Gönül Hanım
Ahmet Hikmet Müftüoğlu
Birinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü yıllarda Ruslara esir düşen Üsteğmen Mehmet Tolun, esir karargâhının çevresine gelen Ali Bahadır Kaplanof ve kız kardeşi Gönül Hanım ile tanışır. Sahte pasaportlarla tutuldukları yerden kaçarak Kaplanof ailesiyle millî Kâbe saydıkları Orhun Yazıtlarına doğru bir sefere çıkarlar. Bu, bir olağan seyahatten ziyade Türk uygarlığının en eski izlerine ulaşıp, kadim Türkçeyi istinsah ederek tüm dünyaya tanıtma amacıyla yapılan bir inceleme gezisidir. Romanda yer yer Kül Tigin Kitabesi’nden şerhler ve Turan hayaline ulaşmanın esasları geçer. Eser, Türk tarihinin seyri hakkında tezli bilgiler sunarken, insanoğlunun olmazsa olmazı aşk da Tatar kızı Gönül Hanım’da kendine yer ediniyor. “Biz benliğimizi tanımazsak, kimse bizi tanımaya tenezzül etmez.”
Ahmet Hikmet Müftüoğlu
Gönül Hanım
Ahmet Hikmet Müftüoğlu
(3 Haziran 1870 – 19 Mayıs 1927)
Dedeleri uzun süre müftülük yaptığından dolayı Müftüoğlu lakabıyla anılan ve aslen Moralı olan bir aileye mensuptur. Yedi yaşında kaybettiği babası Yahya Sezai Bey tasavvufla ilgilenen ve şiir yazan bir kişidir. Babasının ölümü üzerine ağabeyi Refik Bey’in himayesinde yetişen Ahmet Hikmet, ilköğrenimine Dökmeciler’deki mahalle mektebinde başladı, sonra Aksaray’daki Mahmudiye Vakıf Rüştiyesi ve Soğukçeşme Askerî Rüştiyesine devam etti. Daha sonra Galatasaray Sultanisine girdi. Buradan mezun olduktan (1888) sonra Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı)’nde görev aldı. Pire, Marsilya, Poti ve Kerç konsolosluklarında çeşitli görevlerde bulundu.
1896’da İstanbul’a döndükten sonra Umur-ı Şehbenderi Kalemi serhalifeliğine tayin edildi, Suat Hanım’la evlendi. Hariciye Nezaretindeki görevini, Galatasaray Lisesindeki Türkçe ve Edebiyat hocalığıyla beraber yürüttü. 1908’de Umur-ı Ticariye Umum Müdürlüğüne getirildi; bu görevinin dışında Darülfünunda Fransız ve Alman edebiyatı tarihi ile estetik dersleri verdi. 1912’de Peşte başkonsolosluğuna atandı. Bu görevi 1918’e kadar yürüttü. 1920’de savaş gereçleri ile ilgili bir komisyon başkanı olarak Peşte, Viyana ve Berlin’e gönderildi. Eşi Suat Hanım’ın vefatı üzerine İstanbul’a döndü. 1924’te Halife Abdülmecit Efendi’nin başmabeyinciliğine, 1926’da Ankara’da Hariciye Vekâleti Umur-ı Şehbendireye ve Ticariye Genel Müdürlüğüne, bir süre sonra da Hariciye Vekâleti Müsteşarlığına getirildi.
Hastalığından dolayı bu görevinden istifa ederek İstanbul’a döndü. Anadolu-Bağdat Demir Yolları İdare Meclisi üyeliği görevini yürütürken, uzun süredir tedavi gördüğü hastalığından kurtulamayarak vefat etti.
Edebiyata ilgisi öğrencilik yıllarında başlayan ve ilk şiir denemelerini de bu sıralarda yapan yazarın ele geçen en eski şiiri, 1887’de yazdığı Saadet-i Mehtap adlı şiirdir. Yazı hayatının ilk devresi olan 1890-93 arasında Servet-i Fünûn dergisindeki edebî yazılarının yanı sıra, başka dergilerde fen bilimleriyle ilgili yaptığı çeviriler yayımlanmıştır. 1894-1900 yılları arasında Servet-i Fünûn’da yayımladığı topluluğun dil ve edebiyat anlayışını aksettiren küçük hikâyelerinde, birkaçı dışında çoğunlukla aşk, aile hayatı konuları işlenmiştir.
1908’den sonra Türkçülük ve Yeni Lisan düşüncesini benimseyen Ahmet Hikmet, Türk Derneği, Türk Yurdu ve Türk Ocağı’nın kurucu üyeleri arasında yer alarak Türk Derneği, Türk Yurdu dergilerinde ve İkdam’da yazılar ve hikâyeler yazmıştır. Konularını Türklükten alan hikâyelerin yer aldığı Çağlayanlar, bu dönemin eseridir. 1920’de yazılan Gönül Hanım ise, millî konuda yazılmış bir romandır.
Esirler Karargâhı
1917 yılı Eylül’ü içindeydi. Esir subaylar karargâhından arkadaşları adına alışveriş için Krasnoyarsk (Kızıl-Yar) kasabasına kadar gitme nöbeti, bu hafta Üsteğmen Mehmet Tolun Efendi’nindi. Bu genç subay, harbin başında, maiyetindeki bir çavuş, birkaç erden mürekkep keşif kolu ile beraber geceleyin yanlışlıkla düşman mevzilerine sokulduğundan, geri çekilme yolu kesilerek dizinden yaralanmış ve arkadaşlarıyla birlikte Ruslara esir düşmüştü. Önce Kafkasya’da, Hazar Denizi’nde, ıssız bir adada, ondan sonra Ural’ın doğusunda İrbit şehrinde bir süre tutuklu kaldıktan sonra Sibirya’da Krasnoyarsk’ın altı kilometre kuzeyinde Grodok denilen bu harp karargâhına getirilmişti. İlkin yirmi Türk subayı iken, bir yıl sonra dört yüz elli kadar muhtelif rütbeden subaylar ve amirler burada toplanmışlardı.
Karargâhtaki tutuklular arasında Türklerden başka Alman, Avusturya ve Macar subayları da vardı.
Burası, etrafı beş altı metre yüksekliğinde tahta perde şeklinde, kalın çam bölmeleriyle ayrılmış, geniş bir saha idi. Bu, tahtadan yapılmış duvarın dört köşesine, dalyan bekçi yerleri gibi, yüksek nöbetçi kulübeleri kurulmuştu. Subaylar bu geniş avluda dışarı ile ihtilat etmeden gezinirler ve geceleri on ikişer kişilik barakalarda yatarlardı.
Aylar, hatta yıllar geçtikçe Türkler ile diğer yabancı subaylar daha çok tanışarak yekdiğerlerinin dillerini öğrenmeye ve birbirlerinden manen istifade etmeye başladılar. Artık bu felaket arkadaşları, aralarında ayrı veya karma kulüpler açıyorlar; konserler veriyorlar; dışarıdan kitaplar, gazeteler, dergiler getirterek derneklerine bağışlıyorlar; Poli tipi usulüyle gündelik, haftalık gazeteler, dergiler çıkarıyorlardı.
Türkler arasında siyaset ve fenden bahseden Altay ve edebî Vaveyla gazeteleriyle “Osmanlı İdman Yurdu”nun ilk harflerinden teşkil olunan (ayın + elif + ye) Ay ve durum, tutumları tenkide değer arkadaşların kusurlarını zariflikle alaya alan Panaroma ve Güzel Sanatlar Akademisinden mezun bir yedek subay tarafından çizilen ve resimlendirilen Boyama dergileri bu karargâhın kültürlü subaylarının fikrî meşgalelerini teşkil ediyordu.
Bu askerî hapishanenin etrafında açılan bazı dükkânların sahipleri ile Krasnoyarsk’taki bakkallar, ekseriyetle Müslüman Tatarlar olduklarından, subaylarımızdan varlıklı bulunanlar beslenme hususunda sıkıntı çekmezler, ara sıra bunlardan veresiye alışveriş de ederlerdi. Tatar dindaşlarımız, esirlerimizin pek çok ihtiyacını temin ederdi.
