Hâristan

Hâristan
Ahmet Hikmet Müftüoğlu
Servet-i Fünûn ve II. Meşrutiyet sonrası dönemlerde eserler ortaya koymuş olan Ahmet Hikmet Müftüoğlu; Türk edebiyatı tarihinin önemli şahsiyetleri arasında yer almaktadır. Türkçülük akımı ışığında çeşitli eserler kaleme alan yazarın hikâyelerinin muhtevası, hem sosyal hem de ferdî meselelerden oluşmaktadır. Esere ismini veren Hâristan, diken bahçesidir; ilk hikâyede onun yanında var olan ise Gülistan’dır, gül bahçesidir. Dikenli bahçelerde elleri kanarken insanın, güllerin mahmur eden kokusu acılarını dindirebilir. Yaşam, her zaman gül bahçelerine giden dikenli yollarla çevrilidir. Ahmet Hikmet Müftüoğlu da gerçek mutluluğu ancak bu iki diyarın birleşmesinde görmektedir.Elinizdeki eserin her bir cümlesi, cümleler içindeki her bir kelimesi; geçmişten günümüze doğru esen bir yel gibidir. Okur, her sayfa çevirişinde esen o yelin kokusunu hissedecek, taşıdığı havanın yumuşaklığıyla sarıp sarmalanacaktır. Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun kalemini savurarak estirdiği bu yel, okurun yüreğine dokunacak; kimini yakacak kimini ise serinletecektir.

Ahmet Hikmet Müftüoğlu
Hâristan

Ahmet Hikmet Müftüoğlu
Yazar ve diplomat kimlikleriyle öne çıkan Ahmet Hikmet Müftüoğlu, 1870 yılında İstanbul'da doğmuştur. Dedesi Yunanlılar tarafından şehit edilen Mora Müftüsü Abdülhalim Efendi’dir. Babası Müftüoğlu Sezai Bey’dir. Dedesinin müftü olmasından dolayı Müftüoğlu soyadını almıştır.
Diplomat olarak görev yaparken bir yandan da edebiyatla uğraşmış olan yazar, başlangıçta Servet-i Fünûn hareketi içinde yer almış, daha sonra bu toplulukla bağlarını kopararak Türkçülük akımını benimsemiştir. Hikâyelerini topladığı Çağlayanlar adlı kitabı, uyandırdığı milliyetçilik duyguları ile millî edebiyatta önemli yere sahiptir. Yazar, 19 Mayıs 1927 yılında karaciğer kanserinden dolayı vefat etmiştir.

Ahmet Hikmet
Hâristan
“Dehaetten nasibi olmayan aceze ise bir ormancığın dahlini kendilerine mesken-i iftikâr ittihaz etmiş zayıf ve garib kuşlardır ki kudret-i pervazları ancak bir ağaçtan diğerine gidebilmeye, takat-ı âvâzları yalnız kendi kendilerine müdavele-i hissiyat edebilmeye kifayet eder.”

    Nâçiz-Üstad Ekrem

Hâristan ve Gülistan

Gülistan
Bundan beş bin sene evvel… Bahr-i Kulzüm’ün sahil-i cenubunda bir ada… Mai bir gece… Mehtap… Koyu kurşuni bir umman, üstünde mehîb bir sükûnet, daha üstünde o sükûneti yırtarak tennûre-i nurunu, Bahr-i Muhît-i Hindî’nin ufukları görünmez engin sathına rîze rîze serpen bir ay… Üstünde bir kuş bile uçmayan bir cevv… Boş bir feza… Pâyânsız bir muhit-i râkid… Korkunç bir kimsesizlik, boğucu bir sessizlik… Çıt yok, eser-i hayat yok… Berrak bir tenhayî-i bîintihâ, bir mahşer-i sükûnet: Mehtap düşünüyor. Dalgalar düşünüyor. Katarat-ı kamerin seyelânı altında eriyen gecenin açık gölgeleri düşünüyor. Gezinen bulutlar düşünüyor. Kulzümle rüzgâr, bu tefekkürat-ı hevl-fermanın serair-i nikatını birbirine sarıla sarıla fısıldıyor. Denizin göğsü teneffüs eder gibi kabarıp iniyor. Bütün mevcudatta bu tazelik, bir yıpranmamışlık hissolunuyor. Bu rükûdet-i bîpâyanın ortasından bir sada fırlasa dünya gülecek, kanatlanacak gibi geliyor.
Adanın eteğinden denize uzanan ince kumların üstünde Nesrinnuş, uzaklardan doğru serpilerek kulzümün sathında kaynaşan serv-i zerrinin bir parçası gibi uzanmış… Dalgalara karışmış, üryan, mehtap kadar üryan, rüzgâr kadar üryan… Vücuduna düşen selsebil-i kamer, gerdanının üstünde, çıplak saçlarının arasında titreşiyor. Ufak dalgalar birbirini tazyik ede ede imrenişler, süzülüşler ve fısıltılarla, bir leb-i sadefgûndan masnû’vücudun kâh saçlarının arasına girerek, kâh beyaz kollarında sürünerek, kâh sîmin sinesinden süzülerek, kâh erguvanî ayaklarını okşayarak birer birer buselerini aldılar. Ka’r-ı okyanustan çıkardıkları incileri Nesrinnuş’un ayağı ucuna takdim ettikten sonra ihtiramlar, ihtirazlarla geri geri çekilip gittiler.
Nesrinnuş, bîhoş-ı neşe bir keselan-ı ömr nüvaz ile usul usul gezindi. Etrafında bir hâle vaziyetinde kendine nâzır peri kızlarına kadife uçukluğunda, kadife ılıklığında gözlerini initâf ettirdi. Lâ’l dudaklarının altında şimşekler çakan dişlerini göstererek onlara bir hande-i neşat parlattı: “Beni oğunuz!” dedi.
Şimdi hademelerinden üçü omuzlarındaki sarı, maî beyaz tüllerden silkinerek kollarını, sinesini, ayaklarını oğuşturmaya, saçlarını kurulamaya başladılar. Nesrinnuş kamerin kendi için serdiği şehrah-ı zerrine doğru bakarken zümrüdîn denizin bir erganun-ı bülbülatına benzeyen uğultusunu dinliyor ve anlıyor gibiydi.
Bu esnada kayaların kovuklarından, sazların aralarından, ellerindeki esdaf-i bahriyeden nefirleri öttüren birtakım küçük periler Nesrinnuş’a doğru uçuşmaya başladılar. Nesrinnuş doğruldu, mehtâba ellerini sallayarak ona bu gece için veda etti.
Nedimelerinin omuzlarına attıkları al bürümcüklere büründü. Bir sehab-ı fecr revnakında, bir sehab-ı fecr şeffafiyetindeki harmanisiyle vücud-ı ser-bülend ü şahlevendinin reng-i erguvanîsini katmerleştirerek yolunda eğilen güllere rağmen, nesimî bir rikkat ve bir hıram-ı delâl ü naz ile yürümeye başladı.
Şimdi güller, alkışa benzer fısıltılarıyla onu selamlıyorlar, minalar ayağını öpmek, sonra ezilmek, ölmek hevasıyla yoluna dökülüyorlardı. Bu yürüyüşe iki dakika devam etti. Bir kâşâne-i billurun kapısından girdiler. Mahtabın, zücâc duvarlara aksiyle, tahallül eden ziyası avludaki çağlayana inikas ettikçe turuncu, al, sarı bir fevvare-i nur, göz kamaştıran bir zemzeme-i ruh-nevaz ile cereyan ediyordu. Havzın kenarına yayılmış, üstüne limon, portakal, mandalina, turunç çiçeklerinden örtüler serpilmiş bir sofranın başına oturdular. Zebercetten oyulmuş tabaklarda muzlar, ananaslar, hurmalar, av etleri, balıklar getirmeye ve lâleden piyalelerle, râhlar, rahîkler, gül şerbetleri sunmaya başladılar.
Havzın diğer sahilinde râmişgerler, hanendeler bir halka oldular. Rübablar, mizmarlar, ber-battlar, şeş-tarlarla selsebillik cereyanını tanziren, Nesrinnuş’un ân ü hüsnüne âid neşideler okurlarken nedimelerin irad ettikleri şuh ve şâtır mülâtafaları arasında ısırılan meyvalardan, devrilen lâlelerden, boşalan tabaklardan, küçük bir meydan-ı harbe dönen sofra mecruhlar, maktullerle dolmuştu.
Rahîk-i lezizin verdiği neşe ile Nesrinnuş pür şetaret nedimelerinin kucaklarına yatmış, dudaklarını emerek meçhul uzaklardan bir şeyler umar, arar gibi enzârını temdîd ediyordu. Eniseleri her cür’ada malikelerinin ellerini öpmek, saçlarını koklamakla telezzüz-i dimağ eylerlerdi.
Ruhlar, buhar-ı neşeden köpürmeye başlamıştı ki rakkaseler emr olundu. Şimdi musikiye bir raks-ı periâne; bir raks-ı rakîk-i nurânî karıştı.
Pembezâr nimtenlere sarınmış yirmi, otuz kızın süzülüşler, gerilişler, girişmeler, kırışmalarla bir beyaz duman gibi dönerek kıvrılan, uçan tüllerin altından üstünden birer kelebek hafifliğiyle nim perendeleri… Elvanın, envarın inhilal ve ictima’ını takliden birbirlerine girişip ayrılmaları, sarılıp çekilmeleri, kalçaların mevzun ve muttarid temevvücatı, dönüşleri, eğilişleri, katmerleşmeleri; sarı, lepiska saçların birer bürkan-ı gül gibi dalgalana dalgalana feverânı musiki ile imtizaç ederek selis ve beliğ bir aheng-i mükesser hasıl ediyordu ki hangisi musiki, hangisi raks, kulaklar temyiz edemiyor. Musiki mi raksan, raks mı nağme-sâz, gözler anlayamıyordu.
Nesrinnuş bütün bu temevvücât-ı raks ü ahengi, nedimelerinden cûy-i revânın dizlerine yaslanmış mühimsemeyerek, eğlenemeyerek gözleri derin bir endişe-i manevi ağırlığıyla süzüp temaşa ediyordu.
Bu tantanât-ı ihtişam, onun ruh-ı nâimine bir katre-i hande-i sevda, ona her akşam gördüğünden başka bir şevk ve safa irae edemiyordu.
Bu gece kâşânesine girmek istemedi. Mehtabın, üryan vücuduna sarılmasını arzu etti. Nedimeleri ona rüzgârın güneşle, ırmakların söğütlerle, arıların papatyalarla muaşakalarına dair masallar söyler, neşideler okurken Nesrinnuş güvercin, serçe göğsü tüylerinden yapılmış bir sedirin üstüne uzandı. İksir-i esirî-i mehtabı, bâd-ı rakîki, yarı açık dudaklarıyla süze süze emiyordu ve eme eme gözleri süzülüyordu. Birden al örtüsünün yeninin iri katmerleri arasından bal renginde tombul bilekleri sıyrıldı, çıktı. Beyaz leylak renginde ellerini, sitarelerin ihtizazından nermin sarı saçlarının altından geçirdi. Koşan kamerin arkasından giden bulut kümelerini, süzgün gözleriyle takip ede ede kirpikleri kapandı. Kendinden geçti. Aheste aheste uyudu.
Şimdi sesler kesildi. Fısıltılar bitti. Ramişgerler sustu. Şelaleler sustu. Kuşlar sustu. Rüzgâr sustu. Etraftaki nedimeleri, bu hüsn-i mücerredi meftun ve müsahhar bir müddet vâlihâne temaşa ettikten sonra içlerini çekerek onlar da peygûlelerine çekildiler. Bu esnada beyaz kanatlı birtakım mini mini periler küme küme gelerek Nesrinnuş’un civarında uçuşmaya başladılar. Bunlar Nesrinnuş’un nigehbânları idiler.
Bir iki dakika sonra ağaçların arasından buruşmuş bir ihtiyar kadın nümâyân oldu. Elindeki uzun asasına dayanarak usulca Nesrinnuş’un yanına sokuldu. Vücudunu yarı örten al tülü açarak vücudunu inceden inceye tetkik etti. Ve yıpranmış çehresinde kabaran bir işmizâz-ı abûs ile izhâr-ı memnuniyet eder gibi derin bir “Oh!” çekerek geldiği gibi kayboldu.
Bu Nesrinnuş’un validesi idi. Pek ziyade kıskandığı kızını her akşam uyurken gelir tetkik ederdi.
Bu ihtiyar kadın düşünüyordu ki: “Bütün bu saçlarımı yolan, bütün bu dişlerimi döken, bütün bu çehremi buruşturan; erkeklerdir. Neslimin bu felaketlere uğramasına mâni olacağım! Onu bu adaya getirdim. Ona ne kadar mümkünse o kadar eğlenceyi, süsleri, refahı verdim. Lakin erkek nedir bilmeyecek! O felaket nedir tatmayacak! Adaya erkek mahluk sokmadım, şayet ben muttali’ olmadan bu adaya bir erkek kelebek bile girer ve kızımın bir tarafına konarsa orada bir gül açılsın da kızıma zahmet vermeden ve hüsnüne halel gelmeden ben haberdar olayım. Her tedbirim mükemmel. Artık gönlüm rahattır.”
Mehtap, Nesrinnuş’un vücud-ı nerminini yeni doğan güneşe tevdi ederek küçük kanatlı nigehbanlarla guşe-i ihtifasına sarara sarara giderken, etrafında ona baygın sadalarıyla seheriyyeler okuyan nedimelerinin işvelerine karşı, mahmur gözlerini ovuşturarak perişan saçlarını silkerek, kaşlarını çatarak kalktı ve çağlayanın bir kenarına giderek akan berrak derenin sathına yayılan sarı nilüfer çiçeklerinden birine bastı; nedimeleri dahi bu çiçeklerin koyu yeşil yapraklarına istinad ile sabahın sisleri arasından çağlayanın menbaına doğru kaymaya başladılar.
Meşşâtaları, pınarda mâlikelerinin sabah ziynetlerini ikmal ederlerken Nesrinnuş suda inikâs-ı cemâline müstağrak, kımıldamadan kendisi temaşa ederdi. Bu sırada yeşil ve kırmızı kelebeklerin birbirlerini takip edişlerine bakar ve iki kumrunun uğultularını dinlerken, eniselerinin şathiyyâta ait mülâtıfelerine dudaklarından yavaşça uçan bir tebessüm ile mukabele ederdi.
