Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt

Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt
Ahmet Cevdet Paşa
Bu eseri, diğer İslam tarihi eserlerinden ayıran en önemli özellik, Osmanlıca olarak son derece açık ve akıcı bir dille yazılmış olmasıdır. Bir tarih kitabı olduğu hâlde, üslubundaki bu akıcılık okuyucuyu âdeta kendine bağlar ve sürükler. Bu yüzdendir ki yıllar boyunca çok okunan ve birçok baskısı yapılan bir kitap olmuştur. Bu açıdan eser, dili ve kullanılan üslup bakımından çok sayıda yazar tarafından takdir edilmiştir. Yaşamış olduğu dönemin en büyük ilim adamlarından biri olarak kabul edilen Ahmet Cevdet Paşa; tarihçi, hukukçu, mütefekkir, edip, eğitimci ve sosyolog vasıflarıyla ön plana çıkmıştır. Tarih sahasında müverrih sıfatıyla dikkat çekmiş, klasik Osmanlı tarihçiliğine yeni bir bakış açısı getirmiştir. Tarihçilik, tarih felsefesi ve metodolojisi açısından eski vakanüvis tarihlerinden farklı yeni bir anlayışın yolunu açmıştır. Yazmış olduğu eserlerde tarihçiliğin önemli ilkelerinin genelini uygulamıştır; bu nedenledir ki kitapları her dönem için kabul ve takdir görmüştür.

Ahmet Cevdet Paşa
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa. I. Cilt

Zekeriya Akman, 10 Mart 1971’de Şanlıurfa’da doğdu. İlkokulu Şanlıurfa’da, orta ve lise tahsilini Gaziantep Nizip İmam Hatip Lisesinde tamamladı. 1994 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu.
1995-2001 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı bünyesindeki çeşitli okullarda öğretmenlik görevinde bulundu. Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde yüksek lisans eğitimine başladı. 1998 yılında Ebu Hanife ed-Dineveri’nin Hayatı ve Ahbaru’t-Tuval Adlı Eseri isimli teziyle İslam tarihi alanında yüksek lisansını bitirdi. 2001 yılında, İnönü Üniversitesine araştırma görevlisi olarak atandı. Aynı yıl, YÖK tarafından doktora yapmak üzere geçici görevle Ankara Üniversitesine gönderildi.
2002-2005 yıllarında Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde araştırmalar yaptı. 2002-2006 yıllarında, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde araştırma görevlisi olarak çalıştı ve burada Osmanlı tarihi üzerine doktora yaptı.
2006 yılında Osmanlı Kurumlar Tarihi alanında yazmış olduğu tez, 2009 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Osmanlı’nın Son Döneminde Bir Üst kurul Daru’l Hikmeti’l-İslamiye adıyla yayımlandı. Üniversitelerdeki görevlerinden sonra çeşitli bakanlıklarda uzman, yönetici ve müşavir olarak görev yaptı. İslam tarihi ve Osmanlı tarihi üzerine yayımlanmış makaleleri bulunmaktadır. Zekeriya Akman; 2013 yılında doçent, 2019 yılında profesör oldu.
Yayımlanmış eserleri: Osmanlı’nın Son Döneminde Bir Üst Kurul Daru’l Hikmeti’l-İslamiye, Osmanlı'da Devlet-Tekke Münasebetleri: Meclis-i Meşayih, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Bir Aydın Şeyh Safvet (Yetkin) Efendi.

YAYINCININ NOTU
Bırakın interneti, renkli televizyonu, siyah beyaz televizyonların olduğu evlerin parmakla gösterildiği, mahalle kültürünün olduğu, komşuluk ilişkilerinin kuşatıcılık ve hamiyetperverlik üzerine inşa edildiği 70'li yılların başlarında, babam, yakınlarda oturan akrabalarımızı ve komşularımızı evimizde toplar ve beni sedire oturtarak sesli olarak “Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa” okuttururdu. İlkokul dört veya beşinci sınıfta olmalıyım.
Okuduklarımın büyük bir bölümünü anlamadığım muhakkak.
O gün okuduğum “Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa” kitabı transkripsiyonu tam manasıyla yapılmamış ve Arapça/Osmanlıca kelimelerin manaları parantez içerisinde verilmiş olduğu için oldukça zor okunur bir hâl aldığından, kelimelerin anlamını kavramaya çalışmaktan cümlenin ve kitabın ruhuna dokunamadığınız bir şekil almıştı.
Elbette bugün uzun kış gecelerinde akrabalar ve komşular bir araya gelip toplu olarak tarih kitabı okumuyorlar.
“Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa” kitabı benim kitapların dünyasına attığım ikinci adımımdır. İlkokul üçüncü sınıfta öğretmenim Nursel Yargı (Ölmüşse sonsuz rahmet, yaşamaktaysa sıhhat diliyorum.) bana Uzun Mehmet ve Kara Elmas'ın hikâyesini anlatan bir çocuk kitabı vermişti.
Kilis İmam Hatip Lisesine başladığımda babam Ali Topaloğlu, İsmail İlmi Kıdeyş'ten -sesinin rengini bulamadan vefat eden, dostluğunun derinliğini yıllar sonra anladığım- Bilbik Kitabevini almış ve adını Serhad Kitabevi olarak değiştirmişti.
İşte ben; Kadir Mısıroğlu, Atsız, Şule Yüksel Şenler, Malcolm X, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Atasoy Müftüoğlu, Necip Fazıl gibi bana âlemi anlamak ve görmekte yardımcı olan yazarların kitaplarıyla o küçük Serhad Kitabevinde tanıştım.
Küçük ama işlevi büyük olan Serhad Kitabevi bir neslin manevi dünyasını inşa ve restore etmekte çok büyük bir işlev gördü.
Cenabıhak bana sevdiğim ve yapmak istediğim bir işi, yayıncılığı lütfetti.
Bana bu anlamda yol gösteren ve o küçük kitapçı dükkânını işletmemde emeği geçen, sebebi varlığım anne ve babama sonsuz minnet duygularıyla doluyum.
Bu arada bu eseri günümüz Türkçesiyle sade, billur ve okunur kılan Prof. Dr. Zekeriya Akman'a emeği için medyunu şükranım.

    Eylül 2013 / Ankara
    Yasin Topaloğlu

ÖN SÖZ

AHMET CEVDET PAŞA
19. yüzyıl Osmanlı Devleti’nin siyasi, idari, ilmî ve kültürel hayatında etkili olmuş önemli bir devlet adamı olmasının yanı sıra ilmî yönüyle de ön plana çıkmış bir şahsiyettir. Yaşamış olduğu dönemin en büyük ilim adamlarından biri olarak kabul edilen Ahmet Cevdet Paşa; tarihçi, hukukçu, mütefekkir, edip, eğitimci ve sosyolog vasıflarıyla ön plana çıkmıştır. Çok yönlü bir ilim adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın müverrih vasfı onun fikir hayatının kaynağını oluşturmuştur. Tarih sahasında müverrihlik sıfatıyla ön plana çıkmış, klasik Osmanlı tarihçiliğine yeni bir bakış açısı getirmiştir. Tarihçilik, tarih felsefesi ve metodolojisi açısından eski vakanüvis tarihlerinden farklı, yeni bir anlayışın yolunu açmıştır. Yazmış olduğu eserlerde tarihçiliğin önemli ilkelerinin genelini uygulamıştır; bu nedenledir ki kitapları her dönem için kabul ve takdir görmüştür.
Ahmet Cevdet Paşa tarihçiliğinin yanı sıra hukukçu yönü ile de ön plana çıkmıştır. Hukuk alanında yapmış olduğu en önemli çalışma mecellenin hazırlanmasında üstlenmiş olduğu görevdir. Mecelleyi tanzim ederken İslam hukukunu, şekli yönüyle Batı prensiplerini uygularken, özünde şeri prensiplere bağlı kalmayı uygun gören bir hukuk anlayışıyla ve sağlam bir dille kitaplaştırmıştır. Tanzimat Devri’nin önde gelen şahsiyetlerinden olan Ahmet Cevdet Paşa, Türk- İslam ilim âleminin önemli simalarından olmasının yanı sıra, büyük bir devlet adamı olarak da kabul görmüştür. Osmanlı Devleti’nde önemli kademelerde görevler yapmış ve politikalara yön vermiştir.

HAYATI
26-27 Mart 1823 tarihinde bugünkü Bulgaristan’ın Lofça kasabasında doğmuştur. Asıl adı Ahmet olup Cevdet mahlası, İstanbul’da öğrenim gördüğü sırada Şair Süleyman Fehmi Efendi tarafından kendisine verilmiştir. Babası Lofça ileri gelenlerinden İsmail Ağa’dır. Annesi, aynı kasabada yaşayan Topuzoğlu ailesinden Ayşe Sümbül Hanım’dır. Küçük yaşta ailesinin teşviki ile Lofça Müftüsü Hafız Ömer Efendi’den Arapça öğrenerek öğrenim hayatına başlamıştır. Lofça’da ilkokula devam etmiş ve ayrıca Kadı Naibi Hacı Eşref Efendi ve Müftü Hafız Mehmet Efendi’den özel dersler almıştır. Kısa sürede İslami ilimler ile ilgili kitapları okuyacak seviyeye gelmiş ve bir müddet müftünün yanında müsevvidlik görevini yapmıştır. 1839 yılında on yedi yaşında iken dedesi tarafından ilim tahsili için İstanbul’a gönderilmiştir. İstanbul’da medrese tahsiline devam etmiş ve dönemin önemli ilmî şahsiyetlerinden dersler almıştır. Fatih Medresesinde tefsir, hadis, mantık, âdab ve kelam derslerine devam etmiştir. Tatil günlerinde ise felsefe, hesap, hendese, cebir, astronomi ve coğrafya gibi beşerî ilimler konusunda dersler almıştır. Murat Molla Tekkesi Şeyhi Mehmet Murat Efendi’den ve Şair Süleyman Fehmi Efendi’den Farsça dersi almıştır. Burada Mesnevi dersleri de okumuş ve Mesnevihanlık icazeti almıştır.
Ahmet Cevdet Paşa ilim tahsilinin yanı sıra dönemin tanınmış mutasavvıflarından Kuşadalı İbrahim Efendi’nin sohbetlerine katılmıştır. Tasavvuf ve edebiyatın önemli eserlerini okuyarak bilgi eksikliğini gidermiş, şiir ve edebiyat alanında çalışmalara başlamıştır. Genç yaşta icazet almış, Fatih Camii’nde Gelenbevi’nin Burhan’ını ve Dülgeroğlu Camii’nde de Kadımir okutmaya başlamıştır. Talebeleri arasında yaşça kendisinden büyük olanlar da yer almıştır.
1843 yılında yirmi bir yaşında iken Hamidiye Medresesi imtihanına girmiş ve maaşa bağlanmıştır. Devlet hizmetine 1844’te Rumeli Kazaskerliğine bağlı Premedi kazası kadılığı ile başlamıştır. 29 Haziran 1845’te İstanbul Müdderisliği Ruusu’nu kazanmıştır. Sadrazam Reşit Paşa, tasarladığı kanunları ve nizamları hazırlamak üzere gerekli dinî malumatı almak için Meşihat Kurumundan aydın bir din adamı istemiştir. Meşihat Kurumu, Ahmet Cevdet Efendi’yi görevlendirmiştir. Böylece Reşit Paşa onu yakından tanımış ve takdir etmiştir. 1848 yılında Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın bir talimatını bildirmek üzere Bükreş’te bulunan Keçecizade Fuat Paşa’nın yanına gönderilmiştir. 10 Nisan 1849 tarihinde “Hareket-i Hariç” rütbesini almıştır. 14 Ağustos 1850 tarihinde Meclis-i Marif-i Umumiye azalığı ve Darülmuallimin müdürlüğüne tayin olmuştur. Daha sonra Fuat Paşa, Bursa kaplıcalarına gittiğinde Ahmet Cevdet Efendi’yi de birlikte götürmüş ve burada “Kavaid-i Osmaniye”yi birlikte hazırlamışlardır. 1851 yılında Encümen-i Daniş üyeliğine seçilmiş, yeniden kaleme aldığı “Kavaid-i Osmaniye”yi Padişah Abdülmecid’e sunmuştur. Bu çalışması nedeniyle derecesi “Hareket-i altmışlı”ya yükseltilmiştir. 1853 yılında bir mazbata ile 1774-1826 dönemi Osmanlı tarihini yazmakla görevlendirilmiştir. Bir yıl sonra yazmış olduğu tarihin üç cildini tamamlayarak padişaha takdim etmiştir. Bunun üzerine kendisine “Müsille-i Süleymaniye” derecesi verilmiştir.
1852 yılında Mısır’da Hidiv Ailesi arasındaki bazı ihtilafları halletmek için Fuat Paşa Mısır’a gittiğinde, yanında Ahmet Cevdet Efendiyi de götürmüştür. 1855’te vakanüvis olarak atanmıştır. Bu görevini 1865 yılına kadar sürdürmüştür. Bu dönemde tarih kitabını yazmanın yanı sıra siyasi olayları anlatan “Tezakir-i Cevdet”i kaleme almıştır. Ahmet Cevdet Efendi devlet kademelerinde ilerlemesinin yanı sıra ilmî sahada da yükselmeye devam etmiştir. 9 Ocak 1856 tarihinde mevleviyet derecesindeki Galata kadılığına getirilmiştir. 9 Aralık 1856 tarihinde Mekke-i Mükerreme kadılığı, 21 Ocak 1861’de İstanbul kadılığı payesini almıştır. 1857’de Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Paşa ile Rumeli’ye teftişe çıkmıştır. 1861’de İşkodra’da meydana gelen isyanı bastırmak üzere “Memuriyet-i Fevkalade” ile görevlendirilmiştir. 24 Haziran 1863’te Anadolu kazaskerliği payesini almıştır. 1863 yılında Bosna Eyaleti’ni teftiş ile görevlendirmiş burada gerekli ıslahatları gerçekleştirmiş ve masrafı bölge halkı tarafından karşılanmak üzere iki alay asker tanzim etmiştir. Buradaki başarılarından dolayı ikinci rütbeden Nişan-ı Osmanî ile mükâfatlandırılmıştır. 1864 yılında Kozan tarafına gönderilmiş ve 6 ay süre ile bu bölgede ıslahat çalışmalarını yürütmüştür.
1862 yılında Ahmet Cevdet Efendi’nin şeyhülislamlık görevine getirilmesi düşünülmüş fakat rakiplerinin aleyhinde propagandası nedeniyle bu göreve atanamamıştır. Bu dönemde Ahmet Cevdet Efendi’nin ilmiye sınıfından mülkiyeye nakledilmesine karar verilmiştir. 13 Ocak 1866 tarihinde kazaskerlik payesi vezarete dönüştürülmüştür. Böylece “efendilik”ten alınıp “paşa”lığa geçirilmesi şeklindeki değişiklik, onun çok da hoşuna gitmemiştir.
Ahmet Cevdet Paşa 1866 yılında Maraş, Urfa, Zor sancakları ve Adana Eyaleti’nin birleştirilmesi sonucu oluşturulan Halep valiliği görevine getirilmiştir. 1867 yılında Şuray-ı Devlet ile beraber teşkil olunan Divan-ı Ahkâm-ı Adliye başkanlığına tayin edilmiştir. Bu divanın nezarete dönüştürülmesi sonucu adliye nazırı olmuştur. Bu dönemde Nizami Mahkemeler Teşkilatı’nı kurarak, bununla ilgili kanun ve nizamnameleri hazırlamıştır. Bu dönemde kendisi tarafından teklif edilen görüş çerçevesinde; Hanefi fıkhına dayalı bir kanun kitabının hazırlanması çalışmaları başlamıştır. Babıali’de oluşturulan Mecelle-i Ahkâm-ı Aliye Cemiyeti’nin başkanlığına getirilmiştir. İki sene içerisinde Mecelle’nin dört kitabını hazırlayıp neşretmiştir. 1870 yılında beşinci kitabı hazırlarken bu komisyonun başkanlığından alınmış ve Bursa valiliğine tayin edilmiştir. Fakat kısa bir süre sonra bu görevinden de alınmıştır. Ahmet Cevdet Paşa’dan sonra Mecelle-i Ahkâm-ı Aliye Cemiyeti’nin başkanlığına Gerdankıran Ömer Efendi getirilmiştir. Cemiyetin bu dönemde çıkartmış olduğu altıncı kitap büyük tenkitlere uğramıştır. Bunun üzerine Ahmet Cevdet Paşa tekrar cemiyetin başkanlığına getirilmiştir. Sekizinci kitabın hazırlandığı dönemde kısa bir süre bu görevinden alınarak Maraş valiliğine tayin edilmiş fakat on sekiz gün sonra tekrar Divan-ı Ahkâm-ı Adliye üyeliğine ve Mecelle encümeni başkanlığına getirilmiştir. 1873 yılında Şuray-ı Devlet azalığına daha sonra da Evkaf nazırlığına getirilmiştir. Aynı yıl Maarif nazırlığına getirilmiş ve bu görevde iken reform niteliğindeki düzenlemeleri yürürlüğe koymuştur. Nur-ı Osmaniye Camii avlusunda modern usullere göre eğitim verecek “iptidaiye” adında bir ilkokul açmıştır. Darülmuallimin teşkilatı ise sıbyan, rüştiye ve idadi olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır.
Yine bu dönemde öğretmenlerden karma bir komisyon oluşturularak, ilkokullardan yüksekokullara kadar ders programları ve kitaplar hazırlattırılmıştır. Komisyon tarafından kendisine verilmiş olan “Kavaid-i Türkiye”, “Miyar-ı Sedâd”, “Âdab-ı Sedâd”, adlarıyla okullar için üç adet ders kitabı yazmıştır. “Kısas-ı Enbiya” adlı eserinin bir kısmını da Maarif nazırı olduğu dönemde yazmıştır. 1874’te Şuray-ı Devlet başkan yardımcılığına tayin olmuştur. 2 Kasım 1874 tarihinde Yanya valiliğine atanmıştır. 1875’te ikinci defa Maarif nazırı, daha sonrada Adliye nazırlığına getirilmiştir. Adliye nazırı iken Ticaret Nezaretine bağlı ticaret mahkemelerini Adliye Nezaretine bağlamıştır. 1876 yılında Rumeli teftişi ile görevlendirilmiş, döndüğünde nazırılık görevinden azledilmiştir. Suriye valiliğine atanmış fakat görevine başlamadan buradan alınıp üçüncü defa Maarif nazırlığına getirilmiştir. Daha sonra Adliye nazırlığına getirilen Ahmet Cevdet Paşa, bu dönemde Mecelle’yi tamamlamıştır. 1877’de Dâhiliye nazırı olmuş, 1878’de ise ikinci defa Suriye valiliğine atanmıştır. 1877 yılının Zilhicce ayında Ticaret ve Ziraat nazırı olmuştur. Haziran 1879 tarihinde Tunuslu Hayrettin Paşa’nın sadrazamlıktan istifası nedeniyle on gün süre ile bu görevi vekâleten yürütmüştür. 30 Kasım 1882 tarihinde Adliye nazırlığından ayrılmış ve üç yıl kadar resmî bir görev üstlenmemiştir. Bu dönemde “Tarih-i Cevdet”i tamamlamıştır. 11 Haziran 1886 tarihinde tekrar Adliye nazırlığına getirilmiş fakat kısa bir süre sonra bu görevinden ayrılmıştır. 1890’da ll. Abdülhamit tarafından Meclis-i Vükela üyeliğine getirilmiştir. Bundan sonraki dönemde resmî bir görev almayan Ahmet Cevdet Paşa ilmî çalışmalarına önem vermiştir. 26 Mayıs 1895 tarihinde İstanbul Bebek’teki yalısında vefat etmiştir. Fatih Sultan Mehmet Türbesi haziresine defnedilmiştir.

İLMÎ KİŞİLİĞİ VE TARİHÇİLİĞİ
Ahmet Cevdet Paşa, Osmanlı kurum ve kuruluşlarına yeniden şekil verilmesi konusunda çalışmaların başladığı, farklı fikirlerin tartışıldığı bir dönemde yaşamıştır. Gelenekçi Türk-İslam kültürü ile yenilikçi Batı arasında senteze varmaya çalışmış, Osmanlı kurumlarının İslami esaslara dayandığını dikkate alarak her yönü ile Batılılaşmanın hem yanlış hem de imkânsız olduğunu düşünmüştür. Bu nedenle Batı taklitçiliğine ve maddeci felsefeye şiddetle karşı çıkmıştır. Ahmet Cevdet Paşa bütün icraatlarında Osmanlıcı-İslamcılığı sürdürmekle birlikte, metot olarak yenilikçiliği benimsemiştir. Batı âleminin pozitif bilimler, teknik ve yönetim alanlarındaki üstünlüğünü kabul etmiş ve Osmanlı kurumlarının bu yönleri ile Batı tarzında ıslahını savunmuştur. Avrupa kanunlarının ve kurumlarının olduğu gibi alınmasına şiddetle karşı çıkmış, İslami geleneklerin korunması gerektiğini savunmuştur. Bu bağlamda Avrupa’dan kanunların tercüme edilip alınması fikrini tasvip etmemiştir.
Ahmet Cevdet Paşa Osmanlı Devleti’nin buhranlı bir döneminde yaşamış bir devlet adamıdır. Onun yegâne gayesi, çöküş sürecine girmiş olan devleti kurtarmak ve bu yönde çaba harcamak olmuştur. Bu hedefini gerçekleştirmek için hem devlet yönetimindeki görevlerinde hem de ilmî çalışmalarıyla büyük gayret göstermiştir.
Âlim, edip, hukukçu, tarihçi olduğu kadar iyi bir devlet adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın resmî görevleri onun ilmî cephesi için kayıp olmuştur. Fakat memlekete idari görevler yoluyla da önemli ve unutulmaz hizmetler yapmıştır. Döneminin önde gelen ilmî şahsiyetlerinden olan Ahmet Cevdet Paşa, İslami ilimlerle birlikte Arapça ve Farsçayı çok iyi bir şekilde öğrenmiş, Emin Efendi adındaki bir hocadan Fransızca dersleri de almıştır. Böylece hem Doğu hem de Batı medeniyetlerini öğrenme ve değerlendirme imkânını elde etmiştir.
Ahmet Cevdet Paşa, pek çok vasfının yanı sıra özellikle tarihe dair çalışmalarıyla Osmanlı tarihçiliğine yeni bir bakış açısı getirmiştir. Tarihçilik, tarih felsefesi, metodolojisi bakımından eski vakanüvis tarihinden farklı, yeni bir anlayış ortaya koymuştur. İslam tarihçiliğinin ilmî tarihçilik ekolünü takip etmiş fakat bunun yanı sıra İran tarzı edebî tarihçilikle ahenkli bir terkibi gerçekleştirmiştir. Böylece eski tarihçilik ile yenisi arasında bir köprü görevi görmüştür. Ona göre tarihten beklenen, sadece bir olayın falan tarihte gerçekleştiğini bilmek değildir. Tarihten asıl amaç olayların doğruluk ve yanlışlığını bilmek ve gerçek sebeplerini öğrenerek bundan ders çıkartmaktır. Ona göre devletin yaşayabilmesi için de tarih ilminin önemi büyüktür. Devletlerin nizamlarını koruyabilmelerinin tarih ilmi ile sağlanabileceğini ifade etmiştir. Ahmet Cevdet Paşa tarih çalışmalarında sadece vaka yazarlığı yapmamış olayların arka planındaki sosyal ve ekonomik sebepleri araştırarak bir tarih felsefesi oluşturmuştur.
Tarih felsefesi ve metodolojisi konusunda İbn Haldun’un tesirinde kalmıştır. Ahmet Cevdet Paşa’nın Batılı tarihçilerden ne derece faydalandığı tartışmalı ise de İbn Haldun’un, onun tarihçilik anlayışında önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. İbn Haldun’un “beş tavır” nazariyesini Kâtip Çelebi, Müneccimbaşı, Naima gibi Osmanlı tarihçilerine benzer bir şekilde nakletmiş ve bütün devletler gibi Osmanlı Devleti’nin de kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme ve çöküş dönemlerinden geçeceğini fakat diğer Osmanlı tarihçileri gibi bunun değiştirilebileceğine dair kanaatini belirtmiştir. Osmanlı Devleti’nin gerilemesini, yükselme dönemindeki sınırlarının geniş olmasına bağlamış, fakat uzağı gören devlet adamları sayesinde devletin ömrünün uzatılabileceğini, hatta yeniden canlandırılabileceği fikrini savunmuştur.
Ahmet Cevdet Paşa tarihe dair eserlerinde kaynakları titizlikle değerlendirmiş ve bazılarını eleştirmiştir. Olayların sadece cereyan ediş şekillerini anlatmamış, aralarındaki sebep-sonuç ilişkilerini ortaya koyarak değerlendirmiştir. Ahmet Cevdet Paşa, İbn Haldun’un ısrarla üzerinde durmuş olduğu olaylarda sebep sonuç ilişkilerinin göz önünde bulundurulması ve değerlendirilmesi prensibini çalışmalarında uygulamıştır. Osmanlı Devleti’nin çöküşünün 17. yüzyıldan başladığını, Tanzimat Dönemi ideolojisi paralelinde devletin restorasyona değil, reforma ihtiyacı olduğu görüşünü savunmuştur. Osmanlı tarihini anlayıp değerlendirmek için Avrupa tarihinin de bilinip doğru okunması gerektiğini iddia etmiştir. Kendisinin kitaplarında bu görüş çerçevesinde Avrupa’daki olayları ve kurumları iyi kavrayıp değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Ahmet Cevdet Paşa Doğu-Batı mukayesesini yapmış, tarihî çağlar ile ilgili Avrupa’daki görüşleri değerlendirmiştir. Avrupa’daki zamanlama ölçülerinin İslam tarihine uymayacağını belirtmiş, bunun Doğu için İslam öncesi ve sonrası şeklinde ikiye ayrılması gerektiğini, İslam dininin ve hukukunun tarihi kendi şartlarına göre biçimlendirdiğini belirtmiştir.

ESERLERİ
Tarih-i Cevdet
On iki ciltten oluşan bu eser Osmanlı tarihinin 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar olan dönemini kapsamaktadır. Eserin kaynakları arasında tarih kitapları, arşiv kayıtları, resmî tezkireler ve hatıralar bulunmaktadır.

Tezakir
Ahmet Cevdet Paşa’nın vakanüvisliği döneminde bizzat kendisininde içinde bulunduğu olaylara dair tutmuş olduğu notlardan oluşmaktadır. Bu eserinde dönemin siyasi, toplumsal ve ahlaki yönlerini anlatmıştır. Cevdet Paşa’nın dört ciltten oluşan bu eseri dönemin padişahı ve devlet adamlarının takdirini kazanmıştır.

Ma’ruzat
1839-1876 yılları arasındaki olayları içeren bu eser, II. Abdülhamid’in emri ile yazılmıştır. Cevdet Paşa bu eserinin ismini padişaha sunması nedeniyle “Ma’ruzat” olarak koymuştur.

Kırım ve Kafkas Tarihi
Kafkasya’nın tarihî coğrafyası ile burada yaşayan toplulukların etnografyasının yer aldığı bir eserdir.

Belağat-ı Osmaniye
Ahmet Cevdet Paşa’nın okutmuş olduğu edebiyat dersine ait notlardan oluşturulmuş bir eserdir.

Kavaid-i Osmaniye
Ahmet Cevdet Paşa’nın en önemli çalışmalarından biridir. Türkçe ile ilgili yayımanmış ilk gramer kitabıdır.

Divançe-i Cevdet
Gençliğinde yazmış olduğu şiirlerin yer aldığı bir eserdir.

Mecelle-i Ahkâmı Adliye
Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir heyet tarafından yazılmıştır. Bütün İslam devletlerinde İslam hukuku alanında hazırlanmış ilk kanun kitabı olma özelliğine sahiptir. Mecelle her ne kadar bir heyet tarafından hazırlanmış ise de eserin maddelerinin yazılmasından tamamlanmasına kadar en büyük pay Ahmet Cevdet Paşa’nın olmuştur.
Ahmet Cevdet Paşa’nın ayrıca, “Medhal-i Kavaid”, “Kavaid-i Türkiyye”, “Miyar-ı Sedad”, “Adab-ı Sedad fi İlmil Âdab”, “Beyanü’l Unvan”, “Takvimü’l Edvar”, “Mecmua-ı Ahmed Cevdet”, “Mecmua-ı Âliye”, “Malumat-ı Nafia” ve “Hulasa-i Te’lifi’l-Kur’an” isimlerinde eserleri mevcuttur. Bunların bir kısmı okullarda ders kitabı olarak okutulmak amacıyla yazılmıştır.

Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa
“Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa”, Ahmet Cevdet Paşa’nın hayatının son dönemlerinde yazmış olduğu bir eserdir. Kitapta Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar olan peygamberlerin kıssaları, İslam dininin ortaya çıkışı, Hz. Muhammed’in hayatı, ilk dört halife dönemi, Emevi, Abbasi dönemleri, Türk-İslam devletleri ve Osmanlı tarihinin bir bölümü yer almaktadır. Eserin tamamı on iki cüzdür. İlk altı cüzü Ahmet Cevdet Paşa’nın sağlığında basılmıştır. Eserin tamamı kızı Fatma Aliye Hanım tarafından 1331(1915) yılında on iki cüz hâlinde yayınlanmıştır.
Eseri diğer İslam tarihi eserlerinden ayıran en önemli özelliği, Osmanlıca olarak son derece açık ve akıcı bir dille yazılmış olmasıdır. Bir tarih kitabı olduğu hâlde, üslubundaki bu akıcılık okuyucuyu kendine bağlar ve âdeta sürükler. Bu yüzdendir ki eser yıllar boyunca çok okunan ve birçok baskısı yapılan bir kitap olmuştur. Bu açıdan eser, dili ve kullanılan üslup bakımından çok sayıda yazar tarafından takdir edilmiştir.
Ancak günümüz şartlarında insanların bu kıymetli eserden iyi faydalanabilmeleri için böyle bir çalışmayı yapma gereği duyduk. Çünkü “Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa” ile ilgili daha evvel yapılmış olan çalışmalara bakıldığında; bir kısmının dil yönünden günümüz Türkçesine göre ağır ve zor anlaşılır olduğu, bir kısmında ise İslam kültür ve tarihinde kullanılagelen bazı terimlerin dahi sadeleştirme ve çevirme yoluna gidildiği görülecektir.
Bu nedenle sadeleştirme yapılırken kitabın aslına sadık kalınarak günümüzde kullanılan kelimeler ve bazı terimler aynen yazılmıştır. Okuyucunun daha kolay istifade edebilmesi için bazı terimlerin (Tenasûh, Hâcib, Hurûç, Gulat-ı Şia, Bürde-i Şerife… gibi.) ilk yazılışlarında anlamları da parantez içinde verilmiştir. Bu şekilde terimler korunarak anlam eksikliğinin önüne geçilmiştir. Aynı şekilde sadeleştirme yapılırken; Kostantiniyye, Re’sül-Ayn, Meyyafarikiyn, Amid, Rıha gibi şehir veya yer isimleri de tarihte kullanıldıkları isimleriyle zikredilmiştir.
Ahmet Cevdet Paşa, kitabının konuları arasında vefat eden önemli şahsiyetlerden de bahsetmiştir. Bunu yaparken devlet adamlarının ve ulemanın kısaca şahsiyetleri, eserleri, inanç ve fikirleri gibi farklı yönlerini de dile getirmiştir. Bu şekilde bazı vefat edenler için kitapta yer alan Arapça dua cümleleri aynen yazılmıştır. Kitapta nadir de olsa bazı cümlelerin anlamı daha iyi anlaşılabilsin diye bir iki kelime eklendiği olmuştur. Bu eseri sadeleştirmede, “Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa”, Kanaat Matbaası, İstanbul-1331 Osmanlıca baskısı esas alınmıştır.

    Prof. Dr. Zekeriya Akman

BİRİNCİ BÖLÜM
PEYGAMBERLERİN HAYATI

Hz. Âdem (a.s.)’ın Kıssası
Allah (c.c.) Hazretleri, âlemi yoktan var etti ve Âdem’i de topraktan yarattı. Sonra Âdem’in cesedine ruh üfledi ve “Ona secde ediniz.” diye meleklere emretti. Bütün melekler, Hz. Âdem’e secde ettiler fakat iblis, kibir ve hasedinden dolayı secde etmedi. Bunun üzerine Hakk’ın huzurundan kovuldu ve lanetlendi. Kendisine “şeytan-ı racîm” denildi. Bundan dolayı o da Hz. Âdem’e düşman oldu. Ondan sonra Allah, Havva’yı yarattı ve Hz. Âdem’e eş kıldı. İkisini de Cenabıhak, cennete koydu. Onlara, “Yiyiniz, içiniz, fakat şu ağaca yaklaşmayınız.” dedi.
Şeytan ise bir yolunu bularak cennete girdi. Âdem ve Havva’nın yanına varıp onlara vesvese verdi. “Rabb’iniz, sizi o ağaçtan niçin menetti biliyor musunuz? Eğer siz ondan yerseniz artık sizin için ölüm olmaz, ebediyen cennette kalırsınız.” diyerek önce Havva’yı ve onun vasıtasıyla Âdem’i aldatıp ikisine de o ağacın meyvesinden yedirdi. Bunun üzerine Allah, onları cennetten çıkardı ve yeryüzüne indirdi. Hz. Âdem, Hint tarafına; Havva, Cidde’ye düştü. Âdem çok ağladı ve Cenabıhakk’a yalvardı. Nihayet Cenabıhak, onun tövbesini kabul buyurdu. “Mekke tarafına git.” diye vahiy gönderdi. Hz. Âdem Aleyhisselam da oraya gidip Havva ile buluştu. Ondan sonra diğer insanlar, onlardan üredi ve nice kavimler ve sınıf sınıf insanlar türedi.
Şeytanın da zürriyeti çoğaldı. Âdem’in evlat ve torunlarını azdırmakla meşgul oldu.
Hz. Âdem’in vefatından sonra peygamberlik oğlu Şit Aleyhisselam’a geldi ve Hak tarafından ona elli sahife nazil oldu. Kâbe’yi ilk olarak taştan bina eden odur.

Hz. İdris (a.s.)’ın Kıssası
Hz. Şit’ten sonra peygamberlik İdris Aleyhisselam’a geldi ve ona da otuz sahife nazil oldu. İlk önce kalem ile yazı yazan ve elbise diken odur. Ondan evvel Âdemoğulları hayvan derisi giyerdi.
İdris Aleyhisselam’a göklerin sırları açılmıştı. Nihayet Cenabıhak, onu diri iken göğe kaldırdı.

Hz. Nuh (a.s.)’ın Kıssası
Hz. İdris göğe çekildikten sonra Âdemoğulları doğru yoldan ayrıldılar ve putlara tapmaya başladılar. Cenabıhak, onlara Nuh Aleyhisselam’ı gönderdi. Hz. Nuh, nice yıllar kavmini tevhide (Allah’ın birliğine inanmaya) davet etti. Yalnız oğulları Sam, Ham, Yafes ve hanımları dışında pek az kimse iman etti, diğer insanlar ise kulak asmadı. Hatta kendisinin Yam adında bir oğlu da iman etmeyenlerdendi.
Hz. Nuh Aleyhisselam, kavmine nasihat ettikçe onlar, kendisine eza ve cefa ettiler, onu hakir görüp alay ettiler. Sonunda kendisine ümitsizlik geldi ve onlara beddua etti. Duası kabul oldu ve “Bir gemi yap!” diye Allah tarafından kendisine vahiy geldi.
Hz. Nuh, kırda, sudan uzak bir yerde gemi yapmaya başladı. Kavmi, oradan geçerken onunla eğleniyor, “Peygamber idin, dülger oldun!” diyorlardı. O da “Hoş zamanı gelince biz de sizinle eğleniriz.” diyordu.
Gemi bitti, tufan alametleri ortaya çıkmaya başladı. Hz. Nuh, kendisine inananlar ile beraber gemiye bindi ve her çeşit hayvandan birer çift aldı. Her taraftan su yükselmeye başladı. Hz. Nuh, oğlu Yam’ı da gemiye binmesi için çağırdı. “Ben dağa sığınıp kurtulurum.” diye gemiye binmedi. “Bugün Allah’ın merhametinden başka sığınacak yer yoktur.” diye Hz. Nuh, oğluna nasihat ederken araya bir dalga girdi ve Yam boğuldu. Babalık yüreği bu ya, Hazreti Nuh üzülmeye başladı. Ne çare ki Cenabıhak, bütün müşriklerin helakini irade buyurmuştu. Yam da müşrik olduğundan onlara katıldı.
Tufan her tarafı kapladı. Su, dağları aştı. Yeryüzündeki insanlar ve hayvanların hepsi telef oldu. O durumda Nuh’un gemisi, dağlar gibi büyük dalgalar arasından yüzüyordu. İşte bu şekilde tufanın etkisi, altı ay kadar sürdü. Sonra Allah’ın emri ile yağmurların arkası kesildi ve sular çekildi. Gemi, Cudi Dağı’nın üzerine oturdu ve gemidekiler selamet ile indiler. Âlem, bir başka âlem oldu.
Ondan sonra insanlar, Hazreti Nuh’un üç oğlundan üredi. Onun için Nuh Aleyhisselam’a İkinci Âdem denildi. Arapların, İranlıların ve Rumların babası Sam, Sudan halkının babası Ham ve Türk kabilelerinin babası Yafes’tir.
Âdemoğulları, böyle büyük bir bela görmüşken, sonradan yine azıttılar ve doğru yoldan saptılar. Tevhid-i Bârî’yi unuttular, putlara taptılar. Nitekim detayları aşağıda açıklanacaktır.

Hz. Hud (a.s.)’ın Kıssası
Tufandan sonra Yemen bölgesinde, Hadramut civarında Ahkaf denilen yerde Ad kavmi ortaya çıktı.
O bölgeyi mamur ettiler ve güzel binalar yaptılar fakat doğru yoldan saptılar, putlara taptılar.
Cenabıhak, onlara Hud Aleyhisselam’ı gönderdi. İçlerinden pek az kimse iman etti. Geri kalanlar ise şirk ve sapıklık içinde kaldı. Allah, onları şiddetli bir rüzgâr ile helaka uğrattı. Hazreti Hud ile ona iman edenler bir yere çekilip kurtuldular.

Hz. Salih (a.s.)’ın Kıssası
Ad kavminden sonra Şam ile Hicaz arasında Hicr denilen yerde Semûd kavmi ortaya çıktı. Onlar da dağları deldiler, taşları oydular, gayet muhkem evler yaptılar fakat onlar da Hak yolundan saptılar. Cenabıhak, onlara Salih Aleyhisselam’ı gönderdi. O da kavmine büyük mucizeler gösterdi. İçlerinden pek az kimse iman etti. Diğerleri iman etmeyip küfür ve sapıklık içinde kaldılar.
Sonunda gökten bir kuvvetli ses geldi, tamamı helak oldu. Hazreti Salih ile ona iman edenler, Mekke’ye varıp orada ibadet ile meşgul oldular.

Hz. İbrahim (a.s.)’ın Kıssası
Nuh Aleyhisselam’ın çocukları önce Irak bölgesine yerleşmişler ve Fırat Nehri’ne yakın bir yerde Babil şehrini kurmuşlardı.
Sonra içlerinden bir grup ayrılarak, Dicle kenarında ve şimdi Musul dediğimiz şehrin karşı yakasında Ninova şehrini kurmuşlardır.
Babil’in kadim ahalisi olan Nabt kavmi Süryani diliyle konuşurdu. Babil’i başkent yapıp oradan her tarafa hükmederlerdi.
Sonra Ninova’da ortaya çıkan Asur Devleti galip geldi. Ninova’yı başkent yaptı ve Babil de oraya tabi oldu.
Daha sonra Babil’de Keldani kavmi kuvvet bulmuş ve Nabt kavminin ilim ve bilgisine vâris olmuştur.
Babil ahalisi arasında Sâbie dini ortaya çıkmıştı ki yıldızlara taparlardı. Cenabıhak onlara İbrahim Aleyhisselam’ı gönderdi ve ona yirmi sahife indirdi. Hz. İbrahim, kavmini tevhide davet etti. İnanmadıkları gibi, Babil Hükümdarı Nemrûd, onu ateşe attı. Allah onu korudu, ateş onu yakmadı. İbrahim Aleyhisselam selamete erdi. Bazıları bu mucizeyi görüp ona iman etti.
Hazreti İbrahim, müminler ile beraber Şam bölgesine hicret etti ve Mısır’a gitti. Sonra Kenan iline geldi, orada yerleşti.

Hz. Lut (a.s.)’ın Kıssası
Hz. İbrahim’in kardeşinin oğlu olan Lut Aleyhisselam, onunla beraber Babil bölgesinden Şam tarafına geçmişti. Sodom bölgesine peygamber olarak gönderildi.
Bu bölgenin halkı ise küfür ve fücûr içinde bir halk idi. Yolsuzluk içinde, hiçbir kavmin yapmadığı fuhşiyatı icra ederlerdi. Hz. Lut, onları doğru yola davet etti, kendisini dinlemediler. Onlara çok nasihatlerde bulundu fakat kabul etmediler. Cenabıhak da onların başına taş yağdırdı. Depremlerle köylerinin altını üstüne getirdi.
Tamamı helak oldu. Yalnız Lut Aleyhisselam, aile fertleriyle geceleyin içlerinden çıkıp kurtuldu.

Hz. İsmail (a.s.) ve Hz. İshak (a.s.)’ın Kıssaları
Hz. İbrahim’in hanımı Sare, çocuk doğuramadı. Hacer adlı cariyeyi kocasına verdi. Ondan İsmail Aleyhisselam doğdu. Bundan dolayı Sare, fazlasıyla kederlendi. Cenabıhak da ona merhamet ve inayet etti. İhtiyarlık vaktinde İshak Aleyhisselam’ı doğurdu. Sonra Hacer ile oğlu İsmail’i kıskandı ve “Bu diyardan uzak olsunlar.” diye ayak diretti. Hz. İbrahim Aleyhisselam çaresiz kaldı. Hemen Hacer ile İsmail’i aldı ve Mekke’ye götürüp orada bıraktı. Cürhüm kabileleri o zaman Mekke civarında idiler.
Hazreti İsmail, onlarla yakınlaştı ve onlardan kız aldı. Hazreti İsmail’in on iki evladı oldu. Bu münasebetle Cürhüm kabilelerinden bazıları gelip Mekke’de yerleşmişlerdir. Ondan sonra Cenabıhakk’ın emri ile Hz. İbrahim, Mekke’ye gitti ve Hz. İsmail ile birlikte Kâbe-i Mükerreme’yi yeniden inşa ettiler.
İsmail Aleyhisselam, Yemen kabilelerine ve Amalika’ya peygamber oldu ki o vakit Amalika kabileleri, Arap Yarımadası’nın Şam tarafında yaşıyorlardı. Sonra Hazreti İsmail’in oğulları ve torunları çoğaldı ve etrafa yayıldı. Nereye gittilerse galip oldular ve Amalika kabilelerini o bölgeden sürüp çıkardılar.
Hazreti İbrahim vefat edince yerine İshak Aleyhisselam geçti. Hz. İshak’ın iki oğlu oldu. Biri Ays ve diğeri Yakub idi. Ayrıca amcası İsmail Aleyhisselam’ın kızını aldı ve ondan birçok evladı oldu. Onlar da çoğaldılar ve Şam tarafına sahip oldular.
Hz. Yakub ise babası İshak Aleyhisselam’ın vefatıyla birlikte onun yerine geçti. Peygamber oldu ve babasının yurdu olan Kenan ilinde kaldı. Onun da bu bölgede evlat ve torunları çoğaldı.
Yakub Aleyhisselam’ın lakabı İsrail idi. Onun için oğullarına ve torunlarına Beni İsrail denildi.

Hz. Yakub (a.s.) ve Hz. Yusuf (a.s.)’ın Kıssaları
Hz. Yakub’un on iki oğlu var idi. İçlerinden Yusuf’u hepsinden fazla severdi. Yusuf, bir rüya görüp babasına anlattı, “Gördüm ki on bir yıldız, güneş ve ay, bana secde ediyorlar.” dedi.
Yakub Aleyhisselam anladı ki on bir yıldız, on bir kardeşine işarettir. Cenabıhak, onu kardeşlerine üstün kılacaktır.
“Oğulcağızım gördüğün rüyayı kardeşlerine söyleme. Zira şeytan, insana düşmandır. Olur ki kardeşlerine vesvese verir ve kalplerine kıskanma düşürür, sonra sana bir hile düşünürler. Cenabıhak, sana nübüvvet ve büyük devlet verecek.” dedi ve Yusuf’a bir kat daha fazla sevgi gösterdi.
Yusuf’un büyük kardeşleri ise ona haset ettiler ve hile ile onu kıra götürüp, bir kuyuya attılar. Onu bırakıp, eve geri döndüler ve “Yusuf’u kurt yedi.” diye babalarına yalan söylediler. Sonra içlerinden birisi, Yusuf’a yemek götürdü. Bir de görsün ki kuyu başına bir kervan gelmiş; Yusuf, kuyudan çıkarılmış. Dönüp diğer kardeşlerine haber verdi. Hemen oraya gittiler, “Bu bizim kölemiz idi kaçtı.” diyerek pazarlık ettiler. Çok ucuz ücret ile Yusuf’u sattılar. Yusuf, o zaman on sekiz yaşında idi. Kardeşlerinden korkup sustu ve Allah’a tevekkül ederek kervana katılıp gitti. Kervan meğer Mısır’a gidiyormuş. Yusuf da beraberce Mısır’a ulaştı. Aziz, yani Mısır Meliki’nin Maliye Bakanı, onu satın aldı.
Yusuf’un güzellikte eşi benzeri yoktu. Olgunluk ve düşüncede yaşıtlarına göre daha üstün idi. Yüzünde nurlu bir parlaklık vardı. Bir büyük zat olacağı yüzünden, gözünden belli oluyordu.
Aziz’in çocukları olmuyordu. Yusuf’un tavır ve gidişatını beğendi ve ona sevgi besledi. Hatta ona ikram ve itibar etmesi için Zeliha’nın haremine gönderdi. Sonra Yusuf bir iftiraya uğradı. Hiç suçu yok iken zindana konuldu. Yusuf’la beraber rastgele iki köle daha zindana girdi. Birisi Mısır Hükümdarı’nın şerbetçisi ve diğeri ekmekçisi idi. Birer rüya görmüşler, anlamlarını Yusuf’a sormuşlardı. Yusuf, biraz vaaz ve nasihat etti, onları tevhide çağırdıktan sonra, “Ey zindan arkadaşlarım, biriniz çıkıp efendisine şerbetçi olacak ve diğeriniz asılacak. İşte rüyalarınızın tabiri budur.” demiş ve şerbetçiye, “Efendinin yanında beni yâd et.” diyerek kendisinin hapisten çıkması için ondan yardım istemişti.
Rüyalar, Yusuf’un tabir ettiği şekilde çıktı. Şerbetçi, zindandan çıkıp, önceden olduğu gibi Mısır Hükümdarı’nın şerbetçisi oldu. Ekmekçi de zindandan çıkarılıp asıldı. Ama Yusuf’un ricası şerbetçinin hatırından çıktı. Nice yıllar gelip geçti. Yusuf’un durumunu Mısır Hükümdarı’na arz edemedi.
İhtiyaç anında kuldan yardım istemek kötü değildir fakat peygamberlerin şanına yakışmayan bir durumdur.
Yusuf gibi bir nebi-yi zîşanın, her işini Allah’a ısmarlamak ve her muradını Allah’tan istemek lazım iken şerbetçiden şefaat istemesi ve Melik’ten yardım umması, kendisinin yedi yıl zindanda kalmasına sebep olmuştur.
Nihayet Mısır Hükümdarı bir rüya görmüş ve rüya tabircilerine manasını sormuş. “Bu bir karışık düştür, yani yalancı rüyadır. Böyle karışık rüyaların tabiri yoktur.” demişler. O zaman şerbetçinin hatırına Yusuf gelmiş. “Durunuz, ben size bu rüyayı tabir ettireyim.” deyip zindana gitmiş, Yusuf’u görüp Melik’in rüyasını söylemiş ve tabirini rica etmiş. Yusuf da Melik’in rüyasını tabir edip demiş ki: “Yedi sene bolluk olacak. Biçtiğiniz ekinlerden yiyeceğiniz kadarını alıp, gerisini başaklarında bırakınız. Sonra yedi sene kıtlık olacak. Önceki yedi sene içinde biriktirmiş olacağınız zahireleri yersiniz. Ondan sonra yine bolluk olur.”
Şerbetçi dönüp bu tabiri Melik’e arz etti. Melik de “O zatı bana getirin. Ben onu kendi hizmetimde çalıştıracağım.” dedi. Bunun üzerine Yusuf Aleyhisselam zindandan çıktı ve Melik ile görüşüp söyleşti. Melik, onun görüş ve zekâsına bakıp fevkalade beğendi. Bu arada Aziz vefat edince onun yerine Yusuf’u Maliye Bakanı tayin etti ve onu kendisine vezir yaptı. Zeliha’yı nikâh ile ona verdi. Zeliha ise bir hükümdarın kızı ve güzellerin başta geleni idi. Hazreti Yusuf’un ondan Efrayim ve Menşa adlı iki oğlu ile Rahmet adında bir kızı oldu. Hazreti Yusuf, Mısır’da ziraati çoğalttı ve yedi sene içinde pek çok zahire biriktirdi. Ondan sonra kıtlık ve pahalılık seneleri geldi. Bu dönem yedi yıl sürdü. Mısır bölgesinden başka, Şam tarafında da kıtlık ve pahalılık vardı.
Mısır Hükümdarı’nın ambarlarından başka bir yerde zahire bulunmaz oldu. Herkes elinde ne varsa verip zahire alırdı. Mısır hazineleri para ile doldu. Böylece herkese istediği kadar zahire verilse de birtakım tamahkârların lüzumundan fazla zahire alıp daha pahalı satmak amacıyla saklayarak fiyatın yükselmesine sebep olmamaları için Hazreti Yusuf, zahireyi nüfus sayısına göre verirdi.
İşte böyle bir zamanda Yusuf’un kardeşleri de Kenan ilinden kalkıp da zahire almak için Mısır’a gitmeye mecbur olmuşlardı. Hz. Yakub Aleyhisselam ise Yusuf’tan ayrıldığından beri ağlıyordu. Hasretinin ateşiyle ciğerini dağlıyordu. Küçük oğlu Bünyamin, diğer kardeşlerinden ziyade Yusuf’a benzerdi. Hazreti Yakub, onu Yusuf’un yerine koyup, onunla biraz teselli bulurdu.
Bu sebepten dolayı Yakub Aleyhisselam, Bünyamin’i yanında alıkoyup, diğer on oğlunu zahire getirmek için Mısır’a gönderdi. On kardeş Mısır’a vardılar, Yusuf’un huzuruna girdiler. Yusuf, kardeşlerini tanıdı. Onlar Yusuf’u tanıyamadılar. Zira bunca yıldan beri ondan bir haber alınmadığı için, Kim bilir nerede vefat etti gitti, diye düşünüp sağ kalmış olabileceğini hatırlarına getirmediler. Kaldı ki Yusuf’un divanı büyük ve gösterişli olduğundan onun yüzüne pek de dikkatli bakamazlardı. Hazreti Yusuf onlara, “Siz kimsiniz, işiniz nedir? Casus olmayasınız?” dedi.
Onlar, “Haşa biz casus değiliz. Biz, bir babanın evladıyız ve babamız yaşlı bir muhteremdir, nebi-yi zîşandır. Adı Yakub’dur.” dediler.
“Kaç kardeşsiniz?” diye sordu.
“On iki kardeş idik. Birimiz kırda telef oldu, on bir kişi kaldık.” diye cevap verdiler.
“Şimdi burada kaçınız mevcuttur?” diye sordu.
“Burada on kişiyiz.” dediler.
“Biriniz nerede?” dedi.
“Babamızın yanındadır. Ölen kardeşimizin yerine onunla teselli buluyor.” dediler.
“Bu sözlerinizin doğru olduğuna bir şahidiniz var mı?” diye sordu.
“Biz bu bölgenin yabancısıyız, bizi burada kim tanır?” dediler.
Bunun üzerine Yusuf Aleyhisselam, her birinin hissesine göre zahire verdikten sonra Bünyamin için de başka bir hisse verdi, hepsini ziyafete davet etti ve onlara ilgi gösterdi.
“Görüyorsunuz ki zahire hususunda ne kadar dikkat ediyorum. Ne kadar adaletli davranıyorum ve misafirlere nasıl riayet ediyorum. Bir daha geldiğinizde öteki kardeşinizi de getiriniz ki doğru söylediğinizi bileyim. Eğer onu getirmezseniz size zahire yoktur, benim yanıma gelmeyiniz.” dedi.
“Onlar fark etmeden zahire bedellerini yüklerinin içlerine yerleştiriniz.” diye memurlarını tembihledi.
Döndüler, babalarının yanına geldiler, “Baba, eğer Bünyamin bizimle beraber gitmezse bize zahire verilmeyecek. Onu da bizimle beraber gönder. Biz onu her şekilde koruruz.” dediler. Yakub Aleyhisselam, “Daha evvel Yusuf hakkında nasıl emin oldumsa Bünyamin hakkında da öylece emin olurum fakat Allah, Hayrü’l-hafizin ve Erhamü’r-rahimin’dir.” (Allah koruyup gözetenlerin en hayırlısı ve merhametlilerin en merhametlisidir.) dedi.
Bir de yüklerini açıp zahire bedellerini bulunca, “Daha ne isteriz, işte sermayelerimiz de geri verilmiş. Hemen, tekrar Mısır’a gidelim ve daha fazla zahire getirelim. Bu getirdiğimiz zahire bize yetişmez.” dediler. Bünyamin’i gözetmek üzere babalarına kuvvetli söz verdiler. Allah’a ahdedip, Bünyamin’i de alarak Mısır’a gittiler. Mısır’a vardıklarında Yusuf Aleyhisselam, onları ağırladı, onlara ikramda bulundu ve önem verdi. Bir ara Bünyamin’i yalnız buldu ve gizlice, “Ben senin kardeşinim. Şaka yollu bir vesile ile seni yoldan döndürüp alıkoyacağım, endişe etme.” dedi.
Bütün kardeşlerinin yüklerini hazır ettirdi, Bünyamin’in yüküne bir altın tas koydurdu ve dönüp gitmeleri için ruhsat verdi. Tam yola düzülüp giderlerken arkalarından görevli memur yetişti. “Ey kafile! Siz hırsızmışsınız.” diye onları çağırdı.
Yakub’un oğulları dönüp, “Kaybınız nedir?” dediler.
“Hükümdarın tası yok. Onu her kim getirirse, bir deve yükü zahire müjdesi var. Ben de verileceğine dair kefilim.” dedi.
Dediler ki: “Biz buraya fesat için gelmedik, hırsız da değiliz.”
Dedi ki: “Sözünüz yalansa çalanın cezası nedir?”
“Her kimin yükünde bulunursa cezası, onu tutup esir etmektir. Biz, hırsızlara böyle ceza veririz.” dediler.
Bunun üzerine kafileyi çevirdi, yükleri aramaya başladı ve önce büyük kardeşlerin yüklerini aradı. Sonunda tası Bünyamin’in yükünden çıkardı. Mısır Hükümdarı’nın kanununda hırsızları tutup esir etmek yok idi fakat Hazreti Yusuf, Bünyamin’i alıkoymak için babasının şeriatını kardeşlerine söylettirdi ve bu şekilde Bünyamin’i ellerinden aldı.
Büyük kardeşleri dedi ki: “Ey Aziz! Bünyamin’in bir ihtiyar babası vardır. Onu pek sever, ayrılığına dayanamaz. Onun yerine bizim birimizi alıkoy. Bize büyük iyilik etmiş olursun.”
Hazreti Yusuf dedi ki: “Biz, sizin fetvanız üzerine onu alıkoyduk. Maazallah başkasını alırsak zalim oluruz.”
Ondan ümidi kesince geri çekildiler ve bir yere geldiler. Hepsinin büyüğü, diğerlerine şöyle dedi: “Bilmez misiniz ki babanız sizden söz aldı. Daha önce Yusuf hakkında ne yaptığınızı da biliyorsunuz. Ben buradan ayrılıp gitmem, ta ki babam tarafından bana izin ve ruhsat verilinceye kadar yahut Allah tarafından bu işe bir çözüm bulununcaya kadar. Gidiniz, babanıza, ‘Senin oğlun hırsızlık etti. Biz ancak gördüğümüze şahidiz. Tas, onun yükünden çıkarıldı, gördük. Biz ne yapalım? İnanmazsan tahkik et, Mısır’dan sor, bizimle beraber bulunan kafileden sor.’ deyiniz.” dedi ve Mısır’da kaldı.
Diğer dokuz kardeş döndüler, utanarak, sıkılarak babalarının yanına geldiler ve durumu gördükleri gibi söylediler.
Yakub Aleyhisselam, aşırı mahzun oldu ve “Bu da bir oyundur. Yoksa bizim şeriatımızda hırsızın esir edildiğini Mısır hükümdarı ne bilir? Sabır güzel şeydir. Ola ki Cenabıhak bana üç kardeşi birden getirir.” dedi. Beri tarafa döndü, “Vah Yusuf!” dedi ve hüzünle ağlamaktan gözlerine perde indi.
Oğulları, “Vallahi sen, Yusuf diye diye hasta düşeceksin yahut helak olup gideceksin.” dediler.
“Ben kalbimde tutamadığım hüzün ve kederimi ancak Allah’a arz ederim. Ondan başka kimseye arz-ı hâl etmem, beni kendi hâlime bırakınız, bilmediğiniz şey var ki bana malumdur.” dedi.
Yusuf kaybolalı yirmi bir yıl olmuştu. O zamandan beri bir haber alınamamış olması nedeniyle kardeşleri onun sağlığından ümitlerini kesmişlerdi.
Yakub Aleyhisselam ise Yusuf’un hâlâ hayatta olduğunu biliyordu.
Ya Allah tarafından ona vahiy gelerek Yusuf’un sağ olduğu bildirilmişti ya da Yusuf’un küçükken görüp de kendisine söylemiş olduğu rüyaya nazaran onun huzurunda kardeşleri secdeye varmadıkça vefat etmeyeceğini biliyordu. Bunun üzerine, “Oğullarım gidiniz, Yusuf ile Bünyamin’i arayıp sorunuz ve Allah’ın lütfundan ümidinizi kesmeyiniz.” dedi.
Dokuz kardeş, yine Mısır’a vardılar ve Yusuf Aleyhisselam’ın huzuruna girdiler. Bünyamin de orada hazır idi.
“Ey Aziz! Açlıktan hâlimiz yamandır. Yiyici çok, yenecek yok. Elimizdeki sermaye cüzidir. Sen lütuf ve ihsan et, ihtiyacımıza göre zahire ver, bize sadaka ver, kardeşimizi bağışla. Babamız yaşlı bir kişidir, Yusuf’tan ayrılalı pek mahzundur. Şimdi Bünyamin’in ayrılığı, ona bela üstüne beladır. Ağlamaktan gözleri görmez oldu.” diye yalvardılar.
Yusuf Aleyhisselam, artık şakayı bırakıp gülerek, “Siz cahillikle Yusuf’a ne yaptığınızı biliyor musunuz?” dedi.
Kardeşleri o vakit uyandılar, “A! Sen Yusuf musun?” deyip hayrette kaldılar. “Evet, ben Yusuf’um. Bu da kardeşimdir. Cenabıhak bize lütuf ve ihsan etti. Allah, sabreden kullarını mahrum bırakmaz.” dedi.
Onlar da “Cenabıhak, seni bizlere üstün kılmış. Biz hata etmişiz.” diyerek özür dilediler, tövbe ve istiğfar getirdiler.
Bunun üzerine Hazreti Yusuf, onları teselli etti ve “Bugün size serzeniş yoktur. Allah, erhamü’r-rahimindir. Sizi affeder. Bu gömleğimi götürünüz, babamın yüzüne sürünüz, gözlerinin perdesi açılır, evvelki gibi görür. Hem de bütün ailenizi alıp buraya getiriniz.” dedi ve onları babalarının yanına gönderdi. Vakta ki kafile Mısır’dan ayrıldı. Sanki rüzgâr, o gömleğin kokusunu aldı ve derhâl Kenan iline götürdü, hemen o zaman Yakub Aleyhisselam, “Yusuf’un kokusu geliyor. Ah bana bunadı demeyiniz.” diye söylendi. Yanında bulunanlar, “Sen hâlâ eski yanlışlık ve eski şaşkınlık üzerindesin. Yusuf’u çok fazla sevdiğinden onu dilinden düşürmezsin ve onunla buluşmayı arzularsın.” dediler. Sonra oğulları geldi. Yusuf’un gömleğini yüzüne koydukları gibi gözleri açıldı. “Ben size Yusuf’un kokusu geliyor, demedim mi?” dedi.
Ondan sonra Yakub Aleyhisselam, bütün oğulları ve ailesiyle beraber Mısır’a gitti. Yusuf Aleyhisselam, Mısır’ın Meliki ve ahalisi ile birlikte onları Mısır’ın dışında karşıladı. Onları alıp sarayına getirdi. Babasını ve anasını tahta çıkardı. Tamamı onun için şükür secdesine gittiler. Hazreti Yusuf, o zaman babasına, “İşte benim daha önce gördüğüm rüyanın tabiri budur ki aynıyla çıktı. Rabb’im bana lütuf ve ihsan etti. Beni zindandan çıkardı ve sizi çölden getirdi, hepimizi birleştirdi. Rabb’imin hikmeti çok fazladır. Lütuf ve keremi sonsuzdur.” dedi ve dönüp Cenabıhakk’a hamd ve şükretti.
Bu şekilde Hz. Yakub Aleyhisselam, Yusuf’una kavuştu ve muradına erdi. Ondan sonra bütün oğulları ile beraber Mısır’da on yedi sene daha ömür sürdü. Hazreti Yakub’un vefatında Yusuf Aleyhisselam elli altı yaşında idi. Yüz on yaşına kadar yaşadı.
İşte bu şekilde Beni İsrail, mümtaz ve muhterem bir sınıf olarak Mısır’da yerleşti, birleşip çoğaldı.
Önce Hazreti Yusuf’u vezir yapan Melik vefat etti. Onun ardından Yusuf Aleyhisselam da ahiret yurduna gitti. Sonraki Mısır hükümdarları Beni İsrail’e itibar etmediler.

Hz. Eyyûb (a.s.)’ın Kıssası
İshak Aleyhisselam’ın oğlu olan Ays’ın evlatlarından biri de Eyyûb Aleyhisselam idi. Pek çok malı ve Şam tarafında nice mülkleri var idi. Cenabıhak, onu imtihana tabi tuttu. Bütün malları ve mülkleri elinden gitti, o şükretti. Hasta oldu, sabretti. Bedeninde yaralar açıldı, yine sabretti. Yaraları kurtlandı, yanına kimse varamaz oldu. Yalnız hanımı Rahmet ona hizmet ederdi. O, yine sabreder ve ibadetine devam ederdi. Sonra şifa buldu. Vücudu evvelki gibi tertemiz oldu ve bütün mal ve mülkleri yerine geldi. Dünya ve ahiret saadetine nail oldu.
Bişir adında bir oğlu vardı ve kendisinden sonra yerine geçti, peygamber oldu.