Bugün Mehmet Tolun’un maiyetine bir Tatar er ayrıldığı için genç subay ısmarlananları aldıktan sonra bunları ere vermiş, kendi yalnızca bir kitapçı dükkânına girerek vaktiyle ısmarladığı Radloff, Thomsen, Le Coq gibi müsteşriklerin[1 - Müsteşrik: Doğubilimci, oryantalist.] Ural-Altay dilleri ve milletleri hakkındaki neşriyatından beş on cilt kitabı almıştı. Hava yağmurlu olduğundan bir lokantada oturup kitapları karıştırmaya başladı.
Tolun, Harp Okulunda okuduğu Rusçasını ve daha sonra öğrendiği Almancasını, burada yerli ahali ve inzibata memur Ruslar ve Alman arkadaşları sayesinde ilerletmişti. O derece ki, her iki dilde yazılı ilmî eserleri -sık sık müracaata mecbur olduğu lügat kitabıyla da olsa- anlayabilecek bir iktidar kazanmıştı.
Bu subay, o sırada yandaki masada oturan bir taze kız ile Rusça, Fransızca kelimelerle karışık Tatarca konuşan, samur kalpaklı, az bıyıklı, sarışın bir Tatar gencinin dikkatini çekti. Tatlı bir iki bakışmadan sonra her iki masa arasında konuşma görüşme başladı. Türk subay yerini, esirliğini anlattı. Boş vakti olduğunu ve Türklerin, Ural-Altay milletlerinin menşeileri, dilleri hakkında meşhur müsteşriklerin etraflı incelemelerinin sonuçlarını anlamak istediğini söyledi. Tatar genci kendisini takdim etti:
“Ali Bahadır Kaplanof. Kız kardeşim, Gönül Hanım Kaplanof!”
Subay, sakin fakat metin bir asker tavrı ile cevap verdi:
“Niçin Kaplanof? Kaplanoğlu demek daha yakışmaz mı?”
Ali Bahadır Bey tanışmanın ilk dakikasında, hiç beklemeden karşılaştığı bu itiraz üzerine biraz durdu ve yutkundu. Fakat kız kardeşi atıldı ve edalı bir saflıkla Tolun’un dilediği cevabı verdi:
“Subay Bey’in hakkı var. Taklide, benzeşmeye sebep ne? Bizim de bir büyük milletimiz, tarihimiz, varlığımız yok mu? Baştan başa bütün Asya’yı, bir kısım Afrika’yı, Fransa sınırlarına kadar Avrupa’yı istila eden bizim ırkımız olduğu hâlde bu asaleti ne çabuk gönlümüzden çıkardık? Biz benliğimizi tanımazsak, kimse bizi tanımaya tenezzül etmez. Başkasının artığını yiyen, elbisesini giyen saygıya layık değildir… İşte ben kartımı düzeltiyorum!”
Çantasından zarif, küçük, deri bir cüzdan çıkardı.
Onun içindeki kartvizitlerin son kelimelerini şöyle değiştirdi: Kaplankızı.
Şimdi şaşırma sırası Mehmet Tolun’a gelmişti. Nasıl oluyor da yirmi dört yaşında tahmin ettiği Sibiryalı bir Tatar kızı bu kadar muhakemeli bir görüş belirtebiliyordu? Bu hayret çok sürmedi. Bir iki dakika sonra anladı ki Gönül Hanım, Paris Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden mezundu.
Ali Bahadır Bey susuyor ve düşünüyordu. Nihayet:
“Evet.” dedi. “Hakkınız var.”
Şimdi bu bahis değişmişti. Kitaplar birer birer karışıyor, yaprakları kesiliyor, resimlere bakılıyor, dil ve coğrafya hakkında umumi fikirler ileri sürülüyordu. Mehmet Tolun, alçak gönüllü bir tavır takınarak:
“Evet…” dedi. “Çin tarihçilerine göre, aslen Türk olan ‘Hiungnu lar -ki bunlara Avrupalılar ‘Hun’ derler ve Macaristan’ın diğer bir adı Hungarya hatta bizim hünkâr yazıp hünkâr okuduğumuz hükümdarlık sözü de bundan gelir- İsa’nın doğumundan tam 1763 yıl önce hükûmet kurmuşlar, hünkâr tayin eylemişler, yazıya, töreye ve bir medeniyete sahip olmuşlardır. Pline, Pomponius Mela, Strabon, Herodote gibi müverrihler[2 - Müverrih: Tarih yazan kimse.] Hiungnulardan bahsederler. Hiungnularla Çinlilerin savaşları milattan iki bin yıl öncesine kadar çıkar. Hiungnu tabiri Çince; ‘söz dinlemez tebaa’ demekmiş. Profesör Vambery, Türklerin Karadeniz kıyılarına, Macaristan’a, İran’a yayılmalarının milattan çok önce olduğunu iddia eder. Çin Seddi, Hiungnu Türklerinin akınlarına mâni olmak için Çin imparatorları tarafından yaptırılmışsa da bu suni dağlar onların azmine engel olamamış; Türkler, milattan önce 210 yılından 54 yılına kadar bu taş ve demir püsküren setleri aştılar ve Çinlilerin başlarına bindiler. Nihayet milyonlarca Çinli toplandı. Ümitsiz bir hücum girişiminde bulundu. Bunların hükûmetlerini dağıttı. Hükûmetsiz kalan Türkler bir müddet Gobi Çölü’nde hiddet ve intikam arzularıyla dolaştıktan sonra ikiye ayrılıp Yunanlılar ve İranlılarca Eftalit (Abnalit) denilen ve Araplar tarafından Haytal ve Hayatıla adı verilen Ak Hunlar, Hazar Denizi’nin doğusunda eskiden Oxus (Öküz) denilen Amuderya Nehri kenarlarına yerleştiler. Eski tarihçilerce Kidarid adı verilen diğer kol, Ural Dağları’nı aşarak Avrupa’ya, Rusya’ya, Balkanlar’a, hatta Macaristan ve Atilla kumandanlığında Cermanya, İskandinavya ve Fransa’ya kadar sarktı.”
Bahadır Bey, acı bir üzüntü ile yanan gözlerini açtı ve elindeki kitabı kapadı:
“Yazık ki, atalarımızın, millî namusumuzun beşiği olan ilk yurtlarımıza şimdiye değin ne Türklerden ne Tatarlardan ilmî bir heyet gidememiştir.
Varlığından haberdar bile olmadığımız tarihimize ait yadigârlardan Orhun, Turfan abidelerinden, yazıtlarından, belgelerinden ırkımızın en yaman düşmanları olan Rus seyyahları sayesinde bilgi alabildik.
‘Radloff’ gibi Ruslaşmış Almanlar, ‘Thomsen’ gibi Danimarkalılar eski medeniyetimizin, Kuzey Çin çölleri ortalarında kalan belirtilerini buldular. Bu manevi hazinelerin esrarını açtılar ve bizlere, atalarımızın bu gafil torunlarına, millî gururlar kazandırdılar. Biz bu şerefe layık mıyız?”
Gönül Hanım kardeşinin samimi teessürlerini takdir ederek şunları ekledi:
“Mümkün değildir ki bir ‘Radloff’ta, bir ‘Le Coq’da bir Tatar’ın, bir Türk’ün heyecanı, duygusu bulunsun. Bunlar olmayınca bu tarihî gerçeklerin mühim bir kısmı daha keşfolunmamıştır, sanırım.”
Ali Bahadır Bey:
“Yazık ki, tarihî keşifler hisle, heyecanla değil, ilim ile gerçekleşir.” dedi.
“İlim de uğraşmakla elde edilir. Ne kadar geçse de çalışabiliriz.”
Güzel Tatar kızı, badem gözlerini süzdü, sonra:
“Çalışabiliriz, bir laftır. Hemen çalışmalıyız. Kader sizi Çin Türkistan’ı yakın getirmiş, Tolun Bey! Atlayıveriniz, oralara gidiniz, araştırmalar yapınız.”
“Ben esirim, bağlıyım.”
“Biz yardım eder, bağınızı çözebiliriz. Hatta, kardeşimle ben de belki beraber geliriz. Değil mi Ali?”
