Yeşilin Kızı Anne: Ingleside

Yeşilin Kızı Anne: Ingleside
Lucy Maud Montgomery
Anne’in Hayaller Evi’nden sonra Blythe ailesinin yeni durağı sevgiyle büyüdükleri Ingleside’dır. Anne ve Gilbert'ın şimdi diğer çocuklarla türlü maceralara yol açan ve aksiliklere sebep olan beş çocuğu vardır ve burada aileye yeni üyeler katılır. Bu maceralar onları çoğu zaman korkutsa da Blythelar ders çıkarmayı bilirler. Onların macera ve sıkıntılarına bir yenisini eklemeye yemin etmiş olan uzaktan akraba Mary Maria Blythe’ın ziyareti de evdeki düzeni altüst edecektir. Aile için bahar bahçesi olan ev zaman zaman kara bulutlara teslim olacaktır. Anne, tüm bunların üstesinden gelmeye çalışırken yanlış düşüncelere de dalacaktır. "Aynı yaz asla iki kez gelmez… Acı ve mutluluk, ümit ve korku bir de değişim… Her zaman değişim olurdu! Bu kaçınılmazdı. Eskiyi bırakıp yeniye kucak açmak, yeniyi sevmek ve sonra ona da yol vermek gerekiyordu. İlkbahar ne kadar güzel olsa da yaza teslim olmak zorundaydı. Aynı şekilde yaz da kışa mağlup olacaktı. Doğum, düğün ve ölüm…"

Lucy Maud Montgomery
Yeşilin Kızı Anne: Ingleside

Lucy Maud Montgomery, 30 Kasım 1874 tarihinde, Prens Edward Adaları, Clifton’da doğdu. Annesi, daha o bebekken tüberkülozdan hayatını kaybetti. Kendisini annesinin ailesi büyüttü. Babası, onu büyütmesi için büyükannesine emanet ettikten sonra Cavendish’e taşındı. Cavendish’te yaşamaya başlayan Montgomery’nin çocukluğu yalnızlık içinde, hayalî arkadaşlarla geçti. 1890 yılında, burada eğitimini tamamladıktan sonra, babası ve üvey annesiyle yaşamak için Prens Albert şehrine yerleşti.
9 yaşındayken şiirlerini yazmaya ve günlük tutmaya başladı. İlk şiiri yerel gazetelerde yayımlandıktan sonra düzenli olarak kısa yazılar da yazmaya başladı. Charlottetown’daki Prince of Wales Üniversitesine girerek öğretmenlik lisansı aldı. Kısa süreliğine de olsa öğretmenlik yaptı. 1897’den itibaren yazmaya başladığı yüzlerce kısa öykü, haftalık dergilerde yayımlandı.
1908 yılında yayımlanan ilk kitabı Yeşilin Kızı Anne ile büyük bir başarı yakaladı. Yazarı yaşamı boyunca popüler eden Anne karakteri dünyada en çok sevilen kitap kahramanlarından biri oldu. İlk roman ile birlikte bir seri hâline geldi. Yazar hayatı boyunca birçok roman, otobiyografi, kısa hikâye ve şiir yazdı. Toronto’daki evinde 24 Nisan 1942’de hayatını kaybetti.

Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter.

BÖLÜM 1
“Ay ışığı bu gece ne kadar da beyaz!” dedi Anne Blythe kendi kendine. Hafif rüzgârlı havada Wrightların bahçe patikasından kiraz tomurcuklarının yapraklarının düştüğü yere, yani Diana Wright’ın ön kapısına doğru yürüyordu.
Eski günlerde çok sevdiği ve hâlâ sevmeye devam ettiği tepelere ve ormanlara bakmak için durdu. Burası çok sevgili Avonlea’ydi. Her ne kadar artık evi Glen St. Mary’de olsa da Avonlea’de orada asla olamayacak bambaşka şeyler vardı: Her bir dönemeçte kendi hayaletleri karşılıyordu onu. Üzerinde gezindiği çayırlar ona kucak açıyordu. Eski ve tatlı yaşamının dinmeyen yankıları kuşatmıştı etrafını. Baktığı her yerde sevimli bir hatırası geliyordu gözlerinin önüne. Doğaüstü varlıkların musallat olduğu, mazinin güllerinin çiçek açtığı bahçelerle doluydu burası. Anne Avonlea’ye, yani evine dönmeyi her zaman severdi. O sırada olduğu gibi üzücü bir sebeple gelmiş olsa bile bu sevgisi değişmezdi. Gilbert’ın babasının cenazesi için gelmişlerdi ve Anne bir haftalığına kalmıştı. Marilla ve Bayan Lynde, erkenden eve dönmesi teklifini katiyen kabul etmemişlerdi.
Veranda üzerindeki eski çatı odası her zaman onu bekliyordu ve Anne eve döndüğü gece bahar çiçeklerinden yapılma bir buket buldu odasında. Bayan Lynde’in odasına koyduğu bu çiçeklere yüzünü gömdüğünde unutamadığı o yılların kokusunu alır gibi oldu. Geçmişinin hayaleti kendisini orada bekliyordu. O derin, tatlı ve eski sevinç hâli kalbini pır pır ettirdi. Çatı odası onu sarıp sarmalamış, sıkıca kucaklamıştı. Bayan Lynde’in ördüğü elma yaprağı desenli örtü serilmiş eski yatağına, Bayan Lynde’in özenle işlediği dantellerle süslenmiş pırıl pırıl yastıklarına, Marilla’nın ördüğü yer kilimlerine, uzun zaman önce bu odada geçirdiği ilk gecesinde ağlaya ağlaya uyuyan o küçük yetimin yüzünü yansıtan aynaya baktı. Anne bir an için beş çocuklu mutlu bir anne olduğunu, Ingleside’da Susan Baker’ın bir sonraki çocuğu için patik ördüğünü unuttu.
Temiz havlu getiren Bayan Lynde, içeri girdiğinde Anne’i hülyalı gözlerle aynada kendini seyrederken buldu.
“Yeniden evde olman çok güzel Anne. Evden ayrılmanın üzerinden dokuz yıl geçse de Marilla’yla ben seni özlemekten kendimizi alamıyoruz. Davy evlendiği için artık eskisi kadar yalnız değil buralar. Millie dünya tatlısı bir kızcağız. Tam bir meraklı kedi! Ama kimse senin gibi olamaz. Bunu bilir bunu söylerim.”
“Ama bu aynayı kandırmak mümkün değil Bayan Lynde. Bana açık açık, ‘Eskiden olduğun gibi genç değilsin.’ diyor.” dedi Anne muzipçe.
“Rengini çok güzel korumuşsun.” dedi Bayan Lynde teselli edercesine. “Tabii kaybedecek pek rengin yoktu ya.”
“Her neyse. En azından şimdilik gıdım yok.” dedi Anne neşeyle. “Ayrıca eski odamın beni hatırlamış olmasına sevindim Bayan Lynde. Eğer geri gelip de beni unutmuş olduğunu görseydim çok üzülürdüm. Ayın, Lanetli Koru’da yükselişini bir kez daha seyretmek muhteşem bir şey.”
“Sanki koca bir parça altın gibi duruyor gökyüzünde, değil mi?” dedi Bayan Lynde. Çılgınca ve şairane sözlerini Marilla’nın duymadığına sevindi.
“Gökyüzüne doğru yükselen şu sivri çam ağaçlarına baksana. Çukur’daki huş ağaçları da kollarını gümüş rengi göğe doğru uzatıyorlar. Bu ağaçlar artık büyük. Ben geldiğimde bebektiler. Bu da bana kendimi biraz yaşlı hissettiriyor.”
“Ağaçlar da çocuklar gibidir.” dedi Bayan Lynde. “Arkanı döndüğün anda büyümüş olduklarını görmek korkunç bir şey. Fred Wright’a baksana. Sadece on üç yaşında olduğu hâlde neredeyse babasıyla aynı boyda. Akşam yemeği için tavuklu turta var ve senin için limonlu kurabiye yaptım. Bu yatakta uyumaktan korkmana hiç gerek yok. Çarşafları daha bugün havalandırdım. Marilla da benim yaptığımı bilmeden havalandırmış. Bizden haberi olmayan Millie ise üçüncü kez havalandırmış. Umarım Mary Maria Blythe yarın dışarı çıkar. Kendisi cenazeleri oldum olası sever.”
“Mary Maria teyze… Gilbert onu hep böyle çağırıyor. Hâlbuki kadın sadece babasının kuzeni. Bana da hep ‘Annie’ diyor.” diyerek omuz silkti Anne. “Evlendikten sonra beni ilk gördüğünde, ‘Gilbert’ın seni alması çok tuhaf. Çok iyi kızlarla olabilirdi.’ dedi. Ondan hiç hoşlanmamamın sebebi budur belki de. Ayrıca Gilbert’ın da ondan hoşlanmadığını biliyorum. Her ne kadar bunu itiraf edemeyecek derecede ailesine düşkün olsa da.”
“Gilbert uzun süre kalacak mı peki?”
“Hayır. Yarın gece dönmesi gerekiyor. Bir hastasını çok kritik bir durumda bıraktı.”
“Pekâlâ. Sanırım onu Avonlea’ye bağlayan pek bir şey kalmadı. Annesi de geçen sene öldü. Zavallı Bay Blythe eşi öldükten sonra bir daha toparlanamadı. Yaşamak için bir sebebi kalmadı. Blythelar hep böyledirler zaten. Dünyevi şeylere pek düşkünler. Avonlea’de Blythe ailesinden kimsenin kalmadığını düşünmek çok üzücü. İyi insanlardı. Ama maalesef ki Sloanelardan sürüsüne bereket var. Sloaneler hâlâ eskiden oldukları gibiler Anne ve sonsuza dek de böyle kalacaklar.”
“Ne kadar çok Sloane olsa da yemekten sonra ay ışığında eski bostana kadar yürüyüş yapacağım. Ama sonrasında uyumak zorundayım. Her ne kadar ay ışığı gecelerini uyuyarak harcamayı sevmesem de. İlk sabah ışıklarının Lanetli Koru’ya sinsice yaklaşmaya başladığını seyretmek için erkenden kalkacağım. Gökyüzü mercan rengini alacak ve nar bülbülleri etrafta gezinecekler. Belki gri renkli küçük bir serçe konacak penceremin kenarına. Mor menekşeleri seyredeceğim.”
“Ama tavşanlar hepsini yediler.” dedi merdivenlerden paytak paytak inen Bayan Lynde üzülerek. Ay hakkında daha fazla konuşma olmayacağını bilmek içten içe rahatlatmıştı onu. Anne bu bakımdan hep biraz tuhaftı ve artık bu konuda büyüyeceğini ümit etmenin bir faydası yoktu.
Diana, Anne’i karşılamak için patikaya inmişti. Saçlarının hâlâ siyah, yanaklarının gül pembesi ve gözlerinin parlak olduğu ay ışığında bile görülebiliyordu. Ancak yıllar önce olduğundan çok daha toplu oluşunu saklayamıyordu aynı ay ışığı. Diana, Avonlea sakinlerinin “sıska” dediği türden biri olmamıştı hiç.
“Merak etme canım. Kalmaya gelmedim…”
“Sanki bu merak edilecek şey ya.” dedi Diana sitem edercesine. “Bu gece seninle vakit geçirmeyi o davete bin kez tercih edeceğimi çok iyi biliyorsun. Ben daha seni yeterince görmemişken iki gün sonra gideceksin. Ama Fred’in kardeşi… Gitmek zorundayız.”
“Tabii ki öyle. Ben zaten kısa bir süre için şöyle bir uğrayayım dedim. Eski yoldan geldim Di. Orman Tanrıçası Baloncuğu’nun yanından, Lanetli Koru’nun içinden, eski bahçenizden geçip Issız Yer boyunca yürüdüm. Söğütlerin su üzerindeki ters yansımasını görmek için durdum, eskiden yaptığım gibi. Çok büyümüşler.”