Hz. Şuayb (a.s.)’ın Kıssası
Şuayb Aleyhisselam, Hazreti İbrahim’in ateşe atıldığı gün iman edip de onunla beraber Şam bölgesine hicret etmiş olan bir kabiledendir. Büyük validesi, Lut Aleyhisselam’ın kızıdır.
Medyen ve Eyke ahalisine gönderildi. Tatlı dilli ve sözü tesirli idi fakat kavmine söz geçiremedi. Onca zaman güzel güzel nasihatlerde bulundu ve pek çok tesirli sözler söyledi fakat etkili olamadı.
Nihayet Cenabıhak, Eykeliler üzerine bir şiddetli sıcaklık musallat etti. Bu sıcak, yedi gün sürdü. Bütün ırmaklar kaynadı. Sonra üzerlerine bir bulut geldi. Sıcaktan kaçıp hepsi onun altına toplandı, buluttan ateş yağdı, hepsi yandı. Ehl-i Medyen de bir ses ile telef oldu.
Hazreti Şuayb, kendisine iman edenleri alıp Mekke’ye gitti. Ondan sonra, vefatına kadar Mekke’de ibadet ile meşgul oldu. Medyen’de iken bir kızını Hazreti Musa’ya vermişti. Nitekim bu olay aşağıda açıklanacaktır.

Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)’ın Kıssaları
Hazreti Yusuf’tan sonra Mısır’da Beni İsrail çok fazla üreyip çoğaldı. Yakub ve Yusuf Aleyhisselam’ın şeriatlarına uydular. Mısır’ın kadim yerlisi olan Kıpti kavmi ise yıldızlara ve putlara tapardı ve Beni İsrail’e hakaret gözüyle bakarlardı.
Firavunlar, yani Mısır hükümdarları da Beni İsrail’i kendilerine tebaa edip, onları esir gibi ağır ve meşakkatli işlerde kullanırlardı. Onların günden güne çoğalmalarından şüphelenirlerdi.
Beni İsrail, Kıpti kavminin muamelelerinden ve meliklerinin ağır tekliflerinden bezmiş, usanmış idi. Dedelerinin kadim yurtları olan Kenan diyarına gitmek istiyorlardı fakat bir türlü yakalarını Firavun’un pençesinden kurtarıp da Mısır’dan çıkamıyorlardı. Zira Beni İsrail, on iki kabile idi. Her kabile, Hazreti Yakub’un oğullarından birine mensup idi. Her kabilenin bir şeyhi vardı. Bunlara “esbât-ı Beni İsrail” denilir ki Yakub’un torunları demektir.
İşte bu esbât-ı Beni İsrail’in tamamı bir yere gelse haylice kuvvet hasıl olabilirdi fakat tamamına bir baş gerekirdi ki hepsi birleşerek yekvücut olup da kendilerini esaretten kurtarabilsinler.
O sıralarda bir kâhin, Firavun’a, “Beni İsrail’den bir çocuk doğacak, senin devletinin zevaline sebep olacak.” demiş. Firavun bundan ürküp, Beni İsrail’den doğan erkek çocukları öldürtmeye başladı. Her semte cellatlar tayin etti. Cellatlar, Beni İsrail’in hanelerini dolaşıp, yeni doğan erkek çocuklarını öldürdükleri esnada Hazreti Yakub’un üçüncü oğlu olan Lâvi’nin torunlarından İmran adlı zatın sulbünden Hazreti Musa dünyaya geldi. Annesi onu bir sanduka içine koyup Nil Nehri’ne attı. Nil ile akıp giderken Firavun’un hanımı Asiye onu tuttu. Açıp Musa’yı görünce ona canıgönülden muhabbet duydu. “Aman bunu öldürmeyiniz. Belki büyür de işimize yarar yahut onu oğul ediniriz.” dedi ve onu emzirmek için pek çok sütana getirtti. Musa, hiçbirisinin memesini almadı. Annesi ise onu Nil’e bıraktıktan sonra arkasına gözcü bırakmıştı. Firavun’un sarayına alındığını ve sütana arandığını öğrendi. Sütanalığa kendisini arz ettirdi.
Asiye onu getirtti. Musa, derhâl onun memesini aldı. Firavun’un çevresinden kimse farkına varmaksızın annesi, kendi oğlunu Firavun’un sarayında emzirip büyüttü.
Hazreti Musa, büyüdükten sonra, bir gün Mısır’da gezerken gördü ki Beni İsrail’den biriyle bir Kıpti kavga ediyor. Kıpti’nin göğsüne bir yumruk vurdu, kazara Kıpti’nin canı çıkıverdi.
Hazreti Musa, elinden böyle bir kaza çıktığına inanamadı, Firavun’dan korkup, hemen Mısır’dan firar ederek Medyen’e gitti. Orada Şuayb Aleyhisselam’ın bir kızını aldı. Bu şekilde on sene Medyen’de kaldı.
Daha sonra ailesini alıp Mısır’a giderken Tur Dağı’na uğradı. Orada Allah’la söyleşti ve oradan Mısır’a varıp büyük kardeşi Harun ile görüştü. Musa ve Harun Aleyhissselam, Firavun’u davete memur olduklarından, Firavun’un yanına gittiler ve onu Hak dine davet ettiler. Ve “Beni İsrail’i bırak. Onları alalım, ecdadımızın kadim vatanları olan Kenan diyarına gidelim.” dediler.
Firavun buna şaşarak, Hazreti Musa’ya, “Sen çocukken bizim sarayımızda büyüdün, sonra bir suç işledin ve buradan firar ettin. Şimdi dönüp gelmişsin, ne demek istiyorsun?” dedi.
Musa Aleyhisselam da “Evet, elimden bir kaza çıktı. Bir Kıpti’yi vurdum, hataen öldürdüm ve korkumdan kaçtım. Şimdi Rabbi’lâlemin, bana nübüvvet ve risalet verdi ve seni davet için beni gönderdi.” diye cevap verdi.
Firavun sordu: “Rabbi’l-âlemin nedir?”
Musa Aleyhisselam, “Yerlerin, göklerin ve tüm mahlukatın Rabb’idir.” dedi.
Firavun gazaba gelip, “Mısır’da benden başka rab yoktur. Eğer sen benden başka rab ve ilahlar tanırsan seni zindana atarım.” diye Hazreti Musa’yı korkuttu.
Musa Aleyhisselam, asasını yere bıraktı. Hemen bir büyük ejderha oldu, hareket etmeye başladı.
Firavun ondan ürktü ve daha önce kâhinin haber verdiği çocuğun o olabileceğini düşünüp endişeye kapıldı. Etrafındaki yakınlarına, “Ne buyurursunuz, Musa sanatında mahir ve büyük bir sâhirdir. Sihirbazlıkla sizin itikadınızı bozup da Mısır hükûmetini zapt etmek ister.” dedi.
Onlar da “Biraz mühlet ver. Etrafa memurlar gönder. Ne kadar mahir sâhirler varsa getirsinler. Musa ile Harun’a galip gelsinler.” diye görüş verdiler.
O zamanda sihirbazlık, âlemde pek revaçlı bir sanat olmuş ve her tarafta itibar bulmuştu.
Firavun tarafından her şehre memurlar gönderildi. Ne kadar sanatında mahir sihirbaz var ise Mısır’a getirildi ve Kıptilerin sene başındaki bayram gününde, belli bir yerde toplanmak üzere herkese ilan edildi.
O gün bütün Mısır halkı orada toplandı. Sihirbazlar da oraya getirtildiler. Sihirbazlar meydana çıkıp, “Firavun’un izzet-i hakkı için biz galibiz.” diyerek sihir alet ve edevatı olan iplerini ve değneklerini ortaya attılar. Göz bağcılık ile yılanlar geziyormuş gibi birtakım gösteriler yaptılar. Hemen Musa Aleyhisselam, asasını bıraktı. Asa, bir büyük ejderha olup alet ve edevatı yuttu.
Sihirbazlar gördüler ki ne ip var ne de değnek. Hâlbuki eğer Musa’nın işi de sihir olsaydı, yalnız kendi gösterileri mahvolmalı, fakat ip ve değnek gibi alet ve edevatları mevcut kalmalı idi. “Bu mutlaka insan kudretinin dışında bir mucizedir.” dediler ve Hazreti Musa’ya iman ettiler.
Firavun, onlara çok kızdı ve “Meğer Musa sizin ustanızmış. Önceden onunla işi pişirmişsiniz ve Beni İsrail ile birlikte Mısır’ı zapt etmeye karar vermişsiniz. Bakınız ben size ne yaparım. Ellerinizi ve ayaklarınızı keserim ve sizi hurma dallarına asarım.” dedi.
Onlar da “Bizim için problem değil. Biz, Musa’nın Tanrı’sına iman ettik. Biz ancak onun af ve merhametini isteriz.” dediler.
Bundan sonra da Musa Aleyhisselam, pek çok mucize gösterdi. Buna rağmen Firavun ve kavmi imana gelmedi. Bu arada Kıpti kavminden bir grup, “Musa’ya niçin bu kadar meydan veriliyor? Halkın zihinlerini karıştırıyor. Onun hareketi, âdeta memlekete fesat karıştırmak ve halkı isyana davet etmektir.” diyerek Firavun’u tahrik ettiler.
Hâlbuki Beni İsrail’in tamamı Hazreti Musa’ya tabi bir şekilde yekvücut olmuş ve böylece kendilerini esaretten kurtarabilecek bir hâle gelmişlerdi. Bunun üzerine Firavun da bir aralık, belayı defetme kâbilinde, Beni İsrail’in Mısır’dan çıkıp gitmesine ruhsat vermişti. Sonra pişman oldu.
Musa Aleyhisselam ise bir zaman tayin ederek bütün Beni İsrail ile haberleşti ve geceleyin onları Mısır’dan çıkardı ve Bahr-i Kulzem’in, yani Kızıldeniz’in kenarına götürdü. Firavun duyup, hemen etraftaki askerini topladı. Beni İsrail’in arkasına düştü ve sabahleyin onlara yaklaştı. Musa Aleyhisselam, asası ile denize vurdu. Deniz yarıldı, on iki yol açıldı. On iki soyun herbiri bir yoldan gitti. Firavun da askeri ile onları takip etti. Beni İsrail geçip kurtuldu. Sonra deniz birleşti; Firavun, askeriyle beraber boğuldu.
Bu şekilde Musa Aleyhisselam, düşmanlarına karşı zafer buldu. Beni İsrail ile beraber Kenan diyarına doğru haraket etti.
Yolda Amalikalı bir kavmin yurduna uğradılar. Gördüler ki öküz suretine tapıyorlar. Beni İsrail her ne kadar Hazreti Musa’ya tabi olmuşsa da Mısır’da iken gözleri buna benzer suretlere alışmış ve zihinlerinde henüz Tevhid-i Bâri yerleşmemiş olduğundan, o kavmin öküz suretlerini görünce onlara meylettiler. Hemen “Ya Musa, onların ilahları gibi, bize de bir ilah tedarik et.” dediler. Hazreti Musa “Siz cahil bir kavimsiniz. Onların ibadetleri batıldır. Allah’tan başka ilah olur mu? Siz Rabbü’l-âlemin Hazretleri’nin verdiği nimetin kadir ve şükrünü bilmiyorsunuz. Sizi diğer kavimlerden mümtaz kıldı. Firavun size eziyet eder ve oğullarınızı keser iken Allah sizi kurtardı.” diye nasihat etti. O zaman Kenan diyarındaki en büyük şehirler; Eriha, Nablus ve Kudüs olduğundan, hemen yol üzerinde bulunan Eriha beldesine doğru gittiler.
Fakat buralar o zaman Amalika kabilelerinden birtakım zorbaların elinde olup, onları oradan savaş ile çıkarmak gerekiyordu.
Beni İsrail, “Biz, zorbalar ile muharebe edemeyiz.” diye geri çekildi. Hazreti Musa da gücenip onlara beddua etti. Bu sebepten dolayı, Tih Sahrası’na düştüler ve kırk sene orada dolaştılar, bir tarafa çıkıp gidemediler. Mısır’da iken çektikleri onca eziyet ve sefaleti unuttular ve “Keşke Mısır’dan çıkmasaydık.” demeye başladılar. Tih Sahrası’nda bulundukça Cenabıhak onlara kudret helvası gönderir ve bıldırcın indirirdi. Onlar da bu sayede hoşça geçinirlerdi.
Kudret helvası ile bıldırcın kuşundan usandılar, “Biz, bakla ve soğan gibi hububat ve sebze isteriz.” dediler.
Hazreti Musa’nın artık canı sıkıldı. “Haydi Mısır’a gidiniz. İstediğiniz şeyler orada vardır.” diye ret cevabı verdi.
Allah katından Hazreti Musa’ya bir kitap indirileceği vadedilmiş olduğundan Tur Dağı’na davet buyuruldu. Musa Aleyhisselam da kardeşi Harun’u yerine vekil tayin etti ve kendisi Tur’a gitti.
Kırk gün Tur’da halvet ve ibadet edip doğrudan Cenabıhakk’ın kelamını işitti. İşte o vakit ona Tevrat-ı Şerif nazil oldu. Hâlbuki Beni İsrail, Mısır’da iken düğün ve bayram nedeniyle Kıpti kavminden geçici olarak, altından yapılmış birtakım süs eşyaları almış ve ansızın Mısır’dan çıkıp onları sahiplerine verememişti.
Tih Sahrası’nda ise köy ve kasaba olmadığından, altının ve gümüşün itibarı yok idi. Bu ekilde Beni İsrail, bu süs eşyalarını, boyunlarındaki günahları gibi boşuna kendilerine yük edip taşıyorlardı.
İçlerinde Sâmirî adında bir münafık vardı ve onları aldattı, o süs eşyalarını toplattı. Hepsini ateşe koyup eritti. Sanatla, altından bir buzağı sureti yaptı ki buzağı gibi ses verirdi: “İşte sizin ilahınız ve Musa’nın da ilahı budur. Musa onu arayıp bulmak için Tur’a gitti. Geliniz, buna tapınız.” dedi. Onlar da o buzağıya tapmaya başladılar.
Harun Aleyhisselam, her ne kadar nasihat ettiyse de kulak asmadılar. “Musa gelinceye dek biz buzağıdan vazgeçmeyiz.” deyip, Harun’a muhalefet ettiler.
Musa Aleyhisselam, Tevrat-ı Şerif ile Tur’dan geldi. Bir de görsün ki Beni İsrail buzağıya tapıyor. Pek fazla gazaplandı. Sâmirî’yi lanetledi, buzağı suretini yaktıktan sonra denize attı ve “Niçin kavmi gözetmedin de Sâmirî’ye aldandılar?” diye Harun Aleyhisselam’ın sakalından tuttu.
Harun, “Ben ne yapayım? Bu kadar nasihat ettim, dinlemediler. Az kaldı ki beni öldüreceklerdi!” diye şikâyet etti. Buzağıya tapmış olanlar da ettiklerine pişman oldular. Yalvardılar ve günahlarından dolayı tövbe ve istiğfar ettiler. Bu şekilde Hazreti Musa’nın hiddeti geçti ve sonra Tevrat-ı Şerif’i ortaya koydu. Ondan sonra Beni İsrail, onun içeriğiyle amel etmeye başladı. Tevhid-i Bârî’yi güçlükle zihinlerine yerleştirebildiler.
Bunun üzerinden nice yıllar geçti ve bir asır değişti. Zorbalar ile muharebeden ürküp de geri dönenlerin çoğu öldü. Onların yerine çölde büyümüş, şehir ve kasaba görmemiş, yürekli yiğitler yetişti. Bu şekilde Beni İsrail, düşman karşısına çıkacak ve savaşa kadir olacak bir hâle geldi.
Hazreti Musa, Beni İsrail’i alıp Lut Gölü’nün güney tarafına getirdi. Oradan ileri hareket ederek Uvc Ubnü Unk adlı melik ile savaş yaptı ve ona galip geldi. Bu şekilde Şeria Nehri’nin doğu tarafındaki beldelere sahip oldu. Hatta Ürdün denilen Şeria Nehri’nin kenarına indi ve Eriha şehrinin karşısındaki dağa çıktı, oradan Beni İsrail’e mevut olan Kenan diyarını seyretti.
Önce Harun Aleyhisselam vefat etmiştir. Musa Aleyhisselam ise Yusuf Aleyhisselam’ın oğlu Efrayim’in soyundan Yûşa adlı zatı yerine halife olarak seçti ve kendisi de vefat etti. Beni İsrail’in Tih Sahrası’nda geçirdiği süre, Hazreti Musa’nın vefatı sırasında tam kırk seneye varmıştı.
Dünya yaratılalı kaç yıl olmuştur? Bunu Allah’tan başka kimse bilmez. Hazreti Âdem’in yeryüzüne indiği zamandan Nuh Tufanı’nın çıkışına kadar ve tufandan Hazreti Musa’nın vefatına kadar kaç yıl geçmiştir? Bu da tarihçiler arasında ihtilaflı bir meseledir. Doğrusunu ancak Allah bilir. Zira o zamanlarda yazılmış bir tarihî kaynak yoktur. O vakitlerin durumu, yalnız Tevrat-ı Şerif’te anlatılmıştır. Hâlbuki şimdi elde bulunan Tevrat nüshaları birbirine uymaz. Hangisi doğrudur, ne bilelim?
Fakat tarihçiler arasında meşhur ve muteber olan rivayete göre Âdem zamanından Tufan’a kadar iki bin iki yüz kırk iki ve tufandan Hazreti Musa’nın vefatına kadar bin altı yüz yirmi altı yıl geçmiştir. Bu hesaba göre Âdem zamanından Musa’nın vefatına kadar üç bin sekiz yüz altmış sekiz yıl geçmiştir.
Hazreti Musa’nın şeriatı, Hazreti İsa’nın peygamberliğine kadar baki kaldı. İkisinin arasında gelip geçen peygamberler, hep Hz. Musa’nın şeriatı ile amel etmek üzere görevlendirilmişlerdir.
Musa Aleyhisselam’dan sonra pek çok zaman Beni İsrail’in işlerini birbiri ardı sıra gelen hâkimler düzenleyip idare ettiler. Bu hâkimler, melik olmayıp Beni İsrail halkının reisleri ve kadıları makamında idiler.
Fakat Beni İsrail soyunun on iki kolu da onların hükmüne itaat ederdi. Bu şekilde onlar, meliklerin yerini tutarlardı. İşte bunlara, Beni İsrail’in hâkimleri denilir ki ilki Yûşa ve en sonuncusu İşmoîl Aleyhisselam’dır. İkisi de Beni İsrail peygamberlerindendir.

Hz. Yûşa (a.s.)’ın Kıssası
Musa Aleyhisselam’dan sonra yerine Yûşa Aleyhisselam geçti. Hazreti Musa’nın vefatından üç gün sonra Beni İsrail’i alıp çölden çıkardı ve Şeria Nehri’nin kenarına getirdi. Köprü ve kayık olmadığı hâlde mucize olarak Beni İsrail’i Şeria Nehri’nin beri yakasına geçirdi ve hemen ileri yürüyüp Eriha beldesini fethetti. Böylece Beni İsrail çöllerde dolaşmaktan kurtuldu. Dedelerinin eski vatanları olan Kenan diyarına girmiş oldular.
Hazreti Musa, Mısır’dan çıkarken Hazreti Yusuf’un tabutunu alıp Tih Sahrası’na götürmüştü. Vefatında onu Yûşa Aleyhisselam’a teslim etti. Eriha’yı fethettikten sonra Nablus’a gitti ve Hazreti Yusuf’un kemiklerini, daha önce kardeşleri tarafından satılmış olduğu yerde defnetti. Ondan sonra Yûşa Aleyhisselam, Şam’ı zapt etti ve her tarafa memurlar dağıttı. Yirmi sekiz sene Beni İsrail’in işlerini idare ettikten sonra dar-ı bekaya göçtü.
Ondan sonra sırasıyla pek çok hâkimler gelip Beni İsrail’e reis oldular. Beni İsrail, kâh doğru yolda gitti kâh isyan ve tuğyan ile şeriata muhalif hareket etti. Onlar öyle yolsuz hareket ettikçe Cenabıhak, onların üzerine bir düşman musallat eder, kâh esarete kâh başka türlü musibete uğrarlardı. Bazen de hâkimsiz kalıp perişan olurlar ve sonra Allah’a yalvarıp bu gibi felaketlerden kurtulurlardı. Nihayet İşmoîl Aleyhisselam hâkim olup on bir sene Beni İsrail illerini idare etti.
Bu on bir senenin sonunda Hazreti Musa’nın vefatından dört yüz doksan üç sene geçmişti. İşte o vakit Beni İsrail’in hâkimlerinin devri bitti ve Beni İsrail hükümdarları devri başladı. Şöyle ki: O esnada Filistin diyarında hükûmet eden Amalika’nın geri kalanı Beni İsrail’e galip gelmişti.
Beni İsrail, kendilerini derleyip toparlayarak, Amalika’dan intikam alabilmek için içlerinden birinin melik tayin olunmasını Hazreti İşmoîl’den istediler. O da Tâlût’u seçtirdi. İşte Beni İsrail hükümdarlarının ilki budur.
Tâlût, saltanat tahtına geçtikten sonra İşmoîl Aleyhisselam’ın tedbiri üzerine Beni İsrail’den bir ordu hazırlayarak Filistin üzerine gitti. Amalika ordusu karşı geldi ve reisleri olan Câlût ki gayet boylu ve yürekli bir şahıs idi. Meydana çıkıp karşısına adam istedi. Yahuda soyundan, yani Hazreti Yakub’un oğlu Yahuda’nın neslinden olan Hazreti Davud da Tâlût’un tarafındaydı ve Câlût’u öldürdü.
Bunun üzerine Amalika ordusu bozuldu ve Beni İsrail maksadına ulaştı. Hazreti Davud da fazlasıyla şöhret buldu. Ondan sonra İşmoîl Aleyhisselam vefat etti. Beni İsrail, Hazreti Davud’a meyil ve muhabbet besledi ve Davud’un kadir kıymeti bir kat daha yükselmiş oldu.
Tâlût ise kıskançlık duyarak Hazreti Davud’u öldürmeye kalkıştı. O da kaçıp bir tarafa savuştu ve ondan sonra Tâlût yine Amalikalılar ile muharebeye girişti ve sonunda Amalika kabilelerinin elinde öldürüldü. Yerine oğlu geçti fakat Beni İsrail soyu arasına tefrika düştü. Bir kısmı, yani Yahuda, Davud soyuna tabi olup, geri kalan on bir kabile Tâlût’un oğlunun emrinde kaldı.
Fakat sonra bu on bir kabile de Hazreti Davud’a biat etti ve bütün Beni İsrail ona bağlandı.

Hz. Davud (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.)’ın Kıssaları
İşmoîl Aleyhisselam’ın vefatından sonra Davud Aleyhisselam’a peygamberlik geldi ve Tâlût’un vefatından sonra yukarıda geçtiği üzere, önce Yahuda Kabilesi ve sonra diğer kabileler ona biat etti. Kısacası Beni İsrail’in bütün kabileleri onun hükmüne geçti.
Bu suretle Davud Aleyhisselam peygamberlikle hükümdarlığı birleştirmiş oldu. Kenan bölgesinde henüz Beni İsrail’in eline geçmemiş olan Kudüs taraflarını ve diğer yerleri zapt ederek Kudüs-i Şerif’i başkent yaptı. Bunlardan başka; Amman, Halep, Nusaybin ve Ermenistan’ı da fethetti. Bu arada Hazreti Davud’a Zebur nazil oldu. Fakat Zebur, hep nasihatler ve ilahilerden ibarettir. Onda şeri hükümler yoktur. Bundan dolayı Davud Aleyhisselam da Beni İsrail’in diğer peygamberleri gibi Musa’nın şeriatı ile amel etmiştir.
Kırk sene bu gidiş üzere hükmetti ve Hazreti Musa’nın vefatından beş yüz otuz beş sene geçtikten sonra ahirete göçtü. Oğlu Süleyman Aleyhisselam, on iki yaşında iken onun yerine geçti ve o da babası gibi hükümdarlık ile peygamberliği birleştirdi. Dört sene sonra babasının vasiyeti üzerine Beytü’l-Makdis’in, yani Mescid-i Aksa’nın inşasına başladı ve yedi senede tamamladı. Ondan sonra Kudüs-i Şerif’te bir büyük hükûmet sarayı inşasına girişti. Onu da on üç senede tamamladı ve bir sene sonra Himyer hükümdarlarından, Yemen melikesi olan Belkıs gelip onunla görüştü. Ondan sonra doğu ve batıda bulunan hükümdarların hepsi, ona itaatlerini gösterdiler ve pek çok hediye gönderdiler.
Hazreti Süleyman da kırk sene bu şekilde hüküm sürdükten sonra vefat etti. Oğlu hilafet tahtına geçti fakat yalnız Yahuda ve Bünyamin soyları onun itaati altında kaldı. Diğer on kabile ayrılıp, Efrayim soyundan ve Hazreti Süleyman’ın özel hizmetçilerinden birini kendilerine melik seçtiler ve başka bir devlet oluşturdular.
Bu suretle Beni İsrail, iki devlete ayrılmış oldu. Birisine Yahuda Devleti ve diğerine İsrail Devleti denildi. Yahuda Devleti’nin başkenti Kudüs-i Şerif olup, melikleri de Hazreti Süleyman’ın oğulları ve torunları idi ve bunlar sanki İslam halifeleri makamında idiler.
Bu devlet her ne kadar iki kabileden ibaretse de Beni İsrail âlimlerinin büyükleri hep Kudüs-i Şerif’teydi. Beni İsrail’in mabet ve idare yeri olan Beytü’l-Makdis, Tevrat-ı Şerif ve Hazreti Musa’nın asası gibi emanat-ı şerife hep orada bulunduğundan bu devlet, halkın gözünde muteber olup hükûmetlerine meşru ve sahih nazarıyla bakılırdı.
İsrail Devleti, on kabileden ibaret olup, meliklerine mülûk-i esbât denilir ve bunlar Hazreti Süleyman’ın neslinden olan Yahuda Devleti halifelerine asi ve bâgî sayılır idi. Mülûk-i esbâtın başkenti başlangıçta Nablus idi, sonra Sâmiriye, yani Sebastiye şehrini bina ettiler ve onu başkent yaptılar.
Beni İsrail’in on kabilesi, bu İsrail Devleti’ne tabi idi. Ancak içlerinde ahkâm-ı şeriyye layıkıyla uygulanmazdı. Hatta Kudüs-i Şerif ziyaretini de terk etmişlerdi. Bir aralık bu İsrail Devleti’nde putperestlik ayini dahi zuhur etti. Hatta Ba’al denilen puta tapar oldular ve gide gide bütün şeriat-ı Museviye’den ayrıldılar.
Her ne kadar Yahuda Devleti’nde de bir aralık buna benzer şirk ve günahlara dair bidatlar zuhur ettiyse de onun durumu, İsrail Devleti’ne nispetle daha ehven idi. Zira her zaman Kudüs-i Şerif’te pek çok ulema bulunur ve Mescid-i Aksa’da Tevrat-ı Şerif okunur idi.
İşte o asırda İlyas ve Elyasa Aleyhisselam, Beni İsrail’e peygamber olmuşlar idi.

Hz. İlyas (a.s.) ve Hz. Elyasa (a.s.)’ın Kıssaları
İlyas Aleyhisselam, peygamber olduğunda kavmi Ba’al adlı puta tapmakta idi.
“Ba’al’dan vazgeçiniz ve her şeyin yaratıcısı olan Allah’a ibadet ediniz.” diye nasihat etti. Dinlemediler. Allah’ın azabı ile korkuttu, kulak asmayıp Hazreti İlyas’ı beldelerinden kovdular.
Cenabıhak, onların beldelerinden bereketi kaldırdı. Yağmur yağmaz oldu. Açlıktan leş yediler ve nihayet Hazreti İlyas’ı arayıp buldular ve onun nasihatiyle amel ettiler. Allah da onların üzerinden bu belayı kaldırdı. Sonra yine kâfir ve günahkâr oldular. İlyas Aleyhisselam da usandı. Allah’a niyaz edip izin aldı ve onların içinden çıkıp başka tarafa gitti ve inzivaya çekildi.
Ondan sonra yerine Elyesa geçti ve halka vaz-ü nasihat ile meşgul oldu. Daha sonra kendisine peygamberlik geldi ve o da bir müddet Beni İsrail’in durumunu ıslaha çalıştı.
Beni İsrail ise günden güne azıttı. Kitabullah’ı terk etti ve hemen melik ve memleket münazalarıyla uğraşır oldu. Nihayet Cenabıhak onların üzerine Asur Devleti’ni musallat etti. İşte o zaman Yunus Aleyhisselam da Asur Devleti’nin başkenti olan Ninova şehri ahalisine peygamber olmuştu.

Hz. Yunus (a.s.)’ın Kıssası
Hazreti Yunus da Beni İsrail peygamberlerinden olup, Ninova ahalisine peygamber oldu ve onları tevhide davet etti. Onlar putlarını terk etmediler. “Allah tarafından azap gelecek ve kırk güne kadar Ninova şehri yere batacak.” diye onları korkuttu, yine kulak asmadılar.
Hazreti Yunus onlara darıldı ve kendilerinden ümidini kesti. Kızgınlık ve hiddet ile Dicle kenarına indi ve bir gemiye bindi. Hâlbuki Allah tarafından vahiy gelmedikçe peygamberlerin memuriyet yerlerini bırakıp da bir tarafa gidivermeleri caiz değildi. Onun için gemi yürümedi. Gemi kaptanı, “İçimizde bir suçlu adam olmalı. Kura çekelim, kime isabet ederse onu denize atalım.” dedi. Kura çektiler, Yunus’a isabet etti. O da “Suçlu benim.” deyip kendisini suya attı, derhâl onu bir büyük balık yuttu.
Hazreti Yunus, ettiğine pişman oldu. Tövbe ve istiğfar etti. Cenabıhak da tövbesini kabul etti ve hemen balık onu çıkarıp bir kenara attı. Balığın karnında Hazreti Yunus’un cismi pelte gibi olmuştu. Cenabıhak, ona taze kuvvet ve sıhhat verdi ve onu yine Ninova ahalisini davete gönderdi. Hazreti Yunus’un gemiye bindiği gün gökyüzü kararmış ve Ninova şehrini bir kara duman kaplamıştı. Ahali korkup Yunus’u aramış, bulamayınca gerçekten onun haber verdiği şekilde bir musibet geleceğini anlamış ve hemen şehir dışında Tövbe Tepesi denilen yere çıkmışlar. Feryat figan ederek Allah’a yalvarmışlar. Allah da onların tövbesini kabul buyurmuş ve vadedilen azabı üzerlerinden kaldırmış idi.
Hazreti Yunus, dönüp Ninova’ya gitti ve halkına ilahi ahkâmı tebliğ etti. Halk da onun nasihatiyle amel etti ve bir müddet azaptan kurtuldu. Sonraları doğuda ve batıda büyük vakalar meydana geldi. Nice devlet ve milletin bağlantıları bozuldu ve yeni devletler, topluluklar ortaya çıktı.
Bu gruptan, doğuda Medler ve Babil eyaletindeki Keldaniler itaat etmez oldular. Medler ile Babil valileri ittifak kurup, Asur Devleti’ne isyan ederek devlet başkenti olan Ninova şehrine saldırdılar. Ninova şehri muhasaradan kurtuldu ve Asur Devleti yeniden kuvvet buldu, Babil yine bir vali ile idare edilir oldu fakat doğu tarafı eski hâline getirilemedi, Medlerin hükûmeti başlı başına kaldı.
Asur Devleti yine eski büyüklüğünü kazanmak için doğu ve batıya ordular sevk ettiği sırada İsrail Devleti üzerine de musallat oldu ve bir aralık Beni İsrail’den birçok esir aldı.
Bir müddet İsrail Devleti, Ninova hazinesine vergi vermeye mecbur oldu. Sonra vergi vermekten imtina ederek Asur Devleti’ne karşı geldi.
Bunun üzerine Ninova hükümdarı, bir büyük ordu ile İsrail Devleti’nin üzerine gitti ve başkenti olan Sebastiye şehrini istila etti. İsrail Devleti’nin hükümdarını ve bütün ileri gelenlerini tuttu ve onları Horasan taraflarına dağıttı. Asurilerden ve Keldanilerden birçok halk getirip Beni İsrail’in beldelerine iskân etti.
İsrailîlerden olup da o olayda kaçıp kurtulanlar ve köşede bucakta kalanlar Yahuda Devleti’ne sığındılar. O zaman Hazreti Süleyman’ın torunlarından, Kudüs-i Şerif’te halife bulunan Hazkıya’nın başına toplandılar.
İşte bu suretle İsrail Devleti, Hazreti Musa’nın vefatından itibaren sekiz yüz otuz yedinci yılın sonunda battı. Ortaya çıkışı ise beş yüz altmış altıncı senenin başlarında idi. Bu hesaba göre İsrail hükümdarlarının hükûmet süreleri iki yüz altmış bir seneden ibarettir. Ondan sonra Beni İsrail hükümdarlığı, Hazreti Süleyman’ın torunlarına münhasır oldu ve Yahuda Devleti, İsrail Devleti’nin yıkılmasından sonra, yüz altmış bir sene devam etti.
Yahuda Devleti’yle İsrail Devleti, birbirlerini kıskanırlar ve daima birbirlerinin aleyhinde bulunurlardı fakat kardeş oğulları olduklarından, İsrail Devleti’nin o şekilde yıkılması ve bunca Beni İsrail halkının esir olması Yahuda Devleti’ne pek fazla tesir etmiştir. Hatta o zaman Kudüs-i Şerif’te yaşayan Hazreti Eş’iya Aleyhisselam Asurilere beddua etti.
Asur Devleti ise İsrail Devleti’ni mahvettikten sonra Yahuda Devleti’ne göz dikti ve aradan çok zaman geçmeden Kudüs-i Şerif üzerine bir ordu gönderdi fakat Hazreti Eş’iya Aleyhisselam, Asur askerinin Allah tarafından bozguna uğrayacağını önceden haber verdi. Gerçekten Asur ordusunda hastalık çıktı ve çok sayıda asker telef oldu. Ninova hükümdarı ümidini kaybederek Ninova’ya döndü. Bu suretle Yahuda Devleti kurtuldu.
Fakat Beni İsrail, ondan sonra yine yanlış hareketlere başladı ve Hazreti Eş’iya’nın nasihatlerini dinlemedi. Sonunda o muhterem zatı şehit ettiler.
Hazkıya’nın vefatıyla birlikte yerine geçen oğlu, halka zulüm ve eziyet eder oldu. Her türlü günaha, fisk ve fücura daldı. O zaman Asur Devleti, o gaddar ve günahkâr hükümdarın üzerine musallat oldu ve onu tutup bir müddet hapsettikten sonra yıllık bir miktar vergi vermek üzere yine Yahuda hükümdarı olarak Kudüs-i Şerif’e gönderdi.
Daha sonra Beni İsrail, yine azıttı. Şeri ahkâmı bir tarafa attılar ve Allah’ın emir ve nehyini unuttular.
İşte o vakit Kudüs-i Şerif’te Hazreti Ermiya Aleyhisselam, Beni İsrail’e peygamber olarak gönderildi ve Tevrat-ı Şerif’i meydana koydu. Şeri ahkâmı icra ettirmeye başladı.
O esnada Asur Devleti, şark tarafına hareket etti. Fakat zafere ulaşamadı. Ondan sonra batıya yönelerek Kudüs-i Şerif üzerine hücum etti. Fakat bir yahudi kızı, ordu başkomutanını çadırın içinde öldürdü. Bu şekilde Asur askeri bozuldu ve Yahuda Devleti kurtuldu.
Ama Asur Devleti, bu bozgunun uğursuzluğundan kurtulamadı. Zira o bozgun üzerine Asurlulara bağlı olan birçok kavim isyan etti. Ninova’nın hiçbir tarafta hükmü geçmez oldu ve Babil valisi kuvvetlenmekle bağımsız bir hükümdar mertebesine geldi.
Ondan sonra Medliler hükûmeti ile Babil valisi, Ninova aleyhine ittifak ettiler. Babil valisinin oğlu ve başkomutan olan Buhtunnasır bir büyük ordu ile gitti ve Medlerin asakiriyle birlikte Ninova’yı muhasara etti. Sonunda galip geldiler. Ninova şehrini yaktılar, yıktılar ve yok ettiler. O esnada Buhtunnasır’ın babası vefat etmiş olduğundan Babil’e döndüğünde saltanat tahtına oturmuştu. Bu suretle Asur Devleti, tamamen yıkıldı ve onun yerine iki devlet kuruldu. Biri Med Devleti’dir ki şimdi İran dediğimiz yerler onda kaldı. Diğeri Keldani Devleti’dir ki Asur Devleti’nin batı tarafı onun hissesine düştü ve Babil şehri ona başkent oldu.
Babil şehri, bu şekilde tekrar başkent olduktan sonra Buhtunnasır onu büyüttü. Birçok yüksek bina ve büyük tahkimat ile süsledi, imar etti.
Hazreti Musa’nın vefatından Buhtunnasır’ın hükümdar oluşuna kadar kaç yıl geçmiş olduğu ihtilaflı bir meseledir fakat tarihçiler arasında meşhur ve muteber olan rivayete göre dokuz yüz yetmiş-dokuz senedir.
Buhtunnasır, tahta geçişinden birkaç sene sonra Beni İsrail üzerine hücum etti. Beni İsrail hükümdarı gördü ki karşı durmak kabil değildir. Çaresiz ona baş eğdi. Onun tarafından atanmış bir vali gibi Kudüs’te kaldı ve üç sene bu şekilde ona itaat etti.
Ondan sonra Beni İsrail hükümdarı, başkaldırarak Buhtunnasır’a karşı durdu. O da asker gönderdi ve onu Kudüs’ten çıkardı, yerine oğlunu geçirdi. Fakat çok geçmeden onu da tahttan indirdi, ulema ve Beni İsrail eşrafı ile beraber Babil’e götürdü, hepsini hapsetti.
Hazreti Danyal Aleyhisselam ile Hazreti Uzeyr de bu esirler arasındaydı, sonradan Buhtunnasır, Hazreti Danyal’ın kadrini anlamış ve ona hayli hürmet ve riayet etmiştir.
Buhtunnasır, o şekilde Beni İsrail hükümdarını Babil’de celbettikten sonra yerine amcasının oğlu Sıdkıya adlı zatı kendi tarafından bir kaymakam hükmünde olmak üzere Beni İsrail üzerine hükümdar tayin edip Kudüs’e gönderdi. O da bir müddet Buhtunnasır’a tabi olarak Kudüs’te hükûmet etti. O sırada Hazreti Ermiya Aleyhisselam, Kudüs-i Şerif’te olup Buhtunnasır ile Sıdkıya’yı korkutuyordu ve Beni İsrail’e de günahlarından tövbe etmeleri için nasihat ediyordu.
Beni İsrail ise Allah’a asi olduğu gibi, günahları sebebiyle Allah tarafından üzerlerine musallat olan Buhtunnasır’a da isyan etmek istiyordu. Hazreti Ermiya Aleyhisselam gördü ki Beni İsrail’e söz geçmez, vaaz ve nasihat tesir etmez. Hemen içlerinden çıkıp bir tarafa savuştu. Sıdkıya da Buhtunnasır’a karşı harekete kalkıştı. Onun üzerine Buhtunnasır, çok sayıda asker ile beraber vezirini gönderdi. Bu vezir varıp bir müddet Kudüs-i Şerif’i muhasara ettikten sonra zorla içeri girdi. Kudüs’ü yaktı ve Beytü’l-Makdis’i yıktı. Beni İsrail’in kimisini öldürdü kimisini Sıdkıya ile beraber esir edip Babil’e gönderdi. Beni İsrail’den bazıları Mısır’a ve bazıları Mekke-i Mükerreme’ye kaçıp kurtuldu. Kudüs-i Şerif’te yalnız âcizler ve fukara güruhu kaldı.
Buhtunnasır, Babil’den ve diğer taraflardan birçok halk gönderip, Kudüs-i Şerif tarafında Beni İsrail’in geri kalanı ile karışık olarak iskân ettirdi ve üzerlerine kendi kaymakamını atadı. Bu olay Buhtunnasır’ın tahta geçişinin on dokuzuncu senesinde meydana geldi. Bu suretle Yahuda ve Bünyamin torunları da perişan oldu. Yahuda Devleti tamamen battı ve hükûmet Beni İsrail’in elinden gitti.
Sıdkıya, Beni İsrail hükümdarlarının sonuncusuydu. Ondan sonra içlerinden hükümdar çıkmadı. Gerçi sonraları, bir ara Beni İsrail’e içlerinden reisler atandıysa da onlar, beldenin büyüğü makamında olup, hükümleri Kudüs-i Şerif’in dışarısına taşmamıştır. Buhtunnasır, bu şekilde Kudüs-i Şerif’i harap ettikten sonra bütün Şam bölgesini zapt etti, emir ve fermanını Mısır’a kadar yürüttü. Civarda bulunan kavimleri ve kabileleri korkuttu. Sonra kendisinin halefleri de bir müddet onun izinden gitti.
Bu şekilde Keldani Devleti, altmış sekiz sene kadar Babil’de hüküm sürdü. Sonra İran’da ortaya çıkan Keyaniyan Devleti gelip Babil’i ele geçirerek Keldani Devleti’ni mahvetti. O zaman Beni İsrail de esaretten kurtulup vatanına döndü. Kudüs-i Şerif’te toplanıp yetmiş seneden beri harap duran Mescid-i Aksa’yı yeniden bina ettiler. Bu defa Babil’den dönüşlerinde iki binden fazla ulema mensubu beraber bulunuyordu, hatta birisi de Hazreti Uzeyr idi.
Fakat önceden Kudüs şehri yanıp Beytü’l-Makdis de yıkıldığı zaman Tevrat-ı Şerif de kaybolmuş ve o vakitten beri Beni İsrail içinde ahkâm-ı şeriyye unutulmuş idi. Bunun üzerine Hazreti Uzeyr ulema ve Beni İsrail şeyhi ile bir yere geldi ve Tevrat-ı Şerif’i ezberden okudu. Diğerleri dinleyip yazdılar ve Musevi şeriatının ahkâmını yeniden meydana koydular. Bu şekilde Beni İsrail, Keldanilerin elinden kurtuldu. Lakin hükûmeti kendi ellerine geçiremeyip İranilere tabi oldular. Ondan sonra, Buhtunnasır’ın üzerinden dört yüz otuz beş sene geçmişken meşhur Büyük İskender İran Devleti’ne galip geldi. Babil’i fethettiği sıralarda Kudüs’ü de ele geçirdi; Beni İsrail, Yunanlıların hükmü altına girdi.
Sonra Romalılar çıkıp Yunan memleketlerini zapt ettiklerinde Kudüs’ü de ele geçirdiler ve Beni İsrail, Romalıların hükmü altında kaldı.
İşte o zamanlar Beni İsrail üzerine, içlerinden biri başkan olarak atandı. Fakat bu reisler kaymakam ve şehrin büyüğü makamında bulunurdu.

Hz. Zekeriyya (a.s.), Hz.Yahya (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.)’ın Kıssaları
Hazreti Zekeriyya, Süleyman Aleyhisselam’ın neslindendir. Beytü’l-Makdis’te Tevrat yazan ve kurban kesen başkan idi. Cenabıhak ona nübüvvet verdi. Hanımı İşa, çocuk doğurmadı. İşa’nın kız kardeşi Hanne ki Beni İsrail’in büyüklerinden İmran adlı zatın zevcesi idi. Onun da evladı olmadı. Hanne, “Cenabıhak bana bir çocuk verirse Beytü’l-Makdis hizmetine vakfedeceğim.” diye adak adamıştı.
O zamanda erkek çocuklarını Beytü’l-Makdis hizmetine tayin etmek âdet idi. Hanne’nin de istediği erkek çocuk olduğundan, o şekilde nezretmişti. Hamile iken kocası İmran vefat etti. Kendisi de arzusunun aksine kız doğurdu. Ona Meryem adını koydu. “Ya Rabbi ne yapayım. Kız doğurdum, sen onu kabul et.” diye Cenabıhakk’a yalvardı ve onu alıp Beytü’l-Makdis’e götürdü, “Alınız bunu, Mescit’e nezirdir.” deyip Beytü’l-Makdis hademesine verdi. Bir büyük zatın kızı olduğundan hepsi onu büyütüp terbiye etmeye rağbet gösterdi ve Hazreti Zekeriyya Aleyhisselam, onu alıp, hanımının yanına götürdü. Bu suretle Hazreti Meryem, teyzesi İşa’nın yanında büyüdü. Sonra Hazreti Zekeriyya, ona Beytü’l-Makdis’te hususi bir oda yaptırdı. Hazreti Meryem, odasına çekildi. Ve ibadet ile meşgul oldu. Yanına Hazreti Zekeriyya’dan başka kimse giremezdi.
Hazreti Zekeriyya Aleyhisselam, kendisinden sonra yerini tutacak evladı olmadığından üzüntülü idi. Hanımı zaten çocuk doğurmamış, kendisinin de yaşlanmış olması nedeniyle artık çocuğunun olma ihtimali kalmamıştı.
Cenabıhakk’ın lütfu çoktur. İhsan ve inayetinin sonu yoktur. Bir gün Cebrail Aleyhisselam, Allah tarafından, Hazreti Zekeriyya’ya gönderildi. İşa’dan Yahya adında bir çocuk olacağını haber verdi ve Hazreti İsa’nın da dünyaya geleceğini bildirdi.
Ondan sonra Cebrail Aleyhisselam, Hazreti Meryem’in yanına vardı ve yakasından üfürdü. Hazreti Meryem hemen gebe kaldı. Önce İşa gebe kalıp Yahya’yı doğurdu. Altı ay sonra da Meryem’den İsa doğdu. Hazreti Meryem onu sardı, beşiğe koydu ve alıp kavminin yanına götürdü.
“Meryem! Sen ne yaptın? Baban fena adam değildi. Anan da fahişe değildi. Sen bir fena iş yapmışsın.” deyip hemen onu taşlamak üzere ellerine taş aldılar. Hazreti Meryem, “Ona sorunuz.” diye eliyle İsa’ya işaret etti. “Biz beşikteki çocukla nasıl söyleşelim?” dediler.
Hemen Hazreti İsa söze başladı: “Ben, Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi, beni peygamber yaptı ve nerede olsam beni mübarek kıldı. Doğduğum gün, öldüğüm gün ve sonra dirildiğim gün bana selamet verecek.” dedi. Yahudiler, bunu işittikleri gibi hayrette kaldılar ve Hazreti Meryem’den el çektiler.
Fakat “Babasız çocuk olur mu?” diye Yahudiler aralarında dedikodu yaptılar. Hazreti Zekeriyya hakkında suizanda bulundular ve sonunda onu şehit ettiler. O zaman Zekeriyya Aleyhisselam yüz yaşında idi.
Ne garip şeydir ki Yahudiler, Hazreti Âdem’in anasız ve babasız olarak yaratıldığına inanırlarken, Hazreti İsa’nın yalnız babasız olarak yaratıldığına inanamadılar.
Meryem Aleyhisselam, İsa’yı aldı ve amcasının oğlu Yusuf Neccâr ile beraber Mısır’a gitti. On iki sene orada kaldılar. Ondan sonra Hazreti Meryem ile oğlu İsa, döndüler. Kudüs’e geldiler ve Nasıra köyüne indiler. Hazreti İsa, otuz yaşına girinceye dek orada kaldılar.
Hazreti Yahya, küçük çocuk iken Tevrat-ı Şerif’i eline aldı, Beni İsrail’e vaaz ve nasihat etmeye başladı ve babası gibi Hazreti Musa’nın şeriatıyla amel etmek üzere Beni İsrail’e peygamber oldu.
Ondan sonra Hazreti İsa Aleyhisselam otuz yaşına geldiğinde, yeni bir şeriat ile gönderildi ve ona İncil-i Şerif nazil oldu. Onun şeriatı gelince Musa’nın şeriatı hükümsüz bırakıldı. Hazreti Yahya Aleyhisselam da onun şeriatına tabi oldu. Hatta o esnada Beni İsrail üzerine başkan olan kişi, kardeşinin kızını almak istedi ve Musa şeriatı üzere nikâh akdini Hazreti Yahya’ya teklif etti. O zaman ise Hz. İsa şeriatında kardeş kızını almak haram kılınmıştı. Onun için Hazreti Yahya da nikâh akdinden kaçındı. Kız ve anası gücenip Hazreti Yahya’nın öldürülmesi için ısrar ettiler. Kudüs reisi bulunan kişi de Hazreti Yahya’yı getirip onların huzurunda boğazlattı.
Hazreti İsa Aleyhisselam, bir ölüyü diriltti ve anadan doğma körlerin gözlerini açtı. Su üzerinde yürüdü ve daha bu yolda çok mucizeler gösterdi. Kendisine yalnız on iki kişi iman etti ki onlara havariyyun denilir. Onların birincisi Şem’ûnü’s-Safa’dır ki Nasara arasında ona Butrus (Petros) denilir ve birisi de Şem’ûn adında biridir ki ona da Yuda denilir.
Diğer Yahudiler, imana gelmek şöyle dursun, Hazreti Yahya gibi Hazreti İsa’yı da öldürmeye karar verdiler. Hazreti İsa Aleyhisselam, son defa olarak havariyyun ile bir gece birleşip, gizlice sohbet ediyordu. Yahudiler ise onu öldürmek için sıkı sıkıya arıyordu.
Hz. İsa, havariyyuna dedi ki: “Horoz ötmeden, yani sabah olmadan biriniz beni inkâr edecek, pek az paraya satacaktır.” Gerçekten havariyyundan Yuda Şem’ûn, sabah olmadan vardı, Yahudilerden bir miktar rüşvet alıp, Hz. İsa’nın yerini bildirdi.
Yahudiler hemen Hz. İsa’yı tutup da öldürmek için koştular, oraya gittiler. Hırs ve telaşla yanılıp o hain Yuda’yı tuttular. Onu astılar. Gerçekten İsa’yı astıklarını sandılar. Yüce Allah, Hz. İsa (a.s.)’ı İdris (a.s.) gibi göğe kaldırdı. Onu dünya sıkıntısından kurtardı.
Bundandır ki Yuda’nın adı Hristiyanlar arasında hakaretle anılır, fena ve hain kişilere Yuda derler.
Hz. İsa göğe çekildikten kırk sene sonra Romalılar, Kudüs’e saldırarak Yahudilerin kimini öldürdüler kimini esir aldılar. Kudüs’ü yağma ve harap ettiler. Yahudi kitaplarını tamamen yaktılar. Beyt-i Mukaddes’i yıktılar. Kudüs şehrini İsrailoğullarından temizlediler.
Böylece Yahudiler, darmadağınık oldular. Ondan sonra bir yerde toplanıp da bir topluluk kuramadılar. Her yerde hor görüldüler ve hakaretle karşılandılar. Fakir ve yoksul düşüp aşağılandılar. Hz. Musa’nın ölümünden Hz. İsa’nın doğumuna kadar bin yedi yüz on altı yıl geçmişti.
Hz. İsa (a.s.), otuz yaşına gelince kendisine peygamberlik geldi. Üç yıl kavmini Allah’ın birliğine çağırdı. Sonunda on iki kişi imana gelip, Hak yolda ona arkadaş oldular. Onların da birisi, sonunda kendisine hıyanet etti. Ondan sonra havariyyun, Hz. İsa (a.s.)’ın vasiyeti üzerine çevreye dağıldılar. Hristiyanlığı halka yaymaya çalıştılar.
Sonradan İncil diye meydana birçok kitap çıktı. Bir kısmı havariyyundan bazılarına, bir kısmı da onların talebelerine dayandırıldı.
Bunlar ise Hz. İsa’nın hayatı hakkında tarih yollu kaleme alınmış kitaplardı. Bunlarda İsa (a.s.)’ın bazı hâlleri, vasıfları belirtilmişti. Ara yerlerde İncil ayetleri yazılmıştı fakat bunlar birbirine uygun değildi.
Hristiyanların başkanları gördüler ki bunlar birbirine uymuyor. Hepsini gözden geçirdiler. İçlerinden dördünü ayırdılar. Onları diğerlerine göre doğruya daha yakın buldular. İşte İncil diye Hristiyanlar arasında dolaşan bu dört kitaptır. Onlar da tamamıyla birbirine uymaz. Asli İncil ele geçmemiştir.
Havariyyun dağılıp uzaklara giderek Hz. İsa’nın dinini halka öğretmişlerse de o zaman dünya, Allah’ı tanımayan ve O’na ortak koşanlarla doluydu. Hz. İsa’nın dini açıkça yerine getirilemeyip, üç yüz seneden fazla gizli tutuldu. Hristiyanlar yer altlarında, mağara ve mahzen gibi yerlerde gizlice ibadet ederlerdi. Duyulup tutulanlar eza ve cefa görür, bazen işkenceye uğratılırdı.
En sonunda Roma İmparatoru Konstantin, Hz. İsa’nın doğum tarihinden üç yüz on yıl sonra Hristiyanlığın açıkça yerine getirilmesine izin verdi.
Daha sonra Kostantiniye şehrini kurdu. Roma Devleti’nin eski başşehri Roma’yı terk ederek, bu Kostantiniye şehrini başşehir yaptı. Kendisi de Hristiyan oldu. Ondan sonra Hz. İsa (a.s.)’a iman edenler çoğaldı. Hz. İsa’nın dini pek çok yere yayıldı. Hz. İsa’nın dinine girenlere “Nasara” denildi.
Fakat vaktiyle Hristiyanlığın esasları, güzelce kaydedilmediğinden, iş piskoposların ellerine kaldı. Birtakım maksatlarla anlaşmazlık çoğaldı. Roma Devleti ikiye bölündü. Biri Doğu Roma İmparatorluğu’dur ki başşehri İstanbul’du. Diğeri Batı Roma İmparatorluğu’dur ki başşehri Roma’ydı.
Bu iki ve eski başşehir, birbirini kıskandı. Bu yüzden Roma Devleti ikiye ayrıldığı gibi, mezhepçe de Hristiyanlar ikiye bölündü.
Bir kısmı “rimpapa”ya, yani Roma piskoposuna bağlandılar. Bunlara “Katolik” denildi. Bir kısmı İstanbul patriğine bağlandılar. Bunlara da “Ortodoks” denildi. Sonraları birbirine aykırı birçok mezhep ortaya çıktı. Hristiyanlık tamamen aslından uzaklaştırıldı.
Hâlbuki diyanetteki asıl gaye, şirkten yani Allah’a ortak koşmaktan sakınmak olduğundan, Hristiyanlar şirk koşanlara mahsus olan putlardan son derece kaçınırlarken, sonradan Hristiyan ibadethanelerine resimler asıldı. Kiliseler bayağı şirk koşanların tapınaklarına benzetildi.
Öteki milletler ise Allah’ı tanımazlar, O’na ortak koşarlardı. Hayli zaman peygamber de gelmedi. Uzun bir süre peygambersiz geçti. Bütün dünya sapıklıkta kaldı.
Romalılar bütün Avrupa kıtasını ele geçirdikten başka, Anadolu, Mısır, Şam ve Irak’ı dahi aldılar. O çağlarda Romalılar diğer milletlere göre daha medenilerse de ahlaksızlığa düşkün, sefahat ve işrete dalmış olduklarından, vardıkları yerlerde medeniyetle beraber pek fena âdetler bıraktılar. Bu yüzden birçok millet ve kavmin ahlakı bozuldu. Bereket versin ki Romalılar, Arap Yarımadası’nı ele geçiremediler. Kendilerinin çirkin huyları ve fena âdetlerini Araplara bulaştıramadılar.
Fakat Arap kabileleri de çöllerde, tamamen göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Kendilerini cahillik kaplamıştı. Kimi Hristiyanlığa, kimi Yahudiliğe meyletmişti. Birtakımı da tırnak kesmek, boy abdesti almak ve sünnet olmak gibi, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s.)’ın dinlerinden kalma hükümlerle amel etmekteydiler. Yine bir kısmı da puta tapar olmuşlardı. Her sene hac mevsiminde Arap kabilelerinden pek çok kimse Mekke’ye gelip Kâbe’yi ziyaret ederken, bir taraftan da Kâbe’deki putlara taparlardı.
Kısacası o çağlarda dünya pek karanlık ve karışık bir duruma gelmiş ve düzelmesi için de bir peygamberin gönderilmesi gereği hasıl olmuştu.

İKİNCİ BÖLÜM
HAZRETI MUHAMMED (S.A.V.)

