Osmanoğulları

Osmanoğulları
Ahmet Cevdet Paşa
“Mecelle”yi kaleme alan Ahmet Cevdet Paşa, Osmanlı’nın son zamanlarında yetişmiş ender fikir, hukuk ve devlet adamlarından biridir. Devlet memurluğunun en alt kademelerinden bakanlığa kadar çeşitli görevlerde bulunmuştur. Tanzimat Dönemi’nde yaşamış, I. Meşrutiyet’in ilanına şahit olmuş ve Osmanlı’nın Batı ile ilişkilerinde etkisini her daim hissettirmiştir. Tarihe olan ilgisiyle ve kaleme aldığı tarihî eserleriyle hem Osmanlı zamanındaki hem de günümüzdeki bilim çevrelerinin otorite kabul ettiği, derin bir zekâ ve kavrayışa sahip, Osmanlı tarihini kapsamlı olarak anlatan 12 ciltlik “Tarih-i Cevdet” isimli eserin yazarı Ahmet Cevdet Paşa’nın Osmanlı’nın kuruluşundan Selanik’in fethine kadar anlattığı tarihî olaylar silsilesi, bugün dahi başvurulacak bir kaynak niteliğindedir.

Ahmet Cevdet Paşa
Osmanoğulları

OSMANOĞULLARI’NIN ORTAYA ÇIKIŞININ BAŞLANGICI

Osmanlı Devleti’nin şanı, şöhreti ve başka devletlerden üstünlüğü, bütün tarihçilerce bilinir. Osmanlı sultanları, bu devlet ve saltanatı, Cengiz ve benzeri cihangirler gibi talih eseri olarak bir defada kazanmayıp ancak gaza, cihat yoluyla ve ülkeyi bayındır duruma getirerek yavaş yavaş kazanmışlardır.
Kısacası bu yüce devletin fazilet ve üstünlükleri pek çoktur. Geçmiş devletler içinde benzeri yoktur. Kurucusu olan Osman Gazi’nin tarihteki yeri tarihî kaynaklarda yazılıdır. Babası Ertuğrul Gazi’nin ve bir dereceye kadar da onun babası Kaya Alp Han’ın oğlu Süleyman Şah’ın tarihteki yerleri de biliniyor.
Medeni milletlerin tarihî olayları yazılagelmişse de zaman uzadıkça ihtilaflar çoğalır. Eski tarihlere inildikçe masal şekline girer. Şüpheli karanlıklara düşer. Ama göçebe hayatı yaşayan milletlerin tarihleri yazılmadığından gereği gibi bilinemezse de onlar asalete çok değer verip, soy sop bilgisinin tutulmasını önemsemişlerdir.
Abbasi halifeleri zamanında Oğuzlar ile diğer bazı Türk kabileleri Büyük Türkistan’dan çıkıp Horasan ve Irak’a gelerek askerî hizmetlerde kullanıldılar. Onlardan bağımsız devletler çıkmıştır. Oğuzların en kalabalık şekilde gelişleri ise Selçuk ile birlikte Büyük Türkistan’dan çıkıp gelmeleridir ki Maveraünnehir’e gelip İslam’a girerek Semerkant ve Buhara çevresinde yerleşmiş, Hanlılar Devleti’nin askeri hizmetinde bulunmuşlardır. O zaman onlara Oğuz Türkleri denilirdi. Daha sonra Türkmen denilmiştir.
Üç yüz seksen üç yılı olayları sırasında geçtiği üzere Türk kabilelerinin en şereflisi Oğuz Kabilesi’dir. Oğuzların soy sopça en şöhretlisi de Kayı Hanlı Kabilesi’dir. Öteden beri Kayı Han neslinden olan bir han, bu kabileye başkanlık edegelmiştir. Selçuk ile gelen Oğuzlar içinde Kayı Hanlı da vardı.
Ertuğrul Bey’in babası olan Süleyman Şah’ın Kayı Han’ın torunlarından olduğu bilinir. Ama “Kayı Han kimdir?” diye araştırmaya girişilecek olursa önümüze çok çeşitli rivayetler çıkar. Doğrusunu yanlışından ayırmak zordur.
Tarihçilerden bazıları, “Süleyman Şah, kırkıncı kuşakta Hz. İshak’ın oğlu Ays’a ulaşır.” dediler. Bazıları da “Katı (Kavî) Han, Ays’ın kendisidir.” dediler. Bazıları ise “Hz. İsmail’in evlatlarından Katuraoğulları denilen bir topluluk, bir sene kıtlık ve pahalılık sebebiyle Hicaz’dan Horasan’a göçerek orada kalmış. Osmanoğulları, işte onların neslindendir.” dediler.
Bu rivayetlere göre Osmanoğulları’nın, Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın oğullarından olmaları gerekir. Tarih araştırıcıları ise “Oğuzlar, Hz. Nuh’un oğlu Yasef’in oğullarındandır.” dediler. Bazıları, “Kayı Hanoğlu Kara Hanoğlu Oğuz Han.” diye yazdılar ve “Kayı Han, Yasef’in torunudur.” dediler. Fakat Türk soy sop bilginleri açısından Kayı Han, Oğuz Han’ın en büyük evladıdır. Hanlığı ona ve onun evladına vasiyet etmiş olduğu meşhurdur.
Hatta eski zamanlarda Türkmenler içinde Korkut Ata adında, hâl ehli bir aziz varmış. “Saltanat, sonunda Oğuz Han’ın vasiyeti gereğince Kayı Han’ın evladına geçerek ahir zamana kadar sürer.” demiş ve dediği gibi olmuştur ki İslam saltanatı, Kayı Han’ın evladından olan Osmanoğulları’na geçmiştir.
Türkmenler önce Maveraünnehir’e geldiler. Sonraları grup grup Horasan tarafına geçmişlerdir. Önceleri onların bir kısmını Gazneli Sultan Mahmud Horasan’a geçirdi. Ayrı ayrı yerlere yerleştirdi. Her il ve aşiret bir beye bağlanmıştı. Mal tahsil eden memurların zulümlerinden dolayı Türkmenler yerlerinden oynadılar. Yerleştikleri yerleri terk ettiler. Yağmacılığa başladılar. Gazneli Devleti’nin başına bela oldular.
Kayı Hanlı Kabilesi, Kayı Han neslinden olan bir hana bağlandılar. Mervşahcan’a bağlı olan Manen yöresinde yerleştiler. Çıkan karışıklıklara bulaşmadılar. Selçukoğulları’ndan Tuğrul Bey, Maveraünnehir’de kalan Türkmenlerin büyük bir bölümü ile Horasan tarafına geçti. Büyük bir devlet olarak ortaya çıkınca da Kayı Hanlılar, amcaoğulları olan Selçuklu sultanlarına boyun eğerek sefer oldukça hizmette bulunurlardı.
Hıtâ Türkleri, Maveraünnehir’i alınca oradaki Selçuklu kalıntısı olan Türkler de beri tarafa geçtiler. Bu tarafta Türkmenler daha kalabalık oldular. Selçuklu Devleti zayıflayınca, Türkmen beyleri ayrılarak kendi başına buyruk hükümdar gibi kaldılar.
Belh valisi ise kendi eyaleti içindeki Türkmenleri çıkarmak için üzerlerine vardı. Bozguna uğradılar. Sultan Sencer onların üzerine bir büyük ordu gönderdi. Fakat ordusu bozuldu. Kendisi tutsak oldu. Kayı Hanlılar, o zaman bile Mâhan’da rahat idiler. Sonradan Selçuklu Devleti çöktü. Yerine Harzemşah Devleti kuruldu. Fakat Konya’da hüküm süren Selçukoğulları şubesi kaldı.
Sonra Cengiz Han çıkarak Maveraünnehir şehirlerini aldı. Altı yüz on altı yılında Buhara’yı, altı yüz on yedi yılında Semerkant’ı vurup harap ettikten sonra Tatarlar, Ceyhun Nehri’ni geçerek sel gibi Horasan tarafını bastılar. Her tarafı karıştırdılar. Diğer halk onların önlerinden savuşup bölük bölük etrafa kaçarak darmadağın oldu. O sırada Mâhan’da hüküm süren Kayı Hanlı Kabilesi’nin hanı Süleyman Şah da kendisine uyan elli bin kadar Oğuz obasıyla Mâhan’dan hareket ederek Bitlis civarındaki Ahlat’a göç etti. Bir süre orada kaldı. Fakat oraların kışı sert geçtiğinden, kış mevsiminde civarda bulunan ve havası daha yumuşak olan yerlere inerdi.
Altı yüz yirmi iki yılında Harzemşah’ın oğlu Celâleddin çıkarak Acem Irak’ını ve Azerbaycan’ı aldı. Ahlat ile komşu oldu. Şam, Erbil, Âmid ve Mardin hükümdarları ile Rakka, Harran ve Ahlat’ın sahibi olan, Beni Eyyûb’dan Melik Eşref’in aleyhine birleştiler. Melik Eşref de onlara karşı Anadolu sultanı olan Selçuklulu Alâaddin Keykubad ile birleşti.
Bunun üzerine altı yüz yirmi üç yılında Celâleddin, Ahlat’ı ablukaya aldığı gibi Alâaddin de Âmid melikinin üzerine asker sevk ederek Âmid’e bağlı yerlerden Hısn-ı Mansur’u ve Kâhta Kalesi’ni aldı. Bu kargaşalık arasında Süleyman Şah da obaları Azerbaycan bölgesine geçirdi.
Altı yüz yirmi beş yılında Celâleddin, Rey civarında Tatarlar ile şiddetli bir şekilde savaşarak bazen yendi bazen de yenildi. Tatar savuşup gittikten sonra Celâleddin, Ahlat ve Muş bölgelerini vurup yağmaladı.
Erzincan otlakları ise Kayı Hanlı Kabilesi’nin hayvanlarını idareye yeterli değildi. Süleyman Şah altı yüz yirmi altı yılında kabilesiyle birlikte oradan hareket ederek Elbistan yoluyla Halep’e indi. Rakka’ya bağlı Caber Kalesi yakınında Fırat Nehri’ni geçmeye çalışırlarken geçit yerini bilmediklerinden, Süleyman Şah’ın atı bir uçuruma düştü ve kendisi boğuldu. Cesedi çıkarılıp Caber Kalesi civarında gömüldü. Orası hâlâ Türk mezarı diye bilinir. Aşiretler arasında bir at sancılanırsa o mezarın etrafında döndürüldüğü takdirde atın sancısının durduğu çok meşhurdur.
Süleyman Şah’ın vefatından sonra kabilesi dağıldı. Her oymak ve aşiret birer tarafa çekildi. Süleyman Şah’ın; Sungur Tekin, Gündoğdu, Ertuğrul ve Dündar adında dört oğlu kaldı. Kabilenin bir kısmı gurbet diyarında dolaşmaktan usandığından Mâhan’ı arzu ederek Sungur Tekin ve Gündoğdu ile birlikte Horasan’a gitti. Ondan sonra adları ve nişanları işitilmedi. Nereye gittikleri bilinmedi. Diğer bir kısmı ise Tatarların boyunduruğu altına girmeme fikrinden caymayarak, Ertuğrul ve Dündar ile birlikte, öteden beri alıştıkları Selçukoğulları’nın kanadı altına sığınmak üzere Erzurum’un sahibi olan Selçuklu Kılıç Aslan’ın oğlu Turan Şah’ın memleketine giderek, Erzurum civarındaki Pasin Ovası’nda, Sürmeli Çukur denen yerde durdular.
Celâleddin, bazı meseleler için Turan Şah’ı çağırttı. Onunla birlikte altı yüz yirmi yedi yılında Ahlat’ı vurup zorla şehre girerek Tatarların yaptıklarından daha iğrenç işler yaptı. Melik Eşref de Alâaddin Keykubad ile anlaştı. Sivas’ta birleştiler. Ahlat tarafına yürüdüler. Karşılaşmada Celâleddin’in ordusunu darmadağın ettiler. Eşref, Ahlat yurdunu kurtardı. Alâaddin de amcasının oğlu Turan Şah’ı tutup hapsetti ve gidip Erzurum’u ele geçirdi.
Sonra Alâaddin ve Melik Eşref ile Celâleddin yazışarak birbirlerinin memleketlerine saldırmamak üzere barış yaptılar. Fakat o sırada Tatarlar çok kalabalık bir şekilde gelip, altı yüz yirmi sekiz yılı içinde Celâleddin’e üstün geldiler. Onu öldürdüler. Azerbaycan’ı alarak, Alâaddin’in memleketlerine komşu oldular, Van ve Muş taraflarından saldırılara başladılar.
O sırada Ertuğrul Bey de Tatarlardan uzak olmak için Pasin Ovası’ndan hareket etti. Sivas civarına gelince bir savaşa rastladı. Meğer bir Tatar ordusuyla Sultan Alâaddin’in ordusu çarpışıyormuş. Ertuğrul Bey, yanındaki seçkin atlılarıyla ansızın Tatarların üzerine atılınca Tatarlar şaşırdı. Selçuklular da cesaretlenerek Tatar ordusunu bozguna uğrattı.
Sultan Alâaddin, bu durumu öğrenince çok memnun oldu. Ertuğrul Bey’e hilat ve donanımlı at gönderdi. Kayı Hanlı Kabilesi yiğitlik ve cesurluk ile şöhret bulmuş olduğundan, Alâaddin onların gelişinden sevinç duyarak, kendi ülkesinde diledikleri yere yerleşmek üzere Ertuğrul Bey’e izin verdi. Ertuğrul Bey de o zaman gaza ve cihat alanı olan Ankara tarafını isteyince Alâaddin onu kavim ve kabilesiyle beraber Ankara Eyaleti’ndeki Karaca Dağ’da yerleştirdi ve öteki Türkmen beyleri gibi onu da hudut muhafızı yaptı.
Bir müddet sonra Ertuğrul Bey’e Söğüt köyü kışlak ve Domaniç Dağı yaylak olmak üzere verilince Ertuğrul Bey, dört yüz kırk, bir rivayete göre beş yüz kadar Kayı Hanlı obayla Söğüt’te yerleşti. Fakat aşiret kethüdalarından Samsa Çavuş ile İnegöl halkı arasında zıtlık çıktı. Samsa Çavuş, Ertuğrul Bey’den izin alarak Söğüt’ten ayrıldı. Aşireti ve kardeşi ile beraber Mudurnu taraflarına çekildi. Sakarya Nehri civarında oturdular. Yazın da yaylağa giderek ve yerlilerle iyi geçinerek vaktini hoş geçirdiği bazı tarih kitaplarında kayıtlıdır.
Ama diğer bazı tarih kitaplarında, o zaman Ertuğrul Bey ile gelen adamlardan Bozoklu denen bir ulu hanın, Böregir, Kusun, Varsak, Kara İsa, Özer, Gündüz ve Kuş Timur adında yedi oğlu ile beraber Çukurova yöresinde yerleştiği; ölünce onun yerine büyük oğlu Böregir’in geçtiği; Adana, Tarsus ve Sis kalelerini aldıktan sonra o da ölünce yerine oğlu Ramazan’ın geçtiği yazılıdır.
O tarafta Böregir nahiyesi bilinmektedir. Ramazanoğulları’nın Adana’da bir hükûmet kurdukları da bilinmektedir. Payas sancağında Özerli köyü olup, ona nispetle Payas sancağına da Özerli sancağı denilmişken, sonradan isim bozularak Üzeyirli sancağı denilmiş olsa gerektir. Çünkü bu sancağın halkı, hep eski Türkmenlerin bakiyesi olduğundan, köy ve nahiyelerin isimleri hep Türkçedir. Orada Üzeyir gibi Arapça isimler kullanılmaz. Hâlâ Kozan’da vatan tutmuş olan Karsenahlar ise Varsak aşiretindendir.
Açıklandığı üzere Süleyman Şah’ın vefatından sonra iki oğlunun ne kadar Türkmen’le ne tarafa gittiği bilinmediği gibi, Ertuğrul Bey ve Dündar Bey ile Pasin Ovası’na gidenlerin ve oradan Sivas tarafına gelenlerin kaç obadan oluştuğu ve Ertuğrul Bey’in Söğüt’e kaç Kayı Hanlı obayla yerleştiği de kesin bir şekilde bilinememektedir.
Rum sınır boyları o zaman pek acayip bir durumdaydı. Selçuklu Devleti’nin sınır muhafızları, Türkmen beyleri idi. Bu beylikler babadan oğula kalırdı. İşte onlara uç beyleri denilirdi, hepsinin başı da beylerbeyi unvanını taşırdı. Kayserin sınır muhafızları da tekfur dedikleri derebeyleridir. Bu beylikler de babadan oğula geçerdi. İki devlet barış içindeyken bile iki tarafın sınır muhafızları, birbirlerinin topraklarını çapul ederlerdi. Bu yüzden iki tarafın sınır muhafızları arasında çatışma eksik olmazdı. Tekfurlar kalelerde korunurlardı. Türkmenlerin kaleleri ise kılıçlarıydı.
Ertuğrul Bey de uç beylerinden olduğu için fırsat elverdikçe Rumların köylerini ve nahiyelerini yağmalardı.
Fakat uç beylerinin en ünlüsü Kütahya bölgesinde bulunan Ali-şar Bey’in aşireti ile Afyonkarahisar tarafında bulunan Çavdar aşireti her zaman beri taraflara gelirken, Ertuğrul Bey, Söğüt’te yerleştikten sonra onlar bu tarafa gelmez oldular. Ertuğrul Bey’in komşusu olan Rumlar da bir dereceye kadar ondan hoşnut idiler. Bir de haçlılar, bir aralık Konstantiniye’yi ele geçirerek orada bir Latin İmparatorluğu kurmuşlardı. Bir süre sonra, İznik’te bulunan Kayser Mihail Paleolog, Konstantiniye’yi kurtarmıştı. Fakat Anadolu şehirlerinin çoğu Selçuklu Devleti’nin elindeydi. Kayser Paleolog’un elinde yalnız Bursa, İznik sancakları, Bolu sancağının bir parçası ile Karadeniz kıyılarında Samsun ve Trabzon kaleleri kalmıştı. Buralarda bulunan Rum beyleri de her ne kadar kaysere bağlıysalar da bulundukları yerlere veraset yoluyla sahip olup iç işlerinde başlarına buyruk idiler. Bundan dolayı Kayser Paleolog’un kuvveti yok gibi bir şeydi. Sırf vaktiyle yapılmış olan Konstantiniye’nin kale duvarlarının arkasına sığınmıştı. Uç beylerini, özellikle Ertuğrul Bey’i hoş tutarak kullanmaya çalışmıştı.
Gazi Ertuğrul Bey ise sınır muhafızlığı görevini güzelce yerine getirmekle beraber Sultan Alâaddin sefere çıktıkça Kayı Hanlı bahadırları ile sultanın ordusuna gider, askerî vazifesini yapardı. Böylece Alâaddin’in çok işine yarardı. Onun vefatıyla oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in de pek önemli işlerinde bulunmuştur. Fakat II. Gıyaseddin zamanında komutanlar arasında ayrılıklar ortaya çıktı. Devlet işleri çığırından çıktı. Bunun üzerine yetmiş bin askerle kırk bin Moğol’a yenildi. Senelik gelirinin üçte birini İlhanlı hazinesine vermek şartıyla barış yapmak zorunda kaldı. Devletin bağımsızlığı bozuldu. Hele II. Gıyaseddin’in vefatından sonra devlet onun oğulları arasında ortaklaşa idare edildi. Sonra da devlet, oğulları arasında bölüşüldü. Selçuklu memleketleri İlhanlılar’ın eyaleti hükmüne girdi.
Bunun arkasından Hülagû’nun darbesiyle Abbasi halifeliğinin yok oluvermesi herkesi hayrete düşürdü. Selçuklu devlet adamları da artık devletin geleceğinden umutlarını keserek, tamamen Tatar boyunduruğu altına girdiler. Türkmen beyleri de Hülagû’ya başvurarak hükûmetlerinin istiklalini tasdik ettirdiler.
Ertuğrul Bey ise bu ihtilaflara karışmadı. Konya’da, saltanat tahtında oturan Selçuklu sultanına bağlı kaldı ve elinin altındaki halkı zulüm ve saldırıdan korumaya çalıştı.
Yukarıda açıklandığı üzere Pervane’nin, Selçuklu sultanının elinden yönetimi tamamen kendi eline alarak Sultan İzzeddin’i İstanbul’a kaçırması, sonra da Sultan Rükneddin’i öldürterek atabek olması halkı çok etkiledi. Türkmenler ise onun emirlerini kabul etmediklerinden altı yüz yetmiş beş yılında Anadolu’da çıkan ihtilaller üzerine Sultan Baybars’ın bir büyük ordu ile gelmesi, Elbistan’da bir Tatar ordusunu yok ederek Kayseriyye’ye kadar gelip gitmesi, sonra da İlhan Abaka’nın büyük bir kızgınlıkla gelip de Anadolu şehirlerinin birçok yerini yağmalaması, Pervane ile beraber birçok Müslüman’ı da öldürtmesi, Karamanoğlu çıkıp Konya’yı ele geçirince Tatarların gelip Konya’yı geri almaları, Selçuklu sultanını yerine oturtarak Karamanoğlu’nu idam etmeleri, herkesi dehşet ve hayrete düşürdü. Böylece Selçuklu Devleti karmakarışık oldu. Artık devlet diyecek durumu kalmadı.
Gazi Ertuğrul Bey ise bu türlü karışıklıkları uzaktan seyredip işin sonunu bekleyerek kendi yurdunun korunmasıyla uğraşıyordu. Bununla beraber fırsat buldukça Rumların köylerini ve kasabalarını yağmalıyordu. Fakat pek yaşlı olduğundan, sonraları askerle oğlu Osman Bey’i kendi yerine göndermeye ve en önemli işlerde ona hizmet yaptırmaya başladı.