Nesrinnuş; nedimelerinin, hâdimelerinin kimine Gül-çekân, Zühre-çîn, Naz-âferîn, Mevc-i nur gibi unvanlar ve kimine çiçek ve kuş namları tahsis ederek cümlesine de nam ve unvanlarıyla mütenasip libâslar tertip eylemişti.
Sabah ziynetlerinin itmamından sonra reng ü nurdan mensûc bir tüle sarınarak pembe nilüfer yapraklarına basarak ırmağın cereyanıyla sahile geldiler. Burada iki tekerlekli, küçük, billurdan bir gerdûne duruyordu.
Ön tarafına koşulmuş üç çift dişi kuğu kanatlarını germişler, malikelerinin rükûbuna intizaren amâde-i azimet bir vaziyette bekliyorlardı.
Nesrinnuş, cûy-ı revânın omzuna ittikâ ile gerdûnesine bindi. Yanına davet ettiği Mevc-i nur’un bir eliyle beline sarılıp doğan güneşe benzer mehabetli bir vaziyet aldı. Diğer eline kahkaha dallarından dizginleri takıp “Diyar-ı gül”e emrini müteakkib, bir küme kısa saçlı, pembe, küçücük periler ellerindeki nefirleri üfleyerek yola revan oldular. Bu esnada sarı sülünlerden, al bülbüllerden, beyaz güvercinlerden, tavuslardan, kırlangıçlardan mürekkep bir cem-i gafîr, gerdûnenin önünden bin türlü şaklabanlıklar, çığlıklarla süzüle süzüle uçmaya başladılar.
Gerdûne, kaldırımları kamilen gül yapraklarından masnu ve murassa yolu bir çâlâkî-i berk-âne ile takip ederken yerden kalkan pembe tozlar, gerdûnenin billurîn tekerleklerine, kuşların kanatlarına kondukça bu katara bir kavs-ı kuzah letafeti veriyordu.
Güneş, Bahr-i Kulzüm’ün ufuklarından sarı saçlarını saçarak, dökerek görünmeye başladığı hengâmda bu kafile-i esiriyyun da Nesrinnuş’un Diyar-ı Gül dediği şahika-i şiir ü hayale vasıl oldu. Bu tepenin etrafı ulu gül ağaçlarıyla muhat idi. Pembe, mor, sarı, turuncu goncalar şeref-i kudümünü takdisin hepsi birden açılarak sinelerinden coşan kokular, Nesrinnuş’un boyunlarına, omuzlarına, bellerine, ellerine sarıldı. Nesrinnuş gerdûnesinden indi. Arkasından onu takip eden eniseleri, hâdimeleri, sazendeleri de mülaki oldular.
Şimdi Nesrinnuş bir nefha-i rüzgâr halavetinde ağır adımlarla geziniyor. Ve bir peyk-i hâre-ver ve münevver gibi, peyinden eniseleri birer birer dik ve müteazzım bir tavır ile geliyorlardı. Bütün yüksek ağaçlar, bu melike-i melâhat hizalarına geldikçe, huzurunda eğilerek ona en güzel kokulu çiçeklerini arz ediyor ve Nesrinnuş da onları, bir gülden daha güzel yaratılmış olmaktan başka bir farkı bulunmayan eliyle okşayarak, nedimelerine koparmak için, bir nim gamze-i azimet ile emrediyordu. Toplana toplana Zühreçîn’in, Gül-çekân’in eteklerinde biriken güllerin en güzellerinden bir çelenk yapıldı. Ve Nesrinnuş’un başına konuldu. Böylece sabahın sisleri arasında, yürüye yürüye tepenin en mürtefi ve matla-ı şemse nâzır bir noktasına geldiler. Nesrinnuş asâ-yı ihtişamına ittika etti. Göğsünü ve bütün heykel-i nazikterîn vücudunu ileri doğru gererek başını geriye bıraktı. Ve elleriyle dudaklarından bir gül-buse kopararak doğan güneşe doğru fırlattı. Bu bir âyin-i afitâb-perestî idi. Bu busenin iktitâfını hisseden hâdimeler, koşarak, seğirterek, kırılışarak yekdiğerlerini itip çekerek, gıcıklayarak, hoplayarak, oynayarak gülerek saçlarında güller, başlarında tüyler, tenlerinde tüller, ellerinde yelpazeler, bellerinde gâzeler, gözlerinde şimşekler, gerdanlarında çiçeklerle malikelerinin etrafına toplandılar. Ve onun bir işaretiyle tulu-ı şemsi alkışlamak için sabahiyeler okumaya başladılar. Ve el ele, bel bele tutuşup kâh uçuşarak ve kâh konarak envâr-ı afitâbın şerefine bir raks-ı mestâmeste başladılar. Bu gülbâng-ı raks ü ahengin cazibe-i letafetine ağaçlar ve rüzgârlar dahi kapılarak, nesim hafif girdbâdlarıyla dönerek, ağaçlar ivicaclarla sallanarak bu neşeye iştirak eylediler ve güllerden süzülen pembe jaleleri eme eme o derece mest ve sekeran bir halete geldiler ki bâd-ı seher bundan istifade ile güneşe handehand işveler, nurânur güzellikler göstermek ümniyesiyle bütün bunların tüllerini omuzlarından düşürerek üryan bıraktı. Bu halete dayanamayan ağaçlar, pür heyecanı şevk ü şegaf bütün güllerini, goncalarını silktiler ve bunları bir pembe yağmurun, pembe dalgalı, pembe köpüklü pembe selleri içinde mest ü müstağrak bıraktılar.
Nesrinnuş’un, bu neşe-i sâriye-i şi’riyyet, mütehallik olduğu humma-yı hicranı teşfiye etmiş ve mugaşşâ-yi neşve bırakmıştı.
Bütün bu dudmân-ı peri, bellerine kadar reng vü buya batmış oldukları hâlde âyinlerine hitâm verdiler. Lakin bu neşenin hitâmına razı değillermiş gibi şimdi de dallardan, çiçeklerden salıncaklar kurdular. İkişer ikişer sallandılar, uçuştular, gülüştüler, saçıldılar, döküldüler. Bir müddet de bu suretle dem-güzâr oldular.
Nihayet Nesrinnuş yine gerdûnesine râkiben ve maiyyeti dahi yine aynı silsile-i nizam ile avdet ettiler. Ve kâşâne-i billurda hazır olan sofraya oturdular.
Ekseri günler, öğle taâmından sonra Nesrinnuş kaylûletini yapar, akşama yakın ava çıkar, güneş kararmaya başladığı zaman istihmâmını yapmak için kâh sahil-i bahre gider, kâh pınar başında soyunurdu. Gül iksirleri, ya benefşe esirleriyle tenini taltif ederdi.Geceleri eniselerini yanına davet ederek onlara kâh masallar kâh ninniler söyleterek eğlenirdi, kâh uzak ufukların, meçhul sergüzeştlerinden ağlâklar, hülyalarla işlenmiş bahisler açılırdı ve bu zemzeme-i mükâleme bir menba-ı şeffafın feşâfeşine benzeyen berrak ve medîd bir hübûb nagamatıyla, kâh bir kahkaha-ı tiz ile kırılır veya bir fısıltı arkasında kaybolurdu. Nesrinnuş mehtap olursa sevdiği refikalarından bir ikisini yanına alarak yürümeye çıkardı. Bu sırada nesim-i narinin gayr-i meri buseleriyle kıvrılıp küçük dalgacıklar peyda eden al harmanîsiyle Nesrinnuş’un yürüyüşü, al bir nehrin cereyanına benzerdi. Öyle bir nehir ki kenarı beyaz minalarla muhât olup başının üstünde sarı güller açar, pembe bülbüller uçardı.
Nesrinnuş beş yaşında geldiği bu adada, on beş senedir bu minvalde, rayihalar, refahlar, yumuşaklıklar, rehavetler içinde yaşar ve meçhul birtakım hayâlatın karşısında günleri handeler, geceleri tebessümlerle geçerdi.
Bir sabah hilâf-ı mutâd, kalbinde yakıcı bir hararet hissetti. Billur köşkün kurbunda akan şelaleye kadar gitti. Tüllerinden sıyrıldı. Cereyanın kaynaşan köpüklerinin kuvvetli kamçıları altında bir müddet hareketsiz uzandı. Sonra çırpındı. Üşüdü. Pembeleşti. Ve avdetinde vücudunu beyaz tüyden bir yatağa attı.
Şimdi Nesrinnuş’a ağır bir uyku galebe etmişti. Uyudu, uyudu, uyudu… Nihayet öğle güneşinin kızgın, kâsil şuleleri, kapalı kirpiklerini, sıcak okşayışlarıyla açarken yanında onun belini kavrayacak, kollarını sıkacak, vücudunu örseleyecek, sinesini zedeleyecek bir şey… Bir kuvvet, bir vahşet aradı. Yanında ağır adımlarla gezen, lekesiz, beyaz bir kuğuyu kucağına aldı. Onun yumuşak beyaz göğsünü, helecandan çarpan yumuşak pembe göğsüne dayadı. Boynunu boynuna sardı; bütün kuvvetiyle sıktı ve böylece kuşun beyazlığı, yumuşaklığı altında, gözleri yarı açık, vücudu gerilmiş, bir zaman hareketsiz kaldı.
Nesrinnuş, artık bu kokulardan, bu renklerden, bu çiçeklerden, bu yumuşaklıklardan, narinliklerden, bütün bu tüllerden, tüylerden bıkmış usanmıştı; bunlardan kurtulmak istiyordu. Artık güllerin serfurûları ruhunu meşgul edemiyor. Rakkaselerin perendeleri gönlünü eğlendiremiyor. Nedimelerinin ovuşturmaları vücudunu ısıtamıyor… Şimdi o bilmediği, anlayamadığı, tahmin edemediği bir şey arıyordu ki onu incitsin… Acı nedir? Hissettirsin. Acıtsın. Öyle kuvvetli, cüretli, korkusuz bir diş, bir tırnak istiyordu ki bütün mehabet-i hüsn ü ânına rağmen onu kemirsin, tırmalasın, yırtsın, paralasın…

Hâristan
Baubab, okaliptüs, hizran ağaçlarından müteşekkil, bâkir bir ormanın neftî gölgeliklerinde hayvanat-ı zâhifenin kuru yapraklar üstünde sürünüşlerinden çıkan hışırtı, ormanın karanlık göbeğinden kopan baygın bir rüzgâra karışarak, sert kayalara çarpıp denize dökülüyordu. Hayat bu zulmet-i feryadkârın içinde tedarik-i gıda ve imâte-i zaman için kâh sibâ’âne bir cüret ve kâh vahşi bir ihtiraz ile titrerdi.
“Ormanın sahile karîb bittiği noktada münzevi bir kayanın kenarında bir erkek gölgesi, hareketsiz, gam-gîn iri gözlerini akşamın bu ıssız vaktinde görünen zühreye dikmiş duruyordu. Çehresinin işmizâzlarını teskin eden teneffüsât-ı leyl-i samût, damarlarında mesut bir sıhhatin cevelan ettiğini ihsas ediyordu. Omuzlarından sarkan kara saçları, kapanık bir gecede karanlık duran bir bataklığın hareleri gibi siyah ve menevişli bir parıltı neşrediyordu.
Bu gölge şimdi kollarını çaprastladı. Derinden boğuk boğuk işitilen bir arslanın homurtularla kükreyişlerini bir zehr-hand ile dinlemeye başladı.
Cezire-i Serendib’den, Hindistan sahili boyuyla Arz-ı Babil’e hicret etmek isteyen sal halkının bir kısmı senelerce çektikleri mezahimden bitâb, Ceziretü’l-Arab’ın cenub-ı garbında, hâli bir adaya düşmüşlerdi. Yolda, ekser rüfekası gibi fırtınalardan helak olmuş reislerinin henüz pek küçük olan oğlu Hârâ yedi refikiyle kurtulabilmişti. Aile erkânından salda seyahat etmekte olan birkaç kadın dahi mezahim-i seferiyeye tahammül edemediklerinden yolda kalmışlardı. O zaman Hârâ dört yaşındaydı. Canlarını kurtaran yedi kişi, reislerinin evladını da tahlis ettiler. Onları bu adaya gömülmeye ebediyen mahkûm eden talihe rağmen, bu küçük yavruyu hayat-ı mesude-i sabıkalarının bir yadigârı gibi itinalarla büyüttüler. Salda ne kadar âlât ve esliha kalmış ise alarak adaya çıktıkları sırada ilk meşgaleleri Hârâ’yı hıfz edecek bir bucak taharrisi idi.
Buldukları mağaraya mâmut gibi, pars, zerd gibi sibaaın tehacümünden emin olacak bir metanet verdiler. Bu yedi kişinin biri daima Hârâ’nın yanında muhafız olarak kalır; diğerleri sürü ile ava çıkarlar ve getirdikleri ceyran ve yaban keçisi sütleriyle çocuğu beslemeye çalışırlardı. Hârâ büyüyordu. İlk hissiyatı, birinci endişesi kendini yırtıcı hayvanlardan muhafaza etmek ve onlarla çarpışmak oldu. Daha altı yaşında iken mağaranın önünde, ona doğru uçan bir kuşu fırlattığı bir kaya ile yere düşürmesi muhafızları için bir meserret-i uzmâ teşkil eylemişti. Hârâ kuvvetini kâfi gördüğü rast gelen her şeyi kırar, koparır, öldürür, ezerdi. Ağaçların üstlerinde tesadüf ettiği kuş yuvalarını bozar, yumurtalarını tahrip eder ve yavrularını boğardı.
Bir gün eteğinden geçen bir geyiği, başına yuvarladığı bir taş darbesiyle düşürmüş ve sürükleyerek mağaraların deliğine kadar getirip rüfekasının önüne bir nümâyiş-i mütecellidâne ile çekivermişti. Bu geyiğin başını mağaranın kapısına astılar. Hârâ kendi eliyle soyduğu, kuruttuğu derisinden kendisine bir post ve elbise kesti.
