Çağlayanlar

Çağlayanlar
Ahmet Hikmet Müftüoğlu
“Çağlayanlar”, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun 1911-1922 yılları arasında kaleme aldığı öykülerinden derlediği mensur şiirlerden oluşmaktadır. Doğrudan halka hitap eden üslubuyla Trablusgarp Savaşı’ndan Batı-Doğu çekişmesine, Turancılıktan Cihan Harbi’ne Türk insanının hemen hepsindeki kültürünü, millî bilincini incelikle yansıtmıştır. Yer yer İslami motiflerin de bulunduğu milliyetçi bir bakış açısının hâkim olduğu bu eserde Müftüoğlu, kâh masumane kâh abartılı kâh da tarihsel çıkarımlarla dolu; fakat çözüm arayışında bir çaba ile seslenmiştir, Türk ulusuna. “Bu kitabı düşünerek, sizin için yazdım. Bela gecelerinde, yaşım sızarak, yüreğim sızlayarak yazdım.”

Ahmet Hikmet Müftüoğlu
Çağlayanlar

Ahmet Hikmet Müftüoğlu
(3 Haziran 1870 – 19 Mayıs 1927)
Dedeleri uzun süre müftülük yaptığından dolayı Müftüoğlu lakabıyla anılan ve aslen Moralı olan bir aileye mensuptur. Yedi yaşında kaybettiği babası Yahya Sezai Bey tasavvufla ilgilenen ve şiir yazan bir kişidir. Babasının ölümü üzerine ağabeyi Refik Bey’in himayesinde yetişen Ahmet Hikmet, ilköğrenimine Dökmeciler’deki mahalle mektebinde başladı, sonra Aksaray’daki Mahmudiye Vakıf Rüştiyesi ve Soğukçeşme Askerî Rüştiyesine devam etti. Daha sonra Galatasaray Sultanisine girdi. Buradan mezun olduktan (1888) sonra Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı)’nde görev aldı. Pire, Marsilya, Poti ve Kerç konsolosluklarında çeşitli görevlerde bulundu.
1896’da İstanbul’a döndükten sonra Umur-ı Şehbenderi Kalemi serhalifeliğine tayin edildi, Suat Hanım’la evlendi. Hariciye Nezaretindeki görevini, Galatasaray Lisesindeki Türkçe ve Edebiyat hocalığıyla beraber yürüttü. 1908’de Umur-ı Ticariye Umum Müdürlüğüne getirildi; bu görevinin dışında Darülfünunda Fransız ve Alman edebiyatı tarihi ile estetik dersleri verdi. 1912’de Peşte başkonsolosluğuna atandı. Bu görevi 1918’e kadar yürüttü. 1920’de savaş gereçleri ile ilgili bir komisyon başkanı olarak Peşte, Viyana ve Berlin’e gönderildi. Eşi Suat Hanım’ın vefatı üzerine İstanbul’a döndü. 1924’te Halife Abdülmecit Efendi’nin başmabeyinciliğine, 1926’da Ankara’da Hariciye Vekâleti Umur-ı Şehbendireye ve Ticariye Genel Müdürlüğüne, bir süre sonra da Hariciye Vekâleti Müsteşarlığına getirildi.
Hastalığından dolayı bu görevinden istifa ederek İstanbul’a döndü. Anadolu-Bağdat Demir Yolları İdare Meclisi üyeliği görevini yürütürken, uzun süredir tedavi gördüğü hastalığından kurtulamayarak vefat etti.
Edebiyata ilgisi öğrencilik yıllarında başlayan ve ilk şiir denemelerini de bu sıralarda yapan yazarın ele geçen en eski şiiri, 1887’de yazdığı Saadet-i Mehtap adlı şiirdir. Yazı hayatının ilk devresi olan 1890-93 arasında Servet-i Fünûn dergisindeki edebî yazılarının yanı sıra, başka dergilerde fen bilimleriyle ilgili yaptığı çeviriler yayımlanmıştır. 1894-1900 yılları arasında Servet-i Fünûn’da yayımladığı topluluğun dil ve edebiyat anlayışını aksettiren küçük hikâyelerinde, birkaçı dışında çoğunlukla aşk, aile hayatı konuları işlenmiştir.
1908’den sonra Türkçülük ve Yeni Lisan düşüncesini benimseyen Ahmet Hikmet, Türk Derneği, Türk Yurdu ve Türk Ocağı’nın kurucu üyeleri arasında yer alarak Türk Derneği, Türk Yurdu dergilerinde ve İkdam’da yazılar ve hikâyeler yazmıştır. Konularını Türklükten alan hikâyelerin yer aldığı Çağlayanlar, bu dönemin eseridir. 1920’de yazılan Gönül Hanım ise, millî konuda yazılmış bir romandır.

Türkeli Zeybeklerine
Bu kitabı sizi düşünerek sizin için yazdım. Bela gecelerinde, yaşım sızarak, yüreğim sızlayarak yazdım.
Ey Türk! Bu satırlarda mazinin destanlarını, hâlinin hicranlarını söylemek ve inlemek istedim. Bir keman gibi…
Bu kemanı ana vatanın sinesinden yonttum. Tellerini kalbinin damarlarından çıkardım, istedim ki bu sazın ahengini yalnız sen duyasın. Bu acıklı iniltiler yalnız sana dokunsun.
Cihanın tarihi, vatanı uğrunda senin kadar uğraşan, kanını döken bir millet daha gösteremez. Senin kadar kimse kendi vatanına sahip olmaya hak kazanmamıştır. Bu vatan ya senindir ya kimsenin!
Dünyanın her tarafındaki taşsız mezarların, azametinin malikâneleridir.
Göğsünde tutuşan gönül, gönül değil cephane oldu. Bu uğurda parçalandıkça kinin ve feyzin çoğaldı.
Ey Zeybek! Bu kitabın yapraklarını hançerinle yırt!
Ve hançeri onun kalbinin üzerinde bırak! Bundan sonra silahının siperi bir kitap olsun.
Ey yurttaşım! Senin boynuna geçirilmek istenen esaret halkası ne bir gem, ne bir tasmadır. Boyunduruk altında olduğun hâlde, sen üşürken düşman ocakları için sana odunlar, sen açken düşman sofraları için sana buğdaylar taşıtacaklar. Gençleri kanda, tazeleri gözyaşında boğmak istiyorlar.
Asırlardır, dinin, milletin aşkına başına yağan, sonu gelmez bir beladır… Yurdun nihayetsiz bir Kerbelâ’dır… Memleketin, içinde cenaze namazı kılınan, cenaze duası okunan bir mabet hâlini aldı. Ne yoncan, ne yongan kaldı. Bir Allah’ın, bir de Muhammed’in kaldı.
Çile çekmeyen varlığını duyamaz… Bundan sonra duy ve anla ki medeniyet denilen büyük gürültünün manası makinedir. Ve makineyi Avrupa’nın elinden aldığın zaman, senin ruhunun onunkinden daha asil, senin kalbinin onunkinden daha temiz olduğunu meydana koyacaksın. Senin de dükkânını, tezgâhını fabrika ile; sapanını, tırpanını makine ile; pazunun emeğini, öküzünün gücünü buhar kuvvetiyle değiştirdiğin zaman alnının onunkinden daha yüksek olduğunu göstereceksin. Bunu göstermeye çalışmalısın. Rahat bırakırlarsa…
Vaktiyle Çin ve Hint’in medeniyetleriyle İran’ın feyzini birleştirdiğin gibi, bugün de Avrupa’nın irfanını Asya’ya ileteceksin. Ey kervan başı yürü!..
Bir cuma namazından sonra çoluğun çocuğun ile beraber, cılız davarlarının otladığı yamacın ötesinde, derenin başındaki çağlayanların yanında çınarın gölgesinde otur. Mavi yeldirmeli, sarı başörtülü Ayşe’ciğini, güneşten saçları sararmış, yüzü kararmış yavrularını etrafına al. Yaralı geniş göğsünü Girdgâr’a ve rüzgâra aç.
Senin için ben ağlarım.
Benim için kim ağlasın?
diye, gürüldeye gürüldeye çağlayan, köpüren, sinesini taşlara çarpa çarpa kabaran, atılan derenin karşısında başından geçenleri düşün. Tükenmez düşmanları, tükenmez savaşları, tükenmez kanları düşün ve bu çilelerin sebepleri kalbinde, dimağında coşsun ve durulsun. O zaman aslan gibi ölmenin ecrinin, insan gibi yaşamak olduğunu anla! İnsan gibi yaşamaya, efendi gibi yaşamaya, ataların gibi yaşamaya azmet. Evlatlarına temiz ve mamur taştan bir ev, temiz ve mamur, malumatlı bir dimağ bırakmaya ahdeyle. Ve ahdini ayalinin, evladının alınlarına kondurduğun sıcak öpücüklerle imza et!.. İşte o zaman Ayşe’ciğinin beş yapraklı al kır gülüne benzeyen kınalı parmakları bu sayfaları çevirsin. Kanatlı hercai menekşeler gibi kelebekler ekinlerin sükûnunda uçuşurken bu kitapçıktan birkaç sayfa okunsun. O sırada çehrenizde parlayacak bir tatlı gülümseyiş, bir ılık yaş, çocuklarınızın melul ruhunda, belki bir ışık, bir rahmet olur.
Akşamüstü gün batarken, ak öküzün kağnıyı köyün çeşme yalağı önündeki çamurlu yoldan sürüklediği, caminin imamı minareden kızıl meydana gömülen güneşe telkin verdiği zaman, çağlayanlar seyrinden kulübene dönerken ufukları delip daha öteleri görmek istercesine bakışların dalsın ve derinleşsin. İşte o zaman,
Hz. Muhammed’in feyzinden gönlünde de bir sönmez çırağ, Yavuz’un damarından sende de bir damla kan, Alparslan’ın yelesinden sende de bir tutam saç olduğunu hatırla ve evladını ona göre hazırla!
Bu satırları yazarken masallarımı süslemedim. Senin ruhun gibi sade olmasını istedim. Ötesinde, berisinde, eğer varsa, göreceğin özentiler sana beğendirmek, gururunu okşamak içindir. Gurur! O, her Türk’ün yaradılışındadır. Biz, birbirimizi bundan tanırız, değil mi?
Bu masallar ile arzu ettim ki senin firuze ruhuna tatlı bir renk, altın kalbine parlak bir cila vereyim. Görüyorum o renk siyah oldu, o cila donuk… Matem günlerinin taksiratı…