Kaplanoğlu biraz düşündü:
“Niçin olmasın? Herhâlde şerefli ve tarihî bir teşebbüs… Bu konuda konuşulabilir.” dedi. Tolun, ilave etti:
“Buraları bilmediğim için bir arkadaş bulsam, ölümü göze alır, kaçar, Orhun Vadisi’ni; Karakorum, Karabalgasun, Koşu Çaydam harabelerini, bu Moğolların, Uygurların ve Türklerin üç eski başkentini, Kâbe’yi tavaf eder gibi ziyaret ederdim. Dönüş için Allah büyüktür ve yardımcıdır. Elbette o zamana kadar harp biter.”
Tolun’un bu sözleri kız kardeşle erkek kardeşe yeni bir macera ufku açtı. Gönül Hanım’ın dudakları ve kalbi çarpıyor, kardeşinin yüzüne bakıyordu. Ali’nin ve Gönül’ün bu gizli heyecanlarını sezen subay, Le Coq’un eserinden bir harita açtı.
“İşte Baykal! İşte hudut ve Kâhta! İşte Orhun Nehri!” diyordu.
Bahadır Bey; Tolun’un harita karşısındaki coşkun davranışlarının, fazla konuşmasının etraftakilerin dikkatini çekeceğinden korktu. Casus tehlikesi korkusuyla diğer masalara göz gezdirdi. Bir tedbir düşünerek:
“Kitapları burada garsona bırakın. Yağmur dindi. Belediye parkına çıkalım, konuşalım.” dedi.
Ormanda bir tahta kanepeye oturdular. Karar verilmişti. Tolun Bey, bu ilk Türk tarihî ve ilmî seyahatine: “Gönül Hanım Sefer Heyeti” adı verilmesini teklif etti. Çünkü bu hususta ilk fikri bu aydın kadın vermişti.
Bahadır, iltimas veya rüşvet ile bir çaresini bulacak, Tolun’un her hafta, belki daha sık karargâhtan çıkması için izin alacak ve bu suretle seyahat hazırlıklarına başlanacaktı.
Bahadır Kaplanoğlu’nun babası Selim Bey’in, üç kereste biçki atölyesi, bir de galoş fabrikası vardı. Oğlu Bahadır da üniversiteden çıktıktan sonra deri ticaretiyle meşgul olmaya başlamış ve hayvan derilerinin terbiye edildiği iki tabakhane[3 - Tabakhane: Hayvan postunu kullanılacak duruma getirme işleminin yapıldığı yer, sepi yeri.] açmayı başarmıştı. Kaplanoğulları Sibirya’nın zengin ailelerinden sayılırlardı…
Tolun, karargâha dönmüş, okumaya dalmıştı. Artık kimse ile görüşmüyor, kulübe gitmiyor; yalnız bazen jimnastik yapanlara katılıyor, atlıyor, koşuyor, kuvvet taşı[4 - Kuvvet taşı: Bugünkü gülle ve disk.] atıyordu. Bir akşam yanına esaret arkadaşlarından ve Macar yedek teğmenlerinden Kont Béla Zichy gelmişti. Konuşma, Türklerle Macarların soy birliklerine, aynı kandan olduklarına gelmişti. Kont bu kardeşlik hakkında ateşli izahat verdi. Vaktiyle Macarların menşeini aramak için Kont Béla Szécsenyi[5 - Bizim İtfaiye Kumandanı Szécsenyi Paşa’nın kardeşi ve Macaristan’ın en asil sülalesinden olmakla “St. Anien” tacının muhafızıdır.] ve Üjfalvy’nin ve kendi ailesinden Kont Ödön Zichy’nin başkanlıklarında muhtelif tarihlerde Asya’ya giden ilim heyetlerinin araştırma neticelerini anlattı. Ve son olarak:
“Bugün kaçabilsem ve sizin gibi bir yoldaş bulsam, fırsattan faydalanarak oralarda seyahat için her türlü fedakârlığa hazırım.” dedi.
Tolun, önce sakınarak sonra da samimiyetle bütün hazırlığı ona açtı. Kontun asaletinden, namusundan, metanetinden emindi. Bu genç Macar subayı zaten civanmertliği, sergüzeştçiliği ve nezaketiyle kendisini herkese, hatta, Rus muhafız subaylarına da sevdirmişti. Turanî milletlerin büyüklüğüne has olan vakar ve kalp yüksekliği bu zatın her hâlinde açıkça görülüyordu. İnce, asil ve kibar davranışlarına eklenen cömertliği herkesi etkilerdi, kendisine saygı duyarlardı. Para ve hediye kuvvetiyle istediği zaman da şehre çıkar, gezerdi. Böylece seyahat heyetinin sayısı dörde çıkmıştı ve yeterdi.
Şimdi haftada bir, Gönül Hanım, Bahadır, Kont ve Tolun bazen bir lokantada, bazen Bahadır’ın konağında toplanıyorlar ve seyahat hazırlıklarını görüşüyor, düzenliyorlardı.
Bu tehlikeli yolculukta yirmi dört yaşında bir kızın da kendileriyle beraber bulunmasından dolayı Kont’un seyahat hakkındaki hevesi her gün artıyordu. Gönül’ün iri gözlerinin parlak yeşil rengi, kumral uzun saçları, pembe beyaz yüzünde ince yay gibi eğri kaşları, bir kadın için ender olan toparlak alnı, çok sade ve kibar giyinişi, ağır, vakur ve bilgili bir hanım olmasına rağmen, bazen bir çocuk gibi saf, neşeli cana yakın oluverişi kendisiyle görüşenlerin kalbinde mutlaka bir iz bırakırdı. Kendi ana dilinden ve Rusçadan başka gayet güzel Fransızca bilir, Almanca da anlar ve konuşurdu. Okuduğu kitapların güzel ifade tarzını taklit ederek görüşmeye özenirdi. Altı yıl kadar piyano ve resim dersleri aldığını kardeşi söylemişti. Bir iki sulu boya tablosu, bir parça resim yapan Tolun’un ve hatta Kont Zichy’nin bile ilgisini çekmişti. Gariptir ki yirmi altı yıla varan ömrü boyunca hiçbir ciddi işle uğraşmadığını itiraf eden Kont’u bu seyahat hevesi belki diğer arkadaşlarından çok ilgilendirmeye başlamıştı.
Çin Türkistan’ı, Ural-Altay milletlerine, dillerine ve tarihlerine dair ne kadar eser yazılmışsa okuyor, haritalar çiziyor, planlar tertip ediyordu. Macarca yazılmış bazı faydalı eserleri getirtmeye muvaffak olamadığına kızıyordu. Elde edilen kitapları dört arkadaş nöbetleşe okuyorlardı. Hazırlık öteberilerini, kimsenin dikkatini çekmemek için yalnız Gönül üzerine almıştı. Fakat yol hazırlıkları çok ağır gidiyordu. Sahte pasaport çıkarmak çok zor ve masraflıydı. Mehmet Tolun Bey, İzmir’deki evinin satılması için, Kızılhaç vasıtasıyla birkaç mektup göndermiş; fakat hâlâ bir cevap alamamıştı. Kont’un da babasından beklediği para gecikiyordu. Her şeye rağmen Ali Bahadır Bey bütün masrafları görüyor; fakat bu gencin bu kadar fedakârlık yapmasına hiçbir arkadaşının gönlü razı olmuyor, Kont’un ve Tolun’un gururuna dokunuyordu.
Her çarşamba Bahadır’da ve pazar günleri Kont Zichy’de toplanırlardı; bazı toplantılar yalnız laklak etmekten, güzel çaylar içmekten ve zakuska denilen Rus mezelerinden yemekten ibaret kalırdı.
Petersburg’daki Rus asilzadeleri arasındaki bazı aşinalar ve muhafızlara serpiştirilen bahşişler yardımıyla Kont Zichy artık esirler karargâhından kurtulmuş, Krasnoyarsk kasabasında bir küçük ev kiralamıştı. Resmen nezaret altında fakat gerçekte tamamen serbestti. Kendisinde şüpheyi çekecek bir hareket de görülmüyordu.