“Her şey çok büyüdü.” dedi Diana iç çekerek. “Küçük Fred’e bakıyorum da… Hepimiz o kadar değiştik ki. Sen hariç. Sen hiç değişmedin Anne. Bu kadar zayıf kalmayı nasıl başarıyorsun? Bana baksana!”
“Biraz anaç olmuşsun hâliyle.” diye güldü Anne. “Ama orta yaş kilolarından kaçmayı şimdilik başarmışsın Di. Değişmemiş olduğum konusunda haklısın. Bayan H. B. Donnell da seninle aynı fikirde. Cenazede bir gün bile yaşlanmamış gibi göründüğümü söyledi bana. Ama Bayan Harmon Andrews’ün konuyla ilgili görüşleri farklı. ‘Aman aman! Ne hâllere düşmüşsün Anne!’ dedi. Sanırım güzellik bakan kişinin gözlerine ya da kalbine göre değişiyor. Biraz yaşlandığımı hissettiğim tek zaman dergilerdeki resimlere baktığım zaman. Dergilerdeki karakterlerin resimleri gözüme çok genç görünüyor. Ama bunları boş ver Di. Yarın tekrar genç kız olacağız. Ben de sana bunu söylemeye gelmiştim. Tüm eski mekânlarımızı ziyaret etmek için bir akşamüstü kaçamağı yapacağız birlikte. Baharın kucakladığı arazilerden, eğrelti otlarıyla kaplı eski korulardan geçeceğiz. Bir zamanlar çok sevdiğimiz o tanıdık yerleri göreceğiz ve gençliğimizi yeniden bulduğumuz tepelere uğrayacağız. Baharda hiçbir şey imkânsız gibi görünmüyor. Bir günlüğüne de olsa sorumluluk sahibi bir anne olduğumu unutup Bayan Lynde’in kalbinin derinlerinde hâlâ olduğuma inandığı hoppa kız olacağım. Her zaman aklı başında davranmanın hiç eğlencesi yok Diana.”
“Aman Tanrı’m, kulağa gerçekten de çok hoş geliyor! Çok isterdim ama…”
“Aması maması yok. Ne düşündüğünü biliyorum. ‘Erkeklere kim yemek hazırlayacak?’ diyorsun.”
“Tam olarak öyle düşünmüyordum. Anne Cordelia her ne kadar sadece on bir yaşında olsa da benim kadar iyi yemek hazırlayabilir.” dedi Diana gururla. “Zaten hazırlayacaktı. Çünkü Hanımlar Yardım Topluluğu buluşmasına katılacaktım ama gitmeyeceğim. Seninle gideceğim. Bir hayalin gerçekleşmesi gibi olacak. Biliyor musun, bazı akşamlarda oturuyorum ve hâlâ küçük kızlarmışız gibi yapıyorum. Yemeğimizi de yanımızda götürürüz.”
“Hester Gray’in bahçesinde yeriz… Hester Gray’in bahçesi hâlâ yerinde, değil mi?”
“Sanırım öyle.” dedi Diana emin olamayarak. “Evlendiğimden beri hiç uğramadım oraya. Anne Cordelia çok gezintiye çıkıyor ama evden çok fazla uzaklaşmamasını tembihliyorum hep. Korularda aylak aylak gezinmeye bayılıyor. Bir keresinde bahçede kendi kendine konuştuğu için azarlamıştım onu. Bana kendi kendine konuşmadığını, çiçeklerin ruhuyla konuştuğunu söyledi. Dokuzuncu yaş gününde hediye olarak yolladığın gül tomurcuğu desenli oyuncak çay seti vardı ya. Tek bir parçası bile kırılmadı. Çok dikkatli. O seti sadece Üç Yeşil İnsan çay davetine geldiğinde kullanıyor. Bu kişilerin kimler olduğunu bir türlü söylemiyor bana. Birçok konuda benden çok sana benzediğini itiraf etmem lazım.”
“Belki de adaşına çekmiştir, kim bilir. Bu tür düşlerinden dolayı Anne Cordelia’ya kızma Diana. Masallar diyarında birkaç yıl geçirmemiş çocuklara üzülüyorum hep.”
“Artık öğretmenimiz Olivia Sloane.” dedi Diana tedirginlikle. “Kendisi üniversite mezunu ve annesine yakın olabilmek için bir yıllığına aldı okulu. Çocukların gerçekle yüzleşmeye zorlanmaları gerektiğini söylüyor.”
“Sloanelarla yakınlaştın mı? Yanlış mı anladım Diana Wright?”
“Hayır… Hayır!.. Ondan hiç hoşlanmıyorum. O ailedeki herkes gibi dik dik bakan mavi gözleri var. Anne Cordelia’nın hayallerini de sorun etmiyorum. Güzel hayalleri var. Tıpkı senin eski hayallerin gibi… Hayat ilerledikçe ‘gerçekle’ öyle ya da böyle yüzleşecektir illaki.”
“O zaman anlaştık. Yarın saat iki civarı Green Gables’a gel. Marilla’nın frenk üzümü şarabından içeceğiz. Artık papaza ya da Bayan Lynde’e aldırmadan yapıyor şarabından. Şeytanlık olsun diye birazcık içeriz.”
“O şarapla beni sarhoş ettiğin günü hatırladın mı?” diye kıkırdadı Diana. “Şeytanlık” kelimesine aldırmadı. Herkes Anne’in böyle ifadeler kullanırken kötü niyetli olmadığını bilirdi. Çünkü Anne böyle biriydi.
“Yarın unutamayacağımız bir gün yaşayacağız Diana. Seni daha fazla tutmayayım ben. Fred at arabasıyla geliyor. Elbisen çok güzel.”
“Fred düğün için bana yeni elbise diktirdi. Yeni bir ahır yaptırdığımız için gücümüz yetmez diye düşünüyordum. Ama Fred herkesin giyinip süslendiği bir yerde emanet gibi elbiselerle dolaşmamı kabul etmeyeceğini söyledi. Tam da bir erkek gibi değil mi?”
“Glen’deki Bayan Elliot gibi konuştun.” dedi Anne ciddi bir şekilde. “Bu eğilimine dikkat et. Erkeklerin olmadığı bir dünyada yaşamak ister miydin?”
“Korkunç olurdu.” dedi Diana. “Geliyorum Fred geliyorum. Peki ozaman. Yarın görüşürüz Anne.”
Anne dönüş yolunda Orman Tanrıçası Baloncuğu’nun yanında durdu. Bu eski dereyi çok severdi. Sanki Anne’in çocukken attığı kahkahaları yakalamış da o sırada serbest bırakıyor gibiydi. Eski hayallerinin suda yansımasını görür gibi oldu. Eski yeminleri, eski fısıltıları mırıldanıyor gibiydi bu küçük dere. Ancak Lanetli Koru’nun ihtiyar çamları dışında dinleyecek kimse yoktu.

BÖLÜM 2
“Çok tatlı bir gün, tam bizlik.” dedi Diana. “Ama korkarım uzun sürmeyecek bu güzel hava. Yarın yağmur yağacakmış.”
“Boş ver. Güzelliğini bugün içimize çekeriz yarın güneş kaybolacak olsa da. Bugün dostluğumuzun keyfini çıkaracağız, yarın ayrılacak olsak da. Şu upuzun altın-yeşil tepelere, pus mavisi vadilere baksana. Bunlar bizim Diana. Şu uzaktaki tepenin Abner Sloan’un adına tapulu olması umurumda değil. Bugün bizim tepemiz. Batı rüzgârı esiyor. Batı rüzgârı estiğinde hep kendimi maceraperest hissederim. Muhteşem bir gezinti yapacağız.”
Muhteşem bir gezinti yaptılar. Çok sevdikleri eski mekânlarını ziyaret ettiler: Aşık Yolu, Lanetli Koru, Issız Yer, Menekşe Vadisi, Huş Patikası, Kristal Gölü’nden geçtiler. Bazı değişiklikler yaşanmıştı. Issız Yer’de bir zamanlar oyun evlerinin etrafını çevreleyen huş fidanları kocaman ağaçlar olmuşlardı. Uzun zamandır kimsenin üzerinde yürümediği Huş Patikası eğrelti otlarıyla kaplanmıştı. Kristal Göl, tamamen ortadan kaybolmuş geriye sadece ıslak ve yosunlu bir çukur bırakmıştı. Ama menekşelerle dolu Menekşe Vadisi hâlâ mosmordu. Bir zamanlar Gilbert’ın ormanın arka taraflarında bulduğu elma ağacı, tomurcuklarla benek benek süslü kocaman bir ağaç olmuştu.
Başlarında şapkaları olmadan yürüdüler. Anne’in saçları güneş ışığında cilalanmış maun gibi parlıyordu, Diana’nın saçları ise ışıltılı siyahtı hâlâ. Birbirlerine neşeli ve anlayışlı, sıcak ve dostça bakışlar atıyorlardı. Bazen sessizce yürüyorlardı. Anne, Diana ve kendisi gibi birbirine çok yakın iki insanın birbirinin düşüncelerini hissedebildiğine inanırdı. Bazen konuşmalarını eski anılarını yâd ederek renklendiriyorlardı. “Hatırlıyor musun, Tory Caddesi’nde Cobbların ördek kümesinden düşmüştün.”, “Josephine halanın üzerinde zıpladığımız zamanı hatırladın mı?” “Hikâye Kulübümüzü hatırladın mı?”, “Burnun kırmızıyken Bayan Morgan’ın ziyaret ettiğini hatırladın mı?” “Pencerelerimizden mum ışığıyla birbirimize işaret edişimizi hatırladın mı?”, “Bayan Lavendar’ın düğününde ne kadar eğlendiğimizi ve Charlotta’nın mavi kurdelelerini hatırladın mı?”, “Geliştirme Topluluğu’nu hatırladın mı?” Sanki eski yılların kahkahalarının tekrar yankılandığını duyar gibi oluyorlardı.
AKGT (Avonlea Köy Geliştirme Topluluğu) ortadan kalkmıştı. Anne’in evliliğinden sonra yavaş yavaş yok olmuştu.
“Bir türlü devam ettiremediler Anne. Avonlea’nin gençleri bizim zamanımızda biz nasılsak aynen öyleler.”
“Bizim ‘zamanımız’ sona ermiş gibi konuşma Diana. Şu anda on beş yaşındayız ve kafa dengi dostlarız. Hava sadece ışıkla dolu değil. Havanın kendisi ışık. Sanki kanatlanmış gibiyim.”
“Ben de aynen öyle hissediyorum.” dedi Diana. O sabah tartıda yetmiş kilo gösterdiğini unutmuştu. “Bir süreliğine küçük bir kuşa dönüşsem ne kadar güzel olurdu diye düşünüyorum. Uçmak muhteşem bir şey olmalı.”
Etrafları güzellikle kuşatılmıştı. Ormanın karanlıklarındaki gizemli renkler, kendilerine has cazibeleriyle ışıldıyorlardı. Bahar güneşi yemyeşil taze yaprakların arasından süzülerek benek benek parlıyordu. Her yerde neşeli sesler vardı. İnsana erimiş altında yüzüyormuş hissi uyandıran güneş ışığının vurduğu küçük çukurlar vardı. Baharın taptaze çeşit çeşit kokuları sık sık çarpıyordu yüzlerine. Ağır kokulu eğreltiler, çam reçineleri, yeni sürülmüş tarlaların yoğun kokusu vardı. Yaban kirazı tomurcuklarıyla perdelenmiş bir patika uzanıyordu. Çimenlerin arasına çömelmiş orman perilerini andıran hayata yeni başlamış minik ladin ağaçlarıyla dolu yeşil bir toprak parçası vardı. Henüz üzerinden atlanamayacak kadar genişlememiş dereler, çamların altındaki hodan çiçekleri, genç ve kıvırcık eğreltilerle kaplı topraklar, zorbanın tekinin beyaz derisini kopararak kabuğun altındaki türlü türlü renklerini ortaya çıkardığı bir huş ağacı vardı. Anne’in bu ağaca uzun süre bakması Diana’nın dikkatini çekti. Anne’in gördüğünü görmüyordu. Saf krem beyazından zarif altın tonlarına uzanan renkler, en iç katmana kadar derinleşiyordu ve bu katmanda zengin ve yoğun bir kahverengilik vardı. Bu hâliyle tüm huşların dışarıdan ne kadar soğuk gibi görünseler de içlerinde sıcak tonlu duygular barındırdıklarını gösteriyor gibiydi sanki.