    Müftüoğlu Ahmet Hikmet
    Şişli, 20 Mart 1338 (1922)

Alparslan Masalı
Eteklerinde Sarısu’yun[1 - Diğer adı: Hu-an-hu Nehri.] aktığı Altın Dağlar silsilesinden ulu Karadağ’ın çorak yamaçlarında bir gölge ilerliyordu. Sabahtı. Güneş ilk tatlı ışıklarını, tepeden dökerek henüz serin ve taze akan nehrin dalgacıkları üstüne yayıyordu. Ağır yürüyüşünden, etrafına bir keklik gibi ürke ürke bakışından bu karaltının bir kadın olduğu anlaşılıyordu.
Belinde ince bir ceylan postu, sırtında ağaç liflerinden örülmüş kaba bir atkı vardı. Yumuşak ve korkak adımlarla bir küçük çalılığın kenarına gelmiş, yerden kırılmış ince dallar, kurumuş yapraklar toplamaya başlamıştı. Çalı ve yaprakları eteğine doldurdu. Telaşla yamaçtan aşağı indi.
Tan yeri ağarmış, gündüz olmaya başlamıştı. Şimdi kadının argın, uçuk benzi, yorgun, düşük kımıldanışı daha ziyade görünüyordu. Bir oyuğun önüne geldiği zaman kısık bir çığlık işitildi. Bu, yeni doğmuş bir çocuk sesi idi… Kadın koştu. Yaprakları yere attı. Yavrusunu kucağına aldı. Emzirmeye başladı. Yarım saat sonra minimini uyumuştu. Getirdiği yaprakları bebeğin altına üstüne yaydı, örttü. Etrafına bakındı. Bir insan yuvası için yetişmeyen bu kuru ot ve yapraklara bir kucak daha ilave arzusuyla oradan ayrıldı. Kırk elli adım uzaklaşmamıştı ki, iki iri kanadın havada çarpmasından çıkan boğuk bir gürültü işitti. Korkarak arkasına baktığı zaman yavrusunun bir kartalın pençeleri arasında, bulutlara doğru süzülüp yükseldiğini gördü. Kadın bu gökler aslanının uçtuğu tarafa kollarını açarak birkaç adım koştu. Acı acı haykırdı. Yıldırıma uğramış ağaç kütüğü gibi yere serildi, bayıldı.
Kartal, bu yumuşak ve pembe tenli avı pençesinde, sıkarak yükseldi, yükseldi; Ulu Karadağ’ın arka tarafına geçti. Onu bir kayanın tepesine bırakmak istedi. Fakat çocuk bir çalılığın arasına düştü. Tam bu sırada fidanların altında bir dişi aslan da iki yavru doğurmuştu. Kartal aslanı görünce avını düştüğü yerde bıraktı. Çalılığın üstünde, tatlı avının etrafında, havada birkaç defa dolandı, süzüldü. Hışımla uzaklaştı, gitti.
Dişi aslan bu miniminiyi kendi yavrularının yanında görünce onu da doğurduğunu sandı. Yargılayıcı Tanrı, bu çocuğu esirgedi, aslan kendi yavrularıyla beraber bu bebeği emzirmeye başladı. Günler, aylar geçti. Çocuk sütkardeşleriyle beraber büyüyor ve ninelerinin avlayıp getirdiği yabani hayvan etleriyle besleniyordu. Yaşı ilerledikçe gücü de artıyor, pazularında, baldırlarında aslan kuvveti beliriyordu. Kardeşleri ile oynaşıyor, güreşiyor ve onları yeniyor, seriyordu. Bu galebeye zekâsı da yardım ediyordu. Çünkü bir âdemoğlu idi…
Artık kardeşleri onu uzaktan görünce korkularından kaçıyorlardı. Bu yaşayış, ona “Alparslan” adını tabii olarak vermişti.
Yıllar geçti…
Alparslan bu hayattan memnun değildi. Arkadaşları pek alık, kendisi pek yalnızdı. Ne kadar yese yine aç, ne kadar içse yine susuz, ne kadar dinlense yine yorgundu. Sarısu ırmağının kuytu bir kenarına gider, nehirde aksini görür, sütkardeşlerine benzemediğini anlar; dimağının düşündüğünü, yüreğinin çarptığını duyardı. İşte o zaman etrafında homurdanarak gezinen aslanlara birer sille çarpar, birer tekme atar; onların çıkamayacağı ağaçların tepelerine tırmanır, daldan dala atlar, bağırır bağırırdı. Sanki doğan güneşe seslenir; uçan bulutları tokatlardı. Bu sırada diğer aslanlar onun karşısında dinelirler, kuyruklarını yere çarparlar, yelelerini kabartırlar, dişlerini gösterirler, duygusuz gözleriyle ona hayretle bakarlardı.
Böylece yıllar geçiyor, aslanların zürriyeti artıyor, lakin ona benzer bir yavru çıkmıyordu…
Aslanlar ulusuna o hükmediyordu. Gün olurdu ki, on yirmi aslanı önüne katar, onları dağlara çıkarır, yarlardan atlatır, avlara saldırtır. Sonunda can sıkıntısından hüngür hüngür ağlardı.
Bir gün yine avuluyla beraber avlanıyordu. Dik bir tepeye çıkarlarken yoldaşları gibi o da ayakla tırmanıyor, kükrüyor ve haykırıyordu. Bir geyik sürüsüne rast geldiler. Bir karışıklık, bir gürültü… Atılmalar, sıçramalar… Çalılar yarıldı, dallar kırıldı, taşlar yuvarlandı. Bu hengâmelerden bıkmış olan Alparslan, bir but kavrayarak oradan ayrıldı. Yamacın arka tarafına geçti. Dinlenmeye, gerinmeye, sıkıntısıyla belki düşünmeye koyuldu. Saatlerce hareketsiz gözleri ufuklara dikilmiş kaldı… Bu sırada idi ki ansızın bir çığlık, kendi sesine benzer bir feryat işitmişti. Dağın eteğinden seğirterek sedanın geldiği tarafa koşmaya başladı. Uzaktan kendisine benzer birtakım gölgeler gördü: Bunlar üç kadın, üç erkek, bir de taze kız idi.
Bir iki hamlede yanlarına yetişti. Dört tarafı saran aslanlardan korkarak ağaçlara tırmanan, bu hiç görmediği, fakat kendine benzediklerini hemen anladığı iki ayaklı hayvanların imdadına koştu. Aslanları bir haykırışla oradan savdı. Omuzlarını örten sarı saçlarıyla, gerdanından sarkan kumral sakalıyla, insan ile aslan arasında bir heybetle onların karşısında dikildi. Hayretle yüzlerine baktı. Kımıldanışlarını, duruşlarını süzdü. Şimdi o da doğrulmaya, onlar gibi iki ayak üstünde yürümeye, yanlarına yaklaşmaya başladı. Titreyen gözleriyle yalvaran, korkularından nefesleri tıkanan bu yedi zavallıya karşı, belki ömründe ilk defa olarak sırıttı, insanlığa ait bu tatlı işaret korkanlara emniyet verdi. Şimdi bunlar yanık yanık yalvarıyorlar ve elleriyle aman diliyorlardı. Alparslan, bu sözlerden, bu kımıldanışlardan bir şey anlamıyordu. Yalnız onların kendisine benzediklerini sanıyordu. Yanlarına daha yaklaştı. En yaşlısı ağaçtan indi. Alp bunu kokladı. Elini omzuna koydu. Artık alışmışlardı. Bu yedi kişi de aslanlar aslanının önünde eğilerek ondan merhamet, imdat istediler. O, bütün bu vaziyetlere baktı, baktı… Bu yabancıların cana yakın işaretleri, onu bir dakika için insancıl etmişti.
Korkanları, işaretlerle temin etmek istedi. Bunlar da karşılarında duran yiğidin âdemoğlu olduğunu anladılar. Lakin bunca canavara nasıl silahsız emrettiğine akıl erdiremediler. Alparslan, ihtiyarın yanına biraz daha sokuldu. Onun libasına, sakalına eliyle dokunmaya ve onu okşamaya başladı, ihtiyar yine titredi. Daha ziyade merhametini kazanmak istedi. Usulca tuttu. Arslan’ın alnından öptü… Alp, irkilmiş, geriye sıçramış ve gözlerini açmıştı. Bu ikinci insanlık hasleti yırtıcı delikanlıda garip bir tesir bırakmıştı. Çünkü ihtiyar kendisini ısıracak sanmıştı, iki dakika sessiz geçti. Şimdi genç uzun, çitişmiş, lüle lüle yelesini sallayarak bir çığlık kopardı ve sıçrayarak, koşarak yanlarından ayrıldı. Geride kalanlar neye uğradıklarını bilmiyorlar; onun hayvan mı, insan mı, yoksa bir şeytan mı olduğunu anlayamıyorlardı. Birkaç dakika geçmeden kucağında bir ceylan yavrusu olduğu hâlde tekrar yanlarına geldi. Ceylanı parçaladı ve her birine dağıttı. Misafirlerini ağırlamak istedi. Fakat onun bu ikramı karşısındakileri beklediği kadar memnun etmedi. Çiğ et yemiyorlardı. Uzun saçlı başını salladı. Hömbürdedi. Elindeki kaburgayı kemirmeye başladı.