Şubat başlangıcından itibaren Kazan’dan ve Moskova’dan Kaplanof (henüz ticari adını değiştirmek kabil olamamıştı) Ticarethanesi memurları tarafından Baykal Gölü’nün kuzeydoğusunda bulunan Udinsk kasabasındaki acenteye sandıklar içinde birtakım mallar gönderiliyordu. Bunlar görünüşte havyar, galoş ve sahtiyan[6 - Sahtiyan: Tabaklanarak boyanmış ve cilalanmış (genellikle keçi) deri.] mamulatı idi. Fakat gerçekte kutu kutu konserve yemekler, çadırlar, fotoğraf ve topoğraf işlerine yarayan aletler ve tıbbi ecza idi. Gönül Hanım harp münasebetiyle altı ay kadar Kazan’da hasta bakıcı okuluna girmiş ve oradan diploma almıştı. Bu cihetle bir hadise olursa sefer heyeti üyeleri iyi bakılacaklarından emindiler. Kont Zichy ve Bahadır, ev doktorluğu üzerine Almanca ve Rusça yazılmış kitaplar aldılar ve Çin Türkistan’ı tundra ve bozkırlarındaki hastalıkların tedavisini ve zararlı böceklerin sokmalarına karşı tedbirleri öğrendiler.
Gönül Hanım Sefer Heyeti
Şubatın yirminci gecesi saat on birde, Moskova’nın demir yolu istasyonundaki lokantadan, küçük çiftlik sahipleri veya büyücek bir kasabada dükkân sahibi oldukları hâllerinden anlaşılan temiz, sade giyinmiş üç kişi ile bir kadın çıktı. Bunlardan her biri kendi eşyasını taşıyordu. Yolcular arasından geçerek kapının yanındaki pencere önüne gidip pasaportlarını kaydettirdiler. Zabıta memuru bağırdı:
“Yuvan Buğdanof!”
Mavi gözlü, koyu lepiska saçlı, bıyığı tıraşlı, çatal sakallı bir zat ilerledi, sarhoşça bir selam verdi:
“Sahtiyan taciri. Udinsk yoluyla Çin’e gidiyorum.” dedi.
Memur pasaporta bir damga bastı ve “Geç!” dedi. Memur şimdi ikinci pasaportu aldı:
“Tola Atmanof!”
Bu zat elektrik ışığının yan tarafına geçerek “Havyar taciri. Udinsk yoluyla Çin’e.” dedi. Zabıta memuru bir süzdü. Karşıdan bir dikkat eden olsaydı; bu gencin ellerinin titrediğini ve yüzünün sarardığını görecekti.
“Geç!”
“Ali Bahadır Kaplanof ve hemşiresi Kaplanova!”
“Deri taciri, Çin’e, Udinsk yoluyla.”
“Geçiniz!”
Bu dört kişi heyecan ile kapıları açık duran vagonlara hücum etti. Bir telaş ve şaşırmış hâlde o vagondan bu vagona konuşarak nihayet Ali Bahadır’ın “Bu tarafa!” diye çınlayan bir emriyle birinci mevki bölmelerinden birine girdiler.
Kadın, küçük paketleri ve diğerleri de büyücek çantaları raflara yerleştirdiler. Gönül Hanımı pencerenin yanına oturttular. Yanına kardeşi geçti; karşılarına da Yuvan Buğdanof ile Tola Atmanof yahut hakiki adlarıyla Kont Zichy ve Mehmet Tolun oturdular. Beş dakika sonra tren hareket ettiği zaman Tolun Bey bütün ruhuyla “Bismillahirrahmanirrahim!” dedi.
Kont ilave etti:
“Bu da oldu!”
Ve altın sigara kutusunu çıkardı. Arkadaşlarına birer zıvanalı sigara ikram etti. Bu sırada Gönül Hanım gülerek dedi ki:
“Tolun Bey, istasyonda pasaport memurunun karşısında o kadar korktunuz ve sarardınız ki sizi bir ecel kazasına uğrayacaksınız, yüreğinize inme inecek sandım; ben de sizinle beraber titremeye başladım.”
Genç subay bu latifeden hoşlanmadı.
“Feyzi-i Hindî adında Hindistan’da yetişmiş bir Türk şairi vardır. Farisî olan şiirlerinden size bir beyit okuyayım:
Der kişver-i mâ mir-i ecel râh nedâret
Ez merk nemîden ve uzrâ neşinâsîm.
Manası: ‘Bizim memleketimizde, yani Türklerin memleketinde, ecel beyinin yolu yoktur. Biz ecelimizle ölmeyiz ve taziyet -baş sağlığı- dileme tanımayız.’ Onun için benden ölüm korkusu beklemeyin Gönül Hanım. Çekinmem; memur, şüpheye düşüp de bu mukaddes hizmetten bizi mahrum etmesin düşüncesiyleydi. Vatanımdaki gençlerin belki yüzde otuzu eceliyle ölmemiş, savaş meydanlarında veya kışlalarda can vermiştir, öyle olmasaydı, birkaç kadınla evlenmenin mümkün olduğu memleketimde nüfus fazlalığı Rusya ve Almanya’yı geçerdi. Vatan sathı insanı kıt bir harabe hâlinde kalmazdı.”
Bu konuşma, Kont’un da anlayabilmesi için Fransızca cereyan etmişti. Hadise bir dakikada unutuldu, şimdi millî bir vazife yapmaktan doğan bir sevinçle mutlu idiler. İçleri gülüyor, yüzleri gülüyor, gözleri gülüyordu; göğüsleri kabarıyordu. Aralarında en çok iftihar eden ve gururlanan Mehmet Tolun’du. Çünkü hiçbir Osmanlı Türk’ü kendisinden önce böyle tarihî ve ciddi bir maceraya atılmamıştı. Bu koca millete ilmî bir maksat uğrunda seyahat eden ilk kâşif kendisi olacaktı. Bu fedakârlığı, vatandaşları için örnek alınmaya değer bir çığır açacaktı. Türk tarihine ettiği hizmete karşılık adı gökleri tutacaktı. Hayatı, tahsili boşuna geçmemiş ve yurduna faydalı bir adam olmuştu. Bu ne değerli bir şerefti. Her genç Türk de kendisi gibi düşünse, kendisi gibi fedakâr olsa, bu talihsiz, bu ümitsiz milletin otuz, kırk yılda, medeni milletler arasında pek yüksek bir mevkisi olurdu. Bu saf düşüncelere yoldaşları katılamazlardı. Kont Zichy’nin mensup olduğu Macarlardan, kavimleri incelemek uğrunda seyahat edenler vardı. Tatar arkadaşları için bu yollar, ilmî bir amaç olmaksızın, kaç kere geçilmişti. Seyahat evrağı ve askerî belgeler, sahte olmakla beraber, muntazam bulunduğundan, bu uzun tren yolculuğunda sıkıntı çekmemişlerdi. Bazı istasyonlarda birkaç defa pasaportlarını, belgelerini yokladılar. Zorluk çıkaran olmadı. Sibirya’nın durgun ve ıssız, kardan bembeyaz olan bozkırlarına, tundralarına vagonun penceresinden baktıkça, Mehmet Tolun’un gözleri dalar, yurdunu, ailesini ve arkadaşlarını düşünürdü. Tren, istasyonlarda uzun müddet kalmadığından, bunlar, yol üstündeki kasabalarda birkaç saat dolaşıp hareketsizlikten doğan yorgunluklarını geçiriyorlar ve bu sayede de bazı ehemmiyetsiz eksiklerini tamamlıyorlardı.
Seyahat sırasında Kont, Gönül Hanım’ın etrafında pervane gibi uçar, dolaşırdı. Tolun, kadınlara karşı ne kadar çekingen, ne kadar beceriksizse, bu Macar asilzadesi o derece girgin ve dalkavuktu. Kont, trenin uzunca durduğu her istasyonda ne yapar yapar Gönül’e bir kutu şekerleme, bir demet çiçek veya levazımıyla bir bardak çay bulur, getirirdi.