Yalçın kayalıklar, mahûf bir çirkinlikle adanın her tarafından küme küme fırlamıştı. Abanoz ve çınar gibi sert ağaçlı ormanların altında, kamışların arasında boğa yılanlarının ıslıkları, geceleyin bir rüzgâr uğultusu gibi uluyarak dağılırdı. Her yer dikenlik, her taraf taşlık… Bazı geceler çıkan kasırga ile bu kavi ağaçları yekdiğerine birer kadîd gibi çarpıp, kumları ve sahildeki çakılları bir toz yığını hafifliğinde şakırtılarla önüne katarak yuvarladığı sırada kaplanların, mamutların çılgın çığlıkları adayı Umman-ı Hindî’nin ka’rına doğru sürükleyip, fırlatacak bir mah-şer-i heyecan hasıl ederdi. O zaman bu kehf-i inzivayı bir hevl-i amîk istila ederdi. Hârâ ve arkadaşları yekdiğerine ittika ile ümitsizlikler, takallüsler, nefrinlerle bu gulgule-i vahşeti dinlerler ve acı acı sırıtırlardı.
Bir gece yağan yağmurun kuvvetli selleri, mağaranın çatlaklarından girerken çakan şimşeğin, düşen yıldırımın ormanı tutuşturduğu görüldü. Bir yanardağ şiddetiyle yanan adanın ortasından, uluyarak, kükreyerek, sürü sürü kaçan arslanların, fillerin birçoğu, bu hengâmeyi seyr için dışarı fırlayan Hârâ ve arkadaşlarının zehirli oklarıyla devrildiler.
Her yer dikenlik, her taraf taşlık… Bu yedi kişinin her biri tedârik-i maişet için sabahleyin dağılır ve cümlesinin dikenlerden elleri, yüzleri ve taşlardan ayakları sıyrılmış, yarılmış, tırnakları çatlamış olarak akşama avdet ederlerdi. Bütün bu yaralar yıkanıp sarılırken arkadaşlarının en ihtiyarı, yanlarında bir kadın elinin eksikliğini hissediyor ve mağara kapısının önündeki taşın üstüne oturup, başını sallayarak ve alnına düşen ak saçlarını titreterek, ummanın muannit ve hırçın dalgalarına doğru yumruklarını sıkıp, berelenmiş göğsünü açarak talie lanetler ediyordu.
Hârâ’nın kızgın bir güneş altında, dikenli bayırları tırmanmaktan, yırtıcı hayvanlarla çarpışmaktan, taşlar, çalılar arasında gezmekten elleri katılaşmış, göğsü katılaşmış, derileri meşinleşmiş, çehresi yanmış, tırnakları taş kesilmişti.
Her taraf dikenlik, her yer taşlıktı… Bazen birdenbire damarlarındaki kanın feveran ettiğini duyar ve hemen gece yarısı sair fi-l menâm bir şair hicranıyla nâmütenahiliğin bir kenarında, bir taşın üstüne oturur, rüyalarını tekrar ederdi. Ve bazen olurdu ki bu kadar vahşet ve hiddete rağmen bir mürg-i seherî garipliğiyle fecr-i hayaletindeki ruhunun jalelerini toplaya toplaya yürürdü. İşte o zaman, siyah gözlerinin fırtınalı bir akşam gölgesinin titreyişine benzer ihtilacı vardı ki…
Hârâ yirmi yaşının hecmat-ı hissiyatına mağlub ve münfail, ekseri geceleri dağbaşlarında, ağaç üstlerinde geçirirdi. Bir akşam mahmûm ve muhtelic kehf-i inzivasına girdi. Yatağa düştü. Üç gün bîhûş kaldı. Hastalığında, geceleri ateşler içinde sayıklamalarla kıvranıp hararetten dudakları kavrulurken, istediği suyu vermeleri için arkadaşlarını uyandırmaya eninleri kifayet etmiyordu. Bu sırada uyanan en ihtiyarları damarları çıkmış kollarını gererek ve gerinerek: “Ah bir kadın!.. Bir kadın!..” diye Hârâ’yı tedavi ederdi. Hârâ nekahete giriyordu. Bir akşam arkadaşları yatağının etrafında otururken, unutulmuş eski bir terennüm bu ihtiyarın dudakları arasından döküldü:
“Ömr-i insanî bir uyku, aşk onun rüyasıdır!”
Hârâ soruyordu:
“Ömr nedir?”
İhtiyar cevap verdi:
“Aşk!”
“Aşk nedir?”
“Kadın!”
Hârâ ta’mîk, ihtiyar tavzih ediyordu. Artık bu genç biliyordu ki hayat daima böyle katı ve dikenli değildi; böyle yırtılmaklardan başka bir de okşanılmaklar vardı. Genç, bundan sonra arkadaşları ile o kadar ihtilat etmiyordu. Düşünüyor, düşünüyor, düşünüyordu. Ve gündüzleri onu kimse görmüyordu. İzbe bir yere çekilmiş, bulduğu bir mermer parçasını, tedarik eylediği demirlerle, ihtiyarın tasvirine mümasil, hayalhane-i dimağında tecemmül eden tarzda yontmaya başlamıştı. Bir baş yaptı. Göğsünü hakketti. Ellerini meydana çıkardı. Adada çakılların arasında, deniz kenarında, ırmakların kıyılarında pek mebzul olan zümrüt, elmas, la’l, yakut gibi parlak taşları topladı. Bu heykelin önüne attı; gözlerini beyaz ve siyah elmastan, dişlerini inciden, dudaklarını ve tırnaklarını la’lden, yakuttan yaptı. Bununla bir sene ihtiraslar, ümitler içinde uğraştı, uğraştı, uğraştı… Bir gün arkadaşları gelip heykeli görünce şaşırdıkları zaman, ihtiyar güldü. Ve hakikatten pek uzak olduğunu söyledi. Hârâ için bu heykel bir bedia-ı hayaliye idi. Genç hissiyatındaki tekmil kuvveti bu mermere hasr etmişti. Sabahtan akşama kadar gözlerini buna diker, dalar ve o derece kendini kaybederdi ki arkadaşları yemek zamanı kendisini zorla buradan çekerlerken, Hârâ bu heykele kollarını açar, dudaklarını uzatırdı.
Böylece aylar geçti. Hârâ kütükleri, taşları yuvarlayıp buraya getiriyor ve bütün rüyalarını, hayallerini bu taşlar, bu kütükler üstünde tasvir etmek isterken âlat-ı nahtı elinden atıyor ve mahud ihtiyarın istihza ve itirazı altında onlara ne şekil vereceğini bilemiyor… Taşların birini kırıyor, diğerine başlıyor, çalışıyor, çalışıyor; kâh ihtiyara koşuyor, soruyor, soruyor: “Kadın nedir?”, “Kadın?..” diyor. İhtiyar gözlerini uçan bulutlara dikerek anlatıyor. Ve sonra: “Nısfı meyva, nısfı çiçek.” diyor, susuyor ve ağlıyordu. Şimdi Hârâ gözlerini pîrin gözlerine, istifhâmkârâne dikmiş saatlerce onu dinliyordu… İhtiyar süratle kalktı; gencin elinden tuttu. Çekti. Uzaklara götürdü. Ormanın ucunda, bir hurma ağacı sayesinde boyunlarını birbirine dolamış iki zürefayı gösterdi: “Görüyor musun? İşte! Anlıyor musun? İşte!..” dedi. Hârâ yine bir şey anlamamış, bir safvet-ı nazarla ihtiyarın yüzüne bakmış kalmıştı.
Senelerce zayi olan ömrün mahsulü olarak, Hârâ bir çok heykeller hakketti… Burası gencin bir mabediydi. Mübareze-i maişetten yorulduğu zaman buraya gelirdi. Bir buhran-ı arzu ile mahmûm, bu heykellerin ayakları ucuna çömelerek ve ellerini kavuşturarak saatlerce yalvarır, sonra yine saatlerce mebhût dalar giderdi. İsterdi ve beklerdi ki, şu daima dalgalı duran Umman-ı Hindî’nin arkasında, tahayyül ettiği hakikatlerden bu heykeller onu haberdâr etsin ve sonra bir vakti olurdu ki tahlilinden âciz kaldığı bir hırs-i vahşî-i sibââne ile okunu, yayını omuzuna alıp önüne gelen hayvanlara tasallutla her gördüğünü bir hiss-i intikam ile parçalardı.
Gece… Bacaklarında hurma liflerinden örülmüş bir dizlik, sırtında çaprastvâri atılmış bir kaplan postu… Hârâ hayz-rânlar arasında, bir kütüğe yaslanmış duruyordu. Uzaktan evvelâ müphem, sonra vazıh bir hışırtı duyuldu. Bir geyik zuhur etti. Önünden geçen bir tilkiyi boynuzlarına takınca havaya kaldırıp yere attı. Geyik, yalnız eğlencesi için kıydığı bu küçük hayvana yan gözle bakarken, öteden gözüken bir parsın ayak seslerinden irkilerek koşmaya başladı. Hârâ dayandığı kütükten doğruldu, şimdi müteheyyic bir dikkat ile geyiğin firarına, parsın takibine bakıyordu. Geyik terlemiş, kısa, yüksek nefeslerle soluyarak süratle seğirtip, firarında ümid-i selâmet kalmamış gibi şaşırmış, ufak kavisler çevire çevire bir daire dahilinde çırpınıyordu. Henüz yirmi dakika kadar bir müddet geçmemişti ki pars şikârını yakalamış ve pençesi altına almıştı. Hârâ böyle zahmetsiz kısa bir takip ile parsın galibiyetine taaccüb ve hiddet etmekle beraber müdahale için kendinde bir arzu-yı mübrem duyduğu sırada öteden gelen derin, mehib kükreyişlerin arasında, karanlıkta bir gölge yığını göründü. Ensesinde kabaran sarı yelesinden genç, bu, sahraların yeke-tâzını tanıdı… Arslan!
Akan kanları içinde inleye inleye kıvranan, pençesi altındaki geyiğe, pars bir tehekküm-i gayz-âgîn ile kımıldamaksızın bakarken, arkadan arslan müsterih adımlarıyla ilerliyordu. Kırk kadem kadar bir mesafede durdu. Ve şiddetle bir defa homurdandı. Parsın yüksek vücudu, bağdeten gergin bir takallüsle dikildi. Bütün yorgunluğunun bir dakikada ber-hevâ olacağını anladığından yalnız meyuslarda görülen âni ve pek çabuk geçebilen bir cüretle, arslanla herçibâd-âbâd mübareze kararını gösterir bir vaziyet alırken, o mehabetrîz hayvanın umk-ı ruhundan kopan bir nara-yi velvele-hîz-i hücum, parsın tekmil vücuduna mütezelzil bir irtiâş vererek nahvet-i cinsiyeti karşısında, mahcup ve münfail, telaşsızca, avını mağlub şöhreti olduğu arslana terk ederek, evvelâ mütereddid adımlarla arka arka çekildi. Ve sonra kudurmuş bir hayvan gayz ve abûsetiyle homurdanarak gösterilmek istenilmeyen bir meskenet-i tevazuyla, iri başını o galib-i müdhişe doğru bükmüş, gözlerini, arslanın ateş saçan gözlerine yan yan dikmiş olduğu hâlde makhûr ve muzmahil çekildi, gitti.
Arslan, çoktan beri geyiğin kanlı cesedi üstüne müsterihâne çökmüş ve onun iri parçalarını, kayıtsızca kemirmeye başlamıştı. Parsla geyiğin mübarezelerini adem-i tenezzülle temaşa eden Hârâ, şimdi hayz-rân yaprakları arasındaki pususunda -yine korkusuz lakin her ihtimale karşı müteyakkız- duruyordu.
Arslan şapırtılarla yiyor, kemiriyor ve yalanıyordu. Muvaffakiyetle neticelenmiş bir intikamın verdiği neşe-i galibiyetle kuyruğunu kâh sağ böğrüne, kâh sol böğrüne çarpıyordu. Hayvan, bu hodgâm ziyafetin en iştihâ-engiz dakikasında başını havaya dikti. Kuyruğunu yukarı burarak, ön ayakları üstüne kalkıp müvesvis bir tereddütle etrafını nazar-ı teftişten geçirdi. Geyiğin kadidini, üstünde yapışık kalan kızıl etleriyle, enzâr-ı ağyârdan gizli bir yere saklamak için, sürüklemeye başladı. Bu sırada, bu sarı heykel-i müşekkelin gözleri, Hârâ’nın barındığı kamışlığa initaf etti. Şimdi Hârâ yarım saat evvelki ihtişam-ı bülendin, gönlüne bıraktığı tesir-i amika mağlup olarak, bu gâlib-i mağruru takdirlerle temaşa ederken, onun, kendisine doğru teveccüh ettiğini görünce, bir sevk-i tabiî-i mübareze ile vuku’u melhuz olan müdafaayı hesaplayarak irkildi. Arslan dalları iterek, bükerek, kırarak, ezerek ilerliyordu. Artık her ihtimal takarrür etmiş ve Hârâ hayvanın yan tarafından hücuma hazırlanmıştı.
Arslan dalların hışırtısından ürküp hızla başını kaldırdı. Hârâ’yı gördü. Hârâ bu teâtî-i nazar esnasında, bir saniye kaybetmeksizin, kalkanını siper almış ve kemanını çekmişti. Şimdi ok, bir safir-i hava-çâk ile vızlayarak hayvanın boynuna gömüldü.