Hâtemü’l-Enbiya Muhammed Mustafa (s.a.v.) Hazretleri’nin Doğumundan Önce Meydana Gelen Harikulade Olaylar
Ahir zamanda, Arap bölgesinde İsmail (a.s.)’ın soyundan “son peygamber”in geleceği, daha önceki peygamberlere gönderilen kitaplarda da yazılıydı. Geçmiş peygamberlerden bazıları da onun özelliklerini belirtmiş ve tarif etmişlerdi.
“Hâtemü’I-Enbiya” yani “son peygamber” âlemlerin övüncü ve insanoğlunun en üstünüdür. O zamanın hükmünce onun Arap kavminden çıkması, Allah’ın bir hikmeti, o çağın bir gereğiydi. Çünkü Araplar o zaman dünya çapına yayılmış olan fenalıklara bulaşmamış ve Romalıların çirkin âdetlerine alışmamışlardı. Arap Yarımadası’nda çöl göçebeliği sayesinde asıl yaradılışları üzere kalmışlardı. Her ne kadar Araplar, ilim ve sanattan yoksun iseler de içlerinde fesahat ve belagat, yani güzel, edebî ve dokunaklı yazma merakı artmış olduğundan pek çok şair; gayet fasih ve beliğ yazarlar ve çok güzel konuşan hatipler yetişmişti.
Okuryazar olmadıkları hâlde gayet güzel şiir söylerler, daima düzgün ve güzel söz söylemekle övünürlerdi. Hatta Mekke yakınında “Sûk-u Ukâz” denen yerde her yıl, Arapça ayların on birincisi olan zilkade ayında büyük bir panayır kurulurdu. Her taraftan şairler, yazarlar toplanırdı. Güzel şiirler, seçkin hutbeler okunur, söz alanında yarışlar olurdu. Birinci seçilenler “aferin” alır, şiiri Kâbe duvarına asılırdı.
Böylece Kâbe duvarına asılmış yedi kaside (bir çeşit şiir) vardı ki onlara “Muallekât-ı Seb’a (Yedi Askı)” denilir. Birincisi İmrü’l-Kays’ın kasidesi olup, en yukarı asılmış ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğine kadar öylece kalmıştı.
Kısacası şairler, hatipler; güzel şiirler, dokunaklı hitabelerle büyük halk kitlesine öğütler verirler, halk ahlakının güzelleşmesine çok gayret ederlerdi. Cahiliye zamanında Arapların edebiyatta bu derece ilerlemeleri dikkat çekecek, ibret alınacak bir özelliktir. Belki de Arap dilinin o derece yükselmesi, Allah tarafından bu dille bir kitap indirileceğine işaretti.
Peygamberlerin babası Hz. İbrahim (a.s.)’ın, oğlu Hz. İsmail (a.s.) için dua ettiği, yüce Allah’ın da duasını kabul ederek Hz. İsmail soyundan büyük bir millet çıkaracağını müjdelediği Tevrat’ta yazılıdır.
Hz. İbrahim’in diğer oğlu Hz. İshak (a.s.)’ın soyundan pek çok peygamber gelip geçmişti. Onların devri bitip, artık Hz. İsmail evladına sıra gelmişti. Hz. İshak soyundan gelen bunca peygambere karşılık, Hz. İsmail soyundan en son peygamber gelecekti.
Araplar nesep ilmine çok kıymet verir, her kabile kendi soyunu ezberlerdi. Kabilelerin birbirine göre üstünlüğü olduğundan, her biri kız alıp verme konusunda akranını arar ve dengini gözetirdi.
Hz. İsmail’in evladı ve torunları çoğaldı. Arap Yarımadası’nın her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnanoğulları, onların içinde Mudaroğulları, onların arasında Kureyş Kabilesi, ötekilerden seçkin birer topluluktu. Kureyşliler içinde Haşim kolu ise hepsinden çok daha fazla şeref ve fazilet sahibi idi.
Haşim’in babası Abdi Menaf, onun babası Kusayy, onun babası Hakim, onun babası Mürre, onun babası Ka’b, onun babası Lüvey, onun babası Fihr, onun babası Malik, onun babası Nadir, onun babası Kenane, onun babası Huzeyme, onun babası Müdrike, onun babası İlyas, onun babası Mudar, onun babası Nizar, onun babası Maad ve onun babası Adnan’dır. Adnan da Kayzar İbni İsmail Aleyhisselam neslindendir.
İşte Hâtemü’l-Enbiya Aleyhisselam’ın büyük ecdadı bu zatlardır ki her birinin zürriyeti çoğalmış ve her biri pek çok topluluğun reisi, nice kabile ve aşiretlerin dedesi ve babası olmuştur.
Fakat her ne vakit birinin iki oğlu olsa yahut bir kabile iki kol olsa Hâtemü’l-Enbiya’nın soyu en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her çağda onun en yüksek atası kim ise yeryüzündeki ülkelerinden bilinirdi.
Çünkü Hz. İsmail’in alnında bir nur vardı. Ülker yıldızı gibi parlardı. Bu parlaklık ona babasından kalmış, sonra evlattan evlada geçerek Adnan’a, ondan da Maad ve Nizar’a gelmişti.
“Nizar”, Arapça “az bir şey” manasındaki “nezir”den gelir. Bu adın konmasına sebep şudur: Nizar, dünyaya gelince babası Maad, onun alnındaki parıltıyı görür görmez pek çok sevinmiş, kavmine büyük bir ziyafet verip, “Böyle oğul için bu kadar ziyafet azdır.” deyince oğlunun adı “Nizar” kalmıştır.
Bu parıltı ise Hz. Muhammed’in nuru olup, Hz. Âdem’den beri evlattan evlada geçmiş; sonunda asıl sahibi, Son Peygamber Hz. Muhammed’de durmuştu.
Böylece Adnanoğulları içinde, Hz. Muhammed’e ait parıltıyı taşıyan ve yansıtan bir seçkin soy çıkmıştı. Her çağda bu soydan olan şahıs kim ise yüzünün hemen anlaşılacak kadar güzel, nurlu olmasından dolayı ötekilerden ayırt edilir, hangi kabilede ise o kabile diğerlerinden üstün olurdu.
Bundan dolayı Nizar’ın evladı ve torunları içinde Mudaroğulları öbürlerinden daha çok şan ve şöhret buldu, Mudaroğulları çoğaldı, çevreye yayıldı. Birçok kabileye ayrıldılar, içlerinden Kureyş Kabilesi seçkinleşti. Kureyş Kabilesi Fihr İbni Malik’in evlat ve torunlarıydı, onun oğulları içinde Lüvey ve onun oğulları içinde de Ka’b, diğerlerinden seçkin ve muhterem oldu.
Ka’b İbni Lüvey, cuma günleri kavmini toplayarak hutbe okurdu. Kendi soyundan son peygamber geleceğini söyler, onun zamanına kim yetişirse ona iman etmesini öğütlerdi.
Ka’b’ın torunlarından Kusay da Kureyş Kabilesi içinde pek büyük bir kişidir. Şurada burada dağınık Kureyşlileri toplayıp kuvvet buldu. Mekke’de başa geçti.
Kâbe hizmeti, aslında Hz. İsmail’in evlat ve torunlarındayken, sonra bu şerefli hizmet Cürhüm Kabilesi’ne geçmiş, sonra göç eden ve Mekke yakınında yaşayan Huzaa Kabilesi, bir aralık Kâbe hizmetini ve Mekke başkanlığını ele geçirmişti. Kusay, bir fırsatla Kâbe’nin anahtarlarını Huzaa’dan aldı. Ondan sonra Kâbe hizmeti de Kureyş Kabilesi’nde kaldı.
Kusay’ın Zühre diye bir kardeşi vardı, onun da evlat ve torunları çoğaldı. Kureyş Kabilesi içinde şeref ve itibar buldu, Son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) annesi Âmine Hatun onun soyundandır.
Kusay ölünce Abdi Menaf, Abdud-Dar ve Abdul-Uzza adındaki oğulları kaldı. Abdi Menaf, diğerlerinden fazla şan ve şeref buldu. Başkanlık ve efendilik, onun soyunda yerleşti. Abdud-Dar’ın soyundan da Kâbe hizmetindeki Şeybeoğulları geldi.
Abdi Menaf’ın Haşim, Abdi Şems, Muttalib ve Nevfel adlarında dört oğlu oldu. Her birinin soyundan gelenler çoğaldı. Hatta Beni Ümeyye denilen Emeviler, Abdi Şems’in soyundan gelmişti. Fakat hepsinin en şereflisi, en faziletlisi Haşim’dir. Nitekim Abdi Menaf’tan sonra Kureyş kavminin büyüğü oydu. Bu temiz soydan gelenlere Beni Haşim ve Haşimi denilir. Son peygamber de onlardandır.
Kureyş kavmi ticaretle uğraşan bir topluluktu. Kışın Yemen’e, yazın Şam’a giderler; her yıl iki tarafla da çokça alışveriş ederlerdi.
Bundan dolayı Haşim de Şam kafilesiyle Mekke’den çıkıp giderken Medine’ye uğradı. Orada Beni Neccâr Kabilesi’nden Selma adlı kızla evlendi. Oradan Şam ülkesine gitti ve Gazze’de öldü.
Selma ise ondan gebe kalıp son derece güzel ve yüzü nurlu bir erkek çocuk doğurdu ve bu çocuk Şeybe diye adlandırıldı.
Şeybe büyüdü. Dayı çocuklarıyla beraber çıkıp gezmeye başladı. Fakat hiç birine benzemiyordu. Yüzünde ülkeri vardı, alnı ay gibi parlar, güzel yüzünü görenler hayran kalırdı, başka soydan olduğu yüzünden belli oluyordu.
Allah’ın resulünü öven ensardan Medineli ünlü Şair Hassan’ın babası Sabit o sırada Medine’den Mekke’ye gidip Haşim’den sonra Kureyş’in ulusu olan kardeşi Muttalib’le görüştü. “Ah, eğer kardeşinin oğlu Şeybe’yi görsen şaşardın. Babana ne kadar benzer ve nasıl şeref ve güzellik sahibidir, tarif olunmaz.” diye Şeybe’yi anlatınca, Muttalib’in kalbine Şeybe’yi görme arzusu düştü.
Kureyş kavmi içinde babadan oğula geçen peygamberlik nuru, Haşim’e gelmiş ve yüzünde görülmüştü. Hâlbuki Haşim’in Şeybe’den başka Esed adlı bir oğlu olmuşsa da ondan yalnız Fatıma adlı bir kız kalmıştı ki Hz. Ali’nin anasıdır. Demek ki Haşim’e Şeybe’nin hayırlı bir vekil olması tabii bir durumdu. Sabit’in ifadesi de bunu doğruladı. Bundan dolayı Muttalib, Şeybe’yi görmek zorunda kaldığından hemen Mekke’den Medine’ye gitti.
Muttalib Medine’ye varınca bir yerde Beni Neccâr’ın çocukları arasında Şeybe’yi gördü. Bir kere tavır ve hareketine, yüzündeki güzellik ve parıltıya baktı, kimse söylemeden yeğeni olduğunu bildi ve gözlerinden yaş aktı.
Nitekim Muttalib, Şeybe’yi tavır ve hareketinden bildiğini, gözlerinden yaş geldiğini bazı şiirlerinde pek yanık açıklayıp hikâye etmiştir. Muttalib hemen orada Şeybe’ye bir kat elbise giydirdi ve onu anasına gönderdi. Sonra anasını razı ederek Şeybe’yi Mekke’ye götürdü.
Mekke’ye girerken Şeybe’yi görenler, “Acaba bu çocuk Muttalib’in kölesi midir?” demişler. O yüzden Şeybe’nin adı Abdül-Muttalib kalmış ve Muttalib ölünce yerine geçip, Kureyş kavminin efendisi, başkanı olmuştur.
Abdül-Muttalib’in alnında Hz. Muhammed’in nuru parıldardı. Kureyş kavmi, bundan dolayı onu çok uğurlu sayardı. Öyle ki Mekke taraflarında kıtlık, pahalılık olsa, onun eline yapışıp Sebir Dağı’na çıkarlar, onun yüzü suyu hürmetine Allah’tan yağmur isterlerdi. Allah da Hz. Muhammed’in nuru hürmetine onlara rahmet ve bereket gönderirdi.
Son Peygamber Hz. Muhammed’in dünyaya gelmesi yaklaştıkça kâhinler, yani görünmez âlemden haber vericiler, onun dünyayı şereflendireceğini bildirdiler. Gariplikler ve alışılmışın dışında işaretler belirmeye başladı. Biri şudur ki Abdül-Muttalib bir gün Harem-i Şerif’de uyurken bir rüya görüp korkuyla uyandı. Kâhinlere gidip rüyasını anlattı. Kâhinler de “Senin soyundan çocuk doğacak, yer ve gök halkı ona iman getirecek.” dediler.
Bunun üzerine Abdül-Muttalib, Kureyş kadınlarından Fatıma adlı bir kız aldı. Ondan oğlu Abdullah dünyaya geldi. Hz. Muhammed’in nuru, onun alnında görünür oldu.
Daha önce Mekke’de hüküm süren Cürhüm Kabilesi’nin üzerine düşman saldırınca Yemen taraflarına kaçmak zorunda kaldıklarında Kâbe hazinesinden bir hayli eşya alıp Zemzem Kuyusu’na atmışlar, üzerine de taş, toprak dökerek yerini belirsiz etmişlerdi. Yıllarca bu durum üzere kaldı. Zemzemin nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Bir gece Abdül-Muttalib’e rüyasında zemzemin yeri bildirilmiş ve işareti gösterilmişti.
Böylece Abdül-Muttalib Zemzem Kuyusu’nu buldu. Oğullarıyla beraber onu kazmaya başladı. İçinde kılıçlar, zırhlar ve altından yapılmış geyik heykelleri çıktı. Abdül-Muttalib onları aldı. Geyik heykellerini Kâbe’nin kapısının önüne koydu. Zemzem kuyusunu tamamen ayıklayıp hacılara zemzem dağıtmaya başladı.
Kureyş kavmi, büyük dedeleri Hz. İsmail’den kalma mübarek bir kuyunun meydana çıkmasından dolayı çok sevindiler, şükrettiler. Bu yüzden Abdül-Muttalib de eskisinden fazla şan ve şöhret buldu. Halkın gözünde kıymet kazandı.
Abdül-Muttalib’in oğulları; Haris, Ebu Talib, Ebu Leheb, Gaydak Hacî, Abdül-Kâbe, Mukavvim, Zübeyir, Dırar, Kuşem, Abdullah, Hamza ve Abbas’tır. Fakat Kuşem küçükken ölmüştür.
Abdül-Muttalib, oğulları içinde en çok Abdullah’ı severdi çünkü içlerinde en güzel, en fazla ahlak sahibi oydu. Peygamberlik nuru onun yüzünde açıkça görünüyordu.
Beni Zühre büyüğü Vehb’in kızı Âmine, soy sop bakımından Kureyş kızlarının en faziletlisi olduğundan, Abdül-Muttalib onu Abdullah’a aldı.
Âmine, Abdullah’tan Hâtemü’l-Enbiya’ya hamile kaldı ve hemen Abdullah’ın alnındaki parlayan nur Âmine’nin alnında parlamaya başladı. O esnada Kureyş kavmi, kıtlık ve pahalılığa müptela olup, fazlasıyla sıkıntı çekmekte iken Resul-ü Ekrem, ana rahmine düştüğü gibi, onun hürmetine, Hak, Kureyş’in bağ ve bahçelerine o kadar feyz ve bereket verdi ki hepsi zengin oldu.
O seneye Araplar “fetih ve sevinç yılı” dediler. Âmine gebeyken Abdullah, Şam kafilesiyle Medine’ye gitti, orada hastalandı. Yirmi beş yaşında dayılarının yanında öldü. Böylece son peygamber, yetim inci gibi anasının karnındayken tek ve yetim kaldı, işte o sırada alışılmışın dışında olan hadiselerden, meşhur “Fil Olayı” çıktı.
Uzun yıllar Yemen’de hüküm süren Himyer hükümdarlarının kuvvetleri azalınca Habeşliler, Arabistan yakasına geçip, Yemen ülkesini ele geçirmişlerdi.
Habeşlilerde hükümdarlık sırası Ebrehe adlı padişaha gelince, Yemen’in başşehri olan San’a’da büyük bir kilise yaptı. Bundan maksadı, Arapları Kâbe ziyaretinden vazgeçirmek, yüzlerini San’a’ya çevirmekti. Araplar ise eskiden beri yılda bir kere Mekke’ye gelip Kâbe’yi ziyaret edegeldiklerinden, San’a’da yeni yapılmış böyle bir kiliseye meyletmek şöyle dursun, ona hakaret gözüyle bakıyorlardı. Öyle ki içlerinden birisi o kilisenin içine girip pisledi. Bundan dolayı Ebrehe çok öfkelendi. Hemen Kâbe’yi yıkmak üzere büyük bir orduyla Mekke’ye doğru yola çıktı. Taif şehrine gelince bir miktar askerle bir adamını Mekke’ye gönderdi. O da gelip Mekke halkının hayvanlarını sürdü. Bu sırada Abdül-Muttalib’in de dört yüz devesini götürdü.
Abdül-Muttalib, hemen Ebrehe’nin ordusuna gitti. “Kureyş başkanı geldi.” diye haber verdiler. Onu yanına davet edip, büyük bir hürmetle ağırladı. “Niçin geldin?” diye sordu. Abdül-Muttalib develerini istedi. Ebrehe “Ben sandım ki Kâbe’yi yıkmayayım diye ricaya geldin?” dedi.
Abdül-Muttalib dedi ki: “Ben develerin sahibiyim. Onları isterim. Kâbe’nin sahibi vardır, onu o korur.” Hemen Ebrehe emretti, hayvanlarını geri verdiler.
Abdül-Muttalib, hayvanlarını aldı Mekke’ye getirdi. “Bu Kâbe’nin sahibi, onu korur korkmayınız.” diye Kureyş’e güven verdi.
Çünkü Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.), ana rahmine düşmüş, mutlu doğum yaklaşmıştı. Yakında dünyayı şereflendireceklerine dair, alışılmışın dışında nice işaretler belirmiş, Abdül-Muttalib rüyasını görmüştü. Bu bakımdan Ebrehe’nin Allah’ın Evi’ni yıkamayacağını kendi vicdanında kestirmişti.
Gerçekten iki ay sonra son peygamber dünyaya gelecek, sonra Kâbe’yi kıble edinecek, Ebrehe ordusunun durumu da dünyaya büyük bir ibret olacaktı.
Ebrehe’nin büyük bir fili vardı. Daima onu askerinin önünde yürütür, onunla nereye gitse zafer kazanacağına inanırdı, öyle tecrübe etmiş, öyle bellemişti. Bu sefer de Ebrehe, o fili ordusunun önüne kattı, hemen Mekke üzerine yürüttü.
Mekke’ye yaklaşıp da içeri girmeye hazırlanırken fil yere çöktü. Kaldırıp yürütmeye çalıştılar, yürümedi. Başını başka tarafa çevirdikçe hemen koşup gider fakat Mekke’ye doğru çevirdikçe gitmeyip yere yatardı.
Onlar bu çekişmedeyken Allah (c.c.) tarafından birçok Ebabil, yani dağ kırlangıcı veya keçisağan kuşları geldi. Her birinin ağzında, ayaklarında birer ufak taş vardı. Bu taşları Ebrehe askerlerinin omuzlarına bıraktılar. Hangisine değse yaralanıp öldü. Kalanlar düşe kalka Yemen’e kaçıp kurtuldu. Ebrehe de bu suretle San’a’ya varabilmişse de fena hâlde hasta olduğundan, çok geçmeden ölmüştür. Ondan sonra iki oğlu sırasıyla -kısa süreliğine- San’a’da hüküm sürmüşlerse de çok geçmeden devletleri yıkılmıştır.
Ebrehe’nin askeri öylece dağılınca Mekke halkı, şehrin dışına çıkıp onun ordusunda buldukları mal ve eşyaları aldılar.
Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) hürmetine Kureyş Kabilesi hem öyle büyük bir düşmanın şerrinden kurtuldu hem de böyle zahmetsizce bir hayli ganimet malına kavuştu. Bir kat daha şan ve şöhret buldu.
Kureyş Kabilesi’yle çekişmekte olan Arap kabileleri artık onlarla savaşmaktan vazgeçip, onların, Allah (c.c.) tarafından korunduğuna inandılar. Bu seneye Araplar “Fil Yılı” diye ad koydular ki Hz. İsa’nın doğumunun beş yüz altmış dokuzuncu senesiydi.
Son Peygamber Hazreti Muhammed (s.a.v.) de o yıl doğdu ki Ebrehe’nin yukarıda anlatılan fille Mekke’ye gelip gitmesi muharrem ayının ortalarındaydı. Takriben elli gün sonra rebiülevvel ayı içinde de Hz. Muhammed (s.a.v.) doğdu.

Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) Doğumu
Fil Yılı’nda ve Rumi aylardan nisan içinde, rebiülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabaha doğru, henüz tan yeri ağardığı vakit, âlem bir başka âlem oldu. Yani Hâtemü’l-Enbiya Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi ve Sellem Hazretleri doğdu ve gün doğmadan âlem nur ile doldu.
Abdullah’tan Âmine’nin alnına geçmiş olan parlayan nur, onun alnına geçti. Âdem devrinden beri evlattan evlada intikal edegelen peygamberlik nuru, şimdi sahibini buldu ve artık onda karar kıldı.
Ertesi gün, pazartesi sabahı putlar, yüzüstü düşmüş bulundu, görenler hayrette kaldı.
Şu sözler Âmine’den rivayet olunmuştur: “Ben, öteki kadınlar gibi gebelik zahmeti çekmedim. Gebelerde olan ağırlıkları duymadım fakat gece rüyamda gördüm ki biri gelip ‘Ey Âmine, iyi bilmelisin ki sen âlemlerin hayırlısına gebesin. Doğduğu zaman adını Muhammed koyasın.’ dedi. Doğum yaklaşınca kulağıma şiddetli bir ses geldi, ürktüm. Hemen bir ak kuş geldi, kanadıyla arkamı sığadı. Bendeki korkma ve ürkme hâlleri geçti. Bir yanıma baktım ki beyaz bir kâseyle şerbet sundular. Alıp içtiğim gibi her tarafımı nur kapladı. O anda Hz. Muhammed (s.a.v.) dünyaya geldi. Etrafıma baktım, gördüm ki Abdi Menaf kızlarına benzeyen fakat gayet uzun boylu birçok kız, etrafımda dönüyorlar. Şaşırdım. ‘Ya Rabbi bunlar kimlerdir?’ dedim.”
Hz. Muhammed (s.a.v.) doğarken Âmine’nin gözünden perde kaldırılıp anlatıldığı gibi, cennet hurilerini, melekleri görmüş olduğu, daha pek çok harikulade hâller seyretmiş olduğu rivayet edilir.
Cennetle müjdelenen on kişiden Abdurrahman İbni Avf Hazretleri’nin validesi Şifa Hatun o gece Âmine’nin yanında bulunmuş, kendisinin gözüne de Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğumu sırasında doğudan batıya kadar bütün dünyanın nurla dolması gibi daha pek çok âdet ve tabiat dışı şeyler görünmüş olduğunu, oğlu Abdurrahman’a söylemiş, o da başkalarına anlatmıştır.
O gece Abdül-Muttalib, Kâbe’de Allah’a (c.c.) yönelmiş yalvarırken, “Müjde ey Abdül-Muttalib! Şimdi Âmine’den bir çocuk doğdu. Vücudu âleme rahmettir.” diye gizliden bir ses işitmiş, hemen Âmine’nin yanına gitmiş, orada da nice alışılmışın dışında şeyler görmüştür.
Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak doğmuştu. Arkasında, iki kürek kemiğinin arasında, ta kalbinin hizasında bir nişanı vardı ki ona peygamberlik yüzüğü, peygamberlik mührü denilir.
Şu sözler Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir: “Mekke’de bir Yahudi vardı. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğduğu gecenin ertesinde, Kureyşlilerin toplandığı yere gelerek, ‘Bu gece aranızda bir oğlan doğdu mu?’ diye sormuş. ‘Evet. Abdül-Muttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu oldu.’ demişler. ‘İşte son peygamber odur ve arkasında nişanı vardır.’ diye haber vermiş. Varmışlar, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) görmüşler. Yahudi, onun görünüşüne bakıp, arkasındaki peygamberlik mührünü görünce aklı başından gitmiş ve ‘Peygamberlik artık İsrailoğullarından gitti. Bundan sonra başka peygamber gelme ümidi bitti. Kureyşliler öyle bir devlete erecekler ki şan ve şerefleri doğudan batıya kadar her yere ulaşacak.’ demiş.”
İsrailoğullarının peygamberleri, Son Peygamber Hz. Muhammed’i (s.a.v.) bazen Muhammed (s.a.v.) bazen de Ahmed diye anmışlar ve işaretlerini söylemişlerdir. Gizliden haber veren kâhinler de böyle bildirdiklerinden, o zamanki Yahudi kâhinleri arasında son peygambere dair çok sözler söylenir ve dünyayı şereflendirmesi beklenirdi. Bundan dolayı doğuş tarihini anlamış ve belirtmişlerdi.
Hassan bin Sabit’ten rivayet edilmiş, demiş ki: “Ben sekiz yaşında idim, bilirim ki bir gün sabahleyin Medine’de bir Yahudi, diğer Yahudilere bağırıp, ‘Bu gece Ahmed’in yıldızı doğdu.’ dedi. Sonra hesap ettim. Muhammed’in (s.a.v.) doğum gecesine muvafık düştü.”
Abdül-Muttalib, bu gibi hayırlı işaretleri görüp çok sevindi ve “Bu oğlumun şanı pek büyük olacak.” dedi. Kendisine Allah tarafından böyle mutlu bir oğul verildiğine dair güzel bir kaside söyledi ve büyük bir ziyafet verip, Kureyş Kabilesi’ni davet etti. Geldiler, yediler, içtiler. “Bu ziyafete sebep olan çocuğa ne ad koydun?” diye sordular. Abdül-Muttalib, “Muhammed” diye cevap verdi. Onlar da “Dedelerinde olmayan böyle bir adı koymaktan maksadın nedir?” diye sordular. “Maksadım ve istediğim şu ki onu gökte Allah (c.c.) ve yerde halk pek çok övsünler.” dedi.
Son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) pek çok adı vardır. En meşhurları “Muhammed” ve “Ahmed”dir. “Muhammed” Arapçada çok övülmüş olan kimse demektir.
Mahmud, Mustafa, Sahibü’l-Beyan, Sahibü’l-Hâtem, Sahibü’l-Makami’l-Mahmud, Sahibü’l-Kadib, Sahibü’l-Herave de Son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yüksek lakaplarındandır.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğumunda meydana gelen alışılmışın dışında olan, görülmemiş hâllerden bazıları da şunlardır:
Hz Muhammed’in (s.a.v.) doğumu sırasında, İran hükümdarının sarayı sarsıldı. On dört balkonu yıkıldı. Fars vilayetinde İstahrâbâd adlı şehirde ateşe tapanların bin seneden beri yanan ateşleri söndü. Sâve Gölü yere batıp görünmez oldu, Semâve Vadisi’nde tam tersine sular taştı. İran’ın Başkadısı Mubedan da o gece rüyasında, bir alay sert ve başıboş devenin bir bölük Arap atını yenerek, Dicle Nehri’ni geçip İran şehirlerine dağıldıklarını görmüştür.
O zaman Sasaniler sülalesinden İran Şahı Nûşirevan, sarayın sarsılıp da balkonların yıkılmasından canı sıkılmış bir hâlde yakınlarıyla bu meseleyi konuşurken, İstahrâbâd’dan, ateşinin söndüğü haberi geldi. Yine bu sırada Sâve Gölü’nün battığı ve Semâve’de suların taştığı işitildi. Hesapladılar. Bütün bunların, balkonların yıkıldığı zamana rastladığını hayretle gördüler.
Bunun üzerine Nûşirevan telaşlanıp hemen Mubedan’ı çağırtarak, bu olanları bir bir anlattı. O da o gece görmüş olduğu rüyayı söyledi.
Nûşirevan daha çok telaş ve endişeye düşüp, “Acaba bu işaretler ne ola?” diye Mubedan’a sordu. Mubedan, ne olacağını biliyordu. Hemen, “Arabistan’da büyük bir olay çıkması gerekir.” diye cevap verdi.
Hemen Nûşirevan, Arap hükümdarlarından kendisine bağlı Numan İbni Münzir’e ferman gönderip, “Bana bilgin bir adam gönder.” diye buyurdu. Numan da Abdül-Mesih adında tanınmış bir bilgini gönderdi.
Abdül-Mesih hemen İran hükümdarının başşehri Medayin’e varıp Nûşirevan’ın yanına girdi. Nûşirevan olup bitenleri söyleyip, “Bu işaretler ne manaya gelir?” diye sordu. Abdül-Mesih de “Benim Şam taraflarında oturan Satih adında bir dayım vardır. Bunların manasını ancak o açıklayabilir.” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Nûşirevan, “Haydi çabuk Satih’in yanına git. Ona sor, bana cevabını getir.” diye emretti. Abdül-Mesih de hemen Medayin’den çıkıp Şam ülkesine gitti.
O zaman Araplar içinde kâhin ve arrâfe denen birtakım bilgin adamlar vardı ki Allah’ın sırlarından bahsederler ve gelecek şeyleri haber verirlerdi. En ünlüleri işte bu “Kâhin Satih” dedikleri şahıstır ki çok yaşlı bir adamdı. Hatta Nizar ölünce, mirasını oğlu Mudar ile diğer oğulları arasında pay eden oydu, derler. Aslen Yemenliydi ancak Şam tarafında bir manastırda yerleşip kalmıştı. Hâlbuki bedeninde kemik yoktu, şekil ve kıyafetçe benzeri görülmemiştir. Daima sırtüstü yatar ve bir tarafa götürülecek olursa kendisini döşek gibi devşirip hayvan üzerine yükletirlermiş. Kısaca insana benzemez, dilinden başka organı oynamaz, acayip bir kişiydi. Fakat gayet güzel, düzgün ve akıcı sözler söyler, nice yıllar sonra olacaklardan bahsedermiş.
Abdül-Mesih büyük bir süratle Satih’in olduğu yere gitti. Yanına girdi, selam verdi. Satih ise ölüm döşeğine döşenmiş, gözleri kapanmış olduğundan, Abdül-Mesih’in selamını işitmiyor, dünya kelamı kulağına gitmiyordu. Satih’in bu hâli Abdül-Mesih’e çok dokundu. Hemen Satih’i etkileyecek, içinde yanık sözler bulunan bir şiir söyledi.
Şöyle ki: “Acaba Yemen’in ulusu sağır mıdır, yoksa işitiyor mu? Yoksa ölüp gitti de bizleri bütün bütün ümitsiz mi bıraktı? Ey zorlukları sona erdiren faziletli adam! Bir büyük ve muhterem topluluğun büyüğü olan kız kardeşinin oğlu, şah-ı Acem tarafından gönderilmiş olmasıyla dağ ve düzlük, gece ve gündüz demeyip, yollardaki tehlikelere aldırmayıp fevkalade sürat ile sana geldi. Bütün bilginlerin âciz kaldığı önemli bir işi senden sorup öğrenmek ister.”
Bunun üzerine Satih gözlerini açtı ve dedi ki: “Abdül-Mesih, sürat ile Satih’e geldi. Satih ise kabre girmek üzeredir. Seni melik-i Sasan gönderdi. Sarayının sarsılması ve ateşgedenin sönmesinin neye delalet eylediğini soruyor, bir de Mubedan’ın gördüğü rüyanın tabirini istiyor ki rüyasında bir alay sarhoş devenin, bir bölük Arap atını yenerek, Dicle’yi geçip memleketine dağıldığını görmüştü.
Ey Abdül-Mesih! O zaman ki okuma çoğala ve Sahib-i Hirâve görüne ve Fars ateşi söne ve Semâve Vadisi taşa ve Sâve Gölü bata, Şam artık Satih için Şam değildir. Beni Sasan’da yıkılan sütunlar adedince on dört melik ve melike gelir ve artık olacak olur!” dedi ve hemen vefat etti.
Abdül-Mesih, Medayin’e döndü ve Satih’ten işittiği sözleri Nûşirevan’a söyledi. Nûşirevan ise kendisinin saltanatında bir kötülük çıkacağından endişe etmekte olduğu için bu haberle teselli buldu, memnun oldu ve “Bizim neslimizden on dört hükümdar gelip gidinceye dek neler olur?” dedi.
Hakikaten on dört hükümdar gelip geçinceye kadar çok yüzyıllar geçmiş olacaktı. Oysa Nûşirevan’dan sonra bir aralık Sasani Devleti’nin durumu bozularak, yalnız dört yıl içinde Sasani sülalesinden on hükümdar gelip geçmiştir. Sasanilerin ömrü sanıldığı kadar uzun olmadı. Kısa zamanda ülkeleri Müslümanların eline geçti. Nûşirevan’dan sonra on dördüncü hükümdar olan Yezdicürd, Hz. Osman’ın halifeliği sırasında öldü. Onunla Sasani Devleti yıkılmış ve sona ermiştir.

Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed’in Doğumundan Peygamberliğine Kadar Meydana Gelen Harikulade Olaylar
Mekke ahalisi, öteden beri yeni doğan çocuklarını Mekke’de tutmayıp, aşiretlerden bir sütanneye verirler ve aşiretler içinde havası temiz olan yerlerde terbiye ettirirlerdi.
Bu şekilde aşiretlerden ara sıra Mekke’ye sütanneler gelir, emzirip büyütmek üzere birer çocuk alır ve çocukları büyütüp de annesine babasına teslim ettiklerinde ikram görür, yardım alırlardı.
Muhammed’in (s.a.v.) doğumu zamanında da Beni Sa’d Kabilesi’nden Mekke’ye birçok sütanne geldi ve her biri birer çocuk aldığı sırada içlerinden Haris adlı kişinin eşi Halime de Hazreti Muhammed’i aldı ve kendi yurduna götürdü.
O sene Beni Sa’d diyarında kıtlık ve pahalılık vardı. Halime, Fahr-i Âlem’i alıp da götürdüğü gibi hayvanlarının sütü çoğaldı ve hanesinde fevkalade bereket meydana geldi. Haris buna dikkat çekip, “Ya Halime! Bu getirdiğin yetimin ayağı ne uğurluymuş. O geleli gecemiz hayır oldu. Aman ona iyice bakalım.” dedi. Halime ise onu öz evladından fazla severdi. Hatta büyüyüp de ayak üzerinde gezmeye başladığında Âmine onu almak istedi fakat Halime, “Mekke’nin havası ağırdır. Aman dokunmayınız. Bir müddet daha bizim yanımızda kalsın.” diyerek Âmine’yi ikna etti ve onu kendi yanında alıkoydu. Halime, onu canı gibi sevip, esen rüzgârdan sakınıp asla yanından ayırmazdı.
Bir gün her nasılsa Halime’nin dalgınlığına gelmiş, o da süt kardeşi Şeyma ile birlikte öğleyin kuzuların yanına gitmiş. Geldiklerinde Halime, kızı Şeyma’ya, “Niçin güneşin böyle kızgın zamanında dışarı çıkıyorsunuz?” demiş. Şeyma da “Biz sıcak görmedik. Kardeşimin başucunda bir kara bulut dolaşıyor. O nereye giderse bulut da beraber gidiyor, bir yerde dursa duruyor. Buraya kadar hep gölgelikte geldik.” diye cevaplamış.
Bunun üzerine Halime ve Haris, âlemlerin övüncü olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) gidişatına çok dikkat edip gördüler ki yüzünün nuru ve simasının parlaklığı dolayısıyla başka çocuklardan farklıdır. Davranışları da diğer çocukların hareketlerine benzemiyor. Çocuklar oynarken, o karşıdan bakıp oyuna karışmıyor.
Haris ve Halime onun bu gibi tavırlarına bakıp, onda bir başka görünüş olduğunu anlamışlar, ona karşı eskisinden daha saygılı davranmaya başlamışlar.
Ne zaman ki dört yaşına erişti, gezip dolaşır oldu, o zaman olağanüstü hâller çoğaldı. Haris bu durumlardan ürktü, karısına, “Ey Halime! Vakit kaybetmeden bu çocuğu anasına vermeliyiz.” dedi. Halime de ister istemez Hz. Muhammed’i (s.a.v.) alıp Mekke’ye götürdü. Muhterem annesi Âmine’ye verdi.
Sonra Âmine, onu alıp Medine’ye götürdü. Dayıoğulları olan Neccâroğullarıyla görüştürdü. O zaman Medine’de bulunan Yahudi kâhinleri, onun şekline ve durumuna bakıp, “Bu ümmetin peygamberi işte bu çocuk olsa gerektir.” derlerdi.
Âmine onunla beraber Medine’den Mekke’ye dönerken yolda öldü. Âlemlerin övüncü olan Hz. Muhammed (s.a.v.), anadan da yetim kaldı. Dedesi Abdül-Muttalib onu yanına aldı.
O sırada Mekke’de büyük bir kıtlık vardı. Kureyş Kabilesi, Abdül-Muttalib’e gelerek, yağmur duasına çıkmasını rica ettiler. O da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) elini tutup, Ebu Kubeys Dağı’na çıktı. Allah’a (c.c.) yalvardı. Yüce Allah (c.c.) da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hürmetine yağmur yağdırdı, büyük feyiz ve bereket verdi.
Arap şairlerinden bazıları o zaman bu hadiseye dair şiirler söylemişler, bundan dolayı Abdül-Muttalib’e teşekkür etmişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.v.) o zaman yedi yaşındaydı. Bir yıl sonra Abdül-Muttalib, yüz küsur yaşında öldü. Hz. Muhammed amcası Ebu Talib’in evinde kaldı.
O yıl da Mekke’de kıtlık olmuştu. Kureyş Kabilesi, Ebu Talib’e gelip yağmur duasına çıkması için yalvardılar. O da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) elinden tuttu. Birlikte Kâbe’ye gitti. Kâbe duvarına dayanıp dua etti. Hz. Muhammed (s.a.v.) parmağını göğe doğru kaldırdığı gibi yağmur yağmaya başladı.
Nitekim Cülhüme İbni Urfuta adındaki şahıs, o zaman Mekke’de bulunuyordu ve bu olayı şöyle anlatmıştır: “Bir yıl Mekke’ye gittim. Kıtlıktan dolayı Mekke halkının hâli yamandı. Birbirlerine danışıyorlardı. Bazıları, Lât ve Uzza adlı putlardan, kimileri de Menat adlı puttan yardım istemeyi önerdiği sırada içlerinden yaşlı birinin, ‘Hâlâ aranızda Hz. İbrahim’in sülalesinden kalan varken, niçin başka sebep arıyorsunuz?’ demesiyle Kureyş’in ileri gelenleri, hemen kalkıp Ebu Talib’in yanına gittiler, yağmur duasına çıkmasını rica ettiler. O da çıkıp Kâbe’ye geldi. Arkasını Kâbe duvarına verdi. Duaya başladı. Yanında, yüzü güneş gibi parlayan bir oğlancık vardı. Parmaklarıyla göğe işaret etti. Gökyüzünde bir parça bulut yokken, her taraftan bulutlar belirdi, yağmurlar yağdı. Seller aktı.”
Bu olaydan, Ebu Talib de bir şiirinde edebî bir şekilde bahsetmiş, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) keramet ve saadetine dair sözler söylemiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.) on iki yaşındayken Ebu Talib, ticaret maksadıyla Şam tarafına çıkıp onu da beraber götürdü. Şam vilayetinde bulunan Busra şehrine eriştiklerinde bir manastırın karşısına indiler, bir ağaç altına kondular. O manastırdaki rahip ise Bahira diye bilinen, Cercis adındaki sofu ve yalnız başına yaşayan biriymiş.
Kervan gelirken Bahira bakıp görür ki kervanla beraber bir bulut da geliyor. Kervan gelip konunca bulut da o ağacın üzerinde karar kılıp duruyor ve o ağaç uzun zamandan beri kurumuşken o anda yeşilleniyor.
Bahira kendi bilgisini, bu konudaki keşiflerini; görmüş olduklarına uygulayınca anlar ki son peygamber; bu kafile içinde ve o ağacın altındadır. Hemen bir ziyafet tertibiyle aşağı inip, Ebu Talib’i, arkadaşlarıyla beraber manastırına davet etti. Ebu Talib de Hz. Muhammed’i (s.a.v.) yüklerin yanında bırakıp, diğer arkadaşlarıyla beraber manastıra gitti.
Hepsi sofraya oturunca Bahira, onları birer birer gözden geçirdi. Hiçbirinin yüzünde aradığı işaretleri bulamadı, o bulutun da hâlâ ağaç üzerinde durduğunu gördü ve hemen, “Arkadaşlarınızdan gelmeyen var mı?” diye Ebu Talib’e sordu. O da “Yalnız küçük bir çocuk kaldı.” diye cevap verdi. Bahira, “Onun da şeref vermesini rica ederim.” deyince Ebu Talib, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) alıp sofraya getirdi.
Bahira, yemek sırasında dikkat edip görür ki son peygamber hakkında geçmiş peygamber ve âlimlerden rivayet edilen işaretler, tamamen onda vardır. Hemen yemekten sonra onu yanına aldı ve “Sana bazı şeyler soracağım. Lât ve Uzza hakkı için doğru söyle.” dedi. Hz. Muhammed de (s.a.v.) “Lât ve Uzza’ya yemin verme, çünkü benim dünyada en çok nefret ettiğim şey puttur.” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Bahira, yüce Allah’a (c.c.) yemin verdi ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) durumunu layıkıyla anlamak için soracağı şeyleri sordu. Aldığı cevaplar da kendisinin fikrini doğruladı, inancını kuvvetlendirdi. Hemen bir vesileyle Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek sırtını açıp peygamberlik mührünü gördü, büyük bir edep ve hürmetle öptü.
Beri tarafta Kureyş’in ileri gelenleri, “Bahira’nın yanında Muhammed’in (s.a.v.) ne büyük kıymeti var.” diye şaşarak konuşurlarken, Bahira, Ebu Talib’e, “Adın nedir ve bu şeref ve saadet fidanı kimdir?” diye sordu. O da “Bana Ebu Talib derler. Bu da oğlumdur.” diye cevap verdi. Bahira, “Yok, onun şekli ve hâline bakılırsa bir yetim olması gerektir.” dedi.
Ebu Talib, “Evet, benden inmiş olan bir oğul değildir fakat kardeşimin oğludur. Baba ve anası öldüğünden yetimdir. Ancak benim terbiyem altında olmasından ötürü oğlum yerindedir.” dedi. Bahira düşüncesinde isabet ettiği için memnun oldu. Artık kendisine tam bir kanaat geldi. Dedi ki: “Ey Ebu Talib! Bu çocuk peygamberlerin sonuncusudur. Şam Yahudileri içinde onun vasıflarını bilen ve işaretlerini tanıyan kâhinler vardır. Bakarsın hıyanet etmeye kalkışırlar. İyisi mi sen onu Şam’a götürme. Buradan geri çevir.” diye öğütledi. Ebu Talib de Bahira’nın sözünü tuttu. Malını Busra şehrinde sattı, hemen geri döndü.
Âlemlerin iftiharı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) çocukluk devrini geçirdi, gençlik yaşlarına erişti. Yüzü nurlu, sözü ruhlu, hitap ve cevabı güzel; doğruluk ve bir işi her yönüyle düşünüp taşınmada eşsizdi. Sözünde sadık, yumuşak huylu ve insanlıkça başkalarından üstündü. Bundan dolayı Kureyşliler içinde seçkin oldu, “Muhammedü’l-Emin” diye şöhret buldu.
On yedi yaşındayken amcası Abdül-Muttalib oğlu Zübeyir’le birlikte Yemen’e gidip geldi. Bu yolculuğunda da kendisinde olağanüstü hâller görüldü. Mekke’ye dönüşlerinde arkadaşları bu hâlleri nakil ve hikâye etmekle Kureyş içinde, “Bunun sanı pek büyük olacak.” diye söylenir oldular.
Yirmi yaşına eriştiğinde gözüne bazen melekler görünmeye başladı. Şöyle ki: Ona işaret edip, “İşte bütün âlemleri hidayete eriştirecek budur fakat şimdilik çağırma zamanı gelmedi.” derlerdi.
“Fahr-i Âlem” yani âlemlerin iftiharı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) bu acayip hâlleri Ebu Talib’e açtı. O da bir çeşit hastalık eseri olmasından şüphelenerek onu Arap kâhinlerinden birine gösterdi, ilaç ve devasını sordu. Kâhin, onu dikkatle muayene etti. “Ey Ebu Talib! Endişe etme. Bu kutsal vücut, her türlü hastalıktan uzaktır. Gözüne görünen şeylerse meleklerle düşüp kalkmasına başlıyor olsa gerektir. Umulur ki ahir zaman peygamberi odur.” dedi.
O zamanlarda Kureyş’in ileri gelenlerinden, genç iken dul kalmış Hatice adında çok zengin bir hatun vardı. Bazı kişilere ortaklıkla sermaye verirdi. “Muhammedü’l Emin’e biraz sermaye versen hayli hayır ve menfaat görürdün.” diye bazıları tarafından kendisine hatırlatılınca Hatice, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) epeyce sermaye verdi. Kölesi Meysere’yi de yoldaş ederek Şam’a gönderdi.
Fahr-i Âlem Hazretleri ile Şam kafilesi giderken Bahira’nın manastırının önüne indiler ve Meysere ile birlikte bir ağaç altına kondular.
Bahira ise daha önceden vefat ettiğinden, yerine geçen Nastûra adlı rahip oraya geldi. Meysere ile eskiden tanışıklığı olduğundan onunla görüştü ve söze girişti. Allah’ın birliğine ve Muhammed’in peygamberliğine şehadet etti. “Ya Meysere! Hazreti İsa’nın haber verdiği Hâtemü’l-Enbiya, işte budur. Şam’a gitmeyiniz. Yahudi hainleri görüp tanırlar ve ihanet girişiminde bulunurlar.” dedi. Binaenaleyh Fahr-i Âlem de Şam’a gitmeyip Busra’da alışveriş ederek oradan geri döndü.
Pek sıcak bir günde Mekke’ye ulaştılar. Hatice, birkaç kadınla beraber bir mahalde durup Şam kafilesinin gelişini izliyordu. Gördüler ki yolculardan birinin başı üzerinde iki kuş kanat gerip geliyor ve çadır gibi gölge ediyor. “Bu kim ola?” derken Meysere çıkageldi. Muhammedü’l-Emin olduğunu bildirdi ve sıcak vakitlerde iki meleğin, onun başı üzere kanat gerip gölgelendirmek gibi nice harikulade hâller gördüğünü ve Nastûra’nın sözlerini haber verdi.
Muhasebe görüldü, diğer yıllara nispetle yüklü kâr ve menfaat göründü. Fakat Hatice’nin gözüne Şam ticaretinin kâr ve menfaati görünmezdi. Zira daha önce Hatice bir rüya görüp amcasının oğlu olan Varaka İbni Nevfel’e anlattığında, “Sen, ahir zaman peygamberinin eşi olacaksın.” diye tabir etmişti.
Varaka İbni Nevfel ise Hristiyan dininden olup İncil ve Tevrat okuyan, gelecek şeylerden haber veren gayet ihtiyar, meşhur bir kâhin idi. Bundan dolayı Hatice’nin fikri buna sarmış ve diğer şeyleri zihninden çıkarmış idi. İşte bu sırada taraflardan aracılar ortaya çıktı. Hatice’nin, Fahr-i Âlem Hazretleri’ne nikâhlanması hususuna karar verildi. Hemen Hatice’nin evinde nikâh kıyılmak üzere Kureyş’in büyükleri toplandı. Fahr-i Âlem Hazretleri de amcası Hamza ile birlikte orada bulundu. Evvela Ebu Talib, güzel bir hitabede bulundu ki özet şekliyle tercümesi buradadır:
“Şükür Allah’a ki bizleri İbrahim’in zürriyetinden, İsmail’in neslinden, Maad’ın aslından, Mudar’ın unsurundan yarattı ve bizi Beyt-i Mükerrem’inin bekçisi ve Harem-i Şerif’inin hizmetçisi ve bu şekilde insanların hâkimi ve başkanı yaptı. Bundan sonra sadede gelelim. Kardeşimin oğlu Muhammed İbni Abdullah, Kureyş’ten hangi genç ile mukayese edilirse, ona soy ve sop bakımından, akıl ve faziletçe daha üstün olur ve gerçi malı az ise de ona bakılmaz. Zira mal, bir kaybolan gölge ve engel iştir, alınır verilir, geçici bir şeydir. Vallahi bundan sonra onun hâl ve şanı pek büyük olacaktır. Hâlbuki sizin bu şekilde şeref ve şan sahibesi olan kızınız Hatice’ye rağbet buyurdu. Şu kadar muaccele ve müeccele mehir verdi.”
Ebu Talib’in bu konuşması üzerine Nevfeloğlu Varaka da bir konuşmada bulundu: “Allah’a şükür ki bizleri belirttiğin gibi yarattı. Saydığın üstünlük ve şeref ile seçkin kıldı. Şimdi biz, Arapların uluları, reisleriyiz. Siz de öylesiniz. Aşiret, sizin üstünlüğünüzü inkâr etmez. Hiçbir kimse sizin hayır ve şerefinizi reddetmez. Biz de sizinle akraba olmak istiyoruz. Ey topluluk! Şahit olunuz. Ben, Abdullahoğlu Muhammed’e (s.a.v.) Huveylid’in kızı Hatice’yi nikâhladım.” dedi. Kureyş uluları şahit oldu.
Fahr-i Âlem, o zaman yirmi beş yaşında olup, Hatice ise ona göre epeyce yaşlıydı. İşte Haticetül-Kübra denilen Seyyidetü’n-Nisa (Kadınların Efendisi) budur. Onun ölümüne kadar Hz. Muhammed (s.a.v.), ondan hoşnut ve razı kaldı. Onun sağlığında başka bir kadınla evlenmedi.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Hz. Hatice’den önce Kasım adında bir oğlu dünyaya geldi. Bundan dolayı Arap örf ve âdeti gereğince Fahr-i Âlem’e, “Ebu’l-Kasım” yani Kasım’ın babası denildi. Fakat Kasım küçükken öldü.
Hz. Muhammed (s.a.v.) otuz yaşındayken Zeyneb, otuz üç yaşındayken Rukuyye, sonra Ümmü Gülsüm adındaki kızları dünyaya geldi. Kendisine peygamberlik geldiği zamanda Fatımatü’z-Zehra adındaki muhterem kızı doğmuştur ki Fahr-i Âlem, onu bütün çocuklarından çok severdi. Onun hakkında Seyyidetü’n-Nisa diye buyurdu. Yine Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinden sonra Abdullah adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Fakat o da küçükken ölmüştür.
O zaman Kureyşliler başsız bir halk kalabalığı durumundaydılar. Fakat hakkın yerine getirilmesine çok dikkat ederlerdi. Kavmin uluları tarafından mazlumun hakkı zalimden alınırdı. Hatta büyük bir meclis kurup, Mekke’de kimseye haksızlık ve zulüm ettirmemek üzere sözleşerek yemin etmişlerdi. O mecliste Hz. Muhammed (s.a.v.) de bulunmuştu.
Önceleri Kâbe’de bir kuyu vardı. Hazine yapılarak Kâbe’ye getirilen hediyeler oraya konurdu. Kâbe’nin bazı yerleri selden yıkılınca bir hırsız bu Kâbe hazinesinden bazı eşyaları çalmış, Kureyş’in uluları arasında verilen karar üzere elleri kesilmişti. Bunun üzerine Kureyşliler, Kâbe’yi yeniden yapmaya başladılar. Yapım sırasında iş Kara Taş’ın yerine konmasına gelince, bazı kabileler Hacer-i Esved’i yani Kara Taş’ı yerine biz koyacağız, diye iddia ettiler. Diğerleri ise buna karşı çıktığından aralarında çekişme başladı. Sonunda bu davayı kılıçla çözmek üzere savaşa karar verdiler.
Sonra bu karardan cayıp Muhammedü’l-Emin’i hakem seçerek onun hükmüne razı oldular. O da bir parça bez getirip Hacer-i Esved’i onun içine koydu; her kabileyi bir ucundan tutturup, taşı yukarı kaldırttı; mübarek elleriyle Hacer-i Esved’i alıp yerine koydu. Kureyşliler, onun bu hüküm ve tedbirini kabul edip çok beğendiler. Bu şekilde aralarındaki kavga ve çekişme de sona erdi. O zaman Fahr-i Âlem, otuz beş yaşındaydı. Otuz yedi yaşına gelince gaipten kendisine, “Ey Muhammed!” diye seslenilmeye ve bazı taraflarda nur görünmeye başladı. Bu sırları yalnız Hatice’yle paylaşırdı.
Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceğini önceden haber vermiş olanlardan birisi de İyad kabilelerinin ulusu olan meşhur Kass bin Sâide’dir ki uzun yaşamış, güzel ve düzgün konuşmakla tanınmış bir kimseydi. Öyle ki, çok yaşlıyken Ukâz Panayırı’nda kızıl bir deve üzerinde olduğu ve Arap’ın en iyi konuşanları orada hazır bulunduğu hâlde çok düzgün ve sanatlı bir konuşma yapmıştı. O zaman Fahr-i Âlem de Ukâz Panayırı’nda bulunup onun bu yüksek konuşmasını dinlemişti. Fakat henüz halkı, Allah’ın birliğine çağırmakla görevlendirilmemişti.
Kass bin Sâide’nin o konuşması, Arap’ın meşhur konuşmacıları arasında çok yayılmış, dillere destan olmuştur. Kısaca tercümesi şöyledir:
“Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız. Yaşayan ölür, ölen yok olur, olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter. Çocuklar doğar. Analarının babalarının yerini tutar. Sonra hepsi yok olup gider. Olayların ardı arkası kesilmez. Hemen birbirini kovalar. Kulak veriniz, dikkat ediniz. Gökte haber var, yerde ibret alacak şeyler var. Yeryüzü bir sarayın döşemesi, gökyüzü bir yüksek tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar? Yoksa orada bırakılıp da uykuya mı dalıyorlar? Yemin ederim Allah’ın (c.c.) katında bir din vardır ki şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir. Allah’ın (c.c.) bir gelecek peygamberi vardır ki gelmesi pek yakın oldu. Gölgesi başınız üstüne geldi. Ne mutlu o kimseye ki ona inanır, o da ona doğru yolu gösterir; vay o talihsize ki ona isyan eder, karşı çıkar. Yazıklar olsun ömürleri gafletle geçen ümmetlere.
Ey İyadIılar! Hani babalarınız, dedeleriniz, hani süslü köşkler, taştan evler yapan Ad ve Semûd kavmi, hani dünya varlığına gururlanıp da kavmine, ‘Ben sizin en büyük Rabb’inizim!’ diyen Firavun ile Nemrud? Onlar size göre daha zengin, kuvvet ve kudretçe sizden fazla değil miydiler? Bu yer onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin, onların yoluna gitmeyin. Her şey yok olup gidicidir. Kalıcı olan ancak yüce Allah’tır ki birdir, ortağı, benzeri yoktur. Tapılacak ancak O’dur. Doğmamış, doğurmamıştır. Bizden önce gelip geçenlerde bize ders olacak şey çoktur. Ölüm ırmağının girecek yerleri var, ama çıkacak yeri yoktur. Büyük, küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kesin olarak biliyorum ki herkese olan bana da olacaktır.”
Kass bin Sâide, son peygamberin yakında geleceğini anlamış olduğu hâlde Ukâz Panayırı’nda, böyle halkın arasında konuşurken zavallı bilmiyordu ki son peygamber de oradadır, onu dinliyordur. Arası çok geçmeden son peygambere peygamberlik geldi. Fakat Kass bin Sâide öldüğünden, gelip de görüşmek kendisine kısmet olmadı.
Ondan sonra İyadoğullarının ulusu Cârûd da onun gibi Allah’ın (c.c.) birliğine, Hz. İsa’nın (a.s.) dinine inandığı hâlde kavminin büyükleriyle birlikte gelip, bir gün HZ. Muhammed’in (s.a.v.) yanına girdi. İslam ile şereflendi. Onunla beraber kavminin bütün büyükleri de iman ettiler.
Hz. Muhammed (s.a.v.), ondan memnun oldu, “İçinizde Sâideoğlu Kass’ı bilen var mı?” diye sordu Cârûd da “Ya Resulullah! Hepimiz biliriz. Özellikle ben, her zaman onun izinde gidenlerdenim.” diye cevap verdi. Hz. Muhammed (s.a.v.), “Kass bin Sâide’nin Ukâz Panayırı’nda, deve üzerinde, ‘Yaşayan ölür, ölen yok olur, olacak olur.’ diyerek hutbe okuduğu hatırımdan çıkmaz. Bir hayli sözler daha söylemişti. Sanmam ki hepsi hatırımda kalmış olsun.” diye buyurdu.
Ebu Bekir (r.a.) o toplantıda hazır bulunup, “Ya Resulullah! Ben de o gün Ukâz Panayırı’ndaydım. Kass bin Sâide’nin söylediği sözler hep hatırımdadır.” diyerek adı geçen hutbeyi başından sonuna kadar okudu. Bunun üzerine, Cârûd’un arkadaşlarından biri ayağa kalkıp, Kass bin Sâide’nin bazı şiirlerini okudu ki Kâbe’de Haşimoğullarından Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini açıkça bildirmişti. Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) de “Umarım ki Allah (c. c.) kıyamet gününde Kass bin Sâide’yi ayrı bir ümmet olarak diriltsin.” diye buyurdu.

Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) Peygamberliği
Fahr-i Âlem Muhammed (s.a.v.) Hazretleri’ne kırk yaşında iken nübüvvet ve kırk üç yaşında iken risalet geldi. Nübüvveti, rüya-yı sadıka ile başlayıp altı ay kadar rüyasında her ne görürse olduğu gibi ortaya çıkardı.
O sırada bir köşeye çekilip yalnız kalmayı severdi. Hira Dağı’na gider, oradaki bir mağarada tek başına ibadet ederdi. İşte o zaman, Cebrail (a.s.) gelip kendisine göründü, şu anlamlara gelen Kur’an ayetlerini getirdi:
“Yaradan Rabb’inin adıyla oku! O, insanı alaktan yarattı. Oku! Senin Rabb’in en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak 1-5)
İlk önce Allah’ın (c.c.) vahyinin heybeti, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) korku ve dehşet verdi. Hemen, titreyerek Hatice’nin yanına gitti. “Beni örtün, beni örtün.” diye buyurdu. Hemen Hatice, o hazretin üzerini örttü. O da biraz rahat bir nefes alıp dinlendikten sonra olup biteni Hatice’ye anlattı. Hatice (r.a.) Hz. Muhammed’i (s.a.v.) alıp, amca oğlu olan meşhur Varaka İbni Nevfel’in yanına götürdü. Vahiy olayını ona anlattılar. Varaka, “Müjde ey Muhammed! Sen, Meryem’in oğlu İsa’nın haber verdiği ahir zaman peygamberisin… Sana görünen melek, Hz. Musa’ya da gelen, ‘Namus-u Ekber’ yani Cebrail’dir. Keşke genç olsaydım da senin, insanları Allah’ın birliğine çağıracağın zamana erişseydim. Kavmin seni Mekke’den çıkaracağı zaman sana yardım etseydim.” dedi.
Hz. Muhammed (s.a.v.) bunun üzerine, “Kavmim beni Mekke’den çıkaracak mı?” diye sordu. Varaka. “Evet, peygamberlik her kime verildiyse kavmi içinden ona düşmanlar olagelmiştir. Seni de kavmin Mekke’den çıkaracak.” diye cevap verdi. Ondan sonra vahyin arkası kesildi. Cebrail (a.s.) gelip görünmez oldu. Hz. Peygamber, bundan çok sıkıldı. Fakat İsrafil (a.s.) ara sıra gelip gider, Resul-ü Ekrem’e bazı şeyler öğretirdi. Bu hâl, üç sene kadar sürdü. Sonra bir gün Hz. Peygamber’e gökten bir ses geldi. Yukarı bakınca Cebrail-i Emin’i gördü.
Yine kendisine korku ve dehşet gelip, Hatice’nin (r.a.) yanına gitti. Elbisesine büründü. O zaman yine Cebrail (a.s.) gelip göründü. “Ya Eyyühe’l-Müddessir.” suresini getirdi. İşte Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinin başlangıcı budur. Ondan sonra Cebrail-i Emin peyderpey Kur’an ayetleriyle gelip gitmeye başladı. Yirmi sene bu hâl üzere devam etti.
Kısaca Fahr-i Âlem, bir yeni şeriat ile bütün cin ve insanlara peygamber oldu. Onun şeriatıyla diğer şeraitlerin hükmü ortadan kalktı. Kendisi son peygamber olup, ondan sonra peygamber gelme ihtimali kalmadı. Varaka İbn Nevfel evvelce öldüğünden, hayattayken belirtmiş olduğu gibi Resul-ü Ekrem’in peygamberliğine yetişemedi.
Peygamberlik çağrısına ilk önce uyarak İslam’a giren, Resul-ü Ekrem’le beraber namaz kılan Hz. Hatice’dir. Sonra Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ali İslam ile şereflendiler. Gerçi o zaman Hz. Ali daha erginlik çağına gelmemişti. Ama küçükken Resul-ü Ekrem’in evinde, onun terbiyesi altında bulunduğundan, Resul-ü Ekrem, halkı Allah’ın birliğine çağırmaya başladığı zaman o da iman etmiştir. Fakat İslam olduğunu belli etmeyip gizli tutmuştur.
Ama Hz. Ebu Bekir, Cahiliye zamanında Kureyş içinde büyümüş olduğu hâlde, nasıl ki Fahr-i Âlem, küçüklüğünden beri putlardan nefret edegelmişse, o da öteden beri putlara secde etmezdi. Sağduyusuyla Kureyş’in dininden başka, Allah katında makbul bir din olduğunu düşünür, fakat ona delil olacak, yol gösterecek bir kılavuz bulamazdı. Resul-ü Ekrem, çağrıya başladığı an, herkesten önce iman etti. Güvendiği kimseleri de el altından İslam’a çağırmaya başladı.
Bu sırada Resul-ü Ekrem’in azat ettiği kölesi Zeyd bin Harise de İslam’la şereflendi. Ondan sonra Hz. Ebu Bekir’in çağrısı üzerine Osman bin Affan, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebu Vakkas, Zübeyr bin Avvam ve Talha bin UbeyduIlah iman etti. Hazreti Ebu Bekir, Sıddık ile birlikte Hz. Muhammed’in yanına gitti ve abdest alıp namaz kıldı. Radıyallahü anhüm…
İşte ilk önce İslam ile müşerref olan ashab-ı kirâm, bu zatlardır.
Onlardan sonra, Ebu Ubeyde İbni Abdullah İbni’l-Cerrah, Habbab İbni Eres, Ömer İbni’l-Hattab’ın amca çocuklarından Said İbni Zeyd İbni Amr İbni Nüfeyl ile hanımı Fatıma Binti’l-Hattab, Ebu Seleme İbni Abdilesed, Erkam İbni Erkami’l-Mahrûs, Osman İbni Maz’ûn ve kardeşleri Kudâme ile Abdullah, Ubeyde İbni’l-Haris İbni’l-Muttalib İbni Abdi Menaf, Abdullah İbni Mesud, Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rumi, Ammar İbni Yasir ile validesi Sümeyye iman etmişlerdir. Daha sonra insanlar grup grup iman etmeye başladılar.
İşin başında Hz. Peygamber’in çağrısı gizliydi. Öyle ki namazda Kur’an-ı Kerim bile açıkça okunmazdı. Sonra, “Sana emredilen şeyi açıkla.” manasına gelen ayet indi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem halkı açıkça Allah’ın birliğine çağırmaya, Kur’an-ı Kerim’i sesli okumaya başladı.
İşin başlangıcında kavminin çoğu iman etmedilerse de ondan pek de uzak durmadılar. O, onların putları hakkında söz söylemedikçe onlar da onun hakkında kötülükte bulunmadılar. Sonra putlara tapmanın Allah’a ortak koşmak demek olduğu ve bir sapıklık sayıldığına dair ve yalnız yüce Allah’a (c.c.) ibadet edilmesini emreden ayetler indi. Bu ise Kureyş’e güç geldi. O ana kadar Resul-ü Ekrem’den yalan çıkmadığını hepsi bilirdi. O kadar ki aralarında, “Muhammedü’l-Emin” yani Güvenilen Muhammed diye ün saldığından, her sözüne inanırlarken, bu konuda inanmadılar. Her ne kadar mucizeler gösterdiyse de kabul etmediler.
Artık hangisine Allah’ın (c.c.) hidayeti, yani yol göstermesi eriştiyse o imana geldi. Geri kalanları Resul-ü Ekrem’e (s.a.v.) karşı düşmanlık etmek üzere birleştiler. Bu nedenle Reb’ia İbni Abdi Menafin’in oğulları olan Utbe ve Şeybe, Ebu Süfyan İbni Harp İbni Ümeyye, Ebu’l-Bahterî, Ebu Cehl İbni Hişam İbni’l-Mugire ile amcası Velid İbni’l-Mugire, Amr İbni’l-As’ın babası olan As İbni Vâil ve diğer Kureyş büyükleri toplanıp, tamamının ulusu olan Ebu Talib’in yanına vardılar, “Kardeşinin oğlu, bizim dinimize karışıp saldırıyor. ‘Babalarınız ve dedeleriniz de sapıklıkta idi.’ diyor. Ya onu bu işten yasakla ya da onu korumayı bırak.” dediler.
Ebu Talib, onları tatlı yüz ve yumuşak sözlerle başından savdı. Resul-ü Ekrem de eskisi gibi halkı Allah’ın (c.c.) birliğine çağırmaya devam etti. Bu ise Kureyş’e ağır geldi. Yine toplanıp Ebu Talib’in yanına gittiler. “Artık biz, bu gidişata sabredip dayanamayız. Ne olacaksa olsun. Hiç olmazsa iki taraftan biri ortadan kalksın da öteki rahat etsin. Eğer sen Muhammed’den vazgeçmezsen, biz senden ayrılırız.” dediler.
Ebu Talib, işin biraz daha güçleştiğini anladı. Resul-ü Ekrem’e kavmin şöyle böyle diyor, diye durumu anlattı. “Artık seni koruyamayacağım!..” demediyse de sözünün gelişinden bu mana anlaşıldı, Resul-ü Ekrem ise bundan son derece üzüldü. Öyle ki mübarek gözlerinden yaş geldi:
“Ey babam yerinde olan amcam! Ben, yüce Allah (c.c.) tarafından, gerçek dini bildirmeye memurum. Onun emrini yerine getirmek zorundayım. Onlar her ne yaparlarsa yapsınlar, ben bundan vazgeçmem.” diye buyurdu. Kalkıp yürüdü. Ebu Talib, her ne kadar imana gelmemişse de Resul-ü Ekrem’i öz çocuğundan çok severdi. Onun her bakımdan korunmasına önem verirdi. Resul-ü Ekrem’in öyle üzgün olarak kalkıp gitmesi Ebu Talib’e çok dokundu. Hemen arkasından çağırdı:
“Ey kardeşimin oğlu! Sen işine bak, ben sağ oldukça onlar sana bir şey yapamazlar.” diye garanti verdi. Bu manada birkaç beyit söyledi. Gerçekten Resul-ü Ekrem’i korumaya devam etti. O da eskisi gibi çağrısını sürdürdü.
Araplar akrabalık gayreti gütmekte çok aşırıydılar. Her biri kendi aşiret ve akrabasını son derece gözetirdi. Gerektiğinde her kabile birleşerek düşmana karşı giderdi.
İslam’ın ortaya çıkmasından sonra müminler arasında dinî inanca dayanan yeni bir birlik doğdu. Akrabalık dayanışması geride kaldı.
Resul-ü Ekrem’in damadı, yani Zeyneb’in kocası ve teyze çocuğu olan Ebul As iman etmeyen müşriklerle beraberdi.
Resul-ü Ekrem, arka arkaya gelen ayetleri okuyup, halkı hak dine çağırdıkça, amcası Ebu Leheb arkasından dolaşır ve “Muhammed, sizi baba ve dedelerinizin dininden döndürmek ister. Sakın ona aldanmayınız, sözüne inanmayınız.” derdi.
Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil ki Ebu Süfyan’ın kız kardeşidir. Kocası gibi o da eliyle, diliyle Resul-ü Ekrem’e eza ve cefa ederdi. Öyle ki dikenler toplar, gece Resul-ü Ekrem’in geçeceği yollar üzerine saçardı.
Resul-ü Ekrem’in kızlarından Rukuyye (r.a.), Ebu Leheb’in oğlu Utbe’ye ve Ümmü Gülsüm (r.a.), Ebu Leheb’in diğer oğlu Uteybe’ye nikâhlanmışken, ikisi de Allah’a ortak koşucu olduklarından anaları ve babalarıyla birlikte Resul-ü Ekrem’e düşman oldular.
Hâlbuki, “Allah’ın dinine çağırmaya ilk önce kendi akrabandan başla.” manasına gelen ayet inip de Resul-ü Ekrem, özellikle yakın akrabalarını Allah’ın azabıyla korkutarak hak dine çağırmaya memur olunca, hemen Kâbe’ye gitti. Safa üzerine çıkıp kavmini Allah’ın (c.c.) birliğine çağırdı.
Bütün Beni Haşim oraya gelerek Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) ne diyeceğini bekledi. Resul-ü Ekrem (s.a.v.), “Ey Abdül-Muttaliboğulları, ey Fihroğulları! Eğer şu dağın ardında bir düşman var, sizi yağmalamak için gelmiş, desem inanır mıydınız?” diye sordu. Hepsi, “Evet!” dediler.
Hz. Muhammed (s.a.v.), “Öyleyse ben, sizi önünüzdeki kıyamet gününün azabıyla korkutmaya memurum, iman ediniz” diye buyurdu. Amcası Ebu Leheb kızdı. Bu kızgınlıkla ağzını bozdu: “Bizi bu söz için mi çağırdın?” diye azarladı. Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) hatırını kıracak sözler söyledi.
Bunun üzerine, “Tebbet yedâ Ebu Lehebin ve tebbe.” suresi indi. Ebu Leheb’in kendi aleyhinde böyle özel bir sure gelmesinden ve karısı Ümmü Cemil’in “odun hamalı” diye anılması ve böyle yayılmasından dolayı fazlasıyla canı sıkıldı. Hemen oğulları Utbe ile Uteybe’yi çağırdı. Hz. Rukuyye ile Hz. Ümmü Gülsüm’ü boşamaları için kesin emir verdi. Onlar da puta tapar olduklarından, çabucak bu emri yerine getirdiler. Son peygambere damatlık gibi bir devlet kuşunu ellerinden çıkardılar.
Ümmü Gülsüm’ün nikâhlısı olan Uteybe yalnız onu boşamakla yetinmeyip, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yanına giderek, “Ben, senin dinini inkâr ediyorum, seni sevmem. Sen de beni sevmezsin. Onun için kızını boşadım!” diyerek Hz. Peygamber’in (s.a.v.) üzerine saldırdı. Yakasından tuttu, gömleğini yırttı.
Hâtemü’l-Enbiya (s.a.v.) da “Ya Rabbi! Onun üzerine canavarlarından bir canavarı saldırt!” diye kötü duada bulundu. Yüce Allah (c. c.) sevgili peygamberinin duasını kabul etti. Nitekim Uteybe, Şam’a giderken, Zerka Konağı’nda bir aslan çıkıp onu parçaladı.
Hz. Muhammed (s.a.v.), ondan sonra kızı Rukuyye’yi (r.a.) Affanoğlu Osman’a (r.a.) vermiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) önce Kasım sonra da Abdullah adlarındaki oğulları ölüp, onlardan başka erkek çocuğu kalmadığından, Kureyş’in imansızlarından bazıları, “Muhammed’in (s.a.v.) yerini tutacak oğlu kalmadı. Öldüğünde adı unutulacak.” dediler.
Bilmiyorlardı ki yüce Allah (c.c.) sevgili kuluna neler vermiş, onu ne büyük rütbelere eriştirmiştir. Hatırlarına da gelmiyordu ki onun dini kıyamete kadar kalacak, ümmeti kendisinin oğulları, torunları yerinde olacaktır.
Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed (s.a.v.), evlattan evlada kalacak bir devlet ve saltanat kurmak için gelmedi ki erkek çocuğu kalmadı diye endişe edilsin. O ancak insanları, Allah’a ortak koşmaktan, sapkınlıktan kurtarmak için geldi. Kıyamete kadar da kalacak bir din bırakıp gitmek için gönderildi.
Belki arkasında erkek çocuğu kalmaması bile bu nükteye bir işaret ve bu bakımdan hikmete uygundu. İmansızlar fırsat buldukça onu, böyle laf atmalarla incitirlerdi. Fakat amcası Ebu Talib’in koruması altında bulunduğundan, başka bir şey yapamazlardı.
Ebu Bekir’in (r.a.) aşireti kalabalık olduğundan, ona da bir şey diyemezlerdi ama öteki müminlere eza cefa ederlerdi. Onları İslam dininden döndürmek için çok çalışırlardı. Öyle ki Ammar bin Yasir‘in annesi Sümeyye Hatun’u İslam dininden döndürmek için eziyet ederlerken Ebu Cehil bir mızrakla zavallıyı şehit etmiştir.
Bilâl-i Habeşî ki kölelerden ilk önce İslam’la şereflenen odur. Kureyş kâfirleri ona çeşitli eziyetlerde bulunurlardı. Öyle ki boynuna ip takarak çocukların ellerine verip, Mekke sokaklarında dolaştırırlardı. Hz. Bilâl ise “Allah (c.c.) bir, Allah (c.c.) bir.” der, dininden asla caymazdı. Bütün bunlardan ötürü, İslam olanlardan bazıları Müslümanlığını belli edemeyip gizli tutarlardı.
Hz. Ebu Bekiri’s-Sıddık (r.a.) ise inandığı günden beri İslam olduğunu açığa vurduktan başka, kabiliyetli gördüğü kimseleri de inandırmaya çalışır, imana gelen köleleri sahiplerinden satın alarak serbest bırakırdı.
Kâfirlerin, Müslümanlara yaptıkları eza ve cefa günden güne arttığından, Fahr-i Âlem, peygamberliğinin beşinci yılında Müslümanların Habeş ülkesine göçmelerine izin verdi.
Önce Osman İbni Affan ile hanımı ve Resul-ü Ekrem’in kızı olan Hazreti Rukayye, Zübeyr İbni’l-Avvam, Osman İbni Maz’ûn, Abdullah İbni Mesud ve Abdurrahman İbni Avf, Mekke’den çıkıp deniz kenarına vardılar. Denizden Afrika yakasına geçtiler ve Habeş Meliki Necâşi’nin yanına gittiler.
Ondan sonra, Hazreti Ali’nin ağabeyi olan Cafer İbni Ebu Talib de hicret etti ve onların yanına gitti.
Necâşi Hristiyan olsa da ülkesine göç eden Müslümanlara yer verip gereken saygıyı gösterdi. Doğrusu, insanlığa bir çeşit hizmet etmiş oldu.
Daha sonra Müslümanlardan birçokları, birbiri arkasından oraya gittiler. Böylece Necâşi’nin yanında Müslümanlar epeyce çoğaldı.
Müslümanların Habeşistan’da çoğalmasından, İslam dininin daha geniş bir çevreye yayılmasından dolayı Kureyşliler endişeye düşüp düşünceye daldılar. Hemen İslam göçmenlerini geri çevirmek için Abdullah İbni Ebu Reb’ia ile Amr İbni’l-As’ı gönderdiler. Onlar da Necâşi’nin yanına gidip, ondan Müslümanların kendilerine teslim olunmasını istediler.
Necâşi ise kendisine sığınanları düşmanlarının eline teslim etmeyi insanlığa aykırı gördü. Onlara ret cevabı verdi. Böylece ikisi de elleri boş dönüp Mekke’ye geldiler.
Hâtemü’l-Enbiya (s.a.v.) peygamberliğinin altıncı senesinde bir gün Safa’da otururken Ebu Cehil oradan geçip kendisine sövdü. Hz. Peygamber (s.a.v.) bir şey demeyip susmuşsa da Abdullah bin Cüd’ân’ın bir cariyesi bunu işitti. Resul-ü Ekrem’in amcası olan Hamza bin Abdül-Muttalib o gün ava çıkmıştı. Evine dönüşte, her zaman yapageldiği gibi tavaf için silahları üzerinde olduğu hâlde Harem-i Şerif’e gitti.
Ne var ki Hamza, Kâbe’ye giderken o cariye Ebu Cehil’in Hz. Muhammed’e (s.a.v.) sövdüğünü kendisine haber verdi. Hamza, daha imana gelmemişse de kardeşinin oğlu hakkında kötü söz söylendiğini işitince akrabalık damarları harekete geçti, hemen Kureyşlilerin toplandığı yere vardı. “Benim kardeşimin oğluna söven, hatırını kıran sen misin?” diyerek boynundaki ok yayı ile Ebu Cehil’in başını yardı. Orada bulunan bazı kimseler Hamza’nın üzerine saldıracak oldular. Az kaldı ki büyük bir kavga çıkacaktı. Fakat Ebu Cehil, “Dokunmayınız! Hamza’nın hakkı vardır çünkü ben onun kardeşinin oğlu hakkında gerçekten kötü sözler söyledim.” diye engel oldu. Sanki insaf ve anlayış sahibiymiş gibi davrandı.
Hamza’yı başından savdı. Kendi dostlarına da “Aman ona ilişmeyiniz. Varıp kızgınlıkla Müslüman olur. Muhammed’in (s.a.v.) taraftarları kuvvet bulur.” diye öğüt verdi. Çünkü Hamza Kureyş içinde değerli, saygı gören, üstelik çok yiğit bir adamdı. Daha imana gelmemişse de Araplar arasında akrabaya düşkünlük aşırı olduğundan, kardeşinin oğlu için her şeyi göze almıştı.
Ebu Cehil’in de akraba ve taraftarları çok olmakla birlikte, aralarında kavga büyüdüğü takdirde Hamza’nın tarafına da geçenler olur, ister istemez bunlar da Müslümanlara arka çıkardı. Ebu Cehil ise bütün aklını fikrini sırf İslam’ın kuvvetlenmemesi uğrunda kullanıyordu.
Hamza’nın yüzünden Kureyş içine bir ayrılık düşerse Müslümanların kuvvet bulmasından çekiniyordu. Yoksa Ebu Cehil, Kureyş ulularından, hatırı geçen, sözü dinlenir, etkili, taraflısı çok ve kimseden korkmaz bir herifti. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.), “Ya Rabbi! Bu dini Ebu Cehil ya da Hattaboğlu Ömer’le kuvvetlendir.” diye Allah’a (c.c.) dua etmişti çünkü o zaman Kureyş içinde en çok sözünü yürüten, hatırını saydıran bu ikisiydi. Resul-ü Ekrem’e en fazla düşmanlık gösteren de onlardı.
Kısacası Ebu Cehil, Hamza’nın tamamen Muhammed’e (s.a.v.) taraftar olmaması için, başını yarmışken ondan öç alma sevdasına düşmedi.
Hamza ise İslam’la şereflenmeye pek hazır olduğu hâlde Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yanına giderek, Ebu Cehil’le aralarında geçen olayı anlatıp gönlünü aldı.
Resul-ü Ekrem de ancak kendisinin iman etmesiyle teselli bulup sevineceğini belirtti. Bunun üzerine Hamza hemen kelimeişehadet getirdi.
Hz. Hamza (r.a.) İslam’la şereflenince, bundan böyle Hz. Muhammed’i (s.a.v.) koruyup gözeteceğini Kureyşlilere ilan etti. Bunu belirten güzel bir kaside söyledi. Onun iman etmesiyle İslam dini çok kuvvetlendi. Müslümanlar fazlasıyla memnun oldu. Bu ise Kureyşlilere pek zor geldi.
Bunun üzerine Kureyş’in ileri gelenleri danışma toplantısı yaptılar.
“Muhammed’e bağlananlar gittikçe çoğalıyor, bu işin sonu fena görünüyor. Zamanla buna bir çare düşünmelidir.” dediler. Her biri bir fikir ileri sürdü, Ebu Cehil de “Muhammed’i öldürmekten başka çare yoktur. Bunu kim başarırsa ona şu kadar deve bu kadar para veririm.” dedi.
Hattaboğlu Ömer yerinden kalkarak, “Bu işi Hattaboğlu’ndan başka yapacak yoktur.” dedi. Toplantıda olanlar, Ömer’i alkışladılar. “Haydi Hattaboğlu! Görelim seni!” dediler. Ömer de hemen kılıcını kuşanıp gitti. Giderken yolda Nuaym bin Abdullah’a rastladı. Ömer’i kılıcı belinde, pek kızgın giderken gören Nuaym, “Nereye ey Ömer?” diye sordu. O da “Arap milletinin arasına ayrılık sokan Muhammed’in vücudunu dünyadan kaldırmaya gidiyorum.” diye cevap verdi.
Nuaym, “Ey Ömer! Zor bir işe kalkışmışsın. Muhammed’in arkadaşları, onun başucunda dolaşıyor. Bunu başarmak güçtür. Tutalım ki başardın, sonra Abdül-Muttaliboğullarının elinden kurtulamazsın.” dedi.
Ömer bu söze kızdı, “Öyleyse sen Muhammed’e bağlananlardansın. Önce senin işini bitirmeliyim.” diye kılıcına el attı. Nuaym, “Ey Ömer! Sen beni bırak. Kız kardeşin Fatıma ile kocası Said bin Zeyd‘e bak, ikisi de Müslüman oldu.” dedi. Ömer, onların İslam’a girdiğine inanmadı. Nuaym, “Eğer inanmazsan araştır, anlarsın.” dedi.
Ömer’in bu hareketi, aslında çok tehlikeliydi çünkü kalkıştığı işin üstesinden gelmiş olsa bile anında din davası bir tarafa bırakılacak, Arap geleneği gereğince büyük bir kan davası doğacaktı. Kureyş kavmi iki kısma ayrılıp, arada büyük vuruşmalar olacaktı. Böylece yalnız Ömer bin Hattab değil, belki bütün Hattab soyu yok olacaktı.
Fakat Ömer, görüş ve kararından dönmeyen, çok yürekli bir yiğitti. Başkaları uğruna kendisini meydana attı. Ama kız kardeşi Fatıma’yla kocası Said’in İslam olup olmadıklarını merak ettiğinden, ilk önce onların evine gitti. Meğer o sırada Tâ Hâ Suresi indiğinden Said’Ie Fatıma, onu bir sayfa üzerine yazdırıp, ashaptan Habbab bin Eret’i evlerine götürüp, ondan adı geçen sureyi öğreniyorlarmış.
Ömer, o evin köşe başında dolaşırken, onların okumasını işitince hemen sertçe kapıyı çaldı. Ömer’in, kılıcı belinde, öfkeli bir hâlde geldiği görülünce Said ve Fatıma telaş ederek o sayfayı sakladılar, Habbab’ı da bir köşeye gizlediler.
Kapı açılıp da Ömer içeri girer girmez, “Okuduğunuz neydi?” diye sordu. Said, “Hayır, bir şey yok.” diyerek telaşla cevap verdi. Ömer, öfkelenerek, “İşittiğim demek doğruymuş. Siz de Muhammed’in büyüsüne kapılmışsınız.” diyerek Said’in yakasından tuttu, onu yere attı. Fatıma onu kurtarayım derken, Ömer onun yüzüne de bir tokat vurdu. Hemen yüzünden kan akmaya başladı. Ömer, kız kardeşinin yüzünden kan aktığını görünce pişmanlık duydu. Bu yüzden kızgınlığı geçti. Gerçi Fatıma kanlar içinde kaldı ve canı yandı ama gayrete gelip din duygusu uyandı. Yüce Allah’a dayandı.
Ona, “Ey Ömer! Niçin Allah’tan (c.c.) utanmazsın. Ayetler ve mucizelerle gönderdiği peygambere inanmazsın. İşte ben ve kocam İslam’la şereflendik. Başımızı kessen bundan dönmeyiz.” dedi. Şehadet getirdi.
Ömer, ne yapacağını şaşırdı. Hemen yere oturdu, “Hele şu okuduğunuzu çıkarınız.” diyerek yumuşaklık gösterdi. Fatıma, o sayfayı getirdi, Ömer’e verdi. Ömer, okumayı bilirdi. Tâ Hâ Suresi’ni okumaya başladı. Kur’an-ı Kerim’in fesahat ve belagati, mana ve meziyetlerinin tatlılığı, letafeti Ömer’in kalbini son derece etkiledi.
Yukarıdan aşağıya doğru okuyarak, manası, “Göklerde, yeryüzünde ve bunların arasında, toprağın altındaki şeyler, hep O’nundur.” demek olan ayete kadar geldi.
Ömer, bu ayetin manasına dikkat ederek, derin bir düşünceye daldı. Kız kardeşine dönerek, “Ey Fatıma! Bütün bu yaratılanlar hep sizin taptığınız Allah’ın mıdır?” diye sordu. Fatıma, “Evet, öyledir. Şüphe mi var?” diye cevap verdi. Ömer, “Ey Fatıma! Bizim bin beş-yüz kadar süslü püslü putlarımız var. Hiç birisinin yeryüzünde bir kırat mülkü yok.” diye söylenerek şaşkınlık ve kararsızlık gösterdi. Fakat Hak dine iyice meyletti. O ayetin alt tarafına baktı: “Başka tapacak yoktur. Ancak O’dur. En güzel isimler O’nundur.” manasına gelen ayeti gördü. Bu ayetin manasını düşündü, iradesi elinden gitti. O anda göğsü gürleyerek kelimeişehadet getirdi.
Habbab, bunu işitince tekbir getirerek gizlenmiş olduğu yerden ortaya çıktı. “Ey Ömer! Hz. Peygamber, ‘Ya Rabbi! Bu dini Ebu Cehil’le ya da Hattaboğlu Ömer’le kuvvetlendir.’ diye dua etmişti, işte bu mutluluk sana nasip oldu.” diye Ömer’i müjdeledi.
Ömer’in İslam dinine karşı olan düşünce ve tutumu tamamen düzeldi. Hemen, “Resul-ü Ekrem nerededir?” diye sordu. O gün, Resul-ü Ekrem, Safa yakınında bir evde ashabıyla gizlice görüşüyordu. Habbab (r.a.), Ömer’i alıp oraya götürdü. Ömer, varıp o evin kapısını çaldı. Kapıda ashaptan biri gözcülük yapıyordu. Ömer’in silahlanmış olarak geldiğini bildirdi. Ömer, gerçekten korkulan bir adam olduğu için onun bu şekilde gelişinden Hz. Muhammed’in (s.a.v.) seçkin arkadaşları ürktüler.
Hamza (r.a.) ise “Ömer’den korkacak ne var? Eğer iyilik için gelmişse hoş geldi, safa geldi. Yok böyle değilse, o kılıcını çekmeden ben onun başını yere düşürürüm.” derken Ömer içeri girdi. Ashap, Ömer’e güvenemediği için biri sağından, diğeri solundan tutarak peygamberin (s.a.v.) yanına getirdiler. Oysa evvelce Cebrail gelip, Ömer’in imana geldiğini, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yanına gelmek üzere olduğunu Resul-ü Ekrem’e bildirmişti.
Ashap, Ömer’in gelişinden telaş ederken Resul-ü Ekrem gülümsüyordu. O şekilde Ömer’i içeri getirdiklerinde Hz. Peygamber (s.a.v.), “Bırakınız.” dedi. Hemen bıraktılar. O da gelip Hz. Muhammed’in (s.a. v.) önünde diz çöktü.
Resul-ü Ekrem, Ömer’in kolundan tutarak, “İmana gel ey Ömer!” diye buyurdu. O da kalbinin bütün samimiyetiyle şehadet getirdi.
Bu olaydan dolayı ashap o kadar sevindi ki o ana kadar biri imana gelse herkese duyurulmazken, bu sefer yüksek sesle tekbir aldılar. Bu ses bütün Mekke sokaklarında yankılandı.
Önce Hz. Hamza’nın, üç gün sonra da Hz. Ömer’in iman etmesiyle İslam dini epeyce kuvvet buldu. Bunun üzerine Ömer (r.a.), “Arkadaşlarımız ne kadardır?” diye sordu. Onlar da “Seninle beraber tam kırk kişiyiz.” dediler. “Öyleyse ne duruyoruz, çıkalım, Kâbe’ye gidelim, Allah’ın adını yüceltelim.” deyince, hepsi beraberce kalkıp gittiler. En önde Ömer, sonra Ali, sonra Resul-ü Ekrem, sağında Ebu Bekir, solunda Hamza ve arkasında diğer ashap olduğu hâlde yürüyerek Kâbe’ye gittiler.
Kureyş’in ileri gelenleri, Kâbe’de toplanıp, Ömer’den bir haber beklemekteyken, bir de ne görsünler: Ömer, Müslümanların önüne düşmüş geliyor. Birbirlerine, “Baksanıza Ömer bütün Müslümanları arkasına takmış getiriyor.” dediler.
Ebu Cehil, cin fikirli, şeytan bir herif olduğundan, bu gelişi beğenmedi. Koşup ilerledi, “Hayrola ey Ömer bu ne?” diye sordu. Hz. Ömer ağırbaşlılığını bozmadan, “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resulullah.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Cehil, ne diyeceğini şaşırdı. Diğer Kureyş ileri gelenleri de şaşkındı.
Hz. Ömer (r.a.) herkese karşı, “Beni bilen bilir, bilmeyen bilsin ki Hattaboğlu Ömer’im!” dedi. Bu söz üzerine Kureyşlilere büyük bir şaşkınlık geldi. Hemen birer yana savuştular.
İşte o gün, Müslümanlar Kâbe’de saf bağlayıp, açıkça tekbir alarak meydanda namaz kıldılar. Kureyşliler baktılar ki Müslümanlar günden güne çoğalıyor, İslam dini kuvvetleniyor. Gerçi kavmin başkanı olan Ebu Talib iman etmemişse de Hz. Peygamber’i evladı gibi koruyup gözetiyor, Haşimoğullarından diğer iman etmeyenler de onunla beraber olup aşiret ve akrabalık gayretini güdüyordu.
Bütün olup bitenleri aralarında görüşüp danışarak enine boyuna ölçtüler, biçtiler. Sonunda peygamberliğin yedinci senesinin başlarında Müslüman olsun veya olmasın, bütün Haşimoğullarıyla görüşüp konuşmaktan vazgeçtiler. Bundan sonra Haşimilerle alışveriş etmemek, onlardan kız almamak ve onlara kız vermemek üzere aralarında söz birliği ederek, bu kararlarını bir antlaşma hâline getirip Kâbe içine astılar. Buna aykırı hareket etmemek üzere ant içtiler.
Bu yüzden Haşimoğulları, Müslüman olsun veya olmasın, hepsi, Şi’b-i Ebu Talib’de sanki kuşatılmışlardı. Fakat Ebu Leheb, onlardan ayrılarak diğer kâfirlerle beraber oldu.
Şi’b-i Ebu Talib, Mekke’de Hz. Peygamber’in (s.a.v.) doğduğu bir mahalledir. Haşimoğullarının evleri hep oradaydı. İlk önce başkanları Abdül-Muttalib olduğundan o mahalleye Şi’b-i Abdi’l Muttalib denirdi. Ondan sonra Ebu Talib kavmin başkanı olunca Şi’b-i Ebu Talib dendi.
Bu defa Ebu Leheb’den başka bütün Haşimoğulları, Ebu Talib ile beraber orada kalıp, diğer Kureyşlilerle görüşmekten ve aralarına karışmaktan kesildiler. Öteki mahallelerde evleri olan Müslümanlar da mahalle ve semtlerini terk ederek oraya çekildiler.
Haşimoğulları, akrabalık gayretiyle Resul-ü Ekrem’i düşman şerrinden korumaya çalışır ve Müslümanlar ise daima Hazreti Peygamber’in çevresinde pervane gibi dolaşırlardı. İşte o sırada, yani peygamberliğin sekizinci senesinde “Ay’ın parçalanması” mucizesi meydana geldi.
Kureyş’ten bazıları, mehtaplı bir gecede Resul-ü Ekrem’den mucize istediler. O da dua etti, Ay iki parça oldu. Öyle ki bir parçası bir tarafta, diğer parçası başka bir tarafta görüldü.
O hâldeyken Resul-ü Ekrem, “Ey falan ve filan! Şahit olunuz.” diye buyurdu ve oradakiler, Ay’ın öylece ikiye bölündüğünü hep gördüler.
Müşrikler, yani Allah’a ortak koşanlar yine iman etmeyip, “Bu da Muhammed’in gösteregeldiği sihirlerden biridir.” dediler. Eskisi gibi Müslümanlara, belki bütün Haşimoğullarına düşmanlık etmeyi sürdürdüler.
Şi’b-i Ebu Talib’de Müslümanların kuşatılması iki yıldan fazla sürdü. Bu durum onlara pek çok sıkıntı verdi. Çünkü Müslümanlardan biri pazara gitse müşrikler dayanılmaz derecede eza ve cefa ederdi. Hac mevsiminde tüccardan biri, Haşimoğullarıyla alışveriş etmeye kalksa engel olurlardı.
Kısacası Müslümanlar, çarşı ve pazarda serbest gezemezlerdi. Hz. Ali bile o zaman Resul-ü Ekrem’in mutlu evinde bulunduğu hâlde Müslümanlığını belli etmiyor, gizliyordu. Ama Hz. Hamza (r.a.) kılıcı sayesinde Müslümanlığını açıklayarak istediği yerde gezip dolaşıyordu. Hz. Ömer ise müşriklerle karşı karşıya gelerek korkusuzca uğraşırdı.
Bütün ashabın büyüğü olan Hz. Ebu Bekir (r.a.), Kureyşliler içinde çok hatırı sayılır bir kişi olduğu hâlde, o bile kavmi tarafından soğuk karşılanıyordu fakat asla aldırmayıp, müşriklerin sözlerine bakmayıp açıkça namaz kılardı. Baştan beri İslam’a faydalı gördüğü kişilere el altından çağrıda bulunurdu.
Kureyşlilerin Müslümanlar hakkında bu derece sertlik göstermeleri, onları İslam dininden döndürmek, hiç olmazsa İslam dininin daha çok ilerlemesini engellemek içindi. Düşünmüyorlardı ki güneş balçıkla sıvanmaz, Allah’ın (c.c.) yaptığı mum, onların soğuk nefesleriyle sönmez.
Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, Müslümanlar bildiğinden şaşmıyor, din gayretleri kuvvet buluyor, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mucizeleriyle İslam dini her tarafa yayılıyordu.
Müslümanlar, sonsuz âlem olan ahiret mutluluğuna erişmek için bu geçici âlemi, yani dünyayı hiçe sayıp, dinleri uğrunda her şeyi bir kenara itmişler; kimi yurtlarını bırakarak Habeşistan’a gitmiş, kimi de her türlü tehlikeleri göze alarak Ebu Talib Mahallesi’nde kuşatılmış gibi kalmayı benimsemişlerdi.
Diğer akıl ve insaf sahipleri de onun mucizelerini görerek, hak peygamber olduğunu bilerek; birer birer imana gelmekteydi. Çünkü son peygamber, geçmiş milletlerin hâllerinden habersiz bir kavmin içinde, âlimleri bulunmayan bir şehirde büyüdü. Başka ülkelere giderek ders almadığı, herkesin bildiği bir şeydi. Kısaca Nebiy-yi Ümmi idi.
Hâlbuki yüce Allah (c.c.) vahiy ve başka yollarla, kimselerin bilmediği nice ilimleri bildirir; Tevrat, İncil ve diğer kutsal kitaplardaki emirleri doğru olarak haber verirdi. Bu durum, onun peygamberliğine yeter bir delil olup, başkaca ispata hacet yokken, daha nice nice mucizeler gösterdi.
Fahr-i Âlem’in mucizeleri pek çoktur. Onları saymaya ise bu kitabın imkânı yoktur. Ama fırsat geldikçe bazıları anlatılmış, bazılarının da bundan sonra sırası geldikçe bahsedilmesi uygun görülmüştür.
En büyük mucizelerinden biri, belki birincisi Kur’an-ı Kerim’dir ki kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü her asırda, halkın gözünde her ne itibar bulmuş ve meşhur olmuşsa, o asırda gönderilen peygamberin mucizeleri de ona göre olurdu.
Mesela Musa (a.s.)’ın zamanında sihirbazlık çok şöhret bulduğundan, yüce Allah (c.c), onun asasını ejder yapmak gibi, sihirbazlara üstün gelecek mucizeler verdi.
İsa (a.s.)’ın zamanında ise hikmet ve tıp ilmi fazlasıyla itibar gördüğünden, yüce Allah (c.c), onu körlerin gözlerini açmak ve ölüleri diriltmek gibi doktorların yapamayacağı mucizelerle gönderdi.
Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed’in (s.a.v.) saadet asrında ise şiir ve hatiplik, çok itibar ve şöhret bulmuştu. Arapların gerek şehirli olanları, gerek göçerleri arasında fesahat ve belagat, insana ayar taşı, fazilet ölçüsü olmuştu. Nitekim daha önce belirttiğimiz gibi Araplar birbirlerine karşı fesahat ve belagat ile övünürler, kimi muallekat-ı seb’a, yani yedi askı ashabı gibi eşsiz kasideler söyleyerek öteki şairlere meydan okurlardı. Kimi Suk-u Ukâz Panayırı gibi büyük toplantılarda halka vaaz ve nasihat yollu güzel hutbeler okurlardı. Şehirlerde düzgün fesahat ve üstün belagat olduğu gibi, göçerler de gayet ölçülü, sade ve güzel şiirler, hutbeler meydana getirirlerdi. Hepsi de şiir olsun veya olmasın, etkileyici sözler söylerdi.
Bundan dolayı Fahr-i Âlem’e belagatin, yani edebiyatın en yüksek tabakasında olan bir kitap indirildi. Onun gibisini meydana getirmekten, hiç olmazsa bir suresine benzer bir şey söylemekten bütün şair ve hatipler âciz kaldı.
Hâlbuki sure sure ve ayet ayet indikçe, Resul-ü Ekrem onu ümmetine bildirir, “Buna benzer bir söz söyleyemezsiniz.” diyerek bütün şair ve hatiplere meydan okurdu.
O sırada, “Bu Kur’an’ın eşini meydana getirmek üzere bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı olsalar da onun benzerini meydana getiremezler.” manasına gelen ayet geldi.
Kur’an-ı Kerim’i inkâr eden, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) karşı çıkan bunca şair ve hatipler içinden bir kişi ya da grup çıkıp da onun kısa olan bir suresinin bile benzerini ortaya koyamadı.
Ayetlerin bazısında az kelimenin çok manaya işareti var. Ve bazısındaki uzun uzun anlatışta ise bambaşka bir güzellik ve tatlılık var. Buralarını ancak şair, edip ve hatipler bilir, layıkıyla zevkine onlar varır. Kur’an-ı Kerim’i tekrar tekrar okumakla insana hoşnutluk ve tatlılık gelir. Okudukça okuyası gelir. Oysa bir şiir ya da düz bir yazı, ne kadar güzel olsa da birkaç kere okuduktan sonra insan usanır.
Bunun içindir ki edip, şair ve hatiplerden akıl ve insafı olanlar, hemen İslam ile şereflendiler. İmana gelmeyenler ise insan gücünün dışında bir söz olduğunu açıkça söyleyip, itiraf edip, karşı durmayı bırakarak bir yana çekildiler.
Nitekim Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerinden Velid İbn Mugire, bir gün Seyyidül-Enbiya Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yanına gelip, “Bana biraz Kur’an oku, dinleyeyim.” dedi.
Resul-ü Ekrem de “Şüphesiz ki Allah (c.c.) adaleti, iyiliği (özellikle) akrabaya vermeyi emreder. Kötülükten ve zorbalıktan yasaklar. Umulur ki dinleyip tutarsınız.” manasına gelen ayeti okudu.
Velid İbn Mugire, bunu cankulağıyla dinledi. “Allah’a yemin ederim ki bunda bir tatlılık ve üzerinde hoş bir güzellik var. Pek derin ve çok yararlı bir sözdür. Onu insan söyleyemez.” diyerek hayranlığını belirtti. Kavmine dönüp, “Sizin içinizde şiirin ne olduğunu benden iyi bilen kimse yoktur. Şiirin her çeşidini ve cin şiirlerini hepinizden güzel bilirim. Muhammed’in okuduğu söz, bunların hiç birine benzemez. O söz, her söze üstün gelir. Ona hiçbir söz karşı çıkamaz.” dedi.
Yine bir gün Hz. Muhammed (s.a.v.), Harem-i Şerif’in bir köşesinde otururken, diğer tarafta da Kureyş müşrikleri oturuyorlardı. İleri gelenlerinden Ebu’l-Velid diye bilinen Utbe İbn Reb’ia, diğerlerine, “Ne dersiniz gidip de Muhammed’e biraz öğüt versem, ‘Bizden ne istersen verelim ve seni istediğin rütbeye eriştirelim. Tek bizim tanrılarımıza söz etme, dinimize karışma ve saldırma.’ desem, ola ki kabul eder de aradan bu çekişme gider.” deyince, “Ne zararı var, bir kere nasihat ediver.” dediler.
Utbe, Resul-ü Ekrem’in yanına gitti. O yolda birçok sözler söyledi, aklınca hayli nasihat etti. Resul-ü Ekrem, “Sözün bitti mi?” diye sordu. Utbe, “Evet.” diye cevap verdi. Resul-ü Ekrem, “Öyleyse şimdi beni dinle.” diye buyurdu.
Hemen, “Bismillahirrahmanirrahim. Hamim tenzilün minerrahmanirrahim.” diye Secde Suresi’ni okumaya başladı. Secde ayetine gelince, kalkıp secde etti. “İşittin mi ey Ebe’l Velid!..” dedi. Utbe, “İşittim. İşte sen, işte O.” diyerek yerinden doğruldu ve bozuk düzen dostlarının yanına gitti.
Ne oldu? diye sordular. “Hiç sormayın. Bir söz işittim ki ömrümde benzerini işitmemişim. Allah’a yemin ederim ki bu söz şiir değil, sihir değil, kâhinlik değil, ey Kureyşliler! Beni dinlerseniz bu adamı kendi hâline bırakınız.” dedi.
Kâfirler, bunca mucizeleri görüp, arka arkaya inen ayetleri işitip Resul-ü Ekrem hakkında ne diyeceklerini şaşırdılar. Kimi mecnun, kimi kâhin, kimi şair, dedi. Hiçbirinin yakışık almadığını kendileri de anladılar. Hatta Kureyş kavmi, İslam dininin etrafa yayılmasından korktukları için, bir sene hac mevsimi geldiğinde bir yere toplandılar. “Her taraftan Arap kabileleri gelmek üzeredir. Muhammed hakkında ne diyeceksek ona karar verelim ve sözü bir edelim de birbirimizi yalana çıkarmayalım.” dediler.
İçlerinden bir kısmı, “Kâhindir, diyelim.” deyince, Mugireoğlu Velid, “Kâhin değildir. Sözleri asla kâhin sözüne benzemez.” dedi. “Öyleyse mecnundur, diyelim.” dediklerinde, Velid İbn Mugire, “Mecnun, desen kim inanır? Onda asla delilik işareti yok.” dedi. Bunun üzerine bazıları, “Şairdir, diyelim.” deyince, Velid İbn Mugire, “Şair değildir çünkü şiirin bütün çeşitlerini biliriz. Onun sözleri, bu çeşitlerin hiçbirine ne uyar ne de benzer.” dedi. “Şair değilse, büyücü, diyelim.” dediklerinde ise Velid İbn Mugire, “Büyücüye neresi benzer? Okuyup üfürmesi yok, düğüm bağlaması yok, büyü işlerine benzer bir işi yok. Bu yüzden büyücü de diyemeyiz.” dedi. “Öyleyse ne diyelim?” dediler. Velid İbn Mugire, “Ne demeli bilmem fakat şu söylediğiniz sözlerin hiçbirisi yakışık almaz. Hangisi söylense inanılmaz.” dedi.
Özetle Resul-ü Ekrem (s.a.v.) hakkında ne diyeceklerine bir türlü karar veremediler çünkü peygamber demekten başka yakışık alır bir sıfat bulamadılar. Buna da razı olamadılar.
Resul-ü Ekrem ise her sene hac mevsiminde Mekke dışına çıkıp çevreden gelen kabilelere, “Ey falan oğulları!” diye, hepsine uygun olarak seslenerek, yerine göre uygun düşen ayetleri okur, onları Hak dine çağırırdı. Böylece kabilelerden birçok kişi İslam’la şereflenmekte ve İslam dini, Arabistan’ın her tarafına yayılmaktaydı.
Hatta Selemeoğulları Kabilesi’nden birkaç yiğit Mekke’ye geldi. Bazı Kur’an ayetlerini dinleyip, hemen Hz. Muhammed’in önünde Müslüman oldular. Sonra dönüp yerlerine gittiler. Resul-ü Ekrem’in vasıflarını diğerlerine anlattılar. Bunlardan birisinin babası olan Amr İbn Cemüh, oğluna, “O şahıstan işittiğin sözleri bana söyle.” demiş. O da Fatiha Suresi’ni okumuş. Amr İbn Cemüh, “Ne güzel sözdür. Öbür sözleri de böyle güzel midir?” diye sormuş. Oğlu, “Daha güzelleri var.” diye cevap vermiş.
Bedevi Araplardan biri Hicr Suresi’nin, “Şimdi sen emrolunduğun şeyi çatlatırcasına bildir.” şeklindeki 94. ayet-i kerimesini işittiği zaman secdeye varmış; “Bu sözün fesahatından secde ettim.” demiş. Bir diğeri Yusuf Suresi’nin, “Yusuf’tan ümitlerini kesince fısıldaşarak tenhaya çekildiler.” manasındaki 80. ayet-i kerimesini işittiği vakit, ”Ben şehadet ederim ki hiçbir mahluk buna benzer bir söz söyleyemez.” demiş.
Ebu Zer Radiyallahü Anh Hazretleri’nin imana gelmesine sebep de bu idi. Kendisi meşhur şairlerden olup, kardeşi Enis ise şiirde ondan ve benzerlerinden daha üstün idi.
Enis Mekke’ye gelip gitmiş ve biraderi Ebu Zer’e, Fahr-i Âlem Hazretleri’nin ahval ve vasıflarını açıklamış.
Ebu Zer, “Halk, onun hakkında ne söylüyor?” diye sormuş. Enis de “Şairdir, kâhindir, sahirdir, diyorlar. Ama ben kâhinlerin sözünü işittim ve çeşitli şiirlerle kıyas ettim. Vallahi hiçbirine uymaz ve bundan sonra ona şair demek kimsenin ağzına yakışmaz. Kısacası Muhammed (s.a.v.) doğru sözlü, diğerleri yalancıdır.” diye cevap vermiş. Onun üzerine Ebu Zer Radiyallahü Anh da hemen İslam ile müşerref oluvermiştir.
Hakikatte Kur’an-ı Kerim ne nazımdır ne nesirdir. İkisinin dışında bir kelam-ı latiftir ve baştan sona fasih ve beliğdir. Bütün ayet-i kerimeler, belagat bakımından aynı derecede olmayıp, bazısının bazısına nispetle belagatçe derecesi daha yüksektir. Fakat tamamı mucizedir. Yani bir benzerini getirmekten insan âcizdir.
İlk zamanlarda Arap edebiyatçıları Kur’an-ı Kerim ayetlerini birtakım şiirlerle mukayese etmişlerdir. Nihayet hiçbirine ve belki insan sözüne benzemediğini anladılar.
Fakat Muallekat-ı Seb’a (Yedi Askı) yine Kâbe duvarında asılı durup, ara sıra okunur ve fesahat ve belagat konusunda dile getirilir idi.
Belagat tabakalarının en yüksek derecesinde bulunan, “Ey yer, suyunu çek. Ey gök, suyunu tut.” manasına gelen ayet inince şair ve edipleri çok etkiledi, bunun etkisi sanki iliklerine kadar işledi. O zaman İmrü’l-Kays’ın kız kardeşi sağdı, o ayeti işittiğinde, “Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri de övünülecek yerde duramaz.” diyerek gitti, İmrü’l-Kays’ın kasidesini Kâbe duvarından indirdi. Onun alt tarafında asılı duran şiirlere hiçbir diyecek kalmadığından onlar da birer birer indirildi.
Ondan sonra artık övünme ve şöhret meydanında yalnız Kur’an-ı Kerim kaldı. Kur’an’ın belagatinin etkisiyle bütün edip ve şairler şaşkın ve suskun oldular. Pek çokları Kur’an-ı Kerim’in Allah sözü olduğunu kabullenip, yüce manasına kalpten bir samimiyetle inandılar.
Müminler İslam dini uğrunda her şeyi bir yana bırakıp, kimileri Habeşistan’a göç ile vatanlarından, tanıdıklarından ve dostlarından vazgeçtiler; kimileri Ebu Talib Mahallesi’nde çevrilmiş olup, kâfirlerin eza ve cefasına katlandılar.
Kureyş ileri gelenleri, bunca mucizeler görmüş ve Kur’an’ın edebî yüceliği kendilerini aciz ve hayrete düşürmüşken, inat ve inkârlarında daha çok ısrar edip, inatları dolayısıyla Allah’a ortak koştular, sapıklıkta kaldılar.
O zamanlar Arap kavmi, ayrı ayrı aşiret ve kabilelerden meydana geliyordu. Her aşiret ve kabilenin de başkanları olup, idare tamamen onların ellerindeydi. İşte onlar, kavim ve kabilelerinin başkanıyken, içlerinden birine bağlanmak istemezlerdi.
Kaldı ki yüce şeriat nazarında Müslümanlar; fakir, zengin, zayıf ve kuvvetli olsun, hepsi birbirine eşitti. Kureyş başkanları ise sıradan halkla beraber olmaktan utanırlardı.
Bundan dolayı başkanlardan her biri kendisine bağlı olan kimseleri Müslüman olmaktan ve İslam dinini etrafa yayılmaktan alıkoymaya ellerinden geldiği kadar çalıştılarsa da buna bir çare bulamadılar.
Hatta daha önce geçtiği gibi, Müslümanları sıkıştırmak için bütün Haşimilerden ilgilerini kestiler. Buna dair bir antlaşma yazdırıp, Kâbe içine astılarsa da yine İslam’ın yayılmasına engel olamadılar. Üstelik Arap kabilelerinin en şereflisi olan Kureyş Kabilesi’nin öyle iki kısım olup da üç seneye yakın zamandan beri aralarında her türlü görüşmelerin kesilmesinden dolayı kâfirlerin bile çoğuna bıkkınlık ve pişmanlık gelmişti. O antlaşmayı yazmış olan Mansur bin İkrime de eli kuruyup çolak olmuştu.
Bir de yüce Allah (c.c.) tarafından o antlaşmaya güve türünde bir böcek dadanarak, “Allah” adından başka ne kadar yazı varsa hepsini yiyip bitirmişti.
Cebrail (a.s.) gelip bu durumu Resul-ü Ekrem’e bildirdi. O da amcası Ebu Talib’e haber verdi.
Ebu Talib, hemen Kureyşlilerin toplandığı yere gitti. Resul-ü Ekrem’den işittiğini söyleyerek, “Muhammed’in dediği doğruysa, artık siz de insaf ediniz, şu aramızdaki ikiliği kaldıralım. Eğer onun dediği yalansa, ben de onu koruyup gözetmekten vazgeçerim.” dedi.
Kureyş’in büyükleri, bu görüşü akla uygun gördüler. Hemen o antlaşmayı getirdiler. Bir de ne görsünler, içinde “Bismike Allahümme” sözünden başka ne kadar yazı varsa hepsi yok olmuş. Bundan dolayı utandılar. Her ne kadar Ebu Cehil, yine inadında direnmek istediyse de oy çokluğuyla o değersiz sayfayı yani antlaşma suretini yırttılar. Haşimiler aleyhinde almış oldukları kararları bozdular. Böylece Haşimiler alışverişte ve diğer işlerde serbest oldular. Müslümanlar Ebu Talib Mahallesi’nde sarılmış olma belasından kurtuldu. Mekke’de genel bir sevinç doğdu. Fakat bu ferah ve sevinçler çok sürmedi. Aradan çok zaman geçmeden başka sıkıntı ve belalar geldi çattı.
Peygamberliğin onuncu senesinde Ebu Talib öldü. Ondan üç gün sonra Hz. Hatice de dünyadan göçüp, ceza ve mükâfat yeri olan ahirete gitti. İkisinin böyle birbiri ardınca ölmeleri Resul-ü Ekrem’e çok acı geldi. Bu yıla “Keder Yılı” dendi. Ebu Talib’in Resul-ü Ekrem ile övündüğü ve onun peygamberliğini kalben kabul ettiği, bazı şiirlerinden anlaşılır. Fakat kendisi kavminin başkanıydı, Resul-ü Ekrem ise onun elinde büyümüş olduğundan, dili ile ikrar edip de ona bağlanmaktan utanırdı.
Hatta, “Ben bilirim ki Muhammed (s.a.v.) yalan söylemez. Boş söz ondan çıkmaz. Eğer Kureyş kadınları beni ayıplamasaydı, ona bağlanırdım.” derdi. Ölümünden önce Resul-ü Ekrem, “Ey babam yerinde olan amcam! Hiç olmazsa bir kere dilinle kelimeişehadet getir ki ahirette sana şefaat edebileyim.” deyince, “Korkarım ki ‘Ebu Talib ölümden korktu da imana geldi.’ diye beni çekiştirirler. İşte bundan utanmasam şehadet getirirdim.” demiştir.
Bununla beraber Ebu Talib, öleceği zaman Kureyş’in ileri gelenlerini toplamış ve Resul-ü Ekrem’i onlara ısmarlamıştı. Şöyle ki: “Muhammed güvenilir bir kimsedir. Doğrudur, yalandan uzaktır. Benim size verebileceğim öğütleri o hep kendisinde toplamıştır. Getirdiği İslam ise kalbin kabul edeceği bir şeydir. Onu inkâr eden ancak dildir, Allah’a yemin ederim ki ben gözümle görür gibi biliyorum, Kureyş’in fakirleri, zayıfları, göçerleri ve diğer dünya halkları, hep onun çağrısını kabul ve sözünü tasdik etseler gerektir. Kureyş’in başları kuyruk olsa gerektir. Yani ona boyun eğmeyen büyükler ve Kureyş’in en şereflileri, hep hor ve hakir olsalar gerektir. Ey Kureyş topluluğu! Allah’a yemin ederim ki ben sağ olsam onu düşman şerrinden korur ve gözetirdim. Siz de ona yardım etmelisiniz.” diye vasiyet etmişti.
Yüce Allah’ın hidayet etmediği kimse Hak yolu bulamaz ve Allah’ın lütuf ve ihsanı olmadıkça kimse bir devlet ve mutluluğa eremez. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Ey Muhammed sen sevdiğine doğru yolu gösteremezsin. Fakat Allah (c.c.) dilediğine doğru yolu gösterir.” buyurulmuştur.
Bu sebepledir ki Resul-ü Ekrem, Ebu Talib’in Müslüman olmasını çok istemesine rağmen o da kendisini son derece sevdiği hâlde diliyle onun peygamberliğini kabul etmedi. Ölümünden sonra kavmi de kendisinin vasiyetini tutmadı.
Ondan sonra Ebu Leheb, onun yerine kavminin başkanı olmak, diğer Kureyş büyükleri de kendi aşiretlerinin başkanlığını elden çıkarmamak amacındaydı. Ebu Cehil ise Kureyş içinde hepsinden çok sözü geçer olma ve değer kazanma sevdasındaydı. Ebu Talib’le Hz. Hatice’nin ölmelerini fırsat bildiler. Resul-ü Ekrem’e eskisinden daha fazla eza ve cefa eder oldular.
Resul-ü Ekrem, onların eza ve cefalarından usanarak Mekke’den çıkıp Zeyd bin Harise ile birlikte Taif’e gitti. O zaman Taif’te yaşayan Sakif Kabilesi büyüklerini İslam dinine çağırdı. Onlar ise imana gelmek şöyle dursun, Resul-ü Ekrem’i horladılar, hatta içlerinden bazıları onu taşladılar. O kadar ki Zeyd bin Harise, Resul-ü Ekrem’i atılan taşlardan korumak için kendisini ona siper etmekle birkaç yerinden yaralandı. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v.) geri döndü. Mekke’ye bir konak uzaklığı olan Batni Nahle adındaki yere indi. Orada, insan ve cinlerin peygamberi olan Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) Er-Rahman Suresi’ni okurken, cinlerden bir kalabalık gelip dinlemişler, ona iman etmişlerdi.
Resul-ü Ekrem, bir süre Batni Nahle’de kaldıktan sonra Mekke’ye geldi. Mut’im bin Adi’ye konuk oldu. Hemen Kâbe’ye gitti. Hacer-i Esved’e el sürdü. İki rekât namaz kıldı. Sonra evine döndü.
Arap geleneği üzere Mut’im kendi evlat ve çevresiyle Hz. Muhammed’in (s.a.v.) etrafında dolaşıp, korunup gözetilmesinde büyük bir çaba gösterdi. O sırada Zem’a’nın kızı Şevde (r.a.), Resul-ü Ekrem’le evlendirildi.
Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) kızı Aişe’nin de o sırada Resul-ü Ekrem’le (s.a.v.) nikâhı kıyıldı. Fakat pek küçük olduğundan, zifafı geri bırakıldı.
Resul-ü Ekrem (s.a.v.) her yıl hac mevsiminde ve Sûk-u Ukâz Panayırı’nın yapıldığı günlerde Mekke şehrinin dışına çıkıp, çevreden gelen kabilelerle görüşerek onları İslam’a çağırırdı. Aynı şekilde peygamberliğinin on birinci senesinin hac mevsiminde yine Mekke dışına çıktı, Akabe yakınında Medine halkından bir topluluğa rastladı. Bu topluluk Hazreç Kabilesi’ndendi. Hazreçlilerle Haşimiler arasında ise hısımlık vardı. Çünkü Abdül-Muttalib’in annesi Selma Hatun’dur. Onun aşireti olan Neccâroğulları, bu Hazreç Kabilesi’nin bir kolu idi.
Resul-ü Ekrem o topluluğa, “Siz kimlersiniz?” diye sordu. Onlar “Hazreç Kabilesi’ndeniz.” diye cevap verdiler. “Otursanız da sizinle biraz söyleşsek olmaz mı?” diye buyurdu. “Pekâlâ!” deyip oturdular.
Resul-ü Ekrem (s.a.v.), onlara biraz Kur’an okudu. Onları İslam’a çağırdı. Onlar ise “Galip bin Fihr evladından bir peygamber gelecek.” diye kendi ihtiyarlarından işitirlermiş. Medine’deki Yahudiler de “Peygamberin geleceği zaman yaklaştı.” derlermiş. Bu sefer Resul-ü Ekrem, onları dine çağırınca birbirlerine bakıştılar. “Yahudilerin dediği peygamber işte budur.” diye aralarında konuştular. Öteden beri Yahudilerle aralarında düşmanlık olduğundan ötürü, hemen iman ederek Hz. Peygamber (s.a.v.) önünde kelimeişehadet getirdiler.
Onlar Ebu İmame Es’ad İbni Zürare, Râfi İbni Malik, Avf İbni Haris, Kutbe İbni Amir, Ukbe İbni Amir ve Haris İbni Abdullah İbni Riyab idi.
İşte ensardan, ilk önce İslam ile müşerref olan bu altı zattır, radiyallahü anhüm. Bunlar hac mevsiminden sonra Medine’ye geldiler ve İslam dinini yaymak için gayret edip çalıştılar. Bu şekilde İslam dini Hazreciler arasında gereği gibi yayılmakla beraber Evs Kabilesi’ne de sirayet etti.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinin on ikinci senesi hac mevsiminde Es’ad İbni Zürare ile arkadaşları olan Râfi, Avf, Katabe ve Ukbe ile Hazrecilerden Muaz İbni Haris, Zekvân İbni Abdil Kays, Ubadetübnü Sâmit, Ebu Abdullah Yezid İbni Salebe, Abbas İbni Ubade İbni Fadla, Evs Kabilesi’nden de Ebü’l-Heysem İbni Teyyihan ve Uveym İbni Sâide, Mekke’ye gittiler. Yine Akabe’de Fahr-i Kâinat ile görüşüp biat ettiler, radiyallahü anhüm.
Bundan sonra Allah’a ortak koşmamaya, zina yapmamaya, hırsızlık etmemeye, iftiradan kaçınacaklarına ve kız çocuklarını artık öldürmeyeceklerine dair söz verdiler.
İslamiyetten önce Araplar ancak erkek çocukla övünürler, kız çocuğu olanlar ise bundan utanırlardı. Bu yüzden pek çoğu, yeni doğan kız çocuklarını diri diri gömerlerdi. Bir de Arapların geçim yolları dar olup, evlerini geçindirmekte zahmet ve sıkıntı çekmekte olduklarından, bazıları yoksulluk bahanesiyle kız çocukları ve bazen erkek çocuklarını bile öyle diri iken gömerek öldürürlerdi. Bundan dolayı Medinelilerle yapılan sözleşmede, “Çocuğunu öldürmemek” maddesi, ayrı bir şart olarak ileri sürüldü ve bu madde, insanlık için büyük bir iyilik oldu.
Bu şekilde biat edenler daha önce söylendiği gibi on iki kişi olup, ikisi Evs Kabilesi’nden, geri kalanı Hazreç Kabilesi’ndendi. Hepsinin başı Es’ad bin Zürare idi. Hepsi o şekilde sözleştikten sonra, dönüp Medine’ye geldiler ve hemen İslam’ı yaymakla uğraşmaya başladılar.