İhtiyar işaretle anlattı. Çalı çırpıdan bir ateş yaktı. Dağarcığından bir tutam tuz çıkardı. Etin üstüne ekti, kor ateşte pişirdi. Bir parça da Alparslan’a verdi. Onlara bakarak hayatında ilk defa pişmiş et tattı. Evvela somurttu. Sonra yalandı, kaşındı, bir kere daha ısırdı. Düşündü… Bu yemek hoşuna gitmişti, pek hoşuna gitmişti. Tuz, ete başka bir tat vermişti. İhtiyardan aldığını, zevkinden, yine ona satmak istedi. Kalktı, ihtiyarı alnından öptü. Bu kadarla da kanaat etmedi… Birkaç hamlede cümlesinin alınlarına birer sert öpücük kondurmayı arzu etti. Sıra en geride oturan kıza geldi. Onun tarafına da sırıtarak değil gülümseyerek gitti. Fakat taze kızararak, titreyerek, kollarıyla yüzünü örterek birkaç adım geriye kaçtı. Bir adım ileri, bir adım geri gitti; durdu.
Kadınlar bağırdılar. Alparslan şaştı. Diğerlerinin yüzlerine baktı.
Bir sürü aslanı buyruğuna ram eden bu çöllerin hakanı, şimdi bir kızcağızın karşısında ürkmüştü.
Döndü, ihtiyarın yanına geldi. Kaşlarını çattı. Gözlerini açtı. Yumruklarını sıktı. Dişlerini gıcırdattı. Bu hâli gören kız ağlıyordu. Zavallı baba bu muammayı halletmek için ona bir şeyler anlatmak istedi. Bir dakika sonra Arslan da bunu anlamış göründü. Başını önüne eğdi ve düşündü…
Yırtıcı hayvanlardan korkusuzca Alparslan’ın himayesinde birkaç hafta dinlenmek için, bu dağın eteğinde kaldılar. Artık birbirlerini yadırgamıyorlardı. Alışmışlardı.
Taze kız ki, adı “Hanku” idi, Alparslan’a ağaç liflerinden mintan örüyor, ceylan postundan çarık yapıyordu.
Bir sabahtı. Hanku, derenin kıyısında yüzünü yıkıyor ve saçlarını tarıyordu. Avdan avdet eden Alparslan sırtında bir geyik ile beraber, kızın yanına geldi. Hanku ona da yüzünü, ellerini yıkamasını anlattı. Suda aksini gösterdi; saçlarını, sakalını, babası ve kardeşi gibi kesmesi için yalvardı… Arslan, taze kızın dediğini yaptı… Şimdi gencin gürbüz omuzları ve yiğit çehresi daha meydana çıkmıştı. Kol kola avula döndüler.
Alparslan’ın, bu yedi kişi ile tanıştığından beri zekâsı yükseliyor; bir mesele hakkında insan gibi etraflı düşünüyordu. Yavaş yavaş arkadaşlarının dilini anlamaya ve onlara tek heceli kelimeler söylemeye başlamıştı.
Bir gün sorduğu suale cevap vermeye çalıştılar ve dediler ki:
“Dünya yüzünde onlara benzer pek çok insan vardır. Onlar daha toplu ve kalabalık uluslar teşkil ederek yaşarlar.”
Bu cevapla gencin merakı daha arttı ve sordu:
“Nasıl oldu da sizden başka kimse görmedim?”
Nasıl oldu da siz buraya geldiniz?
İhtiyar, fazla tafsilat vermek istedi:
“Buraları çorak yerlerdir. Otlak olmaz, ekin bitmez. İnsanlar daha ziyade yaylalarda, yumuşak topraklı yerlerde ekip biçmekle, yırtıcı olmayan hayvanları avlayıp yemekle yaşarlar. Kendileri Çin’in şimalinden geliyorlardı. Avullarını Çinli düşman basmış, ulusları dağılmış, malları yağma edilmiş, kaçan kaçmıştı. Geride kalanlar ya öldürülmüşler veya düşman tutsağı olmuşlardı… Onlar da kaçmışlar, yollarını kaybetmişler Ulu Kara Dağ eteklerine düşmüşlerdi. Aylardan beri böyle serseri dolaşıyorlardı. Tatar idiler.”[2 - Mehazın bunların kendilerini Tatar, yani “serseri” tabiriyle Alparslan’a takdim ettiklerini zikreyliyor. Şarkta, “Tatar” diye anılan bu kavme Avrupalılar “Tartar” namını verirler. Türk büyük neslinin bir şubesi olan bu kavmin adı “Türk” demek olan “Tat” lafzıyla (Masgarî Tatcık = Tacik ve Çincesi Tata) Türk akvamı ve unvanları sonlarına ilave edilen (er-ar) lahikasından müteşekkildir. Hazar, Avar, Macar, Boyar (Beğer) Hünkâr (Hunker, Hüner). Avrupalıların kullandıkları “Tartar” şekli ise eski Yunanlarca Mügte-ri (Zeus)’nin toprak altındaki cehenneminin ismi olan Tartarus lafzından muharreftir. Tartarus lügati cehennem manasına Latinceye geçince bir zamanlar Ural – Altay akvamının Avrupa’ya hücumlarına telmihan ve telaffuz yakınlığıyla bu isim Tatarlara verilmiştir. Bu tevcih Avrupalılara göredir… Ancak Şeyh Süleyman Efendi’nin Çağatay lügatında “Tart”ın dağınık, perişan manasına geldiği görülmekte olup bunun “Tatar” ve “Tartar” isminin aslı olma ihtimali de vardır. Fakat bu ihtimal zayıftır.]
Bu kadar tafsilata mukabil Alparslan kendi cinsinden, babasından, ninesinden onlara bir haber veremiyordu. Aklı başına gelince kendisini aslanlar arasında bulmuş, aslanlar ile büyümüştü. Onun sütninesi aslan ölmüş, kardeşleri üremişti. Artık göçmek, kendisine benzer insanlara kavuşmak elzemdi. Bunca yıllık itiyadın tesiriyle bu ıssız dağlardan ayrılmadan sütkardeşleri aslanlar ile vedalaşmak, koklaşmak istedi. Fakat şimdi sarı yelesini kesmiş, tırnaklarını yontmuş, adama benzemişti. Hanku elinden tuttu, çekti, boynunu büktü ve yalvardı:
“Gitme, belki gelemezsin!”
Bir sabah tan yeri ağarırken bu yedi kişi, güneşe karşı diz çöküp, boyun eğip dualar ettiler ve hepsi beraber garba doğru yola düzüldüler. Alparslan, tapmak nedir bilmiyor; Güneş, Tanrı nedir anlamıyordu…
Yolda ihtiyar, herkese bir imanın elzem olduğunu ona anlatıyor ve kâinatı canlandıran, Güneş’e ve onun karısı Ay’a, yavruları gökteki yıldızlara, yerde ateşlere tapmadan yaşamanın mümkün olmadığını ihtar ediyordu. Bu telkin günlerce, haftalarca devam etti.
***
Bir güzel sabahtı. Alparslan uyanmış, gözlerini ovuyordu. Çalıların arasından Hanku kız göründü. Çevik ve şakraktı. Alparslan’ı aldı. Şafak sökmeye başlamıştı. Arkalarında kalan altın dağların tepelerinden gecenin, sanki bir siyah kadifenin incelerek, süzülerek, eriyerek bir gümüşî tül hâline giren son karanlığı ilk gölgeye tebeddül ettiği sırada bunlar da bir tepenin üstüne çıkmışlar ve bir geniş çamın altında diz çökmüşlerdi… Çalıların arasında uyuyan kuşlar da uyanmışlar, gagalarını açmışlardı. Doğan güneşin üstlerine serptiği her yudum renk onların minimini ağızlarında bir damla ahenk oluyor ve etrafı çınlatıyordu. Yabani güller, dağ çiçekleri göğüslerini ışıkların okşayışlarıyla yavaş yavaş açıyorlardı. Hanku ile Alp, etraflarına baktıkları zaman her zümrüt otun ucunda bir tane elmasın parıldadığını gördüler. Kendilerinden geçtiler ve hülya âlemine göçtüler. Doğan Güneş’e doğru boyunlarını büktüler, gözlerini diktiler, baktılar, baktılar…
