöyle ki Emin’in ilim ve fazileti var ise de görüş ve tedbiri zayıftı. Heva ve hevesine tabi olup, faydasız oyunlar ve yiyip içmeyle meşgul olduğundan devlet işlerini düşünmeye vakti yoktu, nasihat de dinlemezdi. Hilafet tahtına oturduğu gibi eğlence yerlerini tanzim ile işe başladı. Her tarafa yazılı emirler gönderip, ne kadar mahir şarkıcı, çalgıcı ve oyuncular var ise getirerek, eğlence âlemlerinde günlerini geçirmeye devam etti, devlet hazinesindeki para ve cevherleri boş yere harcadı. Hatta bir şarkıcıya bir kayık dolusu altın verdiği rivayet edilmiştir. Bu yönüyle günden güne halkın ona karşı nefret ve ümitsizliği çoğalmaktaydı.
Memun ise zaten tedbirli, akil, âlim ve fadıl bir zat olduğu hâlde Fadl İbni Sehl’in halisane ihtarlarına uygun hareket ederek, Hulefa-i Raşidin’i taklit edercesine halkın işlerini görmeye gayret etmekteydi. Bu şekilde kamuoyunu kazandığından Fadl İbni Sehl’in tedbirleri faydalı ve tesirli olmakta ve günden güne ümitleri kuvvet bulmakta idi.
Memun’un ahlakının güzelliği her tarafça malum olunca Maveraünnehir tarafında başkaldıranlar derhâl aman diledi, Memun da onlara aman vererek o bölgenin durumunu düzeltti. Kâbil emiri ve Tibet meliki gibi emir ve hükümdarlar ile güzel ilişkilerini sağlamlaştırarak şark hududunu emniyete aldığı gibi Rey’de güvendiği şahsiyetleri görevlendirerek Irak tarafındaki sınırını da emniyete almıştır. Fakat Emin, onun bu gibi tasarruf ve işlemlerini kabul etmemiştir.
Fadl İbni Rebi ise Memun’u veliahtlıktan çıkararak Emin’in büluğa ermemiş oğlu Musa’yı veliaht yapmak üzere Emin’i kandırmış, Ali İsa İbni Mâhan gibi bazı emirler de onun fikrine itibar edince Emin de buna karar vermek üzere konuyu müzakereye açmıştı. Her ne kadar bazı emirleri, ahit bozmanın uğursuzluğundan ve sonucun tehlikesinden bahisle bu fikrin sakatlığını açıklamışlarsa da Emin, veziri Fadl İbni Rebi’nin görüşünü tercihle evvela yüz doksan dört senesi içinde minberlerde Memun ile Kasım’dan sonra kendisinin küçük oğlu Musa’ya dua edilmesi için her tarafa fermanlar yazdı. Ondan sonra Memun’un kendi üzerine Musa’yı takdim etmesini ve Horasan’ın bazı bölgelerinden vazgeçmesini teklif etti. Memun bu teklifi kabul etmeyip, ilk önce Emin’in ismini paralardan sildi ve onunla postayı kesti. Horasan ile Irak arasındaki dar geçitleri muhafaza altına aldı. Neyin ve kimin nesi olduğu bilinmeyen kimse Horasan’a giremez oldu.
Fadl İbni Sehl ise Emin’in çok özel yakınlarından bazılarını ve Fadl İbni Rebi’nin kâtibini Memun tarafına çekerek, Bağdat’ın bütün sırlarını ve hatta özel meclislerinde cereyan eden müzakereleri daima haber almaktaydı.
Emin, küçük oğlu Musa’yı veliaht yapıp yüz doksan beş senesi başlarında Memun’un ismini hutbelerden çıkararak onun yerine Musa’ya dua edilmesini emretti. Mekke’ye adam gönderip babası Reşid’in Kâbe’ye asmış olduğu iki kıta hücceti getirtti ve ikisini de Fadl İbni Rebi yırttı.
Ona karşılık Memun da Emin’in ismini hutbelerden çıkarttı. Rey sınırındaki askerinin eksikliklerini tespit ederek komutanların meşhurlarından Tahir İbni Hüseyin’i başkomutan olarak Rey şehrine gönderdi. Geriden ona destek için bir ordu teçhizine başladı.
Emin ise Memun’u tutup getirmek üzere elli bin askerden oluşan ve pek donanımlı bir ordu hazırlayıp techizatlandırarak, daha evvel Horasan valisi olan Ali İbni İsa İbni Mâhan’ı başkumandan olarak atadı ve maiyetine pek çok emir verdi.
Başkumandanlığa İbni Mâhan’ın seçilmesine sebep şu imiş ki Harun Reşid zamanında Horasan valisi iken yöre halkına zulüm, adaletsizlik yapmış ve halkın ileri gelenlerini küçümsemiş, hatta Tahir’in babası Hüseyin’in de yüzüne karşı sövüp sayarak ona hakaret etmiştir. Bu yüzden bütün Horasan halkının nefretini kazanmıştı. Sonunda mahallî şikâyetler ile görevden alınmış olduğundan bu defa Horasan üzerine gidecek ordu başkumandanlığına tayin olunursa bütün Horasan halkı ona karşı silaha sarılarak Memun’a samimiyetle ve fedakârca hizmet edecekleri düşüncesi vardı. Fadl İbni Sehl, halifenin yakınlarından getirtmiş olduğu adama, İbni Mâhan’ı başkumandan olduğunu gizlice yazıp fikrini çelmesi ve onu aldatması üzerine halifenin de onu Horasan ordusu başkumandanı olarak atadığı rivayet edilir.
İbni Mâhan ise bu gizli hileden gafil olarak kendisinin Horasan’da nüfuz ve haysiyetinden bahisle Bağdat’ta atar tutardı ve kendi gibi gafil olan büyük ve küçük şahsiyetlere yüksekten bakardı. Bağdat’tan hareket ettiği zaman veda için hilafet ve saltanat padişahının annesi olan Seyyide Zübeyde’nin kapısına vardı. Seyyide Zübeyde, ona Memun’u tavsiye ederek, “Ya Ali! Emirü’l-müminin benim oğlum olup şefkatli bakışımın nazargâhıdır. Fakat Memun da evladım gibidir. Şefkatim ona da yönelmiştir! Ona eza ve cefa edilmesine razı olmam. Mülk için iki kardeş arasına nefsaniyet girdi. Fakat onların kardeş olduklarını unutma. Sen Memun’un akranı değilsin. Onun yüzüne karşı acı söz söyleme, ona kölesi ve hizmetkârı gibi muamele et. Ondan evvel ata binme. O binerken üzengisini tut. Sana söverse de tahammül et. Fakat gerçekten mecburiyet görürsen onu bununla bağla!” dedi, İbni Mâhan’a bir gümüş zincir verdi. İbni Mâhan da “Emriniz üzere hareket edeceğim.” diyerek veda etti. Yüz doksan beş senesi şevvalinde pek gösterişli bir alay ile Bağdat’tan çıkıp Horasan tarafına gitti. Giderken Emin, onu vekil ve emirleriyle birlikte uğurladı.
Tahir Bin Hüseyin, Rey’de harbe hazırlanmış olarak giderlerken, İbni Mâhan’a şunu ifade etmiş: “Onun bu orduya karşı durmak haddi mi? O asker idare edecek adam mı? Biz Hamedan geçidini geçtiğimiz gibi o firar eder.” diyerek düşmanı hakir görmek gibi bir büyük hatada bulunarak, zafere engel olan kibir ve gurur ile ileri gitti. Ordu Rey Eyaleti hududundan içeri girdiğinde, İbni Mâhan’a emirleri tarafından tedbir olsun diye ileriye öncüler çıkarılması ve ordunun etrafında hendek çevrilmesi lüzumu ihtar edildiğinde İbni Mâhan, “Böyle Tahir gibi adamlar için öyle külfetlere gerek yoktur.” diye mağrur bir edayla cevap verdi. Vakıa Bağdat ordusu, Rey’deki askerin kat kat fazlası olduğu hâlde emirü’l-müminin adına hareket etmek de İbni Mâhan’a manevi anlamda büyük bir kuvvetti. Fakat Tahir de pek yiğit ve savaşta mahirdir. Maiyetindeki Horasan askerinin başbuğu olan Ahmed İbni Hişam da uzak görüşlü ve tedbirli biri olup gayet fedakârca karşılık vermeye karar vermişti. İbni Mâhan, Rey şehrine on saat kadar yaklaştığında Tahir dört bin kadar seçkin süvari ile Rey’den çıkıp, beş saat beride bir mevki seçerek ordu kurdu. Ahmed İbni Hişam’ın uyarısı üzerine minbere çıkıp Emin’i hal ile tahttan indirerek, Memun’un adına hutbe okudu ve askerine gayret ve cesaret verdi.
İki ordu karşı karşıya gelip de iki taraf yekdiğeri üzerine hücuma başladığında yine İbni Hişam’ın uyarısı üzerine Tahir, birkaç yıl önce, İbni Mâhan’ın Horasan valiliğinde Harun Reşid’in Horasan ehlinden Memun için almış olduğu ahdin bir nüshasını mızrağının ucuna geçirip iki saf arasında durdu ve İbni Mâhan’dan aman istedi, o da aman verdi.
Tahir, hemen İbni Mâhan’a hitaben, “Allah’tan korkmaz mısın? Bu senin bizden aldığın biat nüshası değil mi, Allah’tan kork! Bir ayağın çukurda!” deyince İbni Mâhan, “Şu herifi tutup bana getiriniz.” dedi. Ordusundan biri seçilip meydana çıktı, Tahir onun üzerine hamle yaparak elinden kılıcını alıp kendi kılıcıyla onu vurdu, yere düşürdü ve bu olay manen ve maddeten Bağdat askerlerine dehşet verdi. Bunun üzerine savaşa başlandı. Sağda ve solda bazı hücumlar yapıldı. Tahir, var kuvvetiyle dalgalı deniz gibi dalgalanan Bağdat ordusunun içine daldı, öndeki bölükler bozulup arkadaki bölüklerin üzerine düştü. Ordudaki askerler birbirine karıştı. Sanki bu ordunun ortasında girdaplar oluştu. Hezimet, İbni Mâhan’ın yanına kadar geldi. Tahir’in adamlarından biri bir ok ile İbni Mâhan’ı vurdu, yere düşürdü ve başını kesip Tahir’e getirdi.
Bağdat ordusu tamamen bozuldu. Gecenin karanlığı örtünceye kadar Tahir’in süvarisi iki saatlik mesafeye dek onları izledi, kimini idam kimini esir ettiler ve pek çok ganimet aldılar. İşte o sırada Tahir, “Her kim silahı terk ederse emindir.” diye ilan edince bozgun asker silahlarını attı, atlarından indi ve bu suretle kurtulmuş oldu.
Tahir dönüp Rey şehrine gitti ve İbni Mâhan’ın kesik başıyla beraber Memun’a müjdeyi takdim etti. Memun, Tahir’e yardım için bir ordu donatırken bu muzafferiyet haberiyle gönlü sevinçli oldu ve insanlar gelip onun hilafetini tebrik ettiler.
Ama Emin’e başkomutanının öldürüldüğü ve ordusunun bozguna uğradığı haber verildiğinde, özel hizmetçisi Kevser ile avlanmakta olduğundan, “Bırak beni, Allah belanı versin! Şimdi bunun sırası mı? Kevser iki balık tuttu, ben hâlâ bir şey tutamadım!” diyerek haber veren adamı azarlamıştır. Ondan sonra Emin, Abdurrahman Enbarî’yi yirmi bin askerle Hamedan’a gönderdi. O da Hamedan’a vardı, kalesini sağlamlaştırdı ve Tahir geldiğinde çıkıp savaştı. Fakat bozguna uğrayıp kaleye kapandı. Tahir pek sıkı kuşatıp zorlayınca ahali sıkıntı içinde kaldı ve çaresiz Abdurrahman, vire ile kaleyi teslime mecbur oldu. O sırada Tahir, bir miktar askeri sevk ederek, Kazvin ve ona bağlı yerleri zapt etmişti.
Süfyani diye bilinen Ali İbni Abdullah İbni Halid İbni Yezid İbni Muaviye ki anası Nefise binti Ubeydullah İbni Abbas İbni Ali İbni Ebu Talib’dir. “Ben Sıffin’in iki şeyhinden, yani Ali ve Muaviye’denim.” derdi, o da bu senenin zilhiccesinde hilafet davası ile çıkarak ve Şam valisine üstün gelerek onu Dımışk şehrinden çıkardı. Fakat Emin tarafından sevk olunan askerle, muharebe esnasında Süfyani öldürülmüş ve muavinleri perişan olmuştur.
Fadl İbnu’r-Rebi, Emin’in yolsuz tavır ve gidişatına bakıp şaşkın olduğu hâlde zorla yüz doksan altı senesi içinde bir ordu daha hazırlayarak Tahir’in üzerine gönderdiyse de ordu komutanları arasına anlaşmazlık ve düşmanlık düşünce birbirleriyle kavga ederek Hankîn’den salkım saçak geri dönüp geldiler. Tahir de gelip Hulvan’ı zapt etti. Peşinden Tahir’e yardım için Memun tarafından Herseme İbni A’yen adlı emirin başbuğluğuyla Hulvan’a bir ordu geldi. Her-seme, Hulvan’da kaldı, Tahir askeriyle Ehvaz’a gitti ve orasını zapt etti. Memun ise kendisinin hutbelerde emirü’l-müminin unvanı ile anılmasını emretti. Boylamca Cebel-i Hamedan’dan Tibet’e kadar ve enlemce Bahr-i Fars’tan Bahr-i Deylem ve Cürcan’a kadar olan şark memleketlerini Fadl İbni Sehl’e verdi. Harp işleri başkanlığını da vererek onu hem vezir hem başkomutan yaparak “iki başkanlık sahibi” unvanıyla adlandırdı. O esnada Bağdat’ın içinde ihtilal ve isyan çıkaran asiler, recep ayında Emin’i tahttan indirdiler ve annesiyle beraber bir köşkte hapsederek, Memun’un hilafetini ilan ettiler. Fakat eşraf ve emirlerden bazıları meydana çıkıp insanları toplayarak asileri yenip sindirdiler. Emin’i tekrar hilafet makamına oturtarak biati yenilediler. Fadl İbni Rebi ise kötü sonucu sezerek kaçıp saklanmıştır.
Yine o sırada Tahir, Vâsıt’ı işgal ederek, Bahreyn, Umman ve Yemame’ye emirler atadı. Basra ve Kûfe de kendisine itaat edince gelip Medayin’i zapt etti. Bu sene Mekke ve Medine’de de Memun’a biat olundu.
Bağdat’tan peyderpey sevk olunan grupla muharebe esnasında hezimete uğrayınca Tahir korkmadan geldi, bir koldan kendisi ve bir koldan da Herseme, Bağdat şehrini muhasaraya başladılar. Şehir üzerine neft ateşleri ve mancınık taşları yağdırdılar. Beri taraftan da o şekilde savunmaya geçildi. Tahir şehrin bir mahallesini işgal edip hemen hendek kazdırdı, siper aldığı gibi beri taraftan da ona karşı hendekler kazılıp siperler alındı. Bu suretle on beş ay uzayan muhasara günlerinde iki taraftan atılan mancınık taşları ve neft ateşleriyle bir dünya cenneti hükmünde olan Bağdat şehrinin güzel ve pek hoşa giden ev ve köşkleri yıkılmış ve yanmış oldu. Cennetlerden bir numune ve cihanda imrenilecek bir yer olan bahçe tarlaları yerine hendekler ve siperler kaldı. Keskin şıranın verdiği keyifle başlar döndüğü hâlde misk-ü anber kokularıyla içlerini şenlendirmeye, güzel saz ve tatlı söz dinlemeye alışmış olan şair ve zariflere, cehennem dumanına bir örnek olan neft kokusu ve mancınık taşlarının patırtısı ne kadar zordur. Haydi burasını geçelim, bunlara üzülmeyelim de onlar, sefa verici, ağzına kadar dolu kadehin mahmurluğunu çekmişler diyelim. Ama nice yıllardan beri imar ve süsüne hesapsız hazineler harcanan Bağdat’ın hasretli âşık kalbi gibi temelinden yıkılmasına üzülmemek mümkün değildir.
Kevser bir gün savaşı görmek üzere çıktığında yüzüne bir taş parçası isabet eden Emin, kendi eliyle onun yüzünden akan kanları silerken yanıp yakılarak ve esef ederek bir gazel söylemeye başlayıp tamamlayamadığından, Abdullah İbni Temîmi adlı şairi getirerek gazeli ona tamamlatmıştır. Bunun için İbni Temîmi’ye üç katır yükü para vermiş olduğu İmam Suyûtî’nin “Halifeler Tarihi”nde yer almıştır.
Muharebenin uzaması sebebiyle Emin’in paraları tükenince askere vermek üzere altın ve gümüş kapları bozdurup para kestirdi ve haremdeki mallarının satılması için emir verdi. Fakat muhasara altında olan bir şehirde malları kim alır? Herkes yiyeceği, içeceği düşünüyordu. Tahir ise muhasarayı şiddetlendirince dışarıdan yiyecek temini zor oldu. Emin’in askeri dağıldı, sergerdeleri birer birer Tahir’e tabi olup kendi yanında yalnız satıcı, amele, şerir, esâfil ve hapistekiler güruhu kaldı. İşte bunlar Tahir’in askeriyle karşı karşıya gelip savaşırlardı. Hatta bir gün Tahir’in Kasr-i Salih Mahallesi’ne giren bir birliğiyle o kadar şiddetli savaştılar ki Tahir’in pek çok askeri kırıldı ve nice muteber sergerdeleri öldü. Bu şekilde Emin de biraz nefes aldı. Fakat şehir içinde yiyecekler azaldı, fiyatlar iyice yükseldi. Belediye zabıta amiri insanların evlerine girip zorla zahirelerini sattırmaya başladı. Bu da muhasarada olanlara ağır geldi. Nihayet yüz doksan sekiz senesi muharreminin sonlarında Tahir bin El-Hüseyin zorla Bağdat’ı istila etti, adamları Emin’i tutarak bir odaya hapsettiler. Ondan sonra Tahir’in emriyle gece gelip o biçareyi boğazladılar. O zaman yirmi sekiz yaşındaydı. Hilafet süresi dört sene sekiz ay ve küsur günden ibarettir. Allah af ve rahmet etsin.
Tahir, bir gün sonra, erkenden Emin’in kesik başını bir bahçe duvarı üzerine koyarak insanlara gösterdi. Kesik baş ile beraber mühür, hırka ve asayı, Horasan’da bulunan Memun’a gönderdi ve fetih durumunu bildirdi. Bağdat ehline de aman verdi. Cuma günü şehre girerek minbere çıktı. Memun’un namına hutbe okudu ve Emin’i kötüledi. Emin’in annesi Seyyide Zübeyde ile oğulları Musa ve Abdullah’ı, Yukarı Zap Bölgesi tarafına gönderdi. Asker ise Emin’in öyle vahşi şekilde katli üzerine müteessir ve pişman oldu, pek çok mal isteyerek Tahir’in üzerine hücum etti. Tahir, bu isyanı kendi askerleriyle Bağdat askerinin ittifakına bağlayarak korkuya düşüp, bazı emirleri ile birlikte Bağdat’tan savuşup Akrakuf’a kaçtı ve hazırlıklara başladı. Diğer emir ve reisler onun yanına gelip, “Bu hadise bir grup sefihin işidir.” diyerek, özür dileyerek onu Bağdat’a götürdüler.

Memun’un Devri
Yukarıda olduğu gibi yüz doksan sekiz senesi muharreminin sonlarında Tahir’in Bağdat’ı istila etmesiyle Memun hilafet makamında istiklal buldu. Fakat kardeşi Emin’in tutulup hapsolunduktan sonra diri olarak kendisine gönderilmesi lazım gelirken öldürülmesinden dolayı pek dertli ve Tahir’e pek kırgın oldu. Baba ve ana tarafından Haşimi olan bir halifenin öyle vahşiyane boğazlanmasından dolayı bütün insanlar ve özellikle Abbasoğulları kederli ve mahzun oldu, bu yönüyle hükûmetin bağları çözüldü.
Hasanü’l-Hireşî adında bir şahıs bir grup serseri ile ortaya çıkıp insanları Âl-i Muhammed’de rızaya davet etti. Başına birçok halk toplandı ve Irak çevresinin emniyet ve asayişi bozuldu.
Musul’da da Yemaniyye ve Nezariyye arasında muharebe çıktı, nihayet Nezariyye hezimete uğradı. Ali İbnü’l-Hasanu Hamedani Musul’da galip gelerek hâkim oldu.
Beni Akil’den Nasır İbni Şît ki Halep’in kuzey tarafında olan Küksüm nahiyesinde oturuyordu. Emin’e eğilimliydi ve onu seviyordu, Emin’in katlinde hükûmete karşı gelerek etrafındaki yerleri alıp Simat’a sahip oldu.
Tahir’in fethettiği Cebel beldeleri; Irak, Fars, Ehvaz ile Yemen ve Hicaz’ı, Memun kendisinin veziriazamı olan Fadl İbni Sehl’in kardeşi Hasan İbni Sehl’e bıraktı. O da yüz doksan dokuz senesinde Bağdat’a gelip her tarafa emir ve memurlarını dağıttığı sırada Musul, El-Cezire ve Şam kısımlarını Tahir’e vererek onu Nasır İbni Şît-i Akilî üzerine memur etti. Tahir, hemen Rakka’ya gelip oradan Nasır üzerine hareket ettiyse de Küksüm yakınlarında meydana gelen muharebede mağlup olarak istediğine ulaşamayarak Rakka’ya geri döndü. O esnada halk arasında, “Fadl İbni Sehl, Memun’u hükümdarlığını kullanmaktan alıkoyarak onun adına dilediğini yapıyormuş, bu şekilde kardeşini de Irak bölgesine hâkim kılmış.” diye söylenti yayılmış olup Beni Haşim ve halkın ileri gelenleri hiddetlenerek, Hasan İbni Sehl’den yüz çevirir oldular. Bağdat’ın fethinde Tahir’in akıncısı olan Herseme adlı emir de Hasan İbni Sehl’e gücenip Horasan tarafına gitmişti. Fakat işlerin halledilmesi hep Fadl İbni Sehl’in elinde olduğundan, onun kardeşi aleyhinde kimse ağzını açamazdı.
Eşkıya grubundan Ebu’s-Serâya adında bir sergerde bu kargaşalığı fırsat sayarak, Hasan İbni Ali (r.a.) Hazretleri’nin torunlarından İbni Ebu Taba Taba diye tanınmış olan Ebu Ubeydullah Muhammed İbni İbrahim’e biat ederek onu Kûfe’ye götürdü. Yüz doksan dokuz senesi içinde İbni Ebu Taba Taba, Kûfe’de insanları kitap ve sünnet ile amel etmek üzere Âl-i Muhammed’de rızaya davet etti. Hasan İbni Sehl derhâl Kûfe üzerine on bin asker gönderdiyse de Ebu’s-Serâya ile muharebe sırasında hezimete uğrayıp darmadağın oldular. Ebu’s-Serâya bu suretle kuvvet kazandıysa da halk hep İbni Ebu Taba Taba’ya müteveccih olup o da işlerin idaresini eline aldı, o hayatta oldukça Ebu’s-Serâya, işlerinde başına buyruk olamayacağını anlayıp İbni Ebu Taba Taba’yı zehirledi. Adı geçen yılın recep ayının başında İbni Ebu Taba Taba ölünce Ebu’s-Serâya yine Alevilerden ve Zeyd İbni Ali’nin torunlarından Muhammed İbni Muhammed adında, sakalı bıyığı çıkmamış bir delikanlıyı onun makamına oturtarak, işlerin görülmesini tamamen kendi eline aldı. Ve o esnada Hasan İbni Sehl’in askerleri ile meydana gelen muharebelerde hep galip oldu. Kûfe’de para bastırdı ve Beni Ebu Talib’den Medayin, Ehvaz, Basra ve Yemen’e valiler gönderdiği sırada Hüseyn İbni Ali’nin (r.a.) torunlarından, Eftas diye bilinen Hüseyin İbni’l-Hasan’ı da Mekke emiri ve emirü’l-hac tayin etmişti. Ebu Talib’in çocukları ise o esnada vardıkları yerlerde insanları öldürerek, namuslara tecavüz ederek, mallara el koyarak, Beni Abbas’tan bazılarını ateşte yakarak, umumi nefrete mazhar olmuşlardır.
O sırada adı geçen Nasır İbni Şît Akilî, Fırat Nehri’ni geçerek Harran’ı muhasara etti. Çünkü Veziriazam Fadl İbni Sehl, Horasan Müslümanlarından olup, Irak, Şam ve batı diyarları onun kardeşi Hasan İbni Sehl’in zalimce idaresinde idi. Diğer yüksek makamların çoğunluğu Horasan ahalisinin nüfuz sahiplerinin ellerindeydi. Bu ise Arap’ın onur ve haysiyetine dokununca Türk ve Acem ile Arap arasına husumet girdi. Bunun üzerine El-Cezire’de bulunan çöl Arapları, hep Nasır-i Akilî’ye tabi olunca kuvvetleri çoğaldı. Beni Ebu Talib’den bazıları onun yanına gelip, “Sen Abbasoğullarına üstün geldin. Arap’ı onlardan ayırdın, bir halifeye biat etsen kuvvetin daha çok olur.” dediklerinde, “Halk hangisinin tarafında?” diye sormuş. “Evlad-ı Ali’den birinin tarafında.” dediklerinde, “Onlardan birine biat edeyim de ‘Seni ben yarattım, rızkını ben verdim.’ mi desin?” diye cevap vermiştir. “Öyleyse Beni Ümeyye’den birine…” dediklerinde “Onların üzerine talihsizlik çöktü. Artık yükselemezler. Bana bir düşmüş adam selam verse talihsizliği bana geçer diye korkarım. Benim meylim ve sevgim Abbasileredir. Fakat Arap olmayanları Arap üzerine takdim ettiklerinden onlar ile muharebeye kalktım.” demiş.
Hasan İbni Sehl, böyle yer yer başkaldıran asiler ile bilhassa Medayin’e kadar gelen Ebu’s-Serâya ile başa çıkamayacağını anlayıp Herseme’yi davet etti. Herseme ise yukarıda anlatıldığı şekilde kendisine gücenerek Horasan’a gitmiş olduğundan nazlandı. Sonra her nasılsa ikna oldu.
Herseme, Irak’a gelip Ebu’s-Serâya ile yapılan muharebelerde muzaffer olunca Ebu’s-Serâya Kûfe’ye çekildi. Kûfe’de Beni Ebu Talib, bu sırada Beni Abbas’ın mallarını almak ve evlerini yakmak gibi vahşi muameleler icra etti. Basra’da ise daha büyük fenalıklar yaptılar.
Herseme ise gelip Kûfe’yi muhasara ile zorlayınca Ebu’s-Serâya, iki yüz hicri yılının muharreminde sekiz yüz atlı ile Kûfe’den çıkıp Muhammed İbni Muhammed’i de beraber alarak kaçtı. Fakat Celûlâ’da ikisi de tutulup Hasan İbni Sehl’e getirildi. O da Ebu’s-Serâya’nın boynunu vurdu ve kesik başını Muhammed İbni Muhammed ile beraber Memun’a gönderdi.
Mekke’de bulunan İbrahim İbni Musa İbni Cafer-i Sadık, Ebu’s-Serâya’nın idam olunduğu haberini alınca Yemen’e gitti. Yemen ehli, evlad-ı Ali’ye meyilli olup onları sevdikleri için Beni Abbas’ın Yemen valisi bulunan İshak İbni Musa, İbrahim’in San’a’ya yaklaştığını işitince San’a’dan çıkıp Mekke’ye gitti. Yemen’de İbrahim, o kadar adam öldürmüştür ki kasap diye lakaplanmıştır.
Ebu’s-Serâya tarafından Mekke emiri atanan, adı geçen Eftas-ı Alevi ise Beyt-i Şerif’in örtüsünü çıkarıp Ebu’s-Serâya tarafından gönderilen ibrişimden yapılmış örtüyü giydirmiş ve adamları Harem-i Şerif’in şebekelerini ve sütunları üzerindeki altın kıtalarını sökmüştür. Kâbe’nin hazinesinde toplanmış olan malları almış, Eftas bunların tamamını Kâbe’nin örtüsü ile beraber kendi adamlarına taksim etmiş ve Beni Abbas’ın şunda bunda bırakılmış olan emanetini araştırarak almıştır. Diğer halkın da mallarını gasp etmiş olmasından dolayı insanlar kendisinden nefret etmiş, çoğu etrafa dağılmıştı. O zaman Cafer-i Sadık Hazretleri’nin oğlu Muhammed pek ihtiyar ve Mekke’de mukim olup, züht ve takva köşesine çekilmiş olduğu hâlde babasından öğrenmiş olduğu ilim ve bilgileri halka öğretmekte ve telkin etmekte idi. Halk arasında pek övülmüş, makbul, sülalesinin yukarıda bahsi geçen kötü işlerinden uzak duran ve ürken bir kimseydi.
Eftas, yukarıda geçtiği gibi halkın kendisinden ve arkadaşlarından nefret edip ayrılmış olduklarını görüp dururken Ebu’s-Serâya’nın katlolunduğu haberini alınca telaşa düşerek adı geçen amcası Muhammed İbni Cafer’in yanına gelmiş ve “Senin halkın indinde mertebeni biliriz. Gel sana biat edelim. Hilafeti kabul ettiğinde iki kişi muhalefet etmez.” demiştir. Muhammed İbni Cafer önce çekinmişse de oğlu Ali İbni Muhammed ile Eftas ısrar ile ona hilafeti kabul ettirdiler. Halkı toplayarak ister istemez biat ettirip emirü’l-müminin unvanıyla Muhammed İbni Cafer’in hilafetini ilan ettiler.
Muhammed İbni Cafer birkaç ay bu hâlde kaldı. Fakat elinde bir şey olmayıp emir ve nehiy hep oğlu Ali ile Eftas’ın ellerindeydi. Onların mensupları ise en çirkin iş ve hareketlerde bulunuyorlardı. Eftas bir kadına göz koymuş, kadın ise ona itaat etmediğinden Eftas onun evine hücum edip kapısını kırmış, kocasını kaçırmış ve kadını zorla evinden çıkarıp götürmüştü. Bir iki gün yanında alıkoyduktan sonra kadın fırsat bulup kaçtı. Ali bin Muhammed de Mekke kadısının henüz tüyü çıkmamış oğlunu zorla alıp kaçırdı. Mekke ehli ve dışarıdan oraya gelenler bunu görünce Harem-i Şerif’te toplandılar. Muhammed İbni Cafer’e gelip, “Ya bu çocuğu geri alıver yahut biz seni tahttan indiririz veya katlederiz!” dediklerinde, “Benim bundan haberim yoktur. Gidip oğlanı alayım.” diyerek oğlu Ali’nin yanına vardı ve oğlanı alıp salıverdi.
Hâl böyle iken yukarıda anlatıldığı üzere Yemen’den dönmüş olan eski Yemen Valisi İshak İbni Mûse’l Abbasi, Mekke civarına gelip Mü-şaş adlı mahalde ordusunu kurdu. Herseme tarafından gönderilmiş olan asker de Mekke’ye gelip İshak ile birleşti. Muharebede galip ve muzaffer olarak iki yüz senesi cemaziyelahirinde Mekke’ye girdiler. Talibiler bozguna uğrayıp perişan olarak kaçtılar. Muhammed İbni Cafer de savuşup Cüheyne beldesine gitti. Yine bir topluluk bularak defalarca Medine emiri ile muharebe etti. Fakat sonunda askeri kırıldı ve kendisi âciz kalıp aman dileyerek Mekke’ye vardı. Minbere çıktı, halka bir hutbe okudu ve “Memun vefat etmiş diye işitip, fitne de her tarafta baş gösterdiğinden insanların biatini kabul etmiştim. Sonra Memun’un sağ ve salim olduğu tahakkuk etti. Ben de nefsimi o biatten vazgeçirdim. Artık sizin boynunuzda benim biatim yoktur.” deyip minberden indi ve Hasan İbni Sehl’in yanına gitti, o da kendisini Horasan’a, Memun’un yanına götürdü.
Yukarıda geçtiği gibi Yemen’i zapt eden İbrahim, Musa El-Alevi, Akil İbni Ebu Talib’in evladından birini Emirü’l-hac atayarak Mekke’ye göndermişti. Bu sene hac mevsiminde Memun’un kardeşi Ebu İshak Mutasım emirü’l-hac olup birçok emir ve kumandan ile birlikte Mekke’ye gitmişti. Akilî ona mukabele edemeyeceğini anlayarak bir bostanda ikamet etmişti. Oradan geçen hac kafilesi ile beraber Kâbe’nin örtüsü de getirilirken Akilî kafileyi vurup Beyt-i Şerif’in örtüsünü aldı ve hacıları soyup çıplak bıraktı. Hacılar çırılçıplak Mekke’ye girdiler. Hemen Mutasım tarafından sevk olunan bir miktar asker varıp Akilî’yi bastılar. Topluluğunu vurup çoğunu katlettiler. Kâbe’nin örtüsünü ve ele geçirdikleri hacıların mallarını Mekke’ye götürdüler.
Hasan İbni Sehl’den halk nefret ettiği gibi Herseme de kırgın olduğu için, Ebu’s-Serâya gailesini bertaraf ettikten sonra Hasan ile görüşmeksizin Horasan’a döndü. Meramı, durumların hakikatlerini Memun’a bildirmekti. Veziriazam Fadl İbni Sehl ise bundan kuşkulanıp onu Şam ve Hicaz bölgelerine memur ettirerek emirnamesini kendisine gönderdi. Emirname Herseme’ye yolda ulaştığında, “Ben emirü’l-müminini görmeden bir tarafa gitmem.” deyip yoluna devam ederek Merv’e vardı. Fadl ise onun kötü niyetinden ve böyle başına buyruk hareketinin başkalarına örnek olacağından bahisle onu Memun’a kötüleyerek idam ettirdi.
O zaman Hasan İbni Sehl Medayin’de oturmakta olup Ali İbni Hişam onun tarafından Bağdat’a kaymakam atanmış iken bir büyük fitne çıkararak, İbni Hişam’ı Bağdat’tan kovdular. Musul’da da fitne çıkmış, memleket altüst olmuş iken Enbar’da da isyan çıktı. Hasan İbni Sehl, artık Medayin’de duramayıp iki yüz bir senesi başında Vâsıt’a kaçınca muhalif gruplar her taraftan onun üzerine hücum edince şiddetli muharebelere başlandı. Bağdat bu şekilde sahipsiz kalınca halkı Memun’u tahttan indirip, Mansur İbni Mehdi’ye biat etmek istedilerse de Mansur ondan çekinip, Memun tarafından vekil olmak üzere Irak emîrliğini kabul etti. Halk da bu şekilde ona tabi oldu. Fakat Bağdat’ın asayişine halel gelince bayağı ve rezil kimseler, meydanı boş buldular. Namuslu kadınları zorla kaldırıp götürmek, insanların mallarını gasp etmek, civar köyleri yağmalamak, yağmalanmış ve gasp edilmiş malları alenen Bağdat’ta satmak gibi çeşitli kötülükleri işlemeye cüret ettiler. Onları ıslah için her mahallenin salih kimseleri birbirleriyle haberleşerek müzakereye başladıkları sırada Halid Derpûş adında bir adam karşılıksız olarak, İslam’a göre iyiliği emir ve kötülüğü yasak etmek üzere mahallesinin namuslu kimselerini davet etti. Onlar da icabet edince, şaban ayı sonlarında Derpûş kendi mahallesinin haram işleyenlerini ve edepsizlerini ıslaha kalkıştı. Karşı gelenlerle savaşarak, ele geçenlerini döverek ve hapsederek hükûmete teslim eder oldu. Birkaç gün sonra Horasan ahalisinden Sehl İbni Selame adında biri de boynuna bir Kur’an astı, kitap ve sünnet ile amel ve emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker görevini yerine getirmek üzere insanları davet etmeye başladı. Birçok halk onunla birlikte kötülük ehli ile savaşmak üzere ittifak etti. O da ramazan başlarında, Bağdat çarşılarında dolaşarak, ahlaksızlara gereken cezayı fiilen vermeye başladı. Bu ise cumhuriyet yolunda bir cemiyet demek olduğundan, hükûmetin nüfuzu tamamen mahvoldu.
Yine iki yüz bir senesi içinde Taberistan Valisi Abdullah İbni Hardazbe, Deylem Bölgesi’nde, Belazür, Şîzer ve Taberistan bölgelerini fethederek, Deylem hükümdarı olan Ebu Leyla’yı esir almıştı. Fakat o yörede Cavidaniyye topluluğu içinde Babek-i Hürremî adında dinsiz biri ortaya çıkarak, Azerbaycan taraflarına saldırır oldu. Cavidaniyye Bezz beldesi hükümdarı olan Cavidan İbni Sehl’in arkadaşı olup, Mecusiler gibi tenasühe (ruhun bedenden bedene geçtiğine) inanırlardı ve onlardan biri anasını, kız kardeşini ve kızını nikâh edebilirdi. Babek-i Hürremî onların içinden çıkmış olduğundan onlara Hürremiyye de denilir.