Çok defa tahtadan yapılmış sade, maskara oyuncaklar bile takdim ettiği olurdu. Zavallı Tolun da her zaman bir hediye almayı kurar, arar, sorar, döner, dolaşır; hiçbir şeye karar veremez, nihayet eli boş, utanarak hareket etmek üzere olan trene güç yetişirdi. Bu beceriksizliğin cezasının en acısı Zichy’nin getirdiği tatlı ve çerezlerden Gönül’ün ayırıp Tolun’a da vermesi ve subayın bunu kabule mecbur olmasıydı. Bu pek ehemmiyetsiz mesele subayın vakarına pek dokunur ve neşesini kaçırırdı. Kendisinin de istasyonlarda satılan sütlü kahveden, çaydan alıp getirmesi kabildi. Fakat buna da Kont’u taklit manası verilebilirdi. Bu düşünce Tolun’a ağır geliyordu. Bu hâl karşısında kalbinde Kont’a karşı bir kıskançlık uyandırıyorduysa, kusuru yine kendi beceriksizliğine ve belki de güçlük çıkarma huyuna bağlıyordu. Zichy’ye karşı duyduğu kıskançlık bir hakka dayanmıyordu. Belki erkeklik kibrinin incinmesinden doğuyordu.
Bir sabah İrkutsk istasyonuna vardıkları zaman vagondan fırladı. Katar birkaç saat kalacağı için istasyondan dışarı çıktı, ilk rastladığı meydandaki dükkânların camekânlarını seyretmeye koyuldu. Bir tütüncü dükkânında Boğaziçi’nin, Haliç’in ve Sultan Ahmet Cami’nin resimleri bulunan üç kartpostal gördü ve hemen aldı. Yakındaki bir çiçekçiden gül ve laleden ibaret bir demet yaptırdı. Kartları çiçeklerin arasına sıkıştırdı ve Gönül Hanım’a sunarken:
“Türklerin müşterek vatanlarının muhabbeti sizin çiçek kalbinizde böylece saklı kalsın.” dedi. Gönül cevap verdi:
“Ebediyen…”
Ve sevincinden ellerini çırpmaya başladı. Bugün akşama kadar İstanbul’un vasıfları anılarak geçti. Şimdi katar Baykal Gölü’nün batı kıyısını dolaşıyordu. Kultuk, Bolscherjé şehirlerini geçerek bir gün sonra da demir yolu seyahati Udinsk’te sona erecekti. Bu tren yolculuğu harp sonucu doğan gecikmelerle on gün sürmüştü. Güneye doğru indikçe vagonlar göğe yükselmiş çam ormanları arasından geçiyor ve bazen gölün bataklık kıyısını takip ediyordu. Dört kişi oldukları için aralarına yabancı girmemiş ve hatta kondüktöre bahşiş verilerek Gönül Hanım’ın yanlarındaki kompartımanda, geceleri yalnızca istirahat etmesi de sağlanmıştı. Gerek Tolun’un ve gerek Kont’un iyi Rusça telaffuz etmemesine rağmen, yolda bir güçlükle karşılaşmamıştı.
Martın birinci günü Udinsk’e vardılar. On günlük seyahat kendilerini yorduğu için hem biraz dinlenmek hem de evvelce buradaki acentelerine gönderdikleri levazım sandıklarını muayene etmek üzere birkaç günlüğüne bir otele indiler. Ertesi gün Gönül Hanım yol arkadaşlarına, odasında bir çay ziyafeti verdi. Aynanın önünde Tolun’un verdiği üç kartpostal duruyordu. Kaplanoğlu, Rumeli Hisarı ve çevresini gösteren resimlere derin derin baktı:
“Ne muazzam bir güzellik, burası bütün Ural-Altay kavimlerinin manevi payitahtı olmalıdır, medeniyet merkezi olmalıdır. Bütün Slav milletlerinin kıblesi Petersburg, İngilizce konuşanların mihrabı Londra olduğu gibi… Boğaziçi’nin iki kıyısında kurulacak birkaç üniversitede, Asya’daki Türk kavimlerinin irfana susamış gençlerini doyuracak birer ilim kaynağı mevcut olsa…”
Budapeşte’nin bu arada unutulduğundan canı sıkılan Kont Zichy, şaka yollu dedi ki:
“Demek Türkler bütün Asya’yı istila etmek istiyorlar. Bu tasavvuru, gerçekleşmesi pek çok zaman isteyen bir hayal sayarım.”
Mehmet Tolun ihtisasıyla ilgili bu itiraza hemen cevap verdi:
“Türklerin ittihadı, İslamların ittihadı gibi, Avrupalıların, bilhassa Avrupa’daki düşmanlarımızın bize yönelttikleri iftiralardır. Türkiye’de hiç, ama hiç kimse yoktur ki Asya’yı, Rusya’yı istilayı hatırından geçirsin. Türkler Asya’dan evvel, Türkiye’yi fethetmelidirler. Yurdumda hâli, şanı bilinmeyen, el değmemiş, unutulmuş öyle yerler, bölgeler var ki saysam hayret edersiniz. Bence Türk Birliği, hatta İslam Birliği demek Türk kültürünün, İslam ilminin birliği demektir. Daha umumi bir deyişle Türklerin aydınlanması, medeniyet yolunda ilerlemesi demektir. Biz yabancı ülkeler fethetmek değil, yerli üniversiteler açmak istiyoruz. O suretle ki Berlin’de, Viyana’da, Zürih’te, Hollanda’da Niebelungen efsaneleri ne tesir bırakıyorsa, Ergenekon, Alparslan masalları da Tebriz’de, Bakü’de, Kazan’da, Budapeşte’de, Türkistan’da, Sibirya’da o tesiri yapmalıdır. Bunun için Almanya Avusturya’yı, Doğu İsviçre’yi istila etmedi ve bu ülkeler hakkında da hiçbir hırs beslemedi. Amerika ve İngiltere aynı kültüre sahip oldukları hâlde birbirlerini mahva çalışmıyorlar. Türklerin milliyetperver bir zümresi istiyor ki, medeniyet âleminde nasıl bir Latin medeniyeti, bir Anglo-Sakson terbiyesi varsa, bu medeniyet ve terbiye nasıl cihanda bir refah amili olmuşsa, bir Türk medeniyeti, Türk kültürü de er ve geç Doğu’da, o suretle bir terakki vasıtası olsun. Bu gayeye bizi ulaştıracak Savunma Bakanlığımız değil Millî Eğitim Bakanlığımızdır… Bu sade ve tabii mefkurede nasıl ve ne gibi istila fikri buldunuz? Anlayamam Kont! Dikkat ettinizse Ali Bahadır Bey, İstanbul, Ural-Altay kavimlerinin idare merkezi olmalıdır, demedi. Medeniyet merkezi, manevi başkenti olmalıdır, dedi.”
“O hâlde, itirafınıza göre, mademki memleketinizde daha bilinmeyen, bırakılmış bölgeler varmış, önce onları keşf ve imar etmek Asya’dan öğrenci davet eylemekten daha lüzumlu ve önemli değil mi? Asya’daki ırktaşlarımızı aydınlatmak istiyorsanız, hatırınıza İstanbul’dan daha çok imar görmüş, daha yükselmiş, aynı millî men-şeye mensup bir ahalinin bulunduğu bir diğer başkent gelmiyor mu?”
Gönül Hanım gülerek atıldı:
“Budapeşte demek istiyorsunuz değil mi Kont?”
“Evet…”
Bu tatlı kız Kont’un önüne birkaç gevrek ile murabba kasesini sürerken karşısındakinin yüzüne manalı manalı baktı ve:
“Müsaadenizle buna da ben cevap vereyim, Kont!” dedi ve ilave etti:
“Macarları Şark’tan ayıran tam on asırdır. Sizde bugün Şark kültür ve medeniyetinden zerre kalmamıştır. Hristiyanlıktan sonra evvela Latin medeniyeti, sonra Alman kültürü arasında kaldınız. Latin, Cermen, Slav dalgaları arasında tarihinizi, geleneklerinizi, dilinizi ve hatta ecdadınızı unuttunuz.