Ertuğrul Bey’in Vefatı ve Osman Gazi’nin Beyliği
Altı yüz seksen yılında Gazi Ertuğrul Bey, yaşı doksanı geçmiş idi ki Söğüt’te vefat etti.
Ertuğrul Bey’in elinde olan yerler, Ankara Karaca Dağ ile Keşiş Dağı’na kadar uzayan Söğüt bölgesinden, Sultanönü gibi verimli ovalardan ve Domaniç Dağı gibi güzel yaylaklardan oluşuyordu. Hisar ve kaleleri ise Türkmen kılıçları idi.
Ertuğrul Bey, Söğüt bölgesinde Kayı Hanlı Kabilesi’nin az bir kısmı ile yerleşmişti. Fakat elli bin oba ile Horasan’dan Anadolu’ya göçmüş olan Süleyman Şah’ın oğlu olduğundan, Türkmenler içinde hatırı sayılır, muhterem bir ihtiyardı. Emrindeki aşiret ağaları da Akça Koca, Konur Alp, Turgut Alp, Uygur Alp, Hasan Alp, Saltık Alp, Samsa Çavuş, Abdurrahman Gazi, Akbaş Mahmud, Kara Mürsel, Karaoğlan ve Kara Tekin gibi eşi az bulunur yiğitler idi. Fakat Samsa Çavuş, Söğüt’te oturmadı. Sakarya Nehri vadisinde konargöçerdi. Bu ağalar, kabilenin ileri gelenleri idiler. Sonra hepsi Osman Gazi’nin komutanları olmuşlardır.
Ertuğrul Bey’in Gündüz Bey, Saru Yatı ve Osman Bey adlı üç oğlu kaldı. Osman Bey yaşça küçük fakat kuvvet, cesaret, ileri görüşlülük ve liyakatçe büyük idi. Bundan dolayı babasının zamanında yedi sekiz sene kadar başbuğluk görevini yapmıştı. Küçükken, gerektiğinde babası tarafından, kendi vekili olarak Konya’ya bile gönderildiğinden, Konya devlet adamları kendisine Osmancık derlerdi. Harp alanlarında asker onu gördü. Devlet dairelerinde de tanınmıştı. Osman Bey’in az askerle kat kat fazla düşmanlarına üstün gelmek gibi büyük cesareti, cömertliği, adaleti, güzel ahlakı ve siyaseti; asalet ve şerefine eklenince kendisini silah arkadaşlarına sevdirmişti. Ulema ve salihlere iltifat ve itibar ile değer vermiş ve sevgilerini kazanmaya çalışmıştı. Bu durum halk arasında kendisine büyük şan ve şöhret sağlamıştı.
Bundan dolayı Ertuğrul Bey’in vefatında kabilenin ileri gelenleri beyliğe, Gazi Osman Bey’i seçtiler. Kardeşleri de bu karara candan katıldılar. Amcası Dündar Bey başkanlık davasına kalkıştı. Fakat Osman Bey’in beyliği, Selçuklu sultanı tarafından onaylandı. Anlaşmazlığa yer kalmadı. Bununla beraber Dündar Bey bunu bir türlü kabullenemedi. Osman Bey’in işlerini engellemek üzere onun düşmanlarıyla birleşme derecesine kadar aleyhinde bulunageldi.
Ertuğrul Bey’in son emeli, başında bulunduğu Türkmen göçmenlerini birleştirmekten, idare etmekten, Söğüt bölgesinin emniyet ve asayişini korumaktan ibaretti. Bir devlet kurmak hatırına bile gelmezdi.
Fakat Söğüt ve çevresini dolaşıp denetlerken, bir gece, bir köy imamının evine misafir olmuş. Oturduğu yerin arka tarafındaki dolapta imamın Mushaf-ı Şerif’i kalmış. İmam efendi telaşla Mushaf-ı Şerif’i alıp yüksek bir raf üstüne kaldırmış. Ertuğrul Bey, okuryazar değildi. Fakat özü sağlam ve kalbi saf idi. “O nasıl kitaptır?” diye imam efendiye sormuş. O da “Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’e gökten indirdiği Kur’an-ı Kerim’dir ki, bütün din hükümlerini onda söylemiştir.” diye cevap vermiş ve odasına çekilip uykuya dalmış. Ertuğrul Bey de abdest alıp namaz kıldıktan sonra Mushaf-ı Şerif’e yönelerek el bağlayıp sabaha kadar ayakta durmuş. Fakat seher vaktinde yastığa dayanıp biraz uyukladığı sırada kendisine Hak tarafından mana âleminden, “Çünkü sen benim kelamıma bu kadar saygıda bulundun, ben de senin evladına kıyamete dek sürecek bir saltanat verdim.” diye bir ses gelmiş. Ertuğrul Bey dehşetle uyanıp bu rüyayı imama söylemiş ve çok sonra oğlu Osman Bey’e bu olayı hikâye eylemiş olduğu rivayet edilir.
Bir de Ertuğrul Bey, Sultan Alâaddin ile görüşmek üzere Konya’ya gittiği zaman rüyasında görmüş ki evinin ocağından tatlı bir su çıkıp aka aka bir büyük deniz olmuş. Her yanı kaplamış. Ertuğrul Bey bu rüyayı, Sultan Alâaddin’in başkâtibi olan, zamanının bilginlerinden Abdülaziz Efendi’ye anlatmış. O da “Senin yakında bir oğlun doğacak ki saltanatı dünyayı kaplayacak.” diye rüyayı yorumlayıp müjde vermiş. Çok geçmeden Osman Bey’in doğmuş olduğu bazı tarih kitaplarında yazılıdır.
Müjdelerden biri de şudur ki aslı Karamanlı olup, Şam’a giderek yüksek ilimleri tahsil etmiş, en bilgin âlimlerden Şeyh Edebali Hazretleri Anadolu’dan dönüşte sofiyye mesleğine girerek Söğüt bölgesindeki dergâhında irşat köşesine çekildi. Osman Bey, gençliğinde gidip onunla görüşür, ilgi ve sevgisini kazanmaya çalışırdı. Bir gün şeyhin kızı Mal Hatun’un diğer kızlarıyla meydanda gezerken, onu görüp âşık olarak dünyayı gözü görmez olmuş. O sırada İnönü tekfuru, Osman Bey’i ziyafete davet etmiş. O da bir kısım adamı ile İnönü Hisarı’na gidince düşmanı olan Eskişehir tekfuru, askeriyle hareket etmiş. Harmankaya (Harmancık) Tekfuru Köse Mihal’i yanına alarak, gelip İnönü Hisarı’nı kuşatmış. Osman Bey’i istedikleri zaman ziyafet sahibi hayrete düşmüş. Ne yapacağını düşünürken Osman Bey durumu öğrenerek hemen kendi adamları ile hisardan dışarı çıkmış. İki hükümdarın askerlerini darmadağın edince Eskişehir hükümdarı kaçıp kurtulmuşsa da Köse Mihal tutulmuş.
Köse Mihal, bundan sonra Osman Bey ile birlikte hareket edeceğine yemin etti. Osman Bey onu salıverdi. Gerçekten ondan sonra İslam’a girene kadar Osman Bey’e doğruluk üzere bulundu. Sonra Osman Gazi’nin komutanlarından biri oldu.
Osman Bey, aşkını gizlediği sırada aşk ateşi ile kendisinden bu gibi cesur davranışlar çok görülmüştür. Bundan dolayı babası ölünce asker ve halk onu amcası ve kardeşlerinden üstün tuttu. Osman Bey, üç yıl kadar aşkını saklamıştı. Sonra bir gece Şeyh Edebali’nin dergâhında kaldı. Rüyasında görmüş ki şeyhin koynundan bir ay çıkıp kendi koynuna girmiş ve göbeğinden bir ağaç çıkıp dalları dünyayı kaplamış. Osman Bey bu rüyayı Edebali’ye anlatınca, “Bana damat olacaksın. Büyük ve sürekli bir devlete sahip olacaksın.” diye yorumlayıp müjdeleyerek kızı Mal Hatun’u, Osman Bey’e vermiş. Osman Bey’in Alâaddin ve Orhan adlı oğulları o kadından doğmuşlardır.
Meşhur Bitlisli İdris adlı tarihçi âlim der ki “O zaman Kumral Abdal adlı bir hâl ehli vardı. Yenişehir Bölgesi’nde yaşıyordu. Dervişleriyle Rum köylerine gaza ederdi. Bir gün Allah ehli olan büyüklerden biriyle görüşüp, ‘Yüce Allah Osman Gazi’ye kıyamete kadar sürecek bir büyük devlet verdi. Var, müjdele.’ diye emretmiş. Kumral Abdal, Osman Gazi’yi bilmezdi. O kişi, ona Osman Gazi’nin alametlerini haber vermiş. Abdal da bu alametlerle Osman Gazi’yi bulup müjdeleyince Osman Gazi memnun olmuş ve ‘Şimdiki hâlde bir kılıç ile bir maşrapamdan başka bir şeyim yok.’ diyerek bunları ona vermiş. Kumral Abdal, bunu uğur sayarak maşrapayı kabul edip kılıcı geri vermiş. Bir süre sonra Osman Gazi, ona bir zaviye yapmış ve Yenişehir yakınında tarlalar vakfetmiştir.
Manevi müjdelerin en garibi şudur ki Şeyh Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri, Osmanoğulları’nın çıkışını yetmiş yıl önce cifir ilmi ile keşfederek, ona dair tanzim etmiş olduğu “Ed-dâiretü’n-Numaniye fi’d-Devleti’l-Osmaniye” adlı büyük eserinde Osmanoğulları’ndan birinci halife olan Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nden başlayarak Osmanlı Devleti’nin büyük olaylarını cifir harfleriyle yazmıştı.
Ertuğrul Bey, bağımsız bir hükûmet kurma emelini taşımamıştı. Fakat manevi müjdeler üzerine hanedanının büyük saltanata kavuşacağı umuduna düşmüş olması normaldi. Bu mutluluk kuşunun, kendi hayatında yedi sekiz yıldan beri kendi yerine başbuğluk gibi önemli işlerde bulunan oğlu Osman Bey’in başına konacağı açık ve manevi işaretlerden belliydi. Öyle de oldu.