İmam Ali Rıza’nın Veliahtlığı
Yukarıda açıklandığı üzere Abbasi davetçileri insanları Âl-i Muhammed’de rızaya davet ederek Abbasi Devleti’ni tesis ettiklerinde Beni Ebu Talib, Beni Abbas’tan ayrılınca Beni Haşim ikiye bölünmüştü. Bu defa Abbasi Devleti’nin durumu bozulunca Alevilerden bazıları da insanları Âl-i Muhammed’de rızaya davet ile Beni Abbas’ın aleyhine harekete çağırdıklarından, Beni Abbas ile Beni Ebu Talib arasındaki düşmanlığın giderilmesi en mühim işlerden sayıldı. O zaman Ali İbni Ebu Talib’in çocukları içinde en fazla ilim, fazilet ve takva sahibi olarak bilinen Ali İbni Mûse’l-Kâzım olduğundan, Fadl İbni Sehl’in uyarısıyla Memun hemen özel bir görevli gönderip Ali İbni Musa’yı Horasan’a getirtti. İki yüz bir senesinde, ramazan-ı mübareğin ikinci günü onu Âl-i Muhammed’de rıza gayesiyle veliaht ilan edip kendisinden sonra halife olmak üzere insanları ona biat ettirdi. Ve Beni Abbas’a mahsus olan siyah elbiseyi çıkarıp Ali Rıza gibi kendisi de yeşil elbise giydi. Emirlerine ve askerlerine yeşiller giydirdi. Bu şekilde amel ve hareket olunması için de her tarafa fermanlar gönderdi. Irak Valisi Hasan İbni Sehl, Memun, Beni Abbas ile Ali İbni Ebu Talib’in çocuklarına bakıp, ilim ve takvaca ondan daha efdal kimse bulamadığından onu “Âl-i Muhammed’de Rıza” diye lakaplandırdı, herkesin ona biat etmesi, bütün askerin ve Beni Haşim’in yeşiller giymesi için her tarafa emirnameler yazdı. Bu emirlerin Bağdat’a gelişinde bazıları uyduysa da bazıları, “Hilafet, Beni Abbas’tan çıkmaz. Bu ancak Fadl İbni Sehl’in işidir.” diyerek muhalefet ettiler. Bir müddet durduktan sonra Beni Abbas’tan bazıları, “Memun’u tahttan indirip içimizden birine biat edelim.” dediler. Bu konuda en ileri giden Mehdi’nin oğulları Mansur ile İbrahim idi.

Bağdat’ta İbrahim İbni Mehdi’ye Biat Edilmesi
İki yüz iki senesi muharreminin başında Bağdat halkı Memun’u tahttan indirip, İbrahim İbni Mehdi’ye biat edince İbrahim, Kûfe’yi ve bütün Irak muhitini istila etti. Medayin’de ordusunu kurup Bağdat’ın batı taraflarına Abbas İbni Mûse’l-Hâdî’yi ve şark taraflarına İshak İbni Mûse’l-Hâdî’yi muhafız tayin etti. Irak çevresinde ortaya çıkan Hariciler üzerine Harun Reşid’in oğlu Mutasım’ı bir grup asker ile gönderdi. Fakat Mutasım bozguna uğrayıp Havlâya mevkisine çekildi.
Hasan İbni Sehl’in adamları tarafından Mûse’l-Kâzım’ın oğlu Abbas’a yüz bin dirhem verilip, “Kalk kardeşine yardım et.” denildiğinden o da Kûfe ahalisini davet etmiş, bazıları muvafakat ettiyse de Gulât-ı Şia (çok aşırı Şiiler), “Eğer sen bizi yalnız kardeşine yardıma davet ediyorsan hep beraberiz. Ama Memun’a ihtiyacımız yoktur.” deyince, o da “Ben Memun’a, ondan sonra kardeşime davet ediyorum.” dedi. Gulât-ı Şia, yerinden kımıldamadı. Abbas’ın amcasının oğlu önce Mekke’de kendisine biat olunan Muhammed İbni Cafer-i Sadık’ın oğlu Ali ve öldürülen Ebu’s-Serâya’nın kardeşi kendi yanında bulunduğundan, Abbas onları bir miktar askerle Kûfe’ye sevk ettiyse de Abbasiler ile muharebede hezimete uğradılar. Bu suretle İbrahim’in askeri kuvvet kazanarak, Vâsıt’ta bulunan Hasan İbni Sehl üzerine hücum ettiklerinde onlar da bozguna uğrayarak döndüler.
İbrahim’in askeri siyah, Hasan İbni Sehl’in askeri yeşil elbise giymekte oldukları hâlde Irak etrafında birbirleriyle uğraşmaktayken, zikri geçen Sehl İbni Selame de emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’lmünker iddiasıyla Bağdat içinde dolaşıyordu. Hayli taraftarı olduğundan ele geçmesi güç idi. Nasılsa bir vesileyle ele geçirilerek Medayin’e gönderildi. İbrahim de onu hapsedince, ondan sonra Bağdat içinde hükûmetin nüfuzu işlemeye başladı.

Memun’un Bağdat’a Girişi
Yukarıda söylendiği üzere Irak bölgesi, çeşitli nifak ve bozuşmalarla ihtilale düçar olarak nihayet İbrahim İbni Mehdi’ye biat etti. Bunun başlıcası iki başkanlık sahibi, iki işin reisi unvanıyla veziriazam olan Fadl İbni Sehl ile kardeşi Hasan İbni Sehl’e insanların düşmanlığı var idi. Fakat Fadl İbni Sehl, gerçek durumu Memun’dan gizleyip, hatta “Bağdat halkı İbrahim’i valiliğe seçmiş.” diye arz etmişti. İşlerin çözümü kendi elinde olduğundan, kimse gerçek durumu Memun’a arz edemezdi. Bir gün İmam Ali Rıza, gerçek durumu Memun’a ihbar ettiğinde, “Komutanlardan bunlar hakkında kimin bilgisi vardır?” diye sordu. O da falan filan bilir diye haber verdi. Memun onları getirtip sorduğunda, Fadl’ın şerrinden kendilerini muhafaza edeceğini taahhüt ve temin etmedikçe söyleyemeyeceklerini beyan ettiler. Memun onlara teminat verdi. Onlar da gerçek durumu ve iş böyle giderse hilafetin kendi elinden çıkacağını söylediler ve “Bağdat ehli sizi görürse itaat eder.” diyerek Bağdat’a gitmesi lüzumunu arz ettiler. Onun üzerine Memun hemen Bağdat’a gitti ve harekât için emir verince Fadl işin nereden geldiğini anladı. Fakat halifenin gitmesine mâni olamadı. Serahs’a geldiklerinde Fadl İbni Sehl, iki yüz iki senesi şabanının ikinci günü hamamda iken askerinden dört nefer yanına girip onu öldürdüler. Memun bundan dolayı güya üzüntülü olmuşçasına birkaç kişiyi itham edip idamla cezalandırarak kesik başlarını Hasan İbni Sehl’e gönderdi ve onu kardeşinin yerine veziriazam yaptığını bildirdi. Hasan’ın kızı Bûran’ı kendisine, kendi kızı Ümmü Habib’i Ali Rıza’ya ve diğer kızı Ümmü Fadl’ı Ali Rıza’nın oğlu Muhammed’e nikâh etti. O esnada Fadl’ın babası Sehl de vefat etmiştir. Aradan çok geçmeden Hasan da delirmiştir.
Bu yıl hac mevsiminde Musa İbni Cafer-i Sadık’ın oğlu İbrahim, hacılar ile hac edip hutbede Memun’dan sonra kardeşi Ali Rıza’ya dua ettikten sonra Yemen’e gitmiştir. Memun, Serahs’tan hareket edip Tûs’a geldiğinde İmam Ali Rıza, fazla üzüm yediği için iki yüz üç yılı saferinin sonlarında aniden ölünce Memun onu babası Reşid’in kabri yanında defnetmiştir. Rahmetullahi aleyhi. Bu üzümlerin Memun tarafından zehirlenmiş olduğu da rivayet edilir.
İmam Ali Rıza, İmamiyye’ye göre on iki imamın sekizincisidir. Doğumu Medine’de, yüz kırk sekiz senesindeydi. Oğlu Muhammed Cevad onun yerine geçmiştir.
Memun, Bağdat ehline ve Abbasi emirlerine ferman gönderip Ali Rıza’nın vefatını bildirdi. Kendisine gücenmelerinin sebebi, onun veliahtlığı olup, bu sebep ise ortadan kalkınca kendisine itaat etmelerini emretti. Her merhalede bir, iki, üç gün ikamet ederek pek ağır yürüyüşle Bağdat’a doğru gelmekteydi. Hatta Cürcan’da bir ay kaldı. Önce kendisine Mekke’de biat edilmiş olan Muhammed İbni Cafer-i Sadık da birlikte bulunup Cürcan’da vefat etmiştir. Zilhicce sonlarında Memun, Hamedan’a ulaşmıştır. Memun böyle ağır ağır Bağdat’a doğru gelirken İbrahim İbni Mehdi onunla savaşmak üzere Bağdat’a gelip savaş hazırlıklarıyla meşgul oldu. Hâlbuki Bağdat halkının arasına ihtilaf düşüp husumet şiddetlenince muhalif grubu çoğaldı. İbrahim’in adamları dağıldı ve Bağdat halkı Memun’a biat edince İbrahim hayrette kaldı. Zilhiccenin ortalarında savuşup gizlendi. İktidar günleri bir sene, dokuz ay, küsur gündür.
Memun, Nehrevan’a gelip orada sekiz gün ikamet ettiği sırada, ehlibeyti, Bağdat’ın ileri gelenleri ve eşrafı çıkıp onunla görüştüler. Daha önce göndermiş olduğu emir üzerine Tahir İbni’l-Hüseyin de Rakka’dan Nehrevan’a gelip Memun’a kavuştu. Ondan sonra Memun, iki yüz dört senesi saferinin ortalarında gerek kendisi gerek vekilleri ve askeri yeşil elbiseler giymiş oldukları hâlde Nehrevan’dan hareket edip Bağdat’a girdiler. Sekiz gün sonra Beni Abbas ile Horasan ileri gelenleri, yeşil elbiseyi çıkarıp siyah elbiseyi giydi. Asker ve diğerleri de Beni Abbas’a mahsus olan siyah elbise giydiler.

Bazı Ölümler
Dört İmam’dan İmam Şafii Hazretleri, yüz yetmiş beş hicri yılında Bağdat’a gelince pek çok insan onun mezhebine girmişti. Ve o zaman İmam Ahmed İbni Hanbel de onun talebesi olup ondan ders almıştı. Ondan sonra Medine’ye dönüp arkasından, yüz yetmiş sekiz senesinde yine Bağdat’a geldi. Fakat çok durmayıp Mısır’a gitti. Orada talim ve tedris ile meşgulken iki yüz dört senesinde beka âlemine gitti. Rahimehullahü rahmeten vasi’an.
Yine bu sene İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin talebelerinden ve meşhur fakihlerden Hasan İbni Ziyad Hazretleri ve meşhur muhaddislerden, “Müsned”in meşhur müellifi olan Ebu Davud et-Teyalisî (r.a.) vefat ettiler.

Hicret’in İki Yüz Beşinci Yılındaki Olaylar
Memun iki yüz beş yılında Tahir İbni Hüseyin’i zaptiye nazırı ve oğlu Abdullah İbni Tahir’i Rakka valisi yaptı. Fakat Tahir, Emin’in katili olduğundan Memun onu gördüğünde kardeşi hatırına gelerek gözleri yaş ile doluyordu. Tahir de bunu hissederek muzdarip oluyordu. Bunun üzerine Memun onu Horasan valisi olarak atadı. O da zilkade ayı sonlarında Horasan’a gitti. Ondan sonra Memun, Abdullah İbni Tahir’i kardeşinin yerine zaptiye nazırı olarak atadıktan sonra iki yüz altı senesinde Rakka’dan Mısır’a kadar olan memleketleri Abdullah İbni Tahir’e vererek onu Nasır İbni Akilî üzerine memur etti.
Tahir gayet yiğit ve tedbirli bir adam olup doğu taraflarını emniyet altına aldı. Fakat icraatında istibdat ile işleri yürütürdü. Ondan sonra Horasan Eyaleti “evladiyet” yoluyla büyükten büyüğe geçen bir muhtariyetle idare olunan bir vilayet olup diğerlerine kötü örnek olmuştur.
Ebu Müslüm’in Horasan’da silah arkadaşlarından olup, yüz kırk sekiz senesinde İfrikiyye valisi olan Ağlebi Temîmi’nin evladı da daha sonraları ısrarla hücum ederek Sicilya Adası’nı da zapt etmişlerdir.
Memun iki yüz üç yılında Ziyad İbni Ebih evladından Muhammed İbni İbrahim’i Yemen tarafına memur etmiştir. Muhammed gidip çok savaşlar yaparak, Yemen’in Tehame kısmını fethederek, iki yüz dört senesinde Zebîd şehrini kurmuş ve iki yüz beş senesinde azatlısı Cafer’i birçok hediye ile Memun’a göndermişti. Cafer, işbu iki yüz altı senesinde Memun tarafından iki bin süvari ile Yemen’e geri gönderildi. Bu Cafer dâhilerden ve iktidar sahibi bir zat olup onun himmetiyle Yemen’de Beni Ziyad Devleti kurulmuş ve iki yüz seneden fazla devam etmiştir.
İki yüz yedi yılında Ali İbni Ebu Talib (r.a.) Hazretleri’nin oğlu Ömer’in torunlarından Abdurrahman adlı zat da Yemen’de bulunan Ak şehrinde ortaya çıkarak halkı, Âl-i Muhammed’de rızaya davet edip, Yemen’deki memurların kötü ahlaklarından bezmiş olan halk da ona biat ediverdiler. Fakat Memun bu keyfiyetten haberdar olunca Yemen’e bir büyük ordu gönderdi ve Abdurrahman çaresiz aman dileyerek Bağdat’a geldi. Bu yıl Horasan Valisi Tahir ölünce yerine oğlu Talha, Horasan valisi olmuştur.
Abdullah İbni Tahir, uzun zamandan beri Nasır-ı Akilî’yi Keyusum Kalesi’nde kuşatıp zorlayınca Nasır nihayet iki yüz dokuz senesinde aman diledi. Abdullah da ona aman verdi ve onu Bağdat’a gönderdi. Keyusum Kalesi’ni yıktı. Abdullah İbni Tahir, geçtiği gibi Nasır-ı Akilî işiyle meşgulken, Mısır’da Abdullah İbni Serrâ isyan etmiş ve Endülüs’ten deniz yoluyla bir grup gelip İskenderiye’yi zapt etmişti. Nasır’ın işi bertaraf olduktan sonra Abdullah İbni Tahir iki yüz on senesinde Mısır tarafına yöneldi. İbni Serrâ’ya üstün gelerek onu Mısır’da muhasara etti ve İbni Serrâ aman dileyerek teslim oldu. İbni Tahir onu Bağdat’a gönderdi. Daha sonra İskenderiye’ye vardı. Endülüslüleri kovarak İskenderiye’yi zapt etti ve Mısır’a gereği gibi nizam verdi. Batı bölgesi ise savaş ve boğazlaşmadan kurtulmuş değildi. Memun’un Bağdat’a gelişinden önce kaçıp saklanmış olan İbrahim İbni’l-Mehdi bu sene kadın kılığında, iki kadın ile birlikte giderken tutuldu. Memun’un huzuruna getirildi. Memun onu affederek ikramda bulundu.
İki yüz on bir yılında Yemen’de asiler ortaya çıkınca, iki yüz on iki senesinde Memun o tarafa asker sevkine mecbur olmuştur. Deylem Bölgesi’nde ortaya çıkan Babek-i Hürremî sorunu henüz bertaraf edilmediği hâlde Musul’da da Züreyk adındaki asi galip gelince Memun bu sene o tarafa da kâfi derecede asker göndermiştir.
Özetle Emin’in idamı üzerine hükûmetin bağları çözülmüş olarak doğuda ve batıda ihtilaller ve savaşlar devam ederken Memun bu çözülmüş düğümleri bağlamaya çalışmakta idi. Aleviler yer yer ortaya çıkarak imamet davası için ayaklanmaktaydılar. Fakat gariptir ki Mansur zamanından beri ilim ve fenlerin terakki yolunda aldığı hız kesilmeyip bunca iç sıkıntılar arasında ilmî ilerleyişler devam etmekteydi. Hele Memun’un zamanında peyderpey Yunanca kitaplar Arapçaya tercüme edilerek İslam memleketlerinde hikmet ve felsefe ilimleri pek fazla revaç buldu. Memun fıkıh ve edebiyat ilminde derin bir bilgiye sahip iken sonra hikmet ilmine yöneldi. Bu ilimlerde de mahir oldu. Fakat akli ilimlerde böyle ilerledikçe ehlisünnet dışındaki Mutezile mezhebi de evvelkinden fazla yayıldı.
Mutezile, “Kul, fiilinin halikidir (yaratıcısıdır) ve Kur’an mahluktur.” demek gibi nice bozuk inanç çıkarmakla buna benzer yanlış fikirlerini, felsefi delillerle kuvvetlendirmek için felsefi ilimlere dalıp, “halk-ı Kur’an” bahsinde Memun da onların yoluna girdi. Zaten Aleviliğe meyilli olup Aleviler ile Abbasiler arasına girmiş olan düşmanlığın giderilmesinin gerekli olduğunu düşündüğünden imamet bahsinde Mufaddıle mezhebini seçmiş ve Mutezile ile Şia arasında bir yol tutmuştu. İki yüz on bir senesinde, “Her kim Muaviye’yi hayır ile anar yahut onu ashab-ı kiramdan birinin üzerine tafdil ederse ben ondan beriyim.” diye tellallar vasıtasıyla ilan ettirdi. İki yüz on iki senesinin rebiülevvelinde “halk-ı Kur’an” meselesini meydana çıkardı. Hazreti Ali’yi bütün sahabenin üzerine tafdil (üstün) kılarak, “Resul-ü Ekrem’den (s.a.v.) sonra insanların efdali Ali’dir.” dedi.
İmam Şafii Hazretleri, gerek Bağdat’ta gerek Mısır’da Mutezile ile çok tartışmış idi. Bu konuda dermiş ki: “Cenab-ı Bâri âlemi ancak ‘Kün.’[5 - “Ol.” emri.] emriyle halk etti. ‘Kün’ mahluk olunca Kur’an’ın da mahluk ile halk olunmuş bir mahluk olması lazım gelir.”
Memun, önceleri “nikâh-ı muta”nın (geçici nikâh) da helal oluşuna inanırken Bağdat kadılarının başı Yahya İbni Ektem onu bu fikirden vazgeçirmiştir.
Şöyle ki Memun bir gün bazı nedimleriyle muta meselesini mevzu bahis ederek, “Muta, zaman-ı saadette ve ahd-i Ebu Bekir-i Sıddık’ta cari idi. Onu kim menetmiş?” diye hararetli hararetli söylenirken Yahya İbni Ektem, asık suratla içeri girdi. Memun, “Ya Yahya! Yüzündeki değişme neden?” dedi. Yahya, “Zinanın helalliğine dair söz işittiğimden dolayı hasıl olan gam ve kederden…” deyince Memun, “Zina mı?” diye sordu. Yahya, “Evet, ya emirü’l-müminin, muta zinadır.” demiş ve Memun, “Ne ile sabit?” dediğinde Yahya, “Kitap ve sünnet ile…” diyerek “Kad eflâha’l-müminun Suresi”nin, “İllâ alâ ezvâcihim ev mâ meleket eymânühüm feinnehüm gayru melûmîne. Femeni’b-teğa verâe zâlike feülâike hümü’l-âdûn.” ayetini okuyup, “Ya emirü’l-müminin! Zevce-i muta, mülk-i yemini mi, yani odalık cariye midir?” diye sormuş. Memun, “Hayır.” diye cevap vermiş ve Yahya, “Vârise veya mevrûse bir zevce midir?” diye sormuş. Memun yine “Hayır.” demiş. Yahya, Kur’an’ı bu şekilde açıkladıktan sonra, “İşte Zührî, Muhammed İbni Hanife’nin oğulları Abdullah ve Hasan’dan, onlar da babalarından, o da babası Ali İbni Ebu Talib’den rivayet edip Hazreti Ali buyurmuş ki: ‘Resul-ü Ekrem (s.a.v.) nikâh-ı mutaya ruhsat vermiş iken onu haram ve yasak kılarak duyurmamı bana emretti.’ ” deyince Memun, “Zührî’den bu rivayet mahfuz mu?” diye sormuş. Yahya, “Evet, bu hadisi ondan bir cemaat rivayet etti ki onlardan biri İmam Malik’tir.” deyince Memun, istiğfar ve mutanın yasaklanmasına hemen başlamış. Ama halk-ı Kur’an meselesinde kendi bozuk itikadı üzere sabit kaldı.
Talha İbni Tahir’in vefatı üzerine Horasan vilayetini, kardeşi Abdullah İbni Tahir’e teveccüh etmekle küçük kardeşi Ali İbni Tahir onun tarafından vekillikle işlerin idaresine kalkışmış olduğundan Memun, Abdullah İbni Tahir’i Mısır’dan getirterek Mısır ve Şam eyaletlerini kardeşi Mutasım İbni Reşid’e, El-Cezire ve Avâsım eyaletlerini kendi oğlu Abbas’a verdi. Babek-i Hürremî üzerine gönderilen gruplar perişan olunca Abdullah İbni Tahir’i onun üzerine memur etti. Fakat Abdullah, Dinever’de askerin techizatı ile meşgulken Sabur’da ihlal zuhur ettiğinden, Memun’un emriyle Abdullah hemen Horasan’a gitmiştir. Memun da ileride anlatılacağı üzere Bizans şehirlerine sefer etmiştir.

Hicret’in İki Yüz On Beşinci Yılındaki Olaylar
Memun Bizans’a gaza etmek üzere iki yüz on beş senesi muharreminde Bağdat’tan çıktı. Merhum Tahir İbni Hüseyin’in amcasının oğlu olan İshak İbni İbrahim İbni Mus’ab’ı Bağdat kaymakamı olarak atadı. Tikrit’e geldiğinde halkın teveccühüne mazhar olan Muhammed İbni Ali Rıza gelip Memun ile görüştü. Memun ona ikram ve ihtiram ederek pek çok hediye ihsan etti ve önceden nikâh etmiş olduğu kızı Ümmü’l-Fadl ile evlenme işlerini yaptı. Bundan sonra Tikrit’ten hareket edip Musul, Menbic, Antakya, Massîsa yoluyla Tarsus’a geldi. Oradan cemaziyelevvel ayı içinde Bizans’a girdi. Pek çok kale fethettikten sonra döndü.
İki yüz on altı yılında Memun yine Anadolu’ya gaza etti. Ganimetle dönerek Keysûm üzerinden Şam’a ve oradan Mısır’a gitti.
Geçen sene pek çok eserin sahibi meşhur Esmai ve bu sene Emin’in annesi olan Seyyide Zübeyde vefat etmişlerdir. Rahmetullahi aleyhima.
Memun’un Mısır’a ulaşması iki yüz on yedi yılı muharreminde idi. Bazı icraatlardan sonra dönerek yine Anadolu’ya gaza etti. Kayser, barış istediği için onunla haberleşildiyse de barış karara bağlanamadı.
İki yüz on sekiz yılında Memun, Bağdat’taki kaymakamı İshak İbni İbrahim’e emirname gönderdi, Kadılar ve fakihleri toplayarak onları imtihan et, Kur’an mahluk-i muhdestir[6 - Sonradan yaratılmıştır.] diye ikrar edenleri serbest bırak, kabul etmeyenlerin söylediklerini kayda alıp bana gönder, diye emretti. İshak, hemen kadıların başı Beşir İbni Velidi’l-Kindi, Mukaatil, Ahmed İbni Hanbel, Kuteybe ile diğer kadıları toplayıp getirerek, Memun’un emirnamesini onlara okudu. Ondan sonra Beşir İbni’l-Velid’e, “Kur’an hakkında ne dersin?” dediğinde Beşir, “Kur’an-ı Kerim kelamullahtır.” dedi ve İshak, “Ben onu sormuyorum. Mahluk mudur diyorum.” dediğinde yine başka mana veren cevaplar verip açıkça “Kur’an mahluktur.” sözünü söylemekten çekindi. İshak, kâtibe emredip onun sözlerini zapt ettirdi. Diğerlerine sordu. Onlar da bu yolda tevilli cevaplar verdiler.
Fakat Ahmed İbni Hanbel’e, “Kur’an hakkında ne dersin?” diye sorduğunda, “Kelamullah’tır.” dedi ve “Mahluk mudur?” dediğinde, “Kelamullahtır diyorum, fazla söz katamam.” dedikten sonra İshak, “Semi ve Basar’ın manası nasıldır?” diye sordu. Ahmed bin Han-bel, “Cenabıhak kendini nasıl vasfettiyse öyledir.” diye cevap verdi ve İshak, “Peki ya manası nedir?” dediğinde yine evvelki sözünü tekrar etti. Daha sonra İshak diğerlerine sorduğunda her biri birer tevilli şekil ile konuyu uzattılar. İshak hepsinin ifadesini kayda alarak Memun’a arz etti. Memun’dan gelen cevapta, “Halk-ı Kur’an’a ikna olmayanları zincire vurulmuş oldukları hâlde, muhafaza altında bana gönder.” diye emretti.
İshak, onları toplayarak durumu ifade ettikten sonra çoğu çaresiz olarak Kur’an’ın mahluk olduğunu ikrar etti. Ancak İmam Ahmed İbni Hanbel, Muhammed İbni Nuh, Secâve ve Kavâriri bunu ikrar etmediklerinden İshak dördünü de zincire vurdu. Tekrar sorduğunda Secâve ile Kavâriri, halk-ı Kur’an’a ikna olunca İshak onları salıverdi. Ama İmam Ahmed ile Muhammed İbni Nuh sözlerinde ısrar edince onları zincire vurulmuş oldukları hâlde Tarsus tarafına gönderdi. Fakat Rakka’ya geldiklerinde Memun’un vefatı haberi gelince Bağdat’a geri dönmüşlerdir.
Çünkü iki yüz on sekiz senesinin cemaziyelahirinin ortalarında Memun, Anadolu’da bulunan Bedendun Irmağı kenarında iken hasta olup recebin on sekizinde vefat etmiştir. Kardeşi Mutasım ile oğlu Abbas onu Tarsus’a götürüp orada defnettiler. Hilafet süresi yirmi sene, beş ay, küsur gündür. Vefatında yaşı kırk sekize varmıştı. Aleviliğe meyletmişti, hatta Fedec köyü gelirini evlad-ı Fatıma’ya tahsis etmiş ve evlad-ı Fatıma’dan müstahak olanlara pay etmek üzere onu Yahya İbni Hasan İbni Zeyd İbni Ali İbni Hüseyin İbni Ali İbni Ebu Talib’e teslim etmişti.
Memun, çok düzgün konuşan biri idi. Abbasi halifelerinin en bilgini idi. İmam-ı Suyûti der ki: “Memun, kesin karar sahibi, azim, sabır, ilim, heybet, şecaat, efendilik, cömertlik, görüş ve zekâca Beni Abbas’ın efdali olup, çok güzel tarafları vardı, halk-ı Kur’an konusuyla insanların başına bela olmasaydı…”
Âlimlerin en büyüklerinden ve Memun’un nedimlerinden meşhur Yahya İbni Ektem demiş ki: “Memun gibi ekmel ve ekrem bir adam görmedim.” Afaallahu anhu ve gufireleh.
Memun, yukarıda olduğu gibi vefat edince vasiyeti gereğince kardeşi Mutasım Tarsus’ta hilafet ve saltanat tahtına oturduktan sonra oradan hareketle ramazanın ilk gününde Bağdat’a vardı. İki yüz on dokuz yılında Muhammed İbni Kasım İbni Ömer İbni Ali İbni’l-Hüseyin İbni Ali İbni Ebu Talib, Horasan’da Tâlikan nahiyesinde ortaya çıkıp, Şia halkı arasında bilinen “Âl-i Muhammed’de rızaya biat…” şeklindeki belirsiz ibareyle davet etti. Başına pek çok halk toplandı. Horasan Valisi Abdullah İbni Tahir’in askerleriyle pek çok muharebe etti. Fakat sonunda topluluğu dağıldı. Kendisi de tutuldu, Bağdat’a gönderildi. Mutasım onu “Büyük Mesrûr” diye bilinen Hâdim’in yanında hapsetti. Fakat Ramazan Bayramı gecesi firar ederek kayboldu.
Mutasım’ın ilmi yoktu. Lakin itikatta kardeşi Memun’u taklit ederdi. Bu yıl İmam Ahmed İbni Hanbel Hazretleri’ni getirip imtihan etti. İmam Hazretleri, Kur’an’ın mahlukiyyetine ikna olmadığından, Mu-tasım onu o kadar dövdürdü ki mecalsiz kaldı. Etleri parça parça oldu. Yine sözünde sabit kaldı, o hâlde Mutasım onu hapsettirdi.
Daha önce açıklandığı üzere Mansur zamanında Acemlere ve Türklere çok itibar edilir oldu. Memun’un annesi Türk asıllı bir cariye olduğundan, Türklere daha çok itibar ediyor, onlar da kendisini kız kardeşlerinin oğlu bilerek uğrunda canlarını ve başlarını feda ediyorlardı. Mutasım ise Mısır’da bir sınıf asker hazırlayarak onlara “Megâribe” ismini verdiği gibi Semerkant halkından, Eşrûsene ve Fergana’dan bir sınıf asker hazırlayarak onlara da “Ferâgine” ismini verip askerî birliklerin sayısını arttırdı. Beş altı bin kadar Türk kölesi salınmış, bunlar sokaklarda çekinmeden at koşturup ara sıra çocuk ve kadınlara çarptıklarından insanlar da onları tutup döverlerdi. Bu şekilde bazen dövüşme ve vuruşma gibi suçlar vuku bularak şikâyetler çoğaldı. Bağdat’ta bulunan askerî sınıflar ise onların aleyhinde olduklarından, bir gün bu kölemenlerin üzerine hücum edip saldırmalarından korkulur oldu. Bunun üzerine Mutasım iki yüz yirmi bir yılında “gören sevinir” anlamına gelen “Samerra” beldesinin imarına başlayıp, bitiminde kölemenlerini oraya nakletmiş ve bu şehir kendilerinden sonrakilere de başkent olmuştur.
Türkler, valilik ve komutanlık gibi işlerde görevlendirilip halifenin divanına dâhil değillerken, Mutasım zamanında divana da dâhil olarak devlet büyükleri arasına geçtiler. Ondan sonra en mühim işlerde Türk isimleri söylenmeye başlanmıştır.

Babekilerin Sonu
Yukarıda açıklandığı üzere iki yüz bir yılında, Cavidaniyye içinde ortaya çıkan Babek-i Hürremî, Erdebil ile Zencan arasındaki kaleleri yıkmış, hükûmet merkezi olan Bezz beldesi ise çok engelli, sarp bir mevki olduğundan defalarca üzerine sevk olunan asker bozguna uğramış, batıl mezhep gittikçe genişlemişti. İki yüz on sekiz yılı içinde İran halkından pek çok kişi onun batıl mezhebine girerek Hamedan civarında ordu kurmuş idi. Mutasım, ordu ile Tarsus’tan Irak’a varışında Babek üzerine bir büyük ordu gönderdi. Muharebede Babek’in altmış bin kadar adamı öldü. Fakat kendisi yakalanamayıp yine etrafa çeteler göndererek, tecavüz ve hücum etmekte idi. Mutasım, tekrar üzerine büyük bir askerî birlik gönderip Erdebil ile Zencan arasında Babek’in yıktığı kaleleri tamir edip içlerine muhafızlar yerleştirerek Erdebil yolunu muhafaza altına aldı. Böylece kafileler kaleden kaleye askerle gidip gelmeye başladılar.
Azerbaycan vilayetinde Tavaif hükümdarlarından, Şahî adlı kalede oturan Muhammed İbni Ba’îs ki Tebriz Kalesi de onun elindeydi. Bu esnada Babekileri bir tuzağa düşürüp kimini öldürdü, kimini tutup hapsederek Mutasım’a gönderdi.
İki yüz yirmi yılında Afşin İbni Haydar İbni Kâvs’ı dağ şehirlerine vali atayarak Babek ile muharebeye memur etti. O da gidip Babek sınırına vardı ve Erzend adlı mevkide ordusunu kurdu.
Mutasım da askerin aylıkları için arkadan Büyük Boğa ile Afşin’e yüklüce para gönderdi.
Babek onu haber alınca yolda hazineyi ele geçirme sevdasında iken Afşin de casusları vasıtasıyla durumdan haberdar olarak hemen süratle yetişip habersiz olarak Babek üzerine hücum edip saldırınca Babek askeri kırıldı. Hele piyadesinden biri dahi kurtulmadı. Kendisi az bir atlı ile Muvkan’a ve oradan hükûmet merkezi olan Bezz şehrine canını zor attı. Afşin de ordugâhına gitti. İşte bu sırada Büyük Boğa, hazinelerle salimen Afşin ordusuna ulaştı. Afşin, bu meblağdan askerinin aylıklarını verdi. Ondan sonra Babek üzerine yürüyüp Bezz Kalesi’ne iki saat mesafesi olan bir mevkide ordusunu kurdu. Büyük Boğa da bir askerî birlik ile ilerledi. Babek’i muhasara altına aldı. Meyane’de pek çok kanlı çarpışmalar meydana geldi. Fakat kış mevsimi erişti, soğuklar arttı. O dağlık yerlerde ikamete güç kalmayıp dönülmek mecburiyetinde kalındı.
İki yüz yirmi iki yılına girildi ve bahar mevsimi geldi. Mutasım tarafından Afşin’e yardım için yüklüce mal ve asker gönderildi. Onun üzerine Afşin, yine ileriye hareket etti. Bu yıl da Babek ile aralarında pek çok olaylar ve kanlı muharebeler geçti. İşin sonunda Bezz şehri fethedilerek kalesi tahrip edildi. Hürremîlerden pek çok adamlar öldürüldü. Babek, kardeşi ve çoluk çocuğuyla kaçtıysa da yakalandı. Afşin, iki yüz yirmi üç yılında Babek’i ve kardeşi Abdullah’ı Irak’a götürdü. Mutasım’ın huzuruna çıkardı. Mutasım, hemen Babek’i Samerra’da ve kardeşini Bağdat’ta astırdı, benzerlerine ibret gösterdi. Afşin’e fevkalade ikramda bulundu ve pek çok para ve mücevherat verdi.