Bugün miladi on dördüncü yüzyıla ait Macarcada bir mısraya, bir mesele, bir masala malik değilsiniz. Dilinizdeki sözcüklerin yüzde yetmişinden fazlası Latin, Cermen, Slav kelimelerinden müteşekkildir. Ancak, yüzde on beşi Altaîdir, onlar da asılları anlaşılmayacak derecede tahrif ve tahrip olunmuş lafızlardır. Mesela Macarca ‘ayna’ demek olan ‘tükör’ün ‘görmek’ menşeinden geldiğini bilmek için ya keramete sahip veya ilm-i iştikaka aşina olmak lazımdır. Bu iki faziletin erbabı da, maatteessüf, pek nadirdir. Bereket versin Macaristan’da bir buçuk asır kalan Osmanlı Türklerine ki, o zamana kadar, size cebren kullandırılan Latince, Almanca yerine kendi dilinizi iade ettiler. Eğer onlar memleketinize muvakkaten malik olmamış olsaydılar, bugün, on milyonu geçen halis Macarlar dilleriyle, ruhlarıyla tamamen Alman olmuşlardı. Bu olmaz bir şey değildi. Altay kavimlerinin ‘âbâ-i beşer’ olduğuna kani değilseniz, Rusların, en azından, yüzde ellisi ile aynı babanın evladı olduğumuza şüpheniz yoktur ya. Onlar nasıl Slavlaşmış iseler siz de o suretle Cermenleşecektiniz. İşte, bu cihetlerle, Peşte’nin Ural-Altaylı nesillere, hüviyetini, lisanını öğretecek bir mevkide bulunmadığına hak verirsiniz, sanırım.”
Ali Bahadır Bey, köşesinden kımıldamadan, söze karıştı:
“Mamafih Macar başkentinin, bunun için esasen gayet mühim olan mevkini tamamen kaybetmesi gerekmez. İstanbul’da dinini, dilini, tarihini öğrenen bir Türk’ün, bir Tatar’ın Macaristan’ın ziraat, sanayi vesair ihtisasa ait yüksek okullarına devamına hiç mâni yoktur. Peşte de bu suretle ırkdaşlarına karşı vazifesini ifa etmiş olur.”
Bahadır Bey uzlaştırıcı nutkunu bitirmeden Gönül Hanım, yerinden fırladı:
“Bana kalırsa, mademki, medeniyetin kemal vasıtalarını, terak-kiyatını ihtiva eder bir Türkiye, bir İstanbul farz ediyoruz, o hâlde halis Macar gençlerinin dahi Türkiye’ye gelip Türkçe tahsil etmelerine bir mâni kalmaz. Bundan hasıl olacak menfaat ikidir: Evvela her iki kavmin mukaddes ateş sahiplerinin, el ele, Asya’yı aydınlatmaya -fakat hiçbir siyasi fikre kapılmadan- gidebilmeleri ihtimalinin vücut bulması; ikincisi her iki kavim arasında sınai ve ticari münasebetlerin artması…”
Tolun Bey sedire yaslanmış, sigarasının rehavetkârane külünü dökerken:
“Tam Şarklılar gibi hülya ile vakit geçirirken asıl meseleyi unutuyorduk. Hani, bugün arabaları ve kılavuzu ayarlayacaktık?” dedi. Bunun üzerine hep birden kalktılar. Gönül Hanım’ı bazı eşyaların tamiri ve tertibi için otelde bırakarak çıktılar.
Bir gün sonra sabahleyin hazırlanan troykalara[7 - Troyka: Rusya’da üç atla çekilen kızak ya da araba.] binerek ve eşyayı hayvanlara yükleterek güneye doğru, Selenga Nehri vadisini takip ederek yola revan oldular. Arbunovk şehrinde bir gece istirahat ettiler. Diğer ufak kasabalarda araba, hayvan değiştirdiler. Yollar yüksek çam ağaçları arasında hem latif hem yek ahenkti. Selenginsk’e vardıkları zaman bu sıkıntılı ve tatsız kasabada karşılaştıkları tufana benzer bir yağmurdan ötürü tam beş gün kaldılar.
Bu suretle Udinsk’ten Kâhta’ya kadar 250 kilometrelik mesafeyi tam on beş günde katettiler. Araba yolculuğunda Rus zabıtasının şiddetli muamelelerinden bir hayli azap çektiler. Hatta bir gün Kont, Alman casusu ithamından altı saat tutuklu kalmak, yüz elli ruble rüşvet vermek ve bir tokat yemekle kurtulabildi. Hoş olan, olmayan birçok macera yaşadılar ve bu sarp geçitleri kâh para kâh Kaplanoğlu’nun rast geldiği Tatar dostu kimselerin yardımıyla atlattılar. Kâhta şehri Çin Moğolistanı ile Sibirya sınırı üzerinde Rusya’da son merhale idi.
Mehmet Tolun Bey’in Günlük Hatıraları
12 Mayıs
Araba yorgunluğundan günlük hatıralarıma birkaç gündür devam edemedim. Sünbüli bir hava. Öğleüstü hayvanları dinlendirmek, biraz da çimlenmek için bir geçidin ortasında troykalarımızdan indik. Bahar tatlı renklerini, ince kokularını serpmeye başlamıştı. Etrafta öbek öbek iri mavi laden çiçekleri açmıştı, iki taraflı yarların sırtlarında göğün maviliklerini örten, yeşil ulu çamlar ince parmaklarıyla, uzaktan üzerimize, nazik bir rüzgâra sarılmış yeşillik kokuları, hafif bir güneşe bürünmüş bir orman ahengi saçıyor. Yanaklarımız, ellerimiz bu okşamalarla gülüyor, güzelleşiyor gibiydi. İki buçuk aydan beri bizi kovalayan dondurucu ayazların, kar tipilerinin eziyetlerini bir dakikada unutuverdik.
Kont gülerek dedi ki:
“Mademki atalarımızın yurduna erdik; onların ruhlarını şad etmek için âdetlerini ihya edelim. Buraya kadar kardeş gibi aynı duygu, aynı istek ile geldik; buradan öte de bu samimiyeti muhafaza için kan kardeşi olalım, ant içelim.”
Bu âdet Türkiye’de hâlâ caridir. Kont bu sırada, ellerini temiz yıkadıktan sonra parmağının ucunu çakısıyla deşerek birkaç damla kan çıkardı. Bunu gören tercümanımız Mengüberdi hemen bir kâse kımız getirdi. Zichy, kızıl kanını bu beyaz sıvının içine damlattı. Arkadan ben ve Ali Bahadır da aynı suretle bileğimizden, kolumuzdan birkaç damla kan döktük. Sonra kâseyi karıştırarak içindeki sıvıyı bardaklara taksim ettik ve yekdiğerimizin afiyetine içtik. Gönül Hanım da bu ecdat ayinine uymak istedi. Fakat Macar asilzadesi:
“Hayır, matmazel, size riayete esasen borçluyuz, sizinle aramızda herhangi bir anlaşmazlık çıkma ihtimali yoktur ki canınızı acıtmaya lüzum görülsün.”
Ben de ilave ettim:
“Kadınlar arasında ant içmek mutat olmamıştır.”
Sibirya sınırından, Kâhta’dan ayrılalı beş gün oldu. Bu beş günlük yolculuğu bataklıkları, uçurumları, ormanlar arasında çürük ağaç yıkıntılarıyla dolmuş geçitleri aşarak bitirdik. Ken Dağları’nın Kentei girift silsilesini güçlükle geçtikten sonra Karan Koui Boğazı’na vardık. Bu akşamı Urga’da, seyahatimizde rastladığımız ilk Moğol kasabasında, Moğolların mukaddes bir yurdunda geçireceğiz. Demek aile arasındayız.
Bir zaman adları Avrupa’yı titreten atalarımızın, Tukyuların, Hunların, Türklerin, Moğolların beşiği, mezarı, geçidi, meydanı olan, şimdi ıssız duran bu yerlerde bir gün gelecek fabrika bacaları yükselecek, lokomotifler çığlık koparacak…
Bir vakitler ok ve kargı taşıyan ecdadımızın torunlarının elleri bundan sonra manivela, demir çarklar döndürecek, işte o zaman belki bir ikinci hercümerç olacak…
Akşamüstü sular kararırken, dar geçitlerden, birer tapınak olduğunu haber verdikleri, sıralanmış yarım çam bölmelerinden yapılmış tahta perdeler içindeki birer katlı binaların önünden, bu dakika tenha olan pazar meydanından geçerek, yanı sıra kirli bir derecik akan ensiz bir yolun nihayetinde, kılavuzumuzun ihtarıyla kerpiçten bir kulübe önünde durduk. Burası Sibiryalı bir tüccarın evi imiş ve günde beş ruble ücretle kiralamışız.