Gazi Osman Bey’in İlk Eserleri
Gazi Osman Bey emarete seçildiği zaman, yukarıda geçtiği gibi İlhan Abaka, Mısır sultanı ile savaş üzere olduğundan, Konya devlet erkânı savaşın sonunu bekliyorken Abaka’nın ordusu bozguna uğradı. Arkasından kendisi öldü. Yerine Ahmed Sultan geçti. İslam olduğunu ilan etti. Kardeşinin oğlu Ergû Han İbni Abaka başkaldırdı. Ahmed Sultan onu tutup hapsetmişken onu tutanlar toplanıp sayılarını arttırarak Ahmed Sultan’ı idam ettiler. Altı yüz seksen iki yılında Argun Han’ı tahta çıkardılar. Argun Han tahta çıkar çıkmaz Selçuklu Devleti’ni, Konya’da Selçuklu sultanı bulunan III. Gıyaseddin Keyhüsrev ile Gıyaseddin Mesud’a yarı yarıya verdi. Devlet adamları hayret ettiler. Kısaca çok karışık bir devirdi.
Osman Gazi, hükûmet işlerini düzene sokarak sağlamlaştırdı. Ayrıca hâl ve zamanın gereğine göre hareket etti. Liderlik ve beylik konusunda gereken siyasi inceliklere dikkat ederek civarındaki tekfurlar ile hoş geçinirdi.
İnegöl Tekfuru Nikola ise Osman Gazi’nin günden güne şan ve şöhretinin artmasına bakarak, böyle giderse o bölgenin hepsini alacağını ileri görüşüyle anlayarak onun o bölgeden kovulması için civarındaki tekfurlar ile birleşmeye kalkıştı.
Gazi Osman Bey, bundan haberdar olunca, o da İnegöl’ün fethini planladı. Ona başlangıç olmak üzere altı yüz seksen üç yılında İnegöl yakınında olan Kolca Hisar’ı vurup muhafızlarını öldürdü. Hisarı yaktı ve salimen, ganimetle döndü.
Nikola, buna üzüldü. Civarındaki Karacahisar tekfuru ile birleşerek çok sayıda asker topladı. Ansızın yüz yirmi atlı ile Hamzabey köyü yakınında Ermeni Beli denen yerdeki Osman Gazi’nin yolunu kesip onu sıkıştırdı. Çarpışmaya başlandığı sırada ün yapmış, önde gelen kişilerden Bay Hoca’nın şehit olması ötekilere şaşkınlık vermişse de Osman Gazi, yanındaki yiğitler ile dalkılıç olarak hücum edince düşmanı yarıp geçti ve kurtuldu. Bay Hoca’nın mezarı Hamzabey köyünde meşhur bir ziyaret yeridir.
Daha sonra Osman Bey, öç almak üzere bir gece dört yüz elli seçkin süvari ile Ermeni Beli’ni dolaşıp ansızın Karacahisar üzerine yürüdü. Rast geldiği Rumları öldürdü. Birçok hayvanı ganimet olarak alıp Domaniç tarafına dönerek ormanlar arasında gizlendi.
Ertesi gün Karacahisar tekfuru hemen askerini İnegöl’e gönderdi. İnegöl tekfurunun askeriyle birleşti ve diğer anlaştıklarının askerleri getirilince İnegöl önlerinde büyük bir kalabalık dalgalanmaya başladı. Gazi Osman Bey de etraftan asker toplattı.
Birleşik hükümdarların ordusu, İnegöl’den hareket edince Osman Bey de Domaniç Beli’nden aşağı inerek düşmanları karşılamaya koştu. Yapılan karşılaşmada düşmanlar pek çok ölü vererek fena hâlde bozguna uğrayıp dağıldılar.
Bu savaşta Osman Bey’in kardeşi Gündüz Alp şehit oldu. Karacahisar tekfurunun kardeşi de öldürüldü. Osman Bey, şehitleri gömdü. Düşman ölülerinden de bir büyük tepe yaptırdı. Kardeşinin cenazesini Söğüt’e taşıdı. Babasının mezarının yanında defnetti. İşte bu muzafferiyet Gazi Osman Bey’e büyük şan ve şöhret kazandırdı.

Gazi Osman Bey’e Mülkname Verilmesi
Sınır boylarının, özellikle Söğüt bölgesinin ehemmiyeti arttı. Gazi Osman Bey’in şöhretinin de etrafa yayılmasından ötürü Selçuklu sultanı tarafından Osman Gazi’ye Söğüt vilayetinin bütün nahiyeleri ve havalisinin yurtluk, ocaklık usulü üzere verildiğine dair altı yüz seksen üç yılı ramazan ayının başlarına tarihlenmiş bir kıta menşur gönderilmiştir.
O zaman resmî emirler Farsça yazıldığından, bu menşur da Farsça yazılmıştı. Hatta Söğüt yerine Biyd kelimesi kullanılmıştı. “hıtta-i Biyd” ve “vilayet-i Biyd” diye tabir olundu. Biyd vilayeti İslam’ın en sağlam ve muazzam sınır boyu olduğundan ve Osman Bey’in hükümdarlığa ilişkin kabiliyet ve yeteneğinden söz edilerek, Biyd vilayetinin bütün bölgeleri ile beraber ona verildiği uzun uzun anlatılmıştır. “Osman Gazi; saadetli, aziz, kerim, ulu kişi, din ve dünyanın yardımcısı, zafer babası Osman Şah… Yüce Allah onun ömrünün uzunluğu ve varlığının bereketiyle bizleri faydalandırsın…” gibi anlamlara gelen sözlerle lakaplandırılmış ve “Zamanımızın, gündüz ve gecemizin büyüğü.” anlamına gelebilen kelimelerle vasıflandırılmıştır.
Bu menşurda Gazi Osman Şah’a hitaben adalet, doğruluk, din hükümleri doğrultusunda hareket etmek, barışa taraftar olanlarla barış yapmak, sözünü yerine getirmemekten kaçınmak, divanı teşkil eden makamları ehline bırakmak gibi hükümdarlara en gerekli öğütler yazılmıştır. Komutanlar, ileri gelenler, kadılar ve diğer bütün halka hitaben de Osman Şah’a itaatin, Cenabıhakk’a ve sultana itaat olduğu; onun memurlarına hizmetin din ve dünya farzlarından sayıldığı ve altı yüz seksen üç yılından başlayarak mal ve işlerin onlara bırakılması gerekeceği bildirilmiştir. Ondan sonra Selçuklu sultanının Osman Şah ile haberleşmesi kesilmemiştir.
Yurtluk, ocaklık biçiminde verilen malikâne sahibinin tebaası, doğrudan doğruya kendisini tanıyordu. O da zamanın sultanına bağlı olarak iç işlerinde bağımsız oluyordu. Eski zamanlarda birçok eyalet ve liva bu şekilde verilirdi. Valilerine ve mutasarrıflarına “melik” denilirdi. Önce Hülagû tarafından Türkmen beylerinin hükûmetlerinin istiklalleri tanınmıştır. Ertuğrul Bey, o davalarda bulunmadığı için oğlu Osman Bey de öyle bir istekte bulunmadı. Fakat iş ve durum gereği olarak sultan tarafından o şekilde lütuflandırılmıştır.
Bu inceliklerden haberi olmayanlar, o asırların durumunu bu zamanın hâline kıyas ederek bu menşur ile Osman Bey, Söğüt bölgesinin müdürü oldu sanırlar. Şah deyimine ve diğer lakaplara mana veremezler. Oysa her asrın bir deyimi ve her yerin bir örf ve âdeti vardır. Önceleri Acem padişahlarına şah denilirdi. Sonra padişahların, hakanların hükmü altında bulunan hanlardan bağımsız bir beyliğe sahip olanlara da şah lakabı verilmiştir. İşte bu çeşitten olarak Ertuğrul Bey’in babasına Süleyman Şah denildiği gibi, bu sefer oğlu da Ebu’n-Nasır Osman Şah diye lakaplanmış ve bağımsız hükümdarlara mahsus olan vasıflarla vasıflanmıştır.

Gazi Osman Şah’ın Karacahisar’ı Fethetmesi
Gazi Osman Şah, daha evvel gönderilen sultan fermanını herkesin önünde okuttuğu sırada Anadolu, Tatarların zulüm ve baskısı nedeniyle ezilmekteydi. İlhanlı Devleti de karışıklık içindeydi. Mısır sultanı da haçlılarla meşguldü. Osman Şah ise zamanın müsaadesinden yararlanmak için bir süre beyliğinin işlerini düzeltti. Hükûmetini kurdu. Kuvvetini arttırmaya çalıştı.
Fakat önceki savaşlarda Osman Şah’ın görülen zaferlerine ve günden güne artan değer ve yükselişine bakarak tekfurlar durumun gidişinden ürktüler. Artık Türkmen obalarını Söğüt bölgesinden çıkarmak üzere birleştiler. Büyük hazırlıklara giriştiler. Gazi Osman Şah bunu öğrendi. Konya’ya adam gönderdi. Durumu bildirdi. Sultan tarafından kendisine epey mühimmat ve silah gönderildi. O bölgede bulunan Türkmen beylerinin Osman Şah’a yardım etmeleri için emirler verildi.
Gazi Osman Şah, hazırlığını bitirdi. Sayısını arttırdı. Altı yüz seksen sekiz yılında birkaç bin süvari ve bir o kadar piyade ile bir gece ansızın Eskişehir civarındaki Karacahisar’a vardı. Şehri ablukaya aldı. Yer yer saldırarak şehre girdi. Önüne gelenleri öldürüp kaleyi ele geçirdi. Tekfuru tuttu, birçok esir ve kesik başla birlikte Konya’ya gönderdi. Şehir, ahaliden boş kaldı. Evlerini gazilere dağıttı. Kiliselerini camiye çevirdi. O zamana kadar gazilerin barınacak ve sığınacak yerleri yoktu. Bu sefer Karacahisar gibi sarp bir yerde yerleşip rahat yatacak birer küçük ev buldular. Kendilerince mutlu oldular. Arkasından Osman Şah Gazi Yarhisar’ı da vurup harap etmiştir.

Osman Şah’a Sancak, Büyük Davul ve Ferman Gönderilmesi
Obalarından başka barınacak ve kılıçlarının gölgelerinden başka sığınacak yerleri olmayan Türkmenlerin sarp bir yerde bulunan Karacahisar Kalesi’ni almaları ve cesaretle şöhret bulmuş olan tekfurunu tutmaları Konya’da pek garip göründü. Bununla Osman Şah’ın nasıl bir güç ve kuvvet sahibi olduğu anlaşıldı.
Bunun üzerine Sultan Alâaddin İbni Ferâmurz Selçukî, Osman Şah Gazi’ye altı yüz seksen sekiz yılı şevval ayının başlarının tarihini taşıyan bir ferman yazdırıp, Balaban Çavuş ile gönderdi. Bununla beraber tuğ, sancak, büyük davul, bohçalarla değerli elbiseler, altın kabzalı kılıç, en güzel atlar ile takımları, yüz bin dirhem para, bin zırh, ellişer okuyla iki bin yay, bin beş yüz siper, üç bin kılıç, hançer ve iki deve yükü kadar mızrak da gönderdi.
Osman Şah Gazi Hazretleri, sancağı bir alay ile karşıladı. Sultanın fermanını halkın önünde okuttu. Dualar edildi, şenlik yapıldı.
Selçuklular’ın aslı Türk’tür, fakat İran’da hükûmet kurdular. Oralarda resmî dil Farsça olduğundan, Anadolu’ya gelen Selçuklular da resmî yazışmalarında Farsçayı kullanırlardı. Cengizliler’in çıkışında Horasan’dan birçok şeyh ve âlim Anadolu’ya göçüp, Farsça manzum ve mensur kitaplar yazdıklarından, Anadolu’da Farsça bir derece daha değer kazandı. Böylece Türkmen beyleri de saltanat merkezi olan Konya ile haberleşmek için yanlarında Farsça yazabilen kâtipler bulundurmak zorunda idiler. Bu ise Türkmenlere güç geliyordu. Bundan dolayı Karamanoğlu Mehmed Bey, Konya’yı alınca Farsçayı yasaklamıştı. Fakat onun idamından sonra resmî evrak, eskiden olduğu gibi Farsça yazılmaya başlandı.
Durum böyle iken bu sefer Osman Şah Gazi’ye gelen ferman Türkçe idi. Bu da sanırım ki sırf onu memnun etmek için böyle yazılmıştı. Bununla beraber kâtipler Türkçe yazmaya alışmamış olduklarından bu ferman Türkçe olduğu hâlde Farsça tarzında yazılmıştı.
Alâaddin İbni Ferâmurz, Burhan-ı Emirü’l-Müminin lakabını almıştı. Bu menşuruna, “Bismillahirrahmanirrahim, Min Burhan-ı Emirü’l-Müminin Alâaddin bin Ferâmurz Selçukî Eyyedehullahu’l-Meliki’l-Âli.” diye başlayarak, Osman Gazi’yi, “Merzeban-ı Hıtta-i Biyd olan Saadetmend-i Alicâh, Osman Şah İbni Ertuğrul Bey hayırhah, Eyyedehullah” diye lakaplandırdı. Bütün varını Allah’ın adını yüceltmek için sarf etmesini, herkesin onun yaptıklarına karşılık tatlı dil kullanmasını, bütün halkın onun yükselmesine ve ilerlemesine bakmasını, güzel yaradılışının devletin tatlı suyu ile yoğrulmasını, latif fıtratının izzet kokularıyla tütsülenmesini, iç ve dış duygularının inceliği ile bilinen hayal gücü ve anlayışındaki çabukluğun hareketindeki çeviklikle nitelenmesini, önde gelen zafer kumandanı olmasını, nusret peykinin önünde gitmesini, fetih müjdeleri ulaştırmasını, Allah’ın lütfuna ermesini ve bu gibi yüce vasıflar almasını öğütleyip çeşitli tavsiyelere yer verdikten sonra, “Çok eski tarihlerden beri atalarımız, Turan’dan İran’a, Ahlat’tan Yunan’a birlikte yürüyüp göğüslerini gererek can verme fırsatını kaçırmadılar.” diye Osman Şah Gazi’nin hanedanına teşekkür borçlu olduğunu belirtmiş ve eskiden kendilerine yurt ve ocaklık olarak verilen Söğüt bölgesiyle fethettiği yerlere ek olarak Eskişehir’i de Osman Şah’a verdiğini, yıllık vergi ve resimlerden affedilmiş olduğunu söyleyerek sözüne son vermiştir.
Osman Şah Gazi bu menşura cevaben Türkçe olarak sunduğu yazısında sancağı nasıl karşıladığını, sevinç getiren menşuru ne şekilde okuttuğunu belirtip, gönderilen para ve silahlar ile gazilerin ihtiyaçlarının tamamen karşılanamadığını bildirerek, “Ferman padişahımızındır.” diye sözünü bitirmiştir.
Gazi Osman Şah, eskiden beri ikindiden sonra sofralar kurdurarak adamlarını, misafirlerini ve fakirleri yedirip içirirdi. Davul geldikten sonra her gün nöbet çalınmasını emretti. Nöbet çalınırken ayakta dururdu. Bu âdet, sonra evlat ve torunlarına kanun olup, Ebu’l-Fetih Sultan Mehmed Han’ın zamanına dek uygulanmış fakat sonradan ayakta durma usulü kaldırılmıştır.

Hâkim Tayini
Ömerü’l-Faruk (r.a.) Hazretleri’nin halifeliği zamanında İslam memleketleri genişleyince Hz. Ömer, Kûfe ve Basra gibi büyük şehirlere kadılar tayin ederek yargı işlerini icra kuvvetinden ayırdı. Ondan sonraki halifeler de onun açtığı yoldan gittiler.
Sonra zorbalar türeyince Abbasi Halifeliği zayıfladı. Duruşma ve yargılamalara eyaletlerin ve livaların emirleri karışır oldu. Üç yüz yıldan beri kadıların istiklali bozulmuştu. Halkın hukukunu korumak ve gözetmek gibi önemli bir iş, memurların örfi kararlarına bırakıldı.
Osman Şah Gazi, Karahisar’ı alınca geçmiş halifelerin izinden ayrılmayarak resmen kadı tayin edip yargı işine karışmaz ve karıştırtmaz olduğundan keyfî emir ve yasaklama âdeti ortadan kalktı. Kendi hükûmeti, aşiret beyliği görünümünden çıktı ve henüz kurulmak üzere olan Osmanlı Devleti’ne kuvvetli bir temel atılmış oldu.