Miraç Olayı
O sıralarda Hz. Muhammed’in Miraç Olayı meydana geldi. Cebrail (a.s.) bir gece geldi ve Resul-ü Ekrem’i (s.a.v.) aldı, Kâbe’den Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürdü. Oradan yukarı çıkardı. Bütün semaları seyrettirdi. Sonra Allah’ın Sevgili Kulu bu görünen âlemin dışına çıkarıldı. Kendisine nice acayip ve garip şeyler gösterildi. Yüce Allah’ın (c.c.) sözünü işitti ve pak cemalini gördü. Yine o gece mutlu bir şekilde evine döndü.
İşte beş vakit namaz, bu Miraç gecesi farz kılındı. Gerçi ondan önce de namaz kılınırdı. Fakat beş vakit sırayla namaz kılmak, o gece emredildi.
Ertesi gün Hz. Muhammed (s.a.v.) Miraç Olayı’nı ümmetine söyledi. İlk önce Hz. Ebu Bekir ve sonra diğer ashap tasdik ve tebrik etti. Müşrikler inkâr edip Mescid-i Aksa’nın nişanlarını sordular, Resul-ü Ekrem (s.a.v.) aynısını haber verdi. Onlar yine inkârlarında ısrar edip durdular.
Bu sırada İslam, Arabistan’ın her tarafına yayılmakta, özellikle Medine’de pek hızla tutunmaktaydı. Öyle ki Evs ve Hazreç kabileleri, ashaptan birinin Medine’ye gönderilmesini rica etmiş olduklarından, Resul-ü Ekrem (s.a.v.) de onlara Kur’an-ı Kerim’i ve İslamiyet’i öğretmek üzere Mus’ab bin Umeyr’i Medine’ye göndermişti.
Mus’ab, Medine’ye vardığında oradaki Müslümanların sayısı kırka yükselmişti. Başkanları Es’ad ve hocaları Mus’ab ile birlikte hepsi cuma günleri Medine dışına çıkıp bir yerde cemaatle namaz kılmaya başladılar.
Fakat Es’ad’ın teyze oğlu ve Evs Kabilesi’nin başkanı olan Sa’d bin Muaz ile yine başkanlardan Üseyyid bin Hudayr daha iman etmemiş olduğundan İslam dini tam olarak yayılamıyordu. Bir gün Mus’ab ile Es’ad, Zuferoğullarının evlerinden birinde sohbet ederlerken, Üseyyid bin Hudayr süngüsü elinde olduğu hâlde onların üzerine geldi. “Maksadınız nedir? Bazı zayıflarımızı aldatıp azdırıyorsunuz!” diye hiddet ve şiddetini dile getirdi. Mus’ab, ona nazik bir şekilde, “Hele biraz dur, otur. Sözümüzü dinle, maksadımızı anla.” deyince Üseyyid de oturdu. Mus’ab, ona İslam dinini tarif etti ve biraz Kur’an okudu. Kur’an’ın belagati kendisine tesir ettiğinden Üseyyid, “Ne güzel şey!” dedi ve “Bu dine girmek için ne yapmalı?” diye sordu.
Mus’ab, ona İslam dinini bir güzel anlattı. O da Müslüman oldu. “Ben varayım, size birini göndereyim. Eğer o da imana gelirse, artık bu şehirde iman etmedik kimse kalmaz.” diyerek gitti ve Sa’d bin Muaz’ı gönderdi. Sa’d ise oraya hiddetle çıkageldi. “Ya Es’ad! Eğer seninle aramızda hısımlık olmasa, böyle kabilemiz içine soktuğunuz çirkin işlere katlanamazdım.” diyerek onu azarladı ve tehdit etti.
Mus’ab, ona da “Hele biraz durunuz. Oturunuz, dinleyiniz, anlayınız da beğenirseniz kabul ediniz. Beğenmezseniz biz de size çirkin gördüğünüz işi tekliften vazgeçeriz.” diye nazik bir davette bulundu. Bunun üzerine Sa’d bin Muaz oturdu ve Mus’ab’ın sözlerine kulak verdi. Mus’ab ona İslam’ın ne olduğunu anlattı ve biraz Kur’an okudu. Kur’an okunurken Sa’d’ın yüzünde iman belirtileri görüldü. Hemen, “Siz bu dine girerken ne yapıyorsunuz?” diye sordu Mus’ab ona İslam dininin esaslarını ve yapılması gerekenleri bildirdi. O da kalbinin bütün içtenliğiyle İslam’a girdi. Sa’d bin Muaz böylece iman ettikten sonra kalkıp döndü. Ve hemen kendi kavmi olan Abdül-Esheloğullarının yanına gitti. Onlara, “Ey cemaat! Beni nasıl biliyorsunuz?” dedi. Onlar da “Sen bizim ulumuz ve en faziletlimizsin.” dediler. “Öyleyse siz de Allah’a ve elçisine iman etmelisiniz. İman etmedikçe bundan sonra hiç birinizle görüşemem.” deyince, Abdül-Esheloğulları Aşireti içinde o gün iman etmedik kimse kalmadı.
Sonra, Sa’d bin Muaz ile Mus’ab, Es’ad bin Zürare’nin evinde oturup, halkın geri kalanını da İslam’a çağırmakla meşgul oldular. Kısa zamanda İslam dini Medine’de o kadar yayıldı ki Evs ve Hazreç kabileleri içinde Beni Ümeyye bin Zeyd’in evinden başka, İslam nuruyla aydınlanmadık ev kalmadı.
Evs ve Hazreç kabileleri, Ezd kabilelerinden ayrılmış bir gruptur. Asıl vatanları Sebâ diye bilinen Me’rib şehriydi. Zamanla bu şehrin su bentleri harap olunca Ezd kabileleri, şuraya buraya dağıldılar, işte onların bir grubu da gelip, o zaman Medine’de yerleşmiş olan Yahudilerle anlaşma ve sözleşme yaparak Medine dolaylarında kaldılar.
O zamanda Medine dolaylarında yerleşmiş olan Yahudiler, Kurayza ve Nadir adlarıyla iki kabileye ayrılmıştı. Ezdîlerin başı olan Harise ölünce, Evs ve Hazreç adlarında iki oğlu kaldı. Bir kısmı buna uymakla EzdîIer de iki kabileye bölündü. Sonra Yahudilerle EzdîIer arasına düşmanlık girdi ve pek çok çarpışmalar oldu.
EzdîIer her ne kadar iki kabileye ayrılmışlarsa da düşmana karşı birlikte hareket ettiklerinden ve Yahudilere göre kalabalık olduklarından çok defa Yahudilere üstün gelirlerdi. Sonradan Evs ve Hazreç kabileleri arasına düşmanlık girdi ve birbiriyle uğraşarak ikisi de yıprandı. Fakat bu sefer İslam birliği yönünden birleştiler ve barıştılar. Bu şekilde kuvvet buldular ve Yahudilere üstün geldiler.
Peygamberliğin on üçüncü senesinin hac mevsiminde Mus’ab, Mekke’ye döndü. Onunla beraber Müslümanlardan yetmiş üç erkek ve iki kadın da Mekke’ye gitti. Bunların kimisi Evs ve kimisi Hazreç Kabilesi’nden idi. Neccâroğullarından Ebu Eyyûbi Ensari diye bilinen Hz. Halid de onlardan birisiydi.
Mekke’ye vardıklarında hepsi yine Akabe’de Resul-ü Ekrem (s.a.v.) ile buluştular. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Medine’ye göç buyurması meselesini konuştular. Resul-ü Ekrem (s.a.v.) onlara bazı ayet-i kerimeleri okuduktan sonra, nefislerini, çocuk ve eşlerini nasıl koruyup gözetirlerse, kendisini de öylece koruyacaklarını garanti etmek üzere onlardan kesin söz istedi.
Düşündüler taşındılar. “Ya Resulullah! Senin uğrunda ölürsek bize ne var?” dediler. Resul-ü Ekrem (s.a.v.) “Cennet var.” deyince, “Öyleyse elini ver.” dediler. Resul-ü Ekrem (s.a.v.) mübarek elini uzattı. Hemen biat ettiler, yani can verip cennet aldılar. Pek hayırlı bir alışveriş ettiler ve hemen dönüp Medine’ye gittiler.
Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v.) artık Medine’ye göç etmek üzere ashaba, izin verdi. Onlar da hemen göçe başladılar. Muharrem ve sefer aylarında vatanlarını terk ederek birbiri arkasından Medine’ye gittiler. Önce Habeşistan’a göçüp de sonradan Mekke’ye gelmiş ve kâfirlerin eza ve cefasından usanmış olan Ebu Seleme bin Abdül-Esed (r.a.) bu izni işittiği gibi, herkesten evvel kalkıp Medine’ye göç etti. Arkasından birçok Müslüman Medine’ye gitti.
Daha sonra Hz. Ömer, kardeşi Zeyd ve Abbas bin Reb’ia ile beraber yirmi kişi oldukları hâlde Medine’ye gittiler. Medine’nin avali denilen köylerinde kaldılar. Sonunda evvelce Habeşistan’a gidip gelenlerden, Hz. Peygamber’in damadı olan Osman bin Affan da gitti.
Mekke’de Resul-ü Ekrem ile birlikte ashaptan yalnız Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ali kaldı. Resul-ü Ekrem de göç etme niyetindeydi. Ancak kendisi için Allah’tan izin çıkmasını bekliyordu. Hatta Hz. Ebu Bekir, Medine’ye gitmek istedikçe Resul-ü Ekrem (s.a.v.), “Sabret… Umulur ki yüce Allah sana bir yoldaş verir.” diye buyururdu.
Ashap, arka arkaya Medine’ye göçtükçe Evs ve Hazreç kabileleri yer gösterip onları barındırırlar, pek sayarlar ve onlara yardım ederlerdi. Din uğrunda, bu şekilde vatanlarını terk ederek göçen ashaba “muhacirun”, Medineli olup da onları bu şekilde ağırlayıp İslam dinine yardım eden ashaba da “ensar” denirdi. Gerek muhacirun ve gerek ensar, hepsinden Allah (c.c.) razı olsun ki İslam dinine gerçekten çok büyük hizmetleri olmuştur.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Hicret Etmesi
Kureyş müşrikleri baktılar ki Evs ve Hazreç kabileleri iman etti. Böylece İslam Medine’de kuvvet bulup yerleşti. Onların Akabe’deki biatlerinden sonra, ashap da arkalarından gitti ve hemen bir iki ay içinde çoğu Medine’ye gidip onlarla birleşti.
Müşriklerin akılları başlarına geldi ki Resul-ü Ekrem de onların yanına giderse Medine’de büyük bir İslam kuvveti doğacak ve Kureyş’in Şam yolunda pek önemli bir geçit yeri olan Medine yolu Müslümanların elinde kalacak. Kureyş ileri gelenleri bunları düşündükçe telaşa düştüler ve hemen danışma için Dârü’n-Nedve’de toplandılar. Dârü’n-Nedve, Kusay bin Hakim’in evidir ki yukarıda anlattığımız gibi Kusay, şurada burada dağılmış olan Kureyş kabilelerini toplayıp kuvvet bularak Mekke başkanlığını kazanmış olduğundan onun evi, danışma yeri yapılmıştı. Ne zaman Kureyş’in önemli bir işi olsa orada toplanıp görüşme yaparlardı.
Bu sefer de orada toplanıp, “Muhammed için ne tedbir almak lazım gelir?” diye aralarında görüştüler. Her biri bir söz söyledi. Bazıları, “Onu hapsedelim.” dediler. Münasip görülmedi. Bazıları, “Bir tarafa sürgün edelim.” dediler. Bu da kabul görmedi.
Sonunda en büyük müşrik Ebu Cehil, “Onu öldürmekten başka çare yoktur. Her kabileden birer adam gidip, hepsi birden vurarak öldürmeli ki katil belli olmasın. O zaman Beni Haşim çaresiz kalıp diyete razı olacak. Bu şekilde iş biter ve kan davası da olmaz. Kabileler içinde konu kapanıp gider.” dedi. Diğerleri de onun görüşünü kabul edip uygun gördüler.
Bu kararın yerine getirilmesi için birtakım kötü kişiler ayrılıp seçildi. O gece Hz. Muhammed’in (s.a.v.) evinin önünde durup, onun uyumasını beklediler. Kâfirlerin ileri gelenlerinden Ebu Cehil, Hakem İbni As, Ebu Leheb, Ümeyye İbni Halef, Ubeyye İbni Halef ve benzeri başları da onlarla beraberdi. Cebrail (a.s.) gelip durumu Resul-ü Ekrem’e haber verdi. Medine’ye hicret etmek üzere izin verildiğini ve Hz. Ebu Bekir’i birlikte götürmeye memur olduğunu bildirdi.
Resul-ü Ekrem (s.a.v.) hemen Hz. Ali’yi çağırdı ve kendisinde şunun bunun emanetleri olan eşyayı verdi. “Ey Ali! Ben, Medine’ye gidiyorum. Bu emanetleri sahiplerine ver. Ondan sonra sen de durma gel fakat şimdi benim yatağıma yat ki müşrikler beni yatıyor sansınlar.” diye buyurdu.
Hz. Ali, Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) döşeğine yattı ve Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) yeşil hırkasını kendi üzerine örttü.
Resul-ü Ekrem (s.a.v.) hemen bir avuç toprak aldı ve Yasin Suresi’nin evvelinden “Ve ceâlnâ min beyni eydihim şedden ve min halfihim şedden feağşaynâhüm fehüm lâ yübsirûn.” ayetini sonuna kadar okudu. O toprağı kapısının önünde bekleyen müşriklerin üzerine saçtı ve içlerinden çıkıp gitti. Kör gibi bakıp durdular ve onu göremediler. Bir süre sonra kendilerinden olan biri geldi, “Burada ne bekliyorsunuz?” dedi. “Muhammed’i bekliyoruz.” cevabını verdiklerinde, “Muhammed, sizin başınıza toprak saçıp, içinizden kaçıp gideli epey zaman olmuş. Hele bir kere kılığınıza bakınız.” diyerek onlarla alay etti. Birbirilerine bakıp üzerlerinin toz toprak içinde kalmış olduğunu gördüler. Fakat evin içerisine bakıp Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) döşeğinde birinin yattığını görünce, “İşte Muhammed yatıyor.” deyip durdular. Sonra yataktan Hz. Ali kalktı. Onu görür görmez neye uğradıklarına şaşırdılar. “Muhammed nerede?” diye sordular, Hz. Ali, “Bilmem.” deyince, o kötü niyetli kişiler şaşırıp ne yapacaklarını bilemediler.
Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) böyle gözlerden kayboluvermesi Kureyş’in ileri gelenlerine pek güç geldi. Mekke’yi altüst edip Hz. Muhammed’i (s.a.v.) bulamadıkları için canları pek sıkıldı. Hemen, “Muhammed’i her kim bulup getirirse yüz deve veririz.” diye her tarafa duyurdular.
İçlerinde ne kadar hırsız, kanlı, hayır ve şerrini bilmez delikanlı varsa, kimi kılıçlar ve kimi sopalarla Mekke dışına çıkıp etrafa koşuştu. Resul-ü Ekrem (s.a.v.) ise o gece evinden çıkıp gizlendi ve her nerede kaldı ise kaldı. Ertesi gün öğleyin Hz. Ebu Bekir’in evine gitti, kapısı önünde durdu. Dinin gereği üzere, “İçeri girmeye ev sahibinin izni var mı?” diye seslendi. Hz. Ebu Bekir, “Buyurunuz ey Allah’ın elçisi.” deyince Resul-ü Ekrem (s.a.v.) içeri girdi ve Allah tarafından göçe izin verildiğini bildirdi.
Hz. Ebu Bekir, “Ben de birlikte miyim?” diye sordu. Resul-ü Ekrem, “Evet.” cevabını verdi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile birlikte göç edeceğine o kadar sevindi ki gözlerinden sevinç gözyaşları aktı. Hemen evinde bulunan develerden birini Resul-ü Ekrem’e (s.a.v.) sundu. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Pekâlâ, ama şimdi hediye kabul etmem, satın alırım.” dedi ve hemen parasını ödedi.
O deveyi Hz. Peygamber (s.a.v.) için, başka bir deveyi de Hz. Ebu Bekir için hazırladılar. Kılavuzlukta usta olan Abdullah bin Ureykit’i kılavuzluk etmek üzere ücretle tuttular. Develeri, belli bir vakitte Mekke’nin alt tarafında ve yaklaşık olarak bir saat uzaklıkta olan Sevr Dağı’na götürmek üzere Abdullah ile sözleşerek ona emanet ettiler.
O gün Hz. Muhammed (s.a.v.) akşama kadar Hz. Ebu Bekir’in evinde oturdu, geceleyin Ebu Bekir’le beraber çıktılar ve Sevr Dağı’na gittiler. Sevr Dağı’nda ıssız bir mağara vardı. Oraya girdiler. O anda Allah’ın (c.c.) emriyle bir örümcek gelip, o mağaranın ağzına ağını ördü. Bir çift yabani güvercin de gelip yuva yaptı ve yumurtladı.
Kureyş’in etrafa gönderdiği adamlar gelip Sevr Dağı’nın her tarafını dolaştılar. Bir kısmı da Ümeyye bin Halef ile beraber o mağaranın ağzına geldi. “Şu mağarayı da arayalım.” diye birbirleriyle söyleştiler. Ümeyye bin Halef, “Allah akıllar versin. Orada ne işimiz var? Orada Muhammed doğmadan bu örümcekler ağ germiş. Ayrıca güvercinler de yuva yapmış.” deyince hepsi dönüp gittiler.
Hâlbuki mağara ağzına geldiklerinde içeriden Resul-ü Ekrem (s.a.v.) ile Hz. Ebu Bekir onları görüyorlardı. Fakat onlar bu iki kişiyi görmezlerdi. Öyle ki onlar mağara yakınına geldiklerinde Hz. Ebu Bekir, pek endişelenerek, “Ey Allah’ın resulü, beni öldürürlerse ne gam… Ben bir kişiyim, ama Allah göstermesin sana bir zarar gelirse bütün ümmetin mahvolmasına sebep olur.” deyince, Resul-ü Ekrem, “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” diye teselli etti.
Onlar geri dönüp gittikten sonra Hz. Ebu Bekir, “Ey Allah’ın resulü, eğer içlerinden birisi şöylece önüne bakıverseydi bizi görürdü.” deyince, Resul-ü Ekrem, “Ya sen ne sanıyorsun? O iki arkadaş hakkında ki onların üçüncüsü Allah’tır.” diye buyurdu.
Hz. Ebu Bekir, mağaraya girdiğinde bir delik gördü. Oradan yılan ve çıyan gibi bir zararlı hayvan çıkıp da Resul-ü Ekrem’e zarar ve ziyan vermesin diye onu ayağıyla tıkayıp oturdu. Resul-ü Ekrem de ona dayanıp uykuya daldı. Hâlbuki o delikten bir yılan çıktı ve Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) ayağını soktu. Fahr-i Âlem (s.a.v.), uykudan uyanıp da rahatsız olmasın diye Hz. Ebu Bekir ayağını çekmedi. Fakat canı acıyıp gözlerinden yaş aktı ve gözyaşları Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) mübarek yüzüne damlayınca, Efendimiz uykudan uyandı, “Ne var ya Ebu Bekir?” diye sordu. O da “Ey Allah’ın elçisi, ayağımı bir şey soktu. Ama zararı yok. Anam babam sana feda olsun.” diye cevap verdi. Resul-ü Ekrem (s.a.v.) kalktı, yılanın soktuğu yere tükürdü. O anda acısı geçti ve Hz. Ebu Bekir şifa buldu.
Hz. Ebu Bekir’in azatlı kölesi Amir bin Füheyre, Sevr Dağı’nda bir sürü koyun güder ve geceleri sağıp mağaraya bir miktar süt götürürdü. Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdullah da geceleri gizlice o mağaraya gelip Kureyş’in hâl ve hareketlerine dair haberler getirirdi. Resul-ü Ekrem ile mağara arkadaşı olan Hz. Ebu Bekir, üç gece bu hâl üzere o mağarada kaldılar. Daha Sonra kılavuzları olan Abdullah bin Üreykit develeri getirdi. Bindiler, onu ve Amir’i de beraber aldılar ve sahil yoluyla giderek Kudeyd denilen yere ulaştılar. Orada yaşayan Ebu Ma’bed’in çadırı önünden geçerken satın almak üzere, “Hurma yahut başka yiyecek bir şey var mı?” diye sordular. Ebu Ma’bed, orada yoktu fakat karısı Âtike oradaydı. “Yiyecek bir şey yoktur.” diye cevap verdi. Resul-ü Ekrem (s.a.v.) bir tarafta bir koyun gördü, “Bu nedir?” diye sordu. Âtike, “Bir zayıf koyundur ki yürümeye takati olmadığından sürü ile gidemeyip kalmış.” deyince Efendimiz (s.a.v.) “İzin verirsen sağalım.” diye buyurdu. Âtike, ne desin? “Sürü ile otlamaya gidemeyen bir zayıf hayvandan ne çıkar?” diye karşılık verdi ama misafirin isteğini reddetmek uygun kaçmayacağından, “Pekâlâ onda süt bulursan sağıver.” dedi.
Resul-ü Ekrem (s.a.v.) o koyunu tutup memesini sağdı ve “Bismillahirrahmanirrahim.” dedi. Koyunun sütü gelince bir büyük kap istedi ve koyunu sağdı. Kap doldu. Önce Âtike’ye ve sonra orada bulunanlara doyuncaya kadar içirdi ve en son kendisi içti. Tekrar sağdı, yine içtiler. Üçüncü defa sağıp onu Âtike’ye bıraktı. Oradan kalkıp mağara arkadaşı olan Ebu Bekir’le (r.a.) beraber yola koyuldular.
Aradan çok zaman geçmeden Ebu Ma’bed geldi. O kap içindeki sütü gördü, “Bu ne?” diye sordu. Karısı Âtike, “Allah’a yemin ederim ki buraya bir mübarek adam geldi. Koyunu böyle sağdı.” diyerek olup biteni olduğu gibi anlattı. Ebu Ma’bed, “Bunda bir iş var. O adamın şekil ve yüzü nasıldı?” diye sordu. Karısı da “Orta boylu, kara kaşlı, kara gözlü ve son derece nur yüzlü, güzel adamdı.” diyerek, peygamberin vasıflarını anlattı.
Kocası Ebu Ma’bed, “Allah’a yemin ederim ki bu senin dediğin kişi, Kureyş içinden çıkan peygamberdir. Eğer ben burada bulunsaydım ona uyardım.” dedi. Âtike’den rivayet edilir ki “O koyun Hz. Ömer’in hilafetinde ortaya çıkan kuraklık zamanına kadar yaşadı. Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken, biz onu akşam sabah sağardık.” demiş.
Resul-ü Ekrem’i ele geçirenlere Kureyş’in yüz deve vadettiği, Kinâne Kabilesi’nden, o taraflarda, çadırda yaşayan Müdlicoğulları Aşireti içinde duyulmuş ve kıyı yolundan iki deve ile dört kişinin geçip gittiği de işitilmişti.
Bunun üzerine Müdlicoğullarından Sürâka yüz deve tamahına düşmüş, atına binip onların peşine takılmıştı. Onlar ise Kudayd denilen yerde henüz Âtike’nin çadırından çıkarken Sürâka, onlara yetişti. Hz. Ebu Bekir, “Eyvah ey Allah’ın elçisi! Tutulduk!” diyerek telaşa düştü. Hz. Muhammed (s.a.v.), “Endişe etme, Allah bizimle beraberdir.” diye teselli ederken Sürâka gelip çattı. Ama atının ayakları dizlerine kadar yere battı. Sürâka, “Ey Muhammed! Dua et kurtulayım. Boynuma borç olsun ki geriden gelen arayıcıları savıp uzaklaştırayım.” diye yalvardı.
Hâtemü’l-Enbiya dua etti. Yüce Allah da onun duasını kabul buyurdu ve Sürâka kurtuldu. Sürâka, bu şekilde uğramış olduğu beladan kurtulup onların yanına geldi. Üç gün kadar onların durumunu gizlemek üzere söz verdi. Kurnaz ve akıllı bir adam olan Sürâka, ileride İslam’ın kuvvetlenmesini düşünerek bir amanname istedi. Resul-ü Ekrem, Amir bin Füheyre’ye deri üzerine bir amanname yazdırıp Sürâka’ya verdi ve yoluna gitti.
Sürâka orada kaldı. Peygamberimizi aramak için gelenlere, “Ben buraları arayıp taradım, kimseler yok, başka tarafa bakalım.” diye onları geri çevirdi.
Daha sonra Ebu Cehil, Sürâka’nın onları bilerek geri çevirdiğini duyunca fena hâlde hiddetlendi. Hatta onu ayıplayan bir de şiir yazdı. Sürâka da ona, “Eğer atımın ayaklarının nasıl yere gömüldüğünü görseydin sen de Muhammed’in peygamberliğine iman ederdin.” diye şiirle cevap verdi.
Daha sonraları Ebu Bekiri’s-Sıddık Radiyallahü Anh Hazretleri de bu olaya dair bir güzel kaside söylemiştir.
Mekke’nin Fethi senesinde Resul-ü Ekrem, Huneyn Gazası’ndan döndüğünde; Sürâka o amanname ile peygamberimizin huzuruna gelmiş ve İslam ile müşerref olarak peygamberimizin iltifatına nail olmuştur.
Resul-ü Ekrem ona, “Ya Sürâka, nasılsın? Kisra’nın bileziklerini takınacağın vakit gelmiştir.” demiş ve “Sanki gözümün önünde gibi görüyorum ki Sürâka, Kisra’nın bileziklerini takınıyor.” diye buyurmuş idi. O vakit bu sözlerin manası gereği gibi anlaşılmamıştı. Sonra Hazreti Ömer’in hilafetinde, Kisra’nın malları ganimet olarak alınarak Medine’ye getirilip de bileziklerini Sürâka’nın takındığı vakit, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mucizelerinden olduğu meydana çıkmıştır. Nitekim yeri gelince açıklanacaktır. Biz yine konumuza gelelim.
Resul-ü Ekrem beraberindekiler ile beraber Kudeyd adlı mahalden ayrılıp giderken, yolda bir çobana rast gelip süt istedi.
Çoban, “Sağılır koyunum yok. Şurada bir keçi var, onun da sütü kalmadı.” dedi.
Hazreti Peygamber, “Onu getir.” diye buyurdu. Çoban da o keçiyi getirdi.
Resul-ü Ekrem, mübarek elini onun memesinin üstüne koydu, hemen sütü geldi. Hazreti Ebu Bekir kalkanını tuttu, kalkan süt ile doldu.
Fahr-i Âlem, onu Hazreti Ebu Bekir, Amir, Abdullah ve çobana içirdi. Ondan sonra yine sağıp kendi içti.
Çoban, “Sen kimsin? Ben senin gibi adam görmedim, ne olursun bana kendini anlat.” diye yalvardı.
Resul-ü Ekrem, “Eğer kimseye duyurmaz isen söyleyeyim.” diye buyurdu. Çoban da kimseye söylemeyeceğine söz verdi.
Fahr-i Âlem, “Muhammed Resulullah, dedikleri benim.” dediğinde çoban, “Ha, şu Kureyş’in dininden dönen kişi dedikleri sen misin?” dedi. Resul-ü Ekrem de “Elbette onlar öyle söyler ya!” diye buyurdu.
Çoban, “Ben şehadet ederim ki sen Hak peygambersin ve senin yaptığını kimse yapamaz, meğerki peygamber ola. Ben seninle beraber giderim.” dedi.
Resul-ü Ekrem, “Şimdi olmaz, sonra benim ortaya çıktığımı haber aldığın vakit gel.” dedi ve yoluna devam etti.
Hz. Ebu Bekir, pek çok kere Şam’a gidip gelmiş olduğundan yol üzerinde onu tanıyanlar çoktu. “Bu önündeki kimdir?” diye soranlara, “Kılavuzdur. Bana yol gösterir.” diye cevap verirdi.
Fakat Zübeyr bin Avvam (r.a.), Şam kafilesiyle henüz Medine’den çıkıp Mekke’ye gelirken onlara rast geldi ve Resul-ü Ekrem ile mağara arkadaşı Hz. Ebu Bekir’e ak ve yeni elbiseler giydirdi.
Zübeyr bin Avvam (r.a.) kafileyle Mekke’ye gelip işlerini bitirdikten sonra, o da Medine’ye göç etmiştir. Resul-ü Ekrem’in Mekke’den çıktığı daha önce Medine’de duyulunca Müslümanlar birkaç sabah Medine dışına çıkıp, sıcak basıncaya kadar Hz. Peygamber’in Medine’yi şereflendirmesini beklediler.
Yine bir pazartesi günü çıkıp çok sıcak bastırınca geri dönmüşlerdi. Bir iş için evinin damına çıkmış olan bir Yahudi, uzaktan Resul-ü Ekrem ile mağara arkadaşının ak elbiselere bürünmüş şekilde gelmekte olduklarını gördü ve “İşte beklediğiniz geliyor.” diye Müslümanları müjdeledi.
Müslümanlar silahlanıp o tarafa koşuştular ve Fahr-i Âlem’i büyük bir saygıyla karşıladılar. Peygamberliğin on dördüncü senesi ve rebiülevvel ayının başları idi.
Pek sıcak bir gündü ve Resul-ü Ekrem yorgundu. Medine’ye bir saat kadar uzaklığı olan Kuba köyüne indi ve Neccâroğullarından birinin evine kondu. Birkaç gün Kuba’da kalmak üzere karar verdi ve orada bir mescit yaptı.
Ondan önce Müslümanlardan bazıları, kendileri için mescit yapmışlarsa da Müslüman cemaati için ilk önce yapılan mescit, bu Kuba mescididir.
Resul-ü Ekrem’in Kuba’ya geldiğinde ensarın hepsi gelip Medine topraklarına ayak basmasını tebrik ettikleri sırada, Medine’nin en usta ve ünlü şairi olan Hassan bin Sabit de (r.a.) Hz. Muhammed’in şeref vermesine dair güzel ve övücü bir kaside söyledi ve onu bir şükrane olarak Fahr-i Âlem’e sundu.
Hz. Ali, Resul-ü Ekrem’den sonra üç gün Mekke’de kalıp, kendisine bırakılmış olan emanetleri sahiplerine verdikten sonra Mekke’den ayrılmıştı. Resul-ü Ekrem henüz Kuba’dayken o da gelip Kuba’ya erişti.
Sonra Resul-ü Ekrem, bir cuma günü kendi devesine bindi ve yüz kadar Müslüman ile beraber Kuba’dan kalktı, Medine’ye doğru yollandı.
Yolculuk esnasında sol tarafına saparak Beni Salim yurdunda Ranuna denilen vadinin üst tarafına indi ve orada çok belagatli bir hutbe okuyup cuma namazı kıldı. Hâtemü’l-Enbiya’nın ilk kıldığı cuma namazı budur. İlk hutbesi de burada verdiği hutbedir. Kısaca şöyledir:
“Ey halk! Sağlığınızda ahiretiniz için hazırlık görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki kıyamet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra yüce Allah ona diyecek. Ama nasıl diyecek? Tercümanı yok, perdedarı yok. Bizzat diyecek ki: ‘Sana benim resulüm gelip de bildirmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne hazırladın?’ O kimse de sağına soluna bakacak, bir şey görmeyecek. Önüne bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek. Öyleyse her kim kendisini velev ki bir yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecek ise hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, hiç olmazsa dua, niyaz ve salavat getirerek, yani kelime-i tayyibe ile kendisini kurtarsın. Çünkü onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir. Vesselamü alâ Resulullahi ve rahmetullahi ve berekâtühû…”
Resul-ü Ekrem, birinci hutbeyi bu şekilde tamamladıktan sonra, ikinci hutbeye de kalkıp şöyle buyurmuştu:
“Allah’a hamdolsun, Allah’a hamdederim ve ondan yardım isterim. Nefislerimizin kötülüklerinden ve fena işlerimizden Allah’a sığındık. Allah’ın doğru yola yönelttiğini, kimse çeviremez Allah’ın sapıklıkta bıraktığını da kimse doğru yola iletemez. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. O tek ve eşsizdir. Sözün en güzeli Allah’ın kitabıdır. Her kimin kalbini yüce Allah, Kur’an ile süslü kılarsa, onu sapıkken İslam’a sokar ve o da Kur’an’ı başka sözlere üstün tutar. İşte o kimse kurtulur. Doğrusu Allah’ın kitabı, sözlerin en güzeli ve en üstünüdür. Allah’ın sevdiğini seviniz, Allah’ı candan ve gönülden seviniz. Allah’ın kelamından ve onu tekrardan usanmayınız. Allah’ın kelamından kalbinize sıkıntı gelmesin. Çünkü Allah kelamı, her şeyin en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların seçkini olan peygamberlerin ve kıssaların iyisini mevzu eder, helal ve haramı açıklar. Artık Allah’a ibadet ediniz ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız. Güzel sözünüz de Allah’a doğru olsun. Aranızda Allah sözü ile sevişiniz. Muhakkak bilmelisiniz ki yüce Allah, sözünden dönenlere gazap eder. Vesselamü aleyküm.”
Akabe’deki biatle ensar, her ne zaman Resul-ü Ekrem, kendi şehirlerine gelirse, her şekilde onu korumak üzere söz verip yemin etmişlerdi.
Evvelce Resul-ü Ekrem, onların memleketine gelip bir süre Kuba’da kaldıktan sonra, bu sefer Medine’ye girmek üzere olduğundan, artık onların verdikleri söze uymak zorunda olacakları an gelmişti. Bunun içindir ki Resul-ü Ekrem, bu hutbenin sonunda yüce Allah’ın sözünden dönenlere gazap edeceğini belirterek hutbesine son vermiştir.
Resul-ü Ekrem öylece Ranuna’da cuma namazını kıldıktan sonra yine devesine bindi ve Medine şehrine yöneldi. Fakat kimin evine misafir olacağını kimse bilmiyordu.
Ensarın gerek ilk başta, gerekse sonraları muhacirlere yaptığı yardım, haklarında gösterdikleri saygı ve ev sahipliği doğrusu tarif edilmez derecedeydi.
Bu defa Hz. Peygamber’in Medine’ye gelişinde ise sanki düğün bayram derecesinde şenlik ettiler. O gün Medineliler için gerçekten büyük bir bayram günüydü. Çocukları sevinip sokaklarda, “Allah’ın elçisi geldi!” diye çağrışıyorlar, kadınlar damların üstüne çıkıp güzel güzel şiirler okuyorlar ve “Hoş geldiniz!” diye bağrışıyorlardı. Hangisinin evinin önünden geçse, “Buyurunuz ey Allah’ın elçisi!” diye evine davet ediyor ve devesinin yularından tutup döndürmeye çalışıyordu.
Onlar bu şekilde devenin yularına sarıldıkça Allah’ın elçisi, “Ona dokunmayınız, memurdur, Allah tarafından memur olduğu yere gidiyor. Durunuz bakalım, nereye gidecek?” diye engel olurdu ve Resul-ü Ekrem, devenin yularını bırakıp hiç dokunmazdı. O mübarek hayvan da sağa sola bakarak kendiliğinden giderdi.
Sonunda Malik bin Neccâr’ın evinin önündeki boş arsada çöktü, fakat durmayıp kalktı, tavus gibi süzülüp giderek Neccâroğullarından Halid’in yani Ebu Eyyûb Ensari’nin evinin önüne vardı ve orada çöktü. Ama durmayıp yine kalktı ve dönüp evvelki çöktüğü yerde çöktü ve hemen boynunu uzatıp bağırdı. Resul-ü Ekrem de “İnşallah konağımız burasıdır.” diyerek devenin üzerinden indi ve Ebu Eyyûb Hazretleri’nin evini şereflendirdi.
Hz. Halid, Zeyd bin Harise ile beraber devenin üzerindeki şeyleri alıp evine götürdü.
Ensarın en büyüğü olan Es’ad bin Zürare de (r.a.) teberrüken deveyi alıp kendi evine götürdü.
Hâtemü’l-Enbiya’nın şerefli gelişiyle Medine şehri mesut oldu ve nurla doldu. Vatanlarından ayrı düşüp de gönülleri üzgün olan muhacirlere taze can geldi. Ensarın da yüzü güldü.
O gün Medine halkı, Hz. Halid’in (r.a.) evine gelip Resul-ü Ekrem’i ziyaret ettikleri sırada, Yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selam da geldi ve dikkatle Hz. Peygamber’in yüzüne baktı, “Bu yüz yalancı yüzü değildir.” deyip, hemen Müslüman oldu.
Ensarın her biri, Resul-ü Ekrem’i kendi evine misafir etmek istiyordu. Hangisi tercih olunsa diğerlerinin üzülmesi hatırlara gelirdi. Hâlbuki konak yerini deve belirleyince kimsenin bir diyeceği kalmadı. Fakat o boş arsada çökmesinin sebep ve hikmeti neydi? Onu da anlatalım:
O arsa, Neccâroğullarından iki çocuğun, miras kalmış mülküydü. Resul-ü Ekrem, onu on miskal altına satın aldı. O miktar altını Hz. Ebu Bekir’e ödettirdi. O da bu parayı sahiplerine verdi.
Sonra Resul-ü Ekrem, kerpiç kestirdi ve kereste buldurdu. O arsada bir mescit yaptırmaya ve bir tarafında kendisi için odalar bina ettirmeye başladı. Daha sonraları zaman içinde nice yüksek binalar eklenerek bugünkü bayındır ve süslü “peygamber mescidi” işte bu camidir ve kapısı, devenin çöktüğü yerdir. Bu cami yapılırken Allah’ın elçisi, ashabıyla beraber çalışmış ve elleriyle kerpiç taşımıştır. Kâbe-i Mükerreme, müşriklerin elinde bulunduğu için, Resul-ü Ekrem, Medine’ye geldikten sonra Beytü’l-Makdis’e, yani Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılardı. Bunun için bu mescidin kıblesi Kudüs yönünde olmak üzere yapımına başlandı.
Resul-ü Ekrem’in kızlarından Rukuyye (r.a.), evvelce kocası Osman bin Affan (r.a.) ile birlikte Medine’ye göç etmişti.
Bu defa mescidin yapılmasına başlandıktan sonra, Resul-ü Ekrem’in diğer kızlarıyla hanımı Sevde’yi getirmek üzere kendi azatlıları olan Zeyd bin Harise ile Ebu Râfi’yi Mekke’ye gönderdi. Onlar da gidip Resul-ü Ekrem’in kızları olan Ümmü Gülsüm ve Fatıma’yla (r.a.) hanımı Sevde’yi (r.a.) ve Zeyd bin Harise’nin hanımı Ümmü Eymen ile oğlu Üsame’yi (r.a.) alıp Medine’ye getirdiler. Onlarla beraber Hz. Ebu Bekir’in oğluyla bütün ailesi de geldiler.
Resul-ü Ekrem’in büyük kızı Zeyneb’in (r.a.) kocası Ebu’l-As İbn Reb’i, henüz İslam’a girmemiş olduğundan Hz. Zeyneb, Mekke’den çıkamayıp geri kalmışsa da sonradan o da Medine’ye göç etmiştir.
Kısaca muhacirlerin hepsinin Mekke ile alakaları kesildi ve Resul-ü Ekrem’in gelmesiyle şereflenen ve aydınlanan Medine şehri, artık kendilerinin sevgili vatanları oldu.
Ama aradan çok geçmeden, Hz. Ebu Bekir ile Bilâl-i Habeşî (r.a.), sıtmaya yakalandılar. Sıtma tutarken, Mekke’nin hava ve suyunu hatırlayıp sayıklayarak hasretlerini belli ederlerdi. Bilâl-i Habeşî, Mekke’den çıkmaya sebep olanlara ve en çok Utbe bin Reb’ia, Şey-be bin Reb’ia ve Ümeyye bin Halef’e beddua ederdi.
Fahr-i Âlem de “Ya Rabbi! Sen bize Mekke gibi Medine’yi de sevdir ve burada bize bereket ve geçim genişliği ver.” diye Allah’a yalvarırdı. Yüce Allah da duasını kabul buyurdu ve Medine’yi muhacirlere sevdirdi.
Hatta Hz. Ömer (r.a.), “Ya Rabbi, bana senin yolunda şehitlik nasip et ve resulünün şehrinde ölmeyi takdir et.” diye dua ederdi.
Mescid-i Şerif ile yanındaki odaların yapılmasına kadar Resul-ü Ekrem, yedi ay süresince Ebu Eyyûb Ensari’nin (r.a.) evinde kaldı.
Ensar, her gün oraya, Allah’ın elçisi için, sırayla yemek getirirdi.
Resul-ü Ekrem’in şeref vermesine karşılık olarak ensarın her biri böyle bu şekilde yardım etmiş ve her biri bir şey vermiştir. Enes bin Malik’in annesi pek fakir olduğundan, hiçbir şey götürüp veremediğine üzülüp dururdu. Nihayet bir gün, on yaşında olan oğlu Enes’in elinden tuttu, götürüp, “Ey Allah’ın elçisi! Bu da size hizmet etsin.” diyerek bırakıp gitti. Ondan sonra Enes de (r.a.) Hz. Peygamber’in hizmetine devam etti.
Peygamber mescidi ile yanındaki odalar yapıldıktan sonra Resul-ü Ekrem, Ebu Eyyûb Ensari’nin evinden odalara taşındı.
Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) sevgili kızı olup, Mekke’deyken Resul-ü Ekrem’e nikâhlanmış olan Aişe’nin (r.a.) zifafı da o sırada oldu. Onun odasından Mescid-i Şerif’e bir yol açıldı. O zaman, Hz. Muhammed’in hicretinin üzerinden sekiz ay geçmişti.
Mescidin bir tarafında bir sofa vardı. Üstü sundurmalıydı, yani üstü kapalı, önü açık bir yer idi. Orada ashabın fakirleri yatardı. Onlara “ashab-ı suffa” denilirdi. Onların akşam yiyecekleri yoktu. Her gün akşam olunca bir kısmını Resul-ü Ekrem yanında tutar, diğerlerini ashabın evlerine paylaştırırdı. Her biri varıp bir evde yemek yerdi.
Resul-ü Ekrem, sadaka kabul etmeyip ancak hediye kabul ederdi. Kendisine sadaka diye gelen şeylere el sürmeyip onları suffa ashabına verirdi. Gelen hediyelerden de onlara hisse ayırırdı.
Ashab-ı suffa, daima mescitte hazır bulunurdu ama öteki ashap, namaz zamanı mescide gelerek Hz. Peygamber ile birlikte namaz kılıp giderdi.
Sonra ezan okumak uygun görüldü. Namaz vakti olunca Bilâl-i Habeşî (r.a.) ezan okurdu. Ashap da onu işitir işitmez camiye toplanırdı.
Bu sene Mekke’de müşrik reislerinden As bin Vâil ile Velid bin Mugire dünyadan göçüp ceza yerine gittiler.
Medine-i Münevvere’de de ensarın en büyüklerinden olan Es’ad bin Zürare ile Berâ (r.a.) dünya sıkıntısından geçip, İslam’a yaptıkarı hizmetin bol bol mükâfatını almak üzere ahirete gittiler.
Bu seneye Senetü’l-İzin, yani Ruhsat Yılı denilir. Başında Mekke’den Medine’ye göç etmek üzere ashaba izin ve ruhsat verildi. Onlar da hemen muharrem ayında göçe başlamış ve arka arkaya Mekke’den Medine’ye gitmişlerdir. Nihayet Resul-ü Ekrem de safer ayında Mekke’den çıkıp, rebiülevvel ayında Medine’ye ulaşmıştı.
Sonradan bu sene, muharrem ayının başı İslam tarihinin başlangıcı sayılmıştır. İşte Hicret tarihi dediğimiz budur. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğumunun elli dördüncü ve Hz. İsa’nın doğuşunun altı yüz yirmi ikinci yılıdır.
Müslümanların tamamen Mekke’den çıkıp gitmeleri, ilk bakışta müşriklerce bir çeşit başarı sayılıyordu. Mekke’nin, artık yabancılardan boşalmış olarak kendilerine kaldığını sanıyorlardı.
Hâlbuki Medine’de muhacirlerin yerleşip, ensar ile birleşmesiyle müşriklerin aleyhine büyük bir ordu toplanıyordu.
Hakikat gözüyle bakanlara bu senenin muharreminin başlangıcı, kâfirlere karşı Müslümanların elinde yalın kılıç bir zafer silahı gibi görünüyordu.
İlk zamanlarda ashaptan bazıları, “Kâfirlerin niçin bu kadar eza ve cefalarını çekelim?” diyerek kendilerine saldıran kâfirlere silahla karşı koymak üzere izin istedikçe, Resul-ü Ekrem, “Şimdilik savaşa izinli değilim.” derdi. Bu sene kâfirlerle çarpışmak için Müslümanlara izin verildi.
Çünkü Evs ve Hazreç kabileleri iman edince İslam dini kuvvet bulmuş ve Müslümanların kudreti, müşriklerle savaşabilecek kıvama gelmişti.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hicretinden beş altı ay sonra, zaman zaman muhacirlerden birer birlik kurulur ve Resul-ü Ekrem’in amcası Hz. Hamza İbni Abdül-Muttalib ve amcasının oğlu Hz. Ubeyde İbni’l-Haris İbni Muttalib İbni Abdi Menaf gibi ashabın büyüklerinden biri kumandan tayin edilirdi. Beyaz bir bayrak verilerek bu birlikler Mekke müşriklerinin kervanlarına saldırmak üzere Medine’den çıkarılır oldu.
Hicret’in ikinci yılının safer ayında Resul-ü Ekrem altmış kişilik bir muhacir grubu ile Medine’den çıktı ve Sa’d bin Ubade’yi Medine’de vekil bıraktı. Sancağı amcası Hz. Hamza’ya (r.a.) verdi. Hemen Medine ile Mekke arasında olan Veddân ve Ebvâ köylerine doğru yürüdü.
Bu seferden maksat o yerden geçip giden bir Kureyş kervanına yetişmek ve Kinâne Kabilesi’nden olan Zamreoğulları Aşireti’ni itaat altına almak idi. Hâlbuki Ebva köyüne varılınca kervanın savuşup gitmiş olduğu anlaşıldı. Zamreoğulları şeyhi gelip aman diledi. Resul-ü Ekrem de bundan sonra Müslümanların düşmanlarına yardım etmemek ve icabında Müslümanların tarafını tutmak üzere Zamreoğulları ile bir anlaşma yaptı ve kendilerine bir de amanname verdikten sonra Medine’ye döndü.
Daha sonra Ebu Süfyan’ın bir kafile ile Mekke’den çıkıp Şam’a gittiği işitilince yine Hicret’in ikinci yılının cemâdi’l-û’lasında Resul-ü Ekrem (s.a.v.) yüz elli kadar Müslüman ile Medine’den çıktı. Bu defa Ebu Selem İbni Abdi’l-Esed’i Medine’de vekil bıraktı. Bayrak yine Hz. Hamza’nın (r.a.) omuzundaydı.
Yenbu tarafında Uşeyre denilen yere vardılar. Kureyş kervanının yine savuşup gitmiş olduğu haber alındı. Hemen Kinâne’den, orada oturan Müdlicoğulları ile barış yapıldı. Onlara da Zamreoğulları gibi bir amanname verildikten sonra Medine’ye dönüldü.
Birkaç gün sonra, Mekke taraflarında göçer olan Kureyş kabilelerinden ve Fihr bin Malik’in soyundan Kürz İbni Câbiri’l-Fihri’nin, müşriklerden bir grupla Medine yakınlarına gelip, Medine halkının hayvanlarını yağmalamış olduğu haberi alındı. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem hemen Zeyd bin Harise’yi Medine’de vekil bıraktı ve bayrağı Hz. Ali’ye verip muhacirlerden bir grup ile Medine’den çıktı ve Kürz İbni Câbiri’l-Fihri’nin peşine düştü. Kürz ise sapa yollardan savuşup gitmiş olduğundan, Resul-ü Ekrem ona yetişemeyip geri döndü.
Daha sonra Resul-ü Ekrem’in hâlâ çocuğu olan Abdullah İbni Cahşi’l-Esedi, on kadar muhacir ile Kureyş’in durumunu anlamak için Mekke taraflarına gönderilmiştir. Recep ayının sonlarında Mekke ile Taif arasında Batni Nahle denen yerde, Kureyş’in, Taif’ten Mekke’ye gelmekte olan bir kervanına rastladılar. Reisleri Amr İbni Hadremî olup, Osman bin Abdullah ile Hakem bin Keysan da beraberinde bulunuyordu. Müslümanlar Amr İbni Hadremi’yi öldürdüler ve Osman ile Hakem’i de tuttular. Diğer arkadaşları kaçtı. Abdullah İbni Cahşi’l-Esedi de bu iki esiri ve kervanda bulduğu eşyayı aldı. Arkadaşları ile beraber sağ salim, üstelik ganimetlerle Medine’ye geri döndü. İşte Müslümanların ilk aldıkları ganimet budur.
Osman bin Abdullah, daha sonra bedel vererek esirlikten kurtuldu. Hakem bin Keysan ise İslam’la şereflenip Medine’de kaldı. Müslümanların böyle Mekke yakınlarına kadar gidip de kervan vurmaları Kureyşlilere pek dokundu.
Bu yılın şaban ayında ise kıble, Kudüs’teki Beytü’l-Makdis’ten Kâbe’ye çevrildi. Yani, Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılınırken, bundan sonra Kâbe’ye doğru namaz kılınması emrolundu. Böylece Müslümanların yüzü Mekke’ye döndü. Beş vakit namazda muhacirlerin asıl vatanları olan Mekke hatırlarına gelir oldu. Mekke müşriklerine karşı üstünlük sağlama arzusu, gönüllerde kuvvetle yer etmeye başladı. Bu ana kadar Medine’den şuraya buraya gönderilen askerler, hep muhacirlerden olup, ensardan şimdiye dek savaş için çıkan olmadıysa da muhacirlere baktıkça onlara da din uğrunda çarpışma arzusu gelmeye başladı.
Bununla beraber Evs ve Hazreç kabileleri içinde birtakım münafıklar vardı. Bu münafıkların başı Abdullah İbni Ubeyy İbni Selûl idi. Çünkü Abdullah İbni Ubeyy İbni Selûl, Hazreç’in ileri gelenlerinden olup, Medine’de sözü geçen biri olduğu hâlde İslam’ın çıkışından sonra eski nüfuzu kalmadı. O da hasedinden dolayı İslam aleyhine düştü. Diğer münafıklar ile birlikte Yahudilerle birleşip gizlice fitne ve fesattan geri kalmazdı. Ama açıkça muhalefete cesaret edemezdi. Çünkü İslam’ın kudret ve kuvveti olgunlaşmıştı. Bu yılın ramazan ayında oruç tutmak farz oldu. Aynı ramazan ayı içinde Bedir Savaşı meydana geldi. Bedir’deki zaferle Müslümanların yüzü güldü ve Mekkeli putperestlerin kuvveti kırıldı.
Hz. Peygamber zamanında yapılan savaşların hepsini etraflıca yazmaya bu kitabın sayfaları yetmez. Fakat en önemli savaşları kısaca anlatalım ve hemen Bedir Savaşı’ndan başlayalım. Çünkü Müslümanların rahat bir nefes almasına ve İslam dininin hızla her tarafa yayılmasına sebep, işte bu büyük savaştır.