Şimdi Hanku Alp’e, ne yaparsa taklit ve ne derse tekrar etmesini tembih etti. Beraberce yakarmaya[3 - Yakarmak: Yana yana yalvarmak, dua etmek. Yakarış: Münacat, yalvarmak, yakarmak.] başladılar:
“Ey Güneş, ey ışıkların hakanı! Tahtın göklerdir ki kanatlar erişmez; sarayın karalardır ki sonu gelmez, bahçen denizlerdir ki ucu bulunmaz.
Ey Güneş, ey dünyanın ruhu! Gözlerimiz senin ışığınla görür, kanımız senin sıcaklığınla kaynar, yüreğimiz senin gücünle çarpar.
Ey Güneş, ey güzellerin babası! Çiçekler, yanaklar senin öpüşlerinle kızarır… Gökler, denizler senin okşayışlarınla göğerir… Elmaslar, gönüller senin bakışlarınla parlar!
Ey Güneş! Siyah peçeli hatunun Ay, sarı saçlı çocukların yıldızlarla başımızın üstünde dolaş ve bize doğru yolu göster!
Ey Güneş, ey yüksek ve parlak Tanrı! Damarlarımıza kan ve davarlarımıza sıhhat ver… Bayırımız kalın öküzler, çayırımız ince aygırlarla dolsun… Kısrakların arkalarından taylar koşsun… İneklerin artlarından buzağılar yürüsün. Koyunların yanlarında kuzular sıçrasın… Sürünün bir ucu pınarda, bir ucu ağılda bulunsun!..
Ey Güneş! Rüzgârdan kanatlarını ger! Işıklardan saçlarını dök! Mavi bulutlardan tüllerine bürün! Bu güzellikle bize daima görün! Ruhumuzu bir çiğ damlasıvari göğsüne çek ki senin gibi temiz doğup temiz ölelim!
Ey Güneş, ey hayatın sahibi! Bize boğa gibi kuvvetli, at gibi ilerlemek isteyen, tuğrul gibi yükselmeyi seven, koyun gibi sakin oğullar ve kızlar ver!.. Dünyayı ışıkların gibi zürriyetimizle doldur!..
Zürriyetimizle doldur!..”
Dua bitmişti. Alparslan, kükremiş bağırıyordu:
“Zürriyetimizle doldur!..”
Etraftaki dağlar kayalar cevap veriyordu:
“Doldur! Doldur!”
Gözleri Güneş’ten kamaşmış, boğazı kurumuştu. İkisi birden nemli yeşillikler üstüne kapandılar. Yavaş yavaş başlarını kaldırıp yekdiğerinin yüzüne baktılar, ikisinin de gözleri parıldadı. Birbirlerinin kolları arasında kayboldular…
Bu sekiz kişi şimdi Şark’a doğru ilerliyorlardı. Yolda, yıkılmış bir kulübeye, sönmüş bir ocağa rast geliyor; kırılmış bir kazma, ezilmiş bir bakraç buluyor, yuvarlanmış bir tekerleğe tesadüf ediyorlardı. İhtiyar, bu insan izlerinin sebeplerini Alp’e anlatıyordu.
Bir gün başıboş bir kısrağa, birkaç gün sonra da bir öküze rast geldiler. Ağaç gövdelerini yonttular, günlerce uğraştılar, bir kağnı yaptılar, üstünü dallarla örttüler. Öküzü koştular, kona göçe aylarca yol aldılar. Vurdukları kurtların, tilkilerin derilerini giydiler, avladıkları geyiklerin etlerini yediler.
Akşamüstü idi, bir tepe üstünden Hanku bağırdı:
“Bakınız!.. Bakınız!”
Uzakta bir ışık görmüştü. Gecenin karanlık derinliklerinden köpek sesleri geliyordu.
Sabahleyin erken yola koyuldular. İki saat sonra bir köye vardılar. Alparslan merakından titriyordu. Bir canavar ini ile insan evi arasındaki farkı anlamak istiyordu. Köyün kenarında üç cılız çocuk gördüler. Alp durdu, kendi de çocuk iken bunlara benziyordu. O da böyle ufak taşlarla, küçük değneklerle oynamıştı.
Önlerinde bir sürü aygır kişniyor, sığırlar otluyordu. Oymak halkı şimdi bu yabancıların etrafına toplandı ve onları bir pirin otağına götürdü. Bu ihtiyar, oymağın ağası idi. Hikâyelerini ağaya anlattıkları zaman kâhinlerin haber verdikleri, ozanların taganni eyledikleri yiğidin, alnı karalı ak ayıyı öldürecek bahadırın bu genç olması lazım geleceğine kani oldular.
Ayının hikâyesini Alp’e anlattılar:
İki gözünün arasında kara bir lekesi olan bu hayvan vaktiyle bir insandı. Babasının mezarında kara aygırını kurban etmesini ihtar eden ninesine kızmış, bir gece onu sarhoşlukla boğarak çadırıyla beraber yakmıştı. Geceleyin Güneş onun suçunu görmeyecek sanmıştı. Fakat Tanrı onu gördü ve ebedî ışığından mahrum etmek için dondurdu, bir çığ hâline getirdi. Bir mağaranın içine yuvarladı. Lakin müşfik ananın ruhu Güneş’e yalvardı, yakardı. Tanrı’nın feyzinden oğlunun mahrum olmamasını istedi. Güneş, nineye acıdı. Bu kar kümesine can verdi. Bir ak ayı oldu. Fakat cinayetinin azabını daima çekmesi için anasının kömür olan yüreğini alnının ortasına yapıştırdı ve bu hayvanın ölümünün, ana baba şefkati tatmayan bir kahraman eliyle olmasını diledi… Bu ayı ölüm korkusundan, yıllardan beri avulun[4 - Avul: Köy.] bütün yiğitlerini, bilhassa öksüz ve yetimlerini birer birer boğup eziyordu. Hafta geçmezdi ki oymak bir iki kurban vermesin. Bu devin belasından köy gittikçe tenhalaşmaya başlamıştı. Artık oymakta ne bir yiğit ne de gürbüz bir çocuk kalmıştı.
***
Bundan yirmi sene evvel bu avula ıraklardan, ta Çin’in içerilerinden kimsesiz bir kadın gelmişti.
Adı “Türkân Hatun”du. Bu kadının başından geçenler pek garipti. Kocasını, çocuklarını Çin haydutları paralamışlardı. Bir başına muhacir olmuştu. Yolda Ulu Kara Dağ’ın yamacında doğurduğu bir erkek evladını da kartal kaparak bulutlar arasında kaybolmuştu. Bunca tecrübeler, felaketler gören bu kadın hem geçmişten hem gelecekten haber verirdi. Türkân Hatun, kartalın kaldırdığı oğlunun yaşadığına, zayıflayan Türk-Tatar neslinin bir gün onun sayesinde tekrar türeyeceğine ve dünyanın her tarafına kökler salacağına inanırdı. Bunun için erkenden uçan kuşlara yemler serper, yuvalara kırıntılar atardı. Sabahları doğan Güneş’ten, geceleri Ay’dan, yıldızlardan oğlunu sorardı. Avul halkı bu kadının tekin olmadığına kaildiler. Çok yaşadı. Bir gece mehtapta Ay’a doğru iki elleri açılmış olduğu hâlde onu ölmüş, donmuş buldular. Avuldan uzak bir kavak ağacının gölgesine gömdüler. Şimdi nedense, ak ayı bu kavağın dibinde in tutmuştu. Korkudan kimse kadını ziyaret edemiyordu.
Alparslan, bu hikâyeyi dikkatle dinledikten sonra hiddetle gezinmeye başladı. Çadırına çekildi. Bir müddet uyuyamadı. Sabaha karşı rüyasında Türkân Kadın göründü ve dimdik ona doğru yürüdü. Alparslan’ın göğsünü açtı. Sinesinde bir küçük hilal şeklindeki beni gösterdi. Alparslan’ın kendi oğlu olduğuna bu nişan bir delil idi. Onun yakasını tuttu, sarstı:
“Uyan! Yeryüzü seni ve oğullarını bekliyor… Cihana kan ver, can ver… Yürü ve âlemi arkandan sürü!”
Bu heyecan ile uyandı, Hanku daha uykuda idi. Usulca karısının alnından öptü. Baltasını beline astı. Topuzunu omzuna aldı. Bıçağını kemerine soktu, çadırdan çıktı. Avulun çevresini gezmek üzere uzaklaştı. Birkaç saat yürüdü. Küme küme karların kımıldadığını gördü. Merak etti. Bir ak ayı kendisine kızıl gözleriyle bakıyordu. Bir adım geri çekildi. Dineldi. Etrafına baktı. Biraz düşündü. Ürperdi. Bir an içinde karar verdi ve hemen saldırdı. Karların içine dalmasıyla beraber orası karıştı.