Anadolu Savaşı
Babek-i Hürremî, yukarıda olduğu gibi kuşatılıp zorlandığında kaysere mektup gönderip, Mutasım bütün askerini benim üzerime sevk etti. Sizin için tam fırsattır, diye onu tahrik ve teşvik ettiğinden, kayser de yüz binden fazla asker toplayarak Zibetre’yi işgal etmiştir. Erkeklerini öldürüp kadın ve çocuklarını esir ettikten sonra Malatya’ya hareket etmesi üzerine hudutlar üzerinde bulunan muhafız askerler toplanarak savunmaya geçmişlerdir. Babek tutulup idam edildikten sonra Mutasım da büyük ve mükemmel bir ordu ile Irak’tan hareket etti. Askerin öncülüğüne Eşnas’ı, sağ kanada Eytah’ı ve sol kanada Cafer İbni Enbar’ı görevlendirdi. Afşin ise bir birlik ile sağ koldan Ankara’ya yöneldiğinden, kayserin büyük ordusuna çattı. Çok savaştı, sonunda galip geldiğinden Ankara halkı dağılıp Bursa’ya doğru kaçtı. Mutasım büyük ordusuyla Ankara’ya vardı. Afşin de gelip orada ona katıldı. Bundan sonra Mutasım, yine ordusunu üç kola ayırarak Amûriyye’ye yönlendirdi. Önüne gelen ülke ve şehirleri yakıp yıkarak Amûriyye’ye varıp kalesini muhasara etti. Toprak ile dolu koyun derileriyle hendeğini doldurdu. Debbabeler yürüttü ve mancınıklar kurdu. Kale duvarında bir gedik açılınca oradan ramazan başında kaleye girdi. Ahalisini esir ve mallarını ganimet olarak aldı. Şehri ve kaleyi yakıp yıktı. Elli beş gün ikametten sonra Tarsus’a ve oradan Irak’a geri döndü.
Afşin ve Eşnas gibi ileri gelen kumandanları çekemeyen komutanlardan bazıları Haris-i Semerkandî adlı bozguncu vasıtasıyla Kasım İbni Memun’u kandırarak saltanat sevdasına düşürdüler. Bir aralık Mutasım’ı ve sevgili emirlerini idam etmeye karar verdiler. Fakat iş duyulunca Mutasım onları hapsetti ya da idamla cezalandırdı ve Kasım’a Menbic’de yemek yedirdikten sonra su içirmediler. Susuzluktan orada öldüler.
Taberistan Bölgesi Horasan valiliğine katılmış olduğu hâlde Taberistan Emiri Mâzyar İbni Kârin İbni Vendâd Hürmüz’ün, Horasan Valisi Abdullah İbni Tahir ile araları bozulduğundan, Mâzyar onu tanımaz olmuştu. Afşin ise Horasan valiliğine tamah ederek el altından Mâzyar’ı Abdullah aleyhine tahrik etmekte olduğundan, Mâzyar artık halifenin emirlerine de önem vermez oldu. Bunun üzerine iki yüz dört senesinde her taraftan Mâzyar üzerine asker sevk edildi. Mâzyar, sahip olduğu sarp dağlara güvenmekteyken, amca çocuklarını para ve nüfuz vaadiyle elde edince Mâzyar yalnız kalıp tutuldu ve Samerra’ya gönderildi.
Afşin, Babek savaşından dönüşünde akrabasından Menkcûr adlı emiri, Azerbaycan emiri tayin etmişti. Menkcûr’un, bazı köylerde Babek’in bütün mallarını bulup sakladığı Mutasım’a ihbar edilince, Mutasım onu azlederek yerine bir başbuğ gönderdi. Menkcûr isyan ederek Azerbaycan kalelerinden birine kapanmışsa da kendi adamları onu tutup başbuğa teslim ettiler. O da bu esnada onu Samerra’ya göndermişti. Vardığında Mutasım onu hapsetti. Ondan dolayı Afşin’i itham ederek iki yüz beş senesinde onu da hapsetti.
Bir gün sonra Mâzyar geldi, o da hapsolundu ve sorgusu esnasında Afşin’in onunla gizlice haberleştiğini ve kendisini isyana teşvik ettiğini kabul etti. Afşin’in, her ne kadar zahiren Müslüman olmuşsa da kalben atalarının dini olan Mecusiliğe inandığı açıklandı ve buna dair pek çok delil gösterildi. İki yüz altı senesinde büyük ihtimalle zehirlendi ve hapiste öldükten sonra cesedi asılarak insanlara gösterildi.
Filistin’de ne olduğu belirsiz biri çıkarak yüzü peçeli gezdiğinden, ona Müberka denilirdi. Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker görevi yaparak, halife aleyhinde sözler söyler idi. Başına bir hayli kalabalık toplanmıştı. İki yüz yedi yılında Mutasım tarafından gönderilen askerle muharebe ederken yakalanıp hapsedilerek Samerra’ya gönderilmiş ve cemaati dağılmıştır.

İleri Gelenlerin Vefatı
Memun’un damadı olan Muhammed Cevad İbni Ali Rıza İbni Musa El-Kâzım İbni Cafer-i Sadık (r.a.) Hazretleri ki İmamiyye nezdinde on iki imamın dokuzuncusudur. Bağdat’ta iken iki yüz yirminci hicri yılı zilhiccesinde, yirmi beş yaşında olduğu hâlde beka âlemine göçüp dedesi Musa El-Kâzım’ın yanında defnolundu. Memun, Horasan’da iken Bağdat’ta halifeliğe seçilen ve bir müddet sonra tahttan indirilen İbrahim İbni Mehdi de iki yüz yirmi dört senesi ramazanında vefat etti, namazını Mutasım kıldı. Rahmetullahi aleyh.
Mısır’daki Mutezilelerin reisi olan Ebu’l-Hüzeyl El-Allâf da iki yüz yirmi altı senesinde, yüz yaşını aşkın olduğu hâlde vefat etmiştir.
Meşhur muhaddislerden İmam Buharî’nin şeyhi olan Humeydî de Mutasım’ın zamanında vefat etmiştir. Rahmetullahi aleyh.
Mutasım İbni Harunu’r-Reşid, iki yüz yirmi yedi senesi rebiülevvelinin on sekizinde vefat edip Samerra’da defnolundu. Rahmetullahi aleyh. Sekiz erkek ve sekiz kız evladı kaldı. Yüz yetmiş sekiz senesinde doğup, kırk sekiz sene yaşadı. Talihi sekizinci burç olan Akrep’tir. Abbas (r.a.) Hazretleri’nin sekizinci kuşaktan torunu, Harun Reşid’in sekizinci oğlu ve Abbasi halifelerinin sekizincisidir. İki yüz on sekizinci sene halife oldu. Hilafet müddeti sekiz sene, sekiz ay, sekiz gündür. Sekiz fütuhatı vardı, sekiz düşman katletmiştir. Bundan dolayı ona Sekizli Halife denilmiştir.

Vâsık İbni Mutasım, Mütevekkil İbni Mutasım, Muntasır İbni Mütevekkil, Müstain İbni Mutasım, Mutazz İbni Mütevekkil ve Mühtedi İbni Vâsık Devirleri
Mutasım’ın vefat günü oğlu Vâsık’a biat olundu. Mutasım’ın zamanında Türk kumandanlar pek fazla nüfuz kazanmış olduklarından oğlu Vâsık da iki yüz yirmi sekiz yılında Eşnas’a, hükümdarlık ve saltanat işareti olan mücevher ve taç giydirdi. Onu saltanat danışmanı yapıp devletinin işlerini onun başına buyruk ellerine teslim etti. Kendisi müminlerin emiri olduğu hâlde fiilen hükümdarlık yapan Eşnas idi.
İki yüz otuzda Horasan Valisi Abdullah İbni Tahir vefat etti, rahmetullahi aleyh. Güçlü iktidara sahip bir hükümdar olup Horasan ve ona bağlı olan Taberistan, Kirman ve bütün doğu tarafları onun emrine tabi idi. Yerine oğlu Tahir İbni Abdullah geçti. Abdullah İbni Tahir’in vefatından dokuz gün sonra Eşnas da vefat edince devlet işlerinin idaresi Enâmiş, Eytah, Vasif ve Boğa gibi Türk emirlerin ellerinde kaldı.
Medine civarında bazı bedevi Arap aşiretleri birleşerek halka tecavüz edip yol kesmeye başladıklarından Vâsık-ı Billah iki yüz otuz senesinde o tarafa yeteri kadar askerle Büyük Boğa’yı gönderdi. O da çöl eşkıyalarını vurmuş, çoğunu kılıçtan geçirmiş ve reislerinden birçoğunu tutup Samerra’ya getirmiştir. Vâsık-ı Billah evlad-ı resule dost olup onlara pek ziyade ikram ve hürmet gösterirdi. Haremeyn (Mekke, Medine) halkına çok ihsanda bulunurdu. Fakat Mutezile mezhebinde mutaassıp olup, halk-ı Kur’an meselesinde insanları imtihana tabi tutardı ve “Ahirette müminler, Cenabıhakk’ı göremezler.” derdi.
Beni Abbas’ın ileri gelenlerinden Malik İbni Heysem Huzâî’nin torunu olan Ahmed İbni Nasır İbni Malik ise daima ehlisünnet ve’l-cemaat mezhebinde bulunan muhaddisin ile görüşerek Mutezile’ye düşman olduğundan Vâsık’ı kötüler ve hakkında ağza alınmaz sözler söylerdi. Bu şekilde Bağdat ahalisinden pek çok kişi de ona tabi olarak, iki yüz otuz bir yılında emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yolunda harakete geçmeye karar vermişlerken iş duyulunca Vâsık, Ahmed İbni Nasır’ı huzuruna getirdi. “Kur’an hakkında ne dersin?” dediğinde, o da “Kelamullahtır.” diye cevap verdi. Vâsık, “Mahluk mudur, değil midir?” diye sordu. Yine “Kelamullahtır.” dedi. Vâsık, “Rabb’in hakkında reyin nedir, kıyamette onu görecek misin?” dediğinde, İbni Nasır, “Ya emirü’l-müminin Resul-ü Ekrem (s.a.v.) Hazretleri, ‘Kameri nasıl görürseniz kıyamet gününde Rabb’inizi de öyle göreceksiniz.’ diye buyurmuş. Biz, peygamberin verdiği haberlere inanırız.” deyince, mecliste hazır bulunan Mutezile fakihleri onun hakkında, “Cenabıhakk’ı cisimlere benzetiyor.” diyerek katline fetva verdiler. Vâsık da kendi eliyle Ebu Nasır’ı katletti. İmam Şafii’nin arkadaşlarından Ebu Yakub Yusuf Buveytî ki halk-ı Kur’an’a inanmadığından hapsolunmuştu. O da bu sene ahiret yolculuğuna çıktı, vefat etti. Gayet salih bir zattı. Rahmetullahi rahmeten vasi’a.
İki yüz otuz iki senesi zilhiccesinde Vâsık, çok ağır hasta olunca müneccimleri toplayarak talihine baktırdı. Kendisi için elli sene daha ömür takdir ettiler. Hâlbuki on günden ziyade yaşamayıp, zilhiccenin yirmi dördünde otuz iki yaşındayken vefat ederek, müneccimleri yalancı çıkardı. Hilafet müddeti, beş sene, dokuz ay, küsur gündür. Vâsık’ın vefatında kadıaskeri olan Ahmed İbni Ebu Davud, Eytah ve Vasif gibi Türk kumandanlar toplanarak, Vâsık’ın oğlu Muhammed’e biat etmeye karar vererek ona siyah ferace ve külah giydirdiklerinde gördüler ki hilafete yakışmıyor. Çünkü Muhammed kısa boylu, sakalı bıyığı çıkmamış bir genç idi. Vasif ona bakıp, “Allah’tan korkun, hilafet gibi mühim bir işi buna tevdi etmeyin.” dedi. Onun üzerine Vâsık’ın kardeşi Mütevekkil İbni Mutasım getirildiğinde Ahmed İbni Ebu Davud, onu giydirip, “Es-selamu aleyke ya emire’l-müminin ve rahmetuhu ve berekâtuhu.” dedi ve hepsi ona biat ederek, “Mütevekkil Alâllah” diye lakap verdiler. Mütevekkil o zaman yirmi altı yaşındaydı. Mütevekkil önce Eytah’a çok ikram etmişken sonra Bağdat’ta kaymakamı olan İshak İbni İbrahim marifetiyle onu hapsettirdi. İki yüz beş senesi içinde Eytah, Bağdat Hapishanesinde vefat etti.
Azerbaycan’da zorla hüküm sürüp zulmeden Muhammed İbni Ba’îs üzerine bundan önce asker sevk edilerek kendisi tutulup Samerra’da hapsolunmuştu. Geçen sene hapishaneden firar etmiş olduğundan, Şerbetçi Küçük Boğa askerle gidip onu yine yakalayarak, bu sene Samerra’ya getirdi. Mütevekkil onu hapsederek, boynuna yüz batman ağırlığında demir bağlatınca bir ay sonra öldü. Yine iki yüz otuz beş senesinde Mütevekkil, Muhammed Muntasır Billah, Ebu Abdullah El-Mutezz Billah ve İbrahim El-Müeyyed Billah adlı üç oğlunu veliaht yaptı ve ülkeyi üçüne taksim etti. Yine bu yıl Samerra’da Mahmud İbni Ferec Nişaburi ortaya çıkıp, “Ben peygamberim ve ben Zülkarneyn’im.” diye halkı biate davet etti. Yirmi yedi kişi ona tabi oldu. Mütevekkil onu tuttu ve kendi cemaatine dövdürerek öldürttü.
Bağdat’ta halife kaymakamı olan İshak İbni İbrahim El-Mus’abî ki merhum Tahir İbni Hüseyin İbni Mus’ab’ın kardeşinin oğludur. Bundan önce kapı kethüdalığı vazifesini yerine getirmek için oğlu Muhammed İbni İshak’ı halifenin kapısına göndermişti. Bu sene İshak, Bağdat’ta ölünce Mütevekkil, çok üzülerek, iki yüz otuz altı senesi muharreminde Fars vilayetini onun oğlu Muhammed İbni İshak’a verdi. Birinci veliaht olan Muntasır İbni Mütevekkil de ona Yemame ve Bahreyn’i kattı. O da Mütevekkil’e ve oğullarına babasının terekesinden pek çok cevher ve güzel eşyayı takdim etti. Amcası Muhammed İbni İbrahim ise Fars beyliğinde bulunduğu hâlde kardeşinin oğlunun bu geleceğini çekemeyip hem ona hem de halifeye gücendi. Muhammed İbni İshak da onu Mütevekkil’e şikâyet etti. Mütevekkil, ona amcası hakkında dilediğini yapmak üzere tam salahiyet verdi. O da amcasını Fars emîrliğinden azlederek yerine amcasının oğlu Hüseyin İbni İsmail İbni İbrahim İbni Mus’ab’ı memur ederek amcasının katlini ona havale etti. Hüseyin, Fars’a varıp Muhammed İbni İbrahim’e pek çok nevruz hediyesi takdim etti. İçlerinde hayli tatlılar, şekerlemeler vardı. Muhammed İbni İbrahim onlardan çok yedi. Hüseyin derhâl onu bir odada hapsetti. Muhammed su istedi. Verilmediğinden biçare iki gün sonra susuzluktan öldü.
O zaman Beni Ağleb, Afrika valiliğinde müstakil olup onlar tarafından tayin edilen Sicilya valisi bu sırada pek çok zafere mazhar olduğu gibi Endülüs emiri de büyük muzafferiyetlere mazhar olmaktaydı.
Kazasker olan Ahmed İbni Ebu Davud birkaç sene önce felç olmuştu. Bu esnada Mütevekkil ona kızarak mallarına el koydu ve Yahya İbni Eksem’i Bağdat’tan Samerra’ya getirerek onun yerine kazasker ve ondan sonra adliye bakanı tayin etti. Ehlisünnet mezhebini muteber kabul ederek insanları Kur’an’ın mahluk olduğuna inanmaktan menetti. İki yüz otuz dört yılında her tarafa bu mealde fermanlar gönderdi. Mutezile imamlarına şiddet gösterdi ve muhaddisini (hadis nakleden âlimler) Samerra’ya getirip toplayarak onlara ikramda bulundu. Cenabıhakk’ın sıfatlarına ve Allah’ı cennette görmeye dair olan hadis-i şerifleri insanlara öğretmelerini emretti. Samerra’da elli altmış bin kadar adam, ehlisünnet mezhebini tederrüs ve taallüme (öğrenmeye) başladılar. Mütevekkil’in duacıları çoğaldı, onu övmekte aşırıya gittiler. Aslında Mütevekkil’in bu gibi hayırlı işleri inkâr olunmaz. Fakat bir günahı ve kötülüğü de vardı ki bütün sevaplarını ve iyiliklerini bastırmıştır.
Şöyle ki Mütevekkil’in Ali İbni Ebu Talib Kerremallahü Veçhe Hazretleri’ne ve ehlibeytine pek ziyade nefreti vardı. Onu ve ehlibeytini sevenlerin malına ve canına suikast eylerdi. Hatta amcası Memun’a, babası Mutasım’a ve kardeşi Vâsık’a, Hazreti Ali’yi ve ehlibeytini sevdikleri için buğzederdi. İki yüz otuz altı yılında insanları Kerbela’da ıtır kokulu topraklara gömülen Hüseyin (r.a.) Hazretleri’nin türbesini ziyaretten menetti. Türbe-i şerifesini ve etrafındaki yerleri yıktırarak, yerlerine tarla yapıp ekin ektirdi. Müslümanlar bundan dolayı çok üzüldü, Bağdat ahalisi duvarlar ve mescitler üzerine Mütevekkil’i kötüleyici söz ve küfür yollu ibareler yazdılar. Şairler dahi onu hicvettiler. Mütevekkil ise daima Hazreti Ali ile ehlibeytine düşmanlığı malum olan sefiller ile sefahat meclislerinde beraber olup, Hazreti Ali’yi kötülemekle eğlenirdi. Özetle Ubbâde adında dazlak başlı bir alçak vardı ki Hazreti Ali büyük karınlı olduğundan o da gömleği altına ve karnının üstüne bir yastık bağlayıp Hazreti Ali’ye kendisini benzetir ve hikâyeler anlatırdı, Mütevekkil’in işret meclisinde raks eder ve şarkıcılar, “Başı dazlak, karnı büyük halifetü’l-Müslimin geldi!” diyerek şarkı söylerlerdi. Mütevekkil de nebîz (küpe basılarak hasıl olan hurma ve üzüm şırası) içer ve gülerdi. Bir gün Mütevekkil’in oğlu ve birinci veliahdı olan Muntasır da mecliste hazır olduğu hâlde öyle mukallitlik ederken Muntasır onu işaret ederek tehdit edince, Ubbâde sustu. Mütevekkil, “Sana ne oldu?” diye sordu. Ubbâde, yanına varıp keyfiyeti bildirdi. Muntasır da “Ya emire’l-müminin! Bu kelbin taklit edip de onunla insanları güldürdüğü zat senin amcanın oğludur ve ehlibeytinin ulusudur. Senin iftihar sebebin odur. Dilersen sen onun etini ye, ama böyle kelplere yedirme!” deyince, Mütevekkil şarkı söyleyenlere, “Şu beyti taganni ediniz.” diyerek bir beyit okuttu ki manası kısaca, “O yiğit, amcasının oğlu için gayrete geldi. O yiğidin başı, anasının falanına…” demektir. İşte bunun için Muntasır, babasının katlini helal sayacak kadar gücenmiş ve Mütevekkil de ondan sonra ona hakaret edip küçük düşürmüştür.
On iki imamdan Muhammed Cevad Hazretleri iki yüz yirmi senesinde vefat ettiği zaman oğlu Ali Nakî Hazretleri onun yerine geçmiş ve Alevilere baş olarak yalnız başına bir köşeye çekilip, bir hücrede ibadet ettiği hâlde “Yanında silahlar ve zararlı kitaplar vardır.” denildi. Hemen Mütevekkil tarafından gönderilen zaptiyeler varıp evini bastıklarında İmam Hazretleri bir kapalı hücrede yüksek sesle cennetle müjdeleyen ve cehennemle korkutan ayet-i kerimeyi tilavet ediyordu. Altında kum ve çakıl taşlarından başka döşeme yoktu. O hâlde onu alıp Mütevekkil’in huzuruna götürdüler. Mütevekkil ise meclis-i işret kurup şarab-ı nebîz ile keyif çatıyordu ve şarap kâsesi elindeyken İmam Hazretleri içeri girince Mütevekkil ona hürmet göstererek yanına oturttu ve elindeki kâseyi ona verdi. İmam Hazretleri, “Beni af buyurunuz. Şimdiye kadar kanıma şarap karışmamıştır.” deyince o da kâseyi elinden bıraktı. İşret takımını kaldırtıp İmam Hazretleri’yle sohbete koyuldu ve bazı şiirler okumasını rica etti. O da âlemin fâniliğine dair gayet müessir bir kaside okudu. Mütevekkil ağladı ve ona borçlarını ödemesi için dört bin altın verdi. İzzet ve ikram ile ağırlayarak evine gönderdi.
Mütevekkil’in oğulları Mutezz ve Müeyyed’in öğretmeni olan İbni Sekiyyet ki lügat ilmi ve edebiyatta imam olup, “İslahu’l-Mantık” adlı güzel kitap onun telifatındandır. İki yüz kırk dört senesinde Mütevekkil ona bir gün, “Mutezz ve Müeyyed ile Hasan ve Hüseyin’den hangilerini daha çok seversin?” dediğinde İbni Sekiyyet, Hasan ve Hüseyin’in (r.a.) büyüklük ve yücelik derecelerini açıklayarak Mutezz ve Müeyyed’in haklarında sükût etmiş ve bir rivayete göre, “Ya emirü’l-müminin! Ali’nin hizmetkârı olan Kanber, senden de oğullarından da efdaldir.” demiş olduğundan Mütevekkil, hiddetlenip İbni Sekiyyet’i işkence ile vahşi bir şekilde idam etmiştir. İşte bu facia da Mütevekkil’in aleyhinde efkâr-ı umumiyeyi galeyana getirmiştir.
Mütevekkil ise Mutezz’in annesini çok sevdiğinden ve Muntasır’a, yukarıda anlatıldığı üzere kırgın olduğundan Mutezz’i onun üzerine takdim etmek istedi. Ve Muntasır’a veliahtlıktan vazgeçmesini teklif etti. Fakat Muntasır kabul etmedi. Mütevekkil de durmadan onu tahammül olunmaz bir şekilde alenen tahkir eder ve küçük düşürürken, Muntasır da babasının aleyhinde bazı emirler ile söyleşir oldu. Mütevekkil’in veziri Feth İbni Hakan ile komutanlardan Abdullah İbni Yahya, her ne kadar Mutezz’in taraftarı iseler de Vasif, Boğa ve diğer Türk emirleri, hep Muntasır’ın taraftarı idiler. Mütevekkil, artık Muntasır ile onları da mahvetme fikrine düşmüştü. Hatta Vasif’in mülklerini Feth İbni Hakan’a verme azminde bulunup buna dair yazılan evrakın mühürlenmek üzere olduğunu Vasif, gizlice haber alarak arkadaşları ile beraber Muntasır ile Mütevekkil’in aleyhine ittifak etmişlerdi.
Mütevekkil, iki yüz kırk yedi senesi şevvalinin üçüncü salı günü Feth İbni Hakan ile söyleşip çarşamba günü Muntasır ile Vasif, Boğa ve benzeri diğer Türk emirleri, ansızın üzerlerine hücum ile işlerini bitirmek üzere karar vermişlerdi. Muntasır ise bir gün evvel Vasif, Boğa ve diğerleriyle Mütevekkil’i idam etmek üzere ittifak etmişlerdi. O çarşamba gecesi Mütevekkil fazla nebîz içerek sarhoş olduğu hâlde Şerbetçi Küçük Boğa marifetiyle odasına sokulan cellatlar kılıçlarını çekerek, Mütevekkil’i ve Feth İbni Hakan’ı katlettiler. Çıkıp Muntasır’ın yanına gittiler ve onun hilafetini tebrik ettiler. Muntasır, hemen durumu Vasif’e haber verdi. O da ileri gelen adamlarıyla birlikte gelip Muntasır’a biat etti. Ertesi çarşamba günü kumandanlar ve halkın ileri gelenleri toplandı ve “Feth İbni Hakan, Mütevekkil’i öldürmüş, Muntasır da onu öldürmüş.” diye ilan olundu. Onun üzerine bütün insanlar Muntasır’a biat ile döndüler. O zaman Mütevekkil kırklı yaşlardaydı. Hilafet müddeti de on dört sene, on ay, üç gündür.
Muntasır, bu şekilde hilafet makamına gelince Alevilere emniyet ve Kerbela ziyaretine ruhsat verdi. Fedek arazisini Hasan ve Hüseyin evladına geri vererek teslim etti.
Mutezz yahut Müeyyed’den biri ileride halife olursa babalarının katillerinden intikam almaya kalkışacakları muhakkak olduğundan, Türk emirleri onların veliahtlıktan ihraç olunmaları işinde ısrar ettiğinden, Muntasır onları veliahtlıktan istifaya zorladı. Onlar da kadıları ve emirleri şahit göstererek veliahtlıktan istifa ettiler.