Osman Şah Gazi’nin Hutbede Adının İlk Defa Okunması
Osman Şah Gazi Hazretleri yukarıda anlatıldığı gibi Karacahisar’ı alınca Şeyh Edebali’nin akrabasından ve talebelerinden olan Dursun Fakih ki en bilgili, âlim hukukçu olduğu hâlde Osman Şah’ın gazalarında beraber bulunarak gazilere namaz kıldırırdı. Bu defa ona hatiplik verilince, altı yüz seksen sekiz yılında cuma günü Dursun Fakih, minberde hutbe okudu. İlk önce Selçuklu sultanının, sonra Osman Şah Gazi’nin adını okudu. Sonra Osman Şah Gazi Eskişehir’e taşınınca da Dursun Fakih minberde o şekilde hutbe okumuştur.
Osman Şah hükûmeti, seçkin bir beylik idi. İç işlerinde bağımsız olduğu için ismi hutbede anılmışsa da yine Selçuklu sultanına bağlı idi. Çünkü o zamanın örf ve deyimince bağımsız bir hükûmete sahip olanlara melik ya da şah denilirdi. Onların yönetimindeki yerlerde okunan hutbelerde önce halifenin ve sultanın isimleri anıldıktan sonra kendilerinin isimleri de okunurdu. Birçok ve çeşitli memlekette hükmü geçerek minberlerinde adı anılan kimseye sultan denirdi ki melikü’l-mülûk demek olup hutbelerde halifenin ismiyle beraber onun da ismi anılırdı.
Hülagû Abbasi halifeliğini yok ettikten sonra meliklerden ve İslam sultanlarından her birinin idaresi altındaki yerlerde kendi adına hutbe okunur oldu. Bir süre sonra Mısır’da Abbasoğulları’ndan birine biat olunduysa da onun, bir köşede oturup Mısır sultanının tahta çıkışında kendisine saltanatı devretmek ve resmî bir izin kâğıdı vermekten başka görevi yoktu. Fakat adı Mısır sultanının ismiyle beraber Mısır ve Şam minberlerinde okunurdu.
Ama doğu şehirleri dinsiz Moğolların elindeydi. Anadolu bile İlhanlı Devleti’nin bir eyaleti hükmüne girdi ve Mısır diyarı ile gelip gitmeler kesildi. Bu yüzden Selçuklu sultanının gerçek bir kuvveti yoktu. Osman Şah ise resmen ona bağlı olduğu hâlde o zamanın hükmünce en cesur ve yararlı askere ve hakiki kuvvete sahipti.
Bundan dolayı Dursun Fakih’in fetvası üzere Selçuklu sultanı ile beraber Osman Şah’ın da hutbede adı geçmişti. İslam âleminin bu karışıklığı, Yavuz Sultan Selim Han’ın devrine kadar sürmüştür. Ondan sonra hutbeler, geçmiş halifeler zamanında olduğu gibi İslam halifesi adına okunur olmuştur.

Eskişehir’de Pazar Bacı Bahsi
Yukarıda geçtiği gibi Osman Şah’ın gelmesiyle Eskişehir beyliğin başşehri olunca şehirde pazar kuruldu. Alışveriş çoğaldı. Burasının ise Kütahya Eyaleti’ne bağlı olduğu iddia ediliyordu. Kütahya Beyi Germiyanoğlu Alişar Bey’in adamlarından biri Eskişehir’e gelip pazarda satılan mallardan baç resmi yani vergi almaya başlayınca Osman Şah, o memuru kovdu. Pazar memurlarına ekmek parası olmak üzere her yükten ikişer akçe alınması için baç resmini koydu.
Bu sebepten dolayı Osman Şah ile Germiyanoğlu’nun arası açıldı. Sonunda çıkan bir çatışmada Germiyanoğulları boylarının ölçüsünü almış ve çekişmekten uzak durmuşlardır. Bu sırada Kütahya tarafından ve başka cihetlerden birçok Türkmen, Karacahisar’a göçüp yerleşti. Az zamanda orası da şen ve bayındır oldu.
Bundan sonra Osman Şah Gazi, kâh Eskişehir’de kâh Söğüt’te, bazen de Karacahisar’da oturur oldu. Adaletli bir idareyle şehirlerin bayındır olmasına ve halkın hak ve hukukunun gözetilip yerini bulmasına büyük bir çaba harcadığından ahali refah buldu. Şehirler şenlik, yollar güvenli, ovalar ekinlik oldu. Tabiatıyla memleketin de serveti çoğaldı.

Başka Bir Ferman Gelmesi
Selçuklu sultanı, Akşehir tarafına gelince, Akşehir yurdundan Osman Şah Gazi’ye, onu hoşnut edici ve altı yüz seksen dokuz yılı zilhicce ayı sonlarıyla tarihlenmiş bir menşur gönderdi. Bu menşur, eski usul üzere Farsçadır. Başında Selçuklu sultanının adı geçmez. Osman Şah’ı bu fermanda Canib-i Şerif-i Melik-i Kebir-i Osman Şah diye lakaplandırıp, onun kuvvetinin artmasını, faziletinin, kudretinin, yiğitlik alanının genişlemesini belirtmekte, güç ve kuvveti ile çevre hükümdarlarından, zamanın padişah, sultan ve valilerinden üstün olduğunu yazmaktadır. Eski menşurda geçtiği gibi, elinde bulunan yerlerin kendisinde kaldığı, o yerlerde emir, yasaklama, halletme, sözleşme, koruma, kaldırma, zarar ve fayda durumunu ayırma, birleştirme ve malları ulaştırılma gibi bütün işlerin Osman Şah’ın divanına bırakıldığı belirtilerek istiklali açıklanmış ve yorumlanmıştır.

Osman Şah’ın Savaşları
Altı yüz doksan bir yılında Osman Şah Gazi, bin beş yüz seçkin Oğuz süvarisiyle ve Harmankaya (Harmancık) Tekfuru Köse Mihal’in delaletiyle Göynük tarafına hareket etti. Sarıkaya üzerinden Beştaş köyüne vardı. Mudurnu tarafında oturan Samsa Çavuş’a haber uçurdu. Oradaki tekke şeyhinin yol göstermesi ile Sakarya Nehri’ni kolayca geçti ve Samsa Çavuş’u bekler buldu. Onun yardımıyla hemen Sorgun üzerine yürüdü. Sorgun halkı aman istedi. Samsa Çavuş’un kefil olmasıyla Osman Şah onları haraca bağladıktan sonra Göynük kasabası üzerine gitti. Halk karşı durunca kasabayı yaktı. Oradan Taraklı-Yenice tarafına gitti. Oraları yağmaladı. Ganimetlerle döndü. Bu gazada gaziler çok mal aldılar ve epey zengin oldular.

Yarhisar, İnegöl ve Bilecik’in Alınışı
Yukarıda açıklandığı üzere Şehinşah-ı Âlem Gazan Mahmud Han, İslam dinine girerek Müslümanları korumaktaysa da Anadolu’dan İlhanlı tarafına ödenmekte olan vergiler memleketin kaldıramayacağı kadar ağırdı. Hudut muhafızları olan Türkmenler ise zorlanmadıklarından, Konya hükûmeti vergi toplamak için kasaba ve köy halkının üzerine yüklenip uç beylerini yani hudut muhafızları olan Türkmen beylerini de yüzlerine gülerek kullanırdı. Uç beyleri ise birbirleriyle tepişmekteydi. Fakat Osman Şah’ın günden güne kuvvet ve topluluğu artmakta, şanı ve ünü yükselmekteydi. Buna rağmen İslam şehirlerine saldırmıyordu. Bütün çabası cihat ve gazaya yönelikti. Altı yüz doksan altı yılında Gazan Han tarafından Alâaddin İbni Ferâmurz İbni Keykavus Selçukî, Konya tahtına geçirildi. O da Osman Şah’ın iyi şöhretini işitip durumunu araştırarak ona sevgi besleyip kendisini öteki uç beylerinden üstün tuttu. Ona değer ve şeref verdi.
Osman Şah Gazi’nin günden güne şan ve şöhreti arttı. Sultanın çok büyük beğenisini kazanması, komşu tekfurları telaşa düşürdü. “Böyle giderse bütün memleketlerimiz onun eline geçecek, vaktiyle çaresine bakmak lazımdır.” diyerek aralarında bu konuyu görüşmeye başladılar. Osman Şah Gazi ise sadık dostu olan Köse Mihal aracılığıyla tekfurların sırlarını öğreniyordu.
Bilecik tekfuru da Osman Şah ile birlikte görünür, hatta Osman Şah yaylaya giderken fazla eşyasını korumak için Bilecik Kalesi’nde bırakırdı. Bilecik tekfurunun içtenliği ise yapmacık ve gösterişten ibaretti. Öteki tekfurlarla birleşip Osman Şah’ın aleyhinde çalışmaktaydı.
Hatta Köse Mihal’in düğünü vardı. Osman Şah’ı da davet etti. O da hukukunu sayarak düğününe gitti. Anlaşmış olan tekfurlar ona suikast yapmak istemişlerdi. Fakat Gazi’nin adamlarının çokluğundan ötürü içlerindekini yapmaya cesaret edemeyip vaktin sonunda fırsatını gözetmekteydiler.
Bilecik tekfuru, Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer ile evlenme vesilesiyle Osman Şah’ı bir tuzağa düşürmek istedi. Altı yüz doksan yedi yılı içinde düğün tertibine karar verip civarındaki tekfurları davet ettiği sırada, Osman Şah’ı da davet etmek üzere Köse Mihal’i gönderdi. Gazi Hazretleri, onun ifade şeklinden gizli niyetini anladıysa da anlamamış gibi yaparak davete icabet etmiş gibi göründü. Hemen düğün hediyesi olarak Bilecik’e bir sürü koyun gönderdi fakat “Düğünden sonra yaylağa çıkma niyetindeyim. Bilecik tekfuru izin verirse eskiden olduğu gibi fazla eşyamı Bilecik Kalesi’ne göndereyim, Germiyanoğlu ile aramızda düşmanlık var. Olur ki düğüne gittiğimizi fırsat sayarak aşiretleri yurdumuza saldırtırlar. Kadınları da eşya ile beraber göndereyim.” diye Köse Mihal ile Bilecik tekfuruna haber gönderdi.
Bilecik tekfurunun niyeti onu zehirlemek yahut başka bir biçimde Osman Şah’ın işini bitirmekten ibaret iken birçok eşyası ile haremlerinin de elinde bulunmuş olacağı düşüncesiyle o kadar memnun oldu ki ne yapacağını şaşırdı. Hemen gereken tertiplere girişti. Osman Şah’a uygun cevap gönderdi. Bilecik civarında Çakır Pınar denen çimenlikte düğün yapmaya karar verdi. Belirtilen günde Osman Şah Gazi, kırk Oğuz Kayı Hanlı genci kadın kıyafetine soktu. Bir o kadar yiğidi de keçelere sarıp sandıklar içine koyarak hayvanlara yükletti. O delikanlılar, bu hayvanları sürerek Bilecik Kalesi’ne girdiler. Gazi Hazretleri de akşamüstü bir miktar askerle düğün yerine gitti. Yolda mükemmel bir pusu kurdu.
Bilecik askerinin birazı, gelin almak üzere Yarhisar’a gitti. Kalanı ve kale muhafızlarının çoğu düğün yerinde bulunduklarından kale içinde az adam kalmıştı. Kadın kılığında olan delikanlılar, sandıklar içindeki yiğitleri çıkardılar. Hepsi birlikte hemen muhafızları kılıçtan geçirip kaleyi ele geçirdiler ve gizlice Osman Şah’a haber uçurdular.
Bu haber Osman Şah’a ulaştığı sırada Bilecik tekfuru da olanları duyunca sarhoşluk başına sıçradı. Öfke ateşiyle yanarak düğün yerinde dağınık ve çoğu sarhoş olan askerlerini toplamaya girişti. Osman Şah ise uyanık bulunduğu için hemen yanındaki adamlarıyla atlarına binip pusu yerine doğru kaçar gibi yaptı.
Tekfurlar, askerlerini toplayıp Osman Şah’ın peşine düştüler. O da kaçıyor gibi pusu yerini geçtikten sonra birdenbire dönüp onların üzerine atılınca pusudaki asker de çıktı. Onlar önden, diğerleri arkadan hücum ederek düşmanları şaşırttılar. Üzerlerine kılıç üşürdüler ve hemen hepsini kılıçtan geçirdiler.
Daha sonra Osman Şah, Yarhisar’a gitti. Düğün alayı için tertiplenen askerin çoğunu öldürüp gelin ile beraber alayda bulunacak olan nazlı kızları ganimet olarak aldılar. Ertesi gün İnegöl’ü sarmak üzere yeterince askerle Turgut Alp adlı yiğidi o tarafa gönderdi. Kendisi de eline geçen Bilecik ve Yarhisar kalelerini muhafaza altına aldıktan sonra İnegöl tarafına hareket buyurdu. O bölgeyi yağmalayarak İnegöl Kalesi’ni de aldı. Tekfurunu öldürdü. Kaleye muhafızlar bıraktı ve ganimetleri gazilere bölüştürdü. Fakat bazı az bulunur, kıymetli şeyleri ayırıp altmış cariye ve yüz köle ile beraber Sultan Alâaddin’e sundu.
Adı geçen düğün yağmasında Osman Şah’ın on altı yaşında bulunan oğlu Orhan Bey’in payına telli pullu gelin Nilüfer düşmüştü. Artık ikisi birbirinden ayrılmadı. Osman Şah Gazi, Nilüfer Hanım’ı Orhan Bey’le evlendirdi.
Bilindiği üzere İslam milletinde kimse, hanımını din değiştirmeye zorlayamaz. Fakat Nilüfer Hanım kendi hür arzusu ile İslam dinini kabul etti. Orhan Bey’den olma şehzade Süleyman Paşa ve Hüdavendigâr’ı doğurdu. Sonunda Valide Sultan oldu. Bursa’da kendi adını alan Nilüfer Nehri üzerine çok sağlam bir köprü yaptırdı. Ondan başka birçok hayratı vardır.
Gazi Ertuğrul Bey’in vefatında kardeşi Dündar Bey onun yerini almak istemişse de söz sahipleri, beyliğe Osman Gazi’yi seçmiş olduklarından Dündar Bey susmak zorunda kalmıştı. Fakat kardeşinin oğlunun büyüklüğünü ve günden güne parladığını gördükçe çekemez olmuştu ve bu nedenle ara sıra zorluk çıkarırdı. Osman Şah Gazi de amcasına hürmeten hoşgörü ile geçiştirirdi. Bu sefer tekfurlar, Osman Şah Gazi aleyhine birleştikleri zaman Dündar Bey’in onlarla haberleşmiş olduğu duyulunca Osman Şah Gazi çok kızdı. Sabrı kalmadı, elinden çıkan bir kaza oku ile Dündar Bey öldü. Sanki henüz yeni kurulmakta olan Osmanlı Devleti’nin temelleri atılırken Dündar Bey ona kurban oldu.

Bazı Kalelerin Fethi ve Büyük Savaş
Altı yüz doksan sekiz ve altı yüz doksan dokuz yıllarında Osman Şah Gazi, Yenişehir yakınında bulunan Köprühisar’ı, Yurthisar’ı ve İnönü adlı kaleleri aldıktan sonra İznik şehrini ablukaya aldığında oranın halkı İstanbul’dan yardım istedi. Kayser hemen bir ordu hazırlayarak İznik’in yardımına gönderdi.
Osman Şah tarafından da Sultan Alâaddin’e durum bildirildi. Alâaddin ona yardım için Sahib-i Sadrud-Devle adıyla anılan Karahisar’ın sahibini, yani Afyonkarahisar sancağının beyini görevlendirdi.
Fakat haberleşmekle vakit kaybedildi. Karahisar sahibinin askeri gelmeden önce kayserin ordusu İzmit Körfezi’ne ulaşarak Dil Geçidi’ne geldi. Karaya çıktı. İznik’in yardımına koştu. Osman Şah Gazi hemen ablukadan vazgeçti. Bütün kuvvetiyle ona karşı gitti. Ansızın üzerlerine atıldı. Kayserin ordusu pek fena hâlde bozuldu. Askerinin çoğu kırıldı. Kayser ordusunun ise adı büyüktü. Osman Şah, bu zaferle çok şan ve şöhret kazandı. Osman Şah’ın tekfurlarla değil, kayserle bile savaşmak için Konya sultanına muhtaç olmadığı herkes tarafından itiraf edildi. İşte bu sırada İznik ile Bursa arasında olan Yenişehir Kalesi de alındı.
Osman Şah Gazi, ganimet mallarından hediyeler ayırıp, Sultan Alâaddin’e sunarak bu zaferi müjdelemek üzere iken Kazan Han tarafından Sultan Alâaddin’in tutulup hapsedildiği haberini aldı ve buna şaşırdı.

Osman Şah’ın Saltanat Tahtına Geçmesi
Yukarıda geçtiği gibi Alâaddin İbni Ferâmurz’un tahttan alınması üzerine Selçuklu Devleti çöktü. Hudut muhafızları olan Türkmen beyleri birer bağımsız hükûmet kurdular. Osman Şah Gazi de hükûmetinde bağımsız kaldı. Onun yönetimi altındaki yerlerde hutbeler Selçuklu sultanı ile Osman Şah Gazi adına okunmakta iken Konya tahtı Selçuklu sultanından boşalınca hutbelerin sadece Osman Şah adına okunması lazım geldi.
Tatarlardan yüz çeviren kılıç ehli kimselerin çoğu; Türkmen beyleri içinde soyu sopu en köklü olan, cömertliği, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan Osman Şah Gazi Hazretleri’nin yanında toplandı. Her biri onun toplumuna mum, belki mumuna bir pervane olmuşlardı.
Altı yüz doksan dokuz yılı içinde Selçuklu saltanatının tamamen yok olması üzerine bütün komutanlar ve aşiret başları toplanarak Osman Şah’ı saltanat tahtına çıkardılar. Oğuz Han töresi üzere komutanlar ve reisler, Osman Şah’ın önünde diz çöktüler. O da her birine birer bardak boza verdi. Bozayı içince biat etmiş oldular.
Altı yüz doksan dokuz yılı içinde, bir rivayete göre de asrın başı olan yedi yüz yılı girince herkesin biati tamam oldu.