Bu sırada, Hârâ şedîd ve medîd bir “Hay!” haykırışıyla, üstüne atılan hayvanın hizasından, yan tarafa sıyrılarak küçük yaştan beri böyle vartalarda ihraz eylediği bir çeviklik ve çabuklukla ve bütün kuvvet-i bâzusuyla, elindeki gürzü, kızıp kuduran hayvanın beyni hizasına indirmekle beraber, belinden sıyırdığı uzun yassı mızrağı sersemleyen arslanın karnına sapladı. Bu öyle bir saplayıştı ki demir kabzaya kadar sokuldu. Hayvan bu sefer can havliyle dönerek Hârâ’nın kolu üstünde asılı kalkanını dişleri arasına aldı. Lakin bu sırada yerde fışlayan, yayılan kanların arasından iri bağırsaklar da sürünmeye başlamıştı. Hayvan çöktü. Hârâ demiri yine bir “Hay!” feryadıyla ve aynı hiddetle bir daha sapladı. Artık arslan bütün mağruriyet-i cinsiyetine rağmen yere yuvarlanmıştı. Genç, bu düşüş ve mağlubiyeti, meşkûk bir hile add ile muttasıl bir nara-i zaferle, teberini hayvana havale ediyordu. Şimdi arslanın sarı, donuk, durgun gözleri açılmış, yassı pençesinin uçlarından iri tırnakları uzamış ve fırlamış dehhaş ağzı açılmış; kenarındaki büyük dişleri, kırmızı kanlarla mülemma duruyordu. Hârâ, âvâze-i tiz-i sitiziyle karanlıkları titreten bu cüsse-i mehabetin ayağının altındaki hâl-i meskenetine bakınca, göğsünün tatlı bir gurur-ı celadet ile kabardığını duydu. İtimad-ı nefsten mütevellid nümayiş-i hodgâmı ile okunu, yayını, kalkanını, teberini, mızrağını yere serperek arslanın üstüne oturdu. Mütehayyil ve mütefekkir nazarlarıyla, gittikçe aydınlanan maşrığın televvünat-ı nurunu tamaşaya daldı.
Açılmaya başlayan gecenin siyah kirpikleri altından, seherin sarı gözleri, göğün orasına burasına saplanan altın oklar renginde, keskin şuaâtını yaymaya başlamıştı. Gecenin hatarât-ı zalâmına alışkın ve seherin, mevkiin, geçen vakanın tesir-i ihtişamıyla kamaşan gencin gözü, gönlü bu bârân-ı mühtezz-i sâye ü nurun altında, ıraktan görünen denizin tantana-i bülendi huzurunda, sade bir ihtiras-ı hayat ile mütelezziz oluyordu. Bu sırada rakik sislere sarılmış elvan-ı hare-ver-i fecrin bir parçası, bir kanat şeklinde uzana uzana, Hârâ’nın bulunduğu kamışlığın nihayetindeki taşlığa yayıldı. Ve ortasında evvelâ meşkûk ve mütereddid ve sonra ayân ü vâzıh bir şekl-i lâtif peyda oldu. Bu şekil, Hârâ’nın refîk-i inzivası olan ihtiyarın; yorgunluklar, ızdıraplar altında bunaldıkça çektiği her âhın sonunda “Kadın… Kadın… Kadın!..” diye tarif ettiği, hayal-i nazikterini andırıyordu. Hârâ’nın, anlamadan hissettiği bedia-i hayalîyenin tesir-i icadıyla yonttuğu heykellerin kemal bulmuş bir nazirine benziyordu. Gencin vücudu üryan bir kalp rikkatiyle titredi. Kollarını uzattı. Bu bir rüya mıydı? Koşmak, onu yakalamak, tutmak istedi. Lakin biraz evvel tepelediği bir arslan gibi onunla, imkânı yok, mübareze edemeyeceğini, belki o kadar elvan içinde, o kadar ihtişam, o kadar yumuşaklıklar arasında inen bu şikarı yakalamak; ona yavaş yavaş, usul usul gitmek, onu, boynunu bükerek, yalvarıp ağlayarak, okşayıp sayd etmek mümkün olabileceğini düşündü. Ve hemen âlât-ı rezm ü vegasını bir tarafa fırlatmış, ayaklarının ucuna basa basa, bulutların ortasında tayeran eden şikâr-ı şirine doğru ilerlemeye başlamıştı. İki adım atmamıştı ki hafif rüzgâra maruz bir nihal inhinasıyla bulutlara basarak bu hayal-i dilfirib çekilmeye, uzaklaşmaya başladı. Ve bir dakika sonra yerde kaya parçalarından, çakıllardan maada bir şey kalmadı.
Hârâ, bu dakika ömründe ilk defa ağlıyordu. Mağaraya avdetle, arkadaşlarına sergüzeştini hikâye ettiği zaman; refiklerinin kimi hülya, kimi rüya diye mukabele ediyordu.

Şiraze
Her yer taşlık… Her taraf dikenlik… Hârâ bu taşlıklara tırmanmaktan, bu dikenlere tırmalanmaktan kurtulmanın mümkün olabileceğini; yüreğinde daima acıyan yaranın çare-i iltiyamını düşünüyor, başka ufuklar keşfetmek, başka şikârlar sayd eylemek, o her zaman ka’r-ı canında hissettiği boşluğu doldurmak, duyduğu noksanı ikmal etmek arzusuna galebe edemeyecek buhranlı bir çağa gelmişti.
İştihası var, yemeğini yiyor. Kuvveti var karşısına çıkan sibâ’ı mağlup ediyor. Yaşamaya arzusu var, mübarezelerinde galebeyi temenni ediyor. Ya her zaman, her yerde kendisini hissettiren bu noksan neden? Onu anlayamıyor; onu anlamak istiyor ve bunu arkadaşları anlatamıyordu.
Hârâ, ulu bir ağaç kütüğünü oymakla imâl ettiği sandala, bir gece mehtapta binmiş, yanına silah ve bir çok nevale alıp Cezire-i Hâristan’a veda etmiş, umman ile çarpışmaya çıkmıştı.
Ölüm, diyor, neden? Ve nasıl?.. Bütün gece sabaha kadar kâh kürek çekiyor ve kâh kütüğü cereyana bırakarak ilerliyordu. İnfilak-ı seherle beraber uykusuzluktan bî-tâb ve mahmur, iri gözlerini uzaktan görünen bir noktaya doğru nasb etti. Bir fezâ-yı hâb içinde kararan dil ü cânı bu arz-ı mev’ûdun rüyetiyle, bir taze hayat-ı münevver kesbetmiş; o sevinçle küreklere, akşama kadar yorulmak bilmeyen bir ibtila ile sarılmış ve gitmişti.
Gece yarısını geçmişti. Birdenbire Hârâ şimdiye kadar işitmediği, narin ve nermin bir bülbül sadası karşısında mestan-ı neşe kürekleri bıraktı. Durdu. Nagamât-ı bülbül ile revâyih-i gül, nefâyih-i rüzgârın şevkiyle, yukarı tepelerden sahile kadar inmişti.
Hârâ bu akşam, mehtabın istitarından etrafını göremediği hâlde bu fevkalâdeliği, bu rahat ruhu, bu safayı emmek ister gibi dudaklarını açmış, başını arkaya bırakmıştı. Yırtıcı hayvan girivlerine alışmış kulaklarını, bülbül sesleri öptükçe; dikenlerle yırtılan vücuduna, bu gül kokuları sarıldıkça irkiliyor, sinirleri bir takallüs-i iştiyak-ı mübhem ile geriliyordu. Hârâ o derece mestkâm ve dilşâd idi ki, bu geceki neşesinin ihlal olunması havf ve recası beyninde mütereddid sandalından çıkamıyordu.
Vaktâ ki sabah oldu. Gerdune-i gülgûne-i âfitâb, matla-ı ihtişamından ağır ağır ilerledikçe, makes-i taraveti olan, pembeli, yeşilli sahralar uyanmaya, parıldamaya başladı. Hârâ nereye geldiğinden, neler gördüğünden gafil, mütecessis ve mütehayyir gözlerini açmış bakınıyordu. Bu esnada ağaçların arkasından bir pembe bulut girdbâdı, bir kahkaha ve pür zemzeme Hârâ’nın bulunduğu tarafa doğru ilerlemeye başladı.
O zamana kadar korkmak nedir hissetmemiş olan genç şimdi helecandan titriyordu. Yayını gerdi. Her ihtimale karşı hazırlandı. Bu sarsar-ı reng ü sehâb döne; yuvarlana, yayıla Hârâ’nın bulunduğu kumluğa kadar geldi. Bulut sıyrılınca, kumların üstünde bir cism-i münevver kaldı; Hârâ, güneşler mi buraya inmiş, yoksa kendi mi göklere irtika etmiş, yeknazarda anlayamadı. Ne yaptığını düşünmeden sandalından çıkarak mutadı olan “Hay!” âvâzıyla yayına davrandığı esnada, ikâzkâr bir safir ile karşısından gelen bir ok Hârâ’yı yaraladı.
Nesrinnuş daima tezâyüd eden kasvet ve âlamını def için validesinden, adanın etrafında şikâr için müsaade almıştı. Bu sabah nedimelerini yolda bırakarak, mütenekkiren hem istihmam ve hem sayd için sahile kadar inmişti.
Nesrinnuş şimdi zahm-ı tîr-i cansûzuyla yaraladığı bu meçhul ava doğru koşarken, şikârın süratle ona yaklaştığını gördü. Ve tekrar okuna müracaata vakit kalmaksızın kendisini saydının ağuşunda buldu. Ve nazarları mahrumiyetin bütün ateş-rîz hararetiyle yekdiğerinde karıştı. Nesrinnuş için Hârâ bir şikâr, Hârâ için Nesrinnuş yırtıcı bir kuştu. Fakat neden ve nasıl oldu anlaşılmadan bunların nazarları yekdiğerinin gözlerinde kaynadı. İkisi de pür helecan idiler. Hârâ’nın feryadından Nesrinnuş ve Nesrinnuş’un ibtisamından Hârâ hemnev olduklarını anladılar. Nesrinnuş’un al bürümcükleri, Hârâ’nın geyik postu, mukabilinde buruştu. Üzüldüler, ayrılmak istediler ama gördüler ki birbirlerinin…
Hârâ omzundan sızarak, kumlar üstünde mütereddid bir yol bulup eğrile büğrüle akan kanlarına bakınca, elindeki silahını yere attı. Nesrinnuş da bir hayret-i mütezâyide ile okunu elinden düşürmüştü. Şimdi miyanede tekellüfsüz, merasimsiz bir insiyâk-ı serâir-engiz ile bir âmiziş-i nihanî peyda oldu. Nesrinnuş soruyordu: “Nedir? Nerelerden geldi? Niçin ve nasıl geldi?” Hârâ işaretler ile anlatıyordu: “Uzaklardan… Dikenlerden… Taşlardan…”
Genç avucunun içindeki elin yumuşaklığından, sıcaklığından, tekmil vücuduna sirâyet eden, bir hararet-i mahmume ile tâ umk-ı canından kopan bir irtiâş-ı müessirin, zebûnu olmuş ve akan kanlardan çehresine reng-i ibtilaya benzer bir donukluk çökmüştü.
Nesrinnuş yavaşça oku çıkardı. Sızan kanları tülleriyle sildi. Yarayı yıkadı. Gitti, yakındaki çamlardan sakız ve pelesenkler buldu. Bu devaları Hârâ’nın omzuna korken, iki nazar, iki ruh, iki emel-i mübhem yine karşılaştı. Bu defa ikisinin de yanan gözlerinde can-füruz birer kıvılcım parladı. Dalgalar kıyılara doğru nasıl koşar, güneş nasıl kâinata düşer, arılar nasıl çiçeklere konar, rüzgâr nasıl mevcudatı okşarsa bu iki bigâne-i ruh-âşinânın dudakları da yekdiğerine doğru aynı tabiilik, aynı sükûnetle usulca kavuşuverdi.
Bu safır-i mahrem-i buse, ebedî bir rehavet altında gevşeyen, durgun bir ömrün bâr-ı sakiniyle yorulan bu cezireye bir cereyan-ı intibah isâle etti. Bunların öpüşüşlerinden bütün kuşlar birden ötmeye başladı. Bütün goncalar birden güllendi. Bir gird-i aheng ü renk, bir zemzeme-i durâdur ile bu fezâ-yı nâimi çınlattı. Bu an-ı germ her ikisini de mugaşşî ve medhûş bırakmıştı. Hârâ’nın o zamana kadar hissedip de telezzüzle şadkâm olamadığı bu neşenin lezzet-ı şîrininden çeşmhâneleri büyümüş, kolları sarılmak istiyor gibi açılmıştı. Göğsü kabarıyor, gönlü uçacak bir kuş gibi çırpınıyordu.
Bu tahavvül-i nâgehânîden ürken Nesrinnuş, üryan bileğini yüzünden çektiği zaman, dudağının üstünde, busenin konduğu yerde bir gülün açıldığını hissedince, validesinin ihtar-ı tehdidkârını hatırladı. Her şey mahv olmuştu, şimdi ne yapacaktı?.. Bu hatayı validesine nasıl itiraf edecek ve bu yabancı ne olacaktı?.. Ve o zaman anladı ki onu öpen bir erkekti.. Bu büyük bir felâketti. Fakat bu büyük felâket, tatlı bir felâketti. Hârâ’ya bütün bunları anlatmak ve validesinin gazabından, geldiği yere gidip kurtulmasını söylemek istiyor, lakin bir türlü ifhâma muvaffak olamıyordu. Nesrinnuş ağlıyordu. Gözlerinden dökülen yaşlar, al yanaklarından birer inci olup kumların üstüne düşüyordu.
Hârâ bu ağlamadan bir şey anlamadı. Lezâiz-i sabıkanın dimağında bıraktığı çâşnî-i lahûtî-i şevk ü şegafla Nesrinnuş’u kucağına alıp o taşan ihtirasıyla yaşlı gözlerinden de öptü. Nesrinnuş, işin vahametini anlatamayınca Hârâ’yı pembe elleriyle itiyordu. Hârâ kendini iten elleri de yine aynı teklifsizlikle öpüyordu.
Artık Nesrinnuş bir havf-ı müskirin tesiriyle çırpınarak bu vahşi sevdanın füsunkâr ağuşundan kurtulmak isterken, uzaktan validesinin -o kızına bir erkek eli değmesini men eden validesinin- ayak seslerini duydu; bu tesadüfün şeametini anlayıp, eliyle Hârâ’ya sandalını göstererek çekilmesini ihtar etmek üzere gencin kolları arasında bayılıverdi… Bayılmak nedir, onu da henüz öğrenememiş olan Hârâ bu gayr-ı memul sükûnu bir nevi teslimiyet ve muvaffakiyete atf ile artık bilâ-intizam ve bilâ-insicâm saçlarının arasından ayaklarına kadar muttasıl öpüyor, öpüyor, öpüyordu…
Ve Hârâ’nın öptüğü yerde aynı süratle bir gül açılıyordu… Bir hâlde ki Hârâ’nın dudaklarının arasından boşanan şelâle-i buse ile açılan güllerden Nesrinnuş’un vücudunda açık ve çıplak bir nokta kalmamış, bir şeyden haberdâr olmayan validesi Hârâ’nın yanına geldiği zaman Nesrinnuş bir güldeste-i latif hâline gelmişti. O hâlde ki, Hârâ’nın kucağındaki demetin Nesrinnuş’un kendisi olduğunu validesi tanıyamadı.