“Kalplerinde dünyanın en eski ateşini barındırıyorlar.” diye mırıldandı Anne.
Nihayet şapkalı mantarlarla dolu küçük bir vadiden geçtikten sonra Hester Gray’in bahçesine ulaştılar. Pek bir şey değişmemişti. Sevimli çiçeklerle dolu dünya tatlısı bir yerdi burası hâlâ. Diana’nın “nergis” dediği sarızambaklardan bolca vardı eskiden olduğu gibi. Kiraz ağaçları yaşlanmış olsalar da kar beyazı tomurcukları yerindeydi. Gül patikasını hâlâ görmek mümkündü ve eski taş duvar, çilek tomurcuklarının beyazlığı, menekşelerin maviliği ve taze eğreltilerin yeşilliğiyle kaplıydı. Bu taş duvarın bir köşesine, yosun kaplı eski kayaların üzerine oturup piknik yaptılar. Arkalarındaki leylak ağacı alçalmaya başlayan güneşe doğru mor bayraklarını sallıyordu. İkisi de acıkmıştı ve kendi yaptıkları yiyeceklerin keyfini çıkardılar.
“Açık havada yemekler ne kadar lezzetli!” diye iç çekti Diana rahatça. “Yaptığın çikolatalı pasta yok mu Anne… Diyecek söz bulamıyorum ama tarifini mutlaka almam lazım. Fred buna bayılır. Ne kadar yerse yesin zayıf kalıyor. Ben de hep artık daha fazla kek yemeyeceğim diyorum çünkü her geçen yıl daha çok kilo alıyorum. Büyük teyzem Sarah gibi olmaktan çok korkuyorum. O kadar şişmandı ki oturduğu zaman ayağa kalkması için onu çekmek zorunda kalıyorlardı. Ama böyle bir kek gördüğümde… Dün gece davette… Yani eğer yemeseydim gücenirlerdi.”
“İyi vakit geçirdin mi?”
“Evet, öyle denilebilir. Ama Fred’in kuzeni Henrietta’nın pençesine düştüm… Geçirdiği ameliyatları, bu işlemler sırasında yaşadıklarını, eğer zamanında yetişmeseymiş apandisitinin patlayacağını anlatmak onun için çok keyifli bir şey. ‘On beş dikiş attılar. Ah, Diana ne kadar acı çektim bilemezsin!’ O bu konuları konuşmaktan ne kadar keyif alıyor bilemezsin. Benim için o kadar eğlenceli değildi tabii… Hem madem bu kadar acı çektiyse bundan bahsetmenin zevkinden neden mahrum kalsın ki? Jim çok komikti. Mary Alice’in bu davetten zevk aldığından hiç emin değilim. Minik bir parça yedim… Sanırım bir dilimcik çok da fark etmez zaten. Söylediği bir şey dikkatimi çekti. Düğünden önceki gece o kadar korkmuş ki neredeyse trene atlayıp kaçacakmış. Tüm damatlar aynısını hissedermiş ve dürüst olsalar bunu itiraf ederlermiş. Sence Gilbert ve Fred de böyle hissetmiş midir Anne?”
“Öyle hissetmediklerine eminim.”
“Fred’e sorduğumda o da aynısını söyledi. Rose Spencer gibi son anda fikrimi değiştirmemden korkmuş hatta. Ama bir erkeğin ne düşündüğünü kestirmek asla mümkün değil. Neyse, şimdi bunun için endişelenmenin hiçbir faydası yok. Bugün ne kadar da güzel vakit geçirdik! Eski mutlu anlarımızı yeniden canlandırmış gibi olduk. Keşke yarın gitmek zorunda olmasaydın Anne.”
“Bu yaz Ingleside’ı ziyaret etsen olmaz mı Diana? Yani şeyden önce… Bir süre misafir kabul edemeyeceğim zamandan önce.”
“Çok isterdim. Ama bu yaz evden ayrılmam imkânsız gibi görünüyor. Hep yapacak bir şeyler oluyor.”
“Rebecca Dew nihayet gelecek bu da beni sevindiren bir şey. Ama maalesef Mary Maria teyze de gelecek. Gilbert’a geleceğini ima eden bir şeyler söyledi. O da onu benim kadar istemiyor ama akrabası olduğu için misafirperverliği elden bırakmamak zorunda.”
“Belki kışın gelirim. Ingleside’ı bir kez daha görmek güzel olurdu. Çok tatlı bir evin ve çok tatlı bir ailen var Anne.”
“Ingleside güzel bir yer. Orayı artık seviyorum. Bir zamanlar hiç sevemeyeceğimi düşünürdüm. Oraya ilk gittiğimizde nefret etmiştim. Hem de olumlu taraflarından nefret etmiştim. Çok sevgili Hayaller Evi’me hakaret gibi gelmişti bu evin iyi yönleri. Hayaller Evi’nden ayrılırken Gilbert’a üzülerek şöyle dedim; ‘Biz burada çok mutluyduk. Başka bir yerde asla bu kadar mutlu olamayacağız.’ Bir süre orada yuva hasreti çeksem de sonra Ingleside’a olan sevgim filizlenmeye başladı azar azar. Buna karşı koymaya çalıştım. Gerçekten. Ama en sonunda pes edip evi sevdiğimi kabul ettim. O zamandan beri de her geçen yıl biraz daha seviyorum evimi. Çok eski bir ev değil. Eski evler genelde hüzünlü oluyorlar. Çok genç de değil çok genç evler de kaba oluyorlar. Benim evim olgun. Her bir odasına bayılıyorum. Hepsinin de bir kusuru aynı zamanda bir de güzel tarafı var. Birini diğerinden ayıracak bir özelliği illaki var odaların. Bu da onlara şahsiyet katıyor. Bahçedeki görkemli ağaçları seviyorum. O ağaçları kimin diktiğini bilmesem de merdivenlerden her çıktığımda sahanlıkta duruyorum. Hani sahanlıktaki eski pencere kenarına yerleştirilmiş bir oturak var ya. İşte oraya oturup bir süreliğine dışarı bakıyorum ve ‘Bu ağaçları diken adam her kimse Tanrı ondan razı olsun.’ diyorum. Evimizin etrafında gerçekten de çok fazla ağaç var ama hiçbirinden vazgeçemiyoruz.”
“Fred de aynı öyle. Evin güneyindeki büyük söğüt ağacına âdeta tapıyor. O ağacın salon penceresinin manzarasını kapattığını tekrar tekrar söylediğimde bana, ‘Böylesine güzel bir şeyi sırf manzarayı kapatıyor diye kesecek misin yani?’ diyor. Böylece söğüt ağacı olduğu yerde duruyor. Ayrıca çok da hoş. Evimize Yalnız Söğüt Çiftliği adını vermemizin sebebi de işte bahsettiğim o ağaç. Ingleside ismini de çok sevdim. Çok güzel, sıcak bir isim.”
“Gilbert da öyle dedi. Evin ismine karar verirken baya zaman harcadık. Birkaç isim denesek de hiçbiri tam olarak uymadı. Ama Ingleside aklımıza geldiğinde bunun doğru isim olduğunu gördük. Geniş, ferah bir evimiz olduğu için mutluyum. Ailemizin böyle bir eve ihtiyacı var. Çocuklar da bu evi seviyor. Her ne kadar henüz küçük olsalar da.”
“Dünya tatlısı çocukların var.” dedi Diana ve kendine kurnazca bir dilimcik daha kesti çikolatalı pastadan. “Bence benim çocuklarım da çok tatlı ama seninkiler bambaşka. Hele ikizlerin yok mu! Gerçekten sana imreniyorum. Ben de hep ikizlerim olsun istemişimdir.”
“Benim ikizlerden kaçışım yok. İkizler benim kaderim. Ama ikisinin birbirine hiç benzemeyişleri benim için hayal kırıklığı oldu. Birbirleriyle hiç alakaları yok. Nan kahverengi gözleri, saçları ve hoş ten rengiyle güzel bir kız. Ama babasının favorisi Di. Çünkü yeşil gözleri ve kızıl saçları var. Kıvrımlı kızıl saçları… Shirley, Susan’ın göz bebeği. Onu dünyaya getirdikten sonra uzunca bir süre hastaydım ve ona Susan baktı. O kadar ki kendi çocuğu olduğuna inanıyor neredeyse. Ona, ‘küçük kahverengi oğlan’ diyor ve çok şımartıyor.”
“Hâlâ çok küçük ve üzerinden yorganını atıp atmadığını kontrol edip üzerini tekrardan örtme fırsatı bulabiliyorsun.” dedi Diana imrenerek. “Jack dokuz yaşında ama üzerini örtmeme izin vermiyor. Çok büyük olduğunu söylüyor. Ben de onu yatırıp üzerini örtmeyi çok severdim. Keşke çocuklar bu kadar çabuk büyümeselerdi.”
“Benimkilerden hiçbiri o aşamaya gelmediler henüz. Gerçi Jem okula başladığından beri köyden geçerken elini tutmamı istemiyor.” dedi Anne iç çekerek. “Ama Walter ve Shirley onları yatırmamı hâlâ istiyorlar. Walter bazen tam bir merasime çeviriyor yatma işini.”
“Üstelik şimdilerde büyüyünce ne olacaklarını kendine dert edinmene gerek yok. Jack büyüyünce asker olmak istiyor. Asker! Düşünsene!”
“Bence bunun için o kadar endişelenme. Başka bir hayalin büyüsüne kapılınca asker olma isteğini unutur. Savaş geçmişte kalmış bir şey. Jem büyüyünce denizci olmak istiyor. Kaptan Jim gibi… Walter şair olma yolunda. O diğerleri gibi değil. Ama hepsi de ağaçları çok seviyor ve ‘Çukur’da’ oynamaya bayılıyorlar. ‘Çukur’ dedikleri bu yer, perili patikaları ve deresi olan, Ingleside’ın hemen aşağısındaki küçük bir vadi. Sıradan bir yer aslına bakarsan. Diğerleri için sadece ‘Çukur’ ama bizim çocuklar için âdeta bir masal diyarı. Hepsinin de kusurları var ama çok da fena değiller. Çok şükür hepsine yetecek kadar sevgimiz de var. Yarın gece Ingleside’da olacağımı düşünmek beni mutlu ediyor. Bebeklerime uyku vakti geldiğinde hikâyeler anlatacağım. Susan’ın hanım çantası çiçeklerini ve eğreltilerini öveceğim. Susan’ın eğrelti konusunda şansı yaver gidiyor. Onun gibi eğrelti yetiştiren kimse yok diyebilirim. Onun eğreltilerini dürüstçe övebiliyorum. Ama hanım çantası çiçekleri yok mu!.. Çiçek gibi görünmüyorlar pek. Ama bunu söyleyerek Susan’ın duygularını incitmeye hiç niyetim yok. Bir şekilde lafı dolandırmayı başarıyorum. Talih yüzümü kara çıkarmadı bu konuda. Susan muhteşem bir şey. O olmasaydı ne yapardım bilmiyorum. Bir keresinde ona ‘yabancı’ dediğimi hatırlıyorum da… Evet, eve gitme düşüncesi çok tatlı ama Green Gables’dan ayrıldığım için de üzülüyorum. Burası çok güzel. Marilla var, sen varsın. Dostluğumuz hep çok güzeldi Diana.”