Sultan Osman Şah’ın Saltanat Günleri
Daha önce açıklandığı gibi Osman Şah Gazi Hazretleri, saltanat tahtına çıktıktan sonra devletin omuzlarında yükseleceği değerli kişileri gereken makamlara getirdiği sırada oğullarını ve komutanlarını birer vilayette görevlendirdi.
Şöyle ki oğlu Orhan Gazi’ye Sultanönü olarak tanınan Karacahisar sancağını, Gündüz Alp’e Eskişehir sancağını, Uygur Alp’e İnönü muhafızlığını, Hasan Alp’e Yarhisar’ı ve Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi. Büyük oğlu Alâaddin Paşa’yı annesi ile büyükbabası Şeyh Edebali’nin hizmetinde bulunmak üzere Bilecik’e gönderdi. O bölgenin mahsulünü şeyhin ve oradaki fakirlerin masraflarına tahsis etti.
Kendisi adamları ile beraber yedi yüz bir yılında, göz dikmiş olduğu Bursa ile İznik arasında bulunan Yenişehir’e geldi. Burayı başkent yapmaya uygun bir duruma getirmek üzere camiler, mektepler, hamamlar ve kışlalar gibi hayrat ve hükûmet binalarının imarına başladı. Her taraftan kendisine sığınan Türkmenleri yerleştirdi. Elindeki memleketleri bayındır hâle getirerek devletine çekidüzen vermek için çok çaba harcadı. Nüfusları çoğaldı. Tebaasına Osmanlı denmeye başlandı.
Sultan Osman Şah’ın bu şekilde işi gücü artmış oldu. Bir süre sefer işinden uzak kalmak için çevresindeki tekfurlar ile hoş geçinmeyi uygun gördü. Fakat Türkmenler, göçebe olarak memleketten memlekete göçmekteyken Osmanlılar’ın böyle temelli olarak yerleşmeleri tekfurlara endişe ve korku kaynağı oldu. Kete tekfurunun çalışması ve hatırlatması üzerine hepsinin başı olan Bursa tekfuru, civarındaki tekfurları çağırarak, “Türkler, bizim eski düşmanımızdır. Burada yerleşip kaldılar. El birliğiyle birleşerek bu yabancıları memleketlerimizden sürüp çıkaralım.” dediler. Bunun üzerine uzun konuşmalardan sonra büyük hazırlıklara başladılar.
Yedi yüz yedi yılında çok sayıda askerle ansızın Osmanlı toprağına saldırdılar. Osman Şah Gazi durumu öğrenince askerlerini topladı. Onları Koyunhisar civarında karşıladı. Kanlı bir savaşa başladı. Kardeşinin oğlu Gündoğdu Bey şehit olunca çok üzüldü. Fakat diğer tarafta da Kestel tekfuru ölünce tekfurların birleşik ordusu bozuldu. Bursa tekfuru kaçtı ve Bursa Kalesi’ne kapandı. Kete tekfuru da savuşup Ulubad tekfuruna sığındı. Gazi Hazretleri, Kete tekfurunu ısrarla istedi. Ulubad tekfuru da Osman Şah’ın ve kendisinden sonrakilerin Ulubad Köprüsü’nden geçmemeleri şartıyla Kete tekfurunu teslim edince gaziler onu Kete Kalesi önünde öldürdüler. Kete halkı da kalelerini teslim etmek zorunda kaldılar.
Osmanoğulları, verdikleri söze bağlı kaldı. Osmanlı sultanlarından hiçbirisi Ulubad Köprüsü’nden geçmedi. Gerektiğinde kayıkla geçmişlerdir.
Şehit olan Gündoğdu Bey, Koyunhisar yakınında gömülmüş ve kabri meşhur bir ziyaret yeri olmuştur. Mezarındaki toprağın sıtmaya ilaç olduğu meşhurdur.
Tekfurlar geçtiği gibi bozguna uğradığı zaman onların peşini bırakmamakla görevli olan Kara Ali Alp, karşı duranları vurup memleketlerini almış ve kalelerini ele geçirerek birçok bayındır kasabayı, hatta Mudanya önünde bulunan Kalolimni Adası’nı da fethetmiştir. Bu adaya Emir Ali İmralı Adası denir. İşte o sırada Marmara nahiyesi ve Kestel Kalesi de fethedilmiştir.
Konstantiniye kayseri, Osmanlılar’ın günden güne kuvvetlenmesi ve ülkelerini genişletmelerinden korku ve endişe duyuyordu. Bu zor işe bir çare bulmak üzere kendi kızını birçok hediyeyle Asya kıtasının padişahı olan Gazan Han’a sunmuştu.
Sonra Gazan Han vefat ettiyse de kardeşi ve yerine geçen Huda-bende Mehmed Han da kayserin kızına rağbet etti. Onun hatırı için Türkmen beylerine, “Kayser Devleti, Moğol hanları ile anlaşma yaptı. Onun memleketlerine kimse el uzatmasın.” diye de yedi yüz sekiz yılı içinde büyüklük taslayıcı fermanlar gönderdi. Hudabende’nin bu kibirli tavrı, Kayı Han tahtına henüz oturmuş olan Osman Şah Gazi’ye ağır geldi. Buna rağmen hemen askerini topladı. İznik’e ve oradan İstanbul Boğazı’nda bulunan İstavroz köyüne kadar bütün Rum memleketlerini çiğnedi. Koçhisar’ı ve Lefke’yi ele geçirip her tarafa dehşet verdi. Akhisar ve Geyve tekfurları ona boyun eğdiler. O sırada Osman Şah’ın kalben dostu olan Harmankaya Tekfuru Köse Mihal de İslam’a girdi. Osmanlılar’ın meşhur komutanları arasında yer aldı. Onun çocukları ve torunları uzun zaman Osmanlı Devleti’ne akıncı askeri ve başbuğ olarak hizmet etmişlerdir.
Kaysere yardım edilmesi için o bölgede bulunan Moğollara, İlhan Hudabende tarafından emirler gönderilmiş olduğundan Moğollar, Karahisar-ı Sahib nahiyesinde bulunan Çavdar Tatarları reisinin yanında toplanmaya başladılar. Osman Şah aleyhinde bulunan Kütahya Hükümdarı Germiyanoğlu’nun Türkmenlerinden bir miktarı da Tatarlara katıldılar. Yedi yüz on iki yılı içinde kalabalık bir ordu kurdular.
Sultan Osman Şah Gazi, Tatarların Kütahya hududunda toplandıklarını haber alınca oğlu Orhan Bey’i komutan ve Köse Mihal’i danışman yaparak askerle Eskişehir tarafına göndermişti. Tatarların ise aniden Karacahisar Pazarı’nı basıp etrafını yağmaladıkları, epey mal alarak döndükleri haberi Eskişehir’de bulunan Orhan Bey’e ulaşınca hemen o tarafa seğirtti. Tatarlar, ganimet malları ile epey yüklü olarak turna katarı gibi dizilip giderlerken Oynaş Hisarı önünde Orhan Bey onlara çattı. Şahin gibi çarpıp topluluklarını dağıttı. Çok sayıda Tatar’ı, başbuğları olan Çavdar aşireti reisi ile beraber tuttu. Hepsini bağlı olarak Yenişehir’e getirdi. Babasından çok aferinler aldı. Tatarların adı büyük olduğundan bu zaferle Orhan Bey, her tarafta şöhret kazandı. Osman Şah Gazi de Orhan’ın kendisine hayırlı bir halef olacağını görüp çok memnun oldu. Sonra bu esirleri ant içirerek salıverdi. Ondan sonra Çavdar Tatarları, Osmanlı Devleti’ne boyun eğer olmuşlardır.
Daha sonra Osman Şah, Orhan Bey’in emrine Akça Koca, Konur Alp, Gazi Abdurrahman ve Köse Mihal Bey’i vererek Sakarya Nehri vadisine gönderdi. Kendisi de İznik üzerine yürüdü. İznik, o zaman pek büyük ve bayındır bir şehir idi. Hatta Haçlılar İstanbul’a girince kayser kaçarak İznik’i merkez yapmıştı. Kalesi sağlam, etrafı sazlık ve bataklık olduğundan o vakte göre alınması güç idi. Bundan dolayı Osman Şah, İznik’in Yenişehir tarafında bulunan dağ üzerinde bir kale yaptı. Dardağan adlı yiğidi, yanında bir miktar muhafızla bırakıp Yenişehir’e döndü.
O zaman Orhan Bey, Sakarya Vadisi’nde fetihlerle uğraşıyordu. Silah arkadaşlarıyla birlikte Sakarya Nehri kenarında olan Karaciş Hisarı’na varınca askeri üç kısma ayırdı. Bir kısmını hisar arkasında ve diğer bir kısmını ormanlık içinde gizledi. Geri kalan askerle kaleyi sarıp birkaç gün sonra döndü. Kaçar gibi yaptı. Kuşatılanlar ona aldanıp, “Türkler kaçıyor.” diyerek arkalarından gittiklerinde pusu hizasına geldikleri zaman gizlenmiş bulunan asker çıkıp üzerlerine atıldıkları sırada Orhan Bey atın başını çevirip hücum edince Rumlar hisara doğru kaçmışlarsa da gaziler her yandan kılıç üşürmüş ve çoğunu kılıçtan geçirmişlerdi.
Bu zaferin sonunda kale fetholunup muhafazasına Konur Alp tayin edildi. Akyazı tarafının alınması ona bırakılmış, Akça Koca da etrafa akın etmek üzere Ayan Suyu üzerinde, Beş Köprü denilen yerde alıkonulmuştu. Sonra Orhan Bey, Karatekin Hisarı’nı hücum ile alıp muhafazasına Samsa Çavuş’u getirdi. Kendisi ganimet malları ile Yenişehir’e döndü. Babası ile buluştu.
Konur Alp, arka arkaya Akyazı’ya sefer düzenleyip şiddetle savaşarak Tuz Pazarı’nı almıştır. Akça Koca da İzmit bölgesini ele geçirmiştir. Hâlâ o yerlere Kocaeli denilir. Kara Tekin ise İznik’e yakın olduğu için Samsa Çavuş ara sıra İznik’in etrafını yakıp yıkmakta idi. İznik halkı, bu durumdan bunaldı. İstanbul kayserine şikâyette bulundular. İstanbul’dan deniz yoluyla gönderilen askerin karaya çıktığı, Abdurrahman Gazi’nin kulağına gidince aniden onlara bir baskın düzenledi. Onları kılıçtan geçirdi. Kayıkları battı, kayıkçıların çoğu öldü. İçlerinden pek azı canlarını kurtarabildi. İznik şehrinin şöhreti ve konumunun öneminden dolayı alınması arzu edildiği gibi, o bölgenin başşehri olan Bursa’nın fethi ise konumu bakımından daha önemli görülmekteydi.
Sultan Osman Gazi, yedi yüz on yedi yılında ordusu ile o tarafa hareket etti. Atranus Hisarı’nı aldıktan sonra Bursa’yı kuşattı. Fakat yürüyüş ile alınacak olduğu takdirde çok adam kırdırmak gerekecekti. Bu ise sultanlığının tuttuğu yola aykırı idi. Kaplıca ve dağ taraflarında birer kale yaptı. Birer miktar askerle birincisine kardeşinin oğlu Aktimur’u, ikincisine Balabancık adlı yiğidi görevlendirdi. İkisine de “Halkın kalbini kazanmaya çalışın.” diye uyarıda bulunarak döndü. Onlar da öylece hareket ettiler. Halk da isteyerek bu kalelerdeki askere yiyecek ulaştırıyordu. Böylece epey zaman uzayan kuşatma günlerinde İslam askeri asla sıkıntı çekmedi.
Bu sırada İlhan Ebu Said Bahadır bazı iç gaileler ile uğraştığından, Sultan Osman Gazi, Tatarların saldırılarından güven içinde olarak beri tarafta istediği gibi memleketlerini genişletiyor, güç ve kuvvetini arttırıyordu. Nitekim Bursa ve İznik muhasara altına alınıp zorlanıyordu. Karadeniz’e doğru Bolu, Kandıra, Akyazı ve Konurya bölgeleri ile Sakarya Nehri’nin iki yakası alınmıştı. Fethedilen yerler, tımarlara taksim edilerek gazilere dağıtılmıştır.

Bursa’nın Fethi, Sultan Osman’ın Vefatı ve Orhan Gazi’nin Tahta Çıkması
Bursa ahalisi yedi yıl süren kuşatmadan hayli sıkılmış olduğu için artık fetih zamanı gelmişse de Sultan Osman Şah Gazi, yetmiş yaşında olup yakalandığı hastalıklardan yorgun düşmüştü. Oğlu Gazi Orhan Bey’i yedi yüz yirmi beş yılında orduya komutan yapıp Bursa tarafına göndermişti. Orhan Bey, önce Evrenos Kalesi’ni ele geçirdi. Harap ettikten sonra Bursa üzerine yürüdü.
Yedi yüz yirmi altı yılında dağ tarafından Bursa üzerine inip Pınarbaşı denen yerde ordusunu kurdu. Bursa tekfuruna öğüt vermek üzere Köse Mihal Bey’i gönderdi. Halk ise pek sıkılmıştı. Tekfuru barış yapmaya zorladılar. Yapılan anlaşma gereğince Orhan Gazi, kırk bin altın fidye alarak ahaliye aman verdi. Bursa Kalesi’ni teslim aldı. Tekfurunu Gemlik kıyısına gönderdi. Tekfur, oradan deniz yoluyla İstanbul’a gitmiştir.
Bursa’nın Fethi’nden dört ay önce Şeyh Edebali, yüz yirmi yaşında vefat etmiştir. Onun vefatından bir ay sonra da kızı ve Sultan Osman Şah’ın hanımı, Alâaddin Paşa ile Orhan Bey’in annesi olan Mal Hatun vefat edince Orhan Bey büyükbabasının ve arkasından anasının ölmesinden dolayı üzgün iken Allah’ın lütfu ile Bursa’yı almayı başardı. Fakat bu zaferin sevincini yaşayamadı. O sırada babası Sultan Osman Şah Gazi de vefat ettiğinden, Orhan Gazi çok üzgün olarak yedi yüz yirmi altı yılı ramazan ayının on birinci günü Osmanlı’nın bahtı yüce tahtına oturdu. Babasının cenazesini Bursa şehrindeki manastırın kubbesi altına gömdü. Bursa’yı kendisine başkent yaptı.
Cennetmekân Sultan Osman’ın Savcı Bey adında başka bir oğlu daha vardı. Gazaların birinde şehit düşmüştür. Fakat Alâaddin Paşa; akıllı, bilgili, tarikat mensubu, arif ve edip bir kişiydi. Orhan Bey, cihat ve gaza ile uğraştığı sırada o da Şeyh Edebali’nin hizmetinde bulunarak büyük cihat ile meşgul olurdu. Yalnızlığı sever fakat şeyhler ve âlimlerle oturup kalkardı. “Mûtû kable en temûtû.”[1 - “Ölmeden önce ölünüz.”] sözünün sırrına mazhar olmuş melek sıfatlı biriydi. Bu bakımdan başında saltanat sevdası esmiyordu. Olsa bile her devletin kuruluşunda hükümdarının kılıç sahibi olması, durumun tabii bir gereğiydi. Babalarının sağlığında başkomutanı olan, cihat ve gaza işlerinde onun sırrına ermiş bulunan Orhan Bey’in tahta çıkması normaldi. Alâaddin Paşa da bu gibi hikmetleri iyi bilenlerdendi. Bundan dolayı küçük kardeşinin öne geçirilmesinden dolayı gücenmek şöyle dursun, devlet işlerini görme külfetinden kurtulmuş olmasından ötürü memnun oluyordu. Bununla beraber ilk oğul olduğu için Orhan Bey tahtı ona teklif etmişse de o buna yanaşmadı.
Şeyh Edebali, çok servet sahibi idi. Sultan Osman Şah’ın ise vefatında hiç parası çıkmadı. Ondan geri kalanlar cihat için gereken silahlar, birkaç at, bir iki takım elbise ve bir sürü koyundan ibaret idi. Sultan Orhan Gazi, bu kalan şeylerden Alâaddin Paşa’ya kardeş payını çıkarıp verecek oldu. Alâaddin Paşa, “Sen cihat ve gaza ile meşgulsün, onlar sana lazımdır. Bana malın ne lüzumu var?” diyerek mirastan kalanı da kabul etmedi. “Nişancı Tarihi”nde der ki “Hâlâ Bursa bölgesindeki otlaklarda gezen beylik koyunlar o koyunların soyundandır.”
Alâaddin Paşa, dünyadan el etek çekmiş; mevki, makam davasından kesinkes geçmişti. Sultan Osman’ın kurduğu Osmanlı Devleti ise öteki Türkmen beylerinin kurdukları hükûmetler gibi aşiret beyliği tarzında değildi. Esaslı, büyük bir saltanat şeklini almış olduğundan Sultan Orhan, kendisi gaza ve cihat ile uğraşacağı sırada devletinin muhtaç olduğu gerekli düzenlemeyi her yönüyle düşünerek yerine getirecek bir vezire muhtaç olduğu için Alâaddin Paşa’nın vezirliği kabul etmesini rica etti. Alâaddin bunu da reddetti. Fakat sonra Sultan Orhan’ın ısrar ve zorlamasına dayanamayıp geçici olarak vezirliği kabul etti. Akıllı, arif ve işlerin inceliğini bilen, övülen, büyük bir kişi olduğundan, Osmanlı Devleti’nin kanunlarını ve nizamını dinî hükümlere ve hikmete uygun bir biçimde ortaya koydu. Sultan Orhan, cihat ve gaza ile uğraştığı gibi o da devlet işlerini düzene sokmuştur.
Devlet, birçok köklü kanuna bağlı bir cemiyet demek olduğundan, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında Alâaddin Paşa’nın yaptığı hizmet pek büyüktür. Sultan Orhan, devlet işlerinin görülmesi endişesinden uzak olarak bütün vaktini cihat ve gazaya ayırdı. Az zamanda büyük fetihler yapmaya muvaffak oldu. Bu iki kardeş, el birliği ile işe yapışıp babalarından kalmış olan Osmanlı Devleti’ni çok iyi ve düzgün bir şekilde büyük bir saltanat derecesine yükseltmişlerdir.