İleri Gelenlerin Vefatı
İki yüz otuz altı senesinde Bağdat Mutezile’si imamlarından Cafer İbni Harb Hamedani elli dokuz yaşında iken vefat etti. Kelam ilmini Ebu’l-Hüzeyl El-Allâf’tan öğrenmiş idi. Yine bu sene Mus’ab İbni Abdullah İbni Mus’ab İbni Abdullah İbni Zübeyr seksen yaşında iken vefat etti. Âlim ve fakih bir zattı. Fakat Ali İbni Ebu Talib Hazretleri’nin yolundan sapmıştı. Muhaddis-i meşhur İbni Bekkâr’ın dayısı idi. İki yüz otuz yedi yılında, zikredilen Muhammed İbni Bekkâr da öldü. Ve yine bu sene İbni Rahveyh diye bilinen İshak Hanzalî vefat etti, imam-ı fazıl idi. Mekke hakkında İmam-ı Şafii Hazretleri’yle münazarası vardır. Rahmetullahi aleyh. İki yüz kırk bir senesinde İmam Ahmed İbni Hanbel rahimehullahu rahmeten vasian hazretleri de vefat etti. Halk-ı Kur’an meselesinde ne kadar eza ve cefa çektiği; bu hâldeki sabır ve sebatı yukarıda açıklanmıştı. Tekrara gerek yoktur ve şöhreti tarif ve tafsilden müstağnidir. İki yüz kırk iki senesinde Afrika Emiri Muhammed İbni El-Ağleb rahmetullahi aleyh vefat edince, yerine oğlu Ahmed İbni Muhammed emir oldu.
Yukarıda açıklandığı üzere başkadı ve adliye vekili olan meşhur Yahya İbni Eksem rahmetullahi aleyh de bu sene vefat etti. İmam Şafii Hazretleri’nin ashabından olup pek çok ilimlerde imam idi. Açıklandığı üzere Memun’u, muta nikâhını benimseyici fikrinden o vazgeçirmişti. Fakih ve fadıl bir zat idi. Fakat mahbûbluk (dostluk) ile suçlandığından bu cihetle bazı şairler onu hicvetmişlerdi.
İki yüz kırk üç senesinde Haris İbni Esedi’l-Muhasibî rahmetullahi aleyh vefat etti. Züht ve takva ile bilinen bir zat idi. Fakat kelam ilmi ile meşgul olurdu. O zaman mütekelliminin (ilm-i kelam ile uğraşanların) çoğu ise Mutezile mezhebine inandıklarından ve ehl-i hadis olan Hanbeliler, ehl-i kelamı ret ve inkâr yolunda taassup üzere bulunduklarından Haris’in cenaze namazı dört kişi ile kılınmıştır.
Mütevekkil, önceden açıklandığı üzere iki yüz kırk senesinde meşhur fazilet sahiplerinden İbnu’s-Sekiyyet’i katletmişti. İki yüz kırk yedi yılında da yukarıda yazıldığı gibi, Türk emirler birleşerek Mütevekkil’i öldürüp, oğlu Muntasır’ı tahta çıkarmışlar ve işlerin idaresini büsbütün kendi ellerine almışlar. Muntasır ise onların birer birer nüfuzlarını kırma işine teşebbüs etmekle onlar da onun işini bitirme fikrine düşmüşler ise de Muntasır, gayet zeki, yiğit ve heybetli bir zat olduğundan çaresini bulamıyorlardı.
İki yüz kırk sekiz senesi rebiülevvelinin beşinde, yirmi beş yaşında iken boğaz hastalığı illetinden vefat etmiştir. Hastalığının müddeti üç gün olup o sırada bazı doktorlar vasıtasıyla zehirlenmiş olduğu rivayet edilir. Hilafet müddeti altı ay, iki gündür. Muntasır’ın vefatında Enâmiş, Büyük Boğa ve Küçük Boğa gibi devlet büyükleri olan Türk emirleri, toplanarak yirmi sekiz yaşında bulunan Müstain İbni Mutasım’ı tahta çıkardılar. Mütevekkil’in oğulları Mutezz ve Müeyyed’i bir köşkte hapsettiler.
Enâmiş veziriazam oldu. Şahik adlı ağa da özel hazine ve harem dairesi bakanı oldu. Bu esnada Büyük Boğa ölünce, uhdesinde bulunan memuriyetler ile posta nezareti oğlu Musa İbni Boğa’ya ve Hulvan Eyaleti de Küçük Boğa’ya verildi.
Horasan Emiri Tahir İbni Abdullah İbni Tahir’in vefatı haberi gelince, Horasan emareti, âdet olduğu üzere onun oğlu Muhammed İbni Tahir’in idaresine verildi. Irak vilayeti de Muhammed İbni Ubeydullah İbni Tahir’e bağlandı. O esnada ise Horasan’a bağlı olan Sicistan’da Tahiroğulları Devleti’ni imha edecek bir kuvvet hazırlanmakta idi.
Şöyle ki iki yüz otuz yedi senesinde Salih İbni Nasır adında biri emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yolunda başkaldırarak, dökmeci esnafından Yakub İbni’l-Leys Es-Saffâr adlı zatı da kendisine başkumandan tayin etmişti. O zaman Horasan emiri biraz önce zikredilen Tahir İbni Abdullah, varıp Sicistan’ı kurtarmışsa da sonra Dirhem adında biri ortaya çıkıp yine Sicistan’ı zapt etti. Fakat askerin idaresine muktedir olamadı. Yakub Saffâr ise tedbirli biri olduğundan, ahali ve asker onun başına toplanmış ve Dirhem de işten çekilmişti. Yakub Saffâr, Sicistan’ı zapt etmiş, Muhammed İbni Tahir’in zaafından istifade ederek kuvvet ve gücünü günden güne pekiştirmiştir.
İki yüz kırk dokuz yılında bir büyük Rum ordusu, Malatya üzerinden İslam memleketlerinin hudutlarını aşmış ve hudut muhafızlarıyla savaşarak galip gelip pek çok ziyan vermişlerdi. Azerbaycan Valisi Ali İbni Yahya El-Ermeni imdada yetişip Rumlar ile savaşırken kendisi ve birçok askeri öldürülmüştür. Bu bozgunların üzücü haberleri Bağdat’a ulaşınca Türk emirlerinin baskı ve sıkıntılarına gücenen halk isyan etti. Peşinden Samerra’da da karışıklık ortaya çıkınca Enâmiş, Vasif ve Boğa birlik olarak pek çok kimseyi idam edip isyanı bastırdılar. Enâmiş ise zulmederek hazinede istediği gibi tasarruf edip yalnız Özel Hazine Bakanı Şahik ile valide sultan tarafını kayırmakta olduğundan, Türkler arasında karışıklık ortaya çıkıp ahaliden de birçok halk onlara katılıp toplanarak Enâmiş’i katlettiler ve evini yağmaladılar. Ondan sonra iş Vasif ile Küçük Boğa’nın elinde kaldı. Müstain’in işi, onların isteklerini imza etmekten ibaret idi. Fakat Küçük Boğa’nın kumandanlarından Bağer ki Mütevekkil’in katillerinden olduğundan, arazileri arttırılarak kendisine fazlasıyla yüz verilmişti. Türkler arasında nüfuz kazanarak, efendisi olan Boğa’ya bile azılarını göstermeye başlamıştı. Boğa da onu sayar ve ondan sakınırdı. Müstain, bir taraftan da onu okşamaya mecburdu. Özetle işlerin idaresi bu üç şahsın elindeydi.
İki yüz elli senesinde Zeyd İbni Ali torunlarından Yahya İbni Ömer İbni Yahya ortaya çıkıp halkı Âl-i Muhammed’de rızaya davet ettiğinde, Kûfe ahalisinden bir grup ona biat etti. Zeydiyye fırkası ve Vâsıt taraftarlarından birçok halk da tabi olunca taraftarları çoğaldı ve kuvvet kazandı. Fakat Irak Valisi Muhammed İbni Abdullah İbni Tahir onun üzerine çok miktarda asker gönderdi ve muharebe esnasında Yahya öldürülüp askerleri hezimete uğradı.
Muhammed İbni Abdullah’ın muzafferiyetine mükâfat olarak Müstain ona Taberistan’daki sultana ait olan, Deylem Boğazı yakınında iki büyük parçayı mülk olarak verdi. Bu yerlerde ise ahalinin pek çok merası vardı. Muhammed İbni Abdullah tarafından o yerleri zapt ve idare için gönderilen Câbir İbni Harun En-Nasırânî, halkın faydalanması için terk edilen meralara saldırınca ahali şikâyet etmekteyken Horasan emareti tarafından Taberistan valisi olan Süleyman İbni Abdullah İbni Tahir İbni Abdullah, Taberistan Eyaleti’ni kendi çiftliği gibi idareye kalkıştığı ve memurları her tarafta ahaliye zulüm ve düşmanlık ettikleri için Taberistan halkı “Dâî bi’l-Hak” denilen ve o zaman Rey beldesinde bulunan Hasan İbni Zeyd İbni İsmail İbni Zeyd İbni’l-Hasan İbni’l-Hasan İbni Ali İbn Ebu Talib’i Taberistan’a davet ederek ona biat ettiler. Taberistan halkı, zaten Deylemîlerle barış içinde bulunduklarından, bütün Taberistan dağlarının halkı, Hasan İbni Zeyd’e biat edince bir anda topluluğu arttı. Ve hemen ileri hareketle Âmul beldesini zapt ettikten sonra Sâriye üzerine yürüdü. Taberistan Valisi Süleyman İbni Abdullah, yüklerini ve ağırlıklarını Sâriye’de bırakıp kaçınca Hasan İbni Zeyd, Sâriye’ye girdi. Taberistan’ı tamamen idaresi altına aldı ve gittikçe kuvvet buldu.
İşte o sırada Türklerin reislerinden, daha önce zikredilen Bağer, gemi azıya almış olduğundan Boğa ile Vasif ittifak ettiler, bir yolunu bularak onu hapsedip ondan sonra katlettiler. Onun taraftarı olan Türkler ayaklanınca Müstain, Şahik, Boğa ve Vasif ile bir kayığa binerek, Samerra’dan kaçıp iki yüz elli bir senesi muharreminin beşinde Bağdat’a ulaştılar. İsyan edenler de Mütevekkil’in oğlu Mutezz’i hapisten çıkarıp ona biat ettiler. Mutezz o zaman on dokuz yaşındaydı. İşlerin idaresi ise Türk emirlerin elinde olup onun adına istediklerini icra eder oldular. Mutezz’in kardeşi Ebu Ahmed Muvaffak İbni Mütevekkil ve Türk emirlerinden Gülbatekin bir büyük Türk ordusuyla Bağdat üzerine gönderildiler. Bu ordu gidip Bağdat’ı muhasara etti. Irak Valisi Muhammed İbni Abdullah ile aralarında çok mubarebeler vuku buldu. Pek çok adam öldü. Valinin maiyetindeki Türkler savuşup kavimlerinin yanına gittiler. Daha önce Humus’ta ortaya çıkan isyanı bastırmak üzere oraya gönderilmiş olan Musa İbni Boğa bu defa Müstain’in yanına gelmek istediğinde maiyetindeki askerin çoğu ona muhalefet edip onunla savaştılar.
Bu suretle Muvaffak’ın kuvveti artmış oldu. Muhammed İbni Abdullah, Boğa ve Vasif bir araya gelip, bazı şartlar ile barışa karar verdiler. Müstain, hilafet makamını bırakarak, iki yüz elli ikinci senenin muharrem ayının dördünde Mutezz’in adına hutbe okudu ve insanlardan Mutezz için biat aldı.
Mutezz Billah yukarıda olduğu gibi iki yüz elli iki senesi muharreminde tahta çıktıktan sonra kardeşi Müeyyed İbni Mütevekkil’e işlerini düzeltmesi için Azerbaycan valisi tarafından beş bin altın gönderilmiş olduğunu işitince, veziri İsa İbni Ferhanşah’ı gönderip altınları aldırdı. Müeyyed’i ve diğer biraderi Ebu Ahmed Muvaffak’ı hapsettirdi. Müeyyed gerçi Türkleri tahrik etmişse de askerî sınıflar arasında ittifak hasıl olamamıştı. Mutezz ise Müeyyed’i dövüp sıkıştırarak, veliahtlıktan feragatine dair kendisinden el yazısıyla istifa mektubu aldı. Ondan sonra Türklerin Müeyyed’e biat etmek istediklerini işitince durumu Boğa’ya açtığında, Boğa, “Türklerin amacı Müeyyed değildir, onlar muharebede kendileriyle beraber bulunan Muvaffak’ı isterler.” demişti. Recebin sonlarına doğru Mutezz, ileri gelen kadıları çağırarak, Müeyyed’in cenazesini çıkarıp gösterdi. Yara beresi olmadığı görüldü. Fakat halkın zihni tatmin olmadı. Kimi bir samur tulumu içine konulup boğulduğu, kimi de kar içinde dondurulmuş olduğu gibi fikirlere kapıldılar.
Bundan sonra Mutezz, kendisinin selefi olan Müstain’i öldürttü. Kesik başı, satranç oynarken huzuruna getirildiğinde, “Hele şu oyunu bitireyim de öyle.” deyip oyunu bitirdikten sonra kesik başa bakıp defnine ruhsat verdi. Muvaffak’ı Basra’ya sürdükten sonra Bağdat’a naklettirdi.
Türk emirlerinin istedikleri gibi hüküm sürmelerini çekemeyen Megâribe askeri, Samerra’da ihtilal çıkardı. Ahaliden ve diğer askerî sınıflardan birçok halk da onlara katıldı, ihtilal büyüdü, güçlükle araları bulundu ve barış yapılarak durum düzeltildi.
İki yüz elli üç yılında asker geçmiş maaşlarını isteyerek başkaldırdı. Vasif, Küçük Boğa ve Uzun Sima onlara şiddetle cevap verdi, onlar da ayaklanarak Vasif’i katlettiler. Boğa ile Sima kaçıp kurtuldular. Mutezz, hemen Vasif’in memuriyetlerini Boğa’ya verdi, ona gelecek ve bağımsızlık nişanı olmak üzere mücevher taç giydirdi. Yine bu sene zaptiye nazırı ve Irak valisi olan Muhammed İbni Abdullah İbni Tahir İbni Hüseyin ölüp yerine kardeşi Ubeydullah tayin edildi. Bu yılda Sicistan Hükümdarı Yakub Saffâr, Herat üzerine yürüyüp Horasan Emiri Muhammed İbni Tahir’in başkomutanıyla yapılan kanlı muharebede galip gelerek Herat’ı zapt etti, kuvvetini artırdı. Artık Horasan emareti ondan korkar oldu.
İki yüz elli dört yılında Boğa, Salih İbni Vasif ile birleşerek, Mutezz’in aleyhine ayaklanmak istediyse de Türk beylerinin büyüklerinden Babekyal onlara muhalif bulundu, kendi taraftarlarıyla birlikte Boğa’yı katletti.
İmamiyye görüşünce sıralanmış olan on iki imamın onuncusu olan Ali Nakiy İbni Muhammed Cevad (r.a.) iki yüz elli dört senesinde beka âlemine göçtü. Yerine oğlu Hasan Askerî geçti.
İki yüz elli beş senesinde de Mutezile imamlarından, meşhur Câhız vefat etti. Vefat sebebi şu şekilde rivayet edilmiştir ki pek çok kitapları olup hepsini duvar gibi etrafına istif edermiş. Pek zayıf ve ihtiyar olduğu hâlde bir gün kitaplar birdenbire devrilip üzerine düşünce ezilip vefat etmiştir. Edebî ilimlerde benzeri nadir olup kelam ilmini de Nizam-ı Mutezzili’den öğrenmiştir. Afallahu anh.
Yukarıda söylendiği gibi, Taberistan’da Alevi bir imamlık kurulmuş ve Sicistan Hükümdarı Saffâr, Herat’ı ele geçirmiş olduğundan, Horasan Beyliği’nin dairesi daralmış, Horasan Emiri Muhammed İbni Tahir’in nüfuzuna büyük bir zaaf gelmiş ve birçok bölgenin ahalisi, beyliğin vergilerini vermez olmuş idi.
Fars Eyaleti’nin gelirleri halife hazinesine ait olup Fars Valisi Ali İbni Hüseyin İbni Şenbel ise göndermekte acele etmiyordu. Beni Tahir’in zaafından ve Saffâr’ın onlara galebesinden bahsederek Horasan vilayetine bağlı olan Kirman Eyaleti’nin ilave olarak kendisine verilmesini talep etti. Hâlbuki Saffâr da bağlılığından dem vurup Kirman’ın Sicistan’a katılmasını rica ediyordu. Mutezz ise ikisinin de itaatlerinin yapmacık olduğunu iyi bildiğinden, ikisini birbirine düşürmek üzere iki yüz elli beş senesi içinde Kirman Eyaleti’ni ikisine de verdi. Ve hangisi mahvolursa iki düşmandan biri eksik olur diye yan gelip seyretmeye başladı.
Ali İbni Hüseyin’in temsilcisi daha evvel davranıp Kirman’ı zapt etmişse de Saffâr bizzat ordusuyla gelip Kirman’ı zapt ettikten sonra Fars üzerine yürüdü. Savaşarak Şiraz’a girip Ali İbni Hüseyin’i esir ederek alıp Sicistan’a götürdü ve Kirman kendisinde kaldı. Halife de memurlar gönderip Fars’ı ele geçirdi.
Saffâr bu galibiyetini Mutezz’e arz ettiği sırada birçok doğan ve misk köpekleri gibi tuhaf hediyeler takdim etmişti. Mutezz ise paraya muhtaç olup, Samerra’daki askerin açlıktan nefesleri kokuyordu. Hatta kölemenler bu esnada Mutezz’e gelip maaş ve tayinlerini istediler. Beytü’l-malın darlığı meydanda olduğundan elli bin altına razı oldular. Mutezz, annesi Kabîha’dan yardım istediğinde o da “Bende bir şey yoktur.” diye cevap verdi.
Kabîha, gayet güzel bir cariye olup, Mütevekkil onu çok severdi. Zıddıyla isimlendirme kabilinden Kabîha (çok çirkin) diye isim vermişti. Devletin intizamsızlığı yüzünden beytü’l-malda bir akçe yokken, Kabîha’da milyonlarca nakit para ve mücevharat mevcut olduğu hâlde fevkalade cimriliğinden dolayı oğluna öyle bir dar vaktinde elli bin altın vermedi.
Kölemenler, Mutezz’den ve annesinden ümidi kesince iki yüz elli beş yılı recebinin sonlarında Mutezz’i alaşağı etmek üzere Megâribe ve Ferâgana askerleri ile ittifak ettiler. Reisleri olan Salih İbni Vasif ile Ebu Nasır diye bilinen Muhammed İbni Boğa ve Babekyal ile birlikte hilafet sarayına gittiler. Mutezz’i tutup hapsederek üç gün aç ve susuz bıraktılar. Bağdat’ta bulunan Muhammed İbni Vâsık’ı getirip, şaban ayının girmesine bir gün kala Mutezz’i hapisten çıkarıp, şahitler ve kadılar huzurunda hilafetten istifa ettirip, İbni Vâsık’a biat ettirdikten sonra kendileri de biat ederek onu Mühtedi Billah diye lakaplandırdılar. Mutezz’i yine hapse attılar. Hilafet müddeti, o zaman dört buçuk seneye erişmişti. Beş gün sonra Mutezz’i hamama götürdüler. Guslettikten sonra su istedi, vermediler. Hararetinden bayıldı. Hemen hamamdan çıkarıp karlı su içirdiler. Derhâl düşüp öldü ve işkenceden kurtuldu. Yukarıda anlatıldığı gibi Mutezz’in tutulup hapse atılması esnasında annesi Kabîha, sarayda gizli olan bir yer altı odasından kaçarak saklanmıştı. Fakat bir tarafa savuşup da kendini kurtaramadığından ramazan ayı içinde meydana çıktı. O zaman emir eri ve zorbalar başı olan Salih İbni Vasif’e bir milyon altın ile üç sepet verdi. Biri benzeri görülmedik zümrüt, diğeri gayet büyük inciler ve diğeri nadide kırmızı yakut vesaire cevherler ile dolu olup bunlara iki milyon altın kıymet takdir olunmuştu. Bu para ve cevherler, Salih’in huzuruna getirildiğinde, “Şu yüzü kara olası karının elinde bu kadar mal varken elli bin altın vermeyip oğlunu felakete uğrattı!” demiş ve bu malları alarak Kabîha’yı Mekke’ye sürmüştür. Fakat o da bunca malların üstüne yatmış ve bir miktarını olsun askere vermeyip, kendisini ölüm çukuruna atmıştır.
Şöyle ki Büyük Boğa’nın oğlu Musa, Hamedan tarafından çıkan Haricileri yola getirmek için kendisine bağlı olan Rey tarafına gitmişti. Kölemenlerden Müflih ki onun öncü birliklerine memurdu. Hamedan dışında vaki olan bir şiddetli muharebede Haricilere galip gelmişti. Ondan sonra Taberistan’da da hayli muzafferiyet kazanmışken Mutezz’in indirilip öldürülmesi ve Salih İbni Vasif’in zorbalığı, Musa İbni Boğa’nın kulağına gelince, Müflih’i askeriyle beraber yanına çağırdı. Salih İbni Vasif’i yargılamak ve Mutezz’in kanını ve annesinin mallarını dava edip istemek üzere ordusuyla Rey’den hareket etti. İki yüz altı yılı muharreminde Samerra’ya geldiğinde Salih İbni Vasif korkup gizlendi.
Onun üzerine Mühtedi, aralarını bulma yolunda nasihat edince kölemenler, Mühtedi’yi, “Salih’in yerini biliyor da söylemiyor.” diye itham ederek aleyhine başkaldırdılar. Musa İbni Boğa’nın evinde toplanıp Mühtedi’yi halifelikten indirmek üzere ittifak ettilerse de Babekyal kalkıp, “Siz Mütevekkil’in oğlunu katlettiniz ki görünüşü ve ahlakı güzel bir zattı. Bu halife ise oruç tutar, şarap içmez bir Müslüman’dır. Suçu olmadığı hâlde onu da katlederseniz ben Horasan’a giderim ve kötülüklerinizi açıklayıp sizi orada teşhir ederim!” deyince isyan edenlere durgunluk geldi. Hemen Musa’nın adamları Salih’in aranmasına titizlik göstererek, bir münasebetle onu bir evde bulup idam etti, böylece kavga bastırılıp karışıklık bitti.
Mühtedi, abit ve zahit bir zat olup hilafet merkezinden oyun ve eğlence aletlerini kaldırmıştı. Yaşayışı hususunda, Ömer İbni Abdülaziz’i taklit ederdi. Fakat ne yapsın ki asker, maaş ve tayinlerini ondan ister, hazinede ise bir kuruş yok, su yolları bozuk, gelirin çoğu nüfuz sahiplerinin ve zorbaların sandıklarına akıp giderdi. Hâlbuki önce Musul tarafında ortaya çıkan Mesâver adındaki Harici, geçen iki yüz elli beş senesinde Musul’u zapt etmişti. Bu sene Irak’ın çok yerlerini istila edip beylik mallarının gönderilmesine mâni olmakla askeriyenin idaresi tamamıyla zorlaştığından, Musa İbni Boğa, Babekyal ve diğer emirler ile birlikte Mesâver üzerine gittiler. Samerra’daki asker ise recep ayı başlarında maaşları için ayaklandılar. Mühtedi, hemen kardeşi Ebu’l-Kasım ile Kiğlığ gibi bazı Türk emirlerini gönderip onlar da ayaklananları, “Biraz sabrediniz.” yollu sözlerle susturdular. Bu sırada onlara, “Sizin maaş ve tayinleriniz Musa İbni Boğa ile Muhammed İbni Boğa’dadır.” denilmiş olduğu Muhammed İbni Boğa’nın kulağına gidince, kaçma niyetinde iken Mühtedi onu kandırarak tutup hapsetmiştir. On beş bin altınını aldıktan sonra onu idam etmiştir.
Bununla beraber Mühtedi, Musa İbni Boğa’yı başkomutanlıktan azlederek, Samerra’ya çağırıp orduyu Babekyal’e teslim etmesini yazı ile bildirdi. Babekyal’e de orduyu teslim alması, Musa İbni Boğa’yı ve Müflih’i idam etmesi ve kendisinin bütün Türkler üzerine emir olması mealinde emir gönderdi. Babekyal ise Mühtedi’nin tedbirinin bütün kölemenlere dair olup, sonra nöbetin kendisine geleceği düşüncesiyle bu emirnameyi Musa’ya göstermiş ve “Ne dersin?” diye sormuş. Musa da “Benim düşüncem şudur ki sen, Samerra’ya gidip Mühtedi’ye sadakatini arz ederek onu kandırdıktan sonra idamın çaresini düşünmelisin.” deyip kendisi Hankin’e gelmişti. Babekyal de Samerra’ya gelip Mühtedi’yi kandırma niyetiyle huzuruna çıktı. Mühtedi ise onu derhâl hapsettirdi. Bunun üzerine Muhammed İbni Boğa’nın adamları, “Bizim emirimizi niçin öldürdün?” ve Babekyal’in adamları, “Bizim emirimizi niçin hapsettin?” diyerek Mühtedi aleyhine ayaklandılar. Musa İbni Boğa taraftarları olan kölemenler de onlarla ittifak ederek isyan edip ayaklandılar. Mühtedi de Megâribe ve Ferâgane askerleriyle Salih İbni Vasif’in bin kadar Türk askerini yanına alarak onları düzene sokup müdafaaya gayret etti. Sağ kola Mesrûr Belhî’yi, sol kola Yargüç’ü memur etti. Kendisi merkezde durdu; Esartekin, Tabaygu ve diğer emirler de onunla beraberdi.
Mühtedi, isyancıları tehdit için cellatlara emretti. Onlar da Babekyal’i öldürüp kesilmiş başını meydana attılar. Asiler ise hiddetlenerek Mühtedi üzerine şiddetle hücum ettiler. Her iki taraftan pek çok adam öldü. Mühtedi, çok yiğitlik gösterdi. Fakat sağ ve solundaki kölemenler kendi cinslerine meyledince merkezde olan asker de bozuldu. Mühtedi yalnız kaldı ve kaçmaya mecbur oldu. Fakat tutulup bir evde hapsedildi.
İki yüz elli altı senesi recebinin on beşinde zorbalar, Ahmed İbni Mütevekkil’i hapisten çıkarıp ona biat ederek kendisini Mutemed Alellah diye lakaplandırdılar. Derhâl Musa İbni Boğa da Hankin’den gelip biat edince resmî biat tamam oldu.
Zorbalar, Mühtedi’nin hayalarını sıkıp idam ederek, recebin on sekizinde cenazesini meydana çıkarıp insanlara gösterdiler. Vücudunda yara izi olmadığına birçok kimseyi şahit tuttular. Sanki tabii ölümüyle vefat eylemiş olduğuna halkı ikna ettiler. Mühtedi’nin hilafet müddeti on bir aydan ibarettir.

Mutemed ve Mutezid’in Devri
Devlet işlerinin idaresi tamamıyla Türk kumandanların ellerinde olduğundan, her biri bir memleketi belli bir vergiye bağlayarak memurları ile vekâleten idare ediyorlar ve gelirlerini tamamen alıyorlardı. Mısır Eyaleti Babekyal’in vergi aldığı yer olup, Mısır’daki Şeyhü’l Beled ise o esnada başına buyruk olduğundan, Babekyal iki yüz otuz dört yılında Türk kumandanlarından Ahmed İbni Tolun’u bizzat Mısır’a memur olrak görevlendirmiş, o da gidip Mısır’ı inzibat altına almıştı.
İki yüz elli beş senesinde Mısır’da bir Alevi çıkarak, “Ahmed İbni Muhammed İbni Abdullah İbni İbrahim İbni Taba Taba’yım.” diyerek halifelik iddiasına kalkışınca İbni Tolun, onun üzerine asker sevk ederek topluluğunu dağıttı. Kendisini de öldürerek kesilmiş başını Samerra’ya göndermişti. Yukarıda anlatıldığı gibi Mutemed tahta çıktığında Mısır Eyaleti Yargüç’ün denetiminde olup o da İbni Tolun ile aralarındaki eski dostluğa dayanarak, iki yüz elli altı yılında bütün Mısır Eyaleti’nin idaresini İbni Tolun’a terk etti. İbni Tolun ise mutemet ve muktedir bir zat olduğundan, Mısır taraflarını tam bir asayiş altına aldı ve güzelce idare etmeye muvaffak oldu.
O sırada Ali İbni Zeyd El-Alevi ortaya çıkarak Kûfe’yi ele geçirmişti. İbni Sûfî diye bilinen bir Alevi de Mısır’da halifelik davasına kalkışarak Esna’yı ele geçirmişti. Halife tarafından çok asker sevk edilerek Ali İbni Zeyd’in cemiyeti dağıtılıp Kûfe kurtarıldığı gibi, İbni Tolun da acele asker göndererek, İbni Sûfî’yi El-Vâhât’a kaçırdı. İşte bu olay da devlet büyükleri katında onun şan ve itibarını arttırdı. Yine o esnada Yakub Saffâr, Belh ve Kabil’i; Taberistan Hükümdarı Hasan İbni Zeyd El-Alevi de Cürcan’ı ele geçirdi. Ahmed İbni Tolun’un ise günden güne şan ve şöhreti artmakta idi.
Kısacası, Abbasi Devleti’nde düzen ve asayiş kalmamış, devamlı olarak asiler ve Hariciler ortaya çıkmakta idiler. Fakat ileride görüleceği üzere zencilerin zulümleri ve tecavüzleri her türlü şeyi bastırmıştı.

Sahibü’z-Zenc’in İsyanı
İki yüz elli beş tarihinde Abdülkays Kabilesi’nden bir serseri Basra nahiyesinde ortaya çıkıp az vakitte başına bir büyük cemiyet topladı. Şöyle ki o yörede fazla olan zenci kölelere hürriyet, mevki ve memuriyet vaadi ile onları kendine çekti. Onlar vasıtasıyla efendilerini tutup hapsettirdi ve hepsini kendisine tabi kıldı. Bu nedenle kendisine Sahibü’z-Zenc denildi.
Mutasım zamanından beri Irak’ta Alevilik propagandası yapanların çoğunluğu Zeydiyye’den olmaları münasebetiyle bu Sahibü’z-Zenc de önce İmam Zeyd’in evladından olma iddiasıyla ortaya çıktığından o yörede bulunan serseriler, hep ona tabi oldu ve gittikçe topluluğu büyüdü.
Tavır ve işleri ise asla ehlibeytin hâl ve şanına yakışmazdı. Zira söz ve hareketlerine bakıldığında Haricilerden Azarika görüşünde olduğu anlaşılır.
Şöyle ki minbere çıkıp Osman, Ali, Muaviye, Talha, Zübeyr ve Aişe (r.a.) hazeratını kötüler ve sünnilerin mal ve canlarını helal addederek kadınlarını ve çocuklarını esir kabul ederdi. Bir zencinin yanında, beş on kadar Beni Haşim kızlarının esir olarak kullanıldıkları görülürdü.
İki yüz elli altı yılında Sahibü’z-Zenc, Atîle köyü üzerine hücum ederek karşısına çıkan dört bin askeri hezimete uğrattı. Übbüle’yi tahrip ve Abbâdân köyünü istila edip bir taraftan da Kadisiye nahiyesini yağmaladı. Şattü’l-Arap’taki gemileri ele geçirip bir nehir donanmasına sahip oldu. Üzerine sevk edilen Basra askerine galip geldi. Basra halkı korku ve telaşa düşerek çoğu etrafa dağıldı. Halife Mutemed, âciz ve şaşkın kaldı. Hemen kardeşi Ebu Ahmed’e Yemen, Mekke, Medine, Kûfe ve ondan sonra ilave olarak Basra, Ehvaz, Fars, Sudan, Irak ve Bağdat’ı da verdi. Sahibü’z-Zenc ise o esnada halife askerine üstün gelerek Basra’yı istila ve tahrip etti.
İki yüz elli sekiz yılında, Ebu Ahmed, bizzat ordu ile Sahibü’z-Zenc üzerine hareket ettiyse de ilk muharebede askeri dağıldı. Ebu Ahmed bozgun askeri toplamak üzere Übbüle’ye çekildi. Fakat diğer taraftan onun bir askerî birliği, zencilere üstün gelerek başbuğlarını esir edip Samerra’ya gönderildi. Açıkça işkence ile öldürülerek bir derece gönüller soğutuldu. Daha sonra Ebu Ahmed, bizzat zenciler üzerine hareket ederek onlara üstün gelip pek çoğunu yaralayıp öldürdüyse de ordusunda hastalık baş gösterince Vâsıt’a çekildi. Ve oradan Samerra’ya geldi.

Tahiroğulları Hükûmetinin Yıkılışı ve Samanoğullarının Ortaya Çıkışı
İki yüz elli dokuz yılında Yakub Saffâr, Horasan valisi Muhammed İbni Tahir’in karargâhı olan Nişâbur’u zapt ederek, Muhammed İbni Tahir’i tuttu. Ailesi ve akrabaları ile beraber Sicistan’a gönderdi. Bütün Horasan Eyaleti’ne yayılarak nice yıllardan beri doğu taraflarında bağımsız olarak hükümrân olan Tahiroğulları hükûmetleri bu suretle yıkılmış oldu.
İki yüz altmış yılında Ya’kûb Saffâr, Taberistan’a da tecavüz etti. Hasan İbni Zeyd El-Alevi ona karşılık verip savunmaya geçtiyse de yapılan muharebede hezimete uğrayarak, Deylem dağlarına sığındı. Saffâr da arkasından gitti. Fakat Deylem dağları gayet sarp olduğundan kırk bin asker kaybolup nice bin hayvan ve sayısız mühimmat ve başka eşyaları kaybederek dönmek zorunda kaldı. Rey’e gelip durumu, hilafet makamına arz etti.
İki yüz altmış bir yılında zenciler, Ehvaz’ı yaktılar. Ahalisinden kimini öldürüp kimini esir ettiler. Saffâr da gelip Fars Eyaleti’ni zapt etti. Fârs’ın geliri ise halife hazinesine ait olduğundan bu nedenle de beytü’l-mâlin sıkıntısı arttı. Saffâr’a rakip olacak Âl-i Saman da bu sene meydana çıktı. Saman, meşhur Behram Çûpîn neslinden olup, oğulları Maveraünnehir emirlerinden idiler. Memun, Horasan’da iken onları davet ve vaatlerle cezbedip, Maveraünnehir’de istihdam etmişti. Sonra Beni Tahir de onları memuriyetlerinde bıraktı. Bu defa hilafet makamından, Nasır İbni Ahmed İbni Esed İbni Saman, Maveraünnehir valisi olarak atandı. O da Saffâr’a karşı Maveraünnehir’in muhafazasına çalıştı.

Saffâr ile Muvaffak’ın Savaşı
Yine iki yüz altmış bir yılında Halife Mutemed, kardeşi Ebu Ahmed’i veliaht yapıp Muvaffak diye lakap vererek bütün doğu taraflarını ona verdi ve zenci muharebesini ona bıraktı. O da zenciler ile muharebe için zilhicce ayı içinde Basra’ya harekete hazırlanmışken ileride görüleceği üzere Saffâr’ın mütecaviz hareketlerinden dolayı, zenci seferini erteleyerek Bağdat’ta durmak zorunda kaldı.
Şöyle ki: Bu esnada Saffâr’ın ordusuyla Fars’tan Ehvaz’a doğru hareket etmesi telaş ve endişeye sebep oldu. Kendisine bütün şark taraflarının beyliği ile zaptiye bakanlığı makamının verildiği ilan ve fermanı, kendisine özel bir görevli vasıtasıyla gönderilmiş ve geri dönmesi bildirilmişse de halifelik merkezine varmadıkça dönmeyeceğini cevaben bildirdi. Bu yüzden ona karşı savaş hazırlıklarına başlandı.
Saffâr, iki yüz altmış iki yılı cemaziyelahiresinde Vâsıt’a gelip oradan yukarı doğru hareket ettiği anlaşılınca; veliaht olan Ebu Ahmed Muvaffak, hemen ordu ile ona karşı gitti. Recep ayı ortalarında, iki tarafın karşılaşmasında; evvela Saffâr galip ise de kendisinin adamları halife ile muharebeyi günah sayıp Saffâr’ın üzerine hücum ettiklerinde Saffâr, kendisinin özel askeriyle dayanarak onları geri püskürtmüştür. Fakat yerinde duramayıp savaş yerini terk edip dönmeye mecbur olduğundan halife askeri, onun ordugâhını yağmaladı. Pek çok hayvanat ve eşyayı ganimet olarak aldılar.
Saffâr’ın hapsinde bulunan eski Horasan Valisi Muhammed İbni Tahir bu kargaşada kurtulup Muvaffak’ın yanına geldi. O da ona hilat (hükümdarların mükâfat olarak giydirdikleri kaftan) giydirdi ve Bağdat’ın zaptiye bakanlığını ona verince İbni Tahir Bağdat’a gitti.
Saffâr, öylece bozguna uğrayarak Huzistan’a gitti. Muvaffak da onu takip için Vâsıt’a gitmek üzereyken hastalanarak Bağdat’a geri döndü. Zenciler, bu durumu fırsat bilerek etrafa saldırarak hayli hasar verdilerse de Ehvaz’da bir büyük hezimete uğradılar. İki yüz altmış üç yılında Saffâr’ın askerleri gelip Ehvaz’ı istila ettiler.

Tolunoğlu Ahmed’in Şam’ı Ele Geçirmesi
O esnada Mısır valisi Ahmed İbni Tolun ile Ebu Ahmed Muvaffak’ın araları bozuk olup Muvaffak, ona yazılı tehdit gönderdi. İbni Tolun da ona ağır cevaplar verdi. Muvaffak hemen bir büyük ordu ile Musa İbni Boğa’yı Mısır üzerine gönderdi, İbni Tolun, ondan haberdar olunca harbe hazırlanarak lazım gelen yerlere, istihkâm verdi. İbni Boğa’nın yanında ise öyle bir büyük ordunun idaresine kâfi mal olmadığından ihtiyaçlarını tamamlamak için on ay kadar Rakka’da kaldı. Askeri, maaşlarını istemeye teşebbüs ettiğinden orduda karışıklık çıktı ve İbni Boğa dönüp Irak’a gitti.
Hâlbuki iki yüz altmış dört yılında Suriye Valisi Emâcûr ölünce Ahmed İbni Tolun, pek çok askerle Mısır’dan çıkıp Şam’a geldi. Halifenin Şam bölgesini kendisine vermiş olduğundan bahisle sancak beylerine, memuriyetlerine devam etmelerini buyuran emirler gönderdi. Onlar da itaat ettiler ve Ahmed İbni Tolun Dımışk’a ve oradan Humus, Hama ve Halep’e gelip memurlarını yerli yerinde bıraktı. Fakat Antakya ve Tarsus Emiri Uzun Sima itaat etmediğinden İbni Tolun, gidip onu sıkıştırarak yürüyüşle Antakya’ya girdi. Sima, son nefesine kadar karşı koyduysa da nihayet öldürüldü.
İbni Tolun, bütün Şam topraklarını zapt ettikten sonra Tarsus’a geldi. Orada ikamet edip de Rum diyarına gaza ile meşgul olmak arzusundaydı fakat yanındaki çok sayıdaki askeri Tarsus besleyemedi. Halkı fiyatların yükselmesinden şikâyet ettiğinden o da Şam’a geri döndü. Bu şekilde hükmettiği sahaları genişleterek bütün Mısır ülkesi, Şam ve Halep’te hükmü geçen muktedir bir hükümdar oldu. Her ne kadar veliaht olan Ebu Ahmed Muvaffak’ın ona düşmanlığı varsa da; o da kendi kuvvetine ve Halife Mutemed’in eğilim ve teveccühüne güveniyordu.
Fakat Mutemed, daima zevk ve sefa ile vakit geçirip devlet işleri ve halkın meseleleriyle alakadar olmazdı. Muvaffak ise çalışkan, gayretli, tedbirli ve düşünceli bir zat olduğundan; asker ve ahali ona meyilli idi. Muvaffak’ın kuvvetli bir düşmanı olan Yakub İbni El-Leys Es-Saffâr, iki yüz altmış beş yılında vefat etti. Yerine geçen kardeşi Amr İbni El-Leys, halifeye bağlılığını bildirmekle Muvaffak da Horasan, İsfahan, Sicistan, Sind ve Kirman eyaletlerini ve Bağdat’ın zaptiye bakanlığını ona vererek hilatını gönderdi. O da kardeşi merhum Yakub’un ocağına incir dikmiş olan, Beni Tahir’den Ubeydullah İbni Abdullah İbni Tahir’i Bağdat’a zaptiye bakanı yaptı. Muvaffak ve Amr da Ubeydullah’a hilat elbisesini giydirdiler.
Abbasi Devleti, o zaman nasıl karışık bir hâle düşmüştü ki bütün doğu tarafları, veliaht olan Muvaffak’a idare etmesi için verildiği hâlde, bu memleketleri Amr İbni El-Leys’e vermiş. Bu memleketler ise bilfiil oralarda hüküm süren Saffâr’dan, kardeşi Amr’a miras kalmıştı. Ona paye olmak üzere verilen zaptiye bakanlığını ise kendisi fiilen idare etmediği hâlde sanki tarafından vekâletle idare etmek üzere Ubeydullah’a bırakılmış, halife de buna seyirci kalmıştı. İşte bunlar hep itibari işler kabilinden olup arada hakikatin kaybolduğu anlaşılır.
Her ne ise Yakub’un vefatıyla Muvaffak’ın doğuda meseleleri bir derece hafiflik kazanmış olduğundan bir ağır kuvvetle İbni Tolun’un üzerine yüklenebilirdi. Fakat aşağıda anlatılacağı gibi zenciler meselesi her şeyi unutturmuştur.

Sahibü’z-Zenc ile Muvaffak’ın Savaşları
Sahibü’z-Zenc’in askerleri iki yüz altmış dört yılında Vâsıt’ı yakarak ve birçok insanı öldürerek Bağdat civarını titrettiler. Altmış beş senesinde Numaniye’ye girerek ahalisinden kimini öldürüp kimini esir ettiklerinden o yöre ahalisi, vatanlarını terk ederek Bağdat’a göç edip sığındılar.
İki yüz altmış altı yılında kumandan ve diğer subaylar, meydanı boş bulup çeşitli zulüm ve düşmanlığa başladıklarından, doğrudan doğruya halifenin hükmü altında bulunan ahali pek çok sıkıntı içinde kaldı. Zira Halife Mutemed, faydasız işlerle, Muvaffak da zenci meselesiyle meşgul olduklarından meydanda zalimlerin zulmüne mâni olacak kimse yoktu. Zenciler yukarıda anlatıldığı gibi Vâsıt’ı yakarak daha berilere tecavüz etmeleri üzerine Muvaffak onları tamamen yok etmek için lazım gelen hazırlığa başladı. Altmış altı senesinde oğlu Ebu Abbas’ı askerle zenciler üzerine sevk etti. Bu Ebu’l-Abbas, Halife Mutemed’den sonra Mu’tazid unvanı ile halife olan zattır ki bu defa on bin asker ve bir mükemmel nehir donanması ile zenciler üzerine gitti. Zencilerle karada ve nehirde pek şiddetli muharebeler yaptı, yendi ve zafer kazandı. Babası Muvaffak da iki yüz altmış yedi yılı başlarında ona ulaştı ve onunla beraber harbe girişti. Zencilere gereği gibi galip gelindi. Menî’a Kalesi’ni ve Mansura beldesini fethetti. Vâsıt ve Kûfe kadın ve çocuklarından, zencilerin elinde bulunan on binden fazla esir kurtarıldı. Mansura’da pek çok gıda maddesi bulunup esirlere ve askerlere pay edildi. Daha sonra Ebu Ahmed Muvaffak, Sahibü’z-Zenc’in karargâhı olan ve Dicle Nehri üzerinde bulunan Muhtâre adlı müstahkem şehri muhasara altına aldı.
İki yüz altmış sekiz senesi başlarında Sahibü’z-Zenc’in muteber kumandanlarından bazıları eman dileyerek çıkıp Muvaffak tarafından ikram ve iltifatlara nail oldular. Ara sıra dışarı çıkarak şiddetli hücumlar yapan Behbûd adlı en muteber kumandanı öldürüldü ve oğlu Enkilay İbni Sahibü’z-Zenc yaralandı. Karada ve nehirde pek şiddetli ve kanlı muharebeler vuku buldu. Muvaffak, kale duvarına kadar vardı, lağımcılara gedikler açtırdı. Sahibü’z-Zenc de kuvvetle müdafaa ediyordu. İki yüz altmış dokuz senesi ortalarında, Muvaffak’ın göğsüne bir ok değdi. Üç ay kadar yaralı yattı. Daha sonra kalkıp yine işine devam etti. Muhtâre şehri üzerine neft ateşleri yağdırmasıyla nice ev ve saraylarla beraber Sahibü’z-Zenc’in sarayı ve hükûmet daireleri de yandı. Sahibü’z-Zenc çıkabildiyse de ailesi esir oldu ve Muhtâre şehri fetholundu.

Mutemed’in Şam’a Gitmesi ve Geri Döndürülmesi
Ebu Ahmed Muvaffak yukarıda anlatıldığı gibi zencilere galebe gelerek nüfuzu fazlalaştı. Devlet işlerinin idaresi hep onun hâkimiyetine geçti. Halife Mutemed zaten ondan ürkerken iki yüz altmış dokuz yılında tamamen vehim ve vesveseye düştü. Mısır Valisi Ahmed İbni Tolun ile gizli muhabereye girişti. Aralarında verdikleri karar üzere İbni Tolun, Şam’a geldi. Mutemed de Samerra’dan çıkıp gezinti yapıyormuşçasına Şam’a gitti. Muvaffak bu hâlden haberdar olunca onu iade için Musul valisi İshak İbni Kendâc’e yazılı emir gönderdi. O da Nusaybin’den binip Musul ile Hadise arasında Mutemed’e ulaştı. “Ya emire’l-müminin kardeşim düşmanlar karşısında harp ile meşguldür. Sen başkentinden ayrılıyorsun: O bu durumdan haberdar olunca muharebeden vazgeçer. Dedelerinden miras kalan memleketler de düşman eline düşer.” dedi. Mutemed’in yanındaki emirler ve hükümdarın has adamlarını tutukladıktan sonra Mutemed’i Samerra’ya götürdü. Muvaffak’ın kâtibi Mutemed’i karşıladı ve hilafet merkezine uğratmayıp bir konağa kondurdu. Kapısına asker koyup herhangi bir kimseyle konuşup görüşmekten menetti.
Mutemed, bu şekilde işlerden el çektirilip artık işlerin idaresinde asla müdahalesi kalmadı. Ondan sonra Vâsıt’a nakledilerek orada iskân edildi.
İmam Suyutî’nin açıkladığı gibi zorla işlerden el çektirilen ilk halife Mutemed’dir. Gerçi bir vakitten beri işlerin görülmesi, Türk komutanların ellerinde bulunmuşsa da yine halife, halk ile görüşür ve ne yapılacaksa ona yaptırılırdı. Hiç olmazsa görünüşte hilafetin şan ve şerefi muhafaza olunurdu. Mutemed ise halk ile görüşmekten bile menedilmiş olduğu hâlde yine fermanlar onun adına yazılır ve mirî mallar onun adına alınırdı. Fakat işlerin görülmesi, hep kardeşi Muvaffak’ın elinde olup o her ne dilerse Mutemed, o şekilde emir vermeye mecburdu.
Durum İbni Tolun tarafından anlaşılınca ileri gelenleri, kadıları ve fukahayı toplayıp “Muvaffak, emire’l-müminine isyan ettiği için onu veliahtlıktan attınız.” dediğinde hazır bulunanlar bu emre uydularsa da Kadı Bekkâr İbni Kuteybe muhalefet etti. İbni Tolun’a, “Sen daha önce bize Muvaffak’ın veliahtlığına dair bir ferman okumuştun. Şimdi de tahttan indirilmesi hakkında bir ferman getir.” deyince İbni Tolun, “Mutemed, şimdi emir altında ve mağluptur.” dediğinde Bekkâr, “Ben bilmiyorum.” deyince İbni Tolun hiddetlenip “Şu bunak herifi alın!” diyerek Bekkâr’ı hapse atıp malına el koydu. Hutbe ve sikkelerden Muvaffak’ın ismini kaldırdı. Onun üzerine Muvaffak’ın emriyle her tarafa yazılan yüksek emirler gereğince minberler üzerinde İbni Tolun’a lanet okundu. İbni Tolun’un kölesi ve onun tarafından Humus, Halep ve Rakka valisi olan Lü’lü de efendisine isyan ederek bazı şartlarla Muvaffak’a tabi olmak üzere onunla haberleşmeye girişip o da ileri sürülen şartları kabul etmişti.