“Evet… Ve biz hep… Yani demek istediğim… Ben senin gibi konuşamıyorum Anne. Ama eski ‘yeminimizi, andımızı ve sözümüzü’ tuttuk, değil mi?”
“Her zaman tuttuk hem de. Her zaman da tutmaya devam edeceğiz.”
Anne, Diana’ın elini tuttu. Kelimelerle ifade edilemeyecek tatlı bir sessizlikle oturdular uzun süre. Uzun akşam gölgeleri çimlerin, çiçeklerin ve ötedeki çayırların yeşilliklerine düşüyordu. Güneş battı. Gökyüzünün gri pembe tonları ağırbaşlı ağaçların arkasında derinleşerek soldu. Bahar alaca karanlığı artık kimsenin üzerinde yürümediği Hester Gray’in bahçesini ele geçirmişti. Nar bülbülleri, akşam havasını flüt misali ötüşleriyle şenlendiriyorlardı. Büyük beyaz kiraz ağaçlarının üzerinde koca bir yıldız belirdi.
“İlk yıldız her zaman mucizedir.” dedi Anne hülyalı bir şekilde.
“Sonsuza kadar burada oturabilirim.” dedi Diana. “Buradan ayrılma düşüncesinden nefret ediyorum.”
“Ben de. Ama ne de olsa on beş yaşındaymışız gibi davrandık sadece. Ailemizle ilgili meseleleri hatırlamamız lazım. Şu leylaklar ne kadar da güzel kokuyorlar öyle! Leylak tomurcuklarının kokusunda çok da masum olmayan bir detay olduğu senin de dikkatini çekti mi hiç Diana? Gilbert bu düşünceme gülüyor. Leylakları çok seviyor. Ama bana sanki gizli, çok tatlı bir şeyi hatırlıyorlarmış gibi geliyorlar.”
“Ev için çok ağır kokuları var bence.” diyen Diana, çikolatalı pastanın kalanının bulunduğu tabağı kaldırıp hasretle baktı. Sonra kafasını sallayıp yüzündeki soylu ve inkârcı ifadeyle sepete koydu.
“Eve dönerken Aşık Yolu’ndan yürüdüğümüzde eski hâllerimizle karşılaşsak çok eğlenceli olmaz mıydı Diana?”
Diana hafifçe ürperdi.
“Hayır… Bence hiç eğlenceli olmazdı Anne. Havanın bu kadar karardığını fark etmemişim. Gün ışığında böyle hayaller kurmakta bir sorun yok ama…”
Gün batımının görkemi arkalarındaki eski tepede, unutulmamış sevgileri kalplerinde alev alev yanarken sessizce, sevgiyle döndüler evlerine.

BÖLÜM 3
Anne keyifli günlerle dolu haftasını ertesi sabah Matthew’ün mezarına çiçekler götürerek sonlandırdı ve öğleden sonra Carmody’den eve giden trene bindi. Bir süre geride bıraktığı çok sevdiği eski şeyleri düşündü ama sonra düşünceleri kendisini bekleyen çok sevdiği yeni şeylere yöneldi. Yol boyunca kalbi şen şarkılar söyledi çünkü neşeyle dolu bir eve dönüyordu. Eşiğinden adım atan herkesin bir yuva olduğunu bildiği bir evdi bu. Kahkahalar, şapşallıklar, fotoğraflar ve bebeklerle dopdolu bir ev… Kıvırcık saçlı tombik bacaklı dünya tatlısı yaratıklar… Koltukların sabırla beklediği kendisine kucak açan salonu ve dolabında hasretini çeken elbiseleri… Her türden yıl dönümünün kutlandığı ve küçük sırların fısıldandığı bir ev…
“Eve gidecek olmak çok keyifli bir duygu.” diye düşündü Anne ve çantasından küçük oğlunun yazdığı bir mektup çıkardı. Bu mektubu bir gece önce neşeyle gülerek okumuş, Green Gables ahalisine gururla göstermişti. Çocuklarının herhangi birinden aldığı ilk mektuptu bu. Okula sadece bir yıl önce başlamış olan yedi yaşındaki bir çocuk için iyi yazılmış bir mektuptu. Gerçi Jem’in imlası biraz belirsizdi ve kâğıdın üst köşesinde koca bir mürekkep lekesi vardı…
“Di bütün gece ağladı da ağladı çünkü Tommy Drew bebeğini yakacağını söylemiş. Susan bize geceleri çok güzel hikâyeler anlatıyor ama o sen değil anneciğim. Susan dün gece pancar ekmeme izin verdi.”
“Onlarsız geçirdiğim bir haftada nasıl mutlu olabildim?” diye düşündü Ingleside’ın sahibesi kendini azarlayarak.
“Bir yolculuğun sonunda seni karşılayan birilerinin olması ne kadar da güzel!” diye haykırdı Glen St. Mary’de trenden inip Gilbert’ın kollarına atladığında. Gilbert’ın kendisini karşılayacağına emin olması asla mümkün değildi. Hep ölen ya da doğan birileri oluyordu çünkü. Ama eşi kendisini karşılamadığında eve dönüş olması gerektiği gibi keyifli olmuyordu. Üstelik yepyeni çok güzel açık gri bir takım giymişti! “Kahverengi takımımla beraber krem rengi süslü bluzumu giydiğim çok iyi oldu. Bayan Lynde, bu kıyafetin yolculuk için uygun olmadığını, bunu giymenin çılgınlık olacağını söylemişti. Ama eğer giymeseydim Gilbert için yeterince güzel olmayacaktım.” diye düşündü.
Ingleside, verandaya asılmış Japon feneriyle ışıl ışıl aydınlanıyordu. Anne, zerrinlerle çevrili bahçe yolu boyunca neşeyle koştu.
“Ingleside, ben geldim!” diye bağırdı.
Çocuklar bağırıp çağırarak, kahkahalar atarak sardılar etrafını. Susan Baker arka tarafta ağırbaşlı bir tebessümle duruyordu. Çocukların her birinin ellerinde annelerine vermek üzere tuttukları birer buket vardı. İki yaşındaki Shirley’de bile vardı bu çiçeklerden.
“Ah, bu ne kadar da güzel bir karşılama! Ingleside’a dair her şey çok mutlu görünüyor. Ailemin beni gördüğüne bu kadar sevindiğine şahit olmak muhteşem bir şey.”
“Eğer bir daha evden gidersen apandisit olacağım.” dedi Jem ciddiyetle.
“Nasıl alacaksın ki?” diye sordu Walter.
“Hişşş!” diyen Jem, Walter’ı gizlice dürtüp şunları fısıldadı, “Bir yerlerde bir ağrı var. Biliyorum. Annemi bir daha gitmemesi için korkutmak istiyorum sadece.”
Anne’in yapmak istediği onlarca şey vardı. Herkese sarılmak, alaca karanlıkta dışarı fırlayıp hercai menekşe toplamak gibi şeylerdi bunlar. Ingleside’ın her yerinde hercai menekşe bulmak mümkündü. Kilimin üzerinde duran epey yıpranmış oyuncak bebeği yerden almak, keyifli ve heyecanlı dedikodular duymak istiyordu. Herkesin söyleyecek bir şeyi vardı. Mesela Nan, Doktor hastalarından biriyle ilgilenmek için dışarı çıktığında vazelin kutusunun kapağını açıp burnuna götürmüştü ve Susan’ın o sırada aklı çıkmıştı, “Çok zor bir zaman olduğuna emin olabilirsiniz Bayan Blythe…” Sonra, Bayan Jud Palmer’ın ineği elli yedi tane çivi yemiş, Charlottetown’dan veteriner getirtmek zorunda kalmışlardı. Kafası dalgın Bayan Fenner Douglas, kiliseye başı açık gitmişti. Babaları bahçedeki tüm karahindiba çiçeklerini toplamıştı. “Siz yokken sekiz bebek doğurttu Sevgili Bayan Blythe…” Bay Tom Flagg bıyığını boyamıştı, “Eşi sadece iki yıl önce vefat etti hâlbuki.” dedi Susan. Liman Burnu’ndaki Rose Maxwell, Yukarı Glen taraflarında oturan Jim Hudson’ı nikâh günü terk edince Jim yaptığı tüm masrafların faturasını kaçak geline yollamıştı. Bayan Amasa Warren’ın cenazesinde büyük bir kalabalık varmış. Carter Flagg’in kedisini kuyruğundan ısırmışlar. Shirley’i, at ahırında atlardan birinin altında dururken bulmuşlar. “Sevgili Bayan Blythe, bir daha asla eskisi gibi olamayacağım.” Mavi erik ağaçlarında kara mantar büyüme ihtimali söz konusuymuş. Di gün boyunca, “Annecik bugün geliyor, bugün geliyor, bugün geliyor.” diye şarkılar söylemiş. Joe Reeses’in yavru kedilerinden biri doğarken gözleri açık olduğu için şaşıymış. Jem, pantolonunu giymeden önce yapışkan kâğıdın üzerine oturmuş yanlışlıkla. Bücürük, temiz su fıçısının içine düşmüş…
“Neredeyse boğulmak üzereydi Bayan Blythe. Şansımıza doktor bağırışını vakitlice duydu da arka ayaklarından çekip kurtardı.”
“Vakitlice ne demek anneciğim?”diye düşündü Jem.
“Fazlasıyla iyileşmiş gibi görünüyor.” dedi Anne hâlinden memnun bir şekilde şömine karşısında bir koltuğa oturup mırlayan kediciğin siyah beyaz parlak kürkünü okşarken. Ingleside’da önce kedinin oturup oturmadığını kontrol etmeden bir koltuğa oturmak olmazdı. Kedileri çok sevmeyen Susan, nefsi müdafaa için onları sevmeyi öğrenmeye yemin etmişti. Nan, bir yıl kadar önce köydeki çocukların eziyet ettiği perişan hâldeki sıska kediyi getirdiğinde ona böyle seslendi ve her ne kadar bu isim artık uygun olmasa da üzerine yapışıp kaldı.
“Peki Gog ve Magog’a ne oldu Susan? Kırılmadılar, değil mi?”
“Hayır, hayır Bayan Blyhthe.” diye haykıran Susan utancından kıpkırmızı kesilip odadan fırladı. Geri döndüğünde Ingleside’daki şömineye her daim nezaret eden iki seramik köpeği de beraberinde getirmişti. “Siz geldiğinizde onları yerine koymayı nasıl da unuttum öyle. Şöyle oldu Bayan Blythe, siz gittikten bir gün sonra Charlottetown’dan Bayan Charles Day ziyarete geldi. Onun ne kadar titiz ve dindar olduğunu siz de biliyorsunuz. Walter da onunla eğlenmek için köpekleri ona gösterdi ve “Bu Tanrı ve bu da benim Tanrı’m”[1 - Seramik köpeklerin isimleri Gog ve Magog. İngilizce’de “God” kelimesi Tanrı anlamına geliyor ve Walter seramik köpeklerin isimlerinin Gog (God) ve Magog (My God) olduğunu zannediyor. (ç.n.)] dedi çocukcağız. Dehşete kapıldım. Bayan Day’in yüzündeki ifadeyi görünce de yüreğim ağzıma geldi. Bizim dine saygı duymayan bir aile olduğumuzu düşünmesinden korktuğum için elimden geldiğince açıklamaya çalıştım ve siz gelinceye dek seramik köpekleri porselen dolabına kaldırdım.