Sultan Osman’ın Emirleri ve Âlimleri
Sultan Osman Gazi’nin beyleri; evlat ve akrabaları ile babasından kalan yiğitler idi. Asrının en âlimi ve en büyük şeyhi, kayınpederi olan Şeyh Edebali idi. Sultan Osman’dan evvel vefat edince akraba ve talebelerinden Dursun Fakih ders işinde onun yerine geçmiştir. Dursun Fakih, meşhur âlimlerden biriydi. Osman Gazi’nin savaşlarında gazilere namaz kıldırırdı. Osman Şah Gazi adına Karacahisar’da ilk cuma hutbesini ve sonra Eskişehir’de ilk bayram hutbesini okuyan işte bu Dursun Fakih’tir. Osmanlı Devleti’nde ilk hatip ve kadı olan odur.
Alâaddin Esved adlı fadıl da o asrın büyük âlimlerinden idi. Halk arasında Kara Hoca diye bilinirdi. Usulden “Muğni”yi ve fıkıhtan “Vikâye”yi şerh etmiştir. İran’a gidip oranın bilginlerinden ders almış ve öğrenimini tamamladıktan sonra Anadolu’ya dönmüştür.
Yine o asrın âlimlerinden biri de Hattab İbni Ebu’l-Kasım El-Karahisarî idi. Şam’da ilim öğrendikten sonra vatanı olan Anadolu’ya dönmüştü. Ömer Nesefi’nin “Hilafiyat”a dair manzumesi üzerine yazdığı şerhi yedi yüz on yedi yılında tamamlamıştı.
Şeyh Edebali’nin akrabasından Bilecik Kadısı Mevlana Çandarlı Kara Halil de o asrın büyük ulemasından olup, çok akıllı ve devlet işlerini görmeye gücü yeten, değeri yüce bir zat idi.
O asrın şeyhlerinden ve ermişlerinden, Konya tarafında Muhlis Baba diye biri vardı. Onun oğlu Âşık Paşa da keşfi açık bir adamdı. Türkçe tasavvuf yolunda bazı eserleri vardır. “Âşık Paşa Divanı” diye bilinir. Onun oğlu Ulvan Çelebi de hâl ehli ve cerbezeli biri idi.
Yine o asrın meşhur şeyhlerinden biri de Ahi Hasan diye bilinen Şeyh Hasan idi. Ahi Evren, Geyikli Baba, Kumral Abdal ve Tuğlu Baba gibi meczup şeklinde olup ermiş sanılan bazı kimseler de vardı.

Hâl Tercümesi
Cennetmekân Sultan Osman Şah Gazi Hazretleri, kara yağız, orta boylu ve değirmi yüzlüydü. Göğüs ve omuzlarının arası genişti, ayakta durduğu zaman elleri dizlerinden aşağıya inerdi. Başına kırmızı çuhadan yapılmış, Çağataylılar biçiminde horasani giyerdi. Heybetli, güzel yüzlü, tatlı dilli ve ağırbaşlı bir padişah idi. Cesur Türklerden, eşsiz bir kahramandı. Savaşta herkese hayret verecek ve ibret gösterecek şekilde, fedakârca gayret ve hareket ederdi. Devlet işlerinde bile çok alçak gönüllüydü. Silah arkadaşlarının görüşlerini dinlerdi. Okuryazar değildi. Fakat ulemayı sayardı. Aldığı şehirleri camiler, mektepler, başka hayrat ve devlet binaları ile süslerdi. Adaleti herkesçe bilinirdi. Hükümlerinde hür, bağımsız kadılar tayin ederek İslam’ın ilk zamanlarında olduğu gibi mahkemeleri beylerin müdahalesinden kurtardı. Geçmişteki salih adamlar gibi çok dindardı. Mal toplamaya eğilim göstermezdi; oysa çok cömertti. Fakirlere, dullara ve yetimlere yedirip içirmesi ve bağışı çoktu. İslam milletini düştüğü dağınıklıktan kurtaracak olan Osmanlı Devleti’ni çok kuvvetli temeller üzerine kurup gitti.
Çok alicenaptı. Evlat ve torunlarının fethedecekleri memleketlerin haritasını sanki zihninde çizmişti. Türkçenin kabalığı alınarak, incelik ve hoşluk kazanarak kendisini gösteren şirin Osmanlı lisanının onun zamanında oluşmaya başladığına, şu manzumesi yeterli bir delildir.

Sultan Osman’ın Manzumesi

(1)
Gönül kerestesi ile
Bir yeni şehr-ü pazar yap
Zulmeyleme rençperlere
Her ne istersen var yap.
(2)
Eski yeni şehri bâri
İnegöl’e dek hep vârı
Kırıp geçirdik küffârı
Bursa’yı da yık, tekrar yap.
(3)
Kurt olup gel, gir sürüye
Aslan ol, bakma geriye
Çâr olup hay de çeriye
Dil geçidini hisar yap.
(4)
İznik şehrine hor bakma
Sakarya suyu gibi akma
İznikmid de al yakma
Her burcunda bir hisar yap.
(5)
Osman Ertuğrul oğlusun
Oğuz Karahan neslisin
Hakk’ın bir kemter kulusun
İstanbul’u aç, gülzar yap.
Eski Yenişehir, Pazar, İznikmid, Dügeçidi, İznik, İnegöl; Bursa Eyaleti’ndeki memleketlerdir. Sakarya da o civarda akan bir nehirdir. Osman Gazi’nin düşündüğü gibi Bursa, uzun süre kuşatıldığı için harap olduktan sonra bayındır duruma getirilmiş ve İznikmid, harap olmaksızın aman verilerek alınmıştır. İstanbul da fetihten sonra genişletilmiş ve bayındır hâle getirilerek bir gül bahçesini andırmıştır.
Kısacası beliğ bir şekilde söylenmiş bir manzumedir. Sultan Osman Şah, kılıcıyla birçok memleket aldığı gibi, bu manzume ile de Osmanlıcaya güzel bir çığır açmıştır. Vezni, hece sayısından oluşan parmak hesabıdır. Türkçe şiirlerin tabii veznidir. Ondan sonra Anadolu şairleri nazımda Farsça vezinlere yer vererek Türkçe şiir lehçesini değiştirmişlerdir.

Yeri Gelmişken
Aruz ilmini vücuda getiren İmam Halil bu fenni Arap şiirlerinin ara duraklarının belirtilmesi için ortaya koymuştu. Sonra İran şairleri, onun koymuş olduğu deyimleri alarak Farsça vezinler hakkında bir aruz fenni yaptılar. Fakat gerçekte Arapça aruz ile Farsça aruz başka başka fenlerdir. Arapçada kısa med ve sınırlı kısaltma uygun değildir. Fakat kafiyesi uzatılır ve doldurulur. Farsçada ise her kelimenin sonu uzatılabilir ve doldurulabilir. İki dilin vezinleri ona göre konmuştur. Ama Türkçede asla uzatma yoktur. Elif, he, vav, ancak hareke işareti olmak üzere kullanılır. Söylerken uzatma ve doldurma yapılmaz. Türkçenin özelliği budur. Bundan dolayı Türkçe şiirler, Arapça ve Farsça vezinlere uygulanamaz. Anadolu şairleri ise Osmanlı şiirlerinde Farsça vezinleri kullanarak, kelimelerin sonlarından başka, başlarını bile uzatmaya mecbur oldular.
Başlangıçta Osmanlıcaya en güzel hizmet edenlerden biri, “Mevlid”in müellifi Bursalı Süleyman Efendi’dir. Bu menkıbesi o vakte göre pek güzel ve doğrusu kolay yazılmış gibi görünen fakat kaleme alınması çok zor olan bir manzumedir. Parmak hesabıyla her mısrası on bir heceden oluşur. Farsça aruza uygulanacak olursa fâilatün, fâilatün, fâilat veznine uyar. Fakat bu takdirde vezni ayarlamak için bu çok sayıdaki hecelerin uzatılması gerekir.
Allah adı ola her işin önü
Hergiz ebter olmaya anın sonun.
Bu beytin Türkçe kaideye göre vezni tamdır. Ama Farsça aruz üzere kesilecek olursa, “Allah” kelimesinin uzatılması kısaltılacaktır. “Adı” kelimesinin başı ve sonu, “işin” ve “anın” kelimelerinin evvelki hecelerinin ve “olmaya” kelimesinin sonunun uzatılması gerekir.
Bu şekilde ise Türkçenin lehçesi bozulur. Anadolu şairleri ise sonraları şiirlerinde hep Arapça ve Farsça kelimeleri kullandığından, Osmanlıca şiirler tamamen Farsça şiirler biçimine dönüşmüştür. Farsça vezinlerin çoğu parmak hesabına uyarsa da bazılarında bir beytin bir mısrasının, diğer mısrasına nazaran hareke sayısı eksik gelir.
Saklarım gonca gibi sinede dağ-ı aşkı
Andelibin olamaz nâlesi hemraz bana.
Bu beytin vezni fâilatün, feilatün, feilatün, feilündür. Fakat Farsça kaide üzere feilünde “ayın” harfinin sükûn ve harekesi caizdir. Bu kaide üzere yukarıdaki beyit vezinli sayılır. Ama Türkçe kaide üzere vezinli sayılmaz. Çünkü evvelki mısrada bir hareke eksiktir.
Meşhur Şair Keçecizade İzzet Molla, Anadolu’ya sürüldüğü zaman saz şairleri onun bazı şiirlerine, vezni yok, diye itiraz etmişler. Şairin ise onlara, kendisinin Türkçe vezinli şiirler de yazabileceğini göstermek için şu şarkıyı söylemiş olduğu, güvenilir kişilerden duyulmuştur:
Zülfündedir benim baht-ı siyahım
Seni sevdim budur ancak günahım.
Osmanlı şiiri İran tarzına dönüştüğü gibi, eski nesir yazan Osmanlı edipleri de düz yazılarında bile bu biçim üzere seci yolunu tutmuşlardır. Aydın tabakaya mahsus bir dil ortaya çıkarak, artık yazımız konuşmamıza uymaz oldu. Fesahat ise halk arasında kullanılan kelimelerle isteğini anlatmak demek olduğundan, nazmımız gibi nesrimiz de fesahatten uzak, tumturaklı kelimelerden ibaret bir şekil aldı. Epey zaman bu hâl üzere gitti. Nihayet cennetmekân Sultan Abdülmecid Han Hazretleri’nin devrinde, Sultan Osman Gazi’nin açmış olduğu çığıra dönülerek Osmanlıcaya önem verilmiş, Osmanlı edebiyatı parlamıştır. Söylendiği gibi fasih ve beliğ bir şekilde yazılmaya başlanmıştır.

Sultan Orhan’ın Saltanat Devri
Sultan Orhan Gazi Hazretleri, uzun boylu, güzel yüzlü, yüzünün rengi kırmızıya çalan beyaz, göğüs ve omuzları geniş, gösterişli, ağırbaşlı, babası gibi cömert ve cesur, çalışkan, adaletli, iyi huylu, affedici, benzeri az bulunur bir padişahtı. Osmanlı sultanlarının ikincisidir. Hükümdarlar gibi devlete ilk olarak çekidüzen veren odur.
Anlatıldığı üzere babasının vefatında, kırk altı yaşında iken Osmanlı tahtına geçti. Babasının zamanında başkomutan olarak her işi öğrendi. Tahta geçince babasından kalan beyleri Bursa’ya çağırdı ve onların gönlünü aldı. Onları birer tarafa gönderip hudut boylarında görevlendirdi. Akça Koca’yı İzmit’e, Konur Alp’i Gerede’ye, Akbaş Mahmud’u Karadeniz kıyısına, Abdurrahman Gazi’yi Yalova ve Gemlik tarafına gönderdi. Kendisi de uzun süre kuşatılmaktan harap olan Bursa’nın onarılması, süslenmesi ve diğer devlet işlerinin düzenlenmesi için kısa bir süre orada kaldı. Tahta çıktığı yıl bir oğlu dünyaya geldi. Kendisine Murad Bey adı verildi. Babasından sonra Osmanlı tahtına geçen Hüdavendigâr Gazi’dir. Yine o sırada Samandıra’nın alındığı müjdesi geldi.
Sultan Osman Gazi’nin son günlerinde Konur Alp Bolu, Mudurnu, Konurya ve Akyazı taraflarını; Akça Koca Kandıra, Ermeni Pazarı ve Ayan Gölü yöresini aldı. Sonra ikisi birleşip Kocaeli sancağının ortasında bulunan Samandıra Kalesi’nin fetih hazırlığı içindeyken Sultan Orhan Gazi tahta çıkınca, bu sefer o iki gazi, birlikte Samandıra Kalesi’ni kolayca ele geçirdiler. Tekfurunu tutup yüksek paha ile İznikmid tekfuruna sattılar. Bu kale, Akça Koca’nın eyaletine katılmıştır.
Sonra Akça Koca, Konur Alp ve Akbaş Mahmud birleşti. Beykoz’a kadar geldiler. Kayser, bundan dolayı telaşa düştü. Üzerlerine asker gönderdi. Askeri, Beykoz yakınında bozguna uğramıştır.
O bölgede gazilerin fethettikleri kaleler içinde en önemlisi Aydos Kalesi olup yedi yüz yirmi sekiz yılında Abdurrahman Gazi tarafından fetholunmuştur.
Şöyle ki gaziler bu kaleyi kuşattıkları zaman sağlamlığı nedeniyle fethinin epey zaman alacağı zannedilmişti. Kale tekfurunun güzel bir kızı vardı. Rüyasında bir kuyuya düşmüş ve güzel yüzlü bir yiğidin onu kuyudan çıkarıp güzel elbiseler giydirmiş olduğunu görmüştü. Uykudan uyanınca kale burçlarından savaşı seyrederken gözüne Abdurrahman Gazi ilişti. Rüyasında gördüğü şahıs olduğunu anladı. Hemen ona bir mektup yazıp Falan gece bir miktar arkadaşın ile filan yere gelesin. Kalenin fethini sana kolaylaştırayım, demiş. Abdurrahman da hemen Akça Koca ile görüştükten sonra kararlaştırılan gece bir miktar fedai ile o yere varmış. Kale duvarından ip sarkıtılmış olduğunu görmüşler.
Abdurrahman ipe yapışıp yukarı çıkarak kızla görüştükten sonra arkadaşlarını da iple yukarı alıp hemen arkadaşları ile birlikte kapıcıları öldürmüşler. Kale kapısını açınca Akça Koca da askeri sevk etmiş ve kaleyi ele geçirmişler. Bu kız, bazı ganimetlerle beraber sultanın huzuruna çıkarıldığı zaman Sultan Orhan onu Abdurrahman Gazi ile evlendirdi. Aydos Kalesi’ni ona has olarak verdi. Abdurrahman Gazi’nin bu kızdan Kara Abdurrahman adlı oğlu dünyaya gelmiştir. Yiğitlikle şöhret kazanmıştır. Rumlar, “Kara Abdurrahman geliyor!” diye çocuklarını onun adıyla korkuturlardı.
Kayser-i Konstantiniye, Osmanlılar’ın zaferlerine bakarak Konstantiniye’yi tehlikede görüyordu. Osmanlılar’ın bu yükselişlerini engellemek için asker topladı. Büyük bir ordu ile kendisi başta olarak ileri hareket etmişti. Maltepe civarında Sultan Orhan ile yapılan savaşta askeri bozguna uğradı. Kendisi de yaralandı. Artık gerek İzmit’e gerekse İznik’e karadan yardım etmeyi başaramayacaktır.