Sahibü’z-Zenc’in Öldürülmesi
Muvaffak, yukarıda anlatıldığı gibi, Sahibü’z-Zenc’in karargâhı olan Muhtâre’yi zapt ettiyse de Sahibü’z-Zenc, ihtiyaç olursa iltica etmek üzere tahkim ettiği mevkilere çekilerek güçlü bir şekilde savunma yaptı. Muvaffak da o habisin şer ve zararını kökten temizlemek üzere büyük hazırlıklar ile meşgulken; İbni Tolun’un kölesi ve onun tarafından, Humus, Halep ve Rakka valisi olan Lü’lü önce geçtiği gibi efendisine gücenerek bazı şartlar ile Muvaffak’a tabi olduğundan büyük ve mükemmel bir ordu ile Rakka’dan hareket etti. İki yüz yetmiş senesi muharreminin başlarında Muvaffak’ın yanına vardı. Muvaffak, ona ve maiyetindeki kumandanlara fevkalade hürmet gösterdi. Bu suretle kuvveti arttı. Karadan ve nehirden, zenciler üzerine hücum ve şiddetle saldırdı. Safer ayı içinde gayet kanlı muharebeler vuku buldu. Lü’lü ile yoldaşlarının fevkalade şecaat ve maharetleri görüldü. Nihayet bir gün Sahibü’z-Zenc denilen habisin öldürüldüğü sevindiren haberi yayıldı. Acaba doğru mu denilirken Lü’lü askerinden bir köle atını teperek süratle gelip Sahibü’z-Zenc’in başını Muvaffak’a takdim etti. Herkes büyük bir sevinç ile şükür secdesine vardı.
Habisin askerinden pek çoğu kılıçtan geçirildi. Kılıç artıkları da eman isteyip teslim olarak on dört buçuk yıldan beri uzayan zenci sıkıntısı, nihayet buldu. Bütün insanlar, Muvaffak’ın övücüsü ve duacısı oldu. Zencilerin şerrinden yukarıda geçtiği gibi Bağdat’a iltica etmiş olan köylerin halkı da yerlerine gidip yerleştiler.

Karâmita’nın Ortaya Çıkışı
Yukarıda anlatıldığı üzere, zencilerin Basra tarafını işgal ettikleri sırada Kûfe taraflarında da Kırmıt adında bir dinsiz, ortaya çıkıp çöl bedevilerinden aklı ve dini olmayan birçok kişiyi saptırarak sapık mezhebine sokmakta olduğu hâlde gidip Sahibü’z-Zenc ile görüşmüştü. Kendisine tabi olan yüz bin ahali ile zenciler birleşirse büyük kuvvet hasıl olacağını söylemişti. Fakat Sahibü’z-Zenc haricilerin azgınlarından olup Kırmıt ise hulule inanıp Allah’ı inkâr derecesine varan gulât-ı Şia’dan (azgın Şiiler) idi. Aralarında fikrî uyuşma olamadığından dolayı Kırmıt, yine Kûfe tarafına dönerek, kendi batıl mezhebini yaymak ile meşgul olup bedevilerden ve sefillerden birçok halk ona tabi olmuştur ki bunlara Karâmita denilir. Bu defa, yukarıda geçtiği gibi zenci sıkıntısı bertaraf olmuşsa da yedi sekiz yıl sonra zencilerden kat kat daha alçak olan Karâmita güruhu Kûfe tarafında baş göstermeye başlamıştır. Dünya hâli böyledir. Belaların biri batar, biri çıkar ve çok defa sonraki evvelkiyi unutturur yahut ona rahmet okutturur.

Mutemed’in Bazı Hâlleri
Muvaffak, daha önce açıklandığı üzere zencilerin kötülüklerini ortadan kaldırma işinde başarılı olarak şan ve itibarı bir kat daha fazlalaştı. Fakat halifenin idari işlerden el çektirilerek Vâsıt’ta tutulması dedikoduya sebep olduğundan Mutemed, bu yıl şaban ayı içinde, Samerra’ya döndürüldü. Bağdat’a vardığında güya Halife Mutemed, elinden yetkileri alınmamış gibi önünde askerle Zaptiye Bakanı Muhammed İbni Tahir, harbe (kısa mızrak) elinde olduğu hâlde yürüdü. Bu ise insanlara bir gösterişti. Mutemed’de halife unvanından başka bir şey yok idi.

Tamamlayıcı Bilgi
Lü’lü’nün yukarıda anlatıldığı gibi bu muharebelerde çok yararlı işler yaptığından Muvaffak, gerek ona gerek kumandanlarına pek çok ikramlarda bulundu. Fakat iki sene sonra onu hapsedip sıkıştırarak dört yüz bin altınına el koymuştur. Ve ondan sonra biçarenin üzerine talihsizlik çöküp gittikçe fakir olarak bir müddet sonra İbni Tolun’un torunu zamanında, bir köle ile Mısır’a gitmiştir. Esirü’d-Din der ki: “İşte boş akıl ile iyiliği inkârın meyvesi budur.”

Hasan İbni Zeyd ve Ahmed İbni Tolun’un Vefatı
Yirmi seneye yakın Taberistan’da imam ve bağımsız olarak hükümran olan Hasan İbni Zeyd El-Alevi aleyhi rahmetu’l-bârî iki yüz yetmiş senesi recebinde beka âlemine göçünce kardeşi Muhammed İbni Zeyd, Taberistan’a hükümdar oldu. Yine bu yıl Mısır ve Şam hükümdarı olan Ahmed İbni Tolun da Antakya’da vefat etmiştir.
Şöyle ki Tarsus o zaman hudut boylarında oturan murabıtların merkezi olup gaziler fırsat buldukça Rum ülkesine gaza ederlerdi. Bu defa içlerinden Bâzmâr adlı görevli isyan edip, Ahmed İbni Tolun’un oradaki mutasarrıfını kovunca İbni Tolun ordusuyla Adana’ya gidip Bâzmâr’ı itaate davet ettiyse de kulak vermediğinden İbni Tolun, gidip Tarsus’u muhasara etti. Bâzmâr, Tarsus Nehri’ni yarıp su akıtarak, İbni Tolun’un ordusunu suda boğdu. Az kalsın bütün askerleri yok olacaktı. Kış mevsimi olduğundan İbni Tolun, artık orada durmayıp ordusuyla geri dönerek, Antalya’ya gitti. Mukadder olan ecelinin gelmesiyle beka âlemine göçtü. Yerine oğlu Humârveyh geçti.
Ahmed İbni Tolun, hayırsever, dindar biriydi ve âlimleri severdi. Yirmi altı sene süren hükümdarlığı zamanında çok hayırlar yapmış ve çok iyiliklerde bulunmuştur. Yafa Kalesi’ni de o bina etmiştir. Rahmetullahi aleyh.
İki yüz yetmiş bir yılında merhum İbni Tolun’un oğlu Humârveyh ile Muvaffak’ın oğlu Ebu’l-Abbas Mutezid arasında bir büyük muharebe meydana gelmiştir.
Şöyle ki İbni Tolun’un vefatı üzerine Musul ve El-Cezire Valisi İshak İbni Kündac ile Enbâr, Rahbe ve Fırat yolu valisi olan Muhammed İbni Ebu’s-Sac, tamah edip Şam şehirlerini ele geçirmek üzere Muvaffak’tan izin ve yardım istediler. O da onlara ruhsat vermekle beraber oğlu Ebu’l-Abbas’ı kâfi miktarda askerle Şam tarafına gönderdi. Üçü birleşip Şam’a doğru gittiler. Humârveyh’in askerini vurup dağıttılar ve Şam’ı işgal ettiler. Bozgun asker Remle’de toplandı. Ebu’l-Abbas onları takip ediyordu. Humârveyh ise pek büyük bir ordu ile gelip Remle dışında ordusunu kurdu. Ebu’l-Abbas, askerini düzene koyarak harbe hazırlandığı sırada Humârveyh de askerini düzene koyarak bir grup ile Said-i Eyser adlı emiri pusu için hazırladı.
Ebu’l-Abbas’ın sol tarafı pek şiddetli bir şekilde hücum edince Humârveyh’in sağ tarafı bozuldu. Humârveyh ondan evvel muharebe görmemiş olduğu için ürküp kendisi gibi birtakım tecrübesiz gençlerle kaçarak soluğu Mısır’da aldı. Ebu’l-Abbas da iş bitti zannıyla onun çadırına kondu. Askeri de ordu yağmasına koyuldu.
Said-i Eyser ise pusudan çıkıp Humârveyh’in kalan askerleri de ona katıldı. Hemen parolalarını söyleyerek ordu yağmasıyla meşgul olan Iraklılar üzerine kılıç üşürdüler. Ebu’l-Abbas da Humârveyh döndü zannıyla firar etti ve arkasına bakmayıp Şam yolunu tuttu. İki ordu da emirsiz kaldı. Irak askerinin çoğu kırıldı ve kalanı esir oldu.
Said-i Eyser Mısır’a müjdeci gönderdi. Humârveyh mahcup oldu, fakat memnun kaldı. Allah tarafından meydana gelen zafere şükrederek esirlere güzel muamelede bulundu. “İsteyen hizmetimizde kalsın, isteyen Irak’a dönsün.” dedi. Onların kimisi Mısır’da kaldı kimisi Irak’a geri döndü.
Ebu’l-Abbas daha önce açıklandığı gibi Remle’de savaş meydanından kaçarak, Şam’a geldiğinde Şamlılar onu kabul etmediğinden Tarsus’a geldi. Sonra Bâzmâr da onu Tarsus’tan kovmakla Bağdat’a geri dönmüştür. Mısır askerleriyle hiçbir engel ve zahmete uğramaksızın Fırat Vadisi’ne kadar inip tamamıyla Suriye’yi zapt etmişlerdir. Daha sonra Humârveyh birçok hediye göndererek Tarsus’ta murabıtların başı olan Bâzmâr’ı da tutarak kendisine biat ettirmiştir.
İbni Kündac ile İbni Ebu’s-Sac, yukarıda anlatıldığı üzere Şam Seferi’nden El-Cezire’ye döndüklerinde birbirleriyle müttefik iken aralarında çıkan rekabet ve düşmanlıktan dolayı, İbni Ebu’s-Sac ondan ayrılıp Humârveyh’e tabi oldu. İki yüz yetmiş üç yılında onun adına hutbe okudu. Humârveyh de ona ve onun maiyetindeki askere birçok hediye gönderdi. Şam tarafına hareket ederek, Bales’te İbni Ebu’s-Sac ile görüştü. Bundan sonra İbni Ebu’s-Sac, Rakka’ya gidip İbn-i Kündac ile muharebe ederek ona galip geldi ve bütün El-Cezire ile Musul’u işgal etti. Oralarda da Humârveyh adına hutbe okudu.
İki yüz yetmiş bir yılında halife askeriyle Sicistan, Kirman ve Horasan hükümdarı olan Amr İbni El-Leys Es-Saffâr arasında muharebe vuku bulmuştur.
Şöyle ki Horasan hacıları Irak’a geldiklerinde, Halife Mutemed’in huzuruna çıkarıldıklarında; Mutemed onların yanında Amr Saffâr’a alenen lanet ederek onu Horasan’dan azlettiğini söylemişti. Onun üzerine minberlerde Saffâr’a lanet okundu. Bu da Muvaffak’ın görüş ve tedbiri idi. Çünkü Mutemed, hilafet unvanına haiz olarak hutbelerde adı zikrolunmakta ise de yetkileri elinden alınmış olduğundan, kendisince Muvaffak’ın emellerini gerçekleştirebilmek için böyle bazı kişilere lanet okumaktan başka bir işi kalmamıştı.
Bu defa Horasan valiliği Zaptiye Bakanı Muhammed Tahir’e verildi. Onun tarafından vekil olarak Râfi’ İbni Herseme Horasan valisi yapıldı. Muvaffak’ın veziri Said İbni Muhalled de Amr Saffâr ile savaşa memur oldu. Rebiülevvel ayı içinde halife askeriyle Amr Saffâr arasında bir şiddetli muharebe meydana geldi. Amr Saffâr’ın on beş binden ibaret olan askeri bozuldu. Fakat bununla Saffâr’ın kuvvetine zarar gelmedi. Zira onun asıl kuvveti Sicistan’da idi.
Horasan valiliği ise evvelki büyüklük ve ehemmiyette değildi. Zira Horasan valileri önceleri bütün Şark taraflarının hükümdarı olup zaptiye vekâleti makamı da onların uhdesine verilmiş olduğundan, erkân-ı devletten biri onların tarafından vekil olarak zaptiye bakanı olurdu. Taberistan’da bir Alevi imamlığı çıkınca orası Horasan’dan ayrıldı ve Saffâr’ın çıkışıyla Sicistan müstakil bir devlet oldu. Sonra da Maveraünnehir’de Âl-i Saman meydana çıkıp oraya da Horasan valilerinin hükmü geçmez oldu.
İki yüz yetmiş dört yılında Muvaffak, bizzat Amr Saffâr ile harp etmek üzere Fars’a gitmişse de Kirman ve Sicistan’ı istilaya muvaffak olamadığından Irak’a geri dönmüştür. Yetmiş beş yılında oğlu Ebu’l-Abbas’ı bir yere memur ettiğinde Ebu’l-Abbas “Ben Şam’dan başka yere gitmem. Zira emirü’l-mümininin bana verdiği Şam Eyaleti’dir.” deyince Muvaffak hiddetlenerek onu hapsetti.
Muvaffak, yukarıda anlatıldığı gibi Amr Saffâr’ın hakkından gelemediği için onunla uyuşmaya mecbur olarak iki yüz yetmiş altı yılında Bağdat zaptiye bakanlığı makamını Saffâr’a verip o da kendi tarafından Ubeydullah İbni Abdullah İbni Tahir’i zaptiye bakanı olarak atadı. Kısaca maddi olarak hükmü olmayan bir teşrifat muamelesiyle barışmış oldular.
İki yüz yetmiş beş yılında Muvaffak vefat edince Türk beyleri toplanarak oğlu Ebu’l-Abbas İbni Muvaffak’ı, Mutezid Billah lakabıyla isimlendirerek veliahtlığını Mutemed’e imza ettirdiler ve onu babasının yerine geçirdiler. Ebu’l-Abbas Mutezid de işlerin idaresini, hür ve müstakil olarak eline alarak amcası Mutemed’i eskisi gibi yetkisiz bir durumda bırakmıştır. Fakat aradan çok zaman geçmeden Mutemed ölmüştür.
Şöyle ki Bağdat’ta iki yüz yetmiş dokuz yılı recebinin on dokuzuncu gecesi Mutemed Alellâh İbni el-Mütevekkil çok yiyip çok da şarap içtiğinden geceleyin vefat etti. Ertesi gün veliaht olan Ebu’l-Abbas Mutezid Billah İbni’l-Muvaffak İbni’l-Mütevekkil, kadıları ve ileri gelenleri toplayarak, Mutemed’in naaşını muayene ettirdikten sonra defnolunmak üzere Samerra’ya gönderdi ve o gün Mutezid’e biat edildi. O zaman Mutemed’in yaşı elli sene altı aya ve halifelik müddeti, yirmi üç sene, altı aya baliğ olmuştu. Mutezid o sırada Mısır ve Şam sultanı olan Humârveyh’in Katru’n-Nedâ adlı kızını zevce olarak alınca bu defa Mısır’dan bir büyük memur ile büyük miktarda hediyeler geldi.
Fakat Humârveyh, Şam’da iken Mısır’daki haremindeki uşaklarının her biri birer cariyeyi kendisine eş gibi dost olarak almış oldukları Humârveyh’e ihbar edilince, hemen bu hususu tahkik etmek için Mısır’daki cariyelerden bazılarının Şam’a gönderilmesini Mısır’daki kaymakamına yazdı. Yakın adamlarından olan hizmetçiler ise bu işin meydana çıkmasından korktuklarından dolayı aralarında birleşerek iki yüz seksen iki yılı zilhiccesinde; geceleyin Humârveyh’i yatağında iken öldürerek kaçmışlardır. Ertesi gün emirler toplanarak, Humârveyh’in büyük oğlu Ceyş’e biat ettiler. Ceyş ise henüz yaşça büluğa varmamıştı. Alçaklardan kendisine yaklaşanların sözlerine kandı. Babasının emirleri hakkında pek ziyade kötü muamelede bulunarak onları kovmakla korkuttuğundan dokuz ay beylik makamında bulunduktan sonra iki yüz seksen üç yılında Mısırlı askerler isyan ettiler. Ceyş’i öldürüp küçük kardeşi Harun İbni Humârveyh’i tahta geçirdiler.
Fakat o da işlerin idaresinden âciz bir çocuk olmakla Mısır’ın işleri günden güne bozulmuş ve emirler arasında fikir ayrılıkları meydana gelmekle çok geçmeyip memleket bağları tamamen çözülmüştür.
O sırada Mutezid, minberler üzerinde Muaviye’ye, oğluna ve babasına lanet okunmasını emredip bu hususa dair her tarafa gönderilmek üzere ayrıntılı bir ferman müsveddesi kaleme aldırdı. Fakat bazı yakın adamları, “Bu ferman, her tarafta ilan olunursa Alevilere kibir ve gurur gelir, zaman zaman sultana isyan ederler. Halk arasında fitneye sebep olurlar.” diye nasihat edince Mutezid bu azminden vazgeçmiştir.
Tarsus hudutlarında oturan murabıtlar, daima karada ve denizde cihat ile meşgul olup bağlı bulundukları Mısır hükûmeti tarafından da kendilerine yardım edilirdi. İki yüz seksen üç yılında Tarsus’ta karışıklık ortaya çıktı. Fakat Ümmü Dünya’nın karışıklığı ise daha fazla olduğundan Tarsus halkı tarafından Halife Mutezid’e müracaat edilerek onun tarafından bir vali tayin edilmesi istenmekle Mutezid de İbni İhşid’i Tarsus valisi olarak atamıştır.
Mısır beyleri arasında devam edegelen anlaşmazlıktan dolayı Mısır ve Şam sultanı olan Harun İbni Humârveyh işlerin idaresinden âciz kalarak Kınnesrin, Halep ve Avâsım eyaletlerini bıraktı. Geri kalan Şam sancakları ile Mısır kıtasında hilafet tarafından vekil olarak mutasarrıf oldu. Bunlar için halife hazinesine yıllık dört yüz elli bin altın vermek üzere eniştesi olan Halife Mutezid’in himayesine müracaat ettiğinden Mutezid, iki yüz seksen altı yılında Kınnesrin’e gidip Halep ve bağlısı yerleri ve Avâsım Eyaleti’ni Harun’un memurları elinden teslim almıştır.
Horasan Valisi Râfi İbni Herseme daha önce isyan ettiğinden dolayı Mutezid, Sicistan ve Kirman Emiri Amr Saffâr’ı Horasan valisi atayarak onun üzerine musallat etmişti. Saffâr, onun üzerine hareket edip onunla hayli muharebe ederek Horasan’ı zapt etmekle beraber işin sonunda, Râfi’yi öldürmeyi başararak, kesik başını Mutezid’e göndermiş ve Maveraünnehir vilayetinin de topraklarına katılmak üzere uhdesine verilmek üzere istediğinden; iki yüz seksen yedi yılında Mutezid, Maveraünnehir Eyaleti’ni de Saffâr’a verdi ve kendisine kaftan giydirdi. Saffâr, Nişabur’da iken bu verme emriyle kaftan kendisine ulaştı.
İsmail İbni Ahmed Samani ise Maveraünnehir’de bağımsız olarak hükmetmekte olduğundan Saffâr onun üzerine bir ordu sevk etti. Bu ordu Âmul’e vardığında İsmail Samani, Ceyhun Nehri’ni geçip hücum ederek Saffâr’ın askerini vurup perişan ettikten sonra Buhara’ya döndü. Saffâr, hemen hazırlığını bitirerek bizzat ordusuyla Belh’e vardı. İsmail Samani yine nehri geçip onun üzerine saldırarak ordusunu bozdu ve Saffâr kaçarken tutuldu. İsmail, onu alıp Semerkant’a götürdü. Sonra kendi ricası üzerine Mutezid’in yanına gönderdi. Mutezid bu olaydan haberdar olunca Saffâr’ı kötüleyerek İsmail’i övmeye başladı. Saffâr, Bağdat’a geldiğinde Mutezid onu hapsetti. Onun elinde bulunan memleketleri İsmail Samani’ye verdi. İsmail hemen Horasan şehirlerini zapt etti. Kısacası Yakub Saffâr’ın Beni Tahir’e yaptığı muameleyi kardeşi Amr Saffâr da aynı şekilde Âl-i Saman’dan gördü ve doğu taraflarının hükümdarlığı Âl-i Saman’da kaldı.
Taberistan emiri olan Muhammed İbni Zeyd El-Alevi, Saffâr’ın esir olduğunu işitince İsmail Samani, Horasan’ın zaptına kalkışmaz zannı ile hemen iki yüz seksen dokuz yılında çok miktarda asker toplayarak Horasan’ı zapt etmek üzere ileri hareket etti. İsmail Samani’nin askeriyle şiddetli bir muharebeye tutuşup askeri hezimete uğramış ve kendisi de yaralanıp bir iki gün sonra vefat etmiştir. Bu suretle Taberistan da Samanoğullarının eline geçmiştir.
Fakat Muhammed İbni Zeyd’in amca oğullarından, Etruş diye bilinen ve Nasırlilhak diye lakap verilmiş olan Hasan İbni Ali ibnu’l-Hasan İbni Ömerü’l-Alevi, Deylem diyarında ikamet edip müşrik olan Deylemlileri İslam dinine davet ederek pek çoğunu İslam ile şereflendirip yeniden birçok cami inşa etmiştir.
Karâmita grupları ise o esnada etrafa hasar vermekteydiler. Şöyle ki iki yüz seksen altı yılında Karâmita güruhu, Bahreyn’de çoğalarak, Katîf’e gelip hayli kan dökmüşler. İki yüz seksen yedi yılında Basra’ya doğru tecavüze başlamışlar. Mutezid tarafından gönderilen askerleri vurup perişan etmişler idi.
Kûfe bölgeleri Karâmita’sı içinde Ebu’l-Kasım Zikrveyh İbni Mihrveyh adında bir şahıs, İsmail İbni Cafer-i Sadık evladından olmak iddiasıyla ortaya çıkıp, Karâmita da onu şeyh diye lakaplandırarak, Urban’dan bir grup iki yüz seksen dokuz yılında ona biat ettilerse de Mutezid tarafından peyderpey üzerlerine asker sevk edildi. Vuruşup öldürüldükleri için Zikrveyh’in arkasına düşüp, Kûfe tarafından savuşup Şam arazisine gitmişlerdi. Harun İbni Humârveyh tarafından Şam valisi olan Togaç İbni Cef tarafından gönderilen askerlere defalarca galip gelmişlerdi.
Kûfe yöresinde yayılan Karâmita’nın reislerinden Ebu’l-Gavvâr adlı şahıs tutulup Mutezid’in huzuruna getirildi. Mutezid, “Bana haber ver ki Allah’ın ve peygamberlerin ruhları sizin cesetlerinize hulul edip de sizi hata ve yanlışlıklardan korur ve sizi iyi işlere muvaffak kılar diye inanır mısınız?” dediğinde, Ebu’l-Gavvâr ona cevaben, “Hele şuna bak! Ruhullah bize hulul ederse sana ne zarar verir ve iblisin ruhu hulul ederse sana ne faydası olur? Böyle malayaniyi sorma. Sana ait olan şeyleri sor.” deyince Mutezid, “Bana ait olan hususta ne dersin?” diye sordu. Ebu’l-Gavvâr, “Derim ki Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem vefat etti. Babanız Abbas sağdı. Hilafeti talep etti mi, yahut ashab-ı kiramdan biri ona biat etti mi? Ondan sonra Ebu Bekir, hilafeti Ömer’e vasiyet etti. Abbas’ın makamını bilirken ona vasiyet etmedi ve onu şûraya dâhil de etmedi. Sahabe, bu şekilde sizin ceddinizi hilafetten uzaklaştırmışken siz ne hakla hilafete müstahak oluyorsunuz?” deyince Mutezid hiddetlenerek onu işkencelerle katletmiştir.

İleri Gelen Zevatın Vefatları
Muhaddislerin önderi olan İmam Buharî aleyhi rahmetü’l-bârî hazretleri iki yüz elli altıncı yılda, Semerkant’a iki saat mesafesi olan bir köyde en yüksek cennet katına yolcu oldu. Tercüme-i hâli tafsilatıyla yazılsa büyük kitap olur. Şöhreti ise söze ihtiyaç göstermez.
İlm-i hadiste en muteber altı kitap olup, “Kütüb-i Sitte” diye meşhurdur. Onların birincisi “Câmi-i Sahih-i Buharî”dir ki muhaddisinin “Kitabullah’tan sonra kitapların en sahihi, ‘Sahih-i Buharî’dir.” diye övdükleri kitab-ı şeriftir. İkincisi İmam Müslim-i Nişaburî’nin “Sahih”idir. İşte bu ikisine Sahiheyn denir. Diğer dördü “Sünen-i İbni Mâce”, “Sünen-i Tirmizî”, “Sünen-i Neseî” ve “Sünen-i Ebu Davud”dur.
Rivayet edilir ki İmam-ı Buharî, Nişabur’a vardığında, İmam Müslim onunla görüşüp onun hadis ilminde olan bilgisinin yüceliğine hayran olarak İmam Buharî’ye, “Ya üstaze’l-esâtiz, ya seyyide’l-muhaddisîn, ya tabîbe’l-hadis![7 - “Ey üstatların üstadı, ey muhaddislerin efendisi, ey hadis doktoru!”] Dur senin iki ayağını öpeyim.” demiş, Buharî’nin vefatına kadar ondan ayrılmamış ve ulum-ı hadiste onun ikincisi olmuş ve İmam Buharî’den beş sene sonra vefat etmiştir. Rahmehullahu rahmeten vasi’ah.
Beni Musa diye bilinen üç kardeş, yani Muhammed, Ahmed ve Hüseyin ki ulum-ı riyaziyyede (matematik ilimlerinde) devrin âlimlerinden üstün idiler. Bunların içinde en fazla meşhur olan Muhammed İbni Musa iki yüz dokuz yılında vefat etmiştir. Rahmetullahi aleyh.
Yine bu yıl İmam Hasan El-Askerî İbni Ali Nakî İbni Muhammed Takî Hazretleri yirmi sekiz yaşında iken beka âlemine göçtü. İmamiyye’ye göre on iki imamın on birincisidir. On ikincisi de onun küçük oğlu Muhammed Mehdi İbni’l-Hasan El-Askerî’dir ki babasının vefatından beş sene sonra yani iki yüz altmış beş yılında dokuz yaşında iken Samerra yer altı yoluna girip kaybolmuştur. İşte İmamiyye fırkası, onun oradan çıkmasını beklemekteler. Radıyallahü anhüm ve an abâihimü’l-kirâm.
Beni Ağleb’den Afrika emiri olan Muhammed İbni Ahmed, iki yüz altmış bir yılında vefat etmekle yerine emir olan kardeşi İbrahim İbni Ahmed, Sicilya Adası’na geçip uzun müddet gaza ederek büyük zaferlere mazhar olmuştur. Yine bu sene sofiyyeden, meşhur zahit Ebu Yezid El-Bestâmî (k.s.) vefat etmiştir.
Müçtehitlerin büyüklerinden, züht ve takva ehlinden, zahirîlerin imamı olan Davud İbni Ali El-İsfahanî iki yüz yetmiş yılında vefat etmiştir. Allah bol bol rahmet eylesin. Gerek kendisi gerek onu taklit eden fukaha, zahirî diye isimlendirilmişlerdir. Zira ayet, hadis ve diğer rivayetlerin zahirî manasını alıp rey ile tevilden kaçınırlardı. Vaktiyle birçok halk, bu mezheb-i zahirîye tabi olmuşlardı. Daha sonra amelde dört mezhebe uyularak diğer mezhepler unutulduğu gibi Davud Zahirî’nin tabileri de tükenmiştir.
Hadis ilminin büyüklerinden ve “Kütüb-i Sitte” ashabından, daha önce adı geçen İbni Mâce rahimehullahu rahmeten vasi’ah, iki yüz yetmiş üç yılında hayat defterini kapatmıştır. Yine bu sene Endülüs emiri olan Muhammed İbni Abdurrahman El-Emevi vefat etmiştir. Otuz üç erkek evladı kaldı. Vefatında oğlu Münzir’e biat olunduysa da iki sene olmadan o da vefat ettiğinden, yerine kardeşi Abdullah İbni Muhammed’e biat olundu. Rahmetullahi aleyhimâ.
Tarsus Sınır Muhafızı Bâzmâr ara sıra Rumlarla harp eder ve Rum diyarına gaza edip çok içerilere gider ve pek çok esir ve ganimet malı alıp gelirdi. İki yüz yetmiş sekiz yılında yine Rum diyarına girerek gaza edip yaralı olarak dönerken yolda vefat edince yerine İbni Acîf geçti. Mısır ve Şam emiri olan Humârveyh de onu Tarsus beyliğinde alıkoydu ve kendisine pek çok mal göndererek yardım etti.
Halife Mutemed’in vefat yılı olan iki yüz yetmiş dokuz yılında “Kütüb-i Sitte” ashabından ve İmam-ı Buharî’nin talebelerinden, daha önce adı geçen İmam Ebu İsa et-Tirmizî vefat etti. Rahimehullahu rahmeten vasi’ah. Yine bu sene Maveraünnehir emiri olan Nasır İbni Ahmed Samani vefat edip yerine kardeşi İsmail İbni Ahmed Samani geçti. Nasır-ı Samani akil ve mütedeyyin bir zat idi. Allah’ın rahmet ve mağfireti üzerine olsun.
İki yüz seksen altı yılında dil bilgisi âlimlerinden ve İmam Mâzinî’nin talebelerinden, meşhur İmam Müberred vefat etti. Allah kabrini ferahlatsın.
Mısır ve Şam Emiri Humârveyh’in kızı ve Halife Mutezid’in eşi Katrü’n-Nedâ, iki yüz seksen yedi yılında ahiret âlemine göçtü. Allah rahmet etsin.
İki yüz seksen dokuz senesi rebiülevvelinde Halife Mutezid Billah, Bağdat’ta vefat edince oğlu Ali Müktefî Billah’a biat olundu. Mutezid’in hilafet müddeti dokuz sene, dokuz ay, küsur gündür. Allah’ın rahmet ve mağfireti üzerine olsun.

Mutezid’in Oğulları Müktefî Billah, Muktedir Billah ve Kahir Billah’ın Zamanları
Yukarıda anlatıldığı gibi, iki yüz seksen dokuz yılı rebiülahirinde Mutezid ölünce oğlu Müktefî Billah tahta çıkarak fazilet ve adalet yolunu tuttu ve insanların sevgisini kazandı.
İki yüz doksan yılında Karâmita, Şam’ı kuşattı. Hayli mal alarak sulh yaptıktan sonra Humus beldesini istila etti. Hama, Ma’arra ve diğer beldeleri vurup ahalisini kılıçtan geçirdi. Onun üzerine Halife Müktefî tarafından sevk olunan asker, iki yüz doksan bir yılında Karâmita’ya galip gelerek intikam aldı. Bu sene Tarsus gazileri, Rumlar ile çok savaştılar ve Antalya beldesini fethederek, pek çok mal ve ganimet aldılar.
İki yüz doksan iki yılında Müktefî’nin askeri Şam ülkesini zapt ederek, Mısır’a yaklaştıklarında Mısır sultanı olan Harun İbni Humârveyh karşı çıkmışsa da askerleri içine ihtilaf ve ihtilal düşmüş, kendisini bir Mağripli mızrak ile vurup öldürünce halife askeri Mısır diyarını da ele geçirmiştir.
Fakat Mısır’da Halencî adlı bir asi çıkınca Şam Valisi Ahmed İbni Kiğlıg onu yola getirmek için Mısır’a gitti. Karâmita ise bunu fırsat bilerek, iki yüz doksan üç yılında Şam’a hücum ederek pek çok yerleri yağmaladı. Halife tarafından üzerlerine gönderilen askere galip gelerek, halife ordusunu yağmalayarak kuvvet buldularsa da sonra halife tarafından gönderilen çok sayıda asker, Karâmita’yı vurdular, kırdılar, gerektiği gibi intikam aldılar. O esnada İbni Râvendî diye bilinen zındık, ceza âlemine yolcu olmuştur. “Kadîbü’z-Zeheb”, “Kitâbü’l-Lâmi” ve “Kitâbü’z-Zümrüde” gibi küfür ve dinsizliğe dair birçok kitap telif etmiştir.
İki yüz doksan dört yılında Horasan ve Maveraünnehir hükümdarı olan İsmail Samani vefat ederek yerine oğlu Ebu’n-Nasır Ahmed İbni İsmail Samani tahta geçti.

Muktedir’in Tahta Geçmesi
İki yüz doksan beş yılı zilkadesinin on ikisinde Halife Müktefî Billah otuz üç yaşında iken vefat etti. Hilafet günleri altı sene, altı ay, küsur gündür. Onun yerine on üç yaşında bulunan kardeşi Muktedir Billah İbni Mutezid tahta geçmiştir.
İki yüz doksan altı yılında kumandanlar, kadılar ile toplanarak Muktedir’i yaşının küçüklüğünden dolayı tahttan indirerek, Mu’taz’ın oğlu Abdullah’ı Galibbillah unvanıyla hilafet tahtına getirdilerse de Muktedir’in sadık adamları ve taraftarları toplanarak savaşıp galip geldikten sonra Muktedir’i makamına iade ettiler. İbni Mu’taz’ı tutup hapse attıktan sonra bilahare öldürdüler.
Abdullah İbni Mu’taz, İmam Müberred’den ve İmam Sa’leb’den ilim almış, güzel şiirler yazan bir zattı. Şiirleri meşhurdur. Rivayet edilir ki: “Allah, beni halife yaparsa Beni Talib’i toptan yok ederim!” dermiş. Onlar da bunu işitip beddua ederlermiş. Vakıa halife oldu, fakat hilafet müddeti bir günden ibaret olduğundan bir şey yapmaya vakti olmadı.
Muktedir, bu sene Yahudilerin ve Hristiyanların memuriyetlerde istihdam olunmamalarını ve semerli hayvanlara binmemelerini emretti.