“Anne, yemek yemeyecek miyiz?” diye sordu Jem acınası bir hâlde. “Mide çukurumda kemirgen bir his var. Herkesin sevdiği yemeği yaptık anneciğim!”
“Aynen ufaklığın dediği gibi yaptık.” dedi Susan sırıtarak. “Dönüşünüzün güzelce kutlanması gerektiğini düşündük Sevgili Bayan Blythe. Peki şimdi Walter nerede? Yemek için zili çalmak onun görevi bu hafta. Tanrı esirgesin onu.”
Akşam yemeği âdeta bir şenlik gibi geçti ve sonrasında bebekleri yatağa yatırmak Anne için büyük keyifti. Susan, çok özel bir durum söz konusu olduğundan Shirley’i Anne’in yatırmasına müsaade etmişti.
“Bu sıradan bir gün değil Sevgili Bayan Blythe.” dedi ciddi bir şekilde.
“Sıradan bir gün diye bir şey yoktur Susan. Her bir günde diğerinde olmayan farklı bir şey olur. Bunu fark etmedin mi yoksa?”
“Ne kadar da doğru dediniz Bayan Blythe. Geçen cuma tüm gün yağmur yağarken ve hava çok cansızken büyük pembe sardunyam üç yıl sonra ilk kez tomurcuklandı. Hanım çantası çiçeğimi gördünüz mü?”
“Görmek ne kelime! Ben daha önce hiç seninki gibi hanım çantası çiçeği görmedim Susan. Bunu nasıl başarıyorsun?” “Böylece yalan söylemeden Susan’ı mutlu etmeyi başarmış oldum çok şükür!” diye düşündü.
“Devamlı özenin ve dikkatin ürünü Sevgili Bayan. Ama söylemem gereken bir şey var. Sanırım Walter bir şeylerden şüpheleniyor. Glen’deki bazı çocuklar ona bir şeyler söylemiş olmalı. Bu zamanda çocuklar çokbilmiş oluyorlar. Walter bana geçen gün düşünceli bir şekilde şöyle dedi: ‘Susan, bebekler çok mu pahalı?’
Bu soru karşısında biraz afallasam da bozuntuya vermedim. ‘Bazı insanlar bebeklerin lüks olduğunu düşünüyorlar.’ dedim. ‘Ama Ingleside’da bebeklerin ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz biz.’ Sonra Glen dükkânlarındaki pahalılıktan yüksek sesle şikâyet ettiğim için kendime kızdım. Sanırım çocuğu korkutmuş oldum. Ama eğer size bir şey söyleyecek olursa hazırlıklı olun Bayan Blythe.”
“Durumu çok güzel yönettiğinden eminim Susan.” dedi Anne ciddiyetle. “Sanırım herkesin öğrenmesinin vakti geldi.”
Ancak hepsinden de güzeli, denizden gelip ay ışığının aydınlattığı kumullardan ve limandan geçerek Ingleside’ın aşağısındaki Glen St. Mary köyünü barındıran uzun ince vadiye doğru sinsice yaklaşan sisi pencere kenarında seyrettiği sırada Gilbert’ın kendisine gelişiydi.
“Zor bir günün bitiminde seni karşımda bulmak! Mutlu musun Annelerin Anne’i?”
“Mutlu mu?” dedi Anne, Jem’in tuvalet masasının üzerine koyduğu bir vazo dolusu elma tomurcuğunu koklamak için eğildiğinde. Etrafı sevgiyle kuşatılmış, sıcacık sarmalanmıştı. “Sevgili Gilbert, bir kez daha bir haftalığına Green Gableslı Anne olmak güzeldi. Ama Ingleside’ın Anne’i olmak yüz kez daha güzel.”

BÖLÜM 4
“Kesinlikle olmaz.” dedi Doktor Blythe, Jem’in iyi bildiği ses tonuyla.
Jem, babasının fikrini değiştirmesinin mümkün olmadığını annesinin de babasını ikna etmek için uğraşmayacağının farkındaydı. Bu konuda annesi ile babası aynı görüştelerdi. Zalim anne babasına bakan Jem’in ela gözleri öfke ve hayal kırıklığıyla gölgelendi. Onlara sertçe baktı. Sert bakışlarını umursamayıp her şey yerli yerindeymiş gibi yemek yemeye devam etmeleri öfkesini dolayısıyla bakışlarının sertliğini arttırıyordu. Elbette Mary Maria teyze bu sert bakışları fark etmişti. Mary Maria teyzenin kederli soluk mavi gözlerinden hiçbir şey kaçmazdı ne de olsa. Ancak Mary Maria teyze, Jem’in bu vaziyetinden keyif alıyor gibiydi.
Walter, Kenneth ve Persis Ford’la oynamak için eski Hayaller Evi’ne gittiğinden Jem, o öğleden sonra boyunca Bertie Shakespeare Drew ile oynamıştı. Bertie Shakespeare, o akşam Glen’deki diğer oğlanlarla beraber Liman Ağzı’na, Kaptan Bill Taylor’ın kuzeni Joe Drew’ün koluna yılan dövmesi yapışını seyretmeye gideceklerini söylemişti. Kendisi de gideceğinden Jem’in de gelip gelmeyeceğini sordu. Çok eğlenceli olacağını söyledi. Jem gitmek için can atıyordu ancak anne babası bunun kesinlikle mümkün olmadığını söylemişlerdi.
“Gitmene izin vermeyişimin çok sayıda sebebinden biri Liman Ağzı o çocuklarla gidemeyeceğin kadar uzakta. Eve sekizden sonra dönerler muhtemelen. Yani yatma saatin geçtiğinde.”
“Ben çocukken her gece saat yedide yatmaya giderdim.” dedi Mary Maria teyze.
“Akşamları bu kadar uzak mesafelere gidebilmen için biraz daha büyümen gerek Jem.” dedi annesi.
“Geçen hafta da aynısını dedin.” diye bağırdı Jem öfkeyle. “Şimdi daha büyüğüm. Bebek olduğumu düşünüyordun! Bertie de gidiyor ve ben de onun kadar büyüğüm.”
“Kızamık salgını var.” dedi Mary Maria teyze kasvetle. “Kızamığa yakalanabilirsin James.”
Jem, kendisine “James” diye hitap edilmesinden nefret ederdi ve Mary Maria teyze her zaman ona böyle hitap ederdi.
“Ben kızamığa yakalanmak istiyorum.” diye mırıldandı isyankâr bir şekilde. Sonra babasıyla göz göze gelince duruldu. Babası kimsenin Mary Maria teyze ile ters ters konuşmasına müsaade etmezdi. Jem, Mary Maria teyzeden nefret ederdi. Diana teyze ve Marilla teyze çok tatlı teyzelerdi ama Mary Maria teyze gibi biri Jem’in alışkın olmadığı türde bir insandı.
“Pekâlâ.” dedi küstahça ve annesine bakarak konuşmaya devam etti. Böylece kimse Mary Maria teyzeyle konuştuğunu düşünmeyecekti. “Eğer beni sevmek istemiyorsanız sevmek zorunda değilsiniz. Peki, Afrika’ya gidip kaplanları vursaydım bu hoşunuza gider miydi?”
“Afrika’da kaplanlar yok canım.” dedi annesi yumuşak bir şekilde.
“O zaman aslanları vururum!” diye bağırdı Jem. Onu yalancı çıkarmaya bayılıyor olmalılardı. Ona gülmeye kendilerini mecbur hissettiklerini düşündü. Onlara hadlerini bildirmeye karar verdi. “Afrika’da aslanların olmadığını söyleyemezsin. Afrika’da milyonlarca aslan var. Afrika aslanlarla dolu.”
Babası ve annesi gülümsemekle yetindi. Ancak bu durum Mary Maria teyzenin hoşuna gitmedi. Sabırsız çocuklara müsamaha gösterilmemesi gerektiği düşüncesindeydi.
“Bu arada.” diye söze başladı Susan. Jem’e olan sevgisi ve anne babasının köydeki çocuk çetesi ile birlikte adı çıkmış, ayyaş İhtiyar Kaptan Bill Taylor’ın evine yollamamaları konusundaki haklılıkları arasında kalmıştı. “Zencefilli çöreğin ve kreman burada Jem tatlım.”
Zencefilli çörek ve krema Jem’in en sevdiği tatlıydı. Ama bu gece fırtınalar kopan ruhuna hiçbir etkisi yoktu en sevdiği tatlının.
“İstemiyorum!” dedi surat asarak. Ayağa kalkıp masadan uzaklaştı ve son bir meydan okuma hamlesiyle kapıya döndü.
“Zaten dokuzdan önce yatağa gitmeyeceğim. Büyüdüğümdeyse hiç yatağa gitmeyeceğim. Bütün gece, her gece uyanık kalacağım. Her yerime dövmeler yaptıracağım. Ne kadar yaramaz olunursa o kadar yaramaz ‘olcaam’göreceksiniz.”
“ ‘Olacağım’ demek ‘olcam’ demekten çok daha iyi tatlım.” dedi annesi.
Hiçbir şekilde hislenmeyişleri Jem’in gücüne gitmişti.
“Fikrimi soran olmadı ama eğer ben çocukken böyle konuşsaydım annem babam beni bir temiz döverlerdi Annie.” dedi Mary Maria teyze. “Bugünlerde bazı evlerde sopanın eksik olması büyük kayıp.”
“Küçük Jem’in suçu yok.” diye parladı Susan, doktor ve eşinin bir şey söylemediğini görünce. Eğer Mary Maria Blythe’ın bu dediği yanına kalacaksa Susan’ın diyecek bir çift sözü olacaktı. “Bertie Shakespeare Drew denilen velet aklına girdi. Joe Drew’ün dövme yaptırdığını görmenin eğlenceli olacağını söyledi. Öğleden sonra buradaydı ve gizlice mutfağa girip en güzel alüminyum tavayı alıp miğfer olarak taktı. Askercilik oynayacaklarmış. Sonra ahşap kiremitlerden tekne yapıp Çukur Nehri’nden aşağı saldılar ve iliklerine kadar ıslandılar. Sonra bir saat boyunca avluda atlayıp zıplayarak tuhaf sesler çıkardılar. Kurbağa taklidi yapıyorlarmış. Kurbağa! Küçük Jem bu kadar yorulmuşken ona bir şey olmayışına şaşmamak gerek. Bu şekilde bitkin düşmediğinde dünyanın en uslu çocuğudur Jem. Buna emin olabilirsiniz.”
Mary Maria teyze sinir bozucu bir şekilde cevap vermedi. Susan Baker’la yemek vakitlerinde asla konuşmayarak onun “aile ile oturmasına” izin verilmesine duyduğu rahatsızlığı ifade ederdi.
Anne ve Susan, Mary Maria teyze gelmeden önce bu sorunu çözmüşlerdi. “Yerini bilen” Susan, Ingleside’da misafir varken aileyle oturmaz ya da böyle bir beklenti içine girmezdi.
“Ama Mary Maria teyze misafir değil.” dedi Anne. “Aileden biri. Sen de öylesin Susan.”
Susan, nihayet pes etmişti. Bu arada Mary Maria Blythe’ın kendisinin sıradan bir çalışan olmadığını görecek olmasına içten içe memnun olmuştu. Susan, Mary Maria teyze ile hiç tanışmamıştı ancak Susan’ın yeğeni yani kız kardeşi Matilda’nın kızı Charlottetown’da onun için çalışmış ve bu yaşlı kadına dair bildiklerini anlatmıştı.
“Mary Maria teyzenin ziyaretinden, özellikle de bugünlerde keyif alırmış gibi yapma zahmetine hiç girmeyeceğim Susan.” dedi Anne samimiyetle. “Ama Gilbert’a birkaç haftalığına gelip gelemeyeceğini sormuş. Doktor’un bu konularda nasıl olduğunu biliyorsun.”