Gönül Hanım pek yorgun görünüyor. Ben ise bir Moğol evinde yatmak istiyordum. Bunu teklife cüret edemedim.
14 Mayıs
Moğolların dinî merkezi olan Urga şehri iki kısımdan mürekkeptir. Araları altı kilometredir. Her iki kısım da Tula Irmağı’nın sağ tarafındadır. “Boğdukura” yani mukaddes mabet denilen birinci kısımda yalnız Moğollar yaşar. Burada Lama mezhebine ait tapınaklarla Canlı Huda’nın eski bir sarayı vardır. Maymaçin denilen ikinci kısmında ise Çinliler oturmaktadır.
Moğollar buraya “Urga” adını vermiyorlar. “Buğdul kura”[8 - Buğdu kelimesinin aslı, kavi ve mukaddes anlamına gelen “boğa” lafzıdır. Vaktiyle Türkler öküze ve boğaya tapınırlardı. Boğa lügati İslaveaya “Boğo” tarzında geçmiş ve Tanrı manasında kullanılmıştır. Nitekim öküz kelimesi de oğuz, yayuz, uğuz, oks, öküz, ogüst tarzında Latince, Almanca, İngilizce ve Macarcaya intikal etmiştir.] veya sadece tapınak manasında “Kura” diyorlar. “Urga” adı ise tercümanımızın iddiasına göre Ruslar tarafından bu kasabaya “urta, orta” kelimesinden galat olarak verilmiştir. Kâhta şehri Moskof tarafından tesis olunduktan sonra buraya ticaret için gelen Moğollara sorulan “Nereden geliyorsun?” sorusuna mütemadiyen güneyden ve daha doğrusu, Sibirya ve Çin’e nispeten “Ortadan geliyorum.” demek olan, “Urtas yaucu vaynam.” cümlesinin ilk kelimesinden Urga adı çıkıvermiştir. Ben de Gönül Hanım’a İstanbul’un da Rumca “İs tin polin” yani “şehre” veya “şehirde” tabirinden galat olarak alındığını anlattım.
Moğollar mabetlerini ateş, su, maden, toprak ve odundan mürekkep mukaddes saydıkları beş unsura alamet olmak üzere ekseriya amudi kırmızı, mavi, sarı, kara, ak çizgilerle boyamışlardı.
Yemekten önce hepimiz kasabanın etrafını gezmeye çıktık. Aman Allah’ım! Ne bir ağaç ne yeşil bir ot! Hiç, hiçbir şey yok. Ufuklara doğru uzanan kumlu, çorak bir çöl… Geçmiş günlerin matemini, inler gibi devamlı esen bir kuzey rüzgârı her dakika kirli sarı tozları savuruyor. Kasabanın içi de ne kadar acıklı ve iğrendirici idi. Burada kalbi, izzetinefsi olan bir fert yok mu idi? Sokakların ortalarına çöpler ve hayvan leşleri yayılmış, etrafında sürü sürü köpekler dolaşıyor.
Kılavuzumuz bizi şehrin diğer kapısına götürdü. Ne görelim? Altı üstüne dönmüş bir mezarlık… Şurada yığın yığın insan kemikleri… Biraz ötede kurtlardan, köpeklerden artık çürümüş, şişmiş ölüler!
“Terrem Tete!” diye Macarca bir küfür savurdu ve Gönül Hanım’ı çekti, kaçtılar. Meğer Buda mezhebince cenazelerin gömülmesi harammış. Hatta bazen sofu Budistler, Azrail’in kulübelerinin etrafında dolaşmasını önlemek için, ümitsiz can çekişen aile fertlerini sokağın bir köşesine bırakırlarmış. Hastanın son nefesini bekleyen köpekler, ölüme hazır bedbahtın etrafını alır ve onda hayat eseri kalmayınca birbirini itip çiğneyerek ölü üstüne atılırlar ve cesedi parçalarlarmış… O zaman buralarda köpeklerin ne mühim vazife gördüklerini anladık. Esasen hiçbir yerde bu kadar semiz, bu kadar gururlu köpekler görülmemiştir. Buradan daha kirli bir şehir, buranın insanlarından daha miskin ve pis mahluklar tasavvur edilemez: Köpeklerin insanlara hâkim olduğu bir ülke. Burunlarımızı tıkadık, gözlerimizi yumduk. Dönerken Bahadır Bey dedi ki:
“Bu hareketsizlik, cansızlık, arzusuzluk, pislik bütün bu çaresizlerin mensup oldukları uğursuz mezhebin gerektirdiği hususlar. Budizm, şu cihanın vaktiyle en canlı, en arzu dolu Moğollarını böylece birkaç yüzyıl içinde en tembel ve en alçak bir hayvan derecesine indirmiş.”
“Evet.” dedim. “En medeni insanlardan, en vahşi beşeriyete kadar her kavmin, düşüncesine, yaşayışına, mensup olduğu dinin tesiri inkâr edilemez; inanışın yanında, cinsiyet ve milliyetin yeri ikinci derecede kalıyor.
Dinin, maneviyatın saf ve cahil insanlar üzerindeki tesiri bazen feyiz verici fakat çok kere kahredici oluyor. Herhangi bir dinin siyah ve kanlı perdesi ancak ilim ve irfan ile açılıyor ve gerçek yönü ilim ve irfan ile aydınlığa kavuşuyor.”
Taştan mabetler ve kerpiç ile yapılmış kulübeden başka, diğer meskenler keçe çadırlardan ibaretti. Bu toparlak ve tavanları mahrut şeklinde çergelere Kırgızlar “Yurd” ve Moğollar “Kir” diyorlar. Çadırların etrafı çam bölmelerinden tahta darabalar ile ayrılmıştı. Bu suretle kasabanın gösterdiği acı manzarayı ancak yer yer rastlanan tapınakların altın kubbeleri değiştiriyordu. Bunların en önemlisi “Maydari” tapınağı idi. Urga’nın ahalisi “Kalka” denilen Moğollardan mürekkeptir. Bunlar sarı ile kırmızı arası kiremit renkli, iri elmacık kemikli, yassı yüzlü idiler.
Bu bela mekânının gündüzünü gördüğüm için gecesinin hayalinden irkilmeye başladım. Gece katı ve zifiri bir karanlığın altında bütün bu pis ve iğrenç köpeklerin hükmüne bırakılıveriyor ve hırlaşmalar, havlamalar, ulumalar sabaha kadar büyük bir gösteriş ve gürültü ile devam ediyordu.
16 Mayıs
Akşam hem bedenen hem ruhen yorgunduk. Yemekten sonra çaylarımızı içerken Kont Béla Zichy dedi ki:
“Atillaların, Batu Hanların, Cengizlerin, Yavuzların ecdadı bu miskinler midir? Hindistan’ı, Çin’i altüst edenler, Fağfurlara ‘Çin Seddi’ni yaptıran ‘Hiyungnular’ bu mendeburlar mıdır? Altınorda kahramanlarından bu paslanmış teneke parçaları mı kalmış?”
Gönül düşünüyordu. Gözleri dalmıştı. Çay bardağını dakikalarca dudaklarında tuttu. Birdenbire:
“Ne düşünüyorum, biliyor musunuz? Bu milletin Avrupa’da ve Asya’da tarih öncesinden beri savaşmadığı hemen hiçbir kavim kalmamış gibidir. Tasavvur ediniz: Hiungnular, Çinlilerle; Hunlar, Cermenler, İskandinavyalılar, Frenkler ile; İskitler, Türkler, Moğollar, İraniler ile; Moğollar, Hintliler ile; Tatarlar, Moğollar, Türkler, Araplar ile; yine Tatarlar, Türkler, Islavlarla (Rus, Sırp, Çek, Leh, Bulgar, Hırvat, Dalmat) vb.; yine Türkler, Moğollar, Tatarlar, Nemseler (Almanlar) ile; yine Türkler, İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler, Avusturyalılar ile çarpışmışlar ve yenmişler yahut yenilmişler; fakat her defasında harikalar göstermişlerdir. Hayır, hayır! Bu kadar didinmenin, çarpışmanın sonu elbette yorgunluktur. Bu kadar kan dökmenin neticesi elbette kansızlıktır. Herhangi tunç ve çelik bir silah bu derece kullanılırsa elbette aşınır, körlenir.