Ubeydiyyin Devleti’nin Ortaya Çıkışı
İki yüz doksan altı senesinde Fas dolaylarında Ubeydiyyin Devleti teşekkül etti ki ona Fatımi Devleti de denilir. İki yüz on iki seneden beri Afrika’da müstakil olarak hükmeden Beni Ağleb yıkıldı.
Şöyle ki Bâtıniyye’den İsmailiyye mezhebine inanan Şiilerden Yemen’e giden davetçiler insanları Muhammed soyundan Mehdi’ye biat etmek üzere davet ediyorlardı. Bunlardan bazıları da Mağrip diyarına gidip bazı kabileleri bu şekilde davet ederek bir hayli adam toplamışlardı. Ondan sonra San’a ahalisinden ve İsmailiyye mezhebinin davetçilerinin dâhilerinden Ebu Abdullah Şii, iki yüz seksen yılında batı ülkelerine gidip ve Kenâme Kabilesi içine girip bu daveti tazelemiş ve her taraftan Berberi aşiretleri gelip ona tabi olarak çoğalmaya başlamış idi. İşin başında Afrika hükûmeti ona ehemmiyet vermemişti. O da Tahert beldesine gidip daima ibadet ve taat ile meşgul olmuş, bir büyük mürşit gibi orada ikamet etmiş, her taraftan aşiretler grup grup gelip kendisine tabi olmuş ve şöhreti artmıştı.
Beni Ağleb’den iki yüz doksan yılında Afrika emiri olan Ziyadetullah’ın vezirleri hep Şii olduklarından Ebu Abdullah, Şiilerin kuvvetinin artmasından için için memnun olurdu.
Ziyadetullah ise zevk ve sefaya düşkün olduğundan idare işlerinin inceliklerini düşünmeye vakti yoktu. O esnada İsmailiyye’nin gizlenen imamı İsmail İbni Cafer-i Sadık torunlarından Muhammed İbni Abdullah, Hama’ya bağlı yerlerden Selemye beldesinde otururken vefat edince vasiyeti gereği oğlu Ubeydullah El-Mehdi onun yerine geçti. İsmailiyye Şia’sı davetçileri her tarafta halkı onun adına davete başladılar.
Ebu Abdullah-ı Şii de Mehdi’nin Mağrip’te ortaya çıkacağını ve çeşit çeşit kerametler göstereceğini anlatarak kendi yanına hicret edenlere ne mutlu diye ilan ederek insanları teşvik ettiği, Halife Müktefî zamanında yayılıp duyulduğundan, onun emriyle Ubeydullah-ı Mehdi aranmaya başlandı. O da oğlu Ebu’l-Kasım Muhammed ile birlikte kaçıp Trablusgarp’a varmış. Orada halifenin emri üzerine Afrika Emiri Ziyadetullah da onu aramakta ve takip etmekte olduğundan Mehdi, Trablusgarp’ta duramayıp Sicilmase’ye gitmişti. O zaman Sicilmase vilayetinde Beni Midrar’dan Elyesa hükümdar olup Ziyadetullah ise ona, “İşte Ebu Abdullah-ı Şii’nin, insanları biatine davet ettiği Ubeydullah-ı Mehdi budur. Onu tutup hapse atmak gerekir.” diye haber gönderdiğinden, Elyesa hemen Mehdi’yi ve oğlunu tutup hapse atmıştır.
Önceleri Ebu Abdullah-ı Şii’ye Beni Ağleb tarafından ehemmiyet verilmemişken onun kuvveti gittikçe artmakta olduğundan Ziyadetullah, onun üzerine kırk bin asker sevk etmişse de çarpışmada askeri bozulup dağıldı. Perişan olunca Ziyadetullah artık Afrika’da duramayıp yükte hafif ve pahada ağır mallarını alarak Mısır’a gelip Halife Muktedir’e durumu arz ettikten sonra hemen Mağrip’e döndü. Ebu Abdullah-ı Şii ile harbe başlaması ve Mısır valisinin de ona mal ve askerle yardım etmesi için Muktedir tarafından fermanlar gönderildi.
Mısır valisinin yardım etmede ağır davranması, Ziyadetullah’ın da muhtelif eğlencelerle, cümbüşlerle meşgul olup kötü alışkanlıklara müptela olması neticesinde artık Mağrip’e dönmekten vazgeçerek yerleşme maksadı ile Kudüs’e gelirken Remle’de vefat etmiştir. İşte Afrika’da iki yüz on iki yıl hüküm süren Beni Ağleb’in sonuncusu bu Ziyadetullah’tır. Beni Ağleb’in hükûmeti, kendi kendisini idare eden müstakil bir beylik ise de Abbasi hilafetine bağlı idi. Ama ondan sonra ortaya çıkan Ubeydiyye Devleti, maddi ve manevi anlamda bağımsız olmuş, Abbasi hilafetinin Mağrip ülkesiyle asla alakası kalmamıştır.
Şöyle ki Ziyadetullah’ın önceden geçtiği gibi kaçmasından sonra Ebu Abdullah-ı Şii, Afrika’yı istila etti. İki yüz doksan altı yılı ramazanında Sicilmase üzerine yürüdü. Elyesa karşı çıktıysa da bozguna uğrayarak kaçınca Ebu Abdullah, Sicilmase’ye girip Ubeydullah-ı Mehdi’yi ve oğlunu zindandan çıkardı. Onları atlara bindirip kendisi kabile reisleri ile beraber piyade olduğu hâlde insanlara, “İşte efendiniz!” diye Mehdi’yi göstererek sarayına götürdü. İmam ve halife olmak üzere insanları ona biat ettirdi. Mehdi adalet ve iyilikle insanlara muamele ettiğinden dolayı her taraftan halk onu sevmeye ve meyletmeye başladı. Mehdi’nin emriyle Elyesa takiple tutulup öldürüldü. Bu Elyesa, Sicilmase’de yüz otuz sene hükûmet süren Beni Midrar’ın sonuncusudur.
Yüz altmış yıl Tahert beldesinde hüküm süren Beni Rüstem’in hükûmeti de o sırada yok olmuştur. Beni Ağleb’e tabi olan Sicilya hükûmeti de tabii Mehdi’nin eline geçmiştir. Ubeydullah-ı Mehdi, kırk gün Sicilmase’de ikametten sonra iki yüz doksan yedi yılında Afrika’ya gelip etrafa emirlerini ve memurlarını tayin etti. Devletini teşkil edip bizzat devlet işlerini idareye başlaması Ebu Abdullah-ı Şii’nin kardeşi Ebu’l-Abbas’a ağır geldi. Kardeşini, “Sen işi elinden çıkardın, başkasına kaptırdın!” diye sıkıştırmaya başladı. Kardeşi ona nasihat ettikçe dinlemeyip, hatta bazı kabile reislerine, “Bizim biatine davet edildiğimiz Mehdi bu değildir.” demeye başlamış olduğu, Mehdi’nin kulağına gelince ikisini de öldürtmüştür. Abdullah, kardeşinin ateşine yanmış oldu. Bu da tecrübe ile sabittir ki bir hükümdarı tahta geçiren kimse o hükümdar elinde ölmüş ve perişan olagelmiştir. Sünnetullahi filalemîn… Üç yüz bir yılında Mehdi-i Alevi tarafından sevk olunan askerler, İskenderiye ve Feyyûm’u istila etmişlerse de Muktedir de Mağrip diyarı ile beraber Mısır Eyaleti’ni, kendisinin dört yaşındaki oğlu Emirü’l-Abbas İbni Muktedir’e verip, kaymakamlığını Munis Hâdim’e teslim etmiştir. Munis de muktedir bir komutan olduğundan, Mağribîlerle defalarca muharebe ederek onları Mısır diyarından çıkarmıştır.
Üç yüz üç yılında Mehdi, Mehdiyye beldesini inşa ederek onu kendisine başkent yaptı. Her ne kadar Mısır’ı alamadıysa da garp taraflarında hükûmeti genişlemekte ve kuvvetlenmekte idi.
Uzun zamandan beri başkenti Fas beldesi olarak Afrika’nın batı kısımlarına hükmeden İdrisîler Devleti de üç yüz yedi yılında yıkıldı. Daha sonra İdrisîlerden Hasan İbni Muhammed ortaya çıkıp İdrisîler Devleti’ni tekrar kurmaya çalıştıysa da İdrisîler Devleti bozulmaya ve yok olmaya yüz tuttu. Fas şehri elden gidip Mehdi’nin devleti yükselmekte olduğundan, Hasan İbni Hasan İbni Muhammed iki sene uğraşıp istediğini elde etmeye muvaffak olmadığından İdrisîlerin bütün Kuzeybatı Afrika’da hükûmetleri yok olmuş ve İdrisîlerin çoğunluğu Mehdi’nin yanına gitmiştir. Fakat içlerinden birisi dağlarda gizlenerek, otuz sene sonra çıkıp imameti geri almış ise de o da isteğine nail olamamıştır.
Mağrip’te Mehdi’nin kuvvet ve hâkimiyeti yukarıda anlatıldığı gibi yükselmekte iken Abbasi Halifesi Muktedir, Bağdat’ta zevk ve sefaya dalıp kadınların ve hizmetçilerin fikir ve arzularıyla hareket etmekte olduğundan devletin nizamı bozulmuş, valiler ve emirler yer yer istiklal davasına ve istibdada düşmüş idi. O esnada Necid diyarı ve Bahreyn, Karâmita’nın zorbalığı altında olup Irak ve Şam’a hasar ve zarar vermekte idi.
Şark tarafları ise Âl-i Saman elinde olup, Taberistan’da da bir İmamet-i Aleviyye vardı. Gerçi iki yüz seksen dokuz yılında Taberistan emiri olan Muhammed İbni Zeyd’in vefatında Taberistan Bölgesi de Âl-i Saman eline geçtiyse de Muhammed İbni Zeyd’in amca çocukları, Etrûş diye bilinen Hasan İbni Ali, Deylem dağlarında ikamet etmekteydi. Deyalime’yi İslam dinine davet ile meşgul olarak çoğunu Müslüman edip Deylem diyarında nice mescitler inşa ettirmişti. Deyalime’yi kendisine biat ettirmiş ve tabi kılmıştı. Kendisi zeydiyyü’l-mezhep idi, Müslüman Deylemîlerin civarındaki Âmul beldesi halkı zaten Şiiyyü’l-mezhep olduklarından Etrûş, o yönde de nüfuz ve kuvvet kazanarak, üç yüz bir yılında Taberistan’ı zapt etmiş, Taberistan imametini ihya ve iade etmiştir. Üç yıl sonra vefat etmiş, damadı olan Hasan El-Kasım El-Alevi, Dâ’î unvanıyla onun yerine geçmiştir.
O esnada Tarsus murabıtları, ara sıra Rum şehirlerine gaza ettilerse de Rumlar da İslam sınırlarına taaruz ve tecavüzden geri durmazlardı.
Üç yüz beş yılında kayserin sulh talebi ile Bağdat’a elçileri geldiğinde fevkalade gösterişli bir karşılama yapıldı. Bâb-ı Şemmasiye’den saraya kadar süvari ve piyadeler, yüz altmış bin asker ve onlardan sonra sırmalı elbiseler giyinmiş, dört bini ak ve üç bini siyah olarak yedi bin hadım ağası ile daha sonra yedi yüz perdedar saf saf dizilmiş ve Dicle Nehri’nde pek çok kayık ve sandal güzelce donatılmıştı. Saray duvarları üzerine yalnız sırmalı ipekten on iki bin beş yüz örtü örtülüp yirmi iki bin de döşeme serilerek tarif olunmaz surette tezyin edilmiş olduğu hâlde tamamı tezyinattan olmak üzere altından ve gümüşten sekiz dallı bir ağacın dalları üzerinde yapraklar ve kuşlar yapılıp, dallar kendiliğinden sallanırlardı. Kuşlar da sırayla öterdi. İşte böyle görenlere hayret verecek, çok acayip hünerler gösterilerek elçiler halifenin huzuruna kabul olundu. O zaman Bağdat’ın serveti ve halifenin şan ve büyüklüğü yüksek idi. Fakat devlette maddeten kuvvet kalmayıp, hilafet makamı sadece şan, itibar ve kuru bir gösterişten ibaretti. İş hep Türk emirlerin ellerindeydi.
Üç yüz altı yılında Mehdi tarafından karadan ve denizden Mısır üzerine sevk olunan çok sayıda asker, İskenderiye’den Cizre’ye kadar olan yerleri istila ettilerse de Tarsus donanması Afrika donanmasına galip olduğu gibi Munis Hâdim, Mısır’a giderek karada da zafer kazanınca Mağribîler yine geri dönmeye mecbur olmuşlardır.
Karâmita’nın durumuna gelince, bunlar, Necid diyarından çıkıp etrafa tecavüz ve taarruz ediyorlardı. Üç yüz on bir yılında Karâmita başkanı olan Ebu Tahir-i Cennâbî bir gece Basra’yı bastı. Basra emirini katledip şehri yağmalayarak birçok mal ve ganimetle hükûmet merkezi olan Hecr beldesine geri döndü. Ve on iki yılında hacılara saldırıp mallarını yağma ettikten sonra Kûfe’yi istila etti. Basra da yaptığını orada da yaptı. Üç yüz on dört yılında Halife Muktedir, Yusuf İbni Ebu’s-Sac adlı Karâmita emiri ile muharebe etmek ve Hecr’e kadar gitmek üzere memur ettiği İbni Ebu’s-Sac hemen çok sayıda asker ile Vâsıt’a gitti.
Hâlbuki üç yüz on beş yılında Rumlar, İslam memleketlerinin hudutlarına ve hudut boylarındaki memleketlere hücum ile Şemşat’ı vurup çok mal aldılar ve mescidinde çan çaldılar. Muktedir o tarafa da asker sevk etmek mecburiyetinde kaldı. Yine bu sene Ebu Tahir Karmatî, Kûfe üzerine yürüdü. İbni Ebu’s-Sac da kırk bin askerle onlara karşı gitti. Karâmita, yedi yüzü süvari ve sekiz yüzü piyade olarak hepsi bin beş yüz kişiden ibaretti ve bir rivayette iki bin yedi yüze ulaşıyordu. İbni Ebu’s-Sac, Karâmita’nın azlığını görünce, “Bunlar benim elimdedir. Hemen harbe girişmeden halifeye müjde mektubu yazınız.” diyerek düşmanı hakir görmek gibi büyük bir hatada bulundu. Karâmita ise gayet şiddetli hücum ve hamleler edince halife askeri bozuldu. İbni Ebu’s-Sac esir oldu. Ebu Tahir, Kûfe’ye girip pek çok ganimet aldı. Daha sonra İbni Ebu’s-Sac’ı diğer esirler ile beraber katletti. Bu dehşetli haber, Bağdat’a ulaşınca yöneticilerin ve halkın içine korku düştü ve bozgun asker, çırılçıplak Bağdat’a gelince Bağdatlıların telaşı arttı. Onun üzerine Muktedir, çok sayıda asker ile Munis Hâdim’i karşı güç olarak gönderdi. Bu arada Karâmita, Enbar beldesini istila etti. Halife askerinin birçoğu ise düşmana karşı çıkmadan savuşup firar etti. Kalanları karşılaşınca yenilgiye uğradılar. Bağdat ahalisinin içine korku düştü, kimi Hulvan’a kimi Hamedan’a firar etmek üzere hazırlandılar. Orduda bulunan Ebu’l-Hica İbni Hâmdân’ın uyarısı üzerine Fırat üzerindeki köprüler yıkıldığından, Karâmita beri yakaya geçemeyip Enbar’dan döndülerse de onlar da Fırat Vadisi’ndeki şehirleri yağma ettiler ve üç yüz on altı senesinde gelip Rahbe, Rakka ve Sancar beldelerini istila ettiler.
Bu esnada halifenin veziri Ali İbni İsa’ya, Bağdat’ta Karâmita mezhebinden bir şahsın Ebu Tahir ile haberleşmekte olduğu haberi verilince vezir hemen o şahsı çağırıp sorguya çekti. Şahıs itiraf edip dedi ki: “Benim Ebu Tahir ile görüşmem ancak şunun içindir ki onun Hak üzere olduğu, senin ve efendinin kâfir olduğunuz benim nazarımda sabit olmuştur. Bizim imamımız, İsmail İbni Cafer-i Sadık’ın evladından olup Mağrip’te bulunan Muhammed Mehdi’dir. Biz Râfiza ve İsnâ Aşeriyye gibi değiliz ki cehilleri sebebiyle bir imama müntazır olurlar.” Bunun üzerine Ali İbni İsa, “Sen bizim askerimizin içine fesat bırakmışsın. Şimdi onların içinde senin mezhebin üzere olanlar kimlerdir?” dediğinde, “Sen vezirlik işlerini bu akılla mı yürütüyorsun? Benden nasıl bir şeyler istiyorsun ki mümin bir kavmi kâfirlere teslim edeyim de onları katletsinler!” deyince o Karmatî, şiddetli şekilde dövüldü. Üç gün aç ve susuz kalarak helak oldu, ama mezheptaşlarını ele vermedi.
Deylem komutanlarından Esfâr İbni Şîrveyh adlı kişi o esnada çıkarak Merdavîc adlı şahsı kendisine komutan tayin edip Taberistan’ı istila etmiş ve Dâ’î unvanıyla Taberistan imamı olan Hasan İbni El- Kasım El-Alevi ile yaptığı muharebede, Hasan İbni Kasım’ın askeri bozguna uğrayıp kendisi de öldürülmüştür. Üç yüz on altı yılında Taberistan’daki Alevi imameti mahvolmuş, izi de kalmamıştır.
Fakat Esfâr, zalim ve gaddar bir şahıs olduğundan Merdavîc onun aleyhinde çıkıp onu öldürerek yerine geçmiş, birkaç yıl zarfında muktedir bir hükümdar olmuştur.
Yukarıda olduğu gibi Karâmita’nın Enbar’dan dönmeleri üzerine, “Muzaffer” diye lakap alan Emirü’l-Ümera Munis Hâdim, ordu ile Bağdat’a geldiğinde Halife Muktedir, askerin senelik tahsisatına iki yüz kırk bin altın zam yaptı. Hâlbuki haremin ve saray görevlilerinin, özellikle Muktedir’in annesinin tahsisatı zaten fazla olduğundan idare işinde sıkıntı çekilmekteyken bu türlü zamlara karşılık bulunamayacağı aşikâr idi. Devlet işleri çığırından çıkmakta, protokolden bazıları en büyük işlere müdahale etmekteydiler. İşte o esnada Muktedir ile emirü’l-ümera olan Munis Hâdim’in aralarında soğukluk çıkmış, askerî kuvvet ise emirü’l-ümera elinde olduğundan, Muktedir ondan korkuyordu. Bir diğerinin emirü’l-ümera tayin olunacağı haberi Rakka’da bulunan Munis’e ulaşınca, süratli bir yürüyüşle Bağdat’a gelip Şemmasiyye’de konakladı ve gidip halife ile görüşmedi. Halife tarafından, oğlu Emir Abbas İbni’l-Muktedir ile vezir İbni Mukle, Şemmasiyye’ye çıkıp Munis ile görüştü. Muktedir ile Munis birbirlerine güvenlerini kaybetmiş olduklarından, aralarında birçok haberleşme olduğu hâlde kayserin doğu başkomutanı, bir büyük ordu ile hareket ederek Ahlat ve Bitlis beldelerini istila etmiştir.
Üç yüz on yedi senesi başlarında zaptiye bakanı olan Nâzük, askeri ile Munis’in yanına gitti. Ebu’l-Hîca İbni Hâmdân da çok sayıda asker ile dağlık bölgelerden gelip Munis’e tabi oldu. Askerî bölükler de ona uyarak ayaklandı ve Muktedir’in sefahat ve israfından, hadimlerinin ve cariyelerinin devlet işlerine müdahalelerinden dolayı, yukarıda zikredilen yılın muharreminin on dördüncü cumartesi günü tamamı saraya gidip Muktedir’i tahttan indirerek kardeşi Muhammed İbni Mutezid’e biat ettiler, onu Kahirbillah diye lakaplandırdılar.
Pazartesi günü musafiye denilen piyade askeri cülus[8 - Yeni halifenin tahta çıkışından dolayı askere verdiği bahşiş.] bahşişiyle bir senelik maaşlarını istediler. Nâzük, onları susturmak isterken onu ve Ebu’l-Hîca İbni Hâmdân’ı katlettiler. Kahir’i tahttan indirip Muktedir’i hilafet makamına iade ettiler. O sırada Ebu’l-Hîca’nın kardeşi, Hâmdânîler hükûmetinin merkezi olan Musul’a, diğer bazı emirler diğer taraflara firar ettiler. Muktedir de hazinelerde mevcut olan mücevher, eşya ve bazı hazine mülklerini ucuz ucuz satarak askerin bahşişlerini ödedi.
O zaman Horasan ve Maveraünnehir emirleri olan Beni Saman arasına büyük bir ihtilaf düştü. Birbirleriyle savaşmakta oldukları hâlde halifenin o tarafı düşünebilmek şöyle dursun, Rumlar Malatya, Diyarbakır vesair hudutlara hücum ettiği, Müslümanlar müdafaadan âciz kalarak feryat ile Bağdat’tan yardım istedikleri hâlde Halife Hazretleri onlara dahi yardım edemiyordu.
Üç yüz on yedi senesi hac mevsiminde Ebu Tahir Karmatî, Kurban Bayramı’ndan iki gün önce, Mekke-i Mükerreme’yi basıp hacıları bulundukları yerde, hatta Harem-i Şerif’te ve Beyt-i Şerif’in içinde katlederek mallarını gasp ve yağma ettiler. Çoğunun naaşlarını Zemzem Kuyusu’na attılar. Kalanları da Harem-i Şerif’te ve öldürüldükleri yerlerde defnedip hiçbirini yıkamadılar, namazlarını kılmadılar ve evlerin içine girip ehl-i Mekke’nin mallarını yağmaladılar. Ebu Tahir Karmatî bunca kötülüklere kanaat etmeyip, Kâbe-i Muazzama’nın örtüsünü alarak, askerine taksim ve tevzi etti. Hacer-i Esved’i yerinden sökerek hükûmet merkezi olan Hecr’e götürdü.
Karâmita, Şia azmanlarından olup, Mağrip’te hükümran olan Mehdi Ubeydullah-ı Alevi’nin davetini ortaya koymakta idiler. Bu şekildeki Harem-i Şerif’e yönelik ihanetlerinin haberi Mehdi’ye ulaştığında Ebu Tahir Karmatî’ye mektup yazıp ona hakaret ve lanet edince Ebu Tahir, Mekke ahalisinin mallarından ele geçirdiği bir miktar eşyayı geri vermişse de Kâbe örtüsü ile hacıların mallarını halk paylaşmış olduğundan dolayı toplanıp geri verilmesinin kabil olamayacağını açıklayarak özür dilemiştir. Hacer-i Esved ise yirmi iki sene kadar Karâmita elinde kalmıştır.
Yukarıda geçtiği üzere, piyade askeri Muktedir’i hilafet makamına geri getirmiş olduğundan, şımarıp her istediklerini devlete yaptırmak gibi yersiz davranışlarından dolayı gerek devlet adamları gerek diğer askeriye sınıfı bizar olarak üç yüz on sekiz senesi başlarında süvari askeri onlara üstünlük sağlayarak hepsini Bağdat’tan kovup dışarı çıkartmışlardır.
Üç yüz on dokuz senesinde Muktedir ile Munis Hâdim arasında yine düşmanlık başladı. Muktedir birini kendisine vezir etmek istediğinde, Munis ona mâni olarak diğer birini vezir ettirdi. Aralarındaki karşılıklı nefret ve korku ise yine şiddetlenince üç yüz yirmi yılı başında Munis, kölemenleri ve diğer bağlıları ile Bağdat’tan çıkıp Musul’a gitti.
Musul beyleri olan Beni Hâmdân, Munis’e karşı çıkmakla yapılan muharebede bozguna uğradıklarından Munis, Musul’u zapt etti. Beni Hâmdân’dan Rebia emiri olan Nasır İbni Hâmdân da Munis ile birleşerek gelip Musul’da ikamet etti. Etraftan bölük bölük askerler geldi ve Munis’in topluluğu çoğaldı. Sekiz dokuz ay kadar Musul’da ikametten sonra maiyetindeki askerle Bağdat’a doğru yola çıktı. Ona karşı Bağdat’tan çıkarılan asker ise Munis’in yaklaştığı esnada sıvışıp önünden savuşarak Bağdat’a doğru firar ettiğinden, Munis gidip Bâb-ı Şemmasiyye’de ordu kurdu. Halife askeri de onun karşısında durdu. Muktedir, Vâsıt’a gidip de Basra ve Ehvaz taraflarında asker toplamak istediğinde, veziri ve mabeyincileri onu bizzat harbe teşvik etti. Bu hususta ısrar ettiklerinden, o da Hırka-i Şerif kendi üzerinde olduğu hâlde fakihler ve hafızlar ellerindeki Kur’an-ı Kerimleri açıp onun önünde ve birçok halk etrafında yürüdü. Gönülsüz olarak ordusuna gider gitmez askeri dağıldığı sırada Megâribe’den bir grup gelip kendisini idam ediverdiler. Hilafet müddeti yirmi dört sene, on bir ay, on altı gündür. Cömert, insaniyeti olan, anlayışlı ve akıllı bir zat idi.
Fakat şehvete düşkün, müsrif, kararsız ve cariyelerine mağlup idi. Binaenaleyh, zamanında devletin temelleri sarsıldı. Kendisi de bu veçhile yok olunca, hemen Munis’in emriyle Muktedir’in kardeşi Muhammed İbni Mutezid getirilerek, şevval ayı sonlarında ona biat edilerek, Kahirbillah diye lakaplandırıldı.
Kahir, hemen görevden alma ve tayinler ile meşgul olup Ebu Ali İbni Makılle’yi de vezir atadı. Fakat Munis Hâdim, Kahir’den emin olamayıp Kahir’in veziri İbni Makılle, hacibi Belik ve onun oğlu Ali İbni Belik de Munis ile birlik olarak halifenin evini gözlem altına aldılar. Girip çıkanları sıkıca ararlar, hatta saraya girip çıkan kadınların bile yüzlerini açıp görürler idi. Kahir, bu duruma kızıp onların muhalifleri ile gizlice haberleşerek, üç yüz yirmi bir senesinde bir takip ile Munis, Belik’i ve onun oğlunu tutup hapse atarak bu baskılardan yakasını kurtarmıştır. Fakat Munis ve taraftarlarının tutulup idamı hususunda kendisine yardım etmiş olan bazı komutanları yemin ile temin etmişken sözünden ve yemininden dönerek, onlara da zulmettiğinden, diğer komutanlar şüpheye düşerek artık onun yemin ve teminine emniyet eylemez olmuşlar idi. İbni Makılle ise o kargaşada firar ederek kaçıp saklandı. Kıyafet değiştirip bazı komutanlar ile gizlice görüşerek danışmalarda bulundu, akla hayale gelmez hilelerle komutanlardan Sima adındaki emiri istediği gibi kandırmıştı.
Binaenaleyh, Sima, üç yüz yirmi senesi cemaziyelevvel ayının altıncı gecesi askerinden bir grubu kendisine uydurup gece Kahir’in sarayını kuşattı. Kahir ise gece çok içip sarhoş olduğundan, uyanıp kaçmaya çalışmışsa da Sima’nın adamları onu tutup hapse attılar. Muktedir’in oğlu Ebu’l-Abbas Ahmed’i hilafet tahtına oturtup onu Râzîbillah diye lakaplandırdılar. Kahir’in hilafet müddeti bir buçuk sene, sekiz gündür. Sima’nın muvafakatı ile Râzîbillah, Ebu Ali İbni Makılle’yi kendisine vezir atadı.

Bazı İleri Gelenlerin Vefatı
Sofiyyeden, meşhur Cüneyd-i Bağdadî ki zamanının imamı, fakihlerin ve faziletlilerin önderi olup tasavvufu da Seriyy-i Sekatî’den öğrenmişti. İki yüz doksan sekiz yılında rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur.
Horasan ve Maveraünnehir Emiri Ahmet İbni İsmail Samani üç yüz bir senesinde avlanmak için kırlarda dolaşırken, bir gece köleleri onu idam edince cenazesi Buhara’ya götürülüp defnolunmuş ve yerine sekiz yaşında olan oğlu Ebu’l-Hasan Ahmed tahta geçirilmiş, katillerden bazıları idam edilmişlerdir.
Üç yüz üç senesinde “Kitab-ı Sünen” sahibi İmam Nesaî Mekke’de hayat defterini dürmüş, Safâ ile Merve arasında defnolunmuştur. Rahmetullahi aleyh.
Mutezile imamlarından Ebu Ali İbni Abdülvahhab El-Cubbâî de bu sene vefat etmiştir.
İmamiyye’nin reisi olup Semmân diye bilinen Ebu Cafer İbni Osman El-Askerî ki İmam-ı Muntazar’ın (Beklenen İmam) kapısı, yani Mehdi’ye ulaştıracak kapı olduğunu iddia ederdi. Üç yüz beş senesinde dünya kapısından çıkıp gitmiştir. Sofiyyeden, meşhur Hallaç İbni Mansur ki insanlara kerametler gösterirdi. Yazın kış meyvelerini ve kışın yaz meyvelerini ortaya çıkarır, elini havaya uzatıp, üzerlerinde “Kul hüvallahü ehad” diye yazılmış paralarla dolu olduğu hâlde geri alarak, onları kudret paraları diye adlandırırdı. İnsanlara yedikleri şeyleri ve işledikleri işleri haber verir, kalplerinde saklı olan şeyleri söylerdi. Halktan bazıları onun veliliğine ve bazıları sihirbazlığına inanırlardı. Bazıları da Allah’ın bir parçasının ona girmiş olduğu şeklindeki sapık inancına kapılmışlardır. Üç yüz dokuz senesinde Muktedir’in veziri Hamid onu işkence ile idam etmiştir.
Muhammed İbni Cerîr-i Taberî üç yüz on yılında hayat defterini dürmüştür. Âlimlerin ve fakihlerin en büyüklerindendi. Kendisi müçtehitten olup başka bir müçtehidi taklit etmemiştir. Yaratılıştan üç yüz iki senesinin sonlarına kadar bir tarih yazmıştır. Güzel bir tefsiri, tefsir usulü ve fıkıh ilminin her dalında da meşhur eserleri vardır. Fakihlerin ihtilaflarına dair fevkalade güzel bir kitap telif etmiştir.
Fakat ona İmam-ı Ahmed İbni Hanbel’i zikretmediğine dair bir soru sorulduğunda, “Ahmed İbni Hanbel fakih değildi. Ancak muhaddis idi.” demiş olduğundan, Hanbelîler onun hakkında kötü sözler söylemeye kalkışmıştı. O zamanlar ise Bağdat’ta Hanbelîler pek çok olduklarından, cahil halkı Taberî aleyhine çevirdiler ve vefatında kimisi Rafızi kimisi dinsiz olduğuna ilişkin kötü söz söylediklerinden, İmam Taberî gündüzün defnolunmayıp gece evinde defnedilmiştir. Ehl-i din ve takva ise onun ilim, fazıl, züht ve takvasını takdir etmişlerdir.
Meşhur Tabib Muhammed İbni Zekeriyya Er-Râzî üç yüz on bir yılında vefat eylemiştir. Tıp ilminde geniş bilgi sahibi olup bu ilme dair pek çok eserleri vardır.
Meşhur tefsir sahibi İmam Abdullah İbni Muhammed İbnu’l-Aziz El-Beğavî de üç yüz on üç yılında sonsuzluk ülkesine göçmüştür.
Tebani diye bilinen meşhur müneccim, üç yüz on yedi senesinde vefat etmiştir. Harran’ın bir köyü olan Teban’a mensuptur. Çok kıymetli rasatları (gözlem) vardır. İki yüz altmış dört yılında astronomiye başlayıp iki yüz doksan senesine kadar gözlem yaptığı yıldızları, yıldızların mevkilerini gösteren kitabına koymuştur, “Zeyc”i iki nüshadır. Kıymetli olanı ikinci defa yazdığı nüshadır.
Üç yüz yirmi bir yılında Mısır’da emir olan Tekin El-Hasekî de Mısır’a veda edip gitmiştir.
Afrika’da Devlet-i Ubeydiyye’yi kuran Mehdi-i Alevi, üç yüz yirmi iki senesinde Mehdiyye beldesinde vefat edince yerine oğlu Kaim tahta geçmiştir.
Bu sene sahtekâr ve hokkabazlardan biri, Maveraünnehir’de peygamberlik davası etmekle yakalanıp öldürülmüştür.

Râzî, Müttekî, Müstekfî ve Mutî’nin Halifelik Zamanları
Muktedir’in oğlu Râzîbillah, Abbasi halifelerinin yirmincisi olup, daha önce geçtiği gibi üç yüz yirmi iki cemaziyelevvelinde tahta geçmiştir.
Bu yıl Şia’nın en azgınlarından, ruhun başka bedenlere girebileceğine inanan Şelmegânî adlı dinsiz, o sırada birçok halkı sapıttığından tutularak öldürülmüştür.
Çok aşırı Hanbelîlerden bir güruh, Cenabıhakk’a, yüz dünyaya inmek ve yükselmek gibi cisim izafe eden sapıklara benzer inançlara sahip olarak insanların itikadını bozarak, dinî ameller hususunda da ileri gidiyorlardı. Evleri basıp nebîz (bir nevi şıra) bulurlarsa dökmek, musiki aletlerini kırmak ve hükûmet işlerine müdahale etmek gibi haraketlere başladıklarından, üç yüz yirmi üç yılı içinde bu yersiz hareketlerden vazgeçmezlerse kendilerinin idam edilmesi ve evlerinin yakılmasına dair Râzîbillah tarafından bir ferman çıkarıldı.
O esnada Karâmita, Irak taraflarına tecavüz edip, halka zulmetmekte idi. Hatta bu üç yüz yirmi üç senesi zilkadesinde hac kafilesi Kadisiyye’ye vardıklarında Ebu Tahir-i Karmatî, kafileye taarruz etti. Halife askeri mukabele edip hacılar da yardımda bulundu. Kadisiyye’ye iltica ettiklerinde Kûfe Alevilerinden bir cemaat, Ebu Tahir’e karşı çıkarak hacılardan el çekilmesini rica edince o da hacılardan el çekti ve Bağdat’a dönmelerini şart koştu. Bunun üzerine bu sene Irak’tan hiç kimse hac edememiştir.