“Her türlü hakkıdır da.” dedi Susan sadakatle. “Kendi kanından canından insanların yanında durmayan bir adam olur mu hiç? Ama birkaç hafta meselesi biraz tuhaf geldi bana Bayan Blythe. Ben karamsar olmayı pek sevmem ama kız kardeşim Matilda’nın görümcesi birkaç haftalığına ziyarete gelip yirmi yıl kaldı.”
“Bunun için endişelenmemize gerek yok bence Susan.” dedi Anne gülümseyerek. “Mary Maria teyzenin Charlottetown’da çok güzel bir evi var. Ancak evinin biraz büyük ve yalnız olduğunu düşünüyor. Biliyorsun annesi iki yıl önce, seksen beş yaşında öldü ve Mary Maria teyze ona pek düşkündü. Annesini çok özlüyor. Bu ziyaretini mümkün olduğunca güzel kılmaya çalışalım, olur mu Susan?”
“Elimden geleni yaparım Bayan Blythe. Tabii masayı biraz daha genişletmemiz gerekir. Ama en nihayetinde bir masayı büyütmek küçültmekten daha iyidir.”
“Masamızda çiçek olmamalı Susan. Çünkü bildiğim kadarıyla çiçekler Mary Maria teyzenin astımını azdırıyorlar. Karabiber de hapşırmasına sebep olduğundan onu da koymamalıyız. Sık sık başı ağrıdığından fazla gürültü de yapmamamız gerekiyor.”
“Aman Tanrı’m! Ben sizin ve Doktor’un çok ses yaptığına hiç şahit olmadım. Eğer bağırmam gerekirse ben de ağaçların arasına kadar giderim. Ama zavallı çocuklarımızın Bayan Mary Maria Blythe’ın baş ağrıları yüzünden her daim sessiz kalmak zorunda olmaları… İleri gidiyorsam beni bağışlayın ama bu kadarı biraz fazla Bayan Blythe.”
“Sadece birkaç hafta için Susan.”
“Öyle diyelim öyle olsun. Böylesine inişli çıkışlı bir dünyada düz yol bulmak zorundayız Bayan Blythe.” Susan’ın konuyla ilgili söylediği son sözler bunlardı.
Sonrasında Mary Maria teyze eve geldi ve gelir gelmez yaptığı ilk iş bacaların yakın zamanda temizlenip temizlenmediğini sormak oldu. Yangından ölümüne korktuğu anlaşılıyordu. “Ben bu evdeki bacaların yeterince uzun olmadığını söylemişimdir hep. Umarım yatağımı güzelce havalandırmışsındır Annie. Nemli nevresimler korkunç oluyor.”
Ingleside’ın misafir odasını işgal etti ve Susan’ın odası dışındaki tüm odalara uğradı. Gelişini büyük bir sevinçle karşılayan olmamıştı. Ona bir kez bakan Jem, hemen mutfağa sıvışmış ve Susan’a, “O buradayken biz burada gülsek olur mu?” demişti. Onu gören Walter’ın gözleri dolmuştu ve azarlanarak itiş kakış odadan çıkarılmıştı. İkizlerse itilip kakılmalarına gerek olmadan kendilerince çıkıp gittiler. Susan’ın iddiasına göre Bücürük bile arka bahçeye kaçmış neredeyse öfke nöbetine kapılacak kadar sinirlenmişti. Sadece Susan’ın kucağına güvenle yerleşmiş bulunan Shirley kahverengi koca gözleriyle ona korkusuzca bakmış ve geri adım atmamıştı. Mary Maria teyze, Ingleside çocuklarının iyi terbiyeli çocuklar olmadıklarını düşündü. Tabii, “gazetelere yazan” bir anneyle kendi çocukları olduğu için mükemmel olduklarını düşünen bir baba ve asla haddini bilmeyen bir çalışan olan Susan Baker’la terbiyeli olmalarının beklenmeyeceği görüşündeydi. Ancak kendisi Ingleside’da olduğu sürece zavallı kuzeni John’un torunları için elinden geleni yapmaya kararlıydı.
“Yemek duasını çok kısa tuttun Gilbert.” dedi ilk yemeğe oturduğunda. “Burada olduğum müddetçe duayı benim etmemi ister misin? Ailene daha iyi örnek olur.”
Gilbert’ın, Mary Maria teyzeye yemek duasını bundan sonra onun edebileceğini söylemesi Susan’ı dehşete düşürmüştü. “Dua değil de ayin gibi.” diyerek kendi kendine sessizce söylenen Susan, yeğeninin bu yaşlı kadın hakkında söylediklerine katılmaktan kendini alamadı. “Sanki hep kötü bir şeyin kokusunu alıyor gibi görünür. Nahoş değil, bildiğin kötü bir koku alıyor gibi…” Gladys’in kendini ifade etme biçiminin ilginç olduğunu düşündü Susan. Ancak Bayan Mary Maria Blythe’a karşı Susan kadar ön yargılı olmayan biri, bu kadının görünüşünün elli beş yaşında bir kadına göre kötü olmadığını düşünürdü. “Aristokrat hatları” vardı. Şık, pürüzsüz lüleli gri saçlarıyla Susan’ın tiftik tiftik küçük gri topuzuna hakaret ediyor gibiydi sanki. Çok güzel giyiniyordu. Uzun siyah küpeleri vardı ve ince boynunu saran tül yakalar takıyordu.
“En azından onun giyiminden utanmamıza gerek olmayacak.” diye düşündü Susan. Mary Maria teyzenin, Susan’ın kendini bu şekilde teselli ettiğini öğrenmesi hâlinde kopacak kıyameti öngörmek zor değildi.

BÖLÜM 5
Anne kendi odası için zambak, Gilbert’ın kütüphanedeki masası içinse şakayık topluyordu. Süt beyazı şakayıkların ortalarındaki kan kırmızısı benekler âdeta Tanrı öpücüğü gibiydi. Olağan dışı sıcak bir Haziran günü sonrasında hava canlanmıştı ve limanın renginin gümüş mü yoksa altın mı olduğunu kestirmek mümkün değildi.
“Bu gece muhteşem bir gün batımı olacak Susan.” dedi mutfak penceresinden geçerken.
“Bulaşıklarımı yıkamadan gün batımına hayran kalamam Sevgili Bayan.” diyerek itirazını dile getirdi Susan.
“Ama o zamana kadar gitmiş olur Susan. Çukur’un üzerindeki beyaz buluta baksana. Üzeri gül pembesi. Göklere doğru uçup üzerine konmak istemez miydin yani?”
Susan elinde bulaşık beziyle vadinin üzerinden uçtuğunu hayal etti. Bu görüntü ona hiç cazip gelmemişti. Ancak Bayan Blythe’ı o an için hoş görmek gerekiyordu.
“Gül çalılarına musallat olan yeni ve acımasız bir böcek türü var.” diye devam etti Anne. “Yarın onları ilaçlamam lazım. Bu gece yapmak isterdim aslında. Bu gece bahçede çalışmaktan zevk alacağım türde bir gece. Bitkilerin büyüdüğü bir gece bu gece. Umarım cennette bahçeler vardır Susan. Yani içinde çalışabileceğimiz ve bir şeyler yetiştirebileceğimiz türde bahçeler…”
“Umarım böcekler yoktur.” diye itiraz etti Susan.
“Hayır… Bence yoktur. Ama her şeyi tamam olan bir bahçenin de hiç eğlencesi olmaz Susan. İnsanın bir bahçede kendi başına çalışması lazım bir anlamı olması için. Ben yaban otlarını yolmayı, kazmayı, bir şeyler ekip biçmeyi, planlamayı seviyorum. Bir de burada sevdiğim çiçeklerden cennette de olsun istiyorum. Kendi menekşelerimi cennetin ölümsüz çiçeklerine tercih ederim.”
“Peki, neden bu akşam ilaçlamıyorsunuz?” diye araya girdi Susan. Bayan Blythe’ın biraz çıldırmaya başladığını düşünüyordu.
“Çünkü Doktor Bey kendisiyle beraber gitmemi istiyor. Zavallı Bayan John Paxton’ı görmeye gidecek. Kadın ölüyor… Ona bir faydası yok Doktor’un. Elinden geleni yaptı. Ancak yine de zavallı kadın Doktor’un uğramasını istiyor.”
“Pekâlâ Bayan Blythe. Buralarda Doktor Blythe olmadan kimsenin doğmadığı ya da ölmediği bilinen bir şey. Bu akşam araba yolculuğu için güzel bir akşam. Ben de ikizlerle Shirley’i yatırdıktan sonra mutfak alışverişi için köye iner ve Bayan Aaron Ward’ı gübrelerim diye düşünüyordum. Olması gerektiği gibi çiçek açmadı. Mary Blythe Hanım yukarı çıktı ve her bir adımında iç çekip başının ağrıdığını söyledi. Yani en azından bu akşam birazcık huzur ve sessizlik olacak.”
“Jem’in zamanında yatağa girdiğinden emin ol olur mu Susan?” diyen Anne sözlerine şöyle devam etti. “Sandığından çok daha yorgun oluyor. Hiç yatağa girmek istemiyor. Walter da bu gece gelmeyecek. Leslie orada kalması için izin aldı.
Jem yan kapının merdiven basamaklarında oturuyordu. Dizinin üzerine koyduğu ayağı çıplaktı. Küçük çocuk bir şeylere surat asmakla meşguldü. En çok da Glen Kilisesi’nin kulesinin arkasındaki kocaman aya surat asıyordu. Jem dolunaydan hoşlanmazdı.
“Dikkat et de suratın öyle kalmasın.” dedi Mary Maria teyze çocuğun yanından geçip içeri girerken.
Bunun üzerine Jem suratını daha fazla astı. Yüzünün böyle kalacak olması umurunda bile değildi. Hatta böyle kalmasını istiyordu. “Defol git ve sürekli kuyruğumda dolaşma.” dedi kendisine sokulan Nan’e annesi ve babası arabayla uzaklaştıktan sonra.
“Mızmız!” dedi Nan. Ancak Jem’in yanından uzaklaşmadan önce arkasındaki merdiven basamağına onun için getirdiği kırmızı aslan şekerini bıraktı.
Jem ona aldırmadı. Hatta daha fazla sinirlendi. Kimse ona düzgün davranmıyor, herkes onunla uğraşıyordu. Nan daha o sabah, “Sen bizim gibi Ingleside’da dünyaya gelmedin.” demişti. Di, o gün öğlen tavşan çikolatasını yemişti. Hem de Jem’e ait olduğunu bildiği hâlde. Walter bile onu terk etmiş, Ken ve Persis Ford’la kumda kuyu kazmaya gitmişti. Ne kadar da eğlenceli! Kendisi Bertie ile birlikte dövme yapıldığını görmeyi ne kadar da istiyordu. Jem bir şeyi daha önce bu kadar çok istediği başka bir zamanı hatırlamıyordu. Bertie’nin bahsettiği Kaptan Bill’in şömine rafında duran tam armalı muhteşem gemi maketini görmeyi ne kadar da istiyordu. Bu çok üzücü bir durumdu.
Susan, akçaağaç aromalı krema ve cevizle kaplı koca bir dilim pasta getirdiğinde, “İstemem sağ ol.” demişti soğukça. Kendisine neden zencefilli çörek ve kremadan ayırmadığını merak ediyordu. “Muhtemelen diğerleri yemiş olmalı.” diye düşündü. “Domuzlar!” diye geçirdi içinden. Daha derin bir kedere gömüldü sonra. Çocuklar Liman Ağzı’na gitmek üzere çoktan yola koyulmuş olmalılardı. Bu düşünceye dayanamıyordu. Ailesinden bir şekilde intikam almalıydı. Di’nin içi talaşla doldurulmuş oyuncak zürafasını oturma odası halısında kesip açmayı düşündü. Bu Susan’ı çıldırtmaya yeterdi. Susan ve cevizleri… Susan, pasta kremasında ceviz sevmediğini çok iyi biliyordu. Belki de Susan’ın odasına girip takviminin üzerindeki melek tasvirine bıyık çizmeliydi. O şişko pembe, gülen melekten hep nefret ederdi çünkü Jem Blythe’ın sevgilisi olduğunu söyleyen Sissy Flag’e benziyordu. Sissy Flag! Ama Susan o meleğin çok tatlı olduğunu düşünüyordu.