İzmit’in Fethi
Akça Koca ile Konur Alp, İzmit’in etrafını fethederek Beykoz’a kadar ilerlemişlerken o bölgenin merkezi olan İzmit’i alamamışlardı. Kalesi çok sağlamdı ve kadın olan tekfuru Balakonya adında bir prenses idi. İzmit hükûmeti ona babasından kalmıştı. Konstantiniye kayserinin akrabası olduğu için kayser tarafından kendisine asker ve silahla yardım edilmekteydi. Kardeşi Kalayon da Koyunhisar tekfuru idi. Ara sıra kalesinin civarında ve Osmanlılar’ın elinde bulunan köylere saldırmaktaydı.
Akça Koca ile Konur Alp ise Sultan Orhan’ı İzmit’in fethine teşvik etmekteydi. Bunun üzerine yedi yüz yirmi sekiz yılında Sultan Orhan Gazi, ordusu ile İzmit üzerine yürüdü. Fakat bu sırada Akça Koca vefat etti. Sultan Orhan’a kararında durması için vasiyet eylemiş olduğu haberi gelince eyaleti Şehzade Süleyman Paşa’ya verildi. Arkasından Konur Alp de vefat etti. Eyaleti, Sultanönü Eyaleti’ne katılarak küçük Şehzade Murad Bey’e verildi. Şehzadenin oraları teslim alması için adam gönderildi.
Akça Koca ile Konur Alp, Ertuğrul Gazi’nin gözde ağalarından idi. Sultan Osman Gazi’nin beyleri arasına girmişlerdi. Komutan olarak büyük fetihler yapıp çok şöhret kazanmışlardı. Onlar vefat edince hudut boylarında birer gedik açıldı. Yerleri birer şehzadenin adı ve şanı ile kapatıldı. Fakat o bölgenin giriş ve çıkışlarını, İzmit Kalesi’nin girilecek köşelerini tamamıyla onlar bilirdi. Bu defa orduya onlar kılavuzluk edeceklerdi.
Bununla beraber Sultan Orhan Gazi, Akça Koca’nın vasiyeti üzere kararında durdu. İzmit üzerine yürüdü. Abdurrahman Gazi esir olan Samandıra tekfurunu İzmit tekfuruna satmak üzere İzmit civarına kadar gelip oranın giriş çıkışlarını görmüştü. Bu sefer öncülük görevini o yaptı.
Orhan Gazi, İzmit Kalesi’ni ablukaya aldı. Koyunhisar üzerine de Kara Ali ve Turgut Alp adlı komutanlar ile bir birlik asker gönderdi. Bu gaziler, Koyunhisar’ı şiddetle kuşatıp sıkıştırdılar. Tekfuru olan Kalayon, hisarın burcuna çıkıp askerine komuta ederken, göğsüne bir ok isabet etti. Kale duvarından aşağı düşünce muhafızlar da korkuya kapılıp kaleyi teslim ettiler.
Kalenin anahtarları ile Kalayon’un kesik başı orduya getirildi ve İzmit Kalesi’ne karşı asıldı. Zaten kuşatmadan sıkılmış olan Balakonya, kardeşinin başını görünce üzüldü. Umudunu da yitirerek, ileri sürülen şartlara göre İzmit Kalesi’ni teslim etti. Sultan Orhan da onu, askerini ve ahaliden isteyenleri gemilere bindirerek İstanbul’a gönderdi. Aydos Kalesi, İzmit’e çok yakındı. Kalmasında bir yarar görülmediğinden yıkılarak mühimmatı İzmit’e taşındı.
Bir müfreze ile Hereke üzerine gönderilen Ali Bey savaşta bir gözünü kaybettiği hâlde asla duraksamadı. Hücum ederek Here-ke Kalesi’ni fethetti. Muhafızlarını öldürdü. Ali Bey, daha sonradan şöhret kazanan Timurtaş Paşa’nın babasıdır.
İzmit güzel bir limandı. Yakınında çok orman vardı. Büyük bir tersane yapımına elverişliydi. Sultan Orhan da tersane inşasını emretti. Fakat gemi yapımını becerebilecek ustaların yetişmesi zamana muhtaçtı.
Sultan Orhan Gazi, İzmit’te camiler, medreseler yaptırdı. Köylerini tımarlara bölerek gazilere verdi. İzmit şehrinin idaresini, Kara Mürsel adlı yiğide vererek kendisi Bursa’ya döndü. Kara Mürsel de bugün adıyla anılan Karamürsel nahiyesini ve Yalakabad denilen Yalova şehrini almıştır. Kısacası Üsküdar tarafında Osmanlı hududu Kartal’a kadar ulaşmıştır.

Alâaddin’in Vezirliği ve Kanunların Yapılması
Sultan Orhan Gazi’nin büyük kardeşi olup, tek emeli Bilecik’teki yalnızlık köşesinde şeyhler ve ulemayla sohbetten ibaret olan Alâaddin Paşa, İzmit’in önemini takdir ederek Osmanlı ülkesine katılmasından dolayı çok memnun kaldı. Yalnızlık köşesinden çıkıp fethini tebrik için kardeşinin yanına gitti. Fakat yakayı ele verdi. Yani sakındığı vezirliğin ağır yükü altına girdi.
Kardeşi Sultan Orhan ile görüştü. İzmit’in fethini tebrikten sonra, “Elhamdülillah hanedanımız kuvvet buldu, istiklal kazandı. Devletimizin ikbali günden güne artmaktadır. Artık saltanatın gereği ne ise ona göre lazım gelen kanunların konulması icap eder. Evvela halk arasında dolaşan para, hep Selçuklu Devleti’nin parasıdır. Gerektir ki adınıza yeni paralar kestiresiniz. İkinci olarak, kudretli sultanların usulü üzere Osmanlı askeri kendine mahsus bir kıyafete bürünerek halkın giyim ve kuşamından ayrılmalıdır. Üçüncü olarak, kaleleri alabilmek için piyade askerinin çoğaltılması lazımdır.” dedi.
Gerçekten İslam şehirlerinde hutbe ve para, istiklalin birinci alameti idi. Sultan Osman Gazi de kendi adına hutbe okutmuştu. Fakat para bastırmaya vakti olmamıştı. Osmanlı şehirlerinde hâlâ Selçuklu parası geçmekteydi. Yıkılmış bir devletin parasıyla iş yapmak ise istiklal ile bağdaşmıyordu. Askerin, kıyafet bakımından halkın diğer fertlerinden ayrılması da işin icabıydı. O zaman her devletin askeri, başıbozuk ve gelişigüzel toplanmış kalabalıktan oluşuyordu. Osmanlı askeri de o şekilde toplanır ve sevk olunurdu. İslam dininin usulü icabınca eli silah tutan Osmanlılar’ın hepsi asker demekti. İhtiyaç duyulduğunda yeteri kadar asker toplanıp sevk edilirdi. Barış zamanı da onlar ziraat ile uğraşırlardı. Ama memleket genişleyince askerin toplanması ve sevki için hayli zamana ihtiyaç duyuldu.
Kaldı ki o yolda toplanan asker, uzun süre savaş yerlerinde duramazdı. Dursa bile memleketinde ailesi aç kalırdı. Bir de Osmanlı askerinin çoğu akıncı tarzında aşiret atlılarından ibaret idi. Oysaki bir kale fethi için piyadenin süvariden çok işe yaradığı herkesçe bilinir. Bu bakımlardan, asker için yeni kanunlar konulması elzemdi. Bundan dolayı Sultan Orhan Gazi, ağabeyinin bu üç teklifini de kabul ederek, beraberce bu gibi önemli düzenlemeleri yapmak için vezirliği kabul etmesini ısrarla teklif etti. Kete bölgesinden Kodra denen köyü ona mülk olarak verdi. O da milletine karşılıksız hizmetin bir çeşit ibadet olduğunu düşünerek, geçici olarak vezirliği kabul etmek zorunda kaldı. Vezirlik makamına geçti. Devlet idaresini eline aldı.
Paşa, Türkmen dilinde büyük kardeş demekti. Alâaddin Paşa’dan sonra vezir olanların paşa unvanı alması örf ve âdet olmuştur.
Alâaddin Paşa’nın uygun görmesi üzerine yedi yüz yirmi dokuz yılında Sultan Orhan adına dinar, yani altın para ile dirhem ve akçe, yani büyük ve küçük gümüş para basıldı. O vakte kadar askerler aba ve sarı, kırmızı, siyah külah giyerlerken beyaz külah asker için kabul edildi. Yıldırım Bayezid zamanına dek bu nizam devam etti. Onun devrinde beyaz külah, hükümdarın hizmetinde bulunanlara giydirildi. Ötekilere ise kırmızı olanı giydirildi.
Sultan Orhan, divanda ve alaylarda, burmalı tülbent denen sarık giyerdi. Diğer vakitler, altın ve gümüş ile süslü, Mevlevi külahı şeklinde bir başlık giyerdi. Çocukları da aynısını giyerlerdi. Zamanla devlet adamlarına da bu hususta izin verilmiştir.
Piyadenin çoğaltılması için Alâaddin Paşa, Bilecik Kadısı Mevlana Kara Halil ile beraber padişahın önünde bir toplantı yaptı. Görüşme sırasında Türk çocuklarından askerliğe uygun olanların, günde şeri bir dirhemin dörtte biri olan bir Osmanlı dirhemi ulufe ile askere alınmaları kararlaştırıldı. Ulufelerini sefer zamanı alacaklar, savaş bitince de ulufeleri kesilip memleketlerinde ziraat ile uğraşacaklardı, fakat kendilerinden hiçbir vergi alınmayacaktı. Bunu yürürlüğe Kara Halil koyacaktı. O da Türk çocuklarının kuvvetlilerinden, gerçekten savaşa yarayanlarını seçmekte çok dikkatli davrandı.
Böylece ortaya çıkan asker sınıfına “yaya” denildi. Onlara onbaşı, yüzbaşı, binbaşı unvanlarıyla subaylar tayin edildi. Bu asker, az zamanda epey çoğaldı. Fakat savaş ve barış zamanı halka zulmediyorlar ve çeşitli yolsuzluklar yapıyorlardı. Bundan dolayı onları çoğaltmayı bırakıp devşirme usulü kondu.
Valiler ve kadılar eliyle ilk yılda bin kadar Hristiyan çocuğu alınıp mekteplerde ve kışlalarda talim ve terbiye edilerek, askerlik yaşına ulaştıkları zaman kışlalarda oturmak üzere üçer akçe gündelikle asker sırasına sokulurlardı. Savaşlarda esir edilen çocuklara da bu şekilde işlem yapılırdı. Hepsi hizmetlerine göre yükseltildi, gündelikleri arttırıldı. Bu yeni asker ise barış ve savaşta büyük işler görerek, büyük ilerlemelere ve yüksek derecelere kavuşurdu. Bu devşirmelerden pek çok komutan ve vezir çıkmıştır. Mahmud Paşa, Rüstem Paşa, Sokullu Mehmed Paşa gibi büyükler bunlardandır. Bundan dolayı sonraları Hristiyan halk, çocuklarını kendi rızaları ve belki ricaları ile devşirme yazdırmaya başlamışlardır.
İşte bu askere “yeniçeri” denildi. Başları kuvvetli kanunlara bağlanmıştı. Emir ve kanunlara bağlıydılar. “Kırkı bir kıl ile güdülür.” sözü darbımesel olmuştu. Bunlar, aslında Hristiyan çocukları iken İslam âdeti üzere talim ve terbiye olunup, İslam’ın güzelliklerini görerek, vicdani kanaatleri ile İslam dinine geçerlerdi. Hatta bir günde bin Rum’un Müslüman olduğu söylenir.
Kısacası yeniçeriler, İslami fikirlerle büyüyüp terbiye olunan taze Müslümanlar demekti. Müslümanların çoğalmasına ve Osmanlı hamurunun büyümesine sebep olmaktaydılar. Küçüklüklerinden beri talimle ve silah kullanmayı öğrenmekle uğraşırlardı. Birinci derecede eğitilmiş, savaş fenninde usta birer silahşor idiler. Askerlikten başka sanatları yoktu. Daima kışlada otururlardı, her an emre hazır ve düzenliydiler. O zaman başka devletlerde böyle yetiştirilmiş ve her an göreve hazır, daimî asker yoktu. Yeniçeriler, daima kendilerinden kat kat fazla orduları yenerlerdi.
Yeniçeri geleneği icat olunduktan sonra yayalara ulufe bedeli olarak tarlalar ve araziler verildi. Savaş dönüşlerinde ekip biçmeyle uğraşarak devlete hiç vergi vermemeleri kanun oldu. Yine bu şekilde Türk çocuklarından “müsellem” adıyla bir sınıf süvari tertip edildi. Onlara da tarlalar ve araziler verildi. Üstlerine bölükbaşılar ve sancakbeyleri tayin olundu.
İşte Alâaddin Paşa eliyle ve Kara Halil’in yardımıyla konulan ilk esaslı kanunlar bunlardır. Sonra bunlara ilave olarak yapılan kanunlar ve Osmanlı Devleti’nin büyüyen ordusu ile bütün dünyayı nasıl titretmiş olduğu, yeri gelince açıklanacaktır.

İznik’in Ele Geçirilmesi
Karatekin ve Dardağan kalelerindeki muhafızlar, İznik’i sıkıştırdıkları için oranın halkı, bağ ve bostanlarına gidemez olmuşlardı. Kale dışındaki gölden balık avına çıkanlar da o yiğitler tarafından avlanırlardı.
Hâlbuki Hristiyanların Birinci Ruhani Genel Meclisi (konsil) İznik şehrinde toplanmıştı. Bu şehir bir ara kayserin başşehri olmuştu. Rumların gözünde kutsal, muhterem ve meşhur bir şehirdi. Bundan dolayı İznik’e yardım için kayser, denizden bir ordu göndermişti.
Sultan Orhan ise casuslar vasıtası ile evvelce durumdan haberli olarak, ordusu ile İznik üzerine yürüdü. Kayserin ordusunun Yalova’ya çıkıp ileri hareket ettiği haberini alınca, oğlu Süleyman Paşa’yı bir askerî birlikle kayserin ordusuna karşı yolladı.
Süleyman Paşa, karanlık bir gecede kayserin ordusuna baskın düzenleyip onları dağıttı. Komutanı ile bazı subaylarını tuttu ve babasına sundu. O da oğlunun bu zaferinden iftihar duydu. Hemen İznik üzerine yürüdü. Ahalisi zaten uzun süre kuşatılmış olmaktan usanmıştı. Yardımlarına gelen ordunun yenilgisini ve komutanının esir edildiğini görünce tamamen umutlarını yitirerek aman dilediler. Sultan Orhan da aman verdi. İznik tekfuru İstanbul’a gitti.
Ama İznik ahalisi, Osmanlılar’ın adaletini görüp, onların hâkimiyeti altına girmeyi canlarına minnet bilerek hemen Sultan Orhan’ı karşıladılar. İznik Kalesi’ni teslim ettiler. İşte bu suretle Sultan Orhan yedi yüz otuz bir yılında İznik şehrini ele geçirerek Osmanlı memleketlerine kattı ve başşehir yaptı. İznik kazasını Bilecik Kadısı Kara Halil’e verdi. İznik’te boş kalan evleri gazilere bölüştürdü. Dul kalan Rum kadınlarını askerlerle evlendirdi.
Kuşatma günlerinde harap olan binaları tamir ettirdi. Yeniden imaret ve kervansaraylar yaptırdı. İmaretin açılış gününde halka ziyafet verdi. Nefis yemekler pişirtti. Bütün askeri ve ahaliyi yedirdi, içirdi. Kendi eliyle yemek dağıttı. Bir kiliseyi camiye çevirdi. Yüksek tahsil için bir medrese yaptırarak müderrisliğini Kayserili Şeyh Davud’a verdi. Osmanlı Devleti’nde ilk yapılan medrese budur.
Şeyh Davud Kayserî, o asrın en büyük âlimlerinden olup, içi dışı mamur bir kişiydi. “Metali”nin yazarı meşhur Kadı Ermevi’den ders okumuş, tasavvuf ilmini Sadreddin Konevi’den almıştı. Sonra İznik’te eser yazmakla meşgul olmuştur. Muhiddin-i Arabi’nin “Füsûs”u üzerine güzel bir şerh yazmıştır. O zaman Şam’da Muhiddin-i Arabi’nin tasavvufla ilgili eserleri, şeriatın dış görünüşüne aykırı görüldüğünden yerilmekteydi. Hatta yedi yüz kırk dört yılında, Halep’teki Asrûniyye Medresesi’nde meşhur İbni Verdi, “Füsûs” kitabını yırtıp okunmasının caiz olmadığını ilan etmiştir.