Büveyhoğulları Devleti’nin Doğuşu
Yukarıda yazıldığı gibi Esfâr-ı Deylemî’nin başkomutanı olan Merdavîc ki Esfâr’ı öldürerek verine geçmiş ve halife askerine üstün gelerek, birçok beldeyi alarak İran’da kuvvetli bir hükümdar olup kisranın tacı diye başına bir taç giymiş ve Şehinşah unvanını almıştır. Hemen Irak’ı ele geçirmiş, İran’ın eski başkenti olan Medayin’i imar etmiş ve Arap devletini imha edip, Acem devletini ihya etme hülyasına düşmüştü. Abbasi Devleti ise o zaman pek zayıf düştüğünden Bağdat ahalisi, Merdavîc’in tecavüzünden korku ve telaşa düşmüşlerdi. Hâlbuki çok zaman geçmeksizin Merdavîc, kendi efendisine etmiş olduğu muamelenin aynısını kendi kumandanı olan Ali Büveyh’ten görmüştür.
Şöyle ki nesebi İran padişahlarından Behram Gur İbni Yezdicürd’e ulaşan, Ebu Şucû Büveyh, Deylem ülkesinde orta hâlli bir adam olup üç oğlu vardı ki Ebu’l-Hasan Ali, Hasan ve Ebu’l-Hüseyin Ahmed’dir. Daha sonra Abbasi halifesi tarafından Ali’ye İmâdu’d-Devle (Devletin Direği), Hasan’a Rüknu’d-Devle (Devletin Temeli) ve Ebu’l-Hüseyin’e Mu’izzu’d-Devle (Devleti Yücelten) ve ondan sonra Rüknu’d-Devle’nin oğlu Fena Husrev’e Adu’d-Devle (Devletin Kolu) mahlasları verilmiştir.
Bu üç kardeş birtakım arkadaşlarıyla birlikte gidip Merdavîc’in yanında yer almışlardı. Merdavîc tarafından İmâdu’d-Devle, İsfahan civarında bulunan Kerç’e memur edilmişti. İmâdu’d-Devle orada yerleşince askerine çok ikram ve iltifatta bulunduğundan, birçok saygın adam gelip onun yanında yer almaya başladı. O zaman halife tarafından İsfahan’ın muhafazasına memur olan Yakut’un yanında bulunan on bin kadar askerin içinde altı yüz kadarı Deylemli olup onlar da İmâdu’d-Devle tarafına meyletmişler idi.
O zaman o taraflarda bulunan askerî sınıfların bir kısmı halife tarafına eğilimli olup birçoğu, özellikle Deylemliler Merdavîc tarafında bulunuyorlardı. İmâdu’d-Devle halife tarafına geçmek üzere Yakut ile haberleşmişse de kendisine önem verilmemişti.
İmâdu’d-Devle ise Deylem emirlerinin büyüklerinden olan Şirzâd’ı çağırıp memnun ederek onu kendisine vezir yaptı ve kuvvet kazandı. Askerini de dokuz yüz nefere yükseltince İsfahan üzerine yürüyüp yapılan muharebede Yakut’un askeri yenilerek kendisi de kaçtı. İmâdu’d-Devle, İsfahan’ı zapt ettikten sonra civarındaki bazı şehirleri de istila etmişti. Dokuz yüz askerle on bin askere galip gelmiş diye her tarafa şan ve şöhreti yayıldı. Halifeye telaş verdiği gibi Merdavîc de ondan ürküp kendisini taltif ile yanına çekmeye çalıştıkça, İmâdu’d-Devle, mazeret göstererek yanına varmaktan kaçınmakta ve bir taraftan da ülkeleri ele geçirerek hüküm sürdüğü yerleri genişletmekte idi. Nihayet Merdavîc’in İmâdu’d-Devle’ye vaat, tehdit ve itaate daveti kapsayan mektubunda, Sana çok sayıda asker göndereyim. Fethettiğin memleketler hep senin olsun. Ben, ismimin hutbede okunmasından başka bir şey istemem, diye yazmış ve bir taraftan da kardeşi Veşmgîr ile İmâdu’d-Devle’yi basmak üzere bir ordu sevk etmişti. İmâdu’d-Devle, bu düşünceyi anladığından iki ay zarfında İsfahan’ın gelirini topladıktan sonra Errecan’ı istila etmiş idi.
Onun üzerine Veşmgîr, gidip İsfahan’a girmiştir. İmâdu’d-Devle ise kardeşi Rüknü’d-Devle’yi Kâzrûn tarafına gönderip Fars Eyaleti’nin gelirini tahsil ederek çok mal ele geçirmiştir. O sırada Yakut tarafından Kâzrûn’a bir bölük asker gönderilmişse de Rüknü’d-Devle maiyetindeki az sayıda askerle o fırkayı perişan etmiştir.
Yakut da mükemmel bir ordu ile İmâdu’d-Devle üzerine yürüyünce İmâdu’d-Devle onun önünden savuştu, Yakut ise onu takip etti. Üç yüz yirmi yılı ortalarında, Kirman yolu üzerinde İmâdu’d-Devle çaresiz kalarak, ne olursa olsun müdafaaya kalkıştı. Süvarisinin hücumunu engellemek için Yakut kendi ordusunun önüne birçok piyade asker dizip, neft yağı şişeleriyle ateş yağdırmaya başladığında, tersine rüzgâr çıkıp neft ateşlerini geri çevirince piyadelerin yüzleri yanıp elbiseleri tutuştu. Piyade süvariye karışınca İmâdu’d-Devle onların üzerine şiddetli bir hücum ile piyadelerini atlara çiğneterek süvarilerinin içine dalmıştır. Yakut’un askeri perişan olarak kimi ölmüş kimi esir olmuştur. Bunun üzerine İmâdu’d-Devle, Şiraz’a varmış, ahaliye aman vermiş ve adaletli davranarak halkı kendisine bağlayıp Fars bölgesini kendi hükmü altına almıştır. Fakat asker, maaş istiyordu, İmâdu’d-Devle’nin elinde ise mal yoktu. Hâlbuki ulufe verilmediği takdirde asker dağılarak yeni teşkil etmiş olduğu hükûmetin yıkılacağı aşikâr olduğundan İmâdu’d-Devle telaşa düşerek sarayının bir odasında düşünürken bir delikten bir yılan çıkıp diğer deliğe girince bir aralık bu yılan kendi üzerine düşmesin diye mehterleri çağırıp, “Şu yılan deliklerini yoklayınız.” dedi. Birkaç kaplama söktüklerinde bir kapı göründü. Açtılar, bir oda çıktı ve odanın içinde on sandık bulundu. Açılınca beş yüz bin altınlık mal çıktı. İmâdu’d-Devle, onları hemen askerine paylaştırarak yok olmaya yaklaşan hükûmetini kurtardı.
Daha sonra İmâdu’d-Devle elbise kestirmek üzere terzi istedi. Yakut’un terzisini getirdiler. Terzi titreyerek içeri girdi. İmâdu’d-Devle, “Korkma. Biz seni elbise kestirmek için istedik.” dedi. Terzi ise sağır olduğundan, onun ne dediğini anlamadı. Sorguya çekilip tehdit ediliyor zannıyla talak ve imanına yemin ederek Yakut’un kendisinde olan sandıklarını açmamış olduğunu ifade edince İmâdu’d-Devle, bu tesadüfe hayret ederek terzide emanet olan sekiz sandığı getirttirip açtırdığında üç yüz bin altınlık mal meydana çıktı. Sonra da Yakut’un ve selefleri olan Ya’kûb ve Amr İbni El-Leys’in gizli malları meydana çıkarak İmâdu’d-Devle’nin hazineleri doldu ve hükûmeti sağlamlaştı.
İmâdu’d-Devle bu şekilde Fars Eyaleti’nde yerleşmiş iken o esnada Râzî, hilafet tahtına oturduğundan, İmâdu’d-Devle, ona ve veziri İbni Makılle’ye mektup yazarak elindeki memleketler, vergi toplamak üzere kendisine verilirse bir milyon dirhem vereceğini arz etmekle halife tarafından kendisine özel bir memur ile hilat ve sancak gönderildi. İmâdu’d-Devle hilati giyip sancağı açmışsa da vadettiği parayı vermeyip gelen haberciyi de tutuklattı.
Merdavîc, bu durumlardan haberdar olunca İmâdu’d-Devle’nin çaresine bakmak üzere İsfahan’a gidip orada bulunan kardeşi Veşmgîr’i Rey’e geri göndermiş ve Ehvaz tarafına da bir askerî birlik yollamıştır. Merdavîc’in askerlerinin çoğu Deylemli olup, hizmetinde bir miktar da Türk askeri vardı. Onların reislerinden biri meşhur Beckem idi.
Merdavîc, Türklere ve reislerine kötü muamele ettiğinden onlar da kızarak, üç yüz yirmi üç yılında fırsat düşürüp hamamda iken Merdavîc’i katlettikten sonra onun ordusundan ayrılıp iki fırka oldular. Bir fırkası İmâdu’d-Devle’nin yanına gitmiş, kalanı da Beckem ile Bağdat’a gelerek halifeye intisap etmişlerdi. Lakin Bağdat’ta bulunan halifenin askerleri, onları kıskanınca Vâsıt ve Basra valisi bulunan İbni Râik’in talebi üzerine Beckem onları alıp Vâsıt’a gittiğinde İbni Râik onlara itibar etmiş ve onların vasıtasıyla Merdavîc’in askeri olan Türkler ve Deylemîlerden birçoğunu yanına çekerek kuvvet kazanmıştır. Bu suretle Fars’ta İmâdu’d-Devle’nin ve Basra tarafında İbni Râik’in askerî kuvvetleri artmaktaydı.
Aslında Horasan ve Maveraünnehir Emiri Nasır İbni Ahmed Samani’nin kumandanlarından olan Muhammed İbni İlyas o kargaşada Kirman’ı tutmuş, orada yerleşip kalmıştır. Yakut da kâtibi Ebu Abdullah El-Beridî’yi Ehvaz’da bırakıp kendisi Fars’ı fethetmek üzere ordusuyla Errican tarafına gittiğinde, İbni Büveyh ona karşı gelince Yakut’un askeri yenildi. İbni Büveyh, onu takip ederek Ramhürmüz’e kadar geldi. Yakut da Ehvaz civarında bir yere çekildi, orada çadır kurup istirahat etti. Kâtibi İbnu’l-Beridî, Yakut adına hayli mal toplayıp biriktirmişse de Yakut’a göndermeyip askere dağıtarak hayli kuvvet bulmuştu. Yakut’un başında ise çok asker bulunduğundan, sıkıntıya düşüp para istedikçe İbni Beridî, onu türlü hilelerle aldatıp avutmakta ve askeri kendi tarafına çekmekteydi. Bu suretle Yakut’un yanındaki askerin güzideleri seçilip İbni Beridî’nin yanına gitti. İbni Beridî, üç yüz yirmi dört yılında Yakut’u idam ettirerek kendisi Ehvaz’da müstakil kaldı.
Bu yıl Râzîbillah, Mısır Valisi Ahmed İbni Kiğlıg’ı azil ile Mısır Eyaleti’ni İhşid diye bilinen Şam Valisi Muhammed İbni Togaç’a ilave olarak verdi.
Yukarıda zikri geçen senenin ortalarında, Bağdat askerinin bir sınıfı ayaklanarak, halifenin veziri olan İbni Makılle’yi tutup hapse attılar. Fakat mali sıkıntı çok şiddetli olduğundan, atanan vezirler çaresiz ve sıkıntı içinde kaldılar. Çünkü Musul, Diyarbakır ve Rebia diyarı, Beni Hâmdân’ın; Mısır ve Şam, İhşid’in; Bahreyn ve Yemame, Karâmita’nın; Basra tarafı İbni Râik ile Ehvaz İbni Beridî’nin; Kirman Eyaleti Muhammed İbni İlyas’ın; Fars Eyaleti İmâdu’d-Devle İbni Büveyh’in elindeydi. Rey ve Bilâd-ı Cebel, onun kardeşi Rüknü’d-Devle ile öldürülen Merdavîc’in kardeşi Veşmgîr arasında davalı bir hâlde bulunup, oralardan halife hazinesine katkı yapılmıyordu. Halifenin elinde yalnız Bağdat ile ona bağlı yerler kaldı. Bu küçük bölgenin gelirleri ise halifenin masraflarına kâfi gelmediğinden Abbasi Devleti, işlerin idaresinde âciz kaldı ve işlemler durdu. Bunun üzerine Halife Râzî, İbni Râik ile haberleşerek onu başkomutan atadı. Zikredilen senenin zilhiccesinde İbni Râik, Bağdat’a geldiğinde, isminin minberlerde zikrolunması halife tarafından emrolundu. İbni Râik, bütün divan ve dairelere bakan olunca artık vezirlerin hükmü kalmadı. Fakat İbni Râik, Mısır geliri üzerine memur olan Fadl İbni Cafer’i hem kendisine hem de halifeye vezir yapmıştır. Bu suretle beytü’l-mal idaresi ve divanların muamelesi ortadan kaldırılıp, devlet gelirleri hep başkomutanın hazinelerine aktarılır oldu. Ondan sonra da bu kaide geçerli oldu. Başkomutan kim olursa geliri o topladı ve istediği gibi harcayarak halifeye istediği kadar pay tahsis etti. Kısacası halifenin elinde yalnız Bağdat sancağı kalmış oldu. Onda da İbni Râik’in emirleri geçerli olduğundan, hilafetin hükmü kalmayıp, Râzî’de hilafetin yalnız adı ve şanı kaldı.
Hele, üç yüz yirmi beş yılında devlet işleri tamamen bozularak, Abbasi memleketlerinin bazılarında zorbalar ve bazılarında geliri göndermeyen valiler başlarına buyruk oldular. Endülüs’te müstakil olarak hüküm süren Emevi emirlerine, Endülüs emiri denilip, halife unvanını kullanmazlardı. Bu şekilde Abbasi hilafetinin düşmüş olduğu bu zayıf hâle bakarak ve halifenin iktidar sahibi olması lazım geldiğine binaen Endülüs emiri olan Abdurrahman İbni Muhammed Emevi kendisini halifeliğe daha layık görmüştür. Gerçi Endülüs’ün karşı tarafında Ubeydiyye halifeleri var ise de onlar gulât-ı Şia’dan olmakla ehlisünnet ve’l-cemaat onların hilafetlerini tanımadıklarından bu sırada Abdurrahman-ı Emevi, Emirü’l-Müminin Nasır Di-nullah unvanını almıştır. Bunun üzerine o asırda emirü’l-müminin unvanını alan üç zat oldu ki Bağdat’taki Abbasi halifesi, Endülüs’te Abdurrahman-ı Emevi ve yaşayan İbni Mehdi-i Alevi’dir.
Fakat Abbasi halifesinin maddi kuvveti olmayıp hilafeti manevi ve ruhani bir kuvvetten ibaretti. Ama Abdurrahman-ı Emevi ile Kaim Alevi, ikisi de büyük bir kara ve deniz kuvvetine sahip idiler.
Bu sene İbni Râik, askerle Beckem’i Ehvaz üzerine gönderdi. İbni Beridî, ona karşı üç bin asker sevk etti. Beckem, Sûs’un dışında mevcut maiyeti olan iki yüz yetmiş iki cesur ve güzide Türk ile onların üzerine hücum edince İbni Beridî’nin askeri bozguna uğradı. Bunun üzerine İbni Beridî altı bin asker sevk etti. Fakat bunlar da hep derme çatma askerler olduğundan, Tüster Nehri kenarında Beckem’le karşılaştıklarında savaşmadan dağılıp firar ettiler. Beckem de gidip Ehvaz’ı ele geçirmiştir. O sırada İbni Beridî’nin bir askerî birliği Basra’yı istila için gelimişse de kendisi Fars’a firar ederek İmâdu’d-Devle’ye iltica etmiş ve Bağdat’ın zaptını kolaylaştırarak o tarafa hareket etmek üzere onu cesaretlendirip teşvik etmiştir. Bunun üzerine üç yüz yirmi altı senesinde İmâdu’d-Devle, küçük kardeşi Mu’izzu’d-Devle ile Beridî’yi Ehvaz tarafına gönderdi. Onlar da epeyce askerle gelip Ehvaz’ı istila edince Beckem, Vâsıt’a çekilmiştir. Fakat o yörede şöhreti ve şanı çok olan İbni Râik, ondan korkarak, İbni Beridî ile gizlice haberleşti. Beckem’in belası bertaraf olduğunda Vâsıt’ı toptan alarak, yıllık altı yüz bin altını kendisine vereceğini vadetmişti. Beckem bundan haberdar olunca askerini toplayarak Basra tarafına yürüdü. İbni Beridî de ona karşı on bin asker gönderdiyse de yapılan çarpışmada bozguna uğradılar. Fakat Beckem, onları takip etmedi. Çünkü amacı, ancak Beridî’nin kuvvetini kırıp dağıttıktan sonra Bağdat’a varmak idi. İşte bu sırada eski Vezir İbni Makılle, velinimetine etmiş olduğu hıyanetin cezasını görmüştür. Ve bu nankörlüğün cezası pek dehşetli bir surette icra olunmuştur.
Şöyle ki bu sırada İbni Makılle’nin, İbni Râik’i yakalattırıp, yerine Beckem’i koymaya çalışmakta olduğu İbni Râik’e bildirilince İbni Makılle’yi hapsettirip daha sonra elini kestirdi. Fakat ilaç ile tamamıyla iyileşince kesik eline kalem bağlayıp kalemle fesada çalıştığı, İbni Râik’in kulağına gidince dilini kestirdi ve kendisini hapsettirdi. Nihayet zindanda işkence ve azap içinde ölmüştür.
Beckem ise Beridî ile haberleşerek barıştıktan sonra Vâsıt’a döndü. Vâsıt’tan Bağdat’a geldiğinde İbni Râik, ona karşı çok miktarda asker sevk ettiyse de Beckem onları bozguna uğratarak, Bağdat’a yaklaşınca, İbni Râik firar ederek kaçıp gizlendi ve Beckem, Bağdat’a dâhil oldu. Halife de hilat elbisesini giydirerek onu başkomutan atadı.
Beckem, aslında Türk kölelerinden olup Deylem hakanının hizmetindeyken ondan ayrılıp Merdavîc’e bağlanmış ve sonra Merdavîc’in katilleri içinde bulunmuş olmakla yukarıda anlatıldığı gibi Irak tarafına giderek, İbni Râik’e bağlanmıştır. Bu defa önce geçtiği gibi İbni Râik yerine emirü’l-ümera olmuştur. Üç yüz yirmi yedi yılında Beckem, Râzîbillah ile birlikte Musul üzerine gitti. Beni Hâmdân’dan Musul emiri olan Nasıru’d-Devle Musul’dan firar etmişse de sonra bir miktar mal üzerine anlaşarak Halife Râzî ile Beckem, Bağdat’a geri döndüler. O esnada ise İbni Râik, meydana çıktı, taraftarı da onun başına toplanarak Bağdat’ı zapt ettiğinden, halife ve Beckem yolda durmaya mecbur oldular. Fakat İbni Râik de Beckem’den korktuğundan sulh istedi. Harran, Rakka, Kınnesrin ve Avâsım bölgeleri kendisine verilmek üzere barıştıkları için İbni Râik hemen Bağdat’tan ayrılıp, kendisine verilen yerlere doğru yola çıkınca, Râzî ve Beckem de Bağdat’a girdiler. Beckem ile Basra Valisi İbni Beridî barışmış olduklarından yıllık altı yüz bin altın vermek üzere Vâsıt Bölgesi İbni Beridî’ye verildi. Beckem onun kızıyla evlendi.
İbni Beridî’nin ise Beckem’i bir tehlikeye atmak için el altından çaba sarf etmekte olduğu Beckem’in kulağına gidince, gizlice hazırlık yaparak, üç yüz yirmi sekiz senesinde askerini kayıklara bindirmiş, nehir yoluyla inip Vâsıt’ı zapt etmiştir.
İbni Râik’e gelince, önceden geçtiği üzere memuriyet yeri olan Halep ve Kinnesrin tarafına vardığında hemen Humus ve Dımışk üzerine yürüdü. Ahşid memurlarını kovup, yirmi sekiz senesinde Şam bölgesini istila ettikten sonra Mısır’ı da istila etmek üzere Arîş’e kadar gitmiş ise de İhşid ona karşı çıkınca yapılan savaşta bozguna uğrayarak geri döndü. İhşid’in askeri Dımışk üzerine yürüyüp bu defa da onlar bozguna uğradı. Mısır İhşid’de ve Şam İbni Râik’te kalmak üzere haberleşerek kendi aralarında anlaşmışlardır.

Bazı Ölümler
Üç yüz yirmi iki yılında teşrifatçılardan Ebu Cafer, yüz kırk yaşına varmış ve duyguları sapasağlam olduğu hâlde vefat etmiştir.
Zahirî mezhebi imamlarından, birçok meşhur eserin sahibi Abdullah İbni Ahmed İbni Muhammed İbni Müflis de üç yüz yirmi dört yılında hayat defterini dürmüştür.
Üç yüz yirmi yedi yılında Şeyh diye bilinen Osman İbni Hattab Ebu’d-Dünya beka âlemine göçmüştür. Pek ihtiyar bir adamdı. Hatta derler ki bu adam, Ali İbni Ebu Talib (r.a.) Hazretleri’ne yetişmiş ve ondan bir sahife rivavet etmiş. Muhaddislerden çoğu kimse, bunun aslı olmadığını bildikleri hâlde rivayet etmişlerdir.

Râzî’nin Ölümü ve Müttekî’nin Tahta Geçmesi
Râzîbillah altı sene, on gün hilafet makamında bulunduktan sonra üç yüz yirmi dokuz yılı rebiülevvelinde vücudunun su toplaması nedeniyle öldü. Şair, güzel konuşan, aziz ve cömert bir insandı. İmam Begavî’den ve başkalarından hadis dinlemiş ve kaydetmiştir. Âlimler ve hoşsohbet kimselerle sohbet eden, eski usul üzere sanatkârlara ihsanlarda bulunan, bizzat işleri idare edip orduyu nizama sokan, bizzat minberde hutbe okuyan Abbasi halifelerinin sonuncusudur. Ondan sonra da bizzat hutbe okuyan varsa da pek nadir vuku bulmuştur. Gerçi onun zamanında Abbasi hilafeti zayıf düşmüş idi. Fakat hilafetin yine büyük şan ve itibarı var idi. Ondan sonra tamamıyla zayıflamaya yüz tutmuştur. Râzî’nin vefatında Başkomutan Beckem, Vâsıt’ta bulunduğundan, halife seçimi için Beckem’in kâtibi Abdullah-ı Kûfî’nin gelmesi beklendi. Kûfî’nin eliyle Beckem tarafından gönderilen mektubunda, Râzî’nin veziri olan Ebu’l-Kasım ve daha önce vezirlik yapmış olanlar, divan azaları, kadılar, Aleviler, Abbasiler ve şehrin ileri gelenleri, toplanarak halife seçimi meselesinde Kûfî’nin onlarla müşaveresi yazılmış olduğundan, yapılan istişarede merhum Muktedir’in oğlu İbrahim’in seçilmesine dair anlaşarak ona biat ettiler. Kendisine teklif edilen lakaplardan Müttekîlillah lafzını seçti ve hemen Beckem’e hilat ve sancak gönderdi. Beckem ise biatten önce saraya mübaşir gönderip beğendiği mefruşat ve ziynet eşyalarını aldırmıştı. Biatten sonra Selametü’l-Tolunî’yi Müttekî’ye perdedar tayin etti. Ebu’l-Kasım Süleyman’ı da vezaretinde alıkoyduysa da onda vezirliğin yalnızca ad ve unvanı olup her iş Beckem’in kâtibi olan Kûfî’nin elindeydi. Hâlbuki Beckem Vâsıt’tan Basra valisi olan İbni Beridî üzerine Torun adlı başbuğ ile gerektiği kadar asker sevk etmiş ve sonra kendisi de arkasından gitmiştir. İbni Beridî’nin bozguna uğradığı haberini alınca geri dönüp, avlanarak Vâsıt’a gelirken Nehr-i Cûr civarında bulunan Kürtlerde çok mal ve servet olduğunu duyunca onlara tamah ederek yanındaki küçük bir grupla Kürtlerin üzerine vardı. Kürtler savuşup firar etmişlerse de bir Kürt çocuğu mızrakla onu arkasından vurup katletmiştir. Bu haber Bağdat’a ulaşınca halife hemen Beckem’in gömülü olan hazinesini meydana çıkarttırarak büyük bir servete sahip olmuştur.
Beckem’in maiyetindeki beş yüz kadar seçkin Deyalimli asker, Ebu Abdullah-ı Beridî’nin yanına gitti, İbn-i Beridî onlarla kuvvetini arttırarak, büyük bir askerî güç ile Bağdat’a geldi ve devleti istila etti. Fakat kötü huyluluğu, hırs ve tamahı nedeniyle halk onun zulmünden bizar olduğundan, bütün halk onun aleyhine ayaklanınca Bağdat’tan çıkıp Vâsıt’a gitti. Bunun üzerine Gültekin Deylemî nüfuz kazanarak, devletin idaresini eline aldı. Peşinden Şam Valisi İbni Râik, gelip Gültekin ile savaştı. Galip gelince halife tarafından da kendisine başkomutanlık verildi.
Üç yüz otuz yılında Ebu Abdullahi’l-Beridî, kardeşi Ebu’l Hasan El-Beridî ile Bağdat üzerine Türk ve Deylemlilerden oluşan bir ordu sevk etti. Bu ordu Bağdat’a geldiğinde halk mukavemet edip haylice direniş gösterdiyse de sonunda bozguna uğradılar. Halife Müttekî ve oğlu, yirmi kadar süvari ile kaçtılar. İbni Râik de askeriyle çıkıp halifeye yetişti. Hepsi Musul emiri olan Nasıru’d’Devle İbni Hâmdân’dan yardım istemek üzere Musul’a gittiler. Nasıru’d-Devle, halifeye hürmet göstermiş ama İbni Râik’i idam etmiştir. Bunun üzerine halife, Nasıru’d-Devle’yi başkomutan atamış ve kardeşi Ebu’l Hüseyin Ali’ye hilat giydirip ona Seyfu’d-Devle ismini vermiştir.
İhşid, o şekilde İbni Râik’in idam olunduğunu işittiği zaman Mısır’dan çıkıp Şam’ı zapt etti. Beridîler ise Bağdat’a girdikleri gibi sarayı yağmalamakla beraber ahaliye benzeri görülmemiş zulüm ve işkenceler yaparak, insanlığa yakışmayacak, alçakça hareketlere başvurdular. Türklerin başbuğu olan Torun ansızın Beridî’yi basmak üzere hareket etmişse de Beridî önceden haber alıp yanına Deylemlileri toplayarak ihtiyat üzere bulunduğundan, Torun’un hareketiyle Deylemîler savunmaya geçti. Torun yanında çok sayıda Türk askeri olduğu hâlde Musul’a geri dönünce, Beni Hâmdân onlarla kuvvet buldu. Müttekî ve Nasıru’d-Devle, çok sayıda asker ile Musul’dan çıkıp Bağdat’a yaklaştığında Beridî, Vâsıt’a kaçtığından, halife ile Başkomutan Nasıru’d-Devle Bağdat’a girdiler.
Daha sonra Beni Hâmdân, Vâsıt tarafına doğru yola çıktı. Türk askerleri ile Torun da onlarla birlikte idi. Hâlbuki Ebu’l Hasan El-Beridî onlara karşı hareket etmiş olduğundan, Meydan civarında yapılan çarpışmada Beridîler bozguna uğrayarak kaçtılar. Nasıru’d-Devle Bağdat’a döndü, kardeşi Seyfu’d-Devle de askerle Vâsıt’a gitti. Fakat Beridîler, evvelce Vâsıt’ı terk ederek Basra’ya gitmiş olduklarından, Seyfu’d-Devle askeriyle Vâsıt’ta kalmış ve istirahat etmiştir.
Azerbaycan Eyaleti uzun zamandır Kürtlerin elinde iken bu esnada Deylemîler eline geçmiştir. Yine o esnada, Rüknü’d-Devle İbni Büveyh, Rey beldesini istila etmiştir. Yine bu sene Rumlar, sınırı aşarak Halep’e kadar gelip, pek çok esir alarak geri dönmüşlerdir. Tarsus gazileri de Rum ülkesine girerek pek çok esir alıp salimen dönmüşlerdir.
Üç yüz otuz bir yılı muharreminde Mu’izzu’d-Devle İbni Büveyh, Basra’ya gelip Beridîler ile savaşarak bir müddet orada kalmışsa da subaylarından bir kısmı, İbni Beridî’den aman dilemiş oldukları için diğerlerinden şüphelenerek savuşup gitmiştir.
Yukarıda anlatıldığı gibi, Seyfu’d-Devle, Vâsıt’a inip oradan Basra’ya geçme niyetinde ise de askerî sevkiyata kâfi parası olmadığından kardeşi Nasıru’d-Devle’den para istedi ve o taraftan bir şey gelmediğinden, çaresiz Vâsıt’ta beklemekte idi. Maiyetindeki Türklerin başbuğu olan Torun ise onu küçümseyerek edep dışı muamelede bulunuyordu. Bağdat’taki Türk ve Deylem askerlerinin tavırları da iyi değildi. Nasıru’d-Devle, vaziyeti beğenmeyip üç yüz otuz bir yılı içinde Bağdat’tan çıkarak Musul’a giderken, Türkler ve Deylemîler onun konağını yağmaladılar. Vâsıt’ta da Türk askerler bir gece Seyfu’d-Devle’yi bastılar. Seyfu’d-Devle kaçmış, eşyası yağmalanmıştır.
Ondan sonra Türklerin reisleri arasında ihtilaf çıkmışsa da Torun galip gelerek tamamını disiplin altına aldıktan sonra Vâsıt’tan hareketle ramazan sonlarında Bağdat’a geldi. Müttekî kendisine hilat elbisesini giydirerek onu başkomutan atadı. Bu sırada Beridî gelip Vâsıt’ı istila etmiştir. Sonra Torun, Vâsıt’a vardığında Beridî’nin yanında bulunan İbni Şirzat kaçarak Torun’un yanına gelmiş, Torun da onu kendisine vezir yapmıştır. O esnada Horasan ve Maveraünnehir Emiri Nasır İbni Ahmed Samani’nin Horasan başkomutanı olan Ebu Ali İbnu’l Muhtac, Rey beldesini ve dağlık bölgeleri ele geçirmiştir.
Bu yıl kayser-i Rum tarafından Bağdat’a elçi gelmiş, onların yanlış inancına göre, Hazreti İsa Aleyhisselam bir mendil ile yüzünü silmiş ve yüzünün sureti onda aksedip kalmış ve o mendil Rehâ Kilisesi’nde imiş. Bu mendil eğer kaysere gönderilirse pek çok Müslüman esiri serbest bırakacağını açıklayınca Halife Müttekî, kadı ve fakihleri toplayıp onlara sorduğu zaman ihtilaf etmişler. Bazıları mendili verip de esirleri kurtarma görüşündeyken, bazıları da muhalif görüşte bulunmuşlarsa da mecliste bulunan Vezir Ali İbni İsa, “Müslüman’ın esaretten kurtarılması, bu mendili korumaktan evladır.” deyince Halife Müttekî de o mendilin teslimini emretmiş. Esirlerin teslim alınması için memurlar göndermiş. Bu şekilde birçok Müslüman esir esaret zincirinden kurtulmuştur.
Bir zamandan beri Karâmita içine ihtilaf ve kargaşa düştüğünden, Hecr’de durup etrafa saldırmaz oldular. Yoksa bu esnada Irak’a çok ziyan ve hasar verirlerdi. İşte bu kargaşalıklardan istifade edip Basra’yı istila etmek üzere Umman Emiri Yusuf İbni Vecîh bir büyük donanma ile geldi. Beridîler ile savaşıp Basra’yı ele geçirmek üzere olduğundan Abdullah İbni Beridî ile kardeşleri yok olma derecesine varmışlarken Renadî adında bir gemici onları bu tehlikeden kurtarmıştır.
Şöyle ki Umman gemileri bir sahilden diğer sahile kadar yekdiğerine bağlı olarak bir köprü gibi olmuşlar idi. Renadî, iki kayığı kurumuş hurma yapraklarıyla doldurup gece yarısı onları tutuşturarak nehrin akıntısına bırakmış. Kayıklar rüzgârdan daha süratli seyrederek Umman gemilerinin üzerine düşünce hepsi alev almış ve içindeki adamlarıyla beraber yanmışlardır. Etrafta bulunanlar bu sırada ele geçirebildikleri malları yağma etmişlerdir. İbni Vecîh, muharrem ayı içinde güçlükle kaçarak canını kurtarabilmiştir.
O sırada ise Halife Müttekî ile Torun arasında soğukluk meydana geldiğinden, Müttekî, kadınları ve çocukları alıp güvenilir adamları ile Bağdat’tan çıkıp Musul’a gitti. Torun’un veziri İbni Şirzat üç yüz süvari ile Vâsıt’tan çıkıp üç yüz yirmi iki senesi muharreminde Bağdat’a ulaştı ve asla halife tarafına müracaat etmeksizin kendi kendine hükmetmeye başladı. Torun hemen Vâsıt’ı belli bir ücret karşılığında Beridî’ye ihale ederek kızını ona nikâhladı. Bağdat’a geldi ve Musul’a doğru hareket etti. Seyfu’d-Devle ona karşı çıktı. Fakat meydana gelen şiddetli muharebelerde bozguna uğradığından, Beni Hâmdân artık Musul’da duramayıp Seyfu’d-Devle, kardeşi Nasıru’d-Devle ve Halife Müttekî Musul’u terk ederek Nusaybin’e geldiler. Mütteki oradan da çıkıp Rakka’ya geldi. Seyfu’d-Devle de ona katıldı. Sonra halife, Torun ile haberleşerek Nasıru’d-Devle elindeki memleketler için üç sene zarfında her yıl üç yüz altmış bin dirhem vermek üzere aralarında sulh yapıldı ve Torun Bağdat’a döndü. Halife de Beni Hâmdân ile Musul’da kalmışsa da sonra yine Rakka’ya gitmiştir.
Mu’izzü’d-Devle İbni Büveyh, Torun’un Musul’a gittiğini haber aldığı gibi, gelip Vâsıt’ı zapt etmiş olduğundan, Torun, Musul’dan Bağdat’a döndüğü gibi Mu’izzü’d-Devle’ye karşı vardı, o da Vâsıt’tan hareket edince zilkade ortalarında ordular çarpışmaya başladı. Bir hafta kadar aralarında muharebe devam etti. Fakat Torun’un askerleri gerilemekteydi. Nihayet Torun, onları bir pusuya düşürüp perişan edince Mu’izzü’d-Devle, bir hayli zayiat vererek yenilmiş olarak döndü. Torun da Bağdat’a geldi.
O esnada Ebu Abdullah El-Beridî vefat ettiğinden, yerine geçecek kişi hakkında aralarına anlaşmazlık düştü. En sonunda Basra hükûmeti, oğlu Ebu’l Kasım’da karar kılmıştır.
Halife Müttekî önceden Mısır Valisi İhşid’i yardıma çağırdığından İhşid, Halep’e ve oradan Rakka’ya gelip Müttekî ile görüştü ve ona fevkalade hürmet etti. Atının yanında yaya yürüdü. Ağır hediyeler takdim etti ve onu alıp Mısır’a götürmek istedi. Müttekî ise daha sonra Torun ile haberleştiğinden, Torun büyük yeminler ederek onu temin etmiştir. Bunca yıllardan beri babalarına, dedelerine ve hilafete başkentlik yapmış olan Bağdat’tan uzak olmak Müttekî’ye zor geldiğinden Bağdat’a gitme fikrine düşmüştü. İhşid, “Mısır’a gitmezsen bari buralarda otur. Bağdat’a gitme, Torun’a güvenme.” diye nasihat etmişse de Beni Hâmdân’a bıkkınlık gelmiş olduğundan, Müttekî o havalide oturup onlara yük olmak da istemediğinden, Torun’un teminatına aldanarak üç yüz otuz üç yılı muharreminin sonlarında Rakka’dan Bağdat’a gelmiş ve İhşid de Mısır’a dönmüştür.
Torun, Sindiye’de Müttekî’yi karşılayıp hürmetini sunduktan sonra onu kendi çadırına indirdip gözlerine mil çektirdi. Hemen Müstekfî Billah İbni’l-Mutezid’i Sindiye’ye getirterek ona biat etti, diğer insanlar da biat ettiler. Müttekî de âmâ olduğu hâlde getirilip Müstekfî’ye biat ettirildi. Bir de asa kendisinden alınarak Müstekfî’ye teslim edildi. Müttekî’nin hilafet günleri üç sene, beş ay, on sekiz günden ibarettir.