Bedir Savaşı
Bedir Savaşı, Hicret’in ikinci yılının ramazanında meydana geldi. Önceden düşünülüp hazırlık yapılmış bir muharebe değildi, tevafuk olarak meydana gelen önemli bir olaydı.
Yukarıda anlattığımız gibi Mekke’den Şam’a giden Kureyş kervanına yetişmek üzere Resul-ü Ekrem, Medine’den çıkıp, Uşeyre denen yere kadar gitmiş fakat o kervana rastlayamamış ancak Müdlicoğullarını itaat altına alarak Medine’ye dönmüştü.
Bu kervanın başı Ebu Süfyan olup Şam’dan epeyce mal alarak geri döndü. Amr bin As da Ebu Süfyan ile beraberdi ve yanlarında ancak elli kadar adam vardı. Böyle yüklü mal ile Şam’dan çıktıkları haber alınması üzerine Resul-ü Ekrem, o malları ganimet olarak ele geçirmeleri için ashabı cesaretlendirdi. Kervanın durumunu anlamak üzere Talha İbni Ubeydullah ile Said İbni Zeyd’i (r.a.) Şam tarafına gönderdi. Sonra Resul-ü Ekrem, ramazan başlarında Medine’den çıkıp, Revha denen yere vardı. Orada ordusunu teftiş etti, ufak çocukları, hasta ve sakat olanları geri çevirdi.
Bu seferde geride İbn-i Ümmü Mektûm (r.a.), peygamberin mescidinde imamlığa memur olarak Medine’de kalmış ve Ebu Lübâbetü’l-Ensari, Medine’nin korunması için vekil bırakılmıştı.
Medine’nin avali denilen köylerinde karışıklık olduğuna dair bazı şeyler işitildiğinden, Asım İbni Adiyyü’l-Aclani de (r.a.) Kuba ve avali köylerine hâkim tayin edilerek Kuba’ya gönderilmişti.
Affanoğlu Osman (r.a.), hanımı ve Resul-ü Ekrem’in kızı Rukuyye (r.a.) de hasta olduğundan, Resul-ü Ekrem’le birlikte gidemediği gibi, Ebu Ümâme’nin (r.a.) annesi ağır rahatsız olduğundan, Medine’de kalmak üzere kendisine izin verilmişti.
Ashabın diğer büyüklerinin tamamı Resul-ü Ekrem’le birlikte oldukları hâlde Revha’dan kalkılıp Safra Konağı’na yürüdüler. İslam askerleri üç yüz beş kişiydi. Altmış dördü muhacirlerden geri kalanı ise ensardan oluşuyordu. İçlerinde yalnız üç kişi atlıydı ki bunlar Mikdad İbni Esved, Zübeyr İbni Avvam ve Mersed Ganevî’ydi. Yanlarında yetmiş deve olup ashap bunlara sırayla binerlerdi. Hatta Resul-ü Ekrem, Hz. Ali ve Zeyd İbni Harise (r.a.) için bir deve tahsis edilmişti, üçü sırayla binerdi.
Muhacirlerin beyaz sancağını Mus’ab bin Umeyr taşıyordu. Ensarın da iki sancağı vardı. Biri Hazreç Kabilesi’ne, diğeri Evs Kabilesi’ne ait idi.
Daha sonraları dünyanın meşhur kıtalarında zafer bayrakları açıp da âlemi titreten Müslümanların ilk ordusu işte bu ordudur.
Resul-ü Ekrem’in kervan üzerine hareketini Ebu Süfyan önceden haber alarak, Zamzam İbni Amru’l-Gaffâri’yi haberci olmak üzere ücretle tutup Mekke’ye göndermiştir. O da süratli bir şekilde Mekke’ye varıp Kureyş’i telaşa düşürmüştü. Ebu Süfyan ise bu şekilde Mekke’ye haberci göndermekle beraber kıyı yolundan büyük bir süratle hareket ederek, Müslümanların Medine’den çıktığı sırada, o da kervanla Bedir yakınından savuşup gitmiştir.
İlginç bir olaydır ki Zamzam’ın Mekke’ye varışından üç gün önce Âtike binti Abdül-Muttalib rüyasında şöyle bir olay görmüştür: Deveyle Mekke’ye bir kimse gelmiş ve “Ey cemaat, üç güne kadar muharebe meydanına yetişiniz.” diye haykırdıktan sonra, Ebu Kubeys Dağı üzerine çıkarak büyük bir kayayı yerinden koparıp aşağı atmış ve o kaya, parça parça olup Mekke’nin her evine birer parçası isabet etmiş. Sabahleyin Âtike, bu rüyayı kardeşi Abbas’a anlatmış ve “Bu günlerde Kureyş’e büyük bir musibet isabet edecek.” diye yorumlayarak gizli tutmasını ihtar etmiş.
Abbas ise bunu gizlice Velid bin Utbe’ye, o da babası Utbe bin Reb’ia’ya ve o da bazı kimselere söylemiş. Bu sözler ağızdan ağıza yayılarak bütün Kureyş’in ileri gelenlerinin kulağına gitmişti. Bir gün sonra Utbe bin Reb’ia, kardeşi Şeybe, Ebu Cehil, Ümeyye bin Halef, Zem’a bin Esved, Ebul-Bahterî ve diğer Kureyş büyükleri, Kâbe’de toplanıp, Âtike’nin rüyasını konuşurlarken Abbas da onların yanına vardı.
Ebu Cehil, Abbas’a dönerek, “Kız kardeşinize ne zaman peygamberlik geldi? Ey Abdül-Muttaliboğulları, erkeklerinizde peygamberlik davası çıktığına kanaat etmeyip şimdi de kadınlarınız mı peygamberlik davasına kalkışacak?” yollu ileri geri konuşarak, bütün Abdül-Muttalib soyuna dokunacak sözler sarf etti.
Ebu Cehil’in bu sözleri, o gün bütün Mekke içinde yayıldı, hatta kadınların kulaklarına kadar erişti. Akşam olup da Abbas evine vardığında bütün Abdül-Muttaliboğullarının kadınları, onun başına toplandılar ve hepsi bir ağızdan, “Ebu Cehil’e niçin bu kadar yüz veriyorsunuz? Erkekleriniz hakkında söylemedik söz bırakmadığı yetmiyormuş gibi, şimdi de karılarınıza dil uzatmaya başladı. Buna da mı susacaksınız?” diye söylendiler. Kadınların bu davranışı Abbas’ın pek zoruna gitti. “Hele sabah olsun da gidip şu herife, Ebu Cehil’e çatayım ve dil ile de olsa öcümü alayım.” diye niyet etti.
Ertesi sabah Kâbe’ye gidip Ebu Cehil’in yanına doğru vardı ve onunla münakaşa etmeye bir bahane aradı. İşte o an, Ebu Süfyan’ın habercisi, yani Zamzam Gaffâri gelip, “Ey Kureyş! Çabuk yetişiniz. Yoksa Şam kervanı Muhammed’in eline düşer ve bunca mallarınız elden gider.” diyerek Âtike’nin rüyasında gördüğü gibi bağırıp çağırıyordu ve herkes onun sesine doğru koşup gidiyordu. Bunun üzerine Abbas’ın Ebu Cehil ile konuşmasına fırsat kalmadı. Onlar da bu haberin aslını anlama merakına düştüler ve habercinin yanına doğru koşuştular. Bütün Kureyş büyükleri habercinin başına üşüştü. Hemen Ebu Süfyan’a yardım etmek üzere halkı teşvike kalkıştılar.
Bilhassa Ebu Cehil, bütün Mekke halkını sefere katılmaya çağırıyor ve Süheyl bin Amr da halkın gayret ve hamiyet damarlarına dokunacak sözler sarf ediyordu. Sonunda Kureyş büyüklerinin hepsi hazırlandılar ve bütün dövüşçüleri ayağa kaldırdılar. Fakat Âtike’nin rüyası birçoklarını şüpheye düşürdü. Ebu Leheb, Müslümanlara çok büyük düşmanlık duyduğu hâlde kendisi gitmeye cesaret edemeyerek yerine birini tutup göndermeye karar verdi ve Ebu Cehil’in kardeşi As bin Hişam’ın zimmetinde olan dört bin dirhem alacağına karşılık, onu kendi yerine tutup gönderdi.
Bu sırada Utbe İbni Reb’ia ile kardeşi Şeybe de geri kalmak istedilerse de yakalarını Ebu Cehil’in elinden kurtaramadılar. Kaldı ki Utbe, Ebu Süfyan ile arasındaki akrabalık nedeniyle ona yardım için koşmak zorundaydı. Çünkü Utbe, Reb’ia’nın oğlu; Ebu Süfyan, Harp İbni Ümeyye’nin oğlu ve Ümeyye ile Reb’ia ise Abdi Şems İbni Abdi Menaf’ın oğullarıydı. Bundan başka, Ebu Süfyan’ın karısı olan meşhur Hind de Utbe’nin kızıydı. Ümeyye İbni Halef de ihtiyarlığından dem vurarak geri kalmak istedi ancak Ebu Cehil, bir sürme kutusu, Ukbe İbni Ebu Muayt da bir buhurdan alıp, Ümeyye’nin evine gitti. “Karılar gibi oktan ve kılıçtan çekinenlere bunlar yakışır!” diye üstüne yürümeleriyle o da birlikte sefere çıkmak zorunda kaldı.
Âtike’nin rüyasından dolayı Abbas ile Ebu Cehil’in arası bozulmuş ve belki bütün Abdül-Muttaliboğulları Ebu Cehil’e darılmışsa da zemzem dağıtma vazifesi ve Kâbe’nin tamir işi Abbas’a ait olduğundan, ona göre geri kalmak elinde değildi. Diğer Abdül-Muttaliboğulları da ister istemez Kureyş ordusuyla birlikte gitmek zorunda kaldılar.
Kısaca Ebu Leheb’den başka ne kadar Kureyş’in ileri gelenleri varsa, hepsi büyük bir kalabalık ile Mekke’den çıkıp gittiler. Ebu Süfyan ile Amr İbni As’a yardım için büyük bir hızla yola çıktılar. Mekke’deki Kureyşlilerin hepsi bu orduda bir arada idi. Yalnız Hz. Ömer’in kabilesi olan Adiyoğulları onlarla birlikte değildi. Bu ordu Mekke’den kalkıp da Bedir köyüne varıncaya kadar her konak yerinde Ebu Cehil ve sonra Safvan İbni Ümeyye, Süheyl İbni Amr, Şeybe İbni Reb’ia, Utbe İbni Reb’ia, Kays İbni Sabbabe, Abbas İbni Abdül-Muttalib ve Ebü’l-Buhterî, sırayla onar veya dokuzar deve kesip Kureyş askerini doyurdular.
Onlar Mekke’den kalkıp da Bedir’e gelirken Ebu Süfyan, kıyıdan savuşup kervanı kurtarmış olduğundan, ordunun geri dönmesi için haber göndermişti. Fakat Ebu Cehil’in kışkırtması üzerine Kureyşliler geri dönmeyip, Müslümanlardan intikam almak üzere Bedir’e kadar gelmişlerdi. Ama Zühreoğulları ile anlaşmış olan Übeyye İbni Şerikü’n-Naki, “Kervan kurtuldu. Maksadımız gerçekleşti. Artık geri dönmek lazım.” diyerek, Zühreoğullarından orduda bulunan kişilerle anlaşarak geceleyin ordudan çıkıp gitmişlerdi.
Adiyoğulları zaten ordu ile hareket etmemiş, Zühreoğulları da böylece ayrılmış olduklarından, Bedir Savaşı’nda bu iki kabileden de ölen olmamıştır. Ama öteki Kureyş kabilelerinin hepsi bu savaşta bulunarak hâl ve miktarlarına göre zarar ve ziyan görmüşlerdir.
Resul-ü Ekrem, Kureyş kervanının nerede olduğunu araştırmakta iken Safra Konağı’na vardığında Mekke’den öyle bir ordu çıkmış olduğu haberi alındı ve İslam ordusu, güç bir durumda kaldı. Çünkü elli kişiyle korunan bir kervanın üzerine gönderilmiş birlikler ile iyi hazırlanmış öyle bir orduya karşı çıkmak zor idi. Hâlbuki kervanın peşine düşülse uygunsuz bir yerde Kureyş ordusuna rastlama ihtimali vardı. Geri dönmekse utanılacak bir şeydi.
Bundan dolayı Resul-ü Ekrem, ashabını toplayarak düşüncelerini anlamak için onlara, “Ne dersiniz? Kervanın peşine mi düşmek istersiniz, yoksa Kureyş ordusuna karşı çıkmayı mı tercih edersiniz? Hele bu ikisinden birini yüce Allah bana vadetmiştir?” diye buyurdu.
Onlar da “Biz, kervan niyetiyle çıktık. Eğer böyle büyük bir ordu ile muharebe edileceğini bilseydik daha hazırlıklı çıkardık.” diye cevap verdiler ve kervan tarafına meyil gösterdiler. Resul-ü Ekrem onların bu cevabından alındı. Fakat Hz. Ebu Bekir, Hazreti Peygamber’in gönlünü alacak sözler söyledi. Hz. Ömer de ona katıldı.
Bunun üzerine Mikdad İbni Esved (r.a.) meydana çıkıp, “Ey Allah’ın elçisi! Allah’ın emri ne ise biz ona uyarız ve her hâlde seninle beraberiz. Allah’a yemin ederim ki dünyanın neresine gitsen, seninle beraber gideriz.” dedi. Resul-ü Ekrem, Mikdad’ın (r.a.) bu sözlerine pek ziyade memnun oldu. Fakat ensar, evvelce Akabe’de biat ettiği zaman, Resul-ü Ekrem, kendi şehirlerine gelirse, onu eş ve çocuklarından daha fazla, her şeyden esirgeyip sakınacaklarına söz vermişlerse de Medine dışında muharebe edeceklerine dair sözleşmeleri olmadığından, onların fikirlerini sormak lazım geldiğinden, onlara dönerek, “Sizler de bir fikir veriniz.” diye buyurdu.
Ensar tarafından Sa’d bin Muaz, “Ey Allah’ın elçisi! Bizleri mi murat buyuruyorsunuz?” diye sordu. Resul, “Evet.” diye buyurdu. Sa’d bin Muaz, “Ey Allah’ın elçisi! Biz sana inandık. Allah tarafından getirdiğin şeylerin hak olduğunu kabul ettik ve inandık. Sana itaat edip uymak üzere söz verdik, yemin ettik. Artık sen ne dilersen emret. Seni gönderen Allah hakkı için, denize girsen seninle beraber gireriz; hiçbirimiz geri durmayız. Biz düşmana karşı çıkmaktan çekinmeyiz. Muharebe sırasında geri dönmeyiz, bizi sadık ve sabrediciler olarak göreceksin. Yüce Allah’tan dilerim ki bizden memnun olacağın işler göstersin. Hemen Allah’ın lütfuyla bizimle dilediğin tarafa yürüyebilirsin.” deyince, Resul-ü Ekrem çok memnun olarak, “Öyleyse Allah’ın lütfuyla yürüyünüz.” diye buyurdu. Ordu Bedir köyüne doğru hareket etti.
Resul-ü Ekrem, “Size müjdelerim ki yüce Allah, bana iki topluluktan birini vadetti. Allah’a yemin ederim ki ben sanki Kureyş kavminin düşüp telef olacakları yerlere bakıyorum.” diye buyurdu. Bedir’e varıldığında ise “Burası falanın, şurası da filanın öldürüleceği yerdir.” diye mübarek eliyle gösterdi. Daha sonra hep öyle oldu. Hiçbirinin yeri şaşmadı, yani müşriklerden herhangi biri için bir yer gösterdi ise muharebe sırasında o müşrik orada düşüp can verdi.
İslam ordusu Bedir’e yakın yere vardı ve kumluk bir sahada ordu düzene sokuldu ki yürürken insanların ve hayvanların ayakları kayardı.
Önce Kureyş ordusu gelip, Bedir suyunu ele geçirdi. Bu nedenle Müslümanlar susuzluktan zahmet çekmeye başladı, şeytan da bazılarının kalbine susuzluktan kırılma vehmini düşürerek vesvese verdi.
Hâlbuki yüce Allah, o gece Kureyş ordusunun içine bir korku düşürdü ve Müslümanlara tatlı bir uyku verdi. Kureyşlilerin Müslümanlara göre kuvvetleri kat kat fazla iken onlar telaş ve endişe içindeyken, Müslümanlar emniyetle uyurdu.
Ertesi gün, ramazanın on yedinci cuma günüydü. Sabahleyin yağmurlar yağdı, seller aktı. Müslümanlar suya kandı. Bazılarının kalbindeki şeytani vesvese yok oldu. Yerler sertleşti ve yürüyüş kolaylaştı.
Hübâb İbni Münzir’in rey ve tedbiri üzerine ordunun yeri değiştirildi. Bedir köyünün en sonundaki kuyunun önünde ordu düzen kurdu ve yanında Müslümanlar için büyük bir havuz yapılarak içi su ile dolduruldu. Diğer kuyuların üzerine çer çöp atıldı. Böylece Kureyş ordusu susuz kaldı.
Sa’d İbni Muaz, Resulullah için hurma dallarından bir gölgelik yaptırdı.
Resulullah, mağara arkadaşı Hz. Ebu Bekir’le birlikte o çadırın altına girdi.
Sa’d İbni Muaz da (r.a.) kılıcını takınıp, ensardan birkaç kişi ile birlikte çadırın kapısında bekledi.
İşte o sırada Kureyş ordusu meydana çıkıp göründü. Müşrikler, zırhlara bürünmüş oldukları hâlde ileri yürüdüler. Bunların sayısı bin kadar olup, içlerinde yüz atlı ve yedi yüz develi vardı.
Sayıca Müslümanların üç mislinden fazla oldukları hâlde silah ve malzemece kuvvetleri kat kat fazlaydı. Üç bayrakları vardı. Birini Ebu Aziz Zürâre İbni Ümeyr, diğerini Nadr İbni Haris, üçüncüsünü de Talha İbni Talha taşıyordu. Harp meydanına geldiler ve yer tutup saf oldular.
Müslümanlar da onlara karşı saf olup durdu. Fakat ne garip bir manzara idi ki Ebu Aziz İbni Umeyr, Kureyş ordusunun birinci sancaktarı iken kardeşi Mus’ab İbni Umeyr, muhacirlerin sancaktarı idi. Kureyş ordusunun diğer eşrafı ve reisleri ile muhacirlerin çoğu -uzak veya yakın- hep birbirinin akrabası idi.
Kısacası Resul-ü Ekrem’in büyük düşmanları olan Ümeyye İbni Halef ve kardeşi Übeyye İbni Halef, Resul-ü Ekrem’in en eski atası olan Mürre İbni Ka’b’ın kardeşi Hasis İbni Ka’b’ın soyundan ve o zaman Ebu Süfyan’ın adı geçen kervanda yoldaşı olan Amr İbni As da Sehimoğullarından ve Sehimoğulları ise bunun gibi Hasis İbni Ka’b’ın soyundan oldukları hâlde ashabın büyüklerinden Hz. Ömer ve Said İbni Zeyd de (r.a.) Mürre’nin diğer kardeşi olan Adi İbni Ka’b’ın neslinden idiler.
Bütün ashabın büyüğü olan Hz. Ebu Bekir, yine ashabın büyüklerinden Talha (r.a.), Teym İbni Mürre’nin soyundandı. Resul-ü Ekrem’in en büyük düşmanı olan Ebu Cehil İbni Hişam ile Halid İbni Velid de Mahzûmoğullarından idi. Mahzûmoğulları ise Yakaza İbni Mürre’nin torunlarındandır.
Daha garip olanı da Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdullah (r.a.) kendi yanında ve diğer oğlu Abdurrahman ise Kureyş müşriklerinin arasında idi.
Nadr İbni Haris ki Resul-ü Ekrem’e çok büyük düşmanlığı vardı, hatta Resul-ü Ekrem Kur’an okurken, “Muhammed, size eski masalları söylüyor!” diye alay ederdi. O da Abdi Menaf’ın kardeşi olan Abdü’d-Dâroğullarından olduğu hâlde ashabın büyüklerinden Zübeyr İbni Avvam (r.a.) Abdi Menaf’ın diğer kardeşi olan Abdu’l Uzza evladındandır.
Yine kadınların efendisi Hz. Hatice, Abdül-Uzza evladından olup, kardeşi Nevfel İbni Huveylid ise İslam’ın büyük düşmanlarından idi.
Adı geçen kervanın başı olan Ebu Süfyan ve Resul-ü Ekrem’e büyük bir düşmanlığı olan Ukbe İbni Ebu Muayt da Ümeyye İbni Abdi Şems İbni Abdi Menaf’ın torunları idiler. Kureyş ordusunun en büyük reislerinden olan meşhur Utbe, Şeybe ve Reb’ia, İbni Abdi Şems İbni Abdi Menaf’ın oğulları oldukları hâlde muhacirlerin büyüğü olan Ubeyde (r.a.) ise Hars İbni Muttalib İbni Abdi Menaf’ın oğlu idi.
Utbe İbni Reb’ia’nın oğlu Velid kendi yanında ve diğer oğlu Ebu Huzeyfe Müslümanlar arasındaydı.
Önce Mekke emiri bulunan Abdül-Muttalib’in oğlu ve Resul-ü Ekrem’in amcası Abbas da Kureyş ordusunun en büyüklerinden olduğu hâlde harp meydanına gelince, karşısında büyük kardeşi Hamza İbni Abdül-Muttalib’i (r.a.) gördü. Haris İbni Abdül-Muttalib’in oğulları olan Ebu Süfyan ile Nevfel de müşriklerle beraberdi.
Abdül-Muttalib’den sonra kavminin başı olan Ebu Talib İbni Abdül-Muttalib’in oğlu Hz. Ali, savaş safında büyük kardeşi Akil İbni Ebu Talib’e karşı duruyordu. Resul-ü Ekrem’in kızı Zeyneb’in (r.a.) kocası olan Ebu’l-As İbni Râbi de edindiği peygambere hısımlık şerefini bir tarafa bırakarak Allah’ın elçisine karşı silah çekip geliyordu.
Araplar, sırf ırk ve soy gayretiyle çarpışırlarken, böyle aynı kavim ve kabileden olan birçok halkın iki grup olup da birbirine karşı saf bağlayıp durmaları Kureyşlilerin çoğunu kararsızlığa düşürdü. Bilhassa Abdül-Muttaliboğullarının harbe girişmeleri, sırf diğer Kureyş büyüklerinin zoruyla oldu. Hâlbuki karşılarında kardeş, amca ve dayı çocuklarını görür görmez, kendilerine kararsızlık ve şaşkınlık geldi.
İşte adı geçen Utbe İbni Reb’ia, bütün bunları fark ederek derin bir düşünceye daldı ve “Ey cemaat! Kim kiminle dövüşecek? Birbirlerinin kardeşini, amca oğlunu, veya dayı çocuklarını öldürecek… Sonra bunlar nasıl yüz yüze bakacaklar? Bu olur iş mi? Siz bu işten vazgeçiniz ve aradan çıkınız. Muhammed’i öteki Arap kabilelerine bırakınız. Eğer onlar Muhammed’i yenerlerse sizin de muradınız yerine gelmiş olur. Üstelik siz bir şey kaybetmiş olmazsınız.” diye Hakim İbni Huzam ile Ebu Cehil’e haber gönderdi.
Diğer yanda Ebu Cehil ise durmadan halkı harbe kışkırtıyor ve halkın gayret ve hamiyet damarlarına dokunacak sözler sarf ediyordu. Hatta o gün, atını mahmuzlayıp, harp safından ileri çıkarak, “Bizler, tek bir vücut gibi bir kalabalığız. Üzerine varılmaz ve yenilmez bir topluluğuz. Biz bugün Muhammed’den ve arkadaşlarından öç alacağız!” der idi. Üstün geleceğine asla şüphe etmiyordu.
Hakikaten İslam ordusuna göre Kureyş ordusunun maddi kuvveti kat kat fazlaydı ama Müslümanların manevi kuvveti çok yüksekti. Kureyş ordusunda çarpışmak istemeyenler çoktu. Kendilerine ırk ve soy gayretinden başka can verdirecek bir şey yoktu. Müslümanlar ise din gayretini her şeyden üstün tutarak, hepsi İslam birliği etrafında kenetlenmişlerdi. Şehit olduklarında gidecekleri yeri görür gibi bildiklerinden, onlara göre şehit olmaktan daha kıymetli bir devlet ve saadet yoktu.
İşte Ebu Cehil, bu inceliklerden habersiz olarak muharebeyi kazanmak için askerin çokluğunu yeter sanıyordu. O, “Muhammedileri öldürmeye lüzum yok… Onların ellerini arkalarına bağlayıp da Mekke’ye götüreceğiz.” derdi.
Bundan dolayı Utbe İbni Reb’ia’nin sözlerine gücenip, onun öğüdünü kötü bir niyete yorarak, onu azarladı, “Ebu Huzeyfe İbni Utbe’yi esirgemek için, bu suretle halkın fikirlerini bozuyor.” yollu, halkın gözünde Utbe’yi küçük düşürecek sözlerle fikrini çürüttü.
Batni Nahle’de Abdullah İbni Cahş olayında ölen Amr İbni Hadremi’nin kardeşi Amir İbni Hadremi de Ebu Cehil’in öğretmesi ve kışkırtmasıyla meydana çıkıp kardeşinin ismini anarak feryat etti. Aklınca kardeşinin kanını almak üzere Müslümanlar tarafına ok attı.
Tesadüfen Amir İbni Hadremi’nin oku, Hz. Ömer’in azatlısı olan Mihca’ya isabet etti ve o şehit oldu. O zaman Resul-ü Ekrem, “Mihca şehitlerin efendisidir.” diye buyurdu. İşte İslam ordusunda ilk önce yaralanıp şehit olan odur.
O zamanlarda iki taraf muharebeye girişmeden önce birer ikişer meydana çıkarak dövüşmek âdet idi. Buna mübareze ve dövüşenlere de mübariz denilirdi. Önce mübarizlerin meydana çıkmasıyla halkı cenge kızıştırmak âdet iken bu sefer Ebu Cehil’in kışkırtmasıyla Amir’in meydana çıkarak kardeşinin kanını dava etmesi ve Müslümanlara ok atması, mübarezeden evvel muharebenin kızışmasına ve araya kan düşmesine neden oldu.
Mahzumoğullarından Esved İbni Abdül-Esed, “Ya ben Muhammedilerin havuzundan su içerim ya da o havuzu yıkarım veya o havuzun yanında ölürüm.” diye yemin etti ve fedailik yolunda kılıcını çekerek, Müslümanların havuzuna doğru koştu.
Resulullah’ın aslanı Hz. Hamza (r.a.), o tarafa koştu ve havuzun yanında Esved’e yetişti. Hemen bir kılıç vurdu. Esved, arkası üzere düştü. Fakat aklı sıra yemini yerine gelsin diye kendisini havuza attı. Hz. Hamza da onu havuzda öldürdü.
Resul-ü Ekrem meydana çıkıp Müslümanların saflarını düzeltti. Bazıları saftan dışarıda duruyordu, mübarek elindeki asa ile hafifçe dokunarak onları sırasına getirdi ve “Ben emretmedikçe düşman üzerine hücum etmeyiniz. Fakat tam ok menziline geldiklerinde ok atınız.” diye emretti.
Kısacası iki tarafta da muharebe heyecanı son haddine ulaştı. Böylece Ebu Cehil’in istediği oldu.
Utbe İbni Reb’ia ise halkın gözünde küçük düştüğünden, namusunu kurtarmak için ileri atıldı ve hemen bir tarafına kardeşi Şeybe’yi ve diğer tarafına oğlu Velid’i aldı, meydana çıkıp mübariz istedi.
Neccâroğullarından Afra adlı hatunun yedi oğlu vardı. Yedisi de Bedir’de hazır idi. Onlardan ikisi, yani Avf ile Muaz adlarındaki gençler ve yine Hazreç Kabilesi’nden Abdullah İbni Revâha, onlara karşı çıktılar.
Utbe onlara, “Siz kimlersiniz?” dedi. Onlar da “Falan ve filanız.” diye cevap verdiler. Utbe, “Bizim sizinle bir işimiz yok. Biz amcamızın oğullarını isteriz.” diye onları reddetti. Çünkü Medine halkı, çiftçilikle geçinirdi. Kureyşliler ise büyük ticaretlerle meşgul oldukları için çiftçilere küçümseyen gözle bakarlardı.
Bunun için Utbe ve Şeybe, ensar ile mübarezeyi küçümseyip, “Ey Muhammed! Bize dengimiz ve akranımız olan amcamız oğullarını gönder!” diye bağırdılar. Resul-ü Ekrem de “Kalk ey Ubeyde, kalk ey Hamza, kalk ey Ali!” diye buyurdu. Üçü de kalkıp Ubeyde İbni Haris İbni Muttalib Utbe’ye; Hamza İbni Abdul-Muttalib, Şeybe’ye; Ali İbni Ebu Talib ise Velid’e karşı gittiler.
O zaman Ubeyde altmış üç, Hamza elli sekiz ve Ali yirmi bir yaşlarındaydı. Her biri yaşça karşısındaki hasmının dengi idi. Hepsi de Arap’ın en ileri gelen bahadırlarındandı. Bilhassa Hz. Hamza, Allah’ın heybetli bir aslanıydı. Hz. Ali, gerçi şimdiye kadar böyle büyük çarpışmalarda bulunmamıştı ama onun da bir aslan yavrusu olduğu yüzünden belliydi, Üçü de mübareze meydanına çıktı. Âdet üzere isim ve şöhretlerini söylediler.
Utbe ve Şeybe ile Velid de “Tam dengimiz ve akranımızsın, buyurunuz.” dediler ve hepsi birden kılıçlarını çektiler. Böyle Kureyş ulularından, bahadırlıkları meşhur olan altı büyük adamın kapışmaları, o vaktin hükmünce görülmeye değer olaylardan sayılırdı. Her iki taraf cenge hazırlanmıştı. Kiminin ok ve yayı elinde, kiminin eli kılıcının kabzasında olduğu hâlde iki taraf da bu yiğitlerin vuruşmalarını seyre daldılar. Hz. Ubeyde ile Utbe, birbirine bir iki hamle yaptılar… İki ihtiyar birbirini yaraladıysa da birisi ötekinin işini tamamlayamadı.
Hz. Hamza ve Ali ise birer hamlede hasımlarını öldürdüler ve dönüp Ubeyde’ye yardım ederek Utbe’nin de işini bitirdiler. Ubeyde’yi alıp Hazreti Peygamber’in yanına getirdiler. Ubeyde, ayağındaki kılıç yarasıyla, kanları akarak Hazreti Peygamber’in yanına gelince, “Ey Allah’ın elçisi! Ben şehit miyim?” diye sordu. Resul-ü Ekrem, “Evet.” diye cevap verdi ve yerinin “Firdevs Cenneti” olduğunu müjdeledi.
Bunun üzerine Ubeyde, memnun ve sevinçli olarak, İslam dini uğrunda ayağının kesilmesinden dolayı asla kaygılanmayacağına dair güzel ve dokunaklı şiirler söyledi. Fakat yarası ağır olduğundan, üç gün sonra Medine’ye götürülürken yolda cennete kavuştu.
Öte tarafta Utbe ve Şeybe ki Kureyş ordusunun en ileri gelen reislerinden, iki büyük kişi idiler ve bunların genç Velid’le birlikte harp meydanında düşüp kalmaları, diğerlerini ürküttü.
Ebu Cehil ise asla gevşeklik göstermeyerek, “Siz, Utbe ve Şeybe’ye bakmayınız. Onlar, gururla hareket ederek kendilerini tehlikeye düşürdüler.” diye kavmine cesaret veriyor ve “Hemen yürüyünüz!” diye emrediyordu.
O sırada Hz. Ebu Bekir, oğlu Abdurrahman’ı müşriklerin arasında görünce meydana çıkıp onunla çarpışmak üzere izin istediyse de Resul-ü Ekrem, “Ey Ebu Bekir! Bilmez misin ki sen benim görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin.” diyerek ona izin vermedi ve yanından ayırmadı.
İki taraf ilerlemeye ve birbirine yaklaşmaya başladı. Oklar ise iki taraftan durmadan yağıyordu.
Hazreç Kabilesi’nden Haris İbni Sürâka adlı genç, geride durarak ilerideki bahadırların çarpışmasını seyredenler içindeydi. Düşman tarafından atılan ve öndeki harp safının üzerinden geçen bir ok, ona dokundu ve zavallıyı şehit etti. İşte ensardan ilk önce şehit olan odur. İlerideki harp safında bulunan İslam gazilerinin üzerinden aşıp giden bir okun geride Haris’e dokunması hepsine ibret dersi oldu. Ecel oklarının öndekilerle arkadakileri ayırmadığı ve ileridekilerin tehlikesinin geridekilerin tehlikesinden fazla olmadığı anlaşıldı. Sonradan Harise’nin annesi olan Rubeyyi, Hazreti Peygamber’in yanına gelip, “Ey Allah’ın elçisi! Oğlum cennette ise kendime teselli verip sabredeyim, değilse ne yapayım?” diye sorunca, Resul-ü Ekrem, “Cennet bir değil, sayısızdır. Senin oğlun Cennetü’l-Firdevs’tedir.” diye buyurmuştur. Biz yine konumuza dönelim.
Resul-ü Ekrem, mağara arkadaşı ile birlikte çadırda bulunduğu sırada, “Ya Rabbi! Bana vadettiğin yardımı ver.” diye içten yalvararak dua ve niyaz ederken, kendisine hafifçe bir uyku geldi ve hemen gülümseyerek uyandı. “Müjde ey Ebu Bekir! İşte melekler ile Cebrail (a.s.) yardıma geldi.” diye buyurdu.
Sonra Resul-ü Ekrem, zırhını giyip, “Yakında o topluluk bozulup geriye döndürülür.” manasına gelen ayeti okuyarak çadırdan dışarı çıktı. Üst tarafındaki ayet ise “Yoksa Kureyş müşrikleri, biz toplu ve tek bir vücut cemaatiz mi derler?” manasındadır.
Yukarıda anlattığımız gibi, gerçekten Ebu Cehil, bu Bedir gününde, “Biz tek bir vücut olan, öç alıcı bir topluluğuz; bugün Muhammed’le arkadaşlarından intikam alacağız!” demişti.
Bu ayet ise daha Mekke’de iken inen ve gelecekten haber veren ayetlerdendir. Hz. Muhammed’in peygamberliğinin açık bir delili olan mucizelerdendir. Hatta Hz. Ömer’den rivayet edilir ki “Bu ayet inince, acaba hangi topluluk bozulacak? dedim. Bedir gününde Resul-ü Ekrem zırhını giyip de Seyühzemül cem’u ve yuvellineddübür, dediği zaman, muradın ne olduğunu anladım.” diye buyurmuştur.
Rivayet edilmiştir ki daha önce Medine yakınlarına kadar gelip de Medine halkının hayvanlarını sürüp götürmüş olan Kürz İbni Câbir-i Fihri’nin, çölde yaşayan Kureyş kabileleri ile bu sefer Mekke’deki Kureyşlilerin ordusuna yardım için geleceği, o gün işitildi. Hâlbuki Kureyş ordusunun kuvveti zaten Müslümanlara göre kat kat fazla iken çöl Araplarının da gelerek, onlara katılacak olması, kuvvetlerinin daha da çoğalacağına dair Müslümanları telaş ve endişeye düşürmüştür.
Bunun üzerine Allah tarafından melekler ile Müslümanlara yardım olunacağı müjdelendi.
Kürz İbni Câbir-i Fihri, hakikaten Mekke Kureyşlilerinin ordusuna yardım etme niyetinde bulunmuşsa da sonradan Kureyş ordusunun bozulduğunu haber aldığı gibi, yardımdan vazgeçmiştir.
Yine rivayet edilir ki o sırada benzeri görülmemiş çok sert bir rüzgâr çıkıp, göz gözü görmez olmuş. Bu ise meğer melekler ile Cebrail (a.s.)’ın gelişi imiş ki harp meydanına varmışlar. Ablak atlara binmiş insanlar gibi görünmüşler ve müşriklere karşı saf bağlayıp durmuşlar.
Şu da meşhur rivayetlerdendir: Kureyş ile Kinâne arasında vaktiyle muharebeler geçmiş olduğundan, bu sefer Kinâne Kabilesi fırsatı ganimet bilip, arkadan gelerek saldırmasın diye Kureyşliler endişe ederken, Kinâne şeyhlerinden meşhur Sürâka İbni Malik-i Müdlici bir bölük süvari ile Kureyş ordusuna gelip, “Ben de sizinle beraberim.” diyerek onlara cesaret vermiş.
Hâlbuki Sürâka, Haris İbni Hişam ile el ele tutuşup gezerlerken, öyle bir şiddetli bora ile melekler gelince, Haris’ten ayrılmış ve askerini alıp savuşmuştur. Onun savuşup gitmesi Kureyş Kabilesi’ni vehim ve telaşa düşürmüş.
Hatta Ebu Cehil bunun üzerine, “Siz Sürâka’ya bakmayınız. Onun Muhammed ile gizli anlaşması vardır. Muhammedileri bitirdikten sonra, dönüp de Kudeyd Konağı’na vardığımızda ben ona Muhammed’in taraftarlığının ne demek olduğunu öğretirim! Hemen siz yürüyünüz.” diye kavmine cesaret vermişti.
Kureyş ordusu bozulup da Mekke’ye vardıklarında, “Askerin bozgunluğuna Sürâka sebep oldu.” demişler. Sürâka ise bunu işittiğinde, “Allah’a yemin ederim ki ben sizin Bedir’e doğru yürüdüğünüzü duymadım fakat bozguna uğradığınızı işittim.” demiş. Meğer Sürâka şeklinde görünen iblis ve Müdlicoğullarından birtakım adamların suretinde görünenler ise iblisin yardımcısı olan şeytanlarmış.
Bir süre sonra Sürâka ve başkaları, İslam ile şereflendikleri zaman, bütün bunları aralarında konuşmuşlar ve şeytan işi olduğunu kesin olarak anlamışlardı. Biz yine konumuza dönelim.
O sırada Resul-ü Ekrem, avucuna ufacık taşlar alıp, “Yüzleri çirkin ve kara olsun!” diyerek düşmanların üzerine attı. O taşların her biri, müşriklerin gözlerine ve burun deliklerine girerek onları sersem etti. Bu hâl, Hazreti Peygamber’in mucizelerinden ve Kureyş ordusunun bozulmasını gerektiren manevi sebeplerdendir.
Bu gibi sebeplerden dolayı Kureyş ordusu sarsılmış olduğu hâlde Hazreti Peygamber, hamle ve hücum için emir verdi. “Her kim, bugün düşmandan yüz çevirmeyip de direnir ve şehit olarak ölürse yüce Allah, elbette onu cennete koyacaktır. Bugün şehit olanlara Firdevs Cenneti hazırdır. Ve onların gelişini, cennetin kapıcısı olan büyük melek Rıdvan beklemektedir.” yollu, hem doğru hem de dokunaklı sözlerle arkadaşlarını coşturarak, “Haydi şiddetle hücum ediniz!” diye buyurdu.
Hazreç Kabilesi’nden Umeyr İbni Hümam, hurma yerken cennet müjdesini işitince, “Cennete girmek için şu heriflerin elinde ölmekten başka bir şey lazım değil mi? Pekiyi!” diyerek elindeki hurmaları yere attı ve hemen kılıcını çekerek şehitliğin üstünlüğüne dair güzel ve dokunaklı şiirler söyleyip, düşman üzerine hücum etti. Geri dönmedi, pek çok müşrik öldürdükten sonra, kendisi de şehit olarak Firdevs Cenneti’ne gitti.
İslam ordusunda ok dışındaki bir silahla şehit olanların ilki Umeyr İbni Hümam’dır. Afra Kadın’ın büyük oğlu Avf da şehitlik derecesine erişmek için ona engel olabilecek zırhını sırtından çıkarıp attı. Hemen kılıcını çekerek düşman üzerine hücum etti. Müşriklerden birçoğunu öldürdü. Nihayet kendisi de şehit olup muradına erdi.
Ashaptaki diğer Müslümanların hepsi ileri koştular ve yer yer, hamle ve hücum ile düşmanın saflarını yırttılar. Özellikle Allah’ın Aslanı Hz. Hamza (r.a.), hangi kola hücum etse, düşman bölüklerini yarıp geçiyordu. Hz. Ali de ona uyarak önüne gelen müşrikleri kılıç ile ikiye biçiyordu.
Kureyş’in meşhur reislerinden Zem’a İbni Esved, Hz. Hamza ile Ali’nin karşısına çıkınca hemen öldürüldü. Kardeşi Akil İbni Esved de bu sırada öldürüldü.
Sehimoğullarının başlarından olan Ömer İbni As, Ebu Süfyan ile beraber olduğundan, bu hadisede bulunmadı ama Sehimoğullarının en büyük reislerinden olan dört kişi bu çarpışmada öldürüldü. Münebbih İbni Haccac-ı Sehmi’yi Ebu Yüsrü’l-Ensari, kardeşi Nebih İbni Haccac’ı Hz. Hamza ile Sa’d bin Ebu Vakkas, As İbni Münebbih İbni Haccac’ı ve bir de Ebu’l-As İbni Kays-ı Sehmi’yi Hz. Ali öldürdü.
Bunlardan başka Hz. Ali, Kureyş reislerinden Hz. Talha’nın amcası Amr İbni Osman İbni Ömerü’t-Teymi’yi, Hz. Hatice’nin kardeşi Nevfel İbni Huveylid’i ve Ubeyde İbni Said İbni As İbni Ümeyye’yi de öldürdü.
Ümeyyeoğullarının başı olan Ebu Süfyan, adı geçen kervan ile savuşup gitmiş olduğundan, bu büyük muharebede bulunmadı fakat oğlu Hanzale bu çarpışmada yer almış ve öldürülmüştü.
Kureyş’in meşhur reislerinden Ebu’l-Bahterî İbni Hişam da bu sırada Mücezzer İbni Ziyad’ın eliyle öldürülmüş oldu.
Müslümanların büyük düşmanı olan Ebu Cehil’i öldürmek övünülmeye değer bir hâl olduğundan, bütün ashap onunla karşılaşmak istiyordu. Hatta Ebu Cehil sanarak, Hz. Hamza, meşhur müşriklerden ve Mahzumoğullarından, Halid bin Velid’in kardeşi olan Ebu Kays İbni Velid’i ve Hz. Ali yine Mahzumoğullarından Abdullah İbni Münzir’i öldürdü.
Yine Kureyş büyüklerinden Ümmü Seleme’nin kardeşi olan Mesud bin Ümeyyetu’l-Mahzumi de Hz. Hamza’nın kılıcından geçti. Ebu Seleme’nin kardeşi olan Esved İbni Abdül-Esed de bu sırada öldürüldü.
Ebu Cehil ise yetmiş yaşında, gözü pek, korkunç yüzlü ve çok inatçı, lanetlenmiş bir herifti. “Anam beni bugün için doğurmuştur!” diye cesaretini belli eder ve hemen askerini harbe sürerdi. Kendi aşireti olan Mahzumoğulları yiğitleri, onun çevresini alıp sardıklarından yanına varılamazdı.
İki ordu birbirine kavuşacağı sırada Abdurrahman bin Avf harp saflarında olup, sağında ve solunda Neccâroğullarından birer genç bulunuyordu. Biri Abdurrahman bin Avf’ın kolundan çekerek gizlice ona, “Amca! Sen Ebu Cehil’i tanır mısın? Bana göstersene.” demiş ve İbni Avf, “Ne yapacaksın?” deyince, “Allah’a söz verdim. Ebu Cehil’i gördüğüm gibi, üzerine hamle edip ya onu öldüreceğim yahut bu uğurda öleceğim.” diye cevap vermiş. Öbür genç de bunun gibi Ebu Cehil’i sormuş ve İbni Avf, “Ne yapacaksın?” deyince, o da öbürünün söylediği şeyleri söylemiş, Abdurrahman bin Avf böyle korkulu zamanda rüzgârın sıcak ve soğuğunu görmemiş iki çocuk arasında kaldığını düşünürken, onların bu cesurca sözlerinden hayrette kalmıştı. İki genç ise meğer Afra Kadın’ın oğulları Muaz ve Muavvez adlarındaki iki fedai kardeşmiş.
İşte bu sırada Ebu Cehil, Mahzumoğulları yiğitleriyle domuz topu gibi gürlerken Abdurrahman bin Avf, onlara, “İşte aradığınız!” diye Ebu Cehil’i göstermiş. Derhâl ikisi birden fırlayıp, çifte şahinler gibi süzülüp Ebu Cehil’in üzerine hücum ettiler.
Aynı şekilde ensardan Muaz bin Amr bin Cemûh adlı fedai de Ebu Cehil’i gözetiyormuş. Bu sırada fırsat düşürmüş ve Ebu Cehil’in ayağına bir kılıç vurmuş fakat Ebu Cehil’in oğlu İkrime de kılıçla onun kolunu yaralamış. Bu sırada Afra’nın oğulları Muaz ile Muavvez de yetişip Ebu Cehil’in işini bitirmişler.
Ebu Cehil kendisini, Arap kabilelerinin en şereflisi olan Kureyş’in başı bilir ve Medinelileri çiftçi diye hor görürken, onların elinde can vermek pek gücüne gitti. Hatta Muaz (r.a.), kendisine kılıç ile vurunca, “Keşke beni çiftçilerden başka bir adam öldürseydi!” demiştir.
O sırada Resul-ü Ekrem, “Acaba Ebu Cehil ne yapıyor? Kim gidip de ondan bize bir haber getirir?” deyince Abdullah İbni Mesud koştu ve Ebu Cehil’in yanına gitti. Gördü ki can çekişiyor. Hemen başını kesmek üzere sakalından tuttu ve ayağıyla boynuna bastı. Ebu Cehil, gözlerini açınca, “Ey Ebu Cehil sen misin?” dedi. Ebu Cehil ise son nefese gelmiş olduğu hâlde korkusuzca İbni Mesud’a, “Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın. Büyük bir kişiyi kavim ve kabilesinin öldürmesi, hemen şimdi olmuş bir iş değildir. Bu olağan şeydir. Fakat üstünlük hangi taraftadır?” diye sordu.
İbni Mesud da “Zafer ve üstünlük İslam’a yüz gösterdi.” diye cevap verdi ve bu yüzden de Ebu Cehil’i ümitsizliğe düşürdü. Ebu Cehil, böyle her yönden umudunu kesince, “Muhammed’e söyle ki şimdiye kadar onun düşmanı idim. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!” dedi. İbni Mesud da hemen onun başını kesti. Kısaca Ebu Cehil, son nefeste bile imana gelmedi, inkâr ve sapıklıkta direndi, her şeyden ümitsiz olarak canını cehenneme ısmarlayıp gitti.
İbni Mesud, cüssesi küçük ve zayıf, Ebu Cehil’in başı ise büyük olduğu için onu yüklenip götürmesi görmeye değer bir manzara olduğu hâlde, “İşte Allah’ın düşmanı Ebu Cehil’in başı!” diyerek Hazreti Peygamber’in önüne getirdi. Resul-ü Ekrem de Allah’ın yardımına şükretti. “Bu ümmetin firavunu işte budur.” diye buyurdu.
Bu sırada Afra Kadın’ın oğlu Muavvez nice işler gördükten sonra kardeşi Avf gibi o da şehit oldu. Ebu Cehil’in kardeşi olan As İbni Hişam da bu sırada öldürüldü. Kureyş’in meşhur başkanlarından Tuayme, Müslümanlardan bir iki kişiyi şehit ettikten sonra o da Hz. Hamza’nın kılıcından geçti.
Ebu Cehil’in öldürülmesinden sonra Kureyş ordusunda dayanacak kimse kalmayıp, tamamen yüz çevirdiler. Artık kaçanlar kurtuldu. Kaçamayanlar da esirliği canına minnet bildi.
Kureyş’in birinci derecedeki başlarından olan Ümeyye bin Halef ki hem ihtiyar hem de şişman idi. Muharebenin sonuna kadar dayandı. Nihayet oğlu Ali ile beraber kendisini Abdurrahman bin Avf’a teslim etmek zorunda kaldı. Abdurrahman Hazretleri de eski tanışıklığa dayanarak onları sağ bırakmak üzere esir etmeye karar verdi. Buna dair konuşurlarken Ümeyye bin Halef, “Kimdir şu demirlere bürünüp safları yırtan bahadır?” diye sormuş. Abdurrahman da “Resulullah’ın amcası Hz. Hamza’dır.” diye cevap vermiş. Ümeyye bin Halef, “Bize bu işleri eden ve bizleri bu hâle koyan hep odur.” demiş. Onlar bu sözde iken Ümeyye, Bilâl-i Habeşî’nin (r.a.) gözüne ilişti. Hâlbuki Ümeyye Mekke’de iken Hazreti Bilâl’e çok işkence etmiş olduğundan Bilâl, onu görür görmez, “Ey Allah’ın ensarı! İşte kâfirlerin ve fâcirlerin başı Ümeyye bin Halef! Vurunuz, öldürünüz!” deyince Afra Kadın’ın oğlu Muaz ile ensardan bazıları koşup Ümeyye bin Halef’i öldürdükleri sırada Ammar İbni Yasir de onun oğlu Ali bin Ümeyye’yi öldürdü.
Kısaca Kureyş ordusu, pek fena hâlde bozuldu ve Müslümanlar büyük bir zafer kazandı. Müslümanlardan harp meydanında düşüp kalanlar ile yaralı olup da sonra ölen şehitlerin hepsi on dört kişiydi. Altısı muhacirlerden, altısı Hazreç Kabilesi’nden, ikisi ise Evs Kabilesi’nden idi.
Müşriklerin ölenleri ise yetmiş kişi olup; yirmi dördü Kureyş’in ileri gelenlerinden ve başlarından idi.
Esir olan müşrikler de yetmiş kişi olup, Hazreti Peygamber’in amcası Abbas İbni Abdül-Muttalib, amca çocukları Akil İbni Ebu Ta-lib ve Nevfel İbni Abdül-Muttalib ve Hz. Zeyneb’in kocası Ebu’l-As İbni Râbi, bu esirlerin ileri gelenlerinden idiler. Bir süre sonra hepsi de İslam ile şereflenmişlerdir. Mus’ab bin Umeyr’in kardeşi Ebu Aziz İbni Umeyr de bu esirlerin ileri gelenlerinden olduğu hâlde Bedir gününde İslam ile şereflenmiştir. Süheyl İbni Amrü’l Amirî, Halid İbni Hişamü’l-Mahzumi, Übeyy İbni Halef’in oğlu Abdullah, Hz. Sûde’nin kardeşi Abd İbni Zem’a, Velid İbni Velid ve Ümeyye bin Halef’in azatlısı olan Nestas da bu esirlerin ileri gelenlerinden idi.
Resul-ü Ekrem emretti. Ölen Kureyş reislerinin cesetleri bir kuyu içine atıldı fakat Ümeyye bin Halef zırhının içinde şişmiş olduğundan, olduğu yerde üzerine taş ve toprak atılarak örtüldü. Diğer cesetler de şurada burada gömüldü.
Resul-ü Ekrem bu zaferi müjdelemek üzere Zeyd bin Harise’yi Medine’ye gönderdi. O da varıp Medinelilere müjdeyi verdi. O sırada ise Resul-ü Ekrem’in kızı Rukuyye (r.a.) ölmüştü. Hz. Zeyd’in Medine’ye varışında yeni gömülmüş olduğundan, Medine’de bulunan Müslümanlar keder içindeydiler.
Esirlerin kaçmaması için Hz. Ömer, onları bağlamaya memur olmuştu. Hepsinin büyüğü olan Abbas’ı çok sıkı bağlamış olduğundan, gece inlerdi. Resul-ü Ekrem’in, o gece amcasının iniltisine üzüldüğü için gözüne uyku girmedi. Ensar, Resul-ü Ekrem’in asla rahatsız olmasını istemediklerinden, gece uykusuz kaldığını işitir işitmez, bazıları gelip Abbas’ın bağlarını çözdüler ve karşılıksız olarak serbest bırakılmasını istediler. Hâlbuki esirler hakkında ne türlü muamele edileceğine dair henüz vahiy gelmediğinden, bunlar hakkında rey ile karar vermek lazım geliyordu.
Rey ile olan işlerde ise ashaba danışmak Fahr-i Âlem’in sünneti idi. Danışma meclisinde herkes fikrini serbestçe söylerdi. Hele Hz. Ömer, vahye uymakta ne kadar sürat ve metanet gösterirse rey ile olacak işlerde de asla hatır ve gönüle bakmayıp çekinmeden fikrini söyler ve sözü keserdi. Çok kere fikrinde isabet ederdi. Birçok defa söylediği fikri, sonradan inen vahye uygun düşmüştü. Bunun için kendisine Ömerü’l-Faruk denilmiştir ki doğru ile yanlışın arasını tam olarak ayırt edici demektir.
Bu sefer de esirler hakkında ne yapmak lazım geleceğine dair Hazreti Peygamber ashabıyla görüşme yaptı. Şöyle ki: “Yüce Allah, sizi onlara galip edip zafer kazandırdı. Şimdi onların hakkında ne yapmak istersiniz?” diye sordu. Hazreti Ömerü’l-Faruk, “Ey Allah’ın elçisi! Hepsinin boynunu vuralım!” dedi. Sa’d bin Muaz da (r.a.) bu bu görüşe katıldı. Resul-ü Ekrem’in merhameti buna elvermediğinden, evvelki sualini tekrarladı. Hz. Ömer, “Ey Allah’ın elçisi! Onlar müşriklerin başlarıdır. Hepsinin boynunu vurmalı!” deyip kendi fikrinde ısrar ettiyse de Resul-ü Ekrem yine kabul buyurmadı.
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir kalkıp, esirlerden bedel alınarak serbest bırakılmaları görüşünde bulundu. Resul-ü Ekrem de onun fikrini kabul edip, esirlerden dörder bin dirhem bedel alınarak salıverilmelerini emretti fakat Medine’ye giderken yolda Ukbe İbni Ebu Muit ile Nadr İbni Haris’i öldürttü.
Resul-ü Ekrem, Bedir’de üç gece kaldıktan sonra ordusu ile Medine’ye döndü. Esirler ve ganimet malları da beraberinde idi. Neccâroğullarından Abdullah İbni Ka’b, bu ganimet mallarını korumak üzere vazifelendirilmişti.
Kureyş kervanını aramaya memur olan Zeydoğulları Said ve Talha da (r.a.) etrafı tarayarak Medine’ye dönüşlerinde, Resul-ü Ekrem’in Bedir taraflarına gelişini öğrenerek o yöne koşuşmuşlar ve bu defa Resul-ü Ekrem dönüp de Medine’ye gelirken, yolda buluşup zaferini tebrik etmişlerdir.
Safra Boğazı’ndan çıkıldıktan sonra Resul-ü Ekrem, ganimet mallarını eşit bir şekilde ashaba bölüştürdü. Esirleri geride bırakıp Medine’ye gitti.
Resul-ü Ekrem’in Medine’den çıkmasıyla dönmesi arasında on dokuz gün geçmiştir. Bir gün sonra esirler de Medine’ye götürüldü ve Resul-ü Ekrem, onları ashabına dağıttı. “Onlara güzelce bakınız.” diye tembih etti. Bu suretle herkes kendi evindeki esire güzelce bakar, yeme ve içmesine çok dikkat ederdi.
Resul-ü Ekrem’in amcası Abbas İbni Abdül-Muttalib, haylice zengin bir kişiydi. Mekke’den çıkarken Ümmül-Fazl’a yani hanımına epeyce altın verip, “Ben muharebeye gidiyorum. Eğer bana bir hâl olursa bu altınlar seninle evladınındır.” demişti fakat bunu ikisinden başka kimse bilmiyordu. Bundan başka Abbas, askere sarf etmek üzere yanına da haylice altın almıştı ancak harp sırasında bu altınlar elinden alınmıştı.
Resul-ü Ekrem ise bu sefer ona, gerek kendisi için ve gerek kardeş çocukları olan Ukayl ve Nevfel için bedel vermesini emredince, muharebede elinden alınmış olan altınların bu bedellere karşılık sayılmasını talep ve rica etti. Resul-ü Ekrem de “Bizim aleyhimize kullanmak üzere taşıdığın altını sana bırakmayız.” diyerek onun bu ricasını kabul etmedi. Abbas, “Beni avuç açtırıp da dilendirecek misin?” dedi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, “Hani Ümmül-Fazl’a bıraktığın altınlar?” diye buyurdu.
Hâlbuki Abbas, o altınları karısına verirken yanında kimse yok idi. “Sana bunu kim haber verdi?” diye sordu. Resul-ü Ekrem, “Rabb’im haber verdi.” diye buyurdu. Abbas da “Ben şehadet ederim ki sen her sözünde doğrusun.” diyerek hemen kelimeişehadet getirdi fakat bedeli affettiremeyip, diğer esirler gibi, belirlenen bedeli bulup vererek Mekke’ye döndü.
Belirtilen bedellerini Mekke’den getirterek ödeyen, Kureyş’in öteki reisleri de yavaş yavaş dönmeye başladı. Bedel vermeye gücü olmayıp da yazı yazmasını bilen esirler de ensardan onar çocuğa yazı öğretmek ve sonra serbestçe Mekke’ye gitmek üzere Medine’de alıkonuldu.
Mekke halkı arasında okuryazar çoktu, Medine halkı ise yazı yazmayı bilmiyordu. Bu suretle Medine’de de okuryazar kimseler çoğaldı. Bu sırada Resul-ü Ekrem’in kızı Zeyneb de (r.a.) kocası Ebu’l-As İbni Râbi’nin bedeli olmak üzere boynundaki gerdanlığı çıkarıp Medine’ye gönderdi.
Bu gerdanlığı ise Ebu’l-As’la evlendiği zaman boynuna, kadınların efendisi olan annesi Hz. Hatice takmıştı. Hz. Hatice’nin büyük kızına hediyesi olan gerdanlığın tellal elinde gezen şahlık mal gibi esirlik bedeli olarak meydana çıkması ashaba dokundu.
Resul-ü Ekrem de onu görünce çok duygulandı. “Uygun görürseniz Zeyneb’in esirini salıveriniz, bedelini de geri çeviriniz.” diye buyurdu. Ashap da Ebu’l-As’ı bıraktılar ve gerdanlığı geri çevirdiler. Böylece Ebu’l-As bedelsiz olarak esirlikten kurtulup Mekke’ye gitmiştir fakat inkâr ve sapıklıkta ısrar ettiğinden, sonradan Zeyneb (r.a.) ondan ayrılıp Medine’ye hicret etmiştir.
Esirlerden Ebu İzzetü’l-Cümehi adlı meşhur şairin şiirinden başka sermayesi yoktu. Bundan sonra Müslümanlar aleyhinde bulunmamak şartıyla bedelsiz olarak salıverildi. Yine esirlerden Muttalib bin Hantab ile Saffiy İbni Rifa da böyle bedelsiz serbest bırakıldı.
Ramazanın sonlarında sadaka-i fıtır vermek vacip oldu ve Ramazan Bayramı’nda bayram namazı kılındı. Zekât vermek de bu sene farz oldu.
Yukarıda geçtiği gibi Bedir’de yenik düşen ve dağılan Kureyşlilerin yetmiş adamı öldürülmüş ve yetmiş kişisi esir edilmiş, geri kalan kılıç artıkları perişan olarak düşe kalka Mekke’ye gitmişlerdir. Ebu Süfyan da onlarla beraber Mekke’ye gitti. Ebu Leheb ile görüştüğünde Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fazl ve kölesi olup Müslüman olduğunu gizli tutan Ebu Râfi’nin de hazır bulunduğu bir toplantıda Ebu Leheb, Ebu Süfyan İbni Haris’e Bedir Harbi’ni sordu.
O da “Allah’a yemin ederim ki hiçbir şey değil. Yalnız biz Muhammedilerle karşılaştığımızda arkamızı onlara çevirdik. Dilediklerini öldürdüler ve istediklerini esir ettiler. Fakat onları ne kötülüyor ne de ayıplıyorum çünkü ablak atlara binmiş bir alay süvari vardı. Onlara karşı koymak mümkün değildi.” diye cevap verdi. Ebu Râfi de “O gördüğünüz süvariler, melekler idi.” deyince Ebu Leheb, öfkelenerek ona bir tokat vurdu.
Ümmü’l-Fazl ise gayrete gelip, “Zavallı köleyi, efendisi burada yok diye dövüyorsun!” diyerek bir çadır direği ile Ebu Leheb’in başını yardı. Bunun üzerine Ebu Leheb, gam ve kederinden ağır hasta oldu ve bir hafta sonra canını cehenneme ısmarlayıp ceza yeri olan ahirete gitti.
Diğer Kureyşliler de Mekke’de bir ay kadar, Bedir’de ölen reislerin matemini tuttular.
Resul-ü Ekrem Bedir’den zafer kazanmış olarak döndükten sonra İslam dini pek kuvvetlendi ve bütün düşmanların gözleri yıldı.
Medine’deki Yahudiler, “Tevrat’ta adı geçen ahir zaman peygamberi budur.” demeye başladılar. Henüz iman etmeyenlerden bazıları iman etti. Bazıları da görünüşte İslam’a girdi. Böylece Müslümanlar içinde bir hayli münafıklar türedi.
Hz. Peygamber’in hicretinden sonra Yahudiler, Resul-ü Ekrem ile harp etmemek ve onun düşmanlarını cenge kışkırtmamak üzere anlaşmışlardı.
Medine taraflarındaki Yahudiler, Kureyza ve Nadir diye başlıca iki kabileden meydana geliyordu ancak bunlardan başka Beni Kaynuka denen bir kabile vardı ki Medine’nin Aliye Bölgesi’nde Cısr-i Buthan denilen yerde yaşıyorlardı. Kaleleri sağlam ve kendileri cesaretleriyle tanınmışlardı. Hazreç Kabilesi onların dostu ve koruyucusu idi.
Müslümanlardan birini öldürerek sözleşmelerine aykırı davrandıklarından dolayı Resul-ü Ekrem, Hicret’in bu ikinci senesi şevvalinin ortalarında, ensardan ve Evs Kabilesi ileri gelenlerinden Ebu Lübabe İbni Abdül-Münzir’i (r.a.) Medine’de vekil bırakıp, sancağı amcası Hamza’nın (r.a.) eline vererek, gazilerle Medine’den çıktı. On beş günlük mesafede olan Kaynukaoğullarını kuşattı. Nihayet zilkade başında teslime mecbur oldular. Hazreç büyüklerinden, münafıkların başı olan Abdullah İbni Übey İbni Selûl de onların öldürülmemesini, affını istirham edip, bu hususta çok ısrarda bulunduğunda Resul-ü Ekrem, onları öldürtmekten vazgeçerek Şam tarafına sürdü. Kalelerinde bulunan silah ve malların beşte birini hazineye alıp, geri kalanını gaziler arasında paylaştırdı.
Ebu Süfyan İbni Harp İbni Ümeyye, adı geçen kervan ile Mekke’ye vardı. Arkasından Bedir’de dağılan asker de düzensiz bir hâlde Mekke’ye eriştiğinde Kureyş’in birinci derecedeki başlarından kimi ölmüş, kimi esir düşmüş olduğu için, Ebu Süfyan, tabiatıyla Kureyş’in başı sayıldığından, Müslümanlar üzerine bir sefer etmedikçe karılarının yanına varmamak ve güzel kokular sürünmemek üzere yemin etmişti.
Bundan dolayı iki yüz atlı ile Mekke’den çıkıp Medine yakınlarına geldiklerinde ileriye birkaç atlı göndermişti. Onlar da Medine’ye bir saat kadar uzaklığı olan bir yere gelip Müslümanlardan birini şehit etmişlerdi. Resul-ü Ekrem, bunu işittiği gibi seksen süvari ve yüz yirmi piyade ile Medine’den çıkıp o tarafa hareket etti.
Kureyşliler ise henüz Bedir bozgununun acısını unutmamış olduklarından, hemen kaçma yolunu tuttular ve hafiflemek için yanlarındaki azık ve zahire çuvallarını atarak büyük bir hızla kaçıp gittiler. Bu yüzden Müslümanlar Kureyşlilere yetişemediler fakat arkalarından bu çuvalları toplayıp zahmetsiz bir şekilde epeyce erzaka sahip oldular.
Bu seferde Resul-ü Ekrem beş gece Medine dışında kalmış ve zilhiccenin dokuzuncu günü Medine’ye ulaşmıştı. Ertesi gün bayram namazı kıldı ve kurban kesti, ashaba da kurban kesmeleri için emretti.
Yine zilhicce ayında Resul-ü Ekrem sevgili kızı Fatımatü’z-Zehra’yı (r.a.) amcasının oğlu olan Ali bin Ebu Talib (r.a.) ile evlendirdi. O vakit Hazreti Fatıma on beş yaşında ve Hazreti Ali yirmi bir yaşındaydı.
Ashabın büyüklerinden Osman İbni Maz’ûn (r.a.) bu sene ebedî âleme göçmüştür. Yine bu sene Kureyş reislerinden Ümeyye İbni Salt da dünyadan göçüp gitmiştir. Bu Ümeyye, semavi kitapları incelemiş, peygamber gönderileceğini öğrenmiş fakat kendisi ahir zaman peygamberi olma emeline düşmüş iken Muhammed Mustafa (s.a.v.) gönderilince hasedinden dolayı inkâr ve sapıklıkta direnmişti. Bedir Harbi’nde Şam’da bulunup, sonra Mekke’ye giderken Bedir köyüne uğradığında kendisine Bedir çarpışmasında öldürülen Kureyş reislerinin atılmış oldukları, adı geçen kuyu gösterilmiş ve dayı oğulları olan Utbe İbni Reb’ia ile Şeybe İbni Reb’ia’nın orada oldukları söylenmişti. Bu nedenle o kuyunun başına gidip onlara ağıt olarak uzun bir kaside söylemiş ve sonradan kendisi de cehenneme yollanmıştır.
Daha sonra Hicret’in üçüncü senesi oldu. Bu senenin rebiülevvelinde Yahudilerden ve Nadir Kabilesi reislerinden Ka’b bin Eşref öldürüldü. Ka’b bin Eşref şairdi. Resul-ü Ekrem’i hicvederdi. Bu sırada Mekke’ye gidip gelmiş ve Mekke’de iken Bedir Harbi’ne dair ağıtlar söyleyerek, Kureyş’i Müslümanlar aleyhine epeyce kışkırtmıştı.
Ensardan ve Evs Kabilesi’nden Muhammed İbni Mesleme, kendi kabilesinin yiğitlerinden oluşan dört kişilik yoldaşlarıyla gidip, Ka’b’ın başını kesti ve başkalarına ibret olarak gösterdi. Yahudiler, sabahleyin Hazreti Peygamber’in yanına gelip, bundan dolayı şikâyet ettiler. Resul-ü Ekrem de Ka’b’ın ne türlü bir karışıklık çıkarmaya çalıştığını anlatınca, Yahudiler bir şey diyemeyip gittiler.
Bedir çarpışmasından sonra Kureyş için öteden beri gidip gelmekte oldukları Şam yolu tehlikeli olduğundan, Irak yoluyla dolaşarak Şam’a gidip gelmeye başladılar. Bu sırada Irak yoluyla bir Kureyş kervanı hareket etmişti. Safvan İbni Ümeyye ile Huveytib İbni Abdül-Uzza da kervanla beraber idi. Resul-ü Ekrem, ondan haberi olduğunda, yüz süvari ile Zeyd bin Harise’yi (r.a.) gönderdi.
Necid’de, Karde adlı subaşına vardılar ve kervanı vurdular. Bütün mallarını alıp Medine’ye götürdüler ve beşte birini hazine için ayırdılar. Bu beşte birin kıymeti yirmi bin dirhemi buluyordu.
Yukarıda geçtiği üzere Bedir Harbi sırasında Resul-ü Ekrem’in kızı ve Osman bin Affan’ın (r.a.) hanımı Rukuyye (r.a.) vefat etmişti. Sonra Hz. Ömerü’l-Faruk’un (r.a.) damadı Huneys İbni Huzâfetü’s-Sehmi ölünce, kızı Hafsa (r.a.) dul kaldı.
Hazreti Ömerü’l-Faruk, kızı Hafsa’yı Hz. Osman’a vermek istedi. Hz. Osman da bu niyette bulunmuşken, sonradan vazgeçtiğinden, Hazreti Ömerü’l-Faruk gücenmiş oldu. Resul-ü Ekrem ise bu sırada Hz. Hafsa ile evlendi. Böylece Hz. Ömer’i kayınpederi olmakla şereflendirerek, gönlünü hoş etti. Kendi kızı Ümmü Gülsüm’ü de (r.a.) Hz. Osman’a verdi. Bundan dolayı ona, “Osman-ı Zi’nnureyn” iki nur sahibi denildi.