Şimdi kardan beyaz köpükler, dumanlar havaya uçuyor, etrafa sıçrıyordu… Şaha kalkan hayvan başına yediği bir balta darbesiyle yere yuvarlanırken arkasındaki kavak ağacını da devirmişti. Arslan yine atılmak isteyen ayının gırtlağına iri bıçağını soktu, soktu, soktu. Artık canavar oraya yıkılıvermişti. Alp, bir iki dakika nefes aldı. Dinlendi. Sonra canavarın postunu yüzdü. Bu sırada kendisi de omuzlarından yaralanmıştı. Yarasını karla ovuşturdu, kanını dindirdi. Postu sırtladı. Oymağa döndü.
Alp’in ilk bahadırlığını işiten yurttaşlar etrafına toplandılar. Vurulan ayının alnında kara bir leke vardı. Bu alametten anladılar ki yıllardan beri avulun en cesur gençlerini parçalayan ve engin bozkırları onlara daraltan, bu ayı kıyafetine girmiş devin postudur. Onlar biliyorlardı ki bu ayıyı kim gebertirse yurdun hâkimi odur…
Avulun piri Alp’in elini tuttu. Onu ayının inine götürdü. Orası Türkân Hatun’un türbesi olduğu için mukaddes bir yerdi. Ayının şerrinden ve tehlikesinden çoktan beri bu ağacı ziyaret edemiyorlardı. Esasen Alparslan’ın annesinin Türkân Hatun olduğunu da ihtiyar tahmin ediyordu… Devrilen ağacın kütüğüne oturdular. Batan Güneş’e doğru yakardılar, ihtiyar bu kavağın dibinde yatan ve senelerden beri ziyaret edilmeyen Türkân’dan Alp’e bahsetti. Genç de bu gece gördüğü rüyayı ona anlattı. Artık bütün esrar meydana çıkmıştı. Arslan’ın Türkân Hatun’un oğlu olduğuna şüphe kalmamıştı; ihtiyar, Alparslan’ın alnından öptü ve:
“Benim senin yanında artık işim yoktur.” dedi.
Şimdi Güneş batmış, bozkır tamamen kararmıştı. Alp’in oturduğu ağaç dinelmeye başladı: Doğruldukça yavaş yavaş ışık kesiliyordu. Arslan, bir kalın dal ile kütüğün birleştiği köşede büzülmüş, şaşırmış kalmıştı. Ağaç tamamen doğrulunca nurdan bir sütun hâline geldi, bir kere sarsıldı, topraktan kökü ayrıldı. Fezaya doğru yükselmeye başladı. Bu fevkalade hâlden ürken Alp, yanına sarkmış olan elinin sıkıldığını duydu. Yanına baktı. Gece rüyasına giren annesi idi. Ağaç karanlık ve yüksek bir boşluk içinde, uçar yıldız gibi nuranî bir iz bırakarak cenuba doğru gökte süzülüyordu. Bir zaman yerlerin en kavisi olan Alparslan şimdi gökte Esed burcuna benzedi. Kara bulutların içinden, parlak yıldızların arasından ışıklar saçarak kayıyor, uçuyordu. Ve bir dakika geldi ki ağaç Himalaya silsilesinden Everest Dağı’nın tepesine dikildi, sallandı, durdu. Bu sırada gece şarktan görünen Büyük Tanrı’nın; Güneş’in huzurunda, kara çadırının eteklerini toplayarak cihanın başka bir tarafına çekilmeye mecbur oldu. O zamana kadar dimdik ve sessiz duran Türkân Hatun, sağ elinin ayasıyla Alp’in gözlerini üç defa sıvadı. Gencin nazarından mesafe engelleri silindi. Bir kısım arzı, Asya ve Avrupa’yı ve Afrika’nın şimalini bir bakışta görmeye başladı. Türkân Hatun, bir al örtüye sarılmış, çelişmiş ak saçlarının bir kısmı omuzlarından aşağı sarkmış, bir kısmı başında ürpermiş ve bu hâlde ucunda beyaz dumanlar tüten bir aleve benzemişti. Sol elini Arslan’ ın omzuna dayamış, sağını da fezaya kaldırmış ırakları gösteriyordu. Sabahın pembe-beyaz tülleri sıyrıldıkça mütemadiyen berraklaşan fezada çıt yoktu. Rüzgâr durmuş, bulutlar durmuş, Arslan’ın kalbi durmuş ve gözleri açılmıştı. Türkân Hatun yavaş, vakur, mehip, tatlı bir kadın sesiyle hitap etti:
“Oğul! Ey Türk oğlu! Alnını yükselt, göğsünü ger, etrafına gurur ile bak!.. Ayağının altında görünen şu geniş cihanın hâkimi sensin, senin neslin olacaktır. Kâinatın en büyük kahramanları, cihangirleri bütün senden doğacaktır. Maşrıktaki Çin’in payitahtından, Magrib’deki Septe Boğazı hizasına kadar olan yol senin atlarının ayaklarının altında çiğnenecektir. Cenubun yanan çöllerinden, şimalin donduran bozkırlarına doğru bak!.. Yenisu kıyılarında, Baykal, Aral gölleri etrafında doğuran kısrakların tayları, Tuna’nın menbaından hararetlerini teskin edeceklerdir… Azak Denizi ve Karadeniz, denizleri torunlarının birer küçük havuzları, Pamir ve Ceziretülarap yaylaları cirit meydanları olacaktır… Kafkas, Balkan, Karpat ve Ararat dağlarının eteklerinin harp sahalarını, Ural geçitlerini, Volga, Fırat nehirlerini akın yolları yapacaksın!
Şu Altay’ın altınları, İran’ın gümüşleri yakınımızdaki Bedahşan’ın lal ve yakutları, Hint’in eteklerini öpen Amman’ın incileri, ötede bir kara yılan gibi kıvrılan Ural’ ın demirleri senindir! Dünyanın rengi kızıl kanınla bezenecek, şekli kargınla düzelecektir… Azmine, kuvvetine ne Gobi ve Tibet çöllerinin susuz kumları, ne Himalaya’nın yalçın tepeleri, ne Akdeniz’in beyaz dalgaları Türk sellerine karşı durabilecektir. Altay, Ural ortasından fışkıran Bahr-i Muhit-i Kebîr’i dolaşacak ve bu sahillerden kabaran er yiğit dalgaları, Muhît-i Atlâsî’ye ulaşacaktır.
Ne kaya kaleler, ne demir kapılar, ne de çelik silahlar yolunu kesecek… Yarı cihan ümmetleriyle dövüşeceksin… Ezdikçe mağrur, ezildikçe meyus olma! Daima didin ve öğren, daima iste ve yüksel. Adil ve rahîm ol! Korkutmaktan ziyade sevdirmeye çalış.
Asya’da, Avrupa’da, Afrika’nın bir kısmında pençenin altında kıvranmayan hiçbir millet kalmayacak. Tepeleyeceksin, tepeleneceksin… Etrafında çarpışacak kuvvet bulamadın mı, kendilerini unutan kardeşlerini de sarsacaksın. Kuvvetinle gevşemiş damarları gerecek, ateşinle soğumuş kanları kaynatacaksın… Dünyanın üç büyük kıtasında neslinden hükümdarlar ve yabancı hükümdarlardan âciz hizmetkârlar yapacaksın. Kahramanlık tacın için Türk analarının döktüğü her damla yaş birer elmas, Oğuz oğullarının akıttığı her katre kan birer yakut olacak… Şu uzakta Güneş’in ışığıyla kaynar gibi, titrer gibi parlayan boğaz, Boğaziçi, o mavi şerit bahadırlık kılıcın için bir firuze kemer olacaktır…”
Bu mevizeden[5 - Mevize: Öğüt.] sonra Alparslan, hiçbir muhayyilenin tasavvur edemediği bu mehabetli manzaraya bir güneş azametiyle baktı, baktı, baktı… Ve diz üstü çökerek annesinin iki eline sarıldığı zaman ağaç da kımıldadı ve sarsılarak göklere doğru yükseldi ve şimal tarafına doğru uçmaya başladı.
Ak ayının makteli hizasında ağaç yere ineceği sırada kırmızı harmani içinde Türkân Hatun’un hayali de sönüveren bir alev gibi kayboldu.
Alparslan, avula döndüğü vakit meydanda yurt kızlarının şarkılar söyleyerek raksettiklerini gördü. Alp’in, bu Türkler ve Tatarların babasının bu sabah doğan ilk oğlunun bayramını yapıyorlardı. Arslanı küçükken göklere kaldıran kartala telmihen bu çocuğun adını “Tuğrul” koydular. Ve Türk – Tatar nesli de bu suretle birinci gaflet uykusundan ayıldı ve kâinata yayıldı.