Bazı Meşhurların Ölümleri
Üç yüz yirmi dokuz yılında meşhur Filozof Meta İbni Yunus ve meşhur Tabip Buhtyeşû İbni Yahya vefat etti. Üç yüz otuz yılında da İmam Ebu’l Hasan Ali İbni İsmail İbni Ebu Bişrül Eş’ari, yetmiş yaşında öldü. Meşre’atü’z-Zevâya’da defnedildi. Müşebbihe mezhebine mensup olan gulât-ı Hanbelîyye (aşırı giden Hanbelîler) cenazesini çıkarıp yakmasınlar diye kabri belirsiz hâle getirildi. Zira Hanbelîlerin çok mutaassıpları ona en büyük düşman idiler.
İmam-ı Eş’ari, Ebu Musa El-Eş’ari (r.a.) Hazretleri’nin torunlarından olup iki yüz altmışıncı yılda Bağdat’ta doğmuştu. Uzun müddet mezheb-i Mutezile üzere ilm-i kelam ile meşgul olup sonra gerek Mutezile’ye gerek Müşebbihe’ye muhalefet ederek mezheb-i ehlisünnet ve’l-cemaati meydana koydu. Mutezile imamlarından, Cübbâî ile münazara ederek onu susturduktan sonra mezhebini ilan etti. Mezheb-i Cebriyye ile Mutezile’nin ortası olarak dünyanın her tarafına şayi oldu. Hanbelîlerin çok mutaassıpları ise cehil ve taassuplarından dolayı onu tekfir edip, mezhebini takip edenlerin kanlarını helal sayarlardı.
Bilindiği gibi, mezheb-i ehlisünnet iki görüş arası bir orta yol, yani cebr ile itizal arasında bir doğru yoldur. Bu hak mezhebi meydana çıkaran iki büyük imamdır. Biri zikri geçen İmam Ebu’l Hasan El-Eş’ari, diğeri İmamu’l-Hüdâ Ebu Mansur Mâtürîdî’dir. Bunlar esasen aynı fikirde oldukları hâlde tavassut ve itidalin açıklanması ve tefsir açısından ikisi arasında cüzi ihtilaf vardır. İmam Mâtürîdî’nin mezhebi rey ve akla daha uygun olduğundan, Hanefilerin çoğu onun mezhebini kabul etmişlerdir. İmam Eş’ari’den üç sene sonra, yani üç yüz otuz üç senesinde İmam Mâtürîdî de vefat etti. İkisinin de şöhretleri her yanı tutmuş olduğundan tafsile hacet yoktur. Rahimehumullahu taala rahmeten vasi’ah.

Müstekfî Billah’ın Halifeliği
Sindiye’de Müstekfî Billah’a biat olunduktan sonra hükûmet merkezine dâhil olup, üç yüz otuz üç senesi safer ayının sonlarında, Torun’a hilat ve taç giydirdi. Ebu’l-Ferec İbni Muhammed’i kendisine vezir atadı. Fakat Ebu’l-Ferec’de vezirliğin yalnız ismi olup işlerin hepsi Torun’un veziri olan İbni Şirzat’ın elindeydi. Müttekî’nin Bağdat’a gelmesi üzerine İhşid de Mısır’a döndüğünde, Seyfu’d-Devle İbni Hâmdân Halep ve Humus beldelerini ele geçirmişti. Sonrasında Rumlar sınırı aşarak, Halep civarına kadar vardılarsa da Seyfu’d-Devle karşı çıkıp onları bozguna uğratmıştır.
Üç yüz otuz dört yılında Torun vefat edince veziri İbni Şirzat’a Müstekfî tarafından başkomutanlık verilmiştir. Ehvaz’da bulunan Mu’izzü’d-Devle İbni Büveyh ise Torun’un vefatını haber aldığı gibi Bağdat üzerine yürüdü. Bağdat’a yaklaştığında, İbni Şirzat saklandı ve Türk askerleri Musul tarafına kaçtılar. Mu’izzü’d-Devle, cemaziyelevvel ayında Bağdat’a girdi. Müstekfî ile konuşup ona biat etti ve o da kendisine hilat giydirdi. Madenî paralar üzerine Beni Büveyh ismi yazılması için emir verdi. Mu’izzü’d-Devle, Müstekfî’ye günde beş bin dirhem tahsis etti. Müstekfî’nin kendi aleyhinde çalıştığını işitince cemaziyelahirin yirmi ikisinde Müstekfî’yi haysiyet kırıcı bir şekilde halifelikten indirip hapsetti. O sırada saray yağma edilip ziynet eşyası olarak bir şey bırakılmadı. Müstekfî’nin hilafet müddeti bir sene, dört aydan ibarettir.

El-Mutî Lillah’ın Tahta Geçmesi
Müstekfî’nin tahttan indirildiği gün, Muktedir’in oğlu Mutî Lillah’a biat olundu. Fakat Müstekfî’nin hiç olmazsa resmen bir veziri vardı, Mutî’de o da yoktu. Yalnız bazı ihtiyaçlarına karşılık olmak üzere Mu’izzü’d-Devle tarafından tahsis olunan arazi işlerini görmek ve dairesinin gelir gider defterini tutmak için bir kâtibi vardı. Ve artık halifenin şan ve itibarı kalmayıp herhangi bir hususta kendisine müracaat edilmez oldu.
Çünkü Deylemliler, yukarıda açıklandığı üzere Utruş adlı imam-ı Alevi elinde Müslüman oldukları şekilde Şii mezhebinden idiler. Abbasiler, hilafeti asıl sahiplerinden zorla aldılar diye itikat ettiklerinden, halifeye hürmet etmek için kendilerince dinî bir sebep yok idi. Hatta hilafeti Abbasilerden alıp da Mağrip’teki halife-i Ubeydiyye’ye vermek yahut Alevilerden diğer birine biat etmek üzere Mu’izzü’d- Devle, erkânıyla yaptığı istişarede çoğunluk tasvip etmişken, yakın adamlarından bazıları, “Bu doğru bir düşünce değildir. Sen şimdi bir halife ile bulunuyorsun ki onun hilafete layık olmadığını düşünüyorsun. Askerlerin de bu düşüncede, bugün onu öldürünüz dersen kanını helal sayarak öldürürler. Ama Alevilerden birine biat edersen, sen de askerin de onun hilafetinin sıhhatine inanacağından, o eğer askere senin katlini emrederse seni katlederler.” deyince Mu’izzüd-Devle’nin o düşünceden vazgeçtiği rivayet edilir. Mamafih doğuda Maveraünnehir, batıda Suriye ve Mısır ahalisi çoğunlukla Sünni olduğundan, Büveyh soyunun elinde bir Abbasi halifesinin bulunması siyasi fikirlerine göre durum ve zamana uygun idi.
Kısacası Mu’izzü’d-Devle, Irak’ı zapt ettikten sonra mülk ve saltanat, Âl-i Büveyh sultanlarının ve sonra Selçuklu sultanlarının olup hilafet manevi bir itibardan ibaret kaldı. Vakıa hutbe ve sikke yine halifeler adına olup, tahta oturarak, elçileri de huzurlarına kabul ederlerdi. Fakat bu teşrifat merasiminin yapılması da ismi geçen sultanların emriyle olurdu. Hilafete lazım olan mülk ve saltanatın manası ise kuvvet ve kudret kullanmak, büyüklük ve ululuk göstermek olduğundan, ondan sonra gelen Abbasi halifelerinde hilafet lafzen mevcut ve manen alınmış ve yok olmuş idi. Böylece bundan sonraki Abbasi halifelerinin tarihinin anlatılması, onlara hükmeden Âl-i Büveyh ve Selçuklu sultanlarının tarihlerinin içindedir. Cenabıhak, işleri irade ve hikmetiyle tedbir eder, ondan başka ilah yoktur.

Mutî’nin Geri Kalan Günleri
Mu’izzü’d-Devle İbni Büveyh, önce geçtiği gibi Irak’ı istila ettiğinde, asker âdet olduğu üzere, tayin ve maaşlarını istediklerinden, yolsuz vergilerin icadına ve halkın mallarını haksız olarak almaya mecbur oldu. Devlete ait köyleri malikâne olmak üzere akrabasına ve komutanlarına tahsis etmekle devlet memurları o köylerden el çekti ve divanlar boş kaldı. Öyle nüfuzlu adamların himayeleri altına geçen köylerin bayındırlığı arttıysa da halkın ve küçük memurların ellerinde kalan köylerin halkı, devamlı malları ellerinden alınıp zulme uğradıklarından, setler ve köprülerin inşası ve suların yoluyla taksimi gibi bayındırlık işlerine bakılmadığından, bu gibi köyler harap olmuş ve bu nedenle devlet geliri eksilmiş ve nihayet Mu’izzü’d-Devle ordularını idare etmekten âciz kalmıştır. Akraba ve taallükatı fazlasıyla şımarttıktan sonra onların büyüyen burunlarını kırmak için birçok Türk kölesi almış, onlara bol miktarda araziler vermiş, bu ise kendisiyle kavminin arasında nefretin meydana gelmesine sebep olmuştur.

Mu’izzü’d-Devle ile Nasıru’d-Devle’nin Savaşları ve Barışmaları
Üç yüz otuz dört yılında Musul emiri olan Nasıru’d-Devle İbni Hâmdân, büyük bir orduyla Bağdat üzerine yürüyüp Bağdat’ın doğu taraflarını istila etti. Mu’izzü’d-Devle ile aralarında şiddetli savaşlar meydana geldi. Mu’izzü’d-Devle kaçmaya karar vermiş iken Deylemîler, bazı harp hileleri ile doğu tarafını zapt edince, Nasıru’d-Devle, Ukberâ’ya çekildi. Mu’izzü’d-Devle ile haberleşerek, üç yüz otuz beş senesi muharreminde barış yaparak Musul’a döndü. Fakat maiyetindeki Türk askerleri, bu barıştan hoşnut olmayıp Musul üzerine yürüdüklerinde Nasıru’d-Devle, Nusaybin tarafına savuşmuştu. Türkler de arkasına düştü. Sancar’a kaçtı, onlar da oraya hücum edince, Nasıru’d-Devle çaresiz kaldı ve hemen Mu’izzüd-Devle’den yardım istedi. O da yeteri kadar asker ile vezirini gönderince Nasıru’d-Devle o tehlikeden kurtuldu ve Musul’da kaldı. Fakat Mu’izzü’d-Devle’ye yılda belli bir vergi vermeye mecbur oldu.

Rüknü’d-Devle’nin Rey ile Dağ Beldelerini ve Sonra Taberistan ile Cürcan’ı İstila Ettiği Sırada Mu’izzü’d-Devle’nin de Basra’yı İşgali
Otuz yıldan fazla Horasan ve Maveraünnehir emiri olan Nasır İbni Ahmed Samani üç yüz otuz bir yılında vefat ettiğinde insanlar onun oğlu Nuh İbni Nasır’a biat ve yemin ettilerse de çok geçmeyip Beni Saman arasında ihtilaflar peydah oldu. Horasan başkomutanı olan Ebu Ali İbni’l Muhtac da Emir Nuh’a isyan etti. Rüknü’d-Devle İbni Büveyh, fırsat düşürüp üç yüz otuz beş senesinde Rey şehrini ve dağ şehirlerini zapt edip Horasanileri oralardan sürdü. Kardeşi Mu’izzü’d-Devle de üç yüz otuz altı senesinde Bağdat’tan çıkıp çöl yoluyla Basra üzerine hareket ettiğinde Karâmita, çöl yolunun kendilerinin olduğundan bahsile Mu’izzü’d-Devle’nin kendilerinden izin almaksızın o yol ile asker sevk etmiş olmasına itiraz etmişlerse de Mu’izzü’d-Devle, onlara hakaretle cevap vererek Basra’yı zapt etmiş. Basra Emiri Ebu’l-Kasım El-Beridî, Hecr beldesine gitmiş ve Karâmita’ya iltica etmiştir. Mu’izzü’d-Devle, bu şekilde Basra’ya sahip olduktan sonra veziri ile Halife Mutî’yi Basra’da bırakıp kendisi büyük biraderi İmâdu’d-Devle ile görüşmek üzere Fars’a gitti. İmâdu’d-Devle’nin huzuruna çıkıp yeri öptü. Çünkü Beni Büveyh’in üçü de hüküm sürdükleri yerlerde bağımsız iseler de İmâdu’d-Devle, beylerbeyi olup diğer ikisi ona tabi ve emrine bağlı idiler. Mu’izzü’d-Devle huzurunda ayakta durdu, İmâdu’d-Devle her ne kadar otur diye teklif etmişse de oturmamıştır. Ondan sonra Mu’izzü’d-Devle, Bağdat’a dönüp veziri ile halife de Basra’dan Bağdat’a geldiler. O esnada Rüknü’d-Devle İbni Büveyh Taberistan ve Cürcan’ı da istila etmişti.
İşte bu suretle Beni Büveyh Devleti kuvvet kazanıp genişleyerek, Rey, Cebel, Fars, Ehvaz ve Irak’ın gelirleri tamamen onların hazinelerine gelirdi. Musul ve Diyarbakır gelirlerinden de belli bir vergi alırlardı. Abbasi halifesi kendi ellerinde olup o kuvvet ile her tarafta sözlerini geçirirlerdi.
Üç yüz otuz yedi yılında Mu’izzü’d-Devle, Musul üzerine yürüyünce Nasıru’d-Devle İbni Hâmdân Nusaybin tarafına savuştu. Mu’izzü’d-Devle, Musul’u zapt eyledi ise de o esnada Horasan askerlerinin Rey ve Cürcan taraflarına tecavüz niyetinde oldukları kardeşi Rüknü’d-Devle tarafından kendisine bildirilmiş ve asker istemiş olduğundan, Nasıru’d-Devle ile haberleşti, Nasıru’d-Devle, Musul Eyaleti, El-Cezire diyarı ve Şam tarafı için Mu’izzü’d-Devle’ye yıllık sekiz milyon dirhem vermek ve hükmü altında olan beldelerde İmâdu’d-Devle, Rüknü’d-Devle ve Mu’izzü’d-Devle adlarına hutbe okutmak üzere barış yaptı. Mu’izzü’d-Devle Bağdat’a geri döndü.

İmâdu’d-Devle’nin Vefatı ve Büveyhoğulları ile Samanoğullarının Savaşları
İmâdu’d-Devle’nin evladı olmadığından kardeşi Rüknü’d-Devle’nin Fena Hüsrev adlı oğlunu yanına alarak Fars ülkesi için onu kendisine veliaht yapmıştır. Üç yüz otuz sekiz yılında İmâdu’d-Devle Şiraz’da vefat edince Fena Hüsrev, Fars emiri oldu. Ama beylerbeyi unvanı babası Rüknü’d-Devle’ye intikal etti. Mu’izzü’d-Devle de ona tabi oldu.
İmâdud-Devle’nin yanında büyük adamlar ve kendisiyle aynı değerde beyler olup onlar Fena Hüsrev’i küçük gördüklerinden, Hüsrev gereği gibi hükûmeti eline alamamıştı. Babası Rüknü’d-Devle, Şiraz’a giderek ve Mu’izzü’d-Devle de Bağdat’tan askerle vezirini göndererek, Hüsrev’in hükûmetini tesis edip kuvvetlendirdiler. O zaman mahlas ve lakap vermek hilafet makamına ait olduğundan, Halife Mutî tarafından Fena Hüsrev’e Adudu’d-Devle mahlası verildi.
Horasan ve Maveraünnehir Emiri Nuh İbni Nasır Samani tarafından verilmiş olan emir üzerine Horasan Başkomutanı Mansur İbni Karatekin ise üç yüz otuz dokuz yılında bir büyük ordu ile Rey şehri üzerine yürüyünce, Rüknü’d-Devle’nin kaymakamı İsfahan’a kaçmış olduğundan Mansur, Rey şehrine girerek her tarafa asker gönderip, Rüknü’d-Devle’nin memurlarını kovup bütün dağlık bölgeleri ele geçirmiştir.
Rüknü’d-Devle, o zaman Şiraz’da bulunduğundan, bu durumdan haberdar olduğu anda hemen ileri giderek kardeşi Mu’izzü’d-Devle’ye emirname yazıp, Irak’a komşu olan yerlerden Horasanileri defedip kovmak üzere asker sevk etmesini bildirmiş olduğundan, Mu’izzü’d-Devle hemen Sebüktekin adlı teşrifatçısı ile Deylemî, Türk ve Araplardan oluşan büyük bir ordu sevk etti. Sebüktekin, Horasanilere galip gelerek Hamedan’ı zapt etti. Rüknü’d-Devle de askeriyle oraya geldi. Yanında çok miktarda asker toplandı. Fakat Mansur’un askeri daha fazla olduğundan, Hamedan üzerine yürümeye cesaret edemeyip İsfahan’a gitti. Rüknü’d-Devle de mevcut maiyetinde olan askerle o tarafa hareket etti. Aralarında nice günler şiddetli muharebeler vuku buldu. İki taraf da erzak yokluğundan şiddetli bir sıkıntıya düştü. Hatta Rüknü’d-Devle, kaçmayı düşünürken Mansur ondan evvel davranıp geceleyin çadırlarını terk ederek kaçmıştır.

Mu’izzü’d-Devle’nin Umman’ı İşgali
Daha önce açıklandığı üzere Mu’izzü’d-Devle, Basra’ya giderken çöl yolundan hareket etmesi nedeniyle Karâmita’nın itiraz etmelerini Umman Emiri Yusuf İbni Vecîh fırsat bilerek Karâmita’yı kendi tarafına çekip meylettirdi ve onlar da karadan kendisine yardım edince üç yüz kırk bir senesinde büyük bir donanma ve çok sayıda askerle gelip Basra’yı muhasara etti. Mu’izzu’d-Devle’nin Ehvaz’da bulunan veziri bu durumu haber aldığı gibi ileri gidip Basra’nın imdadına erişerek Ummanîleri bozguna uğrattı. İbni Vecîh kaçarken gemileri, mühimmat ve silahları hep Mu’izzü’d-Devle’nin askerine kalmıştır. Çok zaman geçmeden Yusuf İbni Vecîh vefat ederek hükûmeti Karâmita eline geçmiş ve daha sonra Mu’izzü’d-Devle, bir büyük donanma sevk ederek Umman’ı istila etmiştir.

Rüknü’d-Devle’nin Yine Horasan Başkomutanı ile Savaşması
Daha önce açıklandığı üzere Horasan Başkomutanı Mansur İbni Karatekin, Rüknü’d-Devle ile İsfahan’da meydana gelen muharebede kaçtıktan sonra çok vakit geçmeyip vefat edince ona halef olan eski Horasan Başkomutanı Ebu Ali İbni’l-Muhtac, Merv’de asker hazırlayarak, üç yüz kırk iki yılında Rey üzerine hareket etti. Rüknü’d- Devle’nin askerî gücü ona eşit olmadığından, Taberek Kalesi’nde mevzilenerek savunmaya karar verdiğinden Ebu Ali gelip onunla aylarca savaştı. Fakat zafer kazanamadı. Nihayet Rüknü’d-Devle’nin her yıl Samani emirine iki yüz bin altın vermesi koşuluyla barış yaptılar. Bunun üzerine Ebu Ali Horasan’a döndü. Fakat “Ebu Ali muharebede doğruluk ve içtenlik ile davranmadı.” diye Emir Nuh Samani’ye gammazlanınca Ebu Ali, Horasan başkomutanlığından alındı. O da gücenip Rüknü’d-Devle ile haberleşerek, üç yüz kırk üç yılında Rey’e geldi, Rüknü’d-Devle kendisine fevkalade ikramda bulundu.
Ebu Ali, Horasan’ın halife tarafından kendisine verilmesini istedi. Rüknü’d-Devle de kardeşi Mu’izzü’d-Devle’ye yazıp Horasan’ın Ebu Ali’ye verilmesi hakkında halife tarafından ferman getirtti. Ebu Ali, bu ferman ile Nişabur’a gitti. Halife Mutî Lillah adına hutbe okuttu ve Horasan’ı istila etti. İşte o esnada Nuh İbni Nasır-ı Samani öldü, yerine geçen oğlu Abdülmelik tarafından sevk olunan çok sayıda askere, Ebu Ali mukavemete güç yetiremeyip Rey’e geldi ve üç yüz otuz dört senesinde dâr-ı bekaya gitti. Ondan sonra da Horasan askerleri ile Rüknü’d-Devle arasında birçok muharebe vuku bulmuştur. O esnada Mu’izzü’d-Devle de Azerbaycan ve diğer taraflarda iç savaşlar ile meşguldü. Ve kendisini en çok uğraştıran İmran İbni Şahin idi.

İmran İbni Şahin’in Durumu
İmran İbni Şahin, Camide köyü ahalisinden olup pek çok suç ile itham olunduğundan, üç yüz otuz sekiz senesinde Batîha’ya iltica etmişti. Batîha dediğimiz Basra sazlıklarıdır ki Fırat Nehri taşınca Basra civarına kadar uzunluğu yirmi ve eni sekiz dokuz saatlik araziyi istila eder, birçok göl, ada, sazlık ve kamışlık ortaya çıkar, bu adalar arasında kayıklar yürür ve bazı Araplar bu adalarda sazlıklardan kulübeler yapıp otururlardı. İbni Şahin, cezalandırılmaktan kurtulmak için bu Batîha’ya sığındı. Balık ve su kuşlarını avlayarak geçinmekteyken, yanına balıkçılardan ve hırsızlardan birçok kişi toplanınca, bir dereceye kadar hükûmet memurlarına karşı durabilecek kadar kuvvete erişti.
Bununla birlikte hükûmet tarafından üzerine bir büyük kuvvet gönderilir korkusuyla Basra hükümdarı olan Ebu’l-Kasım El-Beridî’ye sığınmıştır. O da ona Camide ile Batîha Bölgesi’nin idaresini bırakmıştı. Bunun üzerine İmran İbni Şahin, askerini çoğaltıp silah tedarik ederek, Batîha’daki tepeler üzerinde hisar ve kuleler inşa etti. O bölgeye hâkim olup, gelip geçenlerden, hatta sultanın askerlerinden bile haraç almaya başladı. Asker ise malikâneleri olan köylere varmak için oralardan geçmeye muhtaç idi. Bundan dolayı Mu’izzü’d-Devle, Batîha üzerine tekrar tekrar veziri ile ordular sevk ettiyse de askeri bozguna uğrayarak çaresiz İmran İbni Şahin ile barışıp Batîha Bölgesi’ni ona bıraktı. İbni Şahin, ondan sonra vefatına kadar kırk sene Batîha’da ve havalisinde böyle başıboş, zorbalıkla hüküm sürmüştür.

Çeşitli Olaylar
Üç yüz otuz dokuz yılında İslam âlemi için mühim bir olay meydana gelmiştir. Şöyle ki yirmi iki sene evvel Karâmita güruhu, Hacer-i Esved’i Kâbe-i Mükerreme’den sökerek, hükûmet merkezleri olan Hecr beldesine götürmüşlerdi. Bu yıl onu Kûfe’ye getirdiler. Kûfe Mescidi’ne koyarak halka ziyaret ettirdiler ve sonra Mekke-i Mükerreme’ye götürdüler. Hemen esas makamına konuldu ve çevresine bir gümüş çember geçirildi.
Üç yüz kırk üç yılında Mu’izzü’d-Devle’nin adamlarıyla Mısırlılar Mekke-i Mükerreme’de muharebe etmiş, Mu’izzü’d-Devle tarafı galip gelmiştir. Mekke’de önce Rüknü’d-Devle, Mu’izzü’d-Devle, oğlu ve veliahdı olan Bahtiyar adlarına ve daha sonra Mısır hükümdarı olan İbni Togaç adına hutbe okunmuştur.
Üç yüz kırk dokuz yılında Türklerden iki yüz bin kadar çadır İslam ile müşerref oldu. Hârgâh, deriden yapılmış çadır ve oba demek olduğundan bir hârgâh bir hane halkı demektir. Bu kadar halkın bir defada İslam dinine girmeleri, İslam âleminde önemli olaylardandır. Fakat bunlar, bedevi ve vahşi topluluklar olduklarından, zorla ve yağma ederek mal alma gibi Müslüman’a yakışmayan hareketlerden de geri durmazlardı.
Üç yüz elli yılında Ebu’l-Abbas İbni Ebi’ş-Şevârib yıllık iki yüz bin dirhem vermek üzere başkadı tayin olundu. Para ile olaylar hakkında hüküm (kadılık) verme daha önce görülmemiş olup, bu çirkinlik ilk defa meydana geldiğinden, Halife Muti Lillah, huzuruna Ebu’l Abbas’ı kabul etmedi ve meclisine dâhil olmamasını emretti. Mu’izzü’d-Devle ise sonra belediye başkanlığını ve zaptiye bakanlığını da o şekilde belli bir ücrete bağlamıştır.
Üç yüz elli bir yılında Şia güruhu, Mu’izzü’d-Devle’nin emriyle Bağdat mescitlerinin kapıları üzerine, “Muaviye İbni Ebu Süfyan’a, Fatıma’dan Fedek’i zorla alana, Hasan’ın, dedesi Aleyhisselam’ın kabrinde defnolunmasına mâni olana, Ebu Zerr’i sürgüne gönderene ve Abbas’ı şûradan çıkarana Allah Teâlâ lanet eylesin!” diye yazdılar. Halife mağlup ve mahkûm olduğundan bir şey yapmaya muktedir değildi. Fakat ehlisünnetten bazıları geceleyin bu yazıları sildiklerinden, Mu’izzü’d-Devle yeniden yazdırmak isteyince veziri Mühellebi, silinen yazıların yerine “Allah, peygamber soyuna zulmedenlere lanet eylesin!” diye yazılıp, lanette Muaviye’den başkasının belirtilmemesini nasihat edince öyle yapıldı. Arkasından Basra’da ve Hamedan’da, halk arasında mezhep kavgasıyla fitne ortaya çıkarak pek çok adam ölmüştür.

Mağrip’in Durumu
Zenâte Kabilesi’nden Ebu Yezid Harici ki ehlisünneti tekfir edip, mal ve canlarını mübah sayan Nekkâriyye mezhebindendi. Batıl olan mezhebine o yörenin halkını davet ederek başına pek çok serseri toplamıştı. Üç yüz otuz üç yılında bazı beldeleri zapt etti. Kâim İbni Mehdi-i Ubeydî tarafından üzerine gönderilen askere galip gelerek Tunus’u istila ettikten sonra gelip Mehdiyye’de Kâim’i kuşatmış ve otuz dört yılında ondan vazgeçerek Kayrevan’a gitmişti. O esnada Kâim ölünce oğlu İsmail Mansur yerine geçti. Hazırladığı mükemmel bir ordu ile bizzat Kayrevan’a gidip, üç yüz otuz beş senesine kadar Ebu Yezid ile savaştı. Sonunda Ebu Yezid bozguna uğrayarak kaçınca Mansur onu takip ederek üç yüz otuz altı yılında Ebu Yezid Harici, yaralı olarak esir alındı ve öldü.
Mansur ise çalışkan ve çok gayretli bir adam olduğundan Ebu Yezid Harici sorununu bertaraf ettikten sonra deniz ve kara kuvvetlerini mükemmelleştirmek için gayret etmiştir. Sicilya Adası’nda Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında savaş devam etmekte olup Hristiyanlar, Konstantiniye kayserinden yardım istediler. Kayser tarafından çok sayıda asker gönderildiği gibi Mansur da Afrika’dan Sicilya’ya mükemmel bir ordu gönderdiğinden üç yüz kırk yılında yapılan muharebede Rumlar bozguna uğrayarak İslam askeri muzaffer olmuştur.
Üç yüz kırk bir yılında Mansur vefat edip yerine oğlu El-Mu’izz Lidinillah hilafet tahtına geçmiştir. Aşiretlerin başlarına buyruk olanlarını davet edip gönüllerini alarak, Berberi kavmini taltif ederek hayli kuvvet kazanmıştır. Deniz ve kara kuvvetlerini geliştirerek gazalar yapmakta, Endülüs Emiri Abdurrahman-ı Emevi ile yarış etmekteydi. Fakat mezhepçe aralarında nefret ve ayrılık olduğundan, biri diğerinin aleyhinde bulunuyordu. Üç yüz kırk dört senesinde aralarında birçok deniz savaşı meydana gelmiştir.
Üç yüz kırk beş yılında da Mansur’un bir büyük donanması ile Sicilya emiri Rum diyarına gaza etmiştir.
Sicilmase Emiri Muhammed İbni Vâsûl bir zamandan beri Şakir Lillah ve emirü’l-müminin unvanını alıp kendi adına para bastırmakta olduğundan, Mansur üç yüz kırk yedi senesinde Rum kölelerinden Cevher’i başkomutan atayarak bir büyük ordu ile Garb-ı Aksa’ya göndermişti. Cevher, bütün savaşlarda muzaffer olarak İbni Vâsûl’u tutmuş ve Atlas Okyanusu sahiline kadar gitmiştir. Kısacası Afrika’da Ubeydiyye Devleti önemli bir güç ve kuvvet kazanmıştır.

İleri Gelenlerin Vefatı
Üç yüz otuz beş yılında âlim ve Arap bilginlerinden, meşhur eserler yazmış Ebu Bekiri’s-Savlî vefat etti. Üç yüz otuz dokuz yılında da nahiv ilminin ünlü bilginlerinden Zeccâc’ın ömür şişesi kırıldı, vefat etti. Rahmetullahi aleyhimâ.
Yine bu yıl İslam filozoflarının en büyüğü olan Ebu Nasır Farabi, hayat defterini dürdü. Farab köyünde doğmuş bir Türk idi. Türkçeden başka bazı dilleri bildiği hâlde Bağdat’a gelip güzel Arapça tahsil ettikten sonra felsefe ilimleri ile meşgul oldu. Mantık ilminde mahir olan meşhur Hakim Ebu Bişr Meta İbni Yunus’un dersine devam etti. Sonra Harran’a gidip Muktedir’in hilafet günlerinde vefat eden Yuhanna İbni Haylân adlı Hristiyan filozoftan ders aldı. Sonra Bağdat’a gelip felsefe ilimlerini tamamladı, Aristo’nun kitaplarını açıkladı ve yazdı. Musiki ilminde maharet kazandı. Eserlerinin çoğunu Bağdat’ta tamamladı. Sonra Şam’a gitti, oradan Mısır’a geçti ve dönüp Şam’a geldi. Türk elbisesi giyip kıyafetini asla değiştirmedi. Bir gün Seyfu’d-Devle meclisinde Şam’ın faziletlileri toplanmış olduğu hâlde yapılan sohbet ve konuşmalarda onun sözü üstün ve diğerlerinin sözleri alt olunca ondan sonra herkes susmayı tercih ederek onun sözlerini yazmaya başladılar. Farabi ise Şam’da kalmayı ve yalnızlığa çekilmeyi tercih ederek daima bahçelerde ve akarsu kenarlarında oturur ve dünya işlerinden uzak dururdu. Seyfu’d-Devle tarafından tahsis olunan günlük dört dirhem ile yetinirdi. Seksen yaşında iken üç yüz otuz dokuz senesinde dâr-ı bekaya göçtü. Gufire lehû.
Mantık ilminin mucidi olan Aristo’ya “Muallim-i Evvel” denildiği gibi bu ilmi Arap dilinde en güzel açıklayan Farabi’ye de “Muallim-i Sânî” denilmişti. Sonra felsefi ilimleri bir mertebe daha araştırıp zenginleştiren İbni Sina’ya da “Muallim-i Sâlis” denilmiştir.
Üç yüz kırk yılında Hanefi mezhebinin fakihlerinden meşhur Ebu’l-Hasan El-Kerhî vefat etti. Fazlasıyla abit bir zat olup ancak amelde Hanefi mezhebinde olduğu hâlde itikatta Mutezile mezhebinde idi.
Mütenebbî diye bilinen meşhur Şair Ahmed İbni’l-Hüseyin ki bir aralık Semâve Çölü’nde peygamberlik davasına kalkarak başına Beni Kelb’den pek çok kişiyi toplamış olduğundan, Mısır ve Şam Emiri İhşid’in Humus’ta vekili olan Lü’lü onun üzerine gidip topluluğunu perişan ve kendisini esir etmişti. Bunun üzerine Mütenebbî, tövbe ve istiğfar ederek kurtulup Seyfu’d-Devle İbni Hâmdân’ın yanına ve oradan Mısır’a varıp Kâfûr İhşidî’yi methetmeye başladı. Üç yüz elli tarihinde onu hicvedip yanından uzaklaşarak, Fars Emiri Adudu’d-Devle’nin yanına gelmiş ve onu methettikten sonra üç yüz elli dört yılında Kûfe’ye döndüğü sırada, yolda giderken çöl Arapları onu ve oğlunu öldürüp mallarını gasp etmişlerdir.
Üç yüz elli altı yılında “Kitab-ı Agânî” ve birçok eserin sahibi Ebu’l-Ferec El-İsfahanî bu fânilik meclisini terk etti.
Rüknü’d-Devle’nin veziri olan Ebu’l-Fadl İbnu’l-Amîd, üç yüz elli dokuz yılında ahiret yolculuğuna çıktı. Nadir bulunan bir zat idi. Güzel tedbir almada, siyasette, devlet işlerinde, yazışmada ve edebî yazılarda başkalarının ulaşamayacağı üstün özellikle ve kendisinde toplanmış olan pek çok faziletler başkasında toplanmamıştır. Birçok ilimde mahir idi. Hem de şeci ve bahadır idi. Her hâlükârda Rüknü’d-Devle’nin yüzünü ağartmış ve oğlu Adudu’d-Devle’ye devlet idaresini, ilim ve âlimleri sevip saymasını o öğretmiş idi. Doğrusu yerini boş bırakıp gitti. Fakat ileride kendi yerini tutacak bir zat yetiştirmişti ki bu kişi Ebu’l-Kasım İbni Ubbâd olup, İbni Amîd’in sohbet ve gözetiminde bulunduğundan ona “Sahib-i Vezir” derlerdi. Ve sonra “Sahib İbni Ubbâd” diye bilinmiştir. Bu da Müeyyidü’d-Devle’nin bütün işlerini düzeltmiştir. Sahib, veziriazam olarak vefatına kadar Rüknü’d-Devle’nin oğullarına pek güzel hizmet etmiştir. İbnu’l-Amîd’in en büyük hizmetlerinden biri devletine bir vezir yetiştirmektir.

Vefat Eden Melikler
Üç yüz otuz dört yılında Mısır ve Şam emiri olan İhşid İbni Togaç Şam’da iken dâr-ı bekaya göç edince yerine oğlu Ebu’l-Kasım Enûcûr geçirildi. Fakat küçük olması nedeniyle babasının zenci kölesi ve en ileri gelen komutanı olan Kâfûr adlı hadım ağa, saltanatın vâsisi olup devlet idaresi onun elinde kaldı. Hemen Enûcûr’u alıp Mısır’a götürdü. Halep Emiri Seyfu’d-Devle İbni Hâmdân İhşid’in vefatını işittiği zaman askerle varıp Şam’ı istila ettiyse de arkasından Kâfûr gelip Şam’ı geri almıştır.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-cevdet-pasa/kisas-i-enbiya-ve-tarih-i-hulefa-ii-cilt-69429361/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Beklenen Mehdi.

2
Dört Halife Devri.

3
Beni Abbas.

4
Evlad-ı Ali.

5
“Ol.” emri.

6
Sonradan yaratılmıştır.

7
“Ey üstatların üstadı, ey muhaddislerin efendisi, ey hadis doktoru!”

8
Yeni halifenin tahta çıkışından dolayı askere verdiği bahşiş.
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt Ahmet Cevdet Paşa
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt

Ahmet Cevdet Paşa

Тип: электронная книга

Жанр: Религиоведение, история религий

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bu eseri, diğer İslam tarihi eserlerinden ayıran en önemli özellik, Osmanlıca olarak son derece açık ve akıcı bir dille yazılmış olmasıdır. Bir tarih kitabı olduğu hâlde, üslubundaki bu akıcılık okuyucuyu âdeta kendine bağlar ve sürükler. Bu yüzdendir ki yıllar boyunca çok okunan ve birçok baskısı yapılan bir kitap olmuştur. Bu açıdan eser, dili ve kullanılan üslup bakımından çok sayıda yazar tarafından takdir edilmiştir. Yaşamış olduğu dönemin en büyük ilim adamlarından biri olarak kabul edilen Ahmet Cevdet Paşa; tarihçi, hukukçu, mütefekkir, edip, eğitimci ve sosyolog vasıflarıyla ön plana çıkmıştır. Tarih sahasında müverrih sıfatıyla dikkat çekmiş, klasik Osmanlı tarihçiliğine yeni bir bakış açısı getirmiştir. Tarihçilik, tarih felsefesi ve metodolojisi açısından eski vakanüvis tarihlerinden farklı yeni bir anlayışın yolunu açmıştır. Yazmış olduğu eserlerde tarihçiliğin önemli ilkelerinin genelini uygulamıştır; bu nedenledir ki kitapları her dönem için kabul ve takdir görmüştür.

  • Добавить отзыв