Uhud Savaşı
Yukarıda geçtiği üzere Bedir Savaşı sırasında Ebu Süfyan, İbni Harp ve Amr bin As, kıyı yoluyla savuşup Bedir çarpışmasına sebebiyet veren, daha önce bahsedilmiş olan kervanı Mekke’ye ulaştırmışlar idi. Bu kervanda bin deve yükü mal vardı. Sermayesi elli bin altın idi. Bunda Kureyş büyüklerinden pek çok kimselerin payı vardı. Hâlbuki onların çoğu Bedir Harbi’nde idiler. Ondan dolayı kervan Mekke’ye gelince, bütün mallar Dârü’n-Nedve’ye konup saklandı.
Kureyş ordusu Bedir’de fena hâlde bozulup dağılarak Mekke’ye varınca, Safvan İbni Ümeyye, İkrime İbni Ebu Cehil ve Abdullah İbni Reb’ia gibi babaları yahut kardeşleri ölenler, Ebu Süfyan’ın yanında toplandılar. “Muhammed, bizim büyüklerimizi öldürdü. Bizleri kimsesiz bıraktı. Şu kervanın kârından bize yardım ediniz ki ondan öcümüzü alalım.” dediler.
Ebu Süfyan hemen uygun gördü. Öteki sermaye sahiplerini de razı ederek, kervandaki malları sattılar. Kureyşliler, Şam ticaretinden bire bir kâr ederlerdi. Bu sefer de malları sattılar, sermayesi olan elli bin altını sahiplerine verdiler. Elli bin altın kadar kâr kaldı. İşte bu kârdan yirmi beş bin altın ayrıldı. Onunla çöl Araplarından asker toplamak üzere karar verildi.
Fakat Bedir’de ölen Kureyş’in büyüklerini hatırlayarak ve onlar için ağıtlar söyleyerek halkı savaşa kışkırtmak üzere, söz ve sohbeti dinlenir birkaç kişinin bu işe girişmeleri gerekli görüldü. İşte bunun için Amr İbni As, Hübeyre İbni Ebu Veheb, İbnü’r-Reb’i ve Ebu Azzetü’l-Cumehi seçilerek kabilelerin içlerine gönderildi.
Gerçi Ebu Azze, Bedir Muharebesi’nde esir olup, bundan sonra Müslümanlar aleyhinde bulunmamak şartıyla bedelsiz olarak serbest bırakılmış olduğundan, bu vazifeyi kabulden çekinmişse de dokunaklı sözleriyle kavmine yardımcı olması yönünde Safvan İbni Ümeyye’nin zorlamasına dayanamayıp, Müslümanlar aleyhine halkı harekete geçirmek ve bu yolda şiirler söylemekle uğraştı.
Böylece Kureyşliler, Beni Mustalik, Beni Huzeyme, Beni Hevn, Beni Abdi Menafin ve Beni Haris kabilelerinden iki bin kadar asker topladılar. Üç bin kişiden oluşan bir ordu ile Mekke’den çıktılar ki yedi yüzü zırhlı ve iki yüzü atlı idi. Üç bin de develeri vardı. Bu ordunun başı ve kumandanı Ebu Süfyan olup karısı Hind de beraberinde idi ki Bedir’de ölen babası Utbe, amcası Şeybe ve kardeşi Velid’in öcünü almak için askeri kışkırtıp dururdu.
Ebu Cehil’in oğlu İkrime’nin karısı ve Haris İbni Hişam’ın kızı olan Ümmü Hakim, Haris İbni Hişam’ın karısı ve Velid İbni Mugire’nin kızı Fatıma, Safvan İbni Ümeyye’nin karısı ve Mesud Sakafi’nin kızı Berze, Amr İbni As’ın karısı ve Münebbih Sehmi’nin kızı Reyta, kocalarıyla birlikte oldukları gibi Musab İbni Ümeyr’in kardeşi olan Ebu Aziz İbni Umeyr’in annesi Hannâs da oğlu Ebu Aziz ile beraber idi. Bunlardan başka diğer karılar da vardı. Hepsi on beş kadın oldukları hâlde tef çalarlar ve askerî gayrete getirecek şiirler okurlardı.
Abbas İbni Abdül-Muttalib Bedir çarpışmasında felakete uğradığından bahsederek özür diledi ve geri kaldıktan başka, Kureyş’in bu hâl ve hareketine dair bir mektup yazdı ve üç günde Medine’ye ulaştırmak üzere, Gifâroğullarından ücretle bir haberci tutup gönderdi. Haberci gelip Resul-ü Ekrem’i Kuba köyünde bularak mektubu verdi.
Resul-ü Ekrem o mektubu Übey İbni Ka’b’a (r.a.) okuttu ve gizli tutulmasını tembih etti. Sonra Kuba köyünün eşrafından ve ensarın büyüklerinden Sa’d İbni Rebf’in (r.a.) evine gitti ve gizli olarak onunla bu meseleyi görüştü. Sonra Medine’ye gelerek, Kureyş ordusunun durumunu araştırıp öğrenmek için Hubab İbni Münzir’i (r.a.) gönderdi.
O da çıkıp Medine’ye bir konak uzaklığı olan Urayz denen yerde Kureyş ordusunu gördü ve durumlarını öğrenerek Medine’ye gelip içyüzünü Resul-ü Ekrem’e haber verdi. Münziroğlu Hubab’ın (r.a.) araştırması, Abbas İbni Abdül-Muttalib’in yazdıklarına tam tamına uyuyordu.
Hicret’in üçüncü senesi şevval ayının ilk çarşamba günüydü. Kureyş ordusu Medine hizasına geldi ve Uhud Dağı yanındaki Ayneyn denen dağın yanına kondu. Perşembe ve cuma günleri orada kaldı.
Cuma gecesi Resul-ü Ekrem rüyasında gördü ki birtakım sığırlar boğazlanmış, Zülfikâr adlı kılıcının ucu kırılıp, bir gedik açılmış ve arkasına sağlam bir zırh giyip, mübarek elini o zırhın yakasına sokmuş. Ertesi gün Resul-ü Ekrem, bu rüyayı ashabına söyledi ve “Boğazlanan sığırlar, ashabımdan öldürülecek olanlara ve kılıcımın ucundaki gedik ise Ehl-i Beyt’imden birinin öldürülmesine işarettir ve sağlam zırh Medine demektir.” diye yorumladı. “Şu hâle göre Medine içinde durunuz, düşman içeri saldırırsa savunma ve korunma harbi ediniz.” diye buyurdu. Ashaptan bazıları da bunu uygun gördü.
Münafıkların başı olan Abdullah İbni Übeyy İbni Selûl de bu görüşte bulundu ve “Ey Allah’ın elçisi! Cahiliye zamanında düşmana karşı biz ne vakit dışarı çıksak yenilirdik ve ne vakit Medine’de kapanıp da savunmada bulunsak yenerdik.” dedi.
Gerçekten öyle savunmada bulunmak duruma uygundu çünkü Medine’nin her tarafı, yapılar ve duvarlarla çevrili ve geçit yerleri istihkâmlarla kapanmış olduğundan, bir kale sayılırdı. Resul-ü Ekrem’in rüyasında gördüğü üzere kuvvetli bir zırh gibiydi.
Kısa bir süre Medine’de kalınsa, Kureyşliler ordugâhlarında durup, Müslümanların çıkmasını bekleyeceklerdi. Bu bekleyiş yüzünden çöl Araplarına bezginlik gelerek, birçoğu savuşup giderdi. Medine üzerine saldırırlarsa, içeriden ok atılarak birçokları öldürülebilirdi. Her iki surette de Kureyş ordusuna zayıflık gelecekti. O hâlde gerekirse dışarı çıkılarak, üzerlerine hücum ile muharebeyi kazanmak kolay olurdu.
Fakat Bedir çarpışmasında bulunmayan yiğitler, orada bulunan gazilerin kazandığı sevap ve mükâfatı ve Bedir şehitlerinin kavuştuğu dereceleri Resul-ü Ekrem’den işitince, o muharebede bulunmadıklarına çok üzülmüşlerdi. Bu bakımdan, “Ey Allah’ın elçisi! Biz Allah’tan bugünü isterdik. Bizleri dışarı çıkar, düşmanlarımız ile göğüs göğüse harp edelim.” dediler. Ashaptan bazıları, “Eğer dışarı çıkmazsak düşman bunu bizim çekingenliğimize ve korkaklığımıza vererek şımarır.” diyerek, çıkıp meydan harbi yapmayı istediler. Hazreti Hamza ise çok yiğit ve bahadır biri olarak -Medine’de kapanıp durmaya aklı bir türlü yatmadığı için- hemen çıkıp düşmana saldırmayı istiyordu.
Bunun üzerine Resul-ü Ekrem de ister istemez dışarı çıkarak meydan harbi yapmaya karar verdi ve “Sabrederseniz bu sefer de yüce Allah size yardım eder.” diye buyurdu. Cuma hutbesinde din uğrunda savaşın faziletlerini anlattı. İkindi namazını cemaat ile kıldıktan sonra Hz. Ebu Bekir ve HZ. Ömer’le beraber evine gitti.
İkisi birlikte Resul-ü Ekrem’in sarığını düzelttiler ve sefer elbisesini giydirdiler. Resul-ü Ekrem birbiri üzerine iki zırh giydi ve kılıcını kuşanıp, yine onlarla beraber evinden dışarı çıktı. Diğer ashap da hazırlandı. Avali köyleri halkı da gelip, hepsi Resul-ü Ekrem’in çıkmasını beklediler.
Hâlbuki askerliğin en önemli işi, harp hareketlerinde kumandan kim olursa olsun yalnız onun emrine uyarak, fikir ve tedbirlerine asla karışmamaktır. Şu duruma göre Fahr-i Âlem, savunma harbini uygun görmüşken, halktan bazılarının onu dışarı çıkmaya zorlamaları büyük bir hata idi.
Evs Kabilesi’nin başı ve ensarın en büyüğü olan Sa’d İbni Muaz ile Üseyyid İbni Huzeyr, “Siz, Allah’ın elçisini, istemeyerek çıkmaya zorladınız, işi ona bırakmalıydınız. Ona vahiy gelir ve işin gereğini o, sizden daha iyi bilir.” diye Medine dışında harp etmeyi isteyenleri azarladılar. Onlar da istediklerine pişman oldular ve bu sefer Resul-ü Ekrem, evinden çıkınca, “Ey Allah’ın elçisi! Biz senin emrine karşı çıkmayız. Dilediğini işle.” dediler.
Resul-ü Ekrem ise onların zorlaması üzerine silahlanıp atına binmek üzere olduğundan, “Bir peygambere, silahlandıktan sonra harp etmeden dönmek yakışmaz.” diye buyurdu ve hemen atına binip, İslam ordusuyla Medine dışına çıktı. Öte yandan Ümmü Mektûm’un oğlunu Medine’de vekil bıraktılar.
Sa’d İbni Muaz ile Sa’d İbni Ubâde (r.a.), zırhlı oldukları hâlde Resul-ü Ekrem’in önünde yürürlerdi. Uhud Dağı’na doğru yöneldiler. Medine ile Uhud arasındaki uzaklık ise bir saatten azdır ancak o gün oraya kadar gitmeyip, yan yolda, Şeyheyn denilen yerde gecelediler.
Üsame İbni Zeyd, Abdullah İbni Ömer, Zeyd İbni Sabit ve Ebu Saidi’l-Hudri gibi küçük çocukları, Resul-ü Ekrem buradan geri çevirdi.
O gece Muhammed İbni Meslemetü’l-Ensari (r.a.), elli asker ile ordunun çevresini dolaşmak üzere devriye çıktı. Müşrikler tarafından da İkrime İbni Ebu Cehil, bir bölük ile devriye çıkıp dolaşmakta idi. Zekvân İbni Abdül-Kays (r.a.) da gece ordu içinde dolaşıp, Resul-ü Ekrem’in çadırını korumaktaydı. Seher vakti Resul-ü Ekrem, ordusu ile o yerden kalkıp Uhud Dağı’na doğru hareket etti. Yanındaki askerin toplamı bin kişi kadardı.
Fakat münafıkların başı olan Abdullah İbni Übeyy İbni Selûl, kendine uyan üç yüz kadar münafık ile geri döndü. Onların dönüp gitmesi, Hazreç Kabilesi’nden Hariseoğulları Kabilesi’ni ve Evs Kabilesi’nden Selemeoğulları Kabilesi’ni kararsızlığa düşürdü. Bu ise sırf şeytanın bir vesvesesiydi. Yüce Allah’ın hidayeti erişti. O iki kabile münafıklara uymayıp, İslam ordusu ile Uhud Dağı eteklerine ulaştılar. Ordunun toplamı yedi yüz kadar kaldı. Onların da sadece yüz neferi zırhlı idi. Yalnız Resul-ü Ekrem ile Ebu Bürde’nin (r.a.) birer atı olup, öteki askerler hep piyade idi.
İslam ordusu Uhud Dağı’na arkasını verdi. Medine’ye karşı saf olup durdu. Müşrikler de İslam ordusunun karşısındaki çorak yerde saf oldular.
Kureyş sancağı, öteden beri Abdü’d-Dâr İbni Kusayoğullarında olduğu gibi, bu sefer de Abdü’d-Dâroğullarından Talha İbni Ebu Talha, Kureyş ordusunun sancak taşıyıcısı idi.
Resul-ü Ekrem de muhacirlerin sancağını yine Abdü’d-Dâroğullarından Mus’ab İbni Umeyr’e (r.a.) verdi. Evs Kabilesi’nin sancağı ise Üseyyid İbni Hudayr’ın (r.a.) ve Hazreç Kabilesi’nin sancağı Hubab İbni Münzir’in (r.a.) elindeydi.
Kureyş ordusunun kumandanı Ebu Süfyan’dı. Okçularının başı Abdullah İbni Reb’ia ve sağ kol kumandanı Halid İbni Velid ve sol kol kumandanı İkrime İbni Ebu Cehil’di. Safvan İbni Ümeyye ile Amr İbni As da birer bölük kumandanıydılar.
Resul-ü Ekrem de ordunun ortasında bulunuyordu. Ebu Ubeyde İbni Cerrah ile Sa’d bin Ebu Vakkas öncü, Mikdad İbni Amr arkada, Ukkâşe İbni Muhsin Esedi sağ kola ve Ebu Mesleme İbni Abdül-Esed sol kola kumanda ediyordu.
İslam ordusunun sol tarafındaki Ayneyn adlı dağda bir vadi vardı. Oradan düşman süvarisi saldırabilirdi. Resul-ü Ekrem, Abdullah İbni Cübeyr’i (r.a.) elli okçu ile süvari hücumunu engellemek için o vadinin girişine yerleştirdi. “Düşman gerek yensin, gerek yenilsin, benden haber gelmedikçe siz buradan ayrılmayınız.” diye kesin emir verdi.
Sonra Resul-ü Ekrem, eline bir kılıç aldı. Üzerinde Arapça “Korkaklıkta utanç ve ileri gitmekte şeref var. Hâlbuki kişi korkaklık ile kaderden kurtulamaz.” diye yazılmıştı. “Hakkını vermek şartıyla bu kılıcı kim alır?” dedi.
Ashaptan bazıları, “Biz alırız.” dedilerse de Resul-ü Ekrem, kulak asmayıp yine evvelki sözünü tekrarladı. Sonunda ensarın yiğitlerinden Ebu Dücâne (r.a.), “Ey Allah’ın elçisi! Bu kılıcın hakkı nedir?” diye sordu. Resul-ü Ekrem de “Onun hakkı, eğilip bükülünceye kadar düşmanın yüzüne vurmaktır.” diye buyurdu, Ebu Dücâne (r.a.), “O şart ile ben alırım.” deyince Resul-ü Ekrem, kılıcı ona verdi.
Aslında Ebu Dücâne (r.a.), harp meydanında korkusuzca koşup duran yiğitlerden olduğu hâlde böyle bir iltifatla karşılaşınca, hemen kılıcı çekip ileri yürüdü. Bu sırada bir münafık ile bir mürtet tarafından harbe başlandı. Kuzman adında bir münafık vardı. Bu sefer Resul-ü Ekrem ordusu ile Medine’den çıkınca, o geri kalmıştı. Medine’deki kadınların onu alaya almaları, namusuna dokunduğundan, hemen orduya gelmiş ve en ileri geçip harbe hazırlanmıştı.
Evs Kabilesi’nden Ebu Amir Râhib denen bir adam vardı. Hazreti Peygamber gönderilmeden önce, Resul-ü Ekrem’in geleceğini haber vermişken, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliği belli olunca kıskançlığından ötürü onu inkâr ederek sapıklık yoluna girmiştir. Resul-ü Ekrem’den ayrılıp, kendisine uyan elli kadar adamıyla Mekke’ye gitmişti. “Harp meydanında kavmimle karşılaşırsam, hepsi bana uyar.” diye Kureyş içinde övünürdü.
Hâlbuki Resul-ü Ekrem, onu Ebu Amir Fasık diye adlandırmış olduğundan, değil kavmi, kendi oğlunun bile onu kabul etme ihtimali yoktu. Bunun için bu sefer Ebu Amir, Evs Kabilesi’nin karşısında olan çöl Araplarının içine gelerek, “Ben Ebu Amir’im.” diye seslenince Evs Kabilesi, “Bre fasık herif!” diye ona sövdüler.
Ebu Amir, kendi kavminden böyle ummadığı bir karşılık alınca, “Ben, kavmimin içinden çıkalı onların fikirleri bozulmuş.” diyerek Evs Kabilesi’yle harp etmeye başladı.
Kuzman ise karılardan utanmış ve harbe pek hırslanmış olduğu için herkesten önce düşmana ok atarak büyük bir şiddetle harbe başladı.
Evs Kabilesi yiğitleri ise Ebu Amir’i taşa tuttular, taşları ve okları yağmur gibi yağdırdılar. Ebu Amir Fasık’ın kaçmak zorunda kalması dışında o kolda bulunan Hevâzin Kabilesi de ürküp geri döndü ve nihayet gerideki safa dayandı. Bunun üzerine Kureyş’in bayrak taşıyanı olan Talha İbni Ebu Talha meydana çıkıp er diledi. Hz. Ali, ona karşı çıktı ve başına bir kılıç vurup kâfiri öldürdü.
Ondan sonra Kureyş’in sancağını Osman İbni Ebu Talha taşımıştı. Allah’ın Aslanı Hz. Hamza, onun üzerine hamle ederek kılıçla kolunu yaraladı. Hemen sancağı Ebu Said İbni Ebu Talha aldı. Onu da Sa’d İbni Ebu Vakkas (r.a.) okla vurdu. Ardından sancağı Nâfi İbni Talha aldı. Onu da Asim İbni Sabit İbni Ebu Eflah, okla vurup öldürdü. Ondan sonra sancağı Talhaoğlu Haris aldıysa da Asim onu da bir okla vurup düşürdü. Kardeşi Kilâb İbni Talha hemen sancağı eline aldı ve Zübeyr İbni Avvam, hamle ederek onu da öldürdü. Sonra kardeşi Cülâs İbni Talha sancağı aldı. O da Talha İbni Ubeydullah’ın (r.a.) eliyle öldürüldü. Kısacası Abdü’d-Dâroğullarından baba, oğul, birader ve amca olmak üzere yedi kişi bu sancak altında düşüp kaldı. Sonra sancağı yine Abdü’d-Dâr soyundan Ertat İbni Şurahbil aldı. Onu da Hz. Hamza öldürünce sancağı Şüreyh İbni Kariz aldı. Onu da ashaptan biri öldürdü.
Artık Abdü’d-Dâroğullarından sancağı tutacak kimse bulunmadığından, yine onların kölelerinden Savab denen adam sancağı aldı. O da Kuzman’ın bir hamlesiyle öldü.
Gariptir ki Kuzman’ın ismi geçtikçe Resul-ü Ekrem, onun hakkında “Cehennemliktir!” derdi. Kuzman ise bu sefer o kadar mertçe harp etti ki müşriklerden yedisini yere düşürdü fakat sonunda kendisi de yaralanarak harp meydanında düştü, pek çok yerinden kan akmaya başladı. O hâldeyken Katade İbni Numan (r.a.) onu görmüş ve “Şehitlik rütbesi mübarek olsun ey Kuzman!” diyerek hâl ve hatırını sorunca, Kuzman, “Benim emelim şehit olmak değildir. Dinin korunması da asla hatırımdan geçmemiştir fakat Kureyşlilerin Medine hurmalıklarına zarar ve ziyan vermemesi için çalışıp çabaladım.” cevabını vermiştir. Artık hayatından ümidini kesince kendi kılıcıyla karnını yarıp kendi kendisini öldürmüştür.
Bu muharebede ilk önce şehit olan Ebu Câbir İbn Amr İbni Haram’dır (r.a.). Sonra kız kardeşinin kocası olan Amr İbni Cemûh (r.a.) muharebeye gelirken, “Ya Rabbi! Beni geri döndürme.” diyerek yüce Allah’tan şehitlik rütbesini niyaz etmişti. Duası kabul edilerek oğlu Hallâd İbni Amr ile beraber şehitler arasına karışmıştır.
Ebu Amir Fasık’ın oğlu Hanzale (r.a.), Abdullah İbni Übeyy İbni Selûl’ün kız kardeşi Cemile’yle evlenmiş, henüz bir gecelik yeni güveyi idi. Babası dönme ve kayınbiraderi ikiyüzlülerin başı olduğu hâlde kendisi din uğrunda canını veren yiğitlerden idi. Hemen kendisini düşman safına vurdu ve düşmanın başkumandanı olan Ebu Süfyan’ın üzerine vardı fakat Şeddâd İbni Evs adındaki kâfir yetişip ona şehitlik şerbetini içirdi.
Ebu Dücâne’ye (r.a.) gelince, Resul-ü Ekrem’den o kılıcı, yukarıda belirtilen şart ile aldıktan sonra, başına kırmızı bir sargı sardı ve önüne gelen kâfirleri kılıçla vurup yaralayarak ve öldürerek düşman safını yardı. Hatta öte tarafa geçip Ebu Süfyan’ın karısı olan Hind’in yanına vardı.
Hind ise öteki kadınlarla beraber geride tef çalarak kâfirleri savaşa kışkırtırken, Ebu Dücâne üzerine varınca ne yapacağını şaşırdı ve onu kurtarmak için kimse yanına varamadı. Ebu Dücâne ise “Allah’ın elçisinin kılıcı ile böyle kimsesiz bir karının başına vurmak layık değildir.” diyerek geri döndü. O gün Ebu Dücâne çok büyük kahramanlıklar göstererek herkesi hayrette bıraktı.
Bu sırada Hz. Hamza, aslan gibi ne tarafa hamle ve hücum etse, karşısına gelen kâfirler, sürüyle onun önünden savuşup kaçarlardı. Bu bakımdan müşriklerin göz diktikleri tek şey, onu bir an evvel öldürmekti fakat yanına yaklaşılamayan, kükremiş bir aslan olduğundan, onu uzaktan vurup da düşürmenin çaresini arıyorlardı. Hz. Hamza’nın Bedir Harbi’nde öldürmüş olduğu Tuayme’nin kardeş çocuğu olan Cübeyr İbni Mut’im’in Vahşi adında bir Habeşli kölesi vardı. Habeşistan usulüyle mızrak atmakta pek mahir idi. Cübeyr ona, “Eğer Hamza’yı öldürürsen serbest ol.” demiş. Hind de bunun için Vahşi’ye pek çok mükâfat vadetmişti. Vahşi, bir taş arkasında pusuya girip, yalnız Hz. Hamza’yı gözetlemeye başladı. Hâlbuki muharebe çok şiddetlenmişti. Kureyş ordusu fena hâlde bozuldu. Hatta geride tef çalan Hind ile arkadaşları ve öteki kadınlar, paçaları sıvayıp, “Eyvah, yazık!” diyerek dağa doğru kaçmaya başladılar. İslam askerleri de yağmaya koyuldular.
Okçular bu hâli görünce, “Yoldaşlarımız yendiler, düşman tamamen bozuldu. Ne duruyorsunuz? Ganimet ey cemaat! Ganimet!..” dediler. Abdullah İbni Cübeyr (r.a.), “Siz Allah’ın elçisinin emrini unuttunuz mu?” diyerek onları yağmadan alıkoymak istediyse de arkadaşları dinlemeyip, “Biz de biraz ganimet malı alalım.” diyerek dağıldılar. Abdullah İbni Cübeyr (r.a.) yedi sekiz sadık arkadaşıyla Hz. Peygamber’in emrine uyarak korunmasına memur oldukları yerden bir tarafa kımıldamadılar.
Kureyş ordusunun sağ kol kumandanı olan Halid İbni Velid ise süvari askeriyle o yerden geçerek, İslam ordusunun sol kanadına saldırmayı, kaç kere düşünmüşken okçulardan sakınıp bu niyetini gerçekleştirememişti. Bu sefer okçuların dağıldıklarını görünce fırsatı değerlendirmek istedi ve ganimet için dağılan okçular üzerine sert bir saldırıda bulundu. Onları çiğneyerek Abdullah İbni Cübeyr’in (r.a.) yanına geldi ve yanındaki arkadaşlarıyla beraber onu da şehit etti (r.a.). Halid İbni Velid, o yeri aldıktan sonra, İslam ordusunun sol kanadından dolaşıp arka taraftan saldırarak Müslüman askerlerini şaşırttı ve içlerine büyük bir parçalanma düşürdü.
İslam ordusu yenmiş bir hâldeyken, aniden işler tersine dönüp bu galibiyet hemen yenilgiye dönüşüverdi. O sırada Hz. Hamza, önüne gelen kâfirleri vurup dağıtmaktayken, Sibâ İbni Abdül-Uzza adlı yiğit ona karşı durdu. Hz. Hamza, onu bir vuruşta düşürüp öldürdükten sonra, dönüp diğer tarafa atılırken, adı geçen Vahşi adındaki Habeşî, pusudan çıkıp mızrağını attı ve Hz. Hamza’yı vurup şehit etti.
Şehitlerin efendisi olan Hz. Hamza, bu sefer sekiz ünlü kâfiri vurup düşürdükten sonra kendisi de böylece Vahşi’nin bir mızrağıyla şehit oldu.
Kız kardeşinin oğlu olan meşhur Abdullah İbni Cahş’ı (r.a.) da bu sırada Ebu’l-Hakem İbni Ahnes Sakafi şehit etmiştir. Yine muhacirlerden Şemmas İbni Osman (r.a.) da o sırada şehit olmuştur.
Vahşi, bir aralık Hz. Hamza’nın yanına gidip, karnını yardı ve ciğerini çıkarıp Hind’e götürdü. Hind, çok sevindi, büyük bir hırsla Hz. Hamza’nın ciğerini ağzına alıp çiğnedi, üstünde başında bulunan ziynetlerini ve yanında bulunan mallarını şükrane olarak Vahşi’ye verdi. Bundan başka Mekke’ye dönüşünde şu kadar altın daha vereceğini vadetti. Sağ oldukça Vahşi’ye teşekkür borçlu olacağına dair şiirler söyledi.
Hz. Hamza’nın ölümü, Müslümanlar için büyük bir musibet idi fakat o hâldeyken bile kimsenin onu düşünecek zamanı yoktu. Herkes kendi başının kaygısına düşmüştü çünkü yukarıda geçtiği gibi, Halid İbni Velid’in geriden saldırması üzerine İslam ordusu bozgunluğa yüz tutmuştu.
O sırada “Arkanıza bakınız ey cemaat!” diye bir ses işitildi. Bu yüzden İslam ordusuna bir karışıklık ve Müslümanlara şaşkınlık geldi, ileri koşuşmuş olanlar, telaş ve dehşet ile geri döndüler ve arkalarındaki Müslümanları, düşman sanarak üzerlerine saldırdılar. Gerçi Müslümanlar, harp sırasında birbirini tanımak için önceden aralarında “Öldür, öldür!” parolasını koymuşlardı fakat şaşkınlık ile onu unuttular. Bu sebepten dolayı dostu düşmandan ayıramaz oldular. Hemen birbirlerini kırmaya başladılar.
Bozulup dağılmış olan kâfirler toplanarak geri dönüp, Müslümanların üzerine saldırdılar. İşte bu kargaşada ensardan pek çokları yaralandı ve öldü. Ashabın büyüklerinden Huzeyfe’nin (r.a.) babası olan Yeman (r.a.) da bu arada şehit olmuştur. Bu Yeman ile Sabit İbni Vaks (r.a.), çok yaşlı kimseler olup harp edemeyecek durumda olduklarından, Resul-ü Ekrem, Uhud Harbi’ne çıkarken onları geri çevirmek istemişti fakat her ikisi de şehitlik rütbesine kavuşmak için birlikte gelme arzusunda bulundukları için orduya katılmalarına izin verilmişti. Bu sefer ikisi de isteklerine erdiler.
Düşmanlar bu şekilde fırsat bulduktan sonra Fahr-i Âlem’in üzerine saldırdılar ve yanındaki İslam topluluğunu dağıttılar. Üzerine pek çok ok ve taş attılar. Sa’d İbni Ebu Vakkas’ın (r.a.) kardeşi olan lanetlenmiş Utbe İbni Ebu Vakkas, Hazreti Peygamber’in dudağını yardı ve bir dişini kırdı.
Abdullah İbni Kamie adındaki lanetli de mübarek yanağının üstünü yardı ve zırhının iki halkası kırılıp koparak bu yanları yere batıp içeri girdi. Resul-ü Ekrem ise kendisinin kanı yeryüzüne damlayıp da ondan dolayı kavmine azap inmesin diye yükünden akan kanları sildi. “Ya Rabbi! Kavmim cahildir. Sen onlara doğru yolu göster…” diye yalvardı.
O sırada müşriklerin bir bölüğü, Resul-ü Ekrem üzerine saldırdı. Hazreti Ali, karşı çıkıp onların başı olan Hişam İbni Ümeyyetü’I-Mahzumi’yi öldürünce arkadaşları kaçtı. Daha sonra başka bir bölük ile Amr İbni Abdullah Cumahi saldırınca, Hazreti Ali, onu da öldürdü. Onun da arkadaşları kaçmaya yüz tuttu. Sonra bir diğer bölüğün daha hücumunda, Hazreti Ali, onların başı olan Bişr İbni Malik Amirî’yi de öldürünce artık ötekiler savuşup gitti. Kısacası Hazreti Ali o gün düşmanların gözünü korkuttu ve amcası Hazreti Hamza gibi, Allah’ın bir aslanı olduğunu ispat etti.
O sıralarda Ümmü Ümâre diye bilinen Nesibe Hatun da meydana çıkmış, gayet mertçe çarpışıyordu. Bu Nesibe (r.a.), Mâzen İbni Neccâr evladından olan Ka’b’ın kızı ve ensardan Zeyd İbni Asim’in hanımıdır. Hicret’ten evvel Mekke’ye gidip de Akabe’de Resul-ü Ekrem’e biat edenlerdendir.
Bu sefer kocası ve iki oğlu ile birlikte Uhud Harbi’nde bulunup, yiğitliğini dosta düşmana gösterdi ve nice yiğit erleri utandırdı. Hatta Resul-ü Ekrem’in üzerine saldıran fedailerden bir süvarinin ayağını kılıçla kalem gibi ayırdı ve atından aşağı düşürüp öldürdü. Kendisi birkaç yerinden yaralanıp kanları akarken bile korkusuzca kocasını ve oğullarını harbe heveslendirip cesaretlendiriyordu. Düşman, her ne taraftan Resul-ü Ekrem’in üzerine saldırsa, hemen kocası ve oğulları ile yetişip savunuyordu. Bundan dolayı Resul-ü Ekrem, “Ya Rabbi! Bunları bana cennette arkadaş eyle.” diye yalvardı.
O sırada lanetli İbn-i Kamie, “Bana gösteriniz. Ya o ya ben!” diyerek, Resul-ü Ekrem üzerine saldırınca Nesibe Hatun (r.a.), ona karşı çıktı ve üç kere İbni Kamie’ye kılıç çaldı fakat lanetli, birbiri üzerine iki zırh giymiş olduğundan kestiremedi. İbn-i Kamie ise kılıç ile Hazreti Nesibe’nin omuzunu yaraladı ve Hazreti Peygamber’in bayrak taşıyıcısı olan Mus’ab İbni Umeyr (r.a.) zırhını giyince, Resul-ü Ekrem’e benzediğinden, İbn-i Kamie, onu Resul-ü Ekrem sanarak vurup şehit etti. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, sancağı Hazreti Ali’ye verdi ve üzerine gelen düşmanların yüzlerini geri çevirdi. İbn-i Kamie ise hemen Ebu Süfyan’ın yanına gitti ve “Muhammed’i öldürdüm!” diye müjde verdi. Bu yüzden kâfirler sürüsü son derece sevindi. Bu haber, asker arasında yayıldı. Biri de dağın tepesinden yüksek sesle “Muhammed öldürüldü!” diye bağırdı.
İşte bu haber, Müslümanları tamamen şaşırttı ve tarif olunmaz derecede ümitsizlik ve hayrete düşürdü. Kâfirler ise arka arkaya Resul-ü Ekrem’in üzerine saldırarak yanındaki İslam topluluğunu dağıttılar ve her taraftan onu kuşattılar. Hatta o zaman Cebrail ve Mikâil (a.s.), insan şekline girip ve Resul-ü Ekrem’in yanında durup onu korudukları ve o hâlde Resul-ü Ekrem’in, eline birçok ufacık taş alıp düşmanların üzerine atmasıyla savuşup gittikleri bildirilmiştir.
İslam askerleri ise Resul-ü Ekrem’i göremez oldukları hâlde öldürüldüğü haberini işittikleri zaman ne yapacaklarını şaşırdılar. Hepsi parça parça, dağınık ve dehşet içinde kaza ve bela oklarına göğüslerini siper ederek işin sonunu bekliyorlardı. Hatta içlerinden bazıları, “Resul-ü Ekrem ölmüş, biz de başımızın çaresine bakmalıyız.” diyerek dağılıp dağlara, birazı da dönüp Medine’ye kadar gittiler.
O zaman Enes bin Malik’in (r.a.) amcası olan Enes bin Nadr (r.a.), “Ey Müslümanlar! Muhammed öldüyse, Allah kalıcıdır. Din uğruna harp edip de şehit olarak ona kavuşmak istemez misiniz?” diyerek herkese cesaret vermiş ve şehit oluncaya kadar çarpışmıştır.
Resul-ü Ekrem, o hâlde dünyanın kutbu gibi yerinden asla kımıldamadı. Ashabın büyüklerinden bazıları da pervane gibi Resul-ü Ekrem’in çevresinde dolaştıklarından, hemen onun başına toplandılar. Bunlar muhacirlerden Ebu Bekir, Ömer, Ali, Abdurrahman İbni Avf, Ebu Sa’d İbni Vakkas, Zübeyr İbni Avvam, Talha İbni Ubeydullah, Ebu Ubeyde İbni Cerrah ile Mikdad ve ensardan Ebu Dücâne, Hubab İbni Münzir, Asım İbni Sabit, Haris İbni Sımme, Seni İbni Hanif, Sa’d İbni Muaz, Üseyyid İbni Hudayr, Sa’d İbni Übâde ve Meslemeoğlu Muhammed idi.
Bela tufanı içinde dümensiz gemi gibi dolaşan ashaptan Ka’b İbni Malikü’l Hazreci (r.a.), karşıdan Resul-ü Ekrem’i gördü ve etrafındaki ashaba haber verdi. Hemen birer ikişer toplanıp Hazreti Peygamber’in yanına geldiler ve otuz kişi kadar oldular. Sonra diğer İslam askerleri de gelip toplanmaya başladılar.
O sırada Ziyad İbni Seken de (r.a.) ensardan on dört fedai yiğit ile gelip Hazreti Peygamber’in yanında yer aldı. Müşrikler sürüsü ise bazen Resul-ü Ekrem’e ok ve taş atıyor, bazen de grup grup üzerine saldırıyorlardı. Ebu Dücâne de (r.a.) Resul-ü Ekrem’in üzerine kapanıp düşmanın oklarına ve taşlarına kendisini siper etti. Bu bakımdan pek çok yerinden yaralandı.
Hazreti Talha da kendisini siper ederek Resul-ü Ekrem’i korurken şiddetli bir darbe ile eli yaralanıp çolak kaldı. Sa’d İbni Ebu Vakkas da (r.a.) Hazreti Peygamber’in önünde okla muharebe ediyordu. Resul-ü Ekrem, ona dua ederek ok veriyor, o da atıyordu.
O gün Sa’d İbni Ebu Vakkas’ın (r.a.) düşmana karşı bin ok atmış olduğu bildirilmiştir. Bu sırada kâfirlerin bir bölüğü şiddetle saldırınca, Resul-ü Ekrem, “Bunlara kim karşı çıkacak?” diye sordu. Ziyad İbni Seken (r.a.), “Ben çıkarım ey Allah’ın elçisi!” diye cevap verdi. Ve fedai, arkadaşlarıyla beraber karşı çıktı. Hepsi şehit oluncaya kadar dövüştüler.
Ziyad İbni Seken kılıç ile yaralanıp yere düşünce Resul-ü Ekrem’in emriyle ashaptan bazıları yetişip onu kaldırdılar ve Hazreti Peygamber’in yanına götürdüler. Resul-ü Ekrem, onu kucağına aldı ve son nefeste Resul-ü Ekrem’in mübarek yüzüne bakarak can verip cennet-i âlâya gitti. Peygamberlik makamı haricinde, şehitlik rütbesinin üstünde bir derece yoktur. Fahr-i Âlem’in kucağında can vermek ise pek büyük bir şereftir.
Veheb İbni Kâbus Müzni ile kardeşinin çocuğu Haris İbni Akb (r.a.) hadiseden habersiz oldukları hâlde sırf Resul-ü Ekrem’i ziyaret için Müzeyne Dağı’ndan kalkıp Medine’ye gelmişler ve Resul-ü Ekrem’in Uhud Muharebesi’ne çıktığını öğrenmişlerdi.
Hemen Medine’den çıkıp İslam ordusuna yetiştiler. O zaman İslam askerleri henüz yeni dağılmaya başlamış olduğundan, hemen meydana atıldılar ve mertçe harbe tutuştular. İşte o zaman Veheb’de (r.a.) görülen mertlik ve kahramanlık, doğrusu her iki tarafa da hayret verdi. Hatta iki sefer Resul-ü Ekrem’in üzerine saldıran bölüklere karşı çıkıp, düşmanları geri çevirdi. Sonra başka bir üçüncü bölüğün saldırısı sırasında Resul-ü Ekrem, “Ya bunlara kim karşı çıkacak?” diye sordu. Kâbusoğlu Veheb, “Yine ben, ey Allan’ın elçisi!” diye cevap verdi. Fahr-i Kâinat, Veheb’in bu sözünden hoşnut olarak, “Ey Veheb! Kalk ve cennet ile müjdelen.” diye buyurdu. Veheb’in son emeli ise Hazreti Peygamber’in önünde şehitlik rütbesini almaktan ibaret olduğundan, o bölüğe karşı vardı ve onu da vurup geri çevirdi fakat bu sefer kendisi de şehit olarak muradına erdi.
Sonra Resul-ü Ekrem, Veheb’in cenazesinin yanına gitti. Ruhuna selam ve dua ettiği sırada, “Ben senden hoşnutum.” dedi. Bunun için Hz. Ömer, “İbni Kâbus gibi ölmeyi canıma minnet bilirim.” derdi.
Medine’de Muhayrik adında hem ilim, fazilet sahibi hem de zengin bir Yahudi vardı. Resul-ü Ekrem’in, semavi kitaplarda adı geçen ahir zaman peygamberi olduğuna inanmıştı fakat birdenbire dindaşlarından ayrılıp da Müslüman olduğunu belli edemiyordu. Uhud Muharebesi günü, diğer Yahudi reislerinin yanına gidip, “Semavi kitaplara göre bugün Uhud’da din uğrunda harp eden şerefli kişinin, ahir zaman peygamberi olduğunda şüphe yoktur. Ona yardım etmek üzerimize farzdır.” deyince onlar da “Bugün cumartesidir. Bir işle meşgul olamayız. Muharebeye nasıl gidelim?” demişlerdi.
Muhayrik, “Onun şeriatı, cumartesi günü merasimine son verdi. Kalkınız gidelim, o şanlı peygambere yardım edelim.” demişse de dinlememişler. O da artık dayanamayıp İslamlığını açığa vurarak Hazreti Peygamber’in yanına geldi. “Ey Allah’ın elçisi! Eğer ben şehit olursam, bütün malımı din uğrunda yapılacak harp masrafları için kullan.” diye vasiyet etti. Sonra kendisini ortaya attı. Mertçe çarpışarak şehit olup, cennete gitti. İşte onun hakkında Resul-ü Ekrem, “Muhayrik, Yahudi milletinin en hayırlısıdır.” dedi.
Yine o sırada Osman İbni Mugiretü’l-Mahzûmi, Resul-ü Ekrem’in üzerine at sürdü. Hâlbuki Ebu Amir Fasık’ın Müslümanları düşürmek için kazmış olduğu bir kuyuya düşüverdi. Hemen Haris İbni Sımme (r.a.) yetişti ve kılıç ile o lanetlenmişi vurup öldürdü. At ve silahlarını alıp getirirken Ubeyd İbni Amirî geriden erişti ve Haris’in omuzunu yaraladı fakat Ebu Dücâne (r.a.) beriden yıldırım gibi yetişti ve Ubeyd’i vurup öldürdü.
Müşriklerin mahir okçularından Hayyan İbni Araka ile Malik İbni Züheyr yakın yerde bir taş arkasına saklanıp ok atarak ashabı rahatsız etmekteydiler. Hatta Resul-ü Ekrem’in azatlısı Ümmü Eymen (r.a.), gazilere su ulaştırır ve yaralılara bakarken Hayyan, bir ok atıp az kaldı ki zavallı kadını öldürecekti. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem Sa’d İbni Ebu Vakkas’a bir ok verdi. “At ey Sa’d! Yüce Allah rast getire.” dedi. Sa’d İbni Ebu Vakkas da attı ve ok yerini buldu. Hayyan yıkılıp hemen can verdi. O hâlde Malik İbni Züheyr, ok atmak üzere yılan gibi taş arkasından başını çıkarır çıkarmaz, Hz. Sa’d ona da bir ok attı ve onu da başından vurup öldürdü.
Kısaca düşman her ne taraftan saldırdıysa, Müslümanlardan birtakım fedailer büyük bir cesaretle karşıladılar. Müşrikler de artık istedikleri gibi İslam kuvvetlerini tamamen yok edemeyeceklerini anladılar. Böylece muharebe pazarı biraz gevşediyse de ashap öyle açık ve tehlikeli yerde durmayı uygun görmeyip, Resul-ü Ekrem ile beraber emin bir vadiye çekildi ve Uhud Dağı’na arka verdi.
Kureyş’in ileri gelenlerinden ve İslam’ın en büyük düşmanlarından olan Übeyy İbni Halef ki Mekke’de iken Resul-ü Ekrem’e rastladığında, “Ey Muhammed! Bir at besliyorum. Onun üstündeyken seni vurup öldüreceğim.” deyince Resul-ü Ekrem de “İnşallah sen onun üzerinde iken ben seni öldürürüm.” demiş. Übeyy, Bedir’de esir olup bedel karşılığında kurtulmuşken uslanmayıp yine o sözü tekrar eder olmuş. Bundan dolayı Resul-ü Ekrem, bu sefer “Ubeyy’den emin değilim. Eğer arkadan saldıracak olursa bana haber veriniz.” diye ashabına tembih etmişti. Nitekim bu sırada Ubeyy ansızın nara atıp, “Ya sen ya ben!” diyerek doludizgin Resul-ü Ekrem’in üzerine saldırınca, ashaptan bazıları onu karşılamak istedi. Resul-ü Ekrem, “Dokunmayınız.” diye buyurdu. Eline bir mızrak alarak attı ve onu vurup, atından aşağı düşürdü. Lanetlenmişin bir eğe kemiği kırıldı. Hemen acısından bağırarak ve “Muhammed beni öldürdü.” diyerek kaçıp kavminin yanına gitti. Ebu Süfyan bakıp gördü ki beresi varsa da yarası yok, kan akmıyor. “Boşuna telaş ediyorsun, bir şeyin yoktur.” diye teselli etti. Übeyy ise “Önce Muhammed bana, ‘Ben seni öldürürüm.’ derdi. Gerçekten öldürdü çünkü bu bereden benim için kurtuluş yoktur.” diyordu. Hakikaten dönüp Mekke’ye giderken öküz gibi bağırarak yolda öldü.
Resul-ü Ekrem, “Yüce Allah, İbn-i Kamie’yi yerle bir etsin!” diye dilemiş olduğundan, İbn-i Kamie, Mekke’ye döndükten birkaç gün sonra dağa gittiğinde Allah’ın emriyle ona bir yaban keçisi bela olup boynuzlarıyla süserek onu parça parça etmiştir. Resul-ü Ekrem, Utbe İbni Ebu Vakkas’a da “Yılını doldurmasın!” diye beddua ettiğinden, o da senesi içinde müşrik olarak ölüp, canını cehenneme ısmarlayıp gitmiştir.
Resul-ü Ekrem ile ashabı sözü edilen Uhud Dağı’nın o vadisine gidip toplandı. Şurada burada dağılmış bulunan İslam askerleri de oraya gelip barındılar. Sonra Hazreti Ali, Resul-ü Ekrem’e su getirip yüzünü yıkadı ve abdest alıp öğle namazını kıldı. Mübarek yüzüne batmış olan iki halkayı Ebu Ubeyde İbni Cerrah (r.a.) ön dişleriyle tutup çıkardı ve çıkarırken kendisinin iki dişi düştü. O halkalar çıktıktan sonra yerlerinden kan boşandı. Bunun üzerine Ebu Said-i Hudri’nin babası Malik İbni Sinan Hudri akan kanları emdi.
Hind ile yoldaşları olan öteki Kureyş kadınları meydanı boş bulunca gelip şehitlerin burunlarını, kulaklarını kestiler ve onlardan bilezikler, gerdanlıklar yaptılar.
Ebu Süfyan Uhud Dağı’nın o vadisinde bir İslam topluluğu biriktiğini görünce onları dağıtıp yok etmek üzere bir bölük müşrik askeri ile başka yoldan onların üst tarafına çıkmak istedi.
Resul-ü Ekrem, “Ya Rabbi! Artık oraya çıkamasınlar.” diye dua etti ve duası kabul edildi. Ebu Süfyan her ne kadar çabaladıysa da yukarı çıkamadı. Resul-ü Ekrem’in duasının tesiriyle artık fitne ve harp tufanı kesildi fakat Resul-ü Ekrem’in sağ olup olmadığından Ebu Süfyan’ın şüphesi olduğundan, bunu anlamak istiyordu. Bunun için o İslam topluluğuna doğru üç kere “İçinizde Muhammed var mı?” diye sordu. Resul-ü Ekrem, ashabına, “Susunuz, cevap vermeyiniz.” dedi.
Ebu Süfyan yine üç kere “İçinizde Ebu Bekir var mı?” diye bağırdı. Yine ses çıkmadığı için üç kere de “Hattaboğlu Ömer var mı?” diye seslendi. Buna da bir ses çıkmayınca Ebu Süfyan artık diğer ashabı sormadı.
Çünkü İslam’ın ayakta durmasının ancak onlara bağlı olduğu gerçeğini bildiğinden, başkalarını arayıp sormaya lüzum görmedi. Hemen dönüp kendi kavmine, “Eğer sağ olsalar elbette cevap verirlerdi. Bunların üçü de ölmüş ve artık iş bitmiş.” dedi. Hazreti Ömer, artık dayanamayıp, “Allah’ın düşmanı! Yalan söyledin. Saydıkların hep sağdır. Senin hakkından gelecek olanlar duruyor.” dedi. Ebu Süfyan, “Muharebe nöbetledir. Bugün Bedir gününe bedeldir.” dedi. Hazreti Ömer, “Evet ama beraber değiliz çünkü bizim ölülerimiz cennette ve sizinkiler ise cehennemdedir.” dedi.
Ebu Süfyan, “Yüce ol Hübel, aziz ol Hübel!” diyerek Hübel adındaki puta dua ve teşekkür etti çünkü Hübel, Kâbe’de büyük bir put idi. Ebu Süfyan, bu defa sefere çıkacağı zaman onun yanına gitmiş ve “Gideyim mi, gitmeyeyim mi?” diye kura atmış ve “evet” diye çıkmıştı. Bu nedenle galibiyeti Hübel’den bilerek ona teşekkür etmiş idi.
Bunun üzerine Resul-ü Ekrem’in emriyle Hazreti Ömer de “Allah her şeyden en yüce ve en büyüktür.” dedi. Ebu Süfyan, “Bizim Uzza’mız var, sizin Uzza’nız yok.” diyerek, “Uzza” dedikleri put ile övündü.
Hazreti Ömer de “Allah bizim Mevla’mızdır. Sizin Mevla’nız yoktur.” dedi. Ebu Süfyan, “Beri gel ey Ömer!” dedi. Hazreti Ömer de Resul-ü Ekrem’den izin alıp biraz ileri vardı. Ebu Süfyan, “Ey Ömer! Allah için doğru söyle. Biz, Muhammed’i öldürdük mü?” diye sordu. Hazreti Ömer, “Yok Vallahi. Resul-ü Ekrem, şimdi senin söylediğin sözleri işitiyor.” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Ebu Süfyan da “Ben sana İbn-i Kaime’den daha çok inanıyorum.” dedi. Ondan sonra Ebu Süfyan dönüp gidecek olduğunda, “Gelecek sene sizinle Bedir’de buluşalım.” dedi. Hazreti Ömer de Resul-ü Ekrem’in emriyle “İnşallah.” dedi.
Müşrikler bu derece üstün gelmişken yüce Allah, onların kalplerine korku verdi. Hemen muharebeden vazgeçtiler ve Mekke yolunu tutup geri döndüler. O zaman Resul-ü Ekrem, “Acaba Sa’d İbni Reb’i ne hâldedir? Şehitler arasında mıdır, yoksa yaralılar içinde midir? Ona doğru on iki kargı ile saldırıldığını gördüm.” diye buyurdu. Onu arayıp bulmak için Muhammed İbni Mesleme’yi (r.a.) gönderdi.
O da şehitlerin olduğu yere gitti ve birkaç kere “Sa’d İbni Reb’i!” diye çağırdı. Bir ses çıkmadı ta ki “Allah’ın elçisi, beni sana gönderdi, ey Sa’d.” deyince, zayıf bir sesle, “Ben, ölüler içindeyim.” diye cevap verdi.
Muhammed İbni Mesleme (r.a.), onu şehitler arasında buldu. Gördü ki pek çok kılıç, kargı ve ok yaralarıyla bedeni delik deşik olmuş can çekişmektedir. O hâlde Sa’d, gözünü açtı ve Muhammed İbni Mesleme’ye bakarak, “Allah’ın elçisine benim selamımı ileterek söyle ki ben cennetin kokusunu duyuyorum. Kavmine de benden selam ile söyle ki kirpikleriniz kımıldadıkça peygamberinize ihlas hususunda, Allah yanında özürlü olamazsınız.” dedi ve o anda ruhunu teslim etti.
Bu Sa’d, Akabe’de Resul-ü Ekrem’e biat eden ashabın büyüklerinden olup Sa’d İbni Zürare’den sonra ensarın ileri geleni oydu.
Muhammed İbni Mesleme, Hazreti Peygamber’in yanına gelip Sa’d’ın selam ve sözünü bildirince Resul-ü Ekrem, “Ya Rabbi! Sen Sa’d’dan hoşnut ol.” diye dua etti.
Sonra Resul-ü Ekrem, şehitleri görmeyi diledi. Hazreti Hamza’yı gördü ki burnu ve kulakları kesilmiş, karnı yarılmış, bedeni parça parça edilmişti. Bu manzaradan Resul-ü Ekrem o kadar üzüldü ki hiçbir zaman böyle bir keder duyduğu görülmemiştir. O zaman Cebrail geldi ve Hazreti Hamza için göklerde “Allah’ın aslanı ve Allah’ın elçisinin aslanı.” diye yazılmış olduğunu haber verdi. Gariptir ki o gün sabahleyin Abdullah İbni Cahş ile Sa’d İbni Ebu Vakkas (r.a.), bir kenara çekilip, yüce Allah’a dua etmişler. Sa’d, “Ya Rabbi! Büyük bir düşmana rast gelip harp ederek onu yeneyim.” demiş. Abdullah ona, “Âmin!” dedikten sonra, “Ben de büyük bir düşmana rastlayıp harp edeyim ve sonunda şehit olayım. Burnum ve kulaklarım kesilsin. Yarın ceza gününde, yani mahşerde yüce Allah, bana ‘Burnun ve kulakların nerede kesildi?’ deyince, ‘Ya Rabbi senin ve elçinin yolunda kesildi.’ diyeyim.” diye yalvarmış. Bu sefer şehitlerin kimlikleri araştırılırken Sa’d, onu o hâlde görünce hayret etmiştir. Hazreti Hamza, Resul-ü Ekrem’den iki yaş büyüktü. Cahş da o zaman kırk yaşını geçkindi.
Ensardan Ebu Câbir de (r.a.) o kadar parça parça edilmişti ki kim olduğu, güç hâl ile ancak parmaklarından bilinebildi. Kısaca Kureyşlilerin, şehitlere karşı asla insanlığa yakışmayacak şekilde, vahşice davranmış oldukları görüldü. Resul-ü Ekrem, şehitleri o hâlde gömdürdü. Şöyle ki: Sağken aralarında sevgi ve yakınlık bulunan şehitler, ikişer üçer şekilde aynı yere gömüldüler. Hazreti Hamza ile kız kardeşinin oğlu Abdullah bir kabre ve Ebu Câbir ile kız kardeşinin kocası olan Amr İbni Cemuh ve Hârice İbni Zeyd, aynı kabre konuldular.
Bu muharebede müşriklerin kayıpları yirmi ile otuz kişi arasında olduğu hâlde şehitlerin sayısı yetmiş kişiydi. Bundan başka Müslümanların epeyce yaralıları da vardı. Bu yetmiş şehidin yalnız beş altısı muhacirlerden olup, geri kalanı hep ensardandı.
Bu bozgun, Müslümanlar hakkında büyük bir bela ve musibet olduğu hâlde İslam askerlerine Allah tarafından manevi bir terbiye idi. Çünkü askerin, hiçbir kumandanın işine karışması doğru değilken, İslam askerleri, Resul-ü Ekrem’in görüş ve tedbirine karıştılar. Resul-ü Ekrem, Medine’de durup da savunma harbi yapma düşüncesinde iken onu meydan muharebesi yapmaya zorladılar. Her hâlde bu hataları affedildi ve Resul-ü Ekrem, düşmana karşı gitti. Düşmanın süvarisine karşı, süvarisi yok iken İslam askerlerini öyle bir düzene soktu ki süvari saldırısına uğrayabilecek yalnız sol kolda bir yer kalmıştı. Onu da okçular ile kapattı ve Müslümanlara göre düşmanın kuvveti kat kat fazla iken düşman ordusunu bozguna uğrattı ve dağıttı. Ne fayda ki okçuların çoğu, ganimet sevdasıyla korunmasına memur oldukları yeri bırakıp dağıldılar ve böyle büyük bir bozguna sebep oldular.
Askerlik, kumandanın emrine uymaktan ibarettir. Kendi bildiği gibi hareket eden askerlerin böyle büyük felaketlere sebep olageldikleri tecrübelerle bilinir. İşte muharebe sırasında yerini terk etmenin ne büyük bir cinayet olduğu, bu noktada gayet güzel anlaşılır.
Resul-ü Ekrem, şehitleri gömdükten sonra, mübarek yüzü yaralı ve kalbi üzgün olarak ashabıyla beraber Uhud’dan kalkıp Medine’ye geldi. Şehitlerin eş ve çocukları ya da yakınları ağladıkça münafıklar sevinirdi. Müslümanların bu yenilgisi üzerine Yahudiler de şımardı. Kısacası İslam dininin dost ve düşmanı ayrıldı ve gerçekten Müslüman olanlar seçildi.
Kureyş ordusu dönüp giderken, İkrime İbni Ebu Cehil diğer reislere karşı, “Ne iş gördünüz? Bu kadar üstünlük sağlamışken Müslümanları tamamen bitirmeden neden geri döndünüz? Çok zaman geçmeden onlar yine toparlanırlar ve öç almak için üzerimize gelirler. Akıl yolu budur ki Medine’ye gidip onları kökten yok edelim.” demişti. Safvan İbni Ümeyye de “Evs ve Hazreç kabileleri, bu kadar adamlarının ölmesinden dolayı kızarsa ve savaşa katılmamış olanları da öç almaya kalkışırlarsa iş tersine döner. Hazır yenmişken Mekke’ye dönelim.” diyerek İkrime’nin görüşünü çürütmüştü.
Ebu Süfyan ise bu iki görüş arasında kararsız olduğu hâlde bu şekilde konuşa konuşa Revha Konağı’na varmışlar ve oradan geri dönüp de Medine üzerine gitmeye karar vermişlerdi. Hâlbuki onlar, yolda bu şekilde ileri geri konuşup giderlerken Abdullah İbni Amr Müzeni, yanlarında bulunarak onların sözlerini işitmiş ve ertesi gün sabah namazı vaktinden evvel Medine’ye gelerek, işittiğini Resul-ü Ekrem’e söylemişti. Resul-ü Ekrem Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i çağırdı. Müzeni’nin söylediğini onlara aktararak görüşlerini sordu. Onlar da dünkü muharebeden dolayı Müslümanların zayıf düşmediğini göstermek ve düşmana bir gözdağı vermek üzere çıkıp da arkalarına düşmek suretini uygun gördüler. Bundan dolayı Resul-ü Ekrem sabah namazını cemaat ile mescitte kıldıktan sonra ashabını çağırmak üzere Bilâl-i Habeşî’ye emretti.
O da aldığı emir üzerine, “Dün, Uhud Muharebesi’nde bulunanlar hazır olup gelsinler. Düşmanın arkasına düşülecektir.” diye bağırdı. Bütün ashap hazırlandı. Hatta yaralı olanlar bile yara ve berelerini sarıp geldiler.
Resul-ü Ekrem, İbni Ummü Mektûm’u (r.a.) Medine kaymakamlığına tayin buyurdu ve sancağı Hazreti Ali’ye (r.a.) verdi. Kendisi de yaralı olduğu hâlde atına bindi ve altı yüz otuz kadar Uhud gazisiyle Medine’den çıkıp Hamraü’l-Esed adındaki yere vardı.
Hamraü’l-Esed, Medine’nin sekiz mil uzağında ve Medine’den Zü’l-Huleyfe adındaki yere giderken yolun sol taraftaki bir yerin ismidir ki Resul-ü Ekrem, bu sefer oraya erişip ordu kurdu.
Ebu Ma’ber Huzâî’nin oğlu Ma’bed, bir iş için Mekke’ye giderken oraya uğradı ve Resul-ü Ekrem’in yanına gelip geçen gün ashab-ı kiramının musibete düşmüş olmasından dolayı taziyet diledi ve sonra kalkıp gitti.
Ma’bed, Revha’dan geçerken Ebu Süfyan ile görüştüğünde Ebu Süfyan ona, “Geride ne var?” diye sormuş, o da “Muhammed, bir büyük ordu ile çıkmış ki ömrümde öyle cemiyet görmedim. Geçen gün muharebeden geri kalmış olanlar da çıkmadıklarına pişman olmuş ve bugün hepsi toplanmışlar. Sizin için diş bileyip geliyorlar.” diye cevap vermiş. Ebu Süfyan, “Sen ne söylüyorsun? Onlarda harekete mecal kaldı mı?” dediğinde Ma’bed, “Onlar, Hamraü’l-Esed’e geldiler. Zannederim ki siz buradan henüz kalkmadan onların atlarının alınlarını göreceksiniz.” demiş.
Safvan İbni Ümeyye, “Gördünüz mü? İşte benim dediğim çıktı. Haydi bir belaya uğramadan savuşup gidelim.” dedi. Ebu Süfyan’ın kalbine de korku düştü. Hemen ordularını kaldırıp göç ettiler ve doğru Mekke’ye döndüler.
Mabet, o vakit henüz İslam ile müşerref olmamıştı fakat ehl-i İslam’ın taraftarıydı. Kureyş taifesini bu şekilde korkuttu ve savuşup gittiklerini de bir adam göndererek, Resul-ü Ekrem’e bildirdi.
Kureyş ordusundan geriye kalmış olan iki kişi, bu defa Müslümanların eline düştü. Biri Beni Ümeyye’den Muaviye İbni Mugire ve diğeri Bedir’de esir olup da bundan böyle Müslümanlar aleyhinde bulunmamak şartıyla salıverilmiş iken bu defa yukarıda açıkladığımız şekilde bedevileri cenge teşvik eden meşhur şair Ebu İzze’dir.
Ebu İzze, bu defa da süslü püslü sözler söyleyerek Müslümanların pençesinden yakayı kurtarmak istedi fakat fayda vermedi, ikisi de öldürüldü.
Resul-ü Ekrem, birkaç gün ordu ile dışarıda kaldı. Sonra dönüp Medine’ye geldi.
Abdullah İbni Cahş’ın (r.a.) hanımı ve Huzeyme İbni Haris’in kızı Zeyneb ki her zaman fakirleri yedirip içiren bir kimse olduğundan, kendisine “Fakirlerin Anası” denirdi. Bu sefer dul kaldığından, Resul-ü Ekrem’le evlendi, fakat bir iki ay sonra öldü.
Yine o sırada Hazreti Ali’yle kadınların efendisi Fatımatü’z-Zehra’dan Hasan (r.a.) doğdu. Yine o sıralarda şarap içmek ve kumar oynamak haram oldu.

Bi’r-i Maûne Olayı
Amiroğullarından ve Necid ileri gelenlerinden Ebu Berâ Amir İbni Malik İbni Cafer, Hicret’in dördüncü senesinin başlarında Medine’ye geldi ve Resul-ü Ekrem ile görüşüp, “Ey Muhammed! Eğer Necid halkına ashabından bir kısmını gönderirsen, umarım ki İslam olurlar.” dedi.
Resul-ü Ekrem, Necid Bölgesi’nin halkına güvenemeyip, “Korkarım ki ashabıma bir kötülükte bulunurlar.” dedi. Ebu Berâ, “Onlar, Necid’e geldiklerinde benim ahd-ü amanım altına girmiş olur. Onlara kimse bir şey yapamaz.” diye teminat verdi.
Bunun üzerine Resul-ü Ekrem de Ebu Berâ’nın kardeşinin oğlu olan Amir İbni Tufeyl İbni Malik’e bir mektup yazdırdı ve Necid halkına Kur’an öğretmek için safer ayı içinde ensarın büyüklerinden olan Münzir İbni Amr (r.a.) ile yetmiş Kur’an okuyucusu gönderdi.
Hazreti Ebu Bekir’in azatlısı olan Amir İbni Füheyre de (r.a.) onlarla beraber idi. Kılavuzları da Muttalib Süleymi idi.
Münzir İbni Amr (r.a.), bu Kur’an okuyucuları ile çıkıp Medine’ye dört konak uzaklığı olan Maûne Kuyusu denilen yere vardı ve oradan Enes İbni Malik’in dayısı olan Haram İbni Milhan (r.a.) ile Resul-ü Ekrem’in mektubunu Amir İbni Tufeyl’e gönderdi.
Lanetlenmiş olan Amir İbni Tufeyl ise mektubu okumadan Haram İbni Milhan’ı (r.a.) vurup öldürdü. Sonra Kur’an okuyucuları olan kurra cemaati üzerine saldırmak için kendi kavmi olan Amiroğullarını çağırdı. Onlar ise “Biz, Ebu Berâ’nın verdiği sözü ayak altına alamayız.” diye çekindiler.
Bunun üzerine Amir İbni Tufeyl, Süleymioğullarından Usayye, Ri’l ve Zekvân kabilelerini toplayıp Maûne Kuyusu’na gitti ve ansızın o kurra topluluğu üzerine saldırarak hepsini şehit etti. Yalnız Neccâroğullarından Ka’b İbni Zeyd’i (r.a.) öldü sanarak şehitler arasında bırakmış olduklarından, o sağ kalmış ve bir aralık oradan savuşup Medine’ye gelmiştir.
Bir de Amr İbni Ümeyye Damri ile ensardan Münzir İbni Muhammed İbni Ukbe, bir tarafta develeri otlatmakta olduklarından bu çarpışmada bulunmayıp, sonradan muharebe yerine gelerek, olan biteni öğrendiklerinden, Münzir İbni Muhammed, arkadaşı Amr’a, “Ne yapalım?” diye fikrini sormuş, Amr da “Hemen dönüp Medine’ye gidelim ve durumu Resul-ü Ekrem’e ifade edelim.” diye cevap vermiş.
Muhammedoğlu Münzir ise “Ben, Münzir İbni Amr’ın şehit olduğu yerden ayrılıp da yalnızca sağ dönmeyi istemem.” diyerek düşman ile çarpışmış, sonunda o şehit ve Amr ise esir olmuştur. Ancak Amr, kendisinin Mudaroğullarından olduğunu haber vermiş, Amirîler de Mudar soyundan bulundukları için Amir İbni Tufeyl, onu serbest bırakmış, bu yüzden o da sağ salim Medine’ye gelmiştir.
Resul-ü Ekrem, bu hadiseyi haber alınca son derece üzüldü ve “Bu durum, Ebu Berâ’nın işidir. Ben, bunu onun ısrarıyla istemeyerek yapmıştım.” diye buyurdu. Ebu Berâ da Resul-ü Ekrem’in bu sözünü işitince çok üzüldü ve kederinden hastalanıp öldü fakat verdiği sözün bu şekilde ayaklar altına alınması, Arap âdeti üzere kendi soyunda bir leke olarak kaldı.
Hatta oğlu Reb’ia İbni Ebu Berâ bu lekeyi amca çocuğu olan Amir İbni Tufeyl’in kanıyla yıkamak üzere onu öldürmeye niyetlenmişti.
Resul-ü Ekrem ise ona bilhassa beddua ettikten başka bir ay kadar her sabah Usayye, Ri’l ve Zekvân kabilelerine beddua etti. Nitekim çok geçmeyip Amir İbni Tufeyl bir yumruca çıkardı ve hemen canını cehenneme ısmarlayıp gitti.
Usayye, Ri’l ve Zekvân kabilelerini de veba, humma ve kıtlık kapladı, kısa bir zamanda içlerinden yedi yüz kişi öldü.

Beni Nadir Yahudileriyle Yapılan Savaş
Beni Nadir, Yahudi milletinden ve Hz. Harun (a.s.) soyundan büyük bir kabiledir. Medine’ye iki mil uzaklığı olan bir nahiyede yerleşmişlerdi. Sağlam kaleleri ve mükemmel silahları vardı.
Müslümanlar aleyhinde bulunmamak üzere Resul-ü Ekrem ile sözleşmişler ve Resul-ü Ekrem’in Bedir’deki zaferinden sonra, “Semavi kitaplarda vadedilmiş olan ahir zaman peygamberi odur.” demeye başlamışlarken, Mekkeli Kureyşliler ve Medineli münafıklar ile haberleşmekten geri kalmıyorlardı.
Uhud Muharebesi’nden sonra fikir ve tavırlarını tamamen değiştirmişler. Bir gün Resul-ü Ekrem, ashabından beş on kişiyle onların bölgesine gittiğinde, bir hile ile onları öldürmeye karar vermişlerdi.
İçlerinden Selam İbni Mişkem onlara, “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Vallahi bu sizin suikastınız ona Allah tarafından haber verilir. Bu niyetiniz, onunla aramızdaki sözleşmeyi bozmak demektir.” diye nasihat etmişse de kulak asmamışlardı.
Hâlbuki Cebrail (a.s.) gelip Beni Nadir’in suikastını Resul-ü Ekrem’e haber verdi. Resul-ü Ekrem de “On gün içinde bu yerden çıkıp gitsinler.” diye Muhammed İbni Mesleme ile Beni Nadir’e haber gönderdi.
Bunun üzerine Beni Nadir de vatanlarını terk edip gitmeye hazırlanmakta iken münafıkların başı olan Abdullah İbni Ubeyy, onlara, “Yerinizden ayrılmayınız. Biz size yardım ederiz. Beni Kureyza Yahudileri ile sözleşip anlaşmalı olduğunuz Gatfan Kabilesi de yardım eder.” diye gizlice haber göndermiş olduğundan, Beni Nadir, evvelki niyetlerinden vazgeçerek, “Biz vatanımızdan çıkmayız. Elinden geleni geri koyma.” diye Resul-ü Ekrem’e haber gönderdiler.
Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, Hicret’in bu dördüncü senesinin rebiülevvelinde ashabı topladı. Mescitte imamlık etmek üzere İbni Ümmü Mektûm’u vazifelendirdi. Sancağı Hazreti Ali’ye verip, ordu ile Medine dışına çıktı ve Beni Nadir Yahudilerini kuşattı.
Abdullah İbni Selûl, açıktan yardıma cesaret edemedi, Beni Kureyza Yahudileri ile Gatfan Kabilesi’nden de yardım gelmedi. Bu yüzden Beni Nadir Yahudileri altı gün kuşatma ile ok ve taş atılarak zorlandıktan sonra aman dilediler. Şöyle ki: Silahlardan başka, mallarından develerine yükleyebildikleri kadarını alarak çıkıp gitmek üzere izin istediler. Resul-ü Ekrem de bu şekilde gitmelerine izin verdi. Altı yüz deveye yükleyebildikleri kadar mal ve eşya alıp kimi Hayber’e kimi Şam tarafına gittiler. Münafıklar da gizlice matem tuttular.
Beni Nadir Yahudilerinin diğer malları Resul-ü Ekrem’e kaldı. Elli kadar zırh ile elli demir tas ve üç yüz kırk kılıç Müslümanların eline geçti. Ensar, muhacirlerin geçimlerini üzerlerine alıp, onları kendi mallarına bayağı ortak ettiklerinden, muhacirlerin idaresi, ensar üzerine epeyce bir yük idi. İşte onların bu yükünü hafifletmek için Resul-ü Ekrem Beni Nadir Yahudilerinden alınan ganimet mallarını yalnız muhacirlere bölüştürmek istedi ve ensara, “Eğer isterseniz evvelce olduğu gibi muhacirleri mallarınıza ortak etmek üzere bu ganimet mallarını hepinize bölüştüreyim. Yok eğer isterseniz kendi mallarınız sırf sizin olmak üzere bu ganimet mallarını muhacirlere vereyim.” dedi.
Ensar ise “Ey Allah’ın elçisi! Bu malları muhacirlere bölüştürünüz. Bizim mallarımızdan da istediğiniz kadarını alıp onlara veriniz.” dedi. Hz. Ebu Bekir kalkıp, ensara açıkça teşekkür etti. O zaman ensarın övülmesi hakkında, “İhtiyaçları olsa bile nefisleri üzerine muhacirleri tercih ederler.” manasına gelen ayet indi. Bundan dolayı bu sefer Beni Nadir Yahudilerinden kalan ganimet malları, yalnız muhacirlere bölüştürüldü.
Fakat Beni Nadir Yahudileri reislerinden İbni Hukayk’ın meşhur kılıcı, Sa’d bin Muaz’a verildi. Yine ensardan Ebu Dücâne ile Sehl İbni Huneyf’in ihtiyaçları olduğundan, onlara da bir miktar ganimet verildi.
Sonradan, Necid Bölgesi’nden Gatfan Kabilesi’nin Medine’ye saldırmak üzere asker topladığı işitilince Resul-ü Ekrem, damadı Hazreti Osman’ı Medine’de vekil bırakıp ordusu ile Necid Bölgesi’ne sefere çıktı. Gatafânlıların arazilerinden, Medine’ye iki konak uzaklığı olan Şehd denen yere kadar gitti fakat halkı karşı durmayıp dağlara dağılmış ve bu sebeple muharebe olmadan dönülmüştür.
Dördüncü Hicret senesinin şaban ayında kadınların ulusu olan-Fatımatü’z-Zehra’dan Hazreti Hüseyin doğdu.
Mahzûmoğullarından Ümeyye İbni Mugire’nin kızı olan Ümmü Seleme kırk dört yaşında dul bir kadındı. Resul-ü Ekrem bu sırada onunla evlenmiştir.
Bedir’de her sene zilkade ayında bir panayır kurulurdu ve her taraftan oraya ticaret için birçok insan gelirdi. Yukarıda anlattığımız üzere Ebu Süfyan, Uhud’dan dönüp giderken, “Sizinle gelecek sene Bedir’de buluşalım.” demişti. Hazreti Ömer de Resul-ü Ekrem’in emriyle “İnşallah.” demişti. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, Abdullah İbni Revâhe’yi Medine kaymakamı tayin etti. Sancağı Hazreti Ali’ye verdi ve bin beş yüz askerle Medine’den çıkıp, zilkade başlarında Bedir’e geldi. İçlerinde on atlı vardı.
Ebu Süfyan da Kureyş ordusuyla Mekke’den çıkmışken Resul-ü Ekrem’in öyle kalabalık bir orduyla Medine’den çıkmış olduğunu işitince korkup geri döndü. Bu yüzden kabilelerin gözünde Mekkeli Kureyşlilerin itibarı kırıldı. Müslümanlar ise pek çok şan ve şeref buldu. Panayırda güzel alışveriş olup, bundan Müslümanlar çok kâr ettiler ve büyük bir ferahlık ve hoşnutlukla dönüp Medine’ye geldiler.

Hicret’in Beşinci Yılındaki Olaylar
Hicret’in beşinci senesinin rebiülevvel ayında Resul-ü Ekrem Dûmetü’l-Cendel şehrine sefer etti. Bu şehrin Medine ile arası on beş ve Şam ile beş günlük mesafedir. Orada birtakım eşkıyalar olup, yolculara saldırdıkları için onlara gereken dersi vermek, hem de Müslümanların Şam ile ticaretini emniyet altına almak üzere Resul-ü Ekrem, rebiülevvel ayında bin kişilik İslam ordusu ile Medine’den çıktı. Dûmetü’l-Cendel’e yaklaştığı sırada, o şehir halkının hayvan sürülerine rastladı. Çobanlar kaçtığından, hayvanlar meydanda kaldı. Sonra Dûmetü’l-Cendel şehrine varıldı. Halkı hep dağılıp kaçmış olduklarından, yalnız içlerinden bir adam ele geçirilebildi. Resul-ü Ekrem, ona İslam dinini teklif etti ve o kişi İslam ile şereflendi.
Resul-ü Ekrem orada birkaç gün kalarak çevreye birlik birlik asker çıkardı. Hiç kimseye rastlanamadığından, muharebe edilmeksizin Medine’ye dönüldü.

Müreysi Gazvesi
Müreysi, Huzaa ülkesinde, Kudeyd Bölgesi’nde bir suyun adıdır. Fur’a’ya bir günlük uzaklığı vardır. Fur’a da Medine’ye otuz iki saat uzaklıkta bir yerdedir.
Huzaa Kabilesi’nden Beni Mustalik Oymağı’nın başı olan Hars İbni Ebu Dırar’ın Müslümanlar ile harp etmek üzere, gerek kendi aşiretinden ve gerek civarındaki başka aşiretlerden asker toplamakta olduğu haber alındı.
Hemen Resul-ü Ekrem, bin kişilik bir İslam ordusu ile şaban ayında, acele olarak Medine’den çıktı. İçlerinde on nefer atlı vardı. Hz. Aişe ve Hz. Ümmü Seleme de beraber idi. Bu orduda münafık çoktu. Hiçbir zaman İslam ordusunda bu kadar münafığın çıktığı yoktu.
Resul-ü Ekrem’in Medine’den çıktığı haberi, Huzaa içinde işitildi. Hars İbni Ebu Dırar’ın başında bulunduğu topluluğa büyük korku düştü ve yanında toplanan Araplar dağıldı. Onlar dağınık olarak Müreysi denen yerde suda hayvan sularken, ansızın İslam ordusu gelip çattı. Resul-ü Ekrem, onlara, “Lâ ilahe illallah, deyiniz ki can ve malınızdan emin olasınız.” diyerek İslam dinini teklif etti. Onlar dinlemeyip başıbozuk bir şekilde karşı koymaya yeltendiler ve ok atmaya başladılar.
Resul-ü Ekrem ise İslam askerlerini safa soktu ve onların hepsini birden düşman üzerine yürüttü. Beni Mustalik bu hücuma dayanamayıp, hemen dağıldı. On neferi öldü, ötekiler de esir oldu. Beş bin koyun ile on bin deve ele geçirildi.
Esirlerin sayısı yedi yüzden çok olup, onlardan birisi de Hars İbni Ebu Dırar’ın kızı Cüveyriye idi ki Sabit İbni Kays’ın payına düşmüş ve o da onu bedele kesmişti. Fahr-i Âlem (s.a.v.), onun bedelini verdi ve kendisine nikâhladı. Ashap bunu görünce, “Allah’ın elçisinin akrabası nasıl esir olur?” diyerek, ellerindeki bütün esirleri serbest bıraktılar. Cüveyriye, ne bahtiyar kız imiş ki aynı günde esir iken hem peygamber hanımı oldu hem de kavminin esirlikten kurtulmasına sebep oldu.
Oradan dönüp Medine’ye gelirken, yolda muhacirlerden biri, ensardan biriyle kavga edince, münafıkların başı olan Abdullah İbni Übeyy yanındaki adamlarına, “Hele şu muhacirlere bakınız ki bizim yardımlarımızla geçinirlerken bizleri hor görmek istiyorlar. Onlara bir şey vermeyiniz, dağılıp gitsinler. Hele Medine’ye varalım… Daha çok izzet ve üstünlüğü olan, elbette daha düşük olanı oradan çıkarır.” demiş ve Medine’ye varıldığında oradan Müslümanları çıkarırım, demeye getirmişti.
Hâlbuki onun bu sözünü Zeyd İbni Erkam (r.a.) işitir işitmez gelip Resul-ü Ekrem’e söylediğinde Hazreti Ömer (r.a.), mecliste bulunduğundan, “Ey Allah’ın elçisi! İzin ver varıp o münafığın boynunu vurayım!” demişse de Resul-ü Ekrem izin vermemiştir. Bu sefer yirmi sekiz gün sürdü ve ramazan ayının başında ordu Medine’ye girdi.
Selman-ı Farsi (r.a.), Resul-ü Ekrem’in hizmetinde bulunanlardan ve ashabın büyüklerindendir. Aslında İran halkından ve Mecusi iken bir aralık Hristiyan olup Şam’a gitmiş, orada din ilimleri okuduktan sonra Ninova ve Amuriye taraflarına varıp, Resul-ü Ekrem’in ortaya çıkışını işitmiş ve Kelboğullarından bir Hristiyan topluluğu ile yoldaş olarak Medine’ye doğru yola çıkmış…
Yoldaşları olan Hristiyanlar ise haksızlık ederek onu bir Yahudi’ye sattı. Ondan da başka bir Yahudi satın alarak Medine’ye getirdi. Selman, bir aralık Hazreti Peygamber’in yanına gelip hâlini anlattı ve kendisini bedele bağlattı. Bu sırada Resul-ü Ekrem (s.a.v.) onun bedelini ödedi. İşte böylece Selman-ı Farsi de (r.a.) bu sene Resul-ü Ekrem’in azatlıları arasına girmiştir.