Mudurnu, Göynük ve Tarakçı’nın Alınması
İzmit Valisi Şehzade Süleyman Paşa’nın adaleti her tarafa yayılmıştı. Rum beylerinin saldırılarından usanmış olan halk, Osmanlı idaresini istediği için, yedi yüz otuz iki yılında Süleyman Paşa, Tarakçı Yenicesi üzerine hareket edince oranın tekfuru, ahalinin düşüncelerini anlayıp hemen Süleyman Paşa’yı karşıladı. İtaat ettiğini belirtti. Ahali de onun yönetimini kabul etti. Sonra Göynük ve Mudurnu da böyle aman verilerek alındı, Osmanlı ülkesine katıldı.
Bu memleketler öyle aman verilerek fethedilince, İslam askerleri başka yerlerde olduğu gibi ganimet elde edemediklerinden, Süleyman Paşa ganimete karşılık onlara araziler verdi. Bu, babası tarafından da uygun görüldü.

Şehzade Süleyman Paşa’nın Başkomutanlığı
Sultan Osman Gazi, askeri kendisi komuta ederdi. Sonra küçük oğlu Orhan Bey’i komutan yaptı. Ordu ile gönderdi. Büyük oğlu Alâaddin Paşa da yanında veziri konumundaydı. Orhan Bey tahta çıkınca babasının yolunda gitti. Sonra Alâaddin Paşa’yı vezir edindi. Memleketin işlerini ona bıraktı. Kendisi askerî işlerle uğraştı. Çandarlı Kara Halil’i başşehir olan İznik’e kadı yaptı. O zaman Osmanlı Devleti’nde kadıasker yoktu. Başşehir kadısı, başkadı demekti. Ordu ile beraber giden kadı, askerlik görevini görürdü. Alâaddin Paşa her hususta padişahın vekili, divanın başı idi. Yürütme kuvveti onun elindeydi. Başkadı konumunda bulunan Kara Halil de şehir ve kasabalara gönderilen hatip ve kadıların başvurduğu kimse idi. Alâaddin Paşa ise temel kanunların düzenlenmesinden sonra yine yalnızlık köşesine çekilmiştir.
Yedi yüz otuz üç yılında Şehzade Süleyman Paşa’ya komutanlık verildi. O zamana kadar komutanlar, kendi görev yerlerinde, fakat Sultan Orhan’ın emri altında vazife yaparlardı.
Oysa memleket genişleyip asker sayısı artınca bütün komutanlara baş olacak bir beylerbeyine ihtiyaç duyulmuştu. Bütün komutanların başı olarak askerî kuvvet onun elinde olacaktı. Bu bakımdan görevi pek önemli ve nazikti.
Nitekim Abbasi Devleti’nde emirü’l-ümera (beylerbeyi) olanlar, devleti baskı altına alıp sonra sultanlık etmişlerdi. Zamanla kelimelerin anlamı değiştiğinden, sonraları mir-i miranlık ve beylerbeyilik birer itibari rütbe olmuştur. Önceleri mir-i miran denilenlere sipahsalâr ve serasker denilmiştir.
Bu defa Şehzade Süleyman Paşa’ya İznik Eyaleti verildi. Ona ek olarak divanda müşir, yani rey ve tedbir sahibi olmak üzere sipahsalâr-ı asakir-i mansure (Allah’ın yardımına koştuğu ordunun başkomutanı) unvanı ile eski manasıyla mir-i miranlık (seraskerlik-başkomutanlık) makamı da birlikte verilmiştir. Buna ilişkin olarak kendisine babası tarafından bir ferman takdim edilmiştir.

Şehzade Süleyman Paşa’ya Verilen Fermanın Anlamı
“Benzeri bulunmayan hükümdarın Allah kudretini sürdürsün.” sözünün anlamı şudur ki İslam sınırlarının korunması, gözetilmesi, halkın işlerinin görülmesi ve haklarının yerini bulması mülkün temelidir. Devleti ayakta tutan ve adaletin yerleşmesini sağlayan, milletin dualarıdır. Devlet adamlarının himmet ayakları, saadet üzengisine onların işi için konulmuş olmalıdır.
İnsanların rahat ve huzurunu düşünenler için Allah, “İ’dilû hüve akrabu li’t-takvâ.”[2 - “Adaletle muamele ediniz! Adalet takvaya daha yakındır.”] diye buyurmuştur.
Halifelik makamında oturan büyük sultanların yapageldikleri üzere din ve devletin canlandırılması üzerimize borçtur. Her zaman tek emel ve isteğimiz budur.
Bütün ahali, durumlarına göre devletten yararlandıkları için sınırların korunması ve ülkenin bayındır olmasına çalışırlar. Düşmanları vurup kırarak onları umutsuz bir duruma sokarlar. Her an bir yeni fetih ve taze zaferle bizi sevindirirler. Allah’ın, “Allah’ın lütuf ve inayetinden kendilerine verdiği ile memnundurlar.” müjdesiyle cihanı ve halkı sevindirip onlara ganimet edindirirler.
İhsan edilmeyi hak edenler kerem ummanımızdan nasiplerini almalıdırlar.
Osmanlı ülkelerindeki makamlara tayin olunan komutanlar ve valiler üzerine iş bilir, şanı yüce bir başkomutan seçilmesi çok önemli bir meseledir. Dünyaya düzen verecek fikirlerimiz ve ülkeler açacak hatırımız Allah tarafından da doğrulanmıştır.
Durum bunu gerektirdi ki ezici kuvvetimizle aldığımız İznik şehrini Allah her türlü yıkım ve yangından korusun. Eyaletin cesuru, devletin dostu, kudretli komutan, saltanat bağının meyvesi, hilafet nehrinin fidanı, adaletin gül ağacı, saltanat ağacının meyvesi, Allah tarafından doğrulanan oğlum Süleyman Şah’ın, Allah ömrünü uzun etsin ve seni emellerine kavuştursun ki alnında devlet yıldızı ve başında saadet damgası parlıyor, verdim ve buyurdum ki şerefle ve kuvvetle adı geçen şehir eyaletiyle divan-ı hümayunumda müşir ve askere komutan olup, vezirlikle beylerbeyilik makamını bir yere toplayıp, gece gündüz, temiz yaradılışında mevcut olan büyük gayretlerle gereken işleri yapacağın bilinen bir gerçektir. “Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa…” hükmünce her kim Allah’ın yolundan saparsa hakkından gelip, “Allah’tan korkun ve bilin ki muhakkak (hepiniz) ancak ona (varıp) toplanacaksınız.” ayetini göz önünde tutarak avam aydın, küçük büyük ayırmadan halka güzel davranacağın açıktır. Düşmanları ise parlak kılıcınla kahredip, din ve devlet, memleket ve millet işlerinin görülmesi için zaman kaybetmezsin. Devletimizin dostlarının gönüllerini hoş ve rahatlarını temin edersin. “Hatırlayın o günü ki herkes (dünyada) ne hayır işlediyse karşısında (onu) hazırlanmış bulacak, ne kötülük yaptıysa onunla kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek.” anlamındaki ayeti unutmayacak şekilde davranmalısın. Allah’ın hukukunu ve ihsanlarını unutmamalısın. Allah’ın vermiş olduğu sonsuz nimetlere çokça şükretmelisin. “Şükreden, (nimetlerin) artmasına hak kazanır, layık olur.” Bütün halkın işlerini görüp halletmekte, kesin kararlılıkla tam bir özen göstermeli, merhamet kapısını da açık tutmalıdır. Herkesin işinde aşırılıktan kaçınmalıdır. Yabancı, tanıdık, zengin, fakir, küçük, büyük ve hangi milletten olursa olsun yaşlı ve genç arasında ayrıcalık güdülmeden adaleti yerine getirmede eşit davranıp, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda yan tutmayıp, “Bir saat Allah’ın ahkâmıyla adalet etmek, yetmiş sene (nafile) ibadetten hayırlıdır, üstündür.” ölçüsünü elden bırakmayıp, “İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyor (idi) ise onu(n sevabını) görecek.” ölçüsünü ahiret azığı edine ve zalimin, mazlum üstündeki haksızlığını ve zulmünü gidermede gecikmeyip, “Kim (Allah’a) bir iyilikle, güzellikle gelirse, işte kendisine onun on katı var. Kim bir kötülükle gelirse bu, o miktardan fazlasıyla cezalanmaz. Onlar (yani iyilik edenler de fenalık yapanlar da) haksızlığa uğratılmazlar.” anlamındaki ayet hükmünce hakkından gele ve daima etraftan casuslarını eksik etmeyip, gafleti erlikten saymayıp, düşmanların hilesinden kaçınıp uyanık olmalı, genişlik zamanında dar zamanlar için hazırlık yapmalıdır. Tedbirde kusur olmazsa takdir de güzel olur. “Bu, bizim sana sözümüzdür. Ve elimizde sana karşı delilimizdir. Allah seni başarılı kılsın, doğru yola kılavuzlasın. Senin hakkında beslediğimiz iyi zanları gerçekleştirsin. Muhakkak ki doğru yola götüren ve hatadan koruyan odur.”
Gerektir ki değerli, değersiz, kuvvetli, zayıf, küçük, büyük, ülkemde oturan herkes, oğlumu kendilerine hakkıyla hâkim bilip, her hususta sana başvurup hükmüne boyun eğsinler. Komutanlar, hâkimler, şanlı ordu, gaziler, kadılar ve âlimler, Allah onları kıyamete kadar baki kılsın; oğlumu savaşta, barışta ve diğer hayırlı işlerde kendilerine komutan kabul edip, emrine karşı gelmekten çekinsinler. Edinilen ganimetlerin, elinin emri üzere beşte biri hazineye ayrılarak, kalanı oğlum tarafından bölüştürülsün. Haslarına dışardan kimse karışmasın. Onun öşürleri ve vergilerini yıldan yıla onun vekillerine teslim edip, özür ve bahane etmesinler. Yeni açılan ülkelerden iznim olmadıkça kimseye bir şey yaptırmayıp, ancak bana arz edildikten sonra, emrime göre gerekeni yapsınlar. Aldığı esirler ve pahalı satılacak tutsaklar, benden izin alınmadıkça serbest bırakılmasın ve danışma ile iş görülsün. Yüz aklığında bulunanların hakkını vermezlik etmesin. Derecelerine göre lütufta bulunsun.
Benim hayır duamı kendileriyle beraber bilsinler. Allah yolunda savaş için çok çalışsınlar. Sırf Allah için çaba göstersinler. Dini kuvvetlendirmenin büyük bir sevap kazandıracağını bilsinler.
Bu fermanımı görenler, içindeki emirlere uysunlar. Bana güvensinler.
Yedi yüz otuz üç yılı rebiülevvel ayının başında yazılmıştır.
O zaman padişah divanınca uyulan usullerden biri de padişah emirlerinin Osmanlıca yazılmasıdır. Bu tatlı dille yazılan birinci ferman, işte bu menşurdur. Ondan sonra bütün fermanlar, hep Osmanlıca yazılmaya başlandı. Fakat İran’da ve Konya’da resmî yazılar Farsça yazıldığından, Osmanlı Devleti de onlarla Farsça yazışırdı. Doğuda Farsça, genel, resmî bir dil gibi kullanılıyordu.
Selçuklu sultanı tarafından Osman Gazi’ye verilen menşurda Osman Şah denildiği gibi, Süleyman Paşa’ya da Süleyman Şah diye lakap verilmiştir.
Süleyman Paşa, İznik valisi olduğu için mülkiye memuru durumundaydı. Mir-i miran yani serasker-başkomutan olduğundan dolayı da askerlik sıfatını taşıyordu. Böyle birbirinden farklı iki görevi güzelce yerine getirenlerin çok az bulunduğunu herkes bilir.
Oysaki yüksek mecliste üye sıfatıyla bulunduğu zaman memurluğu daha da güçleşiyordu. Çünkü o hâlde umumun menfaatini gözeterek idare ve askerlik işlerini dengeli tutmak gerekir. Bu ise çok ince ve nazik bir iştir. Bundan dolayı divanda müşir ve askere başkomutan olup, vezirlikle mir-i miranlık görevlerinin gereğini parlak zihni ve iyiyi kötüden ayırıcı vasfı ile bir yerde toplaması, bu menşurda özellikle Süleyman Paşa’ya tavsiye buyrulmuştur.
Oysa Alâaddin Paşa, durum ve zamana göre gereken kanunları ve faydalı nizamları koyduktan sonra vezirlik sıkıntısından çekilerek eskiden olduğu gibi uzlet köşesine kapandı. Onun makamı tabiatıyla Süleyman Paşa’ya kalmıştı. Bu yüzden Süleyman Paşa hem sadrazam hem de başkomutan olmuştu.

Gemlik’in Fethi
Bursa, İzmit, İznik ve çevreleri hep Osmanlı ülkelerine katılmışken Gemlik’in hâlâ Rumların elinde bulunması uygun değildi. Sultan Orhan, yedi yüz otuz dört yılına kadar İznik’te oturduktan sonra Gemlik’in fethine gitti.
Sultan Osman Gazi zamanında Akça Koca ile birlikte Gemlik üzerine giderek o bölgenin giriş çıkışlarını öğrenmiş olan Kara Timurtaş Bey’le görüşme sırasında sunduğu tedbir üzere Sultan Orhan onu hasat mevsiminde beş yüz seçkin askerle oraya gönderdi.
O da gidip Gemlik civarındaki harmanlarda ne kadar zahire varsa cümlesini topladı ve Gemlik’i kuşatmaya başladı. Bahar mevsimi gelince Sultan Orhan yeterince askerle oraya gitti. Bir ay kadar Gemlik Kalesi’ni sıkıştırıp zorladı. Ahalisi zaten zahiresiz kalıp zayıf düşmüştü. Orduya karşı koymaktan âciz kaldılar. Hemen Gemlik Kalesi’ni teslime mecbur oldular.
Sultan Orhan, Gemlik’in korunması için gerekli işleri tamamladıktan sonra Bursa’ya döndü. Artık orada kalmaya karar verdi. Başkadı makamında bulunan Kara Halil’in memuriyetini de Bursa kazasına çevirdi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-cevdet-pasa/osmanogullari-69429250/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
“Ölmeden önce ölünüz.”

2
“Adaletle muamele ediniz! Adalet takvaya daha yakındır.”
Osmanoğulları Ahmet Cevdet Paşa
Osmanoğulları

Ahmet Cevdet Paşa

Тип: электронная книга

Жанр: Всемирная история

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Mecelle”yi kaleme alan Ahmet Cevdet Paşa, Osmanlı’nın son zamanlarında yetişmiş ender fikir, hukuk ve devlet adamlarından biridir. Devlet memurluğunun en alt kademelerinden bakanlığa kadar çeşitli görevlerde bulunmuştur. Tanzimat Dönemi’nde yaşamış, I. Meşrutiyet’in ilanına şahit olmuş ve Osmanlı’nın Batı ile ilişkilerinde etkisini her daim hissettirmiştir. Tarihe olan ilgisiyle ve kaleme aldığı tarihî eserleriyle hem Osmanlı zamanındaki hem de günümüzdeki bilim çevrelerinin otorite kabul ettiği, derin bir zekâ ve kavrayışa sahip, Osmanlı tarihini kapsamlı olarak anlatan 12 ciltlik “Tarih-i Cevdet” isimli eserin yazarı Ahmet Cevdet Paşa’nın Osmanlı’nın kuruluşundan Selanik’in fethine kadar anlattığı tarihî olaylar silsilesi, bugün dahi başvurulacak bir kaynak niteliğindedir.

  • Добавить отзыв