    Budapeşte -12 Mart 1334 (1918)

Yarayı Kanatan
Eve gelince masamın üstünde şu tezkereyi buldum:
“Bu akşam bize buyur. Tatlı sesler işiteceksin. Güler yüzler göreceksin, güleceksin, ağlayacaksın. Her hâlde memnun olacaksın.”

    Turgud
Bu merak verici tezkereyi yazan Turgud Beyin evime pek yakın olan hanesinin kapısını çalarken içeriden çalgı sesleri geliyordu.
Salona girince, ortada, büyük kanepenin üstünde uzun hırkasıyla, oyalı başörtüsüyle, esmer, değirmi çehreli, şişman, kısa boylu, elli yaşlarında bir hanımın, henüz son darbenin tesiriyle zilleri titreyen, elindeki defe dayanarak doğrulup bana selam verdiğini görür görmez irkildim. Odaya girmekte tereddüt ettim. Ev sahibi: “Buyurun, buyurun!” te’kidiyle:
“Pembe Hanım bizim ninemizdir; ruhumuzun ninesidir.” dedi.
Pembe Hanım “gün görmüş, yaş yaşamış” bir nezaketle Turgud’un bu huluslarına mahviyet göstererek mukabele etti.
Tefi okşarken boynunu büktü. Akçıl saçlarına rağmen işveli bir tavır aldı. Gözleri yarı kapalı olduğu hâlde beyaz dişlerine çarparken dalgalanıp iri dudaklarının ihtizazlarıyla titreyen gür ve gürbüz, tatlı ve yanık, düşündürücü ve uyuşturucu bir ses nazlı nazlı başlayarak, perde perde yükselerek, ruhların en karanlık köşelerine kadar süzülerek zaman zaman kemanın inleyen ahengiyle dudak dudağa geliyor; bir kumru muaşakası letafetiyle, gözlerde bulut şeklinde ümit ve hayal kümeleri hasıl ediyordu.
Ey ah söyle! Zahm-ı dilimden zebanım ol
Ey çâk-i sîne! Nüsha-i şerh-i beyânım ol
Ey eşk-i dîde! Ben diyemem yâre derdimi
Sen rûy-i zerdem üzre gelip tercümanım ol
Köşedeki kanepenin üstüne bağdaş kurmuş uçuk benizli, süzük gözlü, ince boyunlu, karışık saçlı, redingotlu zayıf bir efendi elinde tuttuğu bir küçük gonca gülü koklarken gözlerini sıkınca onun sarı yapracıkları arasına iki damla yaş damladı. Yüreğinin gizlilikleri musikinin ateşi karşısında erimişti.
Şimdi aşkın en buhranlı hummalarını, iştiyakın en acı dakikalarını; kemanın yanık titreyişlerini, inleyişlerini yüreklere tattırdıktan sonra, arzuların, hayallerin hiçlikleri kıvrıla kıvrıla birbirinden zayıf, birbirinden ince bir iki damla nağmede toplanıyor; uçuyor, sendeliyor, düşüyor… Kayboluyordu.
Artık gözlerin önünde görünmeyen, yalnız duyulan birtakım dağınık saçlar… Yumuşak eller… Yaşlar… Gülüşler… Uzun kirpikler… Ateşli gözler… Öpen dudaklar karmakarışık uçuşuyor ve ıraklara dalan nazarlar, kendilerine ait bir hayalin karşısında titreyerek yalvarıyordu.
Üstat bir elde çarpan mızrabın darbeleriyle ağlayan udun göğsünden gelen, iniltilerden teşekkül eden bir suzinak taksimi, zaten açılan yüreklerin esrarını çehrelere daha ziyade aksettiriyordu. Eller çitişmiş, gözler dalmış, boyunlar bükülmüştü.
Bu sükûnet içinde, yalnız, kanepenin köşesinde dizlerini birbiri üstüne koymuş, sakalı bıyığı tıraşlı, saçları ortadan ayrılmış bir genç, Doktor Pertev Bey gömleğinin kolalı kollukları arasından çıkardığı ince, keten mendiliyle yüzünü silerken, sıkıldığını anlatırcasına sırıtıyor; musikinin bu meclise verdiği tesire karşı hayret ettiğini izhar eyliyordu.
Sûzinâk faslının eski yeni şarkıları birbirini takip ederken bu hâle gülen doktor, gezinmeye başladı. Sanıyordum ki bana bir şeyler söylemek istiyordu.
Fasıl bitmişti. Lakin, Pembe Hanım’ın neşesi bitmek bilmiyordu. O demin ağlayan zayıf efendinin elindeki gülü görmüştü. Yan gözle onu diğerlerine işaret etti. Ve Kemani Sûzi Bey’e usulca: “Nihâvent yap.” dedi ve eline çiçeklikten bir pembe gül aldı. Uzun bir “Ah!” çekti; yanık bir “Medet!” dedi. Gözlerini süzdü ve derin bir aşk ile okudu!
“Gülüm şöyle, gülüm böyle! Demektir yâre mu’tâdım.”
“Sever canım seni ey gül! Ki canana hitabımsın.”
Zayıf efendi yerinden fırladı. Sağ kolunu havaya kaldırıp indirerek bağırıyordu: “Yaşa Pembe! Var ol Pembe! Nur ol Pembe! Dert görme Pembe!” Pembe Hanım bu alkıştan memnun oldu. Başörtüsünün çenesinin altına gelen katmerlerini düzeltti, örtünün uçlarını cilvelerle arkasına attı. Neşesinin tesiriyle sesi titredi. Dudaklarıyla, gözleriyle gülerek bir küçük temenna ile “Teşekkür ederim.” dedi.
Hanende Pembe Hanım, İstanbul’un zevk âlemlerinde meşhur bir simadır. Yenibahçe’deki evinin kapısı, gün geçmez ki kendisini bir eğlentiye davet için çalınmasın. Davudi sesi, şetareti, terbiyesi kendisini hem kadınlara hem erkeklere sevdirmişti. Pembe tazeliğinde de güzel değildi. Bazen itiraf ederdi, sedasındaki letafet, çehresinde de olaydı, sesiyle ağlattığı kadar gözleriyle de ağlatabilirdi.
Doktor Pertev Bey, bir iskemle çekti. Yanıma geldi. “Bizim musiki hakkındaki fikriniz nedir?” dedi.
“Musikimiz, bizim durgun ruhumuzun, sakin düşüncelerimizin, uçuk benzimizin tercümanıdır.”
“Musikimizi sever misiniz?”
“Severim.”
“Garp musikisini?”
“Onu da severim. Birini duyduğum, diğerini anladığım için beğenirim.”
“Ben musikimizi sevmem. Çünkü ihsas ettiği mana daima birdir: Yeis… Şarkın bütün makamlarında, fasıllarında bir ikinci mana aramak beyhudedir. Perde perde kara bir yeis. Nağme nağme akan bir yaş. Fakat ben daima ne meyus olurum ne de âşık… Aşkın bile ümidi var, visali, hicranı var. Çiçeklerin, fırtınaların, kelebeklerin, aslanların, zelzelelerin, şafakların, hiddetlerin, yalvarmaların da musikisi olabilir. Bütün bunların fırça ile tersimi, kalem ile tasviri olduğu gibi musiki ile de tegannisi olmalıdır. Şark musikisi bunlardan bahsedemiyor. Bana ne bir saadet kokusu koklatıyor ne de hiddet ateşi gösteriyor. Ben musikimizle ne göğsümü gererim ne kollarımı sallayabilirim ne de zihnim açılır; yalnız boynumu bükerim, dimağım örümceklenir. Musikimizin verdiği yeis o derece kâfidir ki bazen bizi ya intihara veya cinayete sevk eder. Köylerde kadın yüzünden çıkan kavgaların sebeplerini görgüsüzlükte, alkolde aradığımız kadar musikimizin tesirinde de aramalıyız.”
Doktorun bu iddiaları başta Pembe Hanım olduğu hâlde kemani, udi, tamburi beylerin cümlesini birden coşturdu. Artık itirazlar, techiller, istihzalar, hiddetler birbirini takip ediyordu.
“Siz musikimizi bilmiyorsunuz.”
“Birkaç gün Fransa’da kalmakla kendi vatanındaki güzellikleri görememek körlüktür, nankörlüktür.”
“Garp musikisi sunidir, kalpten gelmez.”
“Wagner bir koca davul, Beethoven bir boş tenekedir.”
“Nihaventten pek güzel opera olur.”
“Şark nağmelerinin inceliklerini piyano ihtiva edemez.”
“Karcığardan çıkan mana da yeis midir?”
Şimdiye kadar ancak fikrine sahip olanlarda görülen bir itidal ile sükût eden Pertev Bey: “Hayır.” dedi “Bizde raks da yoktur.” Bu inkâr, odadakileri yine harekete geçirdi. Demin gül koklayan zayıf efendi de işe karıştı:
“Ah.” dedi. “Ah! Gülistan burada olmalıydı. O zaman sizde raksı, musikiyi inkâra mecal kalır mıydı?”
Pembe Hanım da atıldı: “Ben sizin yerinizde olsam şimdi Gülistan’ı bulur, bu dinsiz doktoru imana getirmeyi ona bırakırdım.” diyordu. Karar verilmişti. Gülistan çağrılacaktı. Udi ve tamburi beyler bu işe memur oldular. Ve hemen paltolarını giyip çıktılar. Ev sahibi dava vekili Turgud Bey de bu sırada kolları arasındaki bir kucak elbiseyi ortaya bıraktı. Bunlar camadanları, dizlikleri, dolakları, sırmalı cepkenleri, hilali gömlekleri, pullu başlıkları, ipekli şalvarları, işleme pabuçları ile kadın erkek zeybek libasları idi. Bunları Aydınlı Yavuz Bey’le, Sirozlu Gülistan giyeceklerdi.
Doktor Pertev Bey’e sordum:
“Eski eserler araştırıp seyahatlerle tetebbular icra olunarak elde edilecek neticeleri fenne tatbik ederek musikimizi ıslah etmek mümkün değil midir?”
“Hayır değildir. Bu tetebbularınızdan da bir şey çıkmayacaktır. Çünkü Türkler hiçbir vakit şahsi dehalarını gösterir ne bir hüner ne bir felsefe ne bir edebiyat ihdas etmişlerdir. Hep taklit ile vakit geçirmişlerdir. Bunun sebebi: Bunların hakiki dehaları durup düşünmekte değil, çarpınıp iş görmekte idi. Bunlar maddi ilerlemeden manevi yükselmeye vakit bulamamışlar. Turaniler her şeyden evvel askerdi. İslamiyet’ten önce teşekkül eden Türk cemaatleri de mahza harp uğrunda Asya’nın ücra bucaklarından toplanırlardı. Muharebe bitince göçebe uluslar, yörük oymaklar yine dağılırlardı. Cemiyetleri süreksizdi. Bu cihetle düşünceleri müttehid, fikirleri de sakin olmadığından ne musikiye ne edebiyata ne de mimariye dair şahsi ve temelli eserler bırakmışlardır.”
Ev sahibi Turgud Bey fesini başından atarak bir avukat şiddeti, fesahatiyle cevap verdi:
“Affedersiniz Doktor Bey; Fransa’nın birçok büyük şehrini gezdiniz değil mi? Acaba Anadolu’da, Türkistan’da seyyahat ettiniz mi?”
“Hayır.”
“Öyle ise Sivas’ta, Konya’da, Bursa’da, mimarlığa ait tetkikatta bulunanlara sorunuz. Oralardaki eski binaların manevi bir ruhu, bir başkalığı, fennî, hünervari bir kıymeti var mıdır, yok mudur? Emin olun ki Konya’daki Selçuki asarı bakiyesi Atina’nın Akropol harabelerine muadildir… Gülmeyiniz. Bunu Konya üzerine Almanca ve Fransızca yazılmış eserleri okur ve mahallinde tetkikatta bulunursanız anlarsınız.”