İhtiyar kadın kaşlarını çatarak gence vürûdunun sebebini soruyordu. Hârâ anlamıyordu. Elindeki gül demetini gösteriyor, bütün kuvvetiyle demeti kavrıyordu. Acuze bu erkeği bir an evvel adadan tard etmeyi evlâ ve ehven buldu. Asasını uzatarak çekilmesini emretti.
Hârâ derhâl bu güldeste-i ruhu derağuş ederek sandalına atladı. Nesrinnuş hâlâ bihûş idi. Cereyanın yardımıyla cezire-i hâristana yaklaştıkları zaman, genç bütün refiklerini sahilde kendisine muntazır buldu. Bunlar, arkadaşlarının gaybubetinden mütevellid ciddi endişelerle, cezirenin sahiline üşüşmüşlerdi. Hârâ bu deste-i ganimete sarılıp onu karaya çıkardığı zaman; arkadaşları, bunca seneden beri mütehassir oldukları bu gülleri koklamaya başladılar. Hârâ sergüzeştini onlara nakledince bütün rüfeka tahsinler, hayretlerle memzûc bir teessürle hikâyeyi dinleyerek hayatlarındaki bu büyük noksanın, bu lazime-i ömrün, bu kadının iade-i hayatı için çareler düşündüler. Nihayet o gün mağarada kalan mahûd ihtiyarın tedabir ve tecaribine müracaata karar verdiler.
İhtiyar sergüzeşti en küçük tafsilatıyla istima ettikten sonra bütün kahanet-i hindiyesini tecrübe ederek sabaha kadar çalıştı. Sabahleyin güneşle beraber, Nesrinnuş’un vücudundaki güller de etrafa serpildi. Ve kadın; bütün kadınlığıyla, bütün şefkat-i şi’riyetiyle doğuverdi.
Şimdi, Nesrinnuş, böyle kavi pazılar, ateşli sineler arasında bulunmaktan mütevellid bir şevk-i mağrur-ı neseviyyetle etrafına gülhande-i hüsnünü serperken, bütün şu çorak cibal ve hâmûndaki siyah ve gamnâk dikenler; al güllere, mor sümbüllere tebeddül etmiş ve kadınlığın bu nim hande-i sehharı, yübuset-i hicran içinde kavrulan ruhlara bunca senedir çekilen azapları bir anda unutturmuştu.
Yine bu dakika-i meserret içinde, adalarda, hâiz oldukları kıymetin takdir olunmamasından, sürünen elmaslar, inciler, zümrütler, la’ller, yakutlar, firuzeler, safirler bütün Nesrinnuş’un ayağının altına döküldüler. Ve ona muşaşa ve mübeccel bir sedir-i ibtihâc teşkil eylediler. Bu cazibe-i ân ü hüsnü temaşa eden ihtiyar, başını sallayarak diyordu:
“Evet, sevda-rîz saçlar olmayınca elmasların, gülbîz parmaklar bulunmayınca yakutların ve zümrütlerin, beyaz gerdanlar görülmeyince incilerin ne hükmü, ne lutfu olabilir?”
Şimdi Nesrinnuş kendisini deragûş edecek, bir yed-i kuvvet ve Hârâ mübareze-i hayatın eziyetlerini unutturacak bir dest-i şefkat bulmuştu.
Bu neşeden teskin-i şetaret edemeyen ihtiyar yine söylüyor:
“Kadınlar, vahşi ağaçlara sarılıp rayihalı dallarıyla onları tezyin eden sarmaşıklara benzerler ki, erkekleri ezhar-ı aşk ile deraguş ve ihata ederler. Kadınsız erkek dürüşt olur. Münzevi olur. Mürebbi-i manevî olan şefkat ve nevâzişin nerm-hande-i müessiriyledir ki erkeklerde hissiyat-ı rakika-i ulviyye münceli olur. Ve ilave ediyordu:
“Kadınlarda güzellik olmasaydı, erkeklerde büyüklük olmazdı… Erkeklerde büyüklük bulunmasaydı, kadınlardaki güzellik görünmezdi.”

    20 Teşrin-i Sâni 1316

Lâne-i Münkesir
“Saçlarını öyle kıvırmalıydın ki initaf edecek nazarlar onlar arasında takılıp kalmalıydı.”
“Böyle çirkin miyim?”
“Siyah peçenin meyus rengi altında sarı saçlar âdeta ağlar… Daha ince peçen yok mu?”
“Gül rengi carımla peçemi giyeyim mi?”
“Çehrenin bu al rengini örtecek. Yazık değil mi?”
“Bugün sen beni giydir.”
“Gözlerinin etrafındaki sürme az; kirpiklerin o kadar siyah, o kadar siyah olmalı ki arasından uçan nazarların seyyarelerin nur-ı mahmuriyete benzesin… Bakışlarındaki ruhâniliğin süzgünlükleri huzurunda gönüllerde perestiş çılgınlıkları uyandırsın.”
“Peki! Gel, yaklaş, daha gel. Gözlerime sürmeyi de sen sür… Bugün sen beni süsle… Ben gözlerimi kapayayım… Sen istediğin gibi süsle, giydir. Beni bir levha gibi tersim et. Zevk-i selimini göster.”
Mihriban gözlerini kapamış, kocasına gülerek teslim-i vücud etmişti. Neriman sürmedânı eline aldı. Titreyen elleriyle kirpiklerini açtırarak yeşile bakan o maî gözlerin etrafına bir hale-i siyah çekti.
“Bu gözler istediğim gibi bakmasını biliyorlar mı?”
“Öyle ise dur! Gözlerinin içine bakayım, ellerini avuçlarımın içine koy!.. Böyle. Oh! İşte böyle… Gözlerini gözlerimle öpeyim… Bakmasını biliyorlar mı?”
Neriman’ın har ü mugaşşi bir galeyan-ı demin tekmil vücudunda feveranı başını ateşler içinde bıraktı. Dizleri titriyor, elleri titriyor, dudakları titriyordu ve ekseriya irad ettiği; “Erkeklerin kadınlar huzurunda âguşları açılır. Çiçeklerin güneşe karşı yaprakları açıldığı gibi…” sözleriyle karısını derağuş etti. Ve Mihriban’ın kıvrık saçlarının zalâm-ı zerrîni içinde Neriman’ın gözlerinden çakan titrek şimşekler, hararetli izler bıraka bıraka, karısının sadefgûn ensesinde dağılarak, dudakları bir tatlı meyva yer gibi mahmur-ı iltizaz şapırtılarla ten-i şirin ü münevverden gıcıklayıcı, o insanı, bir dakika için acı acı yakıp, sonra tatlı ateşi, sertâbepâ vücuda yayıla yayıla bütün sinirleri kıran, kıvıran, bayıltan, medîd öpücükler toplamaya başladı.
Bu dakika-i sekerân içinde Mihriban; “Saçlarımı bütün dağıttın, pudralarımı uçurttun.” âvâzesiyle sıyrıldı, çıktı.
“Oh! Bu dakika ne güzelsin!”
“Her zaman değil miyim?”
“İsterim ki evdeki güzelliğini, şiiriyetini sokakta da muhafaza edesin. Dil-nevaz ve zeki ayaklarınla kaldırımları okşadığın vakit…”
“Ben yalnız senin güzelin, senin şi’rin olmak istiyorum.”
“Yok. O kadar hôdgâmım ki seni sokakta görenler; ‘Bu pek güzel mahlûk, Neriman’ın karısıdır; bahtiyar adam, mesud fâni.’ desinler. Bu incinin sadefi ben, bu gülün saksısı yine ben olduğum fısıldansın.”
“Hayır fısıldanmasın. Hatta o kadar fısıldanmasın ki işte seni o şereften mahrum etmek için bugün çıkmayacağım. Ve bugün elinle ikmal ettiğin süslerim yine karşında dağılsın, sen de çıkma. Ben de seni giydireyim. Boyun bağını elimle bağlayayım. Bıyıklarını elimle kıvırayım. Sana tatlı kumru hikâyeleri söyleyeyim.”
“Ben senin eğlenmeni, gezmeni istiyorum. Meselâ seni Maden yolunda gezerken görünce; ‘Ah bu güzel kadın, bir periye benziyor, onun izini takip edeyim.’ hülyasıyla seni takip edeyim. Seni kaçıracakmışım, uçuracakmışım gibi çarpıntılarla, eziyetlerle gizli hicranlar, azaplar çekerek, mahrum-ı emel bir şûrîde-i sevda tehâlüküyle peşinden ayrılmayayım. Sonra sen benim ol. Meraret-i tahassürün halavet-i visâlini böyle tatmış bulunayım. Ve yaşadığımı anlayım.”
“Evet, biliyorum. Sus, biliyorum!”
Bu “Sus”; Mihriban’ın bu danteller, bu süsler altında gizlediği bütün bir felaketi, kocası Neriman’a anlatmak isterken döktüğü bir damla yaştı. O böyle öpüle öpüle pembeleşen yanaklarla, okşana okşana dürtülerek, itilerek seyre gitmenin ne demek olacağını keşfediyordu… Kocasının gözleri şimdi bir sâika şua’ıyla parlayarak ona diyordu ki: “Hayır, yürürken sinen vücudundan ileri gitmeli. Ruhun sinenin üstünde çırpınır gibi, uçmak ister gibi yürümeli. Hamra Hanım’ın yürüyüşü bütün işve. Dikkat etmiyor musun?”
Evet yine Hamra, yine o kız. Kocasının lisanından her gün, her gece bir suretle fırlayan bu kıvılcım, her defa başka işkencelerle kıvrılarak Mihriban’ın kalbgâhına sarılıyor.
“Araba hazır. Belki yolda birbirimize tesadüf ederiz. Diyasgelos bu akşam kalabalıktır.”
Mihriban Hanım, vilayâttan birine mensup, on seneden beri İstanbul’a nakl-i mekan eden, gayet zengin bir ailenin yegâne kızıydı. Pederinin serveti pek az zaman içinde, İstanbul’un kibar âlemi arasında, kendisinden gıpta ve serzenişlerle bahsettire ettire, tezvic için birçok namzetlere, engin hülyalar irâs eden Mihriban’ın; bir buçuk sene evvel ansızın Neriman Bey’le izdivacı, hayli kıl ü kâli mucib olmuştu. O gün şirketin Beylerbeyi’ne uğrayan vapurları, yekdiğerlerinden fazla malûmat almak isteyen, seyirci kadınlarla dolmuştu. O perşembe gününden bed ile iki ay bütün bu düğünün dârâtı, şaşaası İstanbul’un güzide haremleri arasında mübalağalarla, çalkana kabara, yayılarak yaşadı. Servet ve asaletin bu suretle imtizacı, en parlak bir izdivaç olarak kabul edilmişti. Bu günden bahsetmek için kendilerinde, usanmaz bıkmaz bir heves bulan mütecessis hanımların nagamatı şu nakaratta karar kılıyordu:
“Fakat gelin daha bir bebek, güvey bir çocuk.”
Mihriban’ın pederi İstanbul’a yerleşmeye karar verdikten sonra yalnız nümayişperest, bazı vilayet ahalisinde görülen tecrübesiz bir istical ile kızına mükemmel bir tahsil ve terbiye vermek telaşına düşerek konağına Alman mürebbiyeleri, İtalyan musiki üstatlarını, Fransız muallimelerini üşüştürdü. Mihriban bu hây hûy-ı telaş ve dağdağa arasında asabi bir zekâ ile on beş yaşına kadar üzerinden vilayetin bürka-ı kesîf ü münzeviyetini atarak, şûh-ı sâtır bir şehirli kız inceliğiyle, gördüğü, görüştüğü nev-nihalân-ı asalet refikalarının arasında bir mevki-i mümtaz işgal etmeye başladığı bir sırada, izdivacı vuku buldu.
Mihriban bugün bu tenezzühün nümayişiyle setre çalıştığı, derin bir infiâl-i meyusun merâret-i nihânıyla, Büyükada’nın çamlar arasındaki yumuşak tozlu yolları arasında, arabanın önünde başlarını bir tavr-ı nahvetle sallayarak yürüyen bir çift iri Macar beygirinin reftâr-ı mevzunundan mütehassıl tantana-i muttaridini, dalgın dinlerken gözlerinin önünde bütün bu nevazişler, nimetler, kibarlıklarla açılan güllerin insafsız dikenleri, onun ruhunu incitiyordu. Diyasgelos yolunda araba, çamlıkların arasında, şale tarzında inşa olunmuş bir tirşe köşkün önünden geçerken, şimdiye kadar arabada kendisine tevcih-i hitâb etmeyen kayınvalidesi, siyah iri kaşlarını kaldırarak bir nazar-ı müstehzi ile Mihriban’a: “Bak.” dedi. “Kamra ve Hamra sana sesleniyorlar.” ve arabacıya durmasını işaret etti.
Şimdi bu iki taze, ansızın kafeslerinin kapısı açılıveren bir çift kanarya şakraklığıyla çırpınarak, süzülerek, sekerek, koşarak köşkün demir parmaklı kapısından çıkıp arabanın yanına geldiler. Mihriban’ın kayınvalidesinden müsaade istihsal için latifeler icâd edip, Kamra güle güle: “Vallahi efendim, bu akşam kaynanayı gelinden kurtarmak istiyoruz.” feryadıyla Mihriban’ı hemen zorla, yarım saat kadar, şurada bahçede kanepelerin üstünde, geleni geçeni seyretmek bahanesiyle çektiler, aldılar. Kayınvalidesi nâçâr bir ibtisam-ı zarif-i nezaketle müsaade ederken, Hamra “Hem o kadar anlatalacak şeylerimiz var ki…” diyordu.