Belki de Nan’in oyuncak bebeğinin kafasını koparmalıydı. Belki de Gog ya da Magog’dan birinin hatta her ikisinin de burnunu kırmalıydı. İşte o zaman annesi artık bir bebek olmadığını anlardı. Gelecek bahara kadar sabredecekti. Dört yaşından beri her baharda annesine mayıs çiçeği toplardı ama gelecek baharda toplamayacak, ona gününü gösterecekti.
Belki de olgunlaşmamış ağaçtaki küçük yeşil elmalardan bir sürü yiyip kendini hasta ederdi. O zaman korkarlardı. Belki de bir daha asla kulaklarının arkasını yıkamazdı. Belki de gelecek pazar kilisedeki herkese komik surat yapmalıydı. Belki de Mary Maria teyzenin yatağına tırtıl koymalıydı. Kocaman, benekli, kımıl kımıl bir tırtıl… Belki de limana kaçıp Kaptan David Reese’in gemisinde saklanarak ertesi sabah Güney Amerika’ya doğru yola çıkmalıydı. Acaba o zaman üzülürler miydi? Belki de bir daha dönmezdi. Belki de Brezilya’da jaguar avlardı. O zaman üzülürler miydi? Hayır, muhtemelen üzülmezlerdi. Kimse onu sevmiyordu. Pantolonunun cebinde büyük bir delik vardı ve kimse bu deliği dikmemişti. Ama umurunda değildi. Bu deliği Glen’deki herkese gösterip kendisiyle nasıl ilgilenilmediğini kanıtlayabilirdi. Bu düşünceleri gittikçe şiddetlenerek kendisini boğdu.
Tik tak… Tik tak… Tik tak… Salondaki büyükbaba saati böyle sesler çıkarıyordu. Büyükbaba Blythe öldükten sonra Ingleside’a getirilmişti. Zaman diye bir şeyin olduğu eskilerden kalma bir aletti. Jem bu saati genelde çok severdi ama o sırada nefret etmişti. Sanki, “Ha ha! Yatma zamanın geldi.” dercesine kendisiyle alay ediyordu. “Diğer çocuklar Liman Ağzı’na giderken sen yatağa gidiyorsun. Ha ha!.. Ha ha!.. Ha ha!..”
Neden her gece yatağa gitmek zorundaydı ki? Neden?
Glen’e gitmek üzere yola çıkan Susan, ufacık isyankâr silüete şefkatle bakarak,
“Ben geri dönünceye kadar yatağa girmene gerek yok Küçük Jem.” dedi hoşgörülü bir şekilde.
“Bu gece yatağa gitmiyorum!” dedi Jem öfkeyle. “Evden kaçacağım. Yapacağım şey bu olacak ihtiyar Susan Baker. Buradan gidip gölete atlayacağım. Anladın mı ihtiyar Susan Baker?”
Susan kendisine “ihtiyar” diye hitap edilmesinden hiç hoşlanmazdı. Bunu diyen küçük Jem olsa bile… Kasvetli bir sessizlikle ağır ağır uzaklaştı. Çocuğun biraz disipline ihtiyacı olduğunu düşündü. Susan’ı izleyen ve birazcık dostluğa ihtiyaç duyan Bücürük, Jem’in karşısında durup siyah arka ayakları üzerine oturdu. Ancak bu zahmetinin karşılığını öfkeli bakışlar ve sözlerle aldı. “Defol buradan! Arkaüstü oturmuş Mary Maria teyze gibi dik dik bakıyorsun. Pislik! Demek gitmeyeceksin ha! Al o zaman!”
Jem, Shirley’nin oyuncağını kediye fırlattı. Bücürük, acılı bir miyavlamayla oradan uzaklaşıp yaban gülü çalılarının arasına kaçtı. Jem kedinin bile kendisinden nefret ettiğini düşünüp sinirlendi. Yaşamaya devam etmenin anlamını sorguluyordu.
Aslan şekeri aldı. Nan, kuyruk kısmını ve arka ayaklarını yemiş olsa da hâlâ bir aslandı bu. Yese de olurdu. Yiyeceği son aslan olacaktı bu. Aslanı yemeyi bitirip parmaklarını yaladığında ne yapacağına çoktan karar vermişti. Hiçbir şey yapmasına izin verilmeyen bir delikanlının yapabileceği tek şeyi yapacaktı.

BÖLÜM 6
“Bu evin ışıkları neden yanıyor böyle?” diye haykırdı Anne.
Gilbert’la birlikte saat on bir civarında bahçe kapısına geldiklerinde.
“Herhâlde misafir geldi.”
Ancak görünürlerde misafir yoktu ve Anne aceleyle eve koştu. Görünürde başka kimse de yoktu. Mutfakta, oturma odasında, kütüphanede, yemek odasında, Susan’ın odasında, üst kat koridorda ışıklar yanıyordu ama ev sakinlerinden kimse yoktu.
“Sence ne…” diye söze başlayan Anne telefonun çalmasıyla beraber cümlesini tamamlayamadı. Telefona bakan Gilbert’tı. Bir an için dinledi. Sonra dehşetle haykırıp Anne’e şöyle bir bakmadan çıkıp gitti. Belli ki korkunç bir olay yaşanmıştı ve açıklamalarla vakit kaybetmenin bir faydası yoktu.
Anne bu duruma alışkındı. Ölümü ve yaşamı bekleyen bir adamın karısı olmanın gereğiydi bu. Sakince omuz silkip şapkasını ve ceketini çıkardı. Işıkları ve kapıları açık bırakıp dışarı çıkan Susan’a biraz kızmıştı.
“Ba… Bayan Blythe…” dedi Susan’a ait olması imkânsız bir ses. Ne var ki bu ses Susan’a aitti.
Anne Susan’a baktı. Susan’ın başında şapkası yoktu ve gri saçları saman parçalarıyla doluydu. Elbisesinin lekesi ve renginin solgun olması şaşırtıcı bir durumdu. Hele yüzü!
“Susan! Ne oldu Susan?”
“Küçük Jem kayboldu.”
“Ne demek kayboldu!” diyen Anne aptalca bakakaldı. “Ne demek istiyorsun? Kaybolmuş olamaz!”
“Kayboldu.” dedi Susan yutkunarak. Ellerini kavuşturmuştu. “Glen’e gittiğimde yan kapının merdivenlerindeydi. Hava kararmadan döndüm… Ama o burada değildi. İlk başta korkmadım. Ama sonra onu hiçbir yerde bulamadım. Evdeki tüm odaları aradım. Kaçacağını söylemişti.”
“Saçmalık! Böyle bir şey yapmaz o. Kendini boş yere tüketmişsin. Bir yerlerdedir illaki. Uyuyakalmıştır. Buralarda bir yerlerdedir.”
“Her yere baktım. Her yere… Etraftaki arazilere ve dış binalara baktım. Elbisemin hâline bakın. Samanlıkta uyumanın çok eğlenceli olacağını söylediğini hatırlayınca oraya çıktım ve köşedeki deliklerden birinden ahırdaki yemliğe düşüp yumurta yuvasına yuvarlandım. Şansıma bacağımı kırmadım. Tabii küçük Jem kayıpken şanstan bahsetmek ne kadar mümkünse.”
Anne hâlâ kabullenemiyordu.
“Peki, sence diğer çocuklarla birlikte Liman Ağzı’na gitmiş olabilir mi Susan? Daha önce hiç itaatsizlik etmedi ama…”
“Hayır gitmedi Bayan Blythe. Küçük kuzu itaatsizlik etmedi. Onu burada arayıp bulamayınca Drewlere koştum. Bertie Shakespeare eve daha yeni dönmüştü ve Jem’in kendileriyle beraber gitmediğini söyledi. Sanki içimden bir şeyler kopup gitti. Siz onu bana emanet ettiniz ve ben… Paxtonlara telefon ettim. Bana oradan ayrıldığınızı ve nereye gittiğinizi bilmediklerini söylediler.”
“Parkerlara uğramak için Lowbridge’e gittik.”
“Olacağınızı düşündüğüm her yere telefon ettikten sonra köye döndüm. Adamlar aramaya başladılar.”
“Bu gerçekten gerekli miydi Susan?”
“Her yere baktım Bayan Blythe… Bir çocuğun olabileceği her yere baktım. Bu akşam neler çektim bir bilseniz! Bir de bana gölete atlayacağını söyledi…”
Anne elinde olmadan ürperdi. Elbette Jem gölete atlamazdı. Saçmalıktı bu. Ancak Carter Flagg’in alabalık yakalamak için kullandığı küçük bir sandal vardı ve Jem akşamki öfkesiyle gölette kürek çekmeye çalışmış olabilirdi. Zaten hep kayıkla kürek çekmek isterdi. Kayığı çözmeye çalışırken bile gölete düşmüş olması mümkündü. Bir anda çok farklı türden bir dehşete kapıldı.
“Ve Gilbert’ın nereye gittiğine dair en ufak bir fikrim yok.” diye düşündü çılgınca.
“Bu gürültü patırtı da ne?” diye sordu aniden merdivenlerde beliren Mary Maria teyze. Saçlarında bigudi vardı ve ejderha işlemeli bir gecelik giyiyordu. “Bu evde sessiz sakin bir uyku uyumak mümkün değil mi?”
“Küçük Jem kayboldu.” dedi Susan bir kez daha. Mary Maria Blythe’ın tavrına aldırmayacak kadar büyük bir dehşete kapılmıştı.
Anne evi kendi başına aramaya koyuldu. Jem bir yerlerde olmalıydı! Odasında değildi. Yatağı bozulmamıştı. İkizlerin odasında ya da anne babasının odasında da değildi. Evin hiçbir yerinde yoktu. Anne kilerden mahzene bir koşu gittikten sonra panik hâlinde oturma odasına döndü.
“Seni endişelendirmek istemiyorum ama.” dedi Mary Maria teyze sesini ürkütücü bir şekilde alçaltarak. “Yağmur fıçısına baktın mı? Geçen sene Küçük Jack MacGregor yağmur fıçısına düşerek boğulmuştu.”
“Ben… Ben oraya baktım.” dedi Susan ellerini bir kez daha kavuşturarak. “Bir sopa alıp dürttüm…”
Anne’in, Mary Maria teyzenin sorduğu soru üzerine duran kalbi yeniden atmaya başladı. Susan kendini topladı ve ellerini kavuşturmayı bıraktı. Bayan Blythe’ın üzülmemesi gerektiğini geç hatırlamıştı.
“Sakinleşelim ve kendimizi toparlayalım.” dedi titreyen sesiyle. “Sizin de dediğiniz gibi buralarda bir yerdedir Bayan Blythe. Herhâlde buhar olup havaya karışacak hâli yok.”
“Kömür kovasına baktınız mı? Peki ya saate?” diye sordu Mary Maria teyze.
Susan kömür kovasına baksa da saatin içine bakmayı akıl edememişti. Saat, küçük bir çocuğun içine saklanabileceği genişlikteydi. Jem’in orada saatlerce çömelir vaziyette durması saçmalığını bir saniye bile düşünmeden saate koştu Anne. Ancak çocuk orada değildi.