Hendek Savaşı
Yukarıda anlattığımız üzere Yahudilerden Beni Kaynuka ile Beni Nadir, Medine dolaylarından kovulup sürülmüşlerdi.
Huyeyy İbni Ahtab, Kinâne İbni Ebi’r-Râbi ve Selam İbni Ebi’l-Hukayk ve bunlar gibi Yahudi reisleri Mekke’ye gidip Resul-ü Ekrem ile harp etmek üzere Kureyşlilerle anlaştıktan sonra Necid ülkesine gittiler. Gatfan ve Süleymoğulları kabileleriyle diğer bazı kabileleri de bu anlaşmaya soktular.
Bunun üzerine Kureyş reisleri, Dârü’n-Nedve’de toplanıp, Resul-ü Ekrem ile harbe karar verdiler. Aralarında dört bin asker topladılar ki üç yüzü atlı olup, bin beş yüz develeri de vardı. Başları Ebu Süfyan ve sancak taşıyanı ise Osman İbnu Ebu Talha idi.
Ebu Süfyan bu ordu ile Mekke’den çıkıp, Merru’z-Zahrân denen yere gelince, Necid tarafından Gatfan askerleri gelip katıldı. Başkumandanları Fezâre Kabilesi şeyhi olan meşhur Uyeyne İbni Hısn idi. Beni Mürre Kabilesi şeyhi olan Haris İbni Avf da onların hatırı sayılır reislerinden idi. Yine orada Necid kabilelerinden Süleymoğulları, Esedoğulları ve Eşcâ kabileleri de gelip Kureyş ordusuna katıldı. Kısacası Ebu Süfyan’ın ordusu, gittikçe büyüdü ve on bin kişiden fazla olan kuvvetli bir ordu ile Medine’ye doğru yürüdü.
Resul-ü Ekrem ise Kureyş’in böyle büyük bir ordu ile harekete geçtiğini duyunca, ashabını çağırarak onlarla bu meseleyi görüştü.
Selman-ı Farsi (r.a.), “Ey Allah’ın elçisi! Bizim ülkemizde bir şehir üzerine düşman saldıracak olsa, etrafına hendek kazma âdeti vardı.” dedi. Araplarda hendek kazmak âdet olmamışsa da Selman’ın bu hatırlatması üzerine Medine’nin etrafına hendek kazılarak korunmak uygun görüldü. Hemen Medine’de ne kadar kazma kürek ve bunlara benzer kazı aletleri varsa toplandı. Resul-ü Ekrem ile Beni Kurayza Yahudileri arasında barış ve anlaşma olduğu için, onlardan bile yardım olarak bir hayli kazma ve diğer kazı aletleri alındı.
Resul-ü Ekrem ile Müslümanlar, hep beraber şehir dışına çıkıp hendek kazmaya başladılar. Resul-ü Ekrem, Müslümanları teşvik için kendisi de toprak taşıyor ve mübarek elleriyle hendek kazmaya çalışıyordu. Bu bakımdan bütün Müslümanlar büyük bir gayretle hendek işinde çalışıp çabalıyorlardı. Selman-ı Farsi (r.a.) ise hem bedence kuvvetli hem de bu gibi işlere alışık olduğundan, on kişinin işini görüyordu. Münafıklar da bu işte çalışıyorlardı fakat istemeyerek iş görüp pek ağır davranıyorlardı.
Bu şekilde hendek kazılırken Fahr-i Âlem’den (s.a.v.), az yemek ile çok adamı doyurmak gibi garip mucizeler görünmüştür. Mesela ensardan Beşir İbni Sa’d’ın kızı ki Numan İbni Beşir’in kız kardeşidir. Annesi onunla, babası Beşir’e ve dayısı Abdullah İbni Revâha’ya biraz hurma göndermişti. O kızcağız geçerken, Resul-ü Ekrem, onu çağırdı ve “Şu hurmaları getir.” diye buyurdu. O da hurmaları Resul-ü Ekrem’in iki avucuna koydu. Avuçları dolmadı. Fahr-i Âlem (s.a.v.), bir bez getirdi ve hurmaları o bezin üzerine koydu. Ashaptan birine emretti. Hendekte çalışanları çağırttı. Takım takım geldiler, hepsi doyuncaya kadar yediler. Onlar yedikçe hurma çoğalıyor, o yaygının etrafından taşıyordu.
Yine ensardan Câbir’in (r.a.) zayıf bir koyunu vardı. Bir gün hendek kazmaya giderken o koyunu pişirmesini ve biraz da arpa ekmeği yapmasını, karısından istedi. Akşamüzeri evine dönerken Resul-ü Ekrem’i akşam yemeğine davet etti.
Resul-ü Ekrem de “Bu akşam Resulullah ile birlikte yemek yemek üzere Câbir’in evine buyurunuz.” diye tellal çağırttı. Câbir ise yalnız Resul-ü Ekrem’i davet etmişti. Bu kadar insanı doyurmak için hiç hazırlığı olmadığından ne yapacağını şaşırdı. Artık ne yapsın? Çare yok… Hemen evine geldi ve bir miktar arpa ekmeği ile o koyunu Hazreti Peygamber’in önüne koydu. Fahr-i Âlem onun bereketi için dua etti ve “Bismillah.” deyip yedi. Sonra hendekte çalışan bütün halk geldi… Takım takım oturup doyuncaya kadar yediler ve bir koyunu bitiremediler.
Yine o sırada meydana gelen Hazreti Peygamber’in mucizelerinden biri de şuydu: Hendeğin bir yerinde büyük bir kaya çıktı. Kazmalar işlemez oldu. Ashaptan bazıları gelip Resul-ü Ekrem’e haber verdiler. Resulullah, oraya gitti. Mübarek eline kazmayı aldı ve “Bismillah.” deyip vurdu. O kayanın üçte birini yerinden kopardı.
Arkasından, “Allahu ekber. Bana Şam’ın anahtarları verildi. Vallahi ben şu saatte Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum.” diye buyurdu. Sonra yine “Bismillah.” deyip kazma ile vurdu ve o kayanın üçte birini daha kopardı.
Peşinden, “Allahu ekber. İran ülkesinin anahtarları verildi. Vallahi ben şu anda, Kisra’nın şehri Medâin’in beyaz köşklerini görüyorum.” diye buyurdu. Ondan sonra üçüncü defa olarak yine “Bismillah.” deyip kazmayla vurdu ve o kayanın son kalıntısını da yerinden kopardı.
Yine, “Allahu ekber. Yemen’in anahtarları verildi. Vallahi ben şimdi San’a’nın kapılarını görüyorum.” diye buyurdu.
İki hafta içinde hendek tamamlandı. Sonra müşriklerin yukarıda anlatılan büyük ordusu geldi. Ebu Süfyan ile Kureyş ve Kinâne askerleri Medine’nin günbatısı tarafından gelip göründüler. Uyeyne İbni Hısn, Haris İbni Avf ile Necid kabileleri de gündoğusu tarafından gelip Uhud Dağı tarafına kondular. Resulullah da İslam askerleri ile şehir dışına çıkıp Sel denen dağa arka verdi ve Müslümanlar düşmana karşı saf olup durdular.
Müslüman askerleri üç bin kişiydi. Otuz altı atları vardı. Muhacirlerin sancağı Zeyd İbni Harise’nin elinde ve ensarın sancağı Sa’d İbni Ubade’nin elinde idi.
Müşrikler sürüsü, bir hamlede Müslümanları bitirmek üzere Medine’ye yürüdüler. Halkı korku ve dehşet sardı. Hâlbuki müşrikler, öyle dehşetle saldırıp gelirlerken önlerine hendek çıktığı gibi durakaldılar. Hatırlarına gelmedik böyle acayip bir manzara karşısında şaşırdılar.
Öteye beriye dolaştılar, geçecek yer aradılar, bulamadılar ve her ne tarafa koştularsa beri taraftan ok ve taş ile savunulduğundan, çaresiz onlar da ok ve taş atışında karar kıldılar.
Bu sırada Beni Kurayza Yahudilerinin antlaşmayı bozdukları ve Müslümanlar hendeğin korunmasıyla meşgulken onların, geceleyin gelip Medine şehrini basacakları haberi yayıldı.
Beni Kurayza, Yahudi milletinden büyük bir kabile olup Medine dışındaki bir bölgeye yerleşmişlerdi. Orada sağlam kaleleri vardı. Başları olan Ka’b İbni Esed ile Resul-ü Ekrem arasında evvelce antlaşma yapılmış olduğundan Müslümanlar, o taraftan emin iken antlaşmayı bozdukları haberi endişelenmelerine sebep oldu.
Beni Kurayza’nın bulunduğu bölgeye bir adam gönderilip, işin içyüzü araştırıldığında, hakikaten Beni Nadir Yahudilerinin başı olan Huyeyy İbni Ahtab’ın gelip Ka’b İbni Esed’i kandırdığı ve Beni Kurayza’ya antlaşmayı bozdurmuş olduğu anlaşıldı.
Beni Kurayza ise Evs Kabilesi’nin amanı altında bulunduğundan, Sa’d İbni Muaz, Sa’d İbni Ubade, Abdulah İbni Revâha ve Havvat İbni Cübeyr (r.a.), Beni Kurayza kalelerine gittiler. Antlaşmayı bozmanın uğursuzluğunu anlatıp nasihat ettilerse de onlar kulak asmadılar. Üstelik antlaşmayı bozduklarını ilan ettiler ve Resul-ü Ekrem hakkında kötü sözler söylediler.
Bu davranıştan dolayı Sa’d İbni Muaz’ın çok canı sıkıldı. Hatta “Beni Kurayza ile harp etmedikçe Allah canımı almasın.” diye dua etti.
Kısacası Sa’d İbni Muaz (r.a.), Yahudilerin nasihat kabul etmemelerinden dolayı fena hâlde üzülerek, arkadaşlarıyla beraber dönüp Hazreti Peygamber’in yanına geldi ve olup biteni olduğu gibi nakletti.
Resul-ü Ekrem, “Hasbünallahü ve nime’l-vekil.” dedi ve “Müjde size ey Müslümanlar!.. Bu işin sonu hayırdır.” buyurdu. Bununla beraber bütün kadın ve çocuklar şehrin içinde olduklarından, Beni Kurayza’nın antlaşmayı bozmuş olması Müslümanları telaşa düşürdü.
Resul-ü Ekrem, geceleri Medine şehrini korumak için üç yüz askerle Zeyd İbni Harise’yi ve iki yüz kişiyle Seleme İbni Esleme’yi gönderdi. Kendisi de geri kalan askerlerle sabaha kadar hendek boyunu korudu. Hendeğin bir yeri, istenen şekilde kazılmamış olduğundan, geceleyin düşmanın oradan geçmesi umulduğu için Resul-ü Ekrem orasını kendisi beklerdi.
Münafıklar sürüsü ise “Eş ve çocuklarımızı yalnız bırakıp da burada sefalet ile beklemek akıl işi değildir.” diyerek birtakım düşüncesiz ve inancı zayıf olanlara yersiz korku ve kuruntu veriyorlardı.
Bundan dolayı şehir dışında evi olanlardan bazıları, Hazreti Peygamber’in yanına gelip, “Bizim evlerimiz sağlam değildir.” diyerek evlerini sağlamlaştırma, eş ve çocuklarını koruma bahanesiyle savuşup gitmek üzere izin istediler.
Bu şekilde kuşatma on beş gün kadar sürdü. İslam askerlerine bezginlik geldi. Kıtlık ve sıkıntıları günden güne arttı. Bu yüzden çok canları sıkıldı.
Münafıklar, bu durumları fırsat bildiler ve “Muhammed bize Kayser ve Kisra’nın hazinelerini vadediyor. Bizler ise bugün hendek içinde hapsolup, bir adım gidemiyoruz.” demeye başladılar.
Hâlbuki Arap kabileleri, böyle kuşatma işlerine alışık değillerdi. Onların muharebeleri çarpışıp vuruşmak, yenmek ve yenilmek, her ne olursa olsun harbe bir son verip savuşmak idi… Arabistan’da âdet olmayan böyle bir hendeğin etrafında haftalarca dolaşmaktan dışarıdaki düşman da usanıp sıkılmıştı. Üstelik kış mevsimi olduğundan, kendileri üşüyüp titremekte ve hayvanları yiyecek yem bulamayıp ölmeye başlayınca şaşıp kalmışlardı. Kısacası arada hendek bulunduğundan iki ordu birbiriyle çarpışamayıp, sadece karşılıklı ok atmaktaydılar.
Fakat Amir İbni Lueyy soyundan Amr İbni Abdivedd adlı yaman süvari, Beni Mahzum’dan İkrime İbni Ebu Cehil, Hübeyre İbni Ebu Vehb, Nevfel İbni Abdullah İbni Mugire, Hazreti Ömer’in biraderi olan Dırar İbni’l-Hattab ve Mirdas İbni Muharib adlı süvariler, atlarını zorlayıp hendeğin dar bir mahallinden beri tarafa atladılar.
Ebu Süfyan ile Halid İbni Velid de onlara arka olmak üzere bir bölük müşrik ile hendek kenarına kadar geldiler fakat hendeği geçemeyip öte tarafta seyirci gibi durdular.
Amr İbni Abdived arkadaşlarından ayrılarak atını ileri sürüp er diledi. Amr, pek çok hadise görüp geçirmiş, düşmanlarına üstün gelmiş ve yalnız başına nice toplulukları vurup dağıtmış, dengi yok bir yiğit ve silahşorlukta usta bir süvari idi. Bütün Arap kabileleri, onu bir bölük süvariye bedel sayarlardı. Onunla dövüşmek, aslan ile pençeleşmek gibi olup, buna da çok üstün bir cesaret ve cüret gerek idi. Bunun için kimse ona karşı çıkmaya yeltenmedi.
Resulullah’ın Aslanı Hazreti Ali, “Ona karşı ben çıkarım ey Allah’ın resulü.” deyince, Resul-ü Ekrem, “Sen otur ey Ali! Gelen Amr’dır!” diye buyurdu. Amr tekrar Müslümanlara meydan okudu ve “İçinizde dövüş meydanına çıkacak er yok mudur? Hani sizin ölülerinize vadettiğiniz cennet nerede?” dedi. Hazreti Ali tekrar çıkmak istedi. Resul-ü Ekrem yine izin vermedi. Amr ise büsbütün şımardı ve “Er meydanına çıkacak kimse yok mu?” diyerek üst perdeden bağırdı. Bunun üzerine Hazreti Ali, “Amr da olsa çıkarım ey Allah’ın resulü!” diyerek yerinden kalkınca, Resul-ü Ekrem kendi zırhını ona giydirdi ve Zülfikâr denen kılıcını onun beline kuşattı ve “Ya Rabbi, amcam Ubeyde Bedir’de ve amcam Hamza Uhud’da şehit oldular. Yanımda bir amcamın oğlu Ali kaldı. Sen onu koru. Beni yalnız bırakma.” diye dua etti.
Hazreti Ali yaya olarak meydana çıkıp, Amr’a doğru yürüdü, iki ordu seyre başladı. Ali (r.a.), önce Amr’ı Hak dine çağırdı. Amr, kahkaha ile gülerek, “Bu ağızla bir kimsenin karşıma çıkacağı hatırıma gelmezdi. Sen kimsin? Hele söyle bakayım?” diye sordu. O da “Ebu Taliboğlu Ali’yim.” cevabını verdi. Amr, “Senin amcaların içinde meydana çıkacak yaşlı başlı biri yok mu? Ya kardeşimin oğlu! Senin ağzın hâlâ süt kokuyor. Ben senin babanla pek çok zaman kardeş gibi görüşürdüm. Şimdi senin kanını dökmek bana güç geliyor.” dedi.
Hazreti Ali, “Evet ama ben senin kanını dökmekten zevk duyarım fakat sen de atından inip de benim gibi yaya olmalısın.” dedi. Bu söz, Amr’ın damarına dokundu. Pek öfkelendi ve hemen atından indi. Yıldırım gibi Hazreti Ali’nin üzerine saldırdı. O da kalkanını karşı tuttu. Amr, öyle hiddet ve şiddetle bir kılıç vurdu ki Hazreti Ali’nin kalkanını iki parça etti ve başını biraz yaraladı. Sıra Hazreti Ali’ye gelince, Zülfikâr ile bir vuruşta Amr’ı öldürdü.
Sonra Nevfel Mahzumi dövüş meydanına at sürdü. Zübeyr İbni Avvam (r.a.) da ona karşı çıktı ve kılıç ile öyle vurdu ki Nevfel’i yukarıdan aşağı iki parça ederek altındaki eyeri bile kesti.
Bunun için Hz. Zübeyr’e, “Senin kılıcın gibi kılıç görmedik.” dediklerinde, “Onu yapan kılıç değil, bilektir.” demiş olduğu bildirilmiştir. Daha sonra Hz. Ömer, kardeşi Dırar üzerine hücum edince ve Hz. Ali ve Zübeyr de (r.a.) İkrime, Hübeyre ve Mirdas üzerlerine saldırınca dördü birden geri döndüler, geldikleri yoldan çıkıp gittiler.
İkrime can korkusuyla kaçıp giderken mızrağını düşürmüş olduğundan Hz. Hassan (r.a.), onu takip ederek, hicvedici şiirler söylemiştir. Amr İbni Abdived’in o şekilde dövüş meydanında düşüp kalması, Müslümanları son derece sevindirdi ve müşrikleri ise kedere boğdu. Ebu Süfyan, “Bugün bizim için hayırlı bir iş yok.” diyerek hendek başından çekilip, ordusunun kurulduğu yere gitti.
Ertesi gün bütün müşrikler, Beni Kurayza Yahudileriyle birlikte her taraftan Müslümanları sardılar. Akşama kadar Müslümanlara göz açtırmayıp durmadan ok attılar. Kıtlık yüzünden Müslümanlar çok zayıf ve takatsiz düştükleri hâlde düşman sürüleri böyle kara bulutlar gibi her taraftan kendilerini sarıp sıkıştırınca durumları pek yaman oldu. Bereket versin akşam oldu da düşman çekildi. Müslümanlar da biraz nefes aldı.
Fakat “Düşman yarın yine böyle her taraftan şiddetli hücum edip zorlarsa hâlimiz ne olur?” diyerek herkes telaş ve endişe içindeydi. Yüce Allah ise onların kurtuluşu için lazım olan sebepleri hazırlamıştı.
Şöyle ki: Nuaym İbni Mesud Gatfanî o sırada imana gelmiş ancak daha Müslümanlığını açıklamamıştı. Hendek kenarına gelip karakolların izniyle öte tarafa geçti. Hemen Hazreti Peygamber’in yanına girdi ve kelimeişehadet getirdi. “Arap kabileleri daha benim Müslüman olduğumu bilmiyorlar. Emrederseniz şu durumda İslam dinine bir hizmet edebilirim.” dedi.
Resul-ü Ekrem, “Muharebe bir çeşit aldatma ve hiledir. Sen de bizim için bir hile ediver.” diye buyurdu. Nuaym ise Eşcâ Kabilesi ileri gelenlerinden, her işe yarar, cin fikirli ve tedbirli bir adamdı. Hemen kalkıp Beni Kurayza bölgesine gitti ve Ka’b İbni Esed ile görüştü. Ka’b’ın yanında Yahudilerin ileri gelenlerinden birkaç kişi olduğu hâlde Nuaym, onlara, “Ey Beni Kurayza ileri gelenleri! Sizleri ne kadar sevdiğimi bilirsiniz. Sırf sizlere olan sevgim yüzünden kaç gündür hâlinizi düşünüp duruyorum.” deyince, Yahudiler, “Bizim sana her bakımdan güvenimiz tamdır. Söyle bakalım…” dediler.
Bunun üzerine Nuaym, “Ben şurasını düşünüyorum ki Kureyş ve Gatafân kabileleri buraya geldiler. Müslümanları bitirmek üzere gayret ediyorlar fakat onlar da karşı koyup savunmaktan hiç geri durmuyorlar. Bu kabileler, artık usanmaya başladılar… Pek sıkılırlarsa sizi yalnız bırakıp giderler. Sizler, Müslümanların pençesine düşersiniz. Antlaşmayı bozmakla suçlandığınızdan, artık yakanızı onların elinden kurtaramazsınız. Bana kalırsa sizler Kureyş ve Gatafân’ın ileri gelenlerinden birtakım adamları rehin almalısınız ki onlar da işi bitirmedikçe savuşup gidemesinler.” deyince, Yahudiler onun görüşlerini yerinde bulmuşlardı.
Nuaym, oradan kalkıp Ebu Süfyan’ın meclisine gider ve “Haberiniz var mı? Yahudiler, Müslümanlarla aralarındaki antlaşmayı bozduklarına pişman olmuşlar ve onlarla gizlice yeniden anlaşmışlar. Suçlarını affettirmek üzere Kureyş ve Gatafân’ın ileri gelenlerinden rehin olarak bazı kişileri alıp da onlara vermeyi vadetmişler. Eğer sizlerden rehin isterlerse sakın vermeyiniz çünkü bazı büyüklerinize yazık olur.” diyerek Kureyş reislerini şüpheye düşürmüştü.
Ebu Süfyan da Beni Kurayza’nın fikirlerini yoklamak üzere, “Bizler buraya sizin reislerinizin kışkırtmasıyla geldik. Siz şimdi ağır davranıyorsunuz. Burası ise bize göre uzun uzadıya oturulacak yer değildir. Açlıktan askerimiz şikâyet ediyor. Hayvanlarımız ölüp gidiyor. Hiç olmazsa yarın hep birlikte şiddetli bir hücumda bulunalım ve hemen işe bir son verelim.” diye onlara haber saldı.
Beni Kurayza, “Yarın cumartesidir. Biz hiç bir iş yapamayız. Öbür gün harp edebiliriz fakat şu şartla: Bize ileri gelenlerinizden yetmiş kişiyi rehin vermelisiniz ki onları kalemizde tutalım ve sizden emin olalım.” diye cevap verdiler. Gatfan ve Kureyş reisleri bunu işitir işitmez, “Nuaym’ın dediği doğruymuş.” demişler ve “Biz, size ne rehin veririz ne de sizden yardım isteriz. Canınız isterse çıkıp bizimle beraber harp edersiniz, etmezseniz günahı boynunuza. Biz memleketimize gideriz. Siz Müslümanların pençesine düşersiniz ve belanızı bulursunuz!” diye Beni Kurayza Yahudilerine haber göndermişler.
Beni Kurayza da “Nuaym’ın dediği doğruymuş.” diyerek Resul-ü Ekrem ile olan antlaşmalarını bozduklarına gerçekten pişman oldular. Kalelerine kapanıp, muharebeden geri durdular. Bu sebepten dolayı Arap kabileleri ile Yahudiler arasına anlaşmazlık girdi ve işin rengi değişti. Gerçi ondan sonra birkaç gün daha kuşatma uzadıysa da muharebede evvelki sertlik kalmadı. Sonunda bir gün, Resul-ü Ekrem öğle ile ikindi arasında yüce Allah’a yalvarırken yüzünde sevinç izleri görüldü.
Çünkü Cebrail (a.s.) gelip, yüce Allah tarafından rüzgâr ve melekler ile yardım edileceğini haber vermiş olduğundan, Resul-ü Ekrem de ashabına müjdeledi. İkindi ile akşam arasında büyük bir fırtına çıktı. Rüzgâr, hem soğuk hem de benzeri görülmemiş şekilde sert esmeye başladı. Rüzgârın yerden kaldırdığı toz toprak, müşriklerin yüzlerine ve gözlerine vurdu, göz gözü görmez oldu. Akşam yemeği pişirmek için ateş üzerine koymuş oldukları çömlekleri baş aşağı devrildi. Çadırları, çocukların uçurdukları uçurtma gibi havada uçmaya başladı. Akşamleyin karanlık basınca, ortalığı biraz daha korku ve dehşet kapladı.
Bu fırtına yalnız düşman ordusu için esiyordu. Dışarıda bir şey yoktu fakat İslam askerlerinin de kimi soğuktan kimi açlıktan dağılmış, Resul-ü Ekrem’in yanında üç yüz kadar adam kalmıştı. Düşmanın hâlinden haber alıp da getirmek üzere Resul-ü Ekrem, ashabından Huzeyfe İbni Yeman’ı gönderdi. O da gidip Kureyş ordusunun içine girdi. Gördü ki düşman şaşırmış ve ne yapacağını bilmiyor. Ebu Süfyan ümidini yitirip bezgin bir hâlde, “Ey askerler! Burası oturup eğlenecek yer değildir. Hâlbuki Beni Kurayza ile de aramıza anlaşmazlık düştü. İşte ben gidiyorum, siz de göç ediniz.” diyordu.
Rivayet edilmiştir ki o zaman düşmana dehşet vermek üzere gökten bin melek inmiş idi. Hatta düşman ordusunun etrafında “Allahu Ekber!” sesleri ve kılıç şakırtıları işitiliyordu. Huzeyfe (r.a.), dönüp gelirken yolda gözüne yirmi kadar süvari görünüp ona demişler ki: “Dostuna haber ver. Yüce Allah, onun düşmanlarını dağıttı.” Hz. Huzeyfe gelip, Hazreti Peygamber’in yanına girdi. Gördüklerini olduğu gibi haber verdi. Resul-ü Ekrem, tatlı tatlı gülümsedi.
Kısacası Ebu Süfyan devesine binip gitti. Diğer Kureyş kabileleri de onun arkasından hareket etti fakat Amr İbni As ile Halid İbni Velid iki yüz kişilik süvari ile artçı tayin edildiklerinden, Kureyş ordusunun arkasını alıncaya kadar onlar geride kalıp beklediler. Gatafân kabileleri, Kureyş ordusunun göçtüğünü gördüklerinde kalkıp Necid ülkesine gittiler.
Müşrikler, öyle geceleyin kalkıp giderlerken epeyce zahire ve diğer eşyalarını ordu yerinde bıraktıklarından, ertesi gün Müslümanlar onları toplayıp İslam ordusuna getirdiler. Bundan başka, yirmi yüklü deve de ele geçirdiler ki Ebu Süfyan, onları Yahudi reislerinden Huyey adlı kişiye göndermiş, o da hurma ve başka zahirelerden yükletip geri çevirmişti. İslam askerleri, o develerin çoğunu kesip pişirdiler. Hurmayı da bol bol yiyip karınlarını doyurdular. Böylece İslam askerleri kıtlık belasından kurtuldu ve orduda bir anda bolluk görüldü.
Resul-ü Ekrem ashabına dönerek, “Artık nöbet size geldi. Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize gelecek değildir.” dedi. Bu muharebede müşriklerin ölüleri dört kişiden ibaretti. Müslümanlardan da beş kişi şehit oldu. İkisi Evs Kabilesi’nden ve üçü Hazreç Kabilesi’nden idi. Bir de ensarın en büyüğü olan Sa’d İbni Muaz (r.a.), muharebenin son anında ok ile kolundan ağırca yaralanmıştı. Kısaca sert rüzgâr ve göze görünmez asker ile düşman ordusu bozuldu ve Müslümanlar zafer kazandı.
Zilhicce ayına bir hafta kala Resul-ü Ekrem, Hendek Harbi’nden dönerek kutlu evine gelip silahlarını çıkardı. Hemen Cebrail (a.s.) gelip, Beni Kurayza üzerine gitmek için Allah katından emir getirdi. Resul-ü Ekrem tekrar silahlandı. Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) emredip, “Allah’ın emrine uyanlar, ikindi namazını Beni Kurayza yurdunda kılsın.” diye ilan etti.
Sancağı Hazreti Ali’ye verip, onu ileri gönderdi. Kendisi de binip arkadan hareket etti. Önce Hazreti Ali, sancak ile Beni Kurayza kalelerinin önüne geldi. Yahudiler onu görünce kızıp kötü sözler sarf etmeye ve hatta Resul-ü Ekrem’e sövmeye başladılar. Hemen savunmaya geçtiler. Sonra Resul-ü Ekrem oraya varıp bir su başına indi. İslam askerleri de akın akın gelip, akşama kadar hepsi toplandı. Sayıları üç bin kadar olup, otuz altısı atlı idi.
Yahudiler o zaman neye uğradıklarını anladılar ve haksız olarak antlaşmayı bozduklarına çok pişman oldular. Reisleri olan Ka’b, bir cuma günü onları topladı ve danışma meclisini açtı. “Kitaplarımızda adı geçen ahir zaman peygamberinin bu zat olduğu anlaşıldı, isterseniz Müslüman olalım ve bu beladan kurtulalım.” dedi. Yahudiler Müslümanlığa hiç yanaşmadılar. Ka’b da “Öyleyse eş ve çocuklarımızı öldürelim. Geride düşüneceğimiz bir şey kalmasın. Ondan sonra kılıçlarımızı çekerek çıkıp Müslümanların üzerine saldıralım. Görelim Hak ne gösterir?..” dedi.
Yahudiler, “Eş ve çocuklarımız gittikten sonra bize yaşamak ne lazım?” diyerek bu görüşü de reddettiler. Ka’b, “Öyleyse başka bir çare arayalım. Bu gece cumartesi gecesi olduğundan Müslümanlar bizden emindir. O kadar ihtiyata uymazlar. Ansızın çıkıp üzerlerine saldıralım. Umulur ki kazanırız.” dedi. Yahudiler, “Biz cumartesi gününün hürmetini bozamayız.” diyerek bu tedbiri de kabul etmediler.
Beni Nadir Yahudileri gibi, develerinin taşıyabileceği kadar eşya yükletip gitmek şartıyla Resul-ü Ekrem ile haberleşmeye başladılar. Bu dileklerini Hazreti Peygamber geri çevirdi. Kuşatılmaları da yirmi günü geçmişti. Yahudilerin açlıktan takatleri kesildi ve hepsine yeteri kadar ümitsizlik ve usanç geldi.
İşte o hâlde Allah’ın Aslanı Hazreti Ali, Zübeyr İbni Avvam (r.a.) ile birlikte ilerleyip, “Ya ben amcam Hamza’nın içtiği şerbetten içerim ve bu tatlı candan geçerim ya da bu kalenin içine dalarım!” diyerek, Beni Kurayza kalesine hücum etmek üzere hazırlandı. Hâlbuki yürüyüşle kaleye girilse onca kadın ve çocuk ayaklar altında kalır ve uygunsuz işler meydana gelebilirdi. Yahudilerde ise asla karşı koyacak hâl kalmadığından kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda kaldılar. Sayıları dokuz yüz kadardı.
İçlerinde harp etmeye gücü yetenler dört yüz kadar olduğundan, onların elleri arkalarına bağlandı.
Beni Kaynuka Yahudileri, Hazreç Kabilesi’nin amanında oldukları gibi, bu Beni Kurayza da Evs Kabilesi’nin himayesinde oldukları hâlde Müslümanların aleyhinde bulunmamak üzere Resul-ü Ekrem ile sözleşip yemin etmişlerdi.
Hâlbuki Müslümanların en sıkışık anlarında, verdikleri sözden döndüler. Bu sefer üzerlerine yüründüğünde, Resulullah’a sövüp saymak gibi pek çirkin sözler sarf ettiler. Bunun için Müslümanların çoğu onların idamını istiyordu fakat evvelce Beni Kaynuka da bu şekilde ele geçmişken, Hazreç Kabilesi ileri gelenlerinden Abdullah İbni Übeyy İbni Selûl’ün yalvarıp ısrar etmesiyle serbest bırakılmış olduklarına kıyas ederek, bu sefer Beni Kurayza’nın da serbest bırakılması Evs Kabilesi tarafından istendi.
Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, Sa’d İbni Muaz’ı (r.a.) hakem seçti. Sa’d ise Hendek Harbi’nde yaralandığından yatıyordu. Hemen onu bir hayvana bindirdiler ve Hazreti Peygamber’in yanına getirdiler.
Evsliler, “Ey Sa’d, Resulullah seni Beni Kurayza hakkında hakem seçti. Eski hakları unutma. Onlara merhamet et.” diye yalvardılar. Sa’d İbni Muaz (r.a.) ise Beni Kurayza’nın sebepsiz olarak anlaşmayı bozduğundan ve gidip kendilerine nasihat ettiğinde kötü muamelede bulunulduğundan dolayı pek gücenmiş ve onlardan öç almak için fırsat gözetmekteydi.
Hemen, “Ben hükmederim ki Beni Kurayza’nın harbe yarayan erkeklerini öldürün, eş ve çocuklarını esir alın ve mallarını bölüşün.” dedi ve dediği gibi yapıldı. Bin beş yüz kılıç, üç yüz zırh, bin mızrak, beş yüz kalkan ve birçok deve ve başka hayvanlar ele geçirildi. Bütün ganimet mallarının hazine için beşte biri çıkarıldı. Geri kalanı İslam gazilerine bölüştürüldü. Beni Kurayza’nın arazisi, ensarın rızasıyla din uğrunda ev ve yurtlarından ayrılmış olan muhacirlere verildi. Resul-ü Ekrem, kendisi için esirler içinden, Reyhane adlı kızı seçerek onunla evlendi.
Sonra Sa’d İbni Muaz’ın (r.a.) yarası azdı, şehit olarak ölüp cennete gitti. Muhacirlerin en üstünü Hz. Ebu Bekir olduğu gibi, ensarın en üstünü de Sa’d idi. Tavır ve ahlakça Hz. Ömer’e benzerdi. Ölümü Müslümanlara çok üzüntü ve keder verdi. Resul-ü Ekrem, “Sa’d’ın ölümüyle arşıâlâ titredi ve cenazesinde yetmiş bin melek hazır oldu.” dedi.
Bu sırada Müzeni Bilâl ile kabilesinden dört yüz kişi Medine’ye geldi ve İslam’la şereflendi.

Hicret’in Altıncı Yılı
Hicret’in bu altıncı senesinin muharrem ayında ensardan Muhammed İbni Mesleme (r.a.), otuz süvari ile Necid ülkesine gitti ve orada bir aşireti vurdu. Yüz elli deve ile bir hayli koyun ele geçirdi. Hanifeoğullarının ileri gelenlerinden Sümame İbni Esal’i esir etti.
Sümame, Medine’ye getirilince, Resul-ü Ekrem, onu karşılıksız olarak serbest bıraktı. Sonradan o da imana geldi. Ashabın büyüklerinden oldu.
Rebiülevvel ayında Ebu Zer (r.a.), Medine’ye üç saat uzaklığı olan bir otlakta oğlu ile birlikte, Resul-ü Ekrem’in develerini güderken, Uyeyne İbni Hısni’l-Fezarî’nin, kırk atlı ile gelip Ebu Zer’in oğlunu öldürmüş ve develeri alıp götürmüş olduğu haber verilince Resul-ü Ekrem, hemen Mikdad İbni Esved’in eline bir sancak verdi ve onu süvari ile ileri gönderdi. Kendisi de beş yüz kadar İslam askeri ile binip Necid ülkesinde bulunan Gatafân’a gitti.
Hayber yolunda Medine’ye iki günlük uzaklığı olan Zûkar denen yerde düşmanlara yetişildi. Birkaçı öldürüldü. Develeri geri alındı ve sonra Medine’ye dönüldü. O sırada Kureyş’in bir kervanının Şam’dan çıkıp Mekke’ye doğru gitmekte olduğu işitildi. Onun üzerine Resul-ü Ekrem, cemadiyel-ula ayında Zeyd İbni Harise’yi (r.a.) yetmiş kişilik İslam askeriyle Medine’den çıkardı. Zeyd de gidip Medine’ye dört mil uzaklıkta bulunan, Ays denen yerde Kureyş kervanına rastladı. Kervanı vurup, mevcut olan malları aldı. Bu mallar içinde Safvan İbni Ümeyye’nin epeyce gümüşü vardı.
Bundan başka, bir hayli esir de aldı. Resul-ü Ekrem’in kızı Zeyneb’in (r.a.) kocası olan Ebu’l-As İbni Reb’i de bu esirler içindeydi. Medine’ye gelindiğinde Hz. Zeyneb’e sığındı. O da kendisini himaye edince Resul-ü Ekrem onu bedelsiz olarak serbest bıraktı. Ondan sonra Ebu’l-As da İslam olunca, Resul-ü Ekrem yine Zeyneb’i ona verdi.
Şaban ayı içinde Resul-ü Ekrem, Abdurrahman İbni Avf’ı (r.a.) bir miktar askerle Kelboğulları Kabilesi’ni dine çağırmak üzere Dûmetü’l-Cendel adındaki şehre gönderdi. O da gidip onları üç gün dine davet etti. Reislerinin oğlu Amr İbni Esbağ ki Hristiyan dininde idi. İslam ile şereflenince, kabile halkının çoğu imana geldi. İman etmeyenler de vergi vermek üzere orada kaldı. İbni Avf (r.a.), Esbağ’ın kızı Temadir’le evlendi ve onu alıp Medine’ye getirdi.
Yine şaban ayında, Beni Sa’d İbni Bekir Kabilesi’nin, Hayber Yahudileriyle Müslümanlar aleyhine birleşmek üzere toplanmakta olduğu işitilince Hz. Ali (r.a.), bir miktar askerle o tarafa gitti. Sa’doğullarına rastlayamayıp, ancak Gameç denen yerde onların hayvanlarına rastladı. Beş yüz deve ile iki bin koyun alıp Medine’ye getirdi. Resul-ü Ekrem de onların beşte birini hazine için ayırdı ve geri kalanını gazilere bölüştürdü.
Kısaca Hendek Muharebesi’nde kâfir kabilelerinin dağılarak savuşup gitmeleriyle Müslümanlar, artık meydan buldu ve her tarafa korkusuzca bölükler gönderilir oldu. İslam dini günden güne kuvvet ve şeref kazandı.

İslamiyet’in İnsanlara Tesiri
Cahiliye zamanında Araplar, haksız yere kan dökmek ve yoksulluk bahanesiyle kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek gibi, insanlığa yakışmayan, fena huylardan sakınmazlardı. Hırsızlık ve zina gibi çirkin işlerden çekinmezlerdi.
İslam dininde bu gibi kötü huylar ve çirkin işler yasaklandı. İnsanlara üstün ve güzel huylar, faydalı işler yapmaları emredildi. Bu yolda öğütler verildi.
Akıl ve insafı olanlar, Hazreti Peygamber’in mucizelerini ve İslam dininin güzelliklerini görüp iman ettiler. Kabile ve aşiretlerin ileri gelenlerinden çoğu, dillerini çok iyi bilen, çok düzgün ve güzel konuşan, şair ruhlu kimseler olduklarından, Kur’an’ın edebî yönü bakımından son derece yüksek ve erişilmez niteliğine bakarak insan sözü olamayacağını anladılar fakat kavim ve kabilelerine hükmetmeye alışmış olduklarından, bulundukları mevkileri ellerinden çıkarmamak için halkı eski sapık inançlarda tutmakta direndiler.
Hele Kureyşlilerin başları olan kişiler, kendi içlerinde yetişip büyümüş olan şanlı peygambere halk kesimiyle beraber uymaktan utanıyorlardı. Hatta bazıları apaçık bir mucize olan Kur’an’ın yüksek ve asla erişilmez edebî yönüne diyecek bir söz bulamayarak, “Bu Kur’an Mekke ulularından Velid İbni Mugire ya da Taif şehrinin beyi olan Urve İbni Mesud Sakafi gibi büyük bir adama inmeliydi.” dediler.
Bak şu batıl düşüncelere ki kendi aralarında mal ve itibarca büyük bildiklerini, gerçekten büyük sanırlar ve peygamberlik makamının onlardan beğendiklerine verilmesini isterlerdi. Hâlbuki büyük sandıkları adamlardan Velid İbni Mugire gibi bazıları çok geçmeden Mekke’de öldü. Birçoğu da Bedir’de öldürüldü. Bu yüzden Mekke reisliği Ebu Süfyan’da kaldı.
Urve İbni Mesud Sakafi, gerçi daha sağdı ve Taif’te hüküm sürüyordu. Fakat kardeşinin oğlu olan Mugire İbni Şu’be Sakafi; Malikoğullarından, “Lât” adındaki put evinin hizmetçisi olan on üç kişiyi öldürmüştü. Bundan dolayı Malikoğulları ile Mugire’nin kabilesinin arasına büyük düşmanlık girmişti.
Urve, tedbirli ve hatırı sayılır bir adamdı. Bu on üç kişinin diyetlerini verdi ve iki tarafı birbiriyle barıştırdı. Mugire ise Hendek Muharebesi’nden sonra Medine’ye geldi ve İslam ile şereflendi. Mu-gire çok hazırcevap, cin fikirli ve amcası gibi şan ve şöhret sahibi bir adamdı. Bunun için onun imana gelmesi, Müslümanları sevindirdi, müşriklerin ise gücüne gitti.
Kureyş reislerinden ölenlerin yerlerine geçen İkrime İbni Ebu Cehil ve Safvan İbni Ümeyye gibi yeni reisler de babalarının yolunda direnmekte iseler de pek o kadar halkın fikirlerine karşı duramıyorlardı.
Fakat Resul-ü Ekrem ile harp ettiklerinden, onlara uyan halk tabakasının çoğu, Müslümanlar ile kaynaşamadı ve İslam dininin güzelliklerini tanıyamadı. Diğer kabile ve aşiretler de Kureyş ile Müslümanlar arasındaki muharebelerin sonunu bekliyorlardı.
Bununla beraber bir vesileyle İslam dininin güzelliklerini öğrenenler ve özellikle Resul-ü Ekrem’in kutlu yüzünü görenler de yavaş yavaş imana geliyorlardı çünkü Fahr-i Âlem’in (s.a.v.) yüzü herkesten daha güzel ve ahlakı tamdı. Bütün azası tam, birbirine uygun ve seçkin bir hâlde, bütün vasıfları ise ölçülü ve en güzel şekilde idi. Yüzünde nur ve güzellik, sözünde akıcılık ve hoşa gidicilik, dilinde en güzel ifade kolaylığı ve dil açıklığı, anlatışında son derece yüksek bir işleyiş vardı ki her tabakadan insan kendi anlayışı kadar söylenenden mutlaka hissesini alırdı.
Asla boş söz söylemezdi. Her sözü hikmet ve nasihat idi. Herkesin akıl, anlayış ve kavrayışına göre söz söylerdi. Güler yüzlü, tatlı sözlüydü. Ev halkına, hizmetçilerine ve ashabına en güzel şekilde davrandığı gibi, diğer halka da yumuşaklık ve iyilikle muamele ederdi.
Yumuşak ve alçak gönüllüydü, bütün olgunlukları kendisinde toplamıştı. Bununla beraber ağırbaşlı ve heybetliydi. Kutlu meclisine girenler, faydalanırlar ve ferahlanırlardı. Onu bilmeyen biri, ansızın görse, kendisini saygıyla karışık bir korku alırdı.
Kısacası, bütün güzel huylar ve seçkin vasıfların hepsi tam manasıyla onda vardı. Benzeri yaratılmamış, kutlu ve mutlu bir insandı.
Bu duruma göre Kureyş ile bir barış yapılıp da iki tarafın halkı birbiriyle serbestçe görüşebilseler, bütün müşrikler, İslam dininin güzelliklerini ve Resul-ü Ekrem’in mucizelerini görüp öğrenebilirlerdi.
Böylece her tarafta İslam dinine umumi bir meyil olacağı ve kısa zamanda İslam dininin her tarafa yayılacağı açıktı.
Kısacası İslam dininin Arabistan’da kolaylıkla yayılması için bir barışa ihtiyaç vardı.

Hudeybiye Anlaşması
Resul-ü Ekrem, Hicret’in altıncı yılında, zilkade ayının başlarında bin beş yüz kadar ashabıyla Medine’den çıkıp Mekke’ye gitti. Muhterem hanımlarından Ümmü Seleme’yi (r.a.) de beraber götürdü. Niyetlerinin muharebe değil, sırf umre ve Kâbe’yi ziyaretten ibaret olduğuna delil olmak üzere, silahlarını yanlarına aldırmayıp, sadece ashabına yolcu silahı sayılan birer kılıç aldırdı. Medinelilerin ihrama girme yeri olan Zülhüleyfe adındaki yere varınca ihrama girdi ve yetmiş kadar kurbanlık deveye nişan vurdu.
Bakarsın Kureyşliler engellemek için muharebeye kalkışırlar diye Gıfar, Müzeyne ve Cüheyne gibi, Medine etrafında bulunan bedevi kabileleri de birlikte hac etmek üzere davet etti. Bu Arap kabileleri ise “Peygamber evvelce kendisini Medine’de kuşatan Kureyşliler içine gidiyor, kendisini tehlikeye atıyor. Artık geri gelme ihtimali yoktur.” diye birlikte gitmekten çekindiler. Akılları sıra ev işlerine bakacak kimseleri olmadığını bahane ederek özür dilediler.
Resul-ü Ekrem Kureyş’in durumunu öğrenmek için Mekke tarafına casus göndermişti. Usfan denen yere varılınca, o casus dönüp geldi. Kureyş taifesinin, Resul-ü Ekrem’in Medine’den çıktığını haber aldıklarını, bazı Arap kabileleriyle birlikte toplanarak harbe hazırlanmış olduklarını ve iki yüz atlı ile Halid İbni Velid’i ileriye göndermiş olmalarıyla onun da Gamîm denen yerde beklemekte olduğu haberini getirdi.
Bu haberler üzerine, Usfan’dan ileri hareket edildi. Fahr-i Âlem, “Sağ tarafı tutunuz.” emrini verdi. Bu sebepten ordu, yolun sağ tarafına meylederek sarp bir yokuşa vurdu. Halid İbni Velid onları uzaktan görünce hemen döndü, Kureyşlilerin yanına gidip durumu bildirdi.
İslam ordusu öyle bir tepeye ulaştı ki oradan aşıldığı takdirde Kureyşlilerin Mekke dışında, Hudeybiye denen yerde ordu kurdukları yere iniliyordu. Allah’ın hikmetiyle, orada Resul-ü Ekrem’in bindiği Kusva adındaki deve çöktü. Ashap deveyi hayladı. Kalkmadı, serkeş hayvan gibi inat edip durdu.
“Kusva durdu.” dediler. Resul-ü Ekrem, “Hayır durmadı ve böyle durma huyu yoktur fakat fili Mekke’ye girmekten alıkoyan, onu da durdurdu. Yani yüce Allah, fil ordusunu Mekke’ye girmekten alıkoyduğu gibi, bize de bu hâl ile girmeye izin vermedi.” dedi. Çünkü doğru Kureyş üzerine varılsa mutlaka muharebe etmek lazım geliyordu. Hâlbuki Medine etrafındaki kabileler beraber gelmediğinden, Müslüman hacıların sayısının bin beş yüz kadar olduğundan, üstelik sırf hac niyetiyle geldiklerinden, harp hazırlıkları tam değildi.
Mekkeliler ise onlara göre fazlaydılar. Mekke yakınlarındaki kabileleri de toplamışlardı. Hatta yukarıda adı geçen Urve İbni Mesud Sakafi ve çöl Arapları içinde güzel harp etmekle bilinen Ehâbiş Kabilesi’nin Reisi Huleys de onlarla beraber idi.
İslam ordusu kalpleri bir, hedefleri bir olarak tam bir disiplin altında bulunuyordu. Kureyş ordusu ise İslam ordusuna göre başıbozuk bir topluluktu. Bu durumda Müslümanların Allah’ın yardımıyla zafer kazanacağı umuluyorsa da bu şekilde her iki taraftan birçok kişi ölecek, Mekke’ye harp ede ede girilerek, Kâbe’ye ister istemez bir çeşit saygısızlık yapılmış olacaktı. Bu ise Allah’ın rızasına aykırı idi. Bir de Mekke’de Müslüman olup canı gibi imanı da içinde gizli olan birçok zayıf Müslüman vardı. Bu kargaşada onlar da bilinmeyerek ayaklar altında kalırdı. Kaldı ki daha imana gelmemiş olan Kureyş büyüklerinden çoklarının kısa süre zarfında imana gelip de İslam’a büyük hizmetler etmelerini ve nice hayırlı evlat yetiştirmelerini Allah takdir etmiş olabilirdi. Nitekim devenin böyle âdet dışı olarak Allah tarafından çöküvermesi, bu gibi inceliklere işaretten başka bir şey değildi.
Ashap deveyi kaldırıp yürütmek istediğinde yerinden kımıldamadı ancak Resul-ü Ekrem kendisi yürütmek isteyince kalkıp yürüyüverdi. Fakat doğru yol ile gitmeyip bir tarafa saparak, Hudeybiye’nin sonunda suyu çekilmiş bir kuyu başına indi. Halk da gelip etrafına kondu. Ashap, orada susuzluktan şikâyet edince, Resul-ü Ekrem, ok torbasından bir ok çıkardı. Onu, o kuyunun içine bırakıverdi. Kuyudan o kadar su kaynadı ki bütün ordu askeri doyuncaya kadar içti, abdest aldı ve hayvanlarını suladı.
Resul-ü Ekrem muharebe niyetinde olmadığını bildirmek için Hiraş İbni Ümeyye Huzai’yi Kureyş’e gönderdi. Kureyşliler ise Hiraş’ı öldürmek için üzerine saldırdılar, bereket versin ki Ehâbiş Arapları, araya girip onu kurtardılar. O da hemen dönüp olup biteni Resul-ü Ekrem’e bildirdi.
Resul-ü Ekrem, muharebe niyetinde olmadığını Kureyş reislerine güzelce anlatmak üzere Hz. Ömer’i göndermek istedi fakat Hz. Ömer, “Kureyş reisleri, benim onlara ne derece kızdığımı biliyorlar. Korkarım ki bana bir suikast ederler. Mekke’de aşiretim de yok ki beni korusunlar. Ama Osman İbni Affan gitse daha uygundur çünkü onun Mekke’de aşiret ve akrabası çoktur. Can korkusu yoktur.” dedi.
Gerçekten Mekke Kureyşlilerinin reisi olan Ebu Süfyan’ın babası Harp İbni Ümeyye İbni Abdi Şems İbni Abdi Menaf idi. Hz. Osman’ın babası olan Affan’ın babası da Ebu’l-As İbni Ümeyye İbni Abdi Şems olduğundan, Mekke büyüklerinden olan Ümeyyeoğulları hep kendisinin amca çocukları idi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, Ebu Süfyan ve diğer Kureyşliler ile görüşüp de peygamberin maksadının sırf Allah’ın Evi’ni tavaf ve ziyaret olduğunu onlara bildirmek ve Mekkeli Kureyşliler içinde gizli Müslüman olanlar ile görüşüp de onlara da teselli vermek üzere Hz. Osman’ı gönderdi. Kureyş reisleri onu sevinçle karşıladılar ve “Kâbe’yi tavaf et.” diye teklif ettiler. Hz. Osman ise “Resul-ü Ekrem tavaf etmedikçe ben de edemem.” deyince, Kureyş reisleri alınmışlar ve onu tevkif ederek göz hapsine almışlar idi. O sırada Huzaa Kabilesi reisi olan Büdeyl İbni Verka, kendi kavminden birtakım adamlar ile Müslümanların yanına geldi. Huzaa Kabilesi Tihâme kabilelerinden olup, Cahiliye zamanında bir husustan dolayı Haşimoğulları ile bir anlaşma yapmışlardı. İslam’ın çıkışından sonra da verdikleri sözü unutmadılar. Bu nedenle Resul-ü Ekrem tarafını tutmaktan geri durmadılar.
Bundan dolayı Huzaa Kabilesi, daha İslam ile şereflenmedikleri hâlde Resul-ü Ekrem ile Kureyş’in içyüzüne dair gizlice haberleşirlerdi. Büdeyl’in bu seferki gelişi de iyilik içindi. Hazreti Peygamber’in yanına girerek, “Kureyşlileri gördüm. Hudeybiye’nin sulak yerlerine konmuşlar ve hazırlıklı bulunmuşlar. Geri dönmek niyetinde değiller. Size engel olmaya kalksalar gerektir.” diye haber verdi.
Resul-ü Ekrem ona da “Biz, kimse ile savaşmak için gelmedik. Ancak Umre ve tavaf için geldik. Kureyşliler evvelki muharebeler ile zayıf düştü. Harp etmeye kuvvetleri kalmadı fakat isterlerse onlarla bir anlaşma yaparım. Sonra benim şeriatımın yayılmasında, isterlerse onlar da başkaları gibi İslam’a girip yardımcı olabilirler. Yok eğer bundan kaçınırlarsa, bu durumda ben onlarla yalnız kalıncaya kadar çarpışırım. Artık yüce Allah’ın takdiri ne ise o olur.” dedi. Büdeyl, “Öyleyse varayım, bunu Kureyş’e haber vereyim.” diyerek izin alıp Kureyş ordusuna gitti. Kureyş reisleri ile görüşüp, “Onun yanından geliyorum. Bir şey söylediğini işittim. İsterseniz size söyleyeyim.” deyince, İkrime İbni Ebu Cehil ve Hakem İbni As gibi bazı akılsızlar, “Senin vereceğin habere ihtiyacımız yok.” dediler.
Urve İbni Mesud Sakafi ise “Büdeyl’in sözünü dinleyiniz, elverirse tutunuz, elvermezse atınız.” diye nasihat etti. Bunun üzerine Haris İbni Hişam ile Safvan İbni Ümeyye, Büdeyl’e, “Söyle bakalım.” dediler. O da Resul-ü Ekrem’den işittiğini söyledi. Urve kalkıp Kureyş reislerine karşı, “Bana emniyetiniz var mı?” diye sorunca, “Evet, senden her bakımdan eminiz.” diye karşılık verdiler. O da “Bu adam, size barışçı ve insaflı bir yol göstermiş. Bırakınız beni, bir kere onun yanına gideyim.” dedi. Onlar da “Git bakalım.” diye karşılık verdiler?
Bunun üzerine Urve İbni Mesud, İslam ordusunun yanına geldi. Resul-ü Ekrem ile görüştü ve söze başladı: “Ey Muhammed! Kureyş’in bütün ileri gelenleri tam bir hazırlıkla çıktılar. Seni Mekke’ye koymamak üzere aralarında anlaştılar. Senin yanındaki asker ise kuru bir kalabalıktan ibarettir. Yarın hepsi kaçıp seni meydanda yalnız bırakıverirler.” dedi.
Urve’nin bu sözünden dolayı Hz. Ebu Bekir’in canı sıkıldı, kaşlarını çattı ve “Biz mi dağılıp Hazreti Peygamber’i yalnız bırakacağız?” diyerek Urve’yi azarladı. Sonra Urve, Arap âdeti üzere Resul-ü Ekrem’in sakalını tutup okşamak istedi. Bu ise saygıya aykırı düştüğü hâlde Resul-ü Ekrem, Urve’ye nezaketle muamele ediyordu fakat Mugire İbni Şu’be Sakafi ki Resul-ü Ekrem’in başucunda duruyordu ve hemen Urve’nin elini itti, “Çek elini!” diyerek amcasına sertçe karşılık verdi. Urve, “Bu kim?” diye bakınınca gördü ki kardeşinin oğlu Mugire’dir. “Be zalim! Ben senin döktüğün kan lekesini daha yeni temizledim. Şimdi bu tavır ve bu davranışın nedir?” dedi. Urve, bu şekilde Mugire’yi payladı. Mu-gire de ona karşılık olarak sert sözler söyledi. Böylece sözü uzattılar ve Hazreti Peygamber’in önünde epeyce atıştılar.
Sonra Resul-ü Ekrem, sırf tavaf için geldiğini ve bir anlaşma yapabileceğini, eğer Kureyş karşı çıkarsa, son ana kadar harp edeceğini söyledi. Kısacası Büdeyl’e ne söylediyse Urve’ye de aynısını söyledi. Urve, “Ey Muhammed! Tutalım ki sen yendin. Arap’ta senden önce aslını öldürüp bitirmiş kimse var mı?” dedi.
Urve, bu konuşmalar sırasında ashabın, Hazreti Peygamber’in huzurunda tavır ve davranışlarına dikkat edip gördü ki onlar pervane gibi Fahr-i Âlem’in başucunda dolaşıyorlar ve her ne emretse büyük bir ivedilikle yapıyorlar. Yüzüne güler yüzle bakıp, yanında tam bir saygı ile ve alçak ses ile söze girişiyorlar. Abdest alırken dökülen damlaları alıp da yüzlerine ve gözlerine sürmek için başına üşüşüyorlar ve bir kılı yere düşecek olsa alıp, canları gibi saklamak üzere kapışıyorlar. Sanki Urve’nin dediği gibi Fahr-i Âlem’i bırakıp da dağılacak bir topluluk olmadıklarını hâl diliyle bildiriyorlardı.
Bundan sonra Urve, dönüp de Kureyş ordusuna varınca, “Ey Kureyşliler! Ben Kayser’in, Kisra’nın ve Necâşi’nin divanlarını gördüm. Birçok hükümdarla görüştüm. Yemin ederim ki hiçbirinin milletinde, Muhammed’e ashabının gösterdiği hürmet ve bağlılığı görmedim. Kolaylıkla dağılacak bir topluluk değildir.” diyerek barış yapmalarını istemişti.
Bunun üzerine Ehâbiş Araplarının başı olan Hüleys, “Hele ben de bir kere gidip göreyim.” diyerek kalkıp İslam askerlerinin bulunduğu yere gelmiş. Bir de bakmış ki Kâbe’ye kurban edilmek üzere birçok deve işaretlenmiş. Ashap, “Lebbeyk!” diye çağrışıyorlar. Hemen dönüp Kureyş’in yanına giderek, “Böyle Allah’ın Evi’ni ziyaret için gelmiş olan topluluk, nasıl olur da bundan alıkonabilir? Biz gerçi sizinle anlaşmışız fakat Beytullah’ı ziyaret edecekleri de engellemek için söz vermiş değiliz.” deyivermiştir.
Böylece ister istemez Kureyş reisleri de barışa razı olmuşlardı. Barış için Arap’ın en iyi konuşanlarından, meşhur Süheyl İbni Amr’ı göndermişlerdi. Süheyl, İslam ordusuna gelip Resul-ü Ekrem ile görüştü ve hemen barış şartlarını konuşmaya başladı. Barış şartlarının konuşulması sırasında pek çok münakaşa oldu. Sonunda on yıllık bir barışta karar kılındı. Bu on yıl içinde her iki taraf da birbirine saldırmayacaktı. Ayrıca Hazreti Peygamber tarafından Müslümanların hemen Mekke’ye girerek Kâbe’yi tavaf etmeleri şartı ileri sürüldü.
Süheyl ise “Bu şimdi olamaz çünkü Mekke’ye zorla girilmiş olduğu haberi Arap kabileleri içinde yayılır ve bu yüzden Kureyş’in şan ve şöhreti lekelenir. Fakat gelecek sene olabilir.” deyince, say ve tavafın gelecek yıla bırakılması Hazreti Peygamber tarafından da kabul edildi.
Sonra Süheyl, pek ağır bir şart öne sürdü. Şöyle ki: “Sizden biri bize gelirse reddetmeyelim ama bizden size bir adam gelirse, Müslüman bile olsa kabul etmeyeceksiniz.” dedi. Ashap bu sözden dolayı öfkelendi. “Bu olur şey mi? Bize bir Müslüman geldiği hâlde onu müşriklerin eline nasıl teslim edelim?” dediler. Süheyl ise bu şart kabul edilmedikçe barış yapılamayacağını kesin olarak söyleyince, Resul-ü Ekrem ister istemez bu şartı da kabul etti. Ashap buna şaşarak, “Ey Allah’ın resulü! Bu şartı da yazdıracak mısın?” dediler. Resul-ü Ekrem, “Evet, bizden onlara gidenleri Allah bizden ırak etsin. Onlardan bize gelenler için de yüce Allah elbette bir çare yaratır.” dedi. Oysa Medine etrafındaki kabileler de hac ve tavaf niyetiyle gelmiş olsaydılar, orduda Kureyş’in gözünü yıldıracak şekilde bir kalabalık meydana gelmiş olurdu fakat onlar korkup birlikte gelmediklerinden, İslam askerleri sayıca az, üstelik hac niyetiyle çıkmış oldukları için harp açısından tam hazırlıklı da değillerdi.
Kureyş müşrikleri ise kendi yerlerinde kuvvetliydi ve harp aletleri tamdı. Mekke yakınlarında bulunan kabileleri de toplamışlardı. İslam ordusuna göre kuvvetleri kat kat fazlaydı. Bu durumda Müslümanların ta Mekke şehrinin kenarına kadar gelip de Kureyş’i hiçe saymaları son derece büyük bir kahramanlıktı. Yine öyle kuvvetli bir düşmana karşı orada uzun uzadıya durmaları bile çok tehlikeli bir durum idi.
Bu sebeplerden dolayı Müslümanlara göre her ne şekilde olursa olsun Kureyş ile bir barış yapmak akıl ve hikmetin gereğiydi. Kaldı ki Mekke’de söz Kureyş reislerinde olduğundan, muharebe günleri uzadıkça halk da sürüler hâlinde onlara uyarak harp eder ve bu yüzden İslam dininin yayılması için iki taraftan çok kan dökülmesi lazım gelirdi.
Fakat barış olursa iki taraf birbiriyle serbestçe görüşebilecekti. Resul-ü Ekrem’in mucizelerini, güzel tavır ve âdetlerini, İslam dininin iyiliklerini işiterek ve Müslümanların kavuştuğu hürriyeti görerek müşriklerin kimileri Müslüman olacaktır. Kimisinin de İslam dinine meyil ile Müslümanlar hakkındaki düşmanlıkları azalacak ve o hâlde Kureyş reisleri yalnız kalacaklardı.
Diğer kabileler ise Kureyş’e bağlı hareket ettiklerinden, Kureyş reislerinin kuvvetlerine bu şekilde zayıflık gelirse onlar da Müslümanların tarafına meyledecekleri için İslam dini kısa zamanda, tabiatıyla bütün Arabistan’a yayılacaktı. Kısacası müşriklerin Müslümanlarla serbestçe görüşebilmeleri, İslam dininin az zamanda yayılmasına sebep olacaktı.
Her zaman için barış yapmada aranılacak şey ise gelecekte elde edilecek faydaları sağlamaktan ibarettir fakat ashap bu incelikleri gereği gibi düşünemediğinden, öyle ağır şartların kabulü pek zorlarına gitti.
Kaldı ki Resul-ü Ekrem, Medine’de iken rüyasında ashabıyla birlikte Mekke’ye varıp hac ettiklerini görmüş ve aynıyla olacağını haber vermişti. Ashap da rüyanın hemen bu sene gerçekleşeceğini sanmıştı. Bunun için bu sefer Mekke’ye girip de Kâbe’yi tavaf edeceklerinden hiç şüphe duymazlarken, öyle ağır şartlar ile bir barış yapılıp da Kâbe’yi tavaftan bile mahrum olarak geri dönmek, kendilerine çok ağır geldi. Az kaldı ki birçoğu itaat dairesinden çıkacaktı.
Hatta Hz. Ömer, Hazreti Peygamber’e (s.a.v.) karşı, “Sen Allah’ın resulü değil misin? Bizim dinimiz Hak din değil mi? Niçin bu zillet ve hakareti kabul ediyoruz?” dedi. Resul-ü Ekrem de “Ben Allah’ın resulüyüm ve ona asi olamam. O benim yardımcımdır.” cevabında bulundu. Yine Hz. Ömer, “Sen Kâbe’ye varıp da tavaf edeceksiniz demedin mi?” deyince, Resul-ü Ekrem, “Evet, dedim ama bu sene demedim. Yine diyorum ki Mekke’ye girip say ve tavaf edeceğiz.” dedi.
Sonunda, yukarıda belirtilen barış maddelerine karar verildi. Hazreti Ali, Barış Kâğıdı’nı yazmaya memur oldu. Resul-ü Ekrem, “Önce ‘Bismillahirrahmanirrahim’ yaz.” deyince, Süheyl, “Bu cümleyi tanımam, öteden beri yazılageldiği gibi ‘Bismikâllahümme’ yaz.” dedi.
Ashap buna karşı çıkmak istediyse de sırf kelime üzerindeki bir anlaşmazlık olduğundan ve manaca her iki deyiş arasında fark olmadığı için Resul-ü Ekrem “Bismikâllahümme, yaz.” dedi. Sonra barış yazısının başlığına “Muhammed Resulullah” diye yazdırdı. Süheyl, “Eğer biz senin Resulullah olduğunu kabul etseydik seninle muharebe etmezdik. Onun yerine babanın ismini yaz.” dedi.
Resul-ü Ekrem de “Siz yalanlasanız da ben Allah’ın resulüyüm. Ama zararı yok. Ey Ali! Onu boz da Abdullah’ın oğlu yaz.” diye emretti. Hazreti Ali, “Ben Resulullah kelimesini bozamam.” deyince, Resul-ü Ekrem onu kendi eliyle bozdu ve “Abdullahoğlu Muhammed” diye yazıldı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-cevdet-pasa/kisas-i-enbiya-ve-tarih-i-hulefa-i-cilt-69428551/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt Ahmet Cevdet Paşa
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt

Ahmet Cevdet Paşa

Тип: электронная книга

Жанр: Религиоведение, история религий

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bu eseri, diğer İslam tarihi eserlerinden ayıran en önemli özellik, Osmanlıca olarak son derece açık ve akıcı bir dille yazılmış olmasıdır. Bir tarih kitabı olduğu hâlde, üslubundaki bu akıcılık okuyucuyu âdeta kendine bağlar ve sürükler. Bu yüzdendir ki yıllar boyunca çok okunan ve birçok baskısı yapılan bir kitap olmuştur. Bu açıdan eser, dili ve kullanılan üslup bakımından çok sayıda yazar tarafından takdir edilmiştir. Yaşamış olduğu dönemin en büyük ilim adamlarından biri olarak kabul edilen Ahmet Cevdet Paşa; tarihçi, hukukçu, mütefekkir, edip, eğitimci ve sosyolog vasıflarıyla ön plana çıkmıştır. Tarih sahasında müverrih sıfatıyla dikkat çekmiş, klasik Osmanlı tarihçiliğine yeni bir bakış açısı getirmiştir. Tarihçilik, tarih felsefesi ve metodolojisi açısından eski vakanüvis tarihlerinden farklı yeni bir anlayışın yolunu açmıştır. Yazmış olduğu eserlerde tarihçiliğin önemli ilkelerinin genelini uygulamıştır; bu nedenledir ki kitapları her dönem için kabul ve takdir görmüştür.

  • Добавить отзыв