Mihriban, Kamra ile Hamra’nın, bu iki hemşirenin arasında bulunmaktan bir azâb-ı müz’ic hissediyor ve usret-i teneffüse uğramış bir hasta eziyetiyle kendisinde lakırdı söylemek için iktidarın, yüreğinin çarpıntılarıyla azaldığını duyuyordu. Şimdi Hamra Mihriban’ın süsünü, bir nigâh-ı seri-i tenkit ile süzerek:
“Kardeş bu yeni manton mu? Bilmem ki fes rengi manto yaptırmak nereden hatırına gelir.”
“Bunu Bey istedi.”
Artık ikisi de dayanamadılar. Kahkahalarla gülerken:
“O! Bey’in hüsn-i tabiatına diyecek bulunmaz. Şimdi buradan geçti. Söyleseniz de fesini o kadar kaşlarının üstüne indirmese.”
Bu sırada Neriman arabasıyla geçiyordu. Arabasını durdurmak istedi, cüret edemedi. Zevcesiyle Hamra ve hemşiresinin akrabalığından istifade ile yanlarına gitmek istemişti. Neriman’ın izhâr eylediği bu tereddüt ve telaşa karşı köşkün bahçesinden fırlayan kahkahalar, uzaklaşmakta olan Neriman’ın kulağına kadar geldi. Şimdi kırılışıyorlar ve ilave ediyorlardı:
“Beceriksiz. Allah için beceriksiz. Yanımıza gelmek istedi baksana. İhtimali yok. Karar veremedi.”
Hamra dedi ki:
“Benim Neriman Bey’den kaçmak hatırıma bile gelmez. Enişteden firar manasız olmaz mı? Ne dersin Mihriban?”
“Tabii!”
Bazen dudakların bitiremediği cümleleri gözler ikmal ve kaşlar tefsir eder. Mihriban’ın bu nâtamam ve müphem cevabı da şimdi mantosunun katmerlerini elleriyle kıvırırken, onların üstüne düşen feryadkâr bir nazar-ı seri-i mühtezi itmama ve amcazadelerini tehdit ve ikaza kifayet etti. Demin mantosunun kıvrımları üstüne düşen o nazar, mebnâ-yı saadetini yıkmak için, sarsan darabat-ı nihaninin şiddetinden inşiâl ve feveran eden bir kıvılcım idi ki şimdi yanında, kendisinin safvet-i kalbinden istifade ile yalnız zevcinin aşkına bürünmüş gönlünü böyle muazzeb istihzalarla çimdikleyen amcazadeleri Hamra ile Kamra’nın, bu iki rakibe-i müstesnanın, cüretlerini tahribe kâfi gelecek zannetti. Hamra Mihriban’ın şetaretsizliğinden bu bahs devam edemeyeceğini anlamakla beraber yekten ayağa kalkarak:
“Bu güzel havada kanepeye çivi gibi mıhlanmakta bir mana göremiyorum. Hiç olmazsa yolda gezinelim iştihâmız açılır.” dedi.
Üçü de kalkmışlardı. Bu iki hemşirenin nefha-ı rüzgâr hafifliğiyle yürüyüşlerini görmek istemeyen Mihriban, yanında yürüyen bu iki güzel rakibenin süslerine ansızın baktı. Hamra’nın pembe bengalinden pelerinli bol mantosu, yukarıdan aşağı kat kat kıvrıklar içinde idi. Hamra ikisinin ortasına girmiş ve şimdi arkalarından Hıristos tepesinden kayarak ve çamlığın üstünden süzülerek üzerlerine gelen baygın, solgun güneşe ha’il olmak ümniyesiyle illüzyon dedikleri, ince ipek tül köpükleriyle kabaran şemsiyesini açmıştı. Başına örttüğü açık pembe ipek örtünün altından ve alnının üstünden fırlayan lüle lüle saçlar akşam rüzgârının küçük fiskeleriyle kıvrıla kıvrıla titriyorlardı. Hemşiresi Kamra’nın tuvaleti dahi Hamra’nın sarısı idi.
Mihriban bu iki hemşirenin tantana-i tezyinâtı karşısında küçülmüş gibi gözlerini kırparak, boynunu bükerek kocasının bunlar için ne dediğini düşünüyordu. Vaktiyle Neriman, bunları böyle kıvrım kıvrım tuvaletleriyle, katmer katmer tülleriyle, lüle lüle sarı saçlarıyla “birini pembe, öbürünü sarı krizanteme” benzetmiş ve içini çekerek “Ne şairane hâlleri var.” itirafında bulunmuştu.
Artık hiç şüphe yoktu. Aralarında küçükten beri hükümran olan bir hiss-i rekabet Hamra’yı, Mihriban’ın kocasını kendi elinden çelmek hıyanetinde bulunmaya sevk etmişti. Ona demişlerdi ki: “Kendi gibi kenarın dilberine Neriman gibi koca memnudur.” Bu söz Hamra’nın idi. Lakin bu hiç sevmediği Büyükada’ya, kendisinin izmihlaline bir dâm-ı ihtiyal olmak için bulunmuş bu sayfiyeye niçin gelmeye razı olmuştu? Kocasının adaya gelmek hususundaki ısrarına niçin mümanaatta sebat etmemişti? Demek ki bugünden sonra önünde bir meydan-ı rekabet açılmıştı. Esasen hüsnüne, güzelliklerinin şaşaasına kapılan gençleri bile su-i şöhretlerinin şayiatıyla ricata mecbur eden bu iki dilaşup ile uğraşmanın göründüğü gibi kolay olmadığını anlamakta Mihriban teehhür etmedi. Şimdi kendisine refakat eden saadeti için muzır ve müz’ic bir düşman olan amcazadelerinin, ipekli elbiselerinin sürtünmesinden çıkan feşâfeşi, hayatını ısırmak isteyen bir yılanın safir-i kini gibi onu titretiyordu. Bunların bütün hainliklerini, söylenmeyecek tahkirlerle yüzlerine çarpmak, sonra buradan kaçmak ve kocasını bunların elinden çekip kurtarmak istedi.
Hamra bir iki dakika devam eden sükût-ı müteheyyici ihlal etmek isteyerek:
“Mihriban.” diyordu. “İki haftadır adadasınız, gezmiyorsun, eğlenmiyorsun.”
“Ben adayı hiç sevmiyorum.”
“Neriman Bey bilakis pek seviyor galiba. Siz nakletmeden her cuma ve pazar buradaydı. Kâh bize gelir, pederle görüşüyordu. Sonra son vapura kadar adada birkaç devir ettiğini görürdük. Sen ne kadar mürdümgiriz isen, kocan o kadar neşeli. Bize geldiği zaman selamlıkta pederle konuşurkenki kahkahalarını içeriden biz işitince, neden bahsolunduğunu bilmediğimiz hâlde biz de gülerdik. Böyle adamlar keskin olur. Kardeş, sana nasihatim olsun, tetik davran.”
Mihriban bu son darbeye tahammül edemedi:
“Ben değil, onun arkasından koşanlar tetik davransınlar.”
İki rakibe beyninde ilan-ı harb vuku bulmuştu. Bu sırada köşkün önünde duran arabanın içinden, kayınvalidesinin kendisini çağırdığını gören Mihriban kısa bir veda ile amcazadelerinden ayrılırken, bunlar arabanın yanına gelerek: “Efendim gelin hanıma bu adayı sevdirmeli.” diyorlardı.
Mihriban köşke avdetle odasına atıldığı sırada kendisini, dadısının elindeki oyuncaklarla eğlenen kızının karşısında buldu. Kocası Neriman’ın kara gözlerinin küçük bir numunesi olan bebeğin henüz rengi takarrür edemeyen koyu kurşuni gözlerine bakarak, bir validenin o yalnız suçsuz bir evlad karşısında döktüğü sessiz gözyaşlarıyla ağlamaya başladı.
Pek genç, pek tecrübesiz olan kocası, Hamra gibi uyanık, hercaî, ihanete münatıf mütecessis parlak gözlere mâlik bir kadının, bilailtizam yaptığı süsler, ârâyişler, şuhluklar huzurunda, müvazenesini kaybederek sendeleyeceğini ve bir gün gönlü parçalanmış, ruhu paslanmış olduğu hâlde o pek korkunç, pek karanlık ve pek derin olan felaket uçurumuna doğru yuvarlanırken kendisini de evladını da bütün erkân-ı saadetini de beraber sürükleyeceğini düşünüyor ve bu zamanın hal-i hazıra nazaran pek yakın olduğunu görüyor ve bir taze kadının galeyan eden gurur-ı neseviyyetiyle bu uçurumdan onu, o sevdiği kocasını, zayıf kollarıyla kucaklayarak bizzat kurtarırken, uçurumun ka’rından kindar yumruklarını gösteren ifritlerin, canavarların yüzlerine tükürmek istiyordu.
Bütünbuhâileler,birasabikadınüzerindekitesir-imübalağakârisiyle Mihriban’ı sıkıyor ve aczin bir cilve-i mesudesiyle muvakkaten iktisâb eylediği bir cüret-i mahmumenin sevkiyle, çaresizliğin, meyusiyetin verdiği son bir kuvvet-i icaza kapılıp; hôdbehôd meydan-ı mübarezeye atılmak ve kendisinin gözyaşlarıyla eğlenerek ve kahkahalarla ciğerini, ciğerparesini parçalamak isteyen bir bâdire-i felaketi, ince parmaklarıyla boğmak, gözlerinden saçılan yıldırımlarla yakmak istiyordu.
Rekabet-i aşktan mütevellit gayzlar dâima gizli yaşarsa, kuvvet-i fecaatini muhafaza eder. Kalpte, kalbin karanlık bir köşesinde barındıkça hüzn-i şi’riyetle büyür. His ile ruh onun iki aşinâ-yı hicranıdır, iki cenah-i mededkârıdır. Onlarla beraber irtika, yine onlarla beraber inhitat eder. Ekseriya aşka ait en muhrik rekabetler, düştükleri gönüllerde barınacak, esrarengiz bir köşe bulamayarak za’f-ı ahlakı ima eder bir tedbirsizlikle işâa olunduğu dakika, adi bir kıskançlık kisve-i fersudesine bürünerek halkı güldürmekten başka bir şeye yaramayacak.
Kadınlar ki dünyada bütün malik oldukları şeylere tecavüzü, güzelliklerine taarruza tercih ederler. Sırf hislerine ait izzet-i nefislerini pâmâl eden istirkâbları kimseye itiraf edememek mecburiyeti, onların en harab dakikalarında memnun görünmelerini müntic olur ki, erkekler ekseriya böyle muammalar karşısında bulunmakla dûçâr-ı hayret olurlar.
Mihriban şimdi râz-ı pinhânıyla karşı karşıya kalmış ve kendisini tehdit eden karîb bir felaketin adım adım yaklaştığını görüp feryat etmek isterken, dizlerinin dibinde oyuncaklarıyla aldanan kıyının, bu kâbus-ı peyâpey felaketle istihza eden gevrek, pürüzsüz sesiyle “Nineciğim!” diye gülüşünden saçılan nur-ı meserret, bütün kara hülyalarını târümâr eylemişti. Evladını kucakladı ve ona hücum eden ejdere, bu inci dişlerden dökülen bir bebeğin pakize handeleriyle mukabele etmek isteyerek, onu bir siper gibi kavrayıp havaya kaldırdı… Ve kenarları pembeleşen o küçük gözlerin içinde muhtaç olduğu lem’a-i ümidi buldu.
***
Neriman çamların kütüklerini tutarak, küçük kayaların üstünden ayağı kayarak, sendeleyerek temmuz gecesinin durgun semasında parlayan yedi sekiz günlük bir hilalin ışığında, gözlerini köşkün arka kapısına dikti. Kapı açıldı. Gecenin sükûtu ortasında bir deste ipekli kumaşın feşâfeşi arasında bir gevrek kahkaha, titreye titreye çamların altına yayıldı. İki yumuşak gölge, “A! Vallahi tuhafsın kardeş!” âvâzesiyle ilerledi. Neriman göğsünden çıkardığı bir ufak deste benefşeyi Hamra’ya, “Müsaade edin şu demetçik dudaklarınızı koklasın.” diye uzatırken eteğine doğru eğildi. Hamra hafif bir çığlıkla “Destur!” dedi. “Bu kim? Gece kuşu mu?”
“Size vurulmuş bir kuş!”
Neriman’ın titreyen dudaklarından dökülen kelimelerdeki ihtizaz, sözlerini anlaşılmayacak derecede bölüyordu. Kamra hemşiresine dedi ki:
“Ay Neriman Bey imiş…”
Hamra ilave etti:
“Sizin burada ne işiniz olabilir? Bu da acayip! Ne işiniz olabilir? Yok, cevap verin. Çabuk, çabuk!..”
Neriman müşkül bir mevkide idi. Tedarik ettiği cümlelerin kâffesini şimdi unutmuş, söze nereden başlamak gerektiğini unutmuş:
“Bilir miyim efendim? Bu akşam hemşirenize, ben geçerken, bu kapıdan çamlığa çıkacağınızı söylüyordunuz. Benim de size o kadar anlatacak şeylerim, ayaklarınıza dökecek gözyaşlarım vardı ki…”
Şimdi Hamra, gözleriyle, dudaklarından kahkaha şimşekleri saçarak:
“Ne garip, ayaklarımıza dökecek gözyaşları varmış. Aman ne garip şeyler bunlar? Peki olsun! Fakat o yaşların hepsini birden dökünüz de çabuk bitsin. Kıvrılıp bükülen, sürünüp ezilen merasimden hoşlanmam. Hemen lakırdı mı söyleyeceksiniz yoksa ağlayacak mısınız? Haydi beş dakika içinde bitirin. Ve yürüyün şöyle ileri gidelim.”
Hamra ile Kamra önde eteklerini kaldırarak yürürken, Neriman arkada bu iki vücud-ı nazikterînin câzibe-i tâkâtsûzuyla atıldığı girdbâd-ı sevdanın sekeran-ı tesiriyle mahmum ü bitâb ve her türlü ihtimalata karşı zuhur edebilecek netayici, mevâni’i çiğneyip geçebilecek derece gözleri dumanlanmış, kararmış ve ekseriya bir aşk-ı meşru’a karşı edilen ilk tasaddilerde kalbe ârız olan mağdur ve giryan bir hayal-ı mûkizin “Beni unutma! Beni unutma!” enîn-i siyah-ı niyazı, kulaklarında uğuldayarak bir sevda-yı lezîz ü nevin ile telaş içinde çırpınan gönlüne kadar nüfuz edemiyordu.