“Bunlar altı yedi yüz senelik, binnisbe yeni şeylerdir. Ben daha eski zamanlara ait medeniyet izleri arıyorum.”
“Bundan iki yıl evvel Sibirya’nın şark-ı cenubisinde Kâin Turfan Harabeleri’nde yapılan hafriyatta çıkan heykelleri görürseniz bunları ya Praksiteleslerin veya Fidyasların[6 - Antik Çağ’ın en ünlü heykeltıraşlarından.] ellerinden çıkma zannedersiniz.”
Bu anda doktorun yüzünde hasıl olan emniyetlik üzerine Turgud Bey kütüphanesine koştu; elinde birkaç resimli risale ile geri döndü. Herkes bir meraka düşmüş ve ev sahibinin başına üşüşmüştü. Doktor mütekebbir bir inatla: “Belki, olabilir; fakat bu kadarı kâfi mi?” diyordu ve ilave ediyordu:
“Biz muhafazakâr adamlarız ve teceddüde düşmanız. Mesela din bahsi…”
Bu korkunç başlangıç üzerine herkes, sinirleri daha gerilmiş, gözleri daha açılmış, yumrukları daha sıkılmış olduğu hâlde harekete gelmişti. Artık ut tombul karnıyla yerde bitap uzanmış, keman ince beliyle koltuğun bir kenarına yorgun dayanmış, tambur uzun boynunu melulane uzatarak bir köşeye serilmiş yatarken sıkıntıdan çatırtı ile kopan bir teli gerdanına sarılıvermişti. Zavallı Pembe Hanım ise çoktan esneyerek ortadan kaybolmuştu.
“Mesela din bahsi: Evet Türkler müdafaa için kucakladıkları İslamiyet’i kırılmak bilmeyen bir cesaret, tereddüde uğramayan bir sadakatle müdafaa ettiler. Fakat bu hususta tenkide ve münakaşaya girişmediler, girişemediler, işte mesele burada… Halbuki Araplar Rafızilik, Mu’tezilik, Vehhabilik gibi münakaşa neticesinde mezhepler buldular. Halbuki İraniler Bahailik, Şiilik, Babilik gibi fırkalar ihdas eylediler. Biz hiç, hiç düşünmedik, aramadık, yorulmadık, üşendik, ne bulduksa ona kani, ne dedilerse ona razı olduk.”
“Azizim Doktor, siz bunları bir kitapta okumuşa benziyorsunuz. Biraz kendiniz tetkikatta bulununuz. Aslen Türk olan Bedreddin Simavî ve Şeytankulu gibi ulemanın içtihatlarını veya Torlak Kemal gibi zevatın dinî felsefelerini, Bektaşiliği, Mevleviliği tetkik etmeliydiniz.”
Havaiyat ile musiki ile başlayan bu meclis şimdi ciddi bir renge girmiş, davetlilerde büyük bir sıkıntıyı örtmeye çalışan küçük bir bilgicilik tavrı uyanmıştı. Herkes gizli bir intizar içinde gözlerini ara sıra kapıya çeviriyor, Gülistan’ı bekliyordu. Vehhabiliği Gülistan tenkit eyleyecek, Bedreddin Simavî’nin felsefesini Gülistan izah edecek sanılırdı.
Zayıf Efendi kendi kendisine söyleniyordu:
“Türkiye yıpranmış, tozlu, ciltsiz lakin mühim, müfit bir kitaptır. Onu okumak, tashih edip tabetmek için sabır ve merak ister.”
Öteden Kemani Sûzi Bey atıldı. Dargın bir tavırla:
“Bu memleketin güzelliklerine göremeyerek bakıyorsunuz, şiirlerini anlamayarak dinliyorsunuz.” dedi.
“Şiir mi? Hele şiir bu memleket için değildir. Şiirin mevcudiyeti aşka, kadına, bunların mevcudiyetine bağlıdır. Bizim kadınların daima sedirlerde, minderlerde, kanepelerde oturmaları hareketlerinde hiçbir letafet bırakmamıştır. Yoksa, siyah carları altında ördekvari yürüyen hanımları görmüyor musunuz?”
Bütün dinleyenler birden bağırdılar:
“O! O! Ördek gibi mi? Sizde hiç zevk yok. Güvercin gibi, kumru gibi.”
“Evet mahbusiyet hayatı hanımların hem bacaklarını, hem zihinlerini faaliyetten mahrum bırakmıştır. ‘Binbir Gece Masalları’na benzeyen romanlara aldanıp da Türkiye’yi muaşaka memleketi sananlar aldanırlar. Burası sevmek, sevilmek hislerine müsait bir zemin değildir. Sevda için kadınlarda ‘meyil ve istidat’ olmadığı gibi erkekler için de ‘imkân’ yoktur. Bu memlekette umumi his ‘muhabbet ve temayül’ değil, ‘nefret ve tahakküm’dür. Burada erkekler hotperest, kadınlar hotfüruştur.”
Bu defa da odayı her ağızdan itiraz gürültüleri kapladı. Artık kimse kimsenin ne dediğini işitmiyor, anlamıyordu… Yumruklar havaya kalkıyor, fesler başlardan fırlıyor, sigara dumanları hiddet ve süratle üfleniyordu. Bir hay ve huydur gidiyordu. Pertev Bey ise fikrinde, isyanında inat ederek son itirafını fırlatmaktan çekinmiyordu.
“Ben vatanımı beğenmiyorum, ne yapayım beğenmiyorum; çünkü bana memleketimi beğendirecek etrafımda ne bir vaka ne bir manzara görebiliyorum. Ben belki bir vatansızım!”
Artık doktor için bastonunu alıp davetli olduğu bu evden çıkmaktan ve refikleri için kendisini sükût ile teşyi etmekten başka yapacak kalmamıştı ki dışarıdaki bir araba gürültüsüyle beraber kapının çıngırağının tanini evi doldurdu. Bir dakika sonra gevrek kahkahalarıyla başına uzun bir başörtüsü almış, sırtına bol bir manto giymiş Gülistan içeriye girdi. Sanki bu kadın bir güneşti. Bütün bir fırtınalı gecenin zulmetini birden sıyırdı, attı. Herkes bir dakika evvelki hırsı, infiali unutmuş, çehreler yerine gelmiş, sigara dumanları dağılmıştı.
Sûzi Bey, Gülistan’a köşedeki kanepeyi gösterirken Pembe Hanım da: “Bu kâfir doktor hâlâ imana gelmedi mi?” diyerek Pertev Bey’e serzenişlerle odaya girdi.
Ev sahibi Turgud bir iskemle çekti. Gülistan’ın karşısına oturdu. Niçin onu rahatsız ettiklerini anlatıyordu:
“Burada çılgın bir adam var. Memleketimizin güzelliklerini inkâr ediyor… Musikimiz ağlarmış, raksımız gerinirmiş, kadınlarımız yatalakmış, erkeklerimiz alık… Anladın mı şimdi?.. Artık şu zavallıya memleketini sevdirmek için senin lutruna sığınmaya mecbur olduk.”
“Doktor haksızdır. Evvelki gün Çamlıca’da Şatır Paşa’nın düğününde idim. O gece, bir müddet, biz bize kaldık. Hanımlarla o kadar güzel raksettik ki ben de bayıldım.”
Pembe Hanım gülerek ilave etti:
“Göreydi o da bayılırdı.”
Udu bu defa Pembe Hanım aldı. Ve tefi Gülistan’a verdi. Sûzi Bey, bir Hüseynî taksimi yapıyor ve bütün ruhunu, bütün hünerini yayına tevdi eylerken nağmelerinin feyziyle doktoru teshir için ne derece nefsine cebrettiği dudaklarının takallüsünden, kaşlarının gerilişinden anlaşılıyordu. Şimdi herkes dinî bir istiğrak ile dinliyordu. Doktor Pertev Bey, bu tekellüflerin hep kendi için olduğunu anlıyor ve duygusuz bir tavır alarak saatinin kösteğiyle oynuyordu.
Gülistan, dirseğini koltuğun koluna dayamış, elini yanağına koymuş; gönlünden kopan tatlı, pürüzsüz, tekellüfsüz ruhani bir seda ile okumaya başlamıştı. Sesinin havada dönen, kıvrılan her nağmesinden bir peri ruhu doğuyor, yüksele büyüye kanatlanıyor; dinleyenlerin yanaklarını öpüyor; göğüslerini okşuyordu. Gözlerin önündeki perde perde karanlığı sıyırıyor, yerine zerre zerre ışıklar damlatıyordu.
Pertev Bey parmağına sarıp çözdüğü kösteğini usulca yeleğinin cebine koydu. Elini yanağına dayadı. Gözlerini kapadı…
Artık odadaki her şey musikinin tesiriyle şeklini değiştirmişti. Keçeler, kilimler çimenliğe, avize mumlarıyla bir lale tarhına benzemiş, duvardaki levhaların menazırına tabii bir cesamet, bir renk, bir can, bir hareket gelmişti. Gülistan’ın dudağından uçan ruhlar, nağmelerin ruhları, perilerin ruhları herkesin kulağına mazinin hayallerine, istikbalin ümitlerine dair bir şeyler fısıldıyordu.
Şimdi Hüseynî peşrevi, semaisi bitmiş, müntehap şarkılardan birkaçı da okunmuştu.
Doktor Pertev Bey, tatlı bir rüyadan uyanırcasına yanında oturan Turgud Bey’e: “Evet, ne kadar olsa millî şeylerde insan bazen güzellik buluyor. Bu irsî bir gaflet olsa gerek.” dedi.
“Ah sihirbaz Gülistan!..”
Turgud, ciddiyetle Gülistan’ın yanına gitti. Bir şeyler söyledi. Odadan çıktılar.
Bu sükûttan istifade eden Zayıf Efendi elindeki solgun, sapı yumuşayan gülü masanın kenarına bırakarak vakur bir hâkim vaziyeti aldı ve dedi ki:
“Doktor Bey, her kavmin cibilli ve tabi yerli ve ayrı bir medeniyeti vardır. Her memleket başkalarının yeniliklerini taklit ile başladığı intizama, kendisinin eskiliklerini tahkik ile nihayet verir. Bu hâlde bir zamanki mukallitler, sonra muhakkik olurlar. Her milletin medeniyeti, zekâsının, maişetinin, tarihinin, ananesinin, coğrafi mevkisinin tesiri altındadır. Vakıa medeniyet umumidir. Lakin onu tatbikteki tarz başkadır. Fikirler muhalif olmasa bile muhteliftir. O hâlde fikirlerin terakkisinin de muhtelif olması lazım gelmez mi? Âlemin maksadı, refahı, intizamı tamimdir; daha doğrusu iyiliği, güzelliği temindir; lakin bu maksada her cemaat bir başka yoldan varmaya çalışır. Milletlerin kendi samimiyetine; şiirine, musikisine, resmine, raksına, mimarisine, yemesine, giymesine, kendi maişetinden, kendi hususiyetinden bir çeşni verdiği inkâr olunur mu? Hollanda resmiyle İtalyan ressamları bir zevk mi takip eder? Alman yemekleriyle, Fransız mutfağı bir örnek midir? İsveç edebiyatı ile Japon şiirleri müsavi midir? Rusya’daki evlerin biçimiyle İspanya binalarının arasında bir fark yok mudur?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-hikmet-muftuoglu/caglayanlar-69428557/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Diğer adı: Hu-an-hu Nehri.