Ali Bahadır Bey gülerek atıldı:
“Hemşire, bu sonu gelmez sıkıntı ve güçlüklerin tesiri inkâr olunamazsa da yorgunluk, babadan toruna geçerken dinlenmiş bulunur. Moğollardaki bu düşkünlüğün sebebini Buda mezhebinde ‘Sakyamoni’nin yanlış ve doğru cetvelinde, diğer deyimle, günah ve sevap hanelerinde aramalıdır.
Bir kere Budizmin beşer beşer ayırdığı, şu on şarta bakınız; hatırımda kaldıysa tekrar edeyim.
Önce:
1- Öldürmemek, 2- Çalmamak, 3- Fuhuşa kapılmamak, 4- Yalan söylememek, 5- Sarhoş olmamak.
Sonra:
1- Mevsimsiz yemek yememek, 2- Dans etmemek, şarkı söylememek, çalgı çalmamak, 3- Süslenmemek, koku sürünmemek, 4- Büyük yatakta yatmamak, 5- Altın ve gümüş saklamamak.
Şu ikinci bölüm şartların karşılığında hayatta ne lezzet ne çaba kalabilir?
Buda, mensuplarının davranışlarına göre mükâfat ve ceza vadeder.
Mükâfat: Nirvana.
Ceza: Ruhun insandan hayvana ve hayvandan insana geçmesi.
Ruh göçmesi, kötü iş işleyenlerin ruhları öldükten sonra en iğrenç ve melun bir hayvan kalıbına girmek ve tekrar dünyada yaşamaktır.
Nirvana ise ahirete ait zevklerin devamı için hayat içinde yok olmaktır.
Nirvana’ya erişmenin usulünü gösteren, Budizmin esası olan şu dört gerçek mühimdir:
1- Elem hayattan ayrılamaz.
2- Elem, emelin kızıdır.
3- Hayat ve elem Nirvana ile biter.
4- Nirvana mutluluğuna erişmek için kin ve garezle ilgili arzulardan ve nefisten geçmek, istekleri devam eden hayatın bütün ilgilerini kesmek lazımdır.
İşte, Nirvana denilen böyle bir delilik, bu ıssız ve çorak çöllerde yaşayan cahil, içi temiz Moğol dimağlarına yüzyıllardan beri aşılanırsa, sonu böyle hiçliğe ve miskinliğe varır.
Yukarıda söylediğim on dinî şarttan başka, ruha ait hizmetlerde, mezhep işlerinde bulunanlar için evlenmek değil, bir kadının yüzüne bakmak, hatta bir küçük kızın eline dokunmak bile haramdır.
Din gereğince çalışmaları yasaklanmış ve sadaka ile geçinmeleri mecbur kılınmış Budist ruhanileri bir kadının elinden sadaka da alamazlar. Bunların yeni kumaşlardan elbise yapmaları da günahtır. Mezarlıklardan, süprüntülüklerden toplanan paçavraları kendi elleri ile birbirine ekleyerek, dikerek bunlardan nihayet üç kat elbiseye sahip olabilmelerine izin vardır. Budist ruhanisi yatağa uzanamaz, mutlaka otururken uyumalıdır.”
“Fakat…” dedim. “Japonlar da Budist oldukları hâlde onlarda bu miskinlikten eser yoktur!”
“Bir kere Japonların tamamı Budist değildir, içlerinde Konfuçyüs mezhebine ve Japonların eski dinlerine mensup olanlar da az değildir. Bununla beraber Japonya’ya miladi altıncı yüzyılda musallat olan Budizm bu adaların neşeli, çalışkan, becerikli ahalisini çok sarsmışsa da, coğrafi mevkileri bakımından daima diğer kavimlerle temasta bulunduklarından tetik davranarak bu mezhebi kendilerinin ırk ve iklim şartlarına göre değişikliğe uğratmışlardır.”
Kont Zichy ekledi:
“Seyahatlerim sırasında dikkat ettiğime göre bu her dinde böyledir. Nitekim İslamiyet’in Yemen ve Useyir taraflarındaki anlaşılışı ile, aynı dinin Kazan’da, İstanbul’da, Cava’da uygulanışı arasında büyük farklar vardır. Mısır bölgesinde bir şeyh, kendisinden manevi himmet talep eden bir Arap’ın ağzına tükürür, bu pis hareket bir nevi feyiz aşılama sayılır. Sanmam ki İstanbul’da hatta Anadolu’da bir cahil Türk bu türlü muameleye katlanabilsin. Ortodokslukla, Protestanlıktan örnek vermeden söylenebilir ki, Şikago’daki Hristiyanlıkla Habeşistan’daki Nasranîlik arasındaki münasebet çok uzaktır, İspanya’da esmer ve kara gözlü olan İsa ve Meryem, Almanya’da sarışın ve mavi gözlü ve Habeşistan’da kıvırcık saçlı, koyu esmer bir Habeş olarak düşünülür ve tasvir olunur.”
Ali Bahadır Bey tasdik etti ve dedi ki:
“Budizm, her şeyden önce, ahali sınıfları arasındaki farkı kırmış; insanları ruh ve beden bakımından iki kısma ayırmış; Moğollarda ve Türklerde görülen asil sınıf ve sıfatını ortadan kaldırmış. Düşünün! Bir zaman kafataslarından ehramlar, insan vücutlarından duvarlar, siperler yapan Cengizlerin, Temürlenklerin çağdaşları, idareleri altında bulunan Moğollar bu teşebbüslere bir itaat imanı ile girişiyorlardı. Budizm, korkunç devlerin torunlarının bu körü körüne iman hasretini ‘Nirvana’ya erişmeye hasrettirmiş. Moğolların biraderleri Türkler din değiştirerek ve göç ederek bu miskinlik tehlikelerinden kurtulmuşlardır. Fakat Asya’nın bu kervan geçmez ıssız yerlerinde kalan Moğollar ile Tatarların bir kısmı yakalarını bu pek yavan ve felsefi bir din olan Budizm’e kaptırmış ve mahvolmuşlar.”
Gönül Hanım söze karıştı:
“Unutmayın, buranın Moğolları yalnız Budist değil, aynı zamanda ‘dalay lama’ya bağlı Lamai’dirler. Mamafih bunların noksanlarını gördük, anladık. Şimdi bu talihsizlerin ıslahı için bir çare bulalım.” Bunun üzerine Bahadır Bey:
“İlkin kendimiz için bu yorgunluğa bir çare bulmamız daha lazımdır. Artık odalarımıza çekilsek…” dedi.
Bugün Kont, Gönül’e karşı gayet dikkatli ve çekingendi.
18 Mayıs
Bu sabah yorgunluktan geç kalktık. Gönül Hanım devetüyü renginde uzun ve bol bir manto giymişti. Başına da aynı renkte, iki tarafında ince güderiden birer gül bulunan bir deri başlık geçirmiş ve yüzünü boz bir peçe ile örtmüştü.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-hikmet-muftuoglu/gonul-hanim-69429358/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Müsteşrik: Doğubilimci, oryantalist.
2
Müverrih: Tarih yazan kimse.
3
Tabakhane: Hayvan postunu kullanılacak duruma getirme işleminin yapıldığı yer, sepi yeri.
4
Kuvvet taşı: Bugünkü gülle ve disk.
5
Bizim İtfaiye Kumandanı Szécsenyi Paşa’nın kardeşi ve Macaristan’ın en asil sülalesinden olmakla “St. Anien” tacının muhafızıdır.
6
Sahtiyan: Tabaklanarak boyanmış ve cilalanmış (genellikle keçi) deri.
7
Troyka: Rusya’da üç atla çekilen kızak ya da araba.
8
Buğdu kelimesinin aslı, kavi ve mukaddes anlamına gelen “boğa” lafzıdır. Vaktiyle Türkler öküze ve boğaya tapınırlardı. Boğa lügati İslaveaya “Boğo” tarzında geçmiş ve Tanrı manasında kullanılmıştır. Nitekim öküz kelimesi de oğuz, yayuz, uğuz, oks, öküz, ogüst tarzında Latince, Almanca, İngilizce ve Macarcaya intikal etmiştir.