Birkaç adım atmışlardı ki Hamra:
“Biliyor musunuz Neriman Bey, bu akşam Mihriban, sizi bize göstermeye bir türlü razı olmadı. Akrabanın birbirinden firarı münasip olmadığını söylediğim hâlde…”
“Ondan şimdi bana bahsetmeyiniz efendim.”
Daima yürüyorlardı. Sık ağaçlı bir tepeye geldiler. Hamra ilave etti:
“Lakin hareminiz değil mi? Onu yalnız köşte bırakıp bize ne söylemeye geldiniz?”
“Sizin aşkınızın beni öldüreceğini söylemeye geldim.”
Hamra bu defa artık bütün kuvvetiyle gülüyordu ve:
“Oh! Aşk, sevda, muhabbet, sevmek; ne yıpranmış, kullanılmış, pörsümüş lakırdılar. Bâhusûs sizin gibi bir evli adamın ağzından bunları işitmek…”
“Sizi seviyorum, çıldırasıya seviyorum!”
“Hareminizi sevmiyor musunuz?”
“Size perestiş ediyorum!”
“Lakin siz Mihriban’ın kocasısınız!”
“Sizin kölenizim!”
“Niçin?”
“Sizi ölmek için seviyorum!”
“Peki fakat o bu sözlerinizi duyarsa…”
“O duyarsa her şeye hazırım. Fakat siz aşkımı, beni kahredecek aşkımı reddederseniz ölürüm, yaşamam. Beni kurtarın; karşınızda gördüğünüz şu Neriman ruhsuz bir vücuttur, onun ruhu şu gül rengi avucunuzun içindedir.”
“Fakat sizin için, onu sevdi de aldı.” diyorlar.
“Size perestiş ediyorum, beni reddetmeyiniz. Eğer aşkımın şiddetini bilseniz siz…”
“Zevcenizi düşününüz!”
“Ona malik olmayaydım, size memluk olmayacaktım. Ruh vardır ki nısfı başkasındadır. Onlar yekdiğerleriyle ikmal olunmak için yaratılmışlardır. Biri diğerini karanlıklar, hüsranlar içinde arar; doğan kamere sorar… Bir hıram-ı mevzunun ahengine sorar… Bir kumaşın feşâfeşine sorar… İpek saçların kıvrıklarında arar… Mesut handelerin titreyen elhânında, mağmum giryelerin sükûtunda arar… Bir şemsiyenin esmer semasında arar… Bakışların mânâ-yı serâirinde arar… Eşini arayan bir kumru gibi onu her yerde, her an gönlüyle arar… Aklıyla arar… Hayaliyle arar… Hissiyle arar… Yoruluncaya kadar, ölünceye kadar arar; bulmadan ölürse mahrum-ı saadet; gülmeden, yaşamadan bedbaht olur. Bulursa benim gibi, her mâniayı çiğneyerek, bir inzicâb-ı tabii ile müştakına kavuşmak ister. Ben sizin, yalnız sizin için yaratılmışım. Hayatımı ikmal ediniz. Ben sizsiz yaşayamam. Sizin şu narin libasınızdan yayılan rayiha benim ruhumdur… Saçlarınızın rengi benim ruhumdur… Harmaninizin katmerleri benim ruhumdur… Şu küçücük ayaklar benim ruhumdur… Bütün handeleriniz, düşünceleriniz, ümitleriniz, şuhluklarınız benim ruhumdur. Ben yalnız sizin için yaratılmışım. Hayatımı ikmal ediniz, sizsiz yaşayamam…”
“Neriman Bey coştu ve ben üşüdüm. Hemşire artık gidelim.”
Şimdi Neriman bir buhran-ı mahmum içinde meftur ve perişan ağlıyor ve galeyan-ı hiss-i şegafla dumanlanan gözleri harekâtının gulüvv-i vacidini görmüyordu. Sözlerinin şuh kadın üzerindeki tesirini anlamak istemiyordu. Mühlik bir sevda ile sevdiği Hamra’nın karşısında, bütün râz-ı derûnunu döke döke yalvarmak ve böylece terk-i hayat etmek hiss-i elîmiyle medhuş idi. Hamra’nın hemşiresiyle bütün bu figanların buhran-ı perişanından ürkmüş gibi firar ettiklerini görünce, onları alıkoymak ve ayaklarına kapanmak istediği zaman, onlar köşkün kapısını Neriman’ın gözyaşlarına karşı kapamışlardı bile…
Hamra hemen odasına giderek mantosunu, baş örtüsünü başından fırlatıp “Oh Rabbi’m! Ne vaka, ne vaka!” diyordu. Ya Mihriban duyarsa, işte o zaman bu mudhike, bir faciaya dönecek. Birçok güftügû olacak. İki aile er-kânı birbirine girecek. Sonra hadise Ada’ya, Boğaziçi’ne, İstanbul’a işâa olunacak. Bütün dostlar duyacak. Her yerde kendisinden bahsolunacak. Neticede ömründe bir defa daha eğlenmiş olacak… Lakin Neriman’ın aşkı, çılgın, mütecâsir bir aşk ise; ya zevcesini bırakıp kendisini almaya kalkarsa… Kalkarsa, “Otur yavrum.” diyebilecek mi?
Hamra kalktı, sedefli, sekiz köşeli bir iskemle üstünde yarı açık duran sigara paketinden eğildi, bir sigara aldı. Kibriti çakarak uzanmış dudakları arasında sıkışan sigarayı, iki küçük alev darbesiyle acele yaktı ve kibriti söndürmeyerek endam aynasının civarında duran, üçüzlü bir şamdanı yaktı. Şimdi bir ufk-ı revnakdarın bir köşesine benzeyen, iri aynadan in’ikâs eden şuleler, pembe döşemeli bu odanın içini, bir şafak bulutu güzergâhına benzetti. Ucu, iri dudaklarının içine gömülen sigarayı leziz bir iştiha ile içerken, aynanın önüne geçti. Durdu. Saçlarının -o tabire gelmeyen; sonbahar sabahlarında esen kuru rüzgâr ile kavrulmuş, yanmış yaprakların kırmızıyı andıran rengine benzeyen saçlarının- leyyin taravetini, çehresinin pembe rengini, gözlerinin işveler ihtira eden bakışlarını temaşa ederken, “Pek hoş, pek hoş!” itirafını ima eder bir vaziyetle, aks-i endamına, küçük bir hande-i takdir ve başıyla bir temenna-yı aşinaî yolladı. Beyaz kusursuz dişleriyle baktı, bol yenli kollarını kaldırarak bağteten üryan olan bileklerini tetkik etti. Ellerini kalçalarına dayayarak ve yan tarafa temayül edip bir tavr-ı meshurâne ile boyunu, belini, boynunu süzdü, süzdü… Şimdi düşünüyordu: “Hayır Mihriban, maksadım seni üzmek, azametine basıp yükselerek kibrinin nasıl kırıldığını görmek, Hamra’yı çekememenin, Hamra’yı rast geldiğine çekiştirmenin cezasını tertip edivermek… İşte bu oyun bu kadarla bitecek. Neriman! Sen de yırtınma, bu vücuda sahip olmak liyakatini henüz kimsede görmüyorum… Gözyaşlarına acıyorum… Fakat…”
Evet, samimiyetle akan yaşlar hiçbir zaman tesirsiz olamazlar. Bu katrelerin düştüğü zemin, ne derece çorak olsa yine orada küçük bir nihal-i şefkat belirmek ihtimali vardır. Hamra’nın üzerinde bu dakika Neriman’ın gözyaşlarının bir tesiri vardı. Lakin bu tesir o yaşların kurumasıyla beraber zail olacak derece muvakkat olabilir.
Hamra soyunup yatağa girdiği sırada, bugünkü geçen dakikalarının kendini memnun ettiğinden dudaklarında, gözlerinde bir ibtisam-ı meserret uçuyordu.
***
Bu ikinci mektuptu ki Mihriban kocasının cebinde bulup okuyor, demek ki şimdi kocasının gönlü tamamıyla Hamra’da… O, hayatı beyhude olan, fazla duran bir bedbaht, bir kimsesiz… Şu dakika ölse kimse ona acımayacak hatta Neriman sevinecek, Hamra sevinecek. Ömrü onlar için bir bâr-ı girân. Neriman, kendisiyle bir aydan beri lakırdı bile etmeye temayül etmezken, ona şarkılar tanzim ediyormuş. Şimdiye kadar lisanından bir manzum söz işitmemiş iken bu kadının aşkıyla Neriman şair olmuş:
Hande-i gül-rû-yı letafetsiniz;
Nursunuz ruh-i muhabbetsiniz;
Âlihe-i arş-ı melâhatsiniz;
Âfet-i hengam-ı şebâbetsiniz!
Etmiş idi lütfunuz ihya beni;
Öldürüyor, şimdi o hülya beni;
Korkutuyor ah! Bu sevda beni.
Korkulacak mertebe afetsiniz!
Bilmem kaçıncı defadır, Mihriban bunu ruhu yanarak okuyor ve düşünüyordu.
Etmiş idi lütfunuz ihya beni!..
Kocası bu kadının lutfuna da nail olmuş. Oof!.. Bu fikir, Mihriban’ın sabrını târ-mâr ediyor. Bu hayatının bir kıyametiydi. Buna tahammül edemeyecekti. Gönlü bu bârı çekemeyecekti… Belki şimdi kendi bu eziyetlerle kıvranırken kocası ona “Hande-i gül-rû-yı letafetsiniz!” diyor. Lakin bu nevazişlere maruz olmak, yalnız kendi hakk-ı sarihi değil miydi? Hamra ne salahiyetle, ne nam ile kendine ait bu hakkı gasp ediyordu? Şimdi Hamra ile Neriman’ın arasındaki münasebetin derecesini, tafsilat-ı hakikiyesini anlamak için bir çare arıyordu. Mihriban bu dakika nefsinde şedîd bir kıskançlık duymuyordu. Yalnız hakikate muttali olmak, niçin, neden, nasıl aldatıldığını bilmek istiyordu. Hâlâ o, kocasını ciddi, menfaatsiz, ihtiyatsız bir hürmet-i amîka ile seviyordu. Bu mektup, bu şarkı aşkını rahnedâr etmekten ziyade, izzet-i nefsine dokunuyordu. Ve tekmil mesuliyeti Hamra’ya atfederek saf ve pakize kocasını ızlale sebeb, bu kadının sahte işveleri olduğuna karar verince, dimağı zehr-âlud tasmimler kahhar fikirlerle dolarak, bütün âmâl-i müz’icesini birden icra için bir karar-ı âni vereceği sırada; za’f ü aczinin hayluletini teferrüs ile ağlamaya başlıyordu. Rekabet-i sevda bir tıfl-ı muhabbettir ki validesini zehirleyen bir yılan yavrusuna benzer. Mihriban böyle bir kasd ve bir emel neticesiyle, sırf bir sevk-i tabiî-i neseviyetle kimsesizliğin, çaresizliğin en ziyade hissolunduğu karanlık ve sessiz gecelerde böyle metrukiyet-i aşkıyla zehirlene zehirlene, itidalini kaybediyordu.
Neriman karısını avutmak için bulduğu fena bir tedbire müracaatla daima süslenip gezmesini dermiyan eylediği zaman, Mihriban kocasının yüzüne gözlerini dikip ağlamaktan başka bir şey yapamıyordu.
Artık Mihriban kocasının her hâlini, her hareketini, her sözünü sıkı bir tecessüs altında tutuyor, kocasının ağzından bir kelime kapıp bütün bütün zehirlenmek için uyumuyor ve onu tefahhuslarıyla izaç etmekten çekinmiyordu. Ceplerini karıştırıyor, kâğıtlarına bakıyor, gözlerinde geçmiş bir hatıranın izlerini araştırıyordu. Ve daima muvaffak oluyordu. Kâh Neriman’ın cebinde bulunmuş bir çiçek onu ağlatıyor, kâh uykusunun arasında işittiği yarı anlaşılır bir sayıklama onu öldürüyordu… Günler geçtikçe kocasının muamelesi değişiyordu. Hatta Hamra ile Kamra’nın, kendisine görünmesine müsaade etmediğinden dolayı zevci küçük mücadeleler bile çıkarıyordu. Mihriban biliyordu ki zevci, validesinden sergüzeştlerini saklamaya lüzum görmedikten maada, kayınvalidesi olacak bu merhametsiz kadından teşvik bile görüyordu. Mihriban bu azaplar altında kıvrandıkça, itidâl-i ahlakı da sarsılıyordu. Bir kitapta okumuştu ki: “Kimseyi kıskandırmak istemeyenler kıskandırılırlar.” Düşünüyordu. “İşte bir doğru söz, ben de Neriman’dan evvel başlamış olaydım. Mademki o iktidar bende de var.”