2
Mehazın bunların kendilerini Tatar, yani “serseri” tabiriyle Alparslan’a takdim ettiklerini zikreyliyor. Şarkta, “Tatar” diye anılan bu kavme Avrupalılar “Tartar” namını verirler. Türk büyük neslinin bir şubesi olan bu kavmin adı “Türk” demek olan “Tat” lafzıyla (Masgarî Tatcık = Tacik ve Çincesi Tata) Türk akvamı ve unvanları sonlarına ilave edilen (er-ar) lahikasından müteşekkildir. Hazar, Avar, Macar, Boyar (Beğer) Hünkâr (Hunker, Hüner). Avrupalıların kullandıkları “Tartar” şekli ise eski Yunanlarca Mügte-ri (Zeus)’nin toprak altındaki cehenneminin ismi olan Tartarus lafzından muharreftir. Tartarus lügati cehennem manasına Latinceye geçince bir zamanlar Ural – Altay akvamının Avrupa’ya hücumlarına telmihan ve telaffuz yakınlığıyla bu isim Tatarlara verilmiştir. Bu tevcih Avrupalılara göredir… Ancak Şeyh Süleyman Efendi’nin Çağatay lügatında “Tart”ın dağınık, perişan manasına geldiği görülmekte olup bunun “Tatar” ve “Tartar” isminin aslı olma ihtimali de vardır. Fakat bu ihtimal zayıftır.

3
Yakarmak: Yana yana yalvarmak, dua etmek. Yakarış: Münacat, yalvarmak, yakarmak.

4
Avul: Köy.

5
Mevize: Öğüt.

6
Antik Çağ’ın en ünlü heykeltıraşlarından.
Çağlayanlar Ahmet Hikmet Müftüoğlu
Çağlayanlar

Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Çağlayanlar”, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun 1911-1922 yılları arasında kaleme aldığı öykülerinden derlediği mensur şiirlerden oluşmaktadır. Doğrudan halka hitap eden üslubuyla Trablusgarp Savaşı’ndan Batı-Doğu çekişmesine, Turancılıktan Cihan Harbi’ne Türk insanının hemen hepsindeki kültürünü, millî bilincini incelikle yansıtmıştır. Yer yer İslami motiflerin de bulunduğu milliyetçi bir bakış açısının hâkim olduğu bu eserde Müftüoğlu, kâh masumane kâh abartılı kâh da tarihsel çıkarımlarla dolu; fakat çözüm arayışında bir çaba ile seslenmiştir, Türk ulusuna. “Bu kitabı düşünerek, sizin için yazdım. Bela gecelerinde, yaşım sızarak, yüreğim sızlayarak yazdım.”

  • Добавить отзыв