Şimdi bu vesvese gittikçe tezayüd ve terakki ediyor. Evet, onu mademki kocası sevmiyordu… Lakin onun sevilmeye ihtiyacı vardı. Metruke fakat niçin? Maşuka olamaz mı? Mademki her zaman yaşam devam etmeyecek, her zaman gençlik ele geçmeyecekti! Neriman, sevgili Neriman, işte onu düşünmüyor, onu aldatıyordu. Hem aldatmakla beraber, bütün ezvak-ı muzlime-i hayatın kapılarını eliyle açıp ona sapa bir yol gösteriyordu. Evde unutulmuş, aldatılmış makhûr yaşamaktansa velev gözyaşlarıyla irvâ’ ederek, hayatında bir gülzâr-ı hatırat tarh edemez miydi? Evde, mesela şu karşıki köşkte, her zaman kendisine yiyecek gibi mütehassirâne bakan sarı bıyıklı genci, bir nazra-i teşvik ile teshîr ederek, onun bir mabude-i yegânesi olmak hissiyle mütelezziz olarak, muvakkaten olsun, şu hicran yaralarını tedavi edemez miydi? Gizli, müessir bir intikam hissiyle inşirah edemez miydi? Niçin kocasına hayatını tevdi etti? Yaşamak, bir aile teşkil etmek, mesut olmak, sevilmek, öpülmek, takdir olunmak için değil mi? İşte ben bugün rabıtalar kâmilen bitmişti. Zevci şimdi bir diğerinin, mesudiyetini ikmal ediyordu. Bir başkasını seviyor, bir başkasını öpüyordu. Bu hâlde kendisine ne kaldı? İnsanlıkta sevilmeye, takdir olunmaya ait bir sevk-i tabii vardır. Yaşadıkça, öldükten sonra unutulmak endişesi, bizi meyus etmeye kâfi iken, hayatta iken unutulduğumuza vâkıf olmak, sevilmeyip terk olunduğumuzu anlamak bizi çıldırtmaz mı? Zannediyorum ki bütün serair-i encamı meçhul kalmış intiharların sebebi, sevdikleri tarafından unutulmak felaketinden münbais olmak lazım gelir. Rabıtasız, bir iz bırakmadan takib-i hayat faydasız bir ömür, kimseyi meşgul edemeden yaşamak işte bahusus güzel kadınlara çılgın bir yeis verecek bir azaptır. Evet, şimdi Mihriban ölüverse kocası ve Hamra sevinecekler ve “Oh, bu engel bertaraf oldu. Artık birbirimize kaldık.” diyecekler.
Mihriban bütün muhakemat-ı dûr ü dıraz neticesinde, uykusuz, emelsiz, kimsesiz gecelerin fısıltılarıyla şimdi gönlünde doğan ve yavaş yavaş büyüyen tabii bir sevk-i hisse, feth ü zabt-ı kulûp hissine temayül etmişti. Artık o da sevmese bile, sevdirmek için, mesela ufak bir nigâh, gizli bir tebessüm ile mümkün olabilecek, samimi çarelere teşebbüs edecekti. Bu suretle hem kendisini düşündürtecek ve hem de intikamını almış bulunmak lezzetiyle şâdgâm olacaktı… Ve kendi aczinden istifade eden kocasının yüzüne müsterih ve mutmain, istihzah bakışlar fırlatacaktı.
Sefaletle geçen izdivacının daha ikinci senesinde, bu kadının kalbinde intikam için -dürüşt, kıymet-nâşinâs zevcine karşı- bir heves ve erkeklerden aldığını yine erkeklere vermek üzere onların fevkinde, onlardan büyük görünmek hevesi doğmaya başladı.
Birinci hatveyi attı. O genç için hazırladığı tebessümü tevdi etti. Genç tarafından takip olundu. O yabancının boynunu büktüğünü ve merhamet talebini ima eder bir vaziyet aldığını bu kalbini yırtan çarpıntılarla temaşa etti ve bu sırada etrafında Neriman’ı, gafil vefasız kocasını aradı. Ona bu levhayı gösterecek ve diyecekti ki: “O kadının ayağına kapandığını ben hoş göreyim fakat şu, bana boynunu büken gencin de benim ayağıma kapandığını, sen hoş gör. Neriman! Sen o kadını öptükçe, ben de buna güleyim, olmaz mı? Bu mukaveleye razı olacak mısın? Şimdi bu levhayı yüreğin titremeden, kanın galeyan etmeden temaşa edecek misin?”
Fakat kocası bu feci levhadan ürkmesin. Ya masum kızları mürur-ı zamanla televvüs edip, bu iki levhanın huzurunda paymâl olan istikbaline ağlayarak müsebbiblerine lanet etmeyecek mi?
Mihriban dimağında bu sarsar-ı izmihlalin feveranını hissederek odasına çıktığı sırada, “Nineciğim buradayım ben!” diyen kızını, ağlaya ağlaya kucakladı. Yok o, bu yoldan bir intikamın, edna bir mukabelenin ehli değildi. Mihriban her ihtimale mukavemet göstermekle, belki kocasını irşada muvaffak olacaktı ve bunu ümit ediyordu.
Artık karar vermişti; bütün istihzalı, haksız tahtıelere sabırla mukabele ediyordu. Her gece Neriman bir bahane bulup Hamra’nın güzelliğinden, hüsn-i tabiatından, güzel giyinişinden ve pencerenin altından dinlediği piyanosundan bahsediyordu. Bu bahisler arasında Neriman: “Mihriban mezuniyet verse onu da nikâh ederdim ve piyanosuyla bizi eğlendirirdi.” teklifini birkaç defa tekrar ettiği hâlde karısından gözyaşları dışında başka bir cevap alamadı. Bir gün Hamra’yı sevdiğini de itiraf etti ve “Ne yapayım Mihriban?” dedi. “O kadının hayali karşısında bütün metanetimi kaybediyordum.” Bu itiraflar aynı serzenişlerle tekrar ediyordu. Mihriban o zayıf hastaya benziyordu ki vereme müptela olduğundan katiyen emin ve birkaç gün sonra solup öleceğinden haberdar olmakla beraber, yine hayatı her zamankinden ziyade sever ve herkesten ziyade ati hakkında ümitler beslerdi. Şimdi bu kadın da kocasını vefasızlıklarına mukabil belki her zamandan ziyade seviyordu ve onun kadınlığı ezen eziyetlerini, bir dakika sonra unutacak ve afv edecek bir hal-i esarete gelmişti.
Temmuz içinde bir mehtap gecesi… Neriman geç gelmişti. Karısının muavenetini talep etmeden soyundu. Yatağına girdi.
Sabaha kadar uykusunun arasında “Hamra, Hamra!” feryadıyla sayıkladı. Mihriban da kocasının bu öldürücü, çılgın efganlarını işitip bütün gece kendi kendisine ağladı, ağladı, ağladı…
Sabahleyin Mihriban kocasını giyinmiş buldu. Artık Neriman karısının ayaklarına düşmüş ve “Bir şey teklif edeceğim Mihriban.” diyordu. “Benim hayatımı sen kurtaracaksın, ölüyorum. Teklifim, sana belki güç gelecek. Lakin bana merhamet et! Bundan sonra senin her zamandan ziyade kölen olacağım. Bana acı, beni himaye et!” Mihriban titriyor, bir şey anlamazlıktan mütevellit bir korku ile neticenin heybet ve vahşetinden kaçmak ve onu işitmemek için geriye çekiliyor ve yüzünü sararmış, titreyen elleriyle örtüyordu. Nihayet kocası her şeyi sonuncu defa itiraf etti. Hamra ile izdivaç edecekti. Ve başka bir hane tedarik eyleyecekti. İki gece Mihriban’ın yanında kalacak ve bir geceyi ötede; onun yanında geçirecekti.
Bu teklifleri işiten Mihriban ağlamıyordu, titremiyordu; donmuştu. Boğazına bir şey tıkanmış, nefes alamıyordu. “Of! Neriman! Yetişir! Sus!” dedi; kocası muttasıl ağlıyor ve hiçbir zaman zail olmayan aşkından bahsediyordu: “Bilmezsin Mihriban, seni hiçbir zaman şimdiki kadar sevmedim… Ve daima seveceğim. Senden ayrılamam. Öteki beni öldürecek fakat sen yaşatacaksın. Beni yalnız onun eline bırakma, bırakma Mihribancığım!”
Mihriban artık kendisini kaybetmiş, bayılmıştı. Kendisine geldiği zaman “Peki.” dedi. “Peki. Bırakınız beni valideme gideyim. Fakat kızımı da bana veriniz. Yetişir, bana bundan artık bahsetmeyiniz!” Mihriban ağlıyordu. Kızını yanına almış carını giyiyordu. Şimdi konağın içi karışmış, Mihriban’ın kayınvalidesi bu felaketi evvelden biliyormuş gibi kapının önüne gelmiş, yalnız bir “Ayol ne oluyorsunuz?” istizahıyla duvara bir heykel-i müncemid gibi dayanmış netice-i hâle intizar ediyordu.
Neriman, “Peki.” dedi. “Fakat vadet ki beni ebediyen terk etmeyeceksin Mihribancığım, vadet ki beni afv edeceksin.” Bunları söylerken, Mihriban’ın ilerlediğini gördü. Ve koştu, boynuna sarıldı. Karısının sararmış, zayıf yanaklarını öpmeye başladı. “Ve sakın benden iftiraka çalışma. Senin hasretine dayanamam.” diye feryat ediyordu. Mihriban kapıyı açarken tekrar arkasından koşuyor ve diyordu: “Dur, bana gecelik gömleğini bırak, ben ona sensiz gecelerimde sarılayım, ben onu koklayım, onu öpeyim. Beni Allah aşkına bırakma, bir hafta validende otur, istirahat et, yine ben gelip seni alacağım.” Mihriban hazırlanan arabasına dadısı ve çocuğuyla binerken arkasından kocasının ağladığını işitmiyordu.
***
“Nine kendi kendine neye gülüyorsun?”
“Hiç!”
“O sararmış kâğıtlar ne?”
“İade olunmamış borç senetleri.”
“Eskimiş mektuplara benziyor da…”
“Hayır kızım.”
Mihriban artık on altı yaşına girmiş kızının karşısında, bugün hakikati itiraf edemiyordu. Evet, o kâğıtlar iade olunmamış bir deyn-i saadete ait hatıralardı. O eski mektuplar, bir mecmua-i eş’ârın sahifeleri arasında gömülmüş gül yaprakları gibi rengini, rayihasını kaybetmekle beraber, güler yüzlü dakikaları muhtır yadigârlar olduğu için değerlerinden ziyade gizli kıymetleri vardı.
Kızı Rânâ, validesinin müphem sözlerinden, kendisine anlatmak istemediği bir şeyle meşgul olduğunu hissederek daima mahzun olan ninesini bir kat daha iz’ac etmemek için bir bahane ile odadan çıktığı zaman, yalnız kalan Mihriban tekrar bu mektupları okumaya başladı.
Oh! Bu geçen on dört sene zarfında neler olmuştu? Şimdi bir hikâye-i felaket olan mazi bu kadının dimağından geçiyordu. Neriman’dan, iftirakından sonra kocası, validesinin ısrarına mukavemet edemeyerek kendisini tatlik eylediği duyulunca, Hamra da bu sırada zuhuru tabii olan birçok güftügûlardan ihtirazen Neriman ile izdivaca cüret edemeyerek vazife-i intikamını, bu iftiraka vesile olmaya muvaffak olduğundan dolayı, ikmal olunmuş addile Neriman’ın tekrar teklif-i izdivacını reddedip muvakkaten akrabasından biriyle taşraya gitti. Neriman da İstanbul’da duramadı, bir şehbenderlikle Avrupa’ya giderken, bütün bu manasızlıklarına, vefasızlıklarına rağmen yine Mihriban’a ümitler vererek, gizli vaatlerde bulunmaktan çekinmedi. İstikbalini temin ile bir iki seneye kadar, pederinin servetine muhtaç olmayacak mütevazı bir mevki işgal eder etmez tekrar karısına ağuşunu açacak ve geçen felaketleri ilelebet unutarak, mesut olacaklardı. Oh! Hâla kocasının çılgın bir âşıkası olan bu kadın için, bu vaatler ne emelperver tesellilerdi. Neriman’ın mahall-i memuriyetinden yazdığı bu solmuş mektuplar, pejmürde vaatler hâlâ kucağında duruyordu. Bu satırlar, bu kelimeler yalan söyleyen birer mücririn perişanlığıyla şimdi gözünün önünde mahcup ve hacil titriyorlardı: “Avrupa’nın bu dağdağa-i sefahati, Mihribansız onun gözlerinde değilmiş. Geceleri bir yere çıkmıyormuş, yalnız sevgili Mihriban’ını düşünüyormuş, nihayet iki sene sonra yine beraber bulunmak için İstanbul’a geldiği zaman her şey unutulacakmış, bu iki sene zarfında her zaman yanında gezdirdiği resmine bakarak müteselli olacakmış. Çocuğu göreceği gelmiş. Onun da resmini istiyor.” Biçare kadın bu mektuplara her şeyi unutmuş gibi cevaplar yazmıştı. Lakin cevapsız kalan son mektubunu, belki vâsıl olmamıştır hülyasıyla tekid etti, yine cevap alamadı. İki sene de böyle geçti. Bu kadına haber vermişlerdi ki muhaberelerden haberdar olan kocasının validesi oğlunu tecdid-i münasebetten men için Neriman üzerindeki nüfuzunu istimal etmiş ve hatta muhabereye devam ettiği takdirde evlatlıktan reddeyleyeceğini de ilave ile, oğlunu tehdit eylemişti. Mihriban bu erâcîfe ihtimal veremiyordu. Kendisinden bu kadar nefret etmek için kayınpederine, bahusus kayınvalidesine ne fenalık etmişti. Kendisinin, kocasının bir de evladının harabını istemek, üç gönlü birden ezmek pek günah olacaktı. Bunu kimse irtikâb edemezdi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-hikmet-muftuoglu/haristan-69428152/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Hâristan Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Servet-i Fünûn ve II. Meşrutiyet sonrası dönemlerde eserler ortaya koymuş olan Ahmet Hikmet Müftüoğlu; Türk edebiyatı tarihinin önemli şahsiyetleri arasında yer almaktadır. Türkçülük akımı ışığında çeşitli eserler kaleme alan yazarın hikâyelerinin muhtevası, hem sosyal hem de ferdî meselelerden oluşmaktadır. Esere ismini veren Hâristan, diken bahçesidir; ilk hikâyede onun yanında var olan ise Gülistan’dır, gül bahçesidir. Dikenli bahçelerde elleri kanarken insanın, güllerin mahmur eden kokusu acılarını dindirebilir. Yaşam, her zaman gül bahçelerine giden dikenli yollarla çevrilidir. Ahmet Hikmet Müftüoğlu da gerçek mutluluğu ancak bu iki diyarın birleşmesinde görmektedir.Elinizdeki eserin her bir cümlesi, cümleler içindeki her bir kelimesi; geçmişten günümüze doğru esen bir yel gibidir. Okur, her sayfa çevirişinde esen o yelin kokusunu hissedecek, taşıdığı havanın yumuşaklığıyla sarıp sarmalanacaktır. Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun kalemini savurarak estirdiği bu yel, okurun yüreğine dokunacak; kimini yakacak kimini ise serinletecektir.

  • Добавить отзыв