“Bu gece yatağa girdiğimde bir şeylerin olacağını hissetmiştim.” dedi Mary Maria teyze iki eliyle şakaklarına bastırarak. “Geceleyin İncil’imi okurken, ‘Günün ne getireceğini bilmezsiniz.’ cümlesiyle karşılaştım. Bu cümle kâğıdın üzerinde çok belirgindi. Bu bir işaret. Kendini en kötüsüne hazırla Annie. Bataklığa gitmiş olabilir. Elimizde birkaç tazının olmaması çok kötü.”
Anne, korkunç bir çabayla gülmeyi başardı.
“Korkarım adada hiç tazı yok teyzeciğim. Eğer Gilbert’ın ihtiyar av köpeği hâlâ yaşasaydı Jem’i kısa sürede bulurdu. Kendimizi boş yere endişelendiriyoruz bence.”
“Carmody’deki Tommy Spencer kırk yıl önce gizemli bir şekilde kayboldu ve bir daha bulunamadı. Belki de bulunmuştur. İskeleti yani. Bu gülünecek şey değil Annie. Nasıl bu kadar sakin karşılıyorsun aklım almıyor.”
Telefon çaldı. Anne ve Susan birbirlerine baktılar.
“Ben… Ben telefona bakamam Susan.” dedi Anne fısıldayarak.
“Ben de bakamam.” dedi Susan donuk bir sesle. Mary Maria Blythe’ın karşısında bu şekilde zayıflık gösterdiği için kendini bir daha hiç affetmeyecek olsa da elinden bir şey gelmezdi. İki saatlik dehşet dolu arama ve korkunç düşünceler Susan’ı altüst etmişti.
Mary Maria teyze ağır adımlarla telefona doğru yürüyüp ahizeyi eline aldı. Saçına sardığı bigudilerle duvara yansıyan silüeti bu kadının ihtiyar şeytanın ta kendisinde benzediğini düşündürmüştü Susan’a.
“Carter Flagg her yeri aradıklarını ama ondan bir iz bulamadıklarını söylüyor.” dedi Mary Maria teyze sakince. “Ama kayığı göletin ortasındaymış ve görebildikleri kadarıyla içinde kimse yokmuş. Kayığı kıyıya çekeceklermiş.”
Susan, Anne’i tam zamanında yakaladı.
“Hayır… Hayır… Bayılmayacağım Susan.” dedi Anne. Dudakları bembeyaz olmuştu. “Sandalyeye oturmama yardım et lütfen. Teşekkürler. Gilbert’ı bulmamız lazım.”
“Eğer Jem boğulduysa bu lanet dünyadaki birçok beladan kurtulduğunu düşün Annie.” dedi Mary Maria teyze kendince teselli etmeye çalışarak.
“Feneri alıp bir kez daha etrafa bakacağım.” dedi Anne ayağa kalkmayı başarır başarmaz. “Evet, baktığını biliyorum Susan… Ama bana müsaade et. Müsaade et. Böyle hiçbir şey yapmadan durup bekleyemem.”
“O zaman üzerinize kazak alın Bayan Blythe. Bu gece hava çok nemli. Sizin kırmızı kazağınızı getireyim. Oğlanların odasındaki sandalyede asılı duruyor. Ben getirinceye kadar burada bekleyin.”
Susan aceleyle yukarı çıktı. Birkaç saniye sonra bir çığlık sesi yankılandı Ingleside’da. Anne ve Mary Maria teyze yukarı koştuklarında Susan’ın koridorda, neredeyse nöbet geçirircesine kahkaha atıp ağladığını gördüler.
“Bayan Blythe çocuk burada! Küçük Jem burada! Kapının arkasındaki pencere oturağında uyuyormuş. Kapı gizlediği için oraya bakmamıştım. Yatağında da göremeyince…”
Rahatlama ve neşenin getirdiği yoğun duygularla güçten düşen Anne, odaya girdi ve pencere oturağının yanında diz çöktü. Her ne kadar kısa süre sonra Susan’la beraber şapşallıklarına gülecek olsalar da o an için sadece sevinç gözyaşları vardı. Küçük Jem pencere kenarındaki oturakta sağ salim uyuyordu. Üzerinde bir battaniye vardı ve yıpranmış oyuncak ayısı güneş yanığı küçük ellerinin üzerindeydi. Onu bağışlamış gibi görünen Bücürük ise ayaklarının dibine kıvrılmıştı. Kızıl bukleleri yastığın üzerine düşüyordu. Tatlı bir rüya gördüğünü düşünen Anne onu uyandırmak istemese de küçük çocuk, yıldız gibi gözlerini açarak annesine baktı.
“Jem canım, neden yatağında değilsin? Bizi biraz korkuttun. Seni bulamadık. Buraya bakmak da aklımıza gelmedi.”
“Buraya uzanmak istedim çünkü eve geldiğinizde babamla beraber dış kapıdan içeri girişinizi görmek istedim. Çok yalnızlık çektiğim için de uyumak istedim.”
Annesi çocuğunu kucaklayıp yatağına taşıdı. Annesinin öpücüğü, battaniyesini örttükten sonra sevildiğini hissettirircesine okşayışı… Yılan dövmesinin yapıldığını görmek umurunda bile değildi. Annesi çok iyiydi. Tanıdığı en iyi anneydi hatta. Glen’deki herkes Bertie Shakespeare’in annesine “Bayan Pinti Cimrioğlu” derdi çünkü çok cimriydi. Ayrıca en ufak bir şeyde Bertie’ye tokat atıyordu.
“Anneciğim.” dedi uykulu uykulu. “Tabii ki gelecek bahar sana mayıs çiçeği getireceğim. Her bahar getireceğim. Bana güvenebilirsin.”
“Tabii ki güvenirim canım.” dedi annesi.
“Neyse velvele sona erdiğine göre sanırım rahat bir nefes alıp yataklarımıza dönebiliriz.” dedi Mary Maria teyze. Ancak ses tonunda hırçın da olsa bir rahatlama vardı.
“Pencere kenarını hatırlamamak benim şapşallığım.” dedi Anne. “Bak şu başımıza gelenlere. Doktor bize bunu unutturmaz, orası kesin. Susan, lütfen Bay Flagg’e telefon et ve Jem’i bulduğumuzu söyle.”
“Bana da sağlam gülecektir.” dedi Susan mutlu bir şekilde. “Ama umurumda değil. Küçük Jem güvende olduktan sonra bana istediği kadar gülebilir.”
“Bir fincan çay olsa iyi olurdu.” dedi Mary Maria teyze iç çekerek. Ejderha işlemeli geceliğini zayıf bedenine iyice sarıyordu.
“Ben şimdi hemen yaparım.” dedi Susan çabucak. “Bir bardak çay hepimize iyi gelir. Sevgili Bayan Blythe, Carter Flagg, Küçük Jem’in güvende olduğunu öğrendikten sonra ‘Tanrı’ya şükür.’ dedi. Bir daha o adam aleyhine tek bir kelime etmeyeceğim. Dükkânındaki fiyatlar ne kadar pahalı olursa olsun. Sizce yarın akşam yemeğinde tavuk mu yesek Bayan Blythe? Kutlama gibi bir şey olsun diye. Küçük Jem’e de kahvaltıda en sevdiği çöreklerden yapacağım.”
Telefon bir kez daha çaldı. Bu kez arayan Gilbert’tı. Liman taraflarında feci yanmış bir bebeği şehirdeki hastaneye götürdüğünü söylemek için aramıştı ve sabaha kadar beklememelerini söylüyordu.
Anne, yatağa girmeden önce pencereden eğilerek teşekkür edercesine baktı dünyaya. Denizden serin bir rüzgâr esiyordu. Ay ışığı Çukur’daki ağaçların arasından süzülüyordu. Bir saat kadar önce yaşadıkları telaş Mary Maria teyzenin verdiği saçma tavsiyeler ve korkutucu anları hatırlayan Anne kahkaha attı. Tabii bu kahkahanın arkasında hafif bir ürperti de yok değildi. Çocuğu güvendeydi. Gilbert başka bir yerlerde başka bir çocuğun hayatını kurtarmak için mücadele ediyordu.
Tanrı’m, ona ve annesine yardım et. Dünyadaki tüm annelere yardım et. Bizden yol göstermemizi, sevgimizi ve anlayışımızı bekleyen bu minicik hassas kalpler için bizim çok fazla yardıma ihtiyacımız var.
Gece samimi bir dost misali kucakladı Ingleside’ı. Herkes, telaşından neredeyse kendini kaybeden Susan da dâhil olmak üzere tatlı ve huzurlu bir uykuya daldı.

BÖLÜM 7
“Yanında yeterince insan olacak. Yalnızlık çekmez. Dört çocuğumuz var. Üstelik Montreal’den gelecek olan yeğenlerim de bizi ziyaret edecekler.”
İri, etine dolgun, neşeli Bayan Parker, Walter’a kocaman gülümseyince küçük çocuk, ilgisiz bir tebessümle karşılık vermekle yetindi. Gülümsemelerine ve neşesine rağmen Bayan Parker’dan çok da hoşlandığı söylenemezdi. Bu kadında bir aşırılık vardı. Ama Doktor Parker’ı severdi. “Dört çocuklarını” ve Montreal’den gelecek olan yeğenlerini, Walter daha önce hiç görmemişti. Parkerların yaşadığı Lowbridge, Glen’den yaklaşık on kilometre uzaktaydı. Walter onların evine hiç gitmemiş olsa da Doktor ve Bayan Parker onları sık sık ziyaret ederdi. Doktor Parker’la babası iyi arkadaşlardı. Ancak Walter, annesinin Bayan Parker’la olan dostluğu konusunda çok da olumlu fikirlere sahip değildi. Henüz altı yaşında olduğu hâlde çocuğunun diğer çocukların fark edemediği şeyleri görebildiğini anlamıştı Anne.
Walter, Lowbridge’e gitmeyi isteyip istemediğinden pek de emin değildi. Bazı ziyaretler muhteşem oluyordu. Örneğin Avonlea’ye gitmek eğlenceliydi. Kenneth Ford’la eski Hayaller Evi’nde bir gece geçirmek ise çok daha eğlenceliydi. Gerçi orayı ziyaret etmiş gibi olmuyordu. Çünkü Hayaller Evi, Ingleside çocukları için ikinci bir ev gibiydi. İki haftalığına Lowbridge’e, yabancıların arasına gitmekse çok farklı bir şeydi. Ama bu konuda karar alınmıştı. Walter, annesinin ve babasının bu durumdan memnun olduğunu hissetmişti. Ancak bu memnuniyetin sebebi hakkında hiçbir fikri yoktu. Tüm çocuklarını başlarından atmak istiyor olabileceklerini düşündü Walter. Bu düşünce küçük çocuğu hem üzüyor hem de tedirgin ediyordu. Jem iki gün önce Avonlea’ye götürülmüştü. Susan’ın gizemli bir şekilde, “Vakit geldiğinde ikizleri Bayan Marshall Elliot’a yollamalı.” dediğini duymuştu. Peki hangi vakitti bu? Mary Maria teyzeyi karamsarlığa sürükleyen bir şey vardı ve sık sık “Umarım sağ salim atlatırsın.” dediğini duyuyordu. Sağ salim atlatılmasını istediği şey neydi? Walter’ın hiçbir fikri yoktu. Ancak Ingleside’da tuhaf bir şeyler dönüyordu.
“Onu yarın götürürüm.” dedi Gilbert.
“Küçükler bunu heyecanla bekleyecekler.” dedi Bayan Parker.
“Çok naziksiniz.” dedi Anne.
“En iyisi bu kesinlikle.” diyen Susan, Bücürük’ü mutfağa kovaladı.
“Bayan Parker’ın Walter’ı başınızdan alması çok iyi oldu.” dedi Mary Maria teyze, Parkerlar gidince. “Bayan Parker bana Walter’dan çok hoşlandığını söyledi. İnsanlar bazen tuhaf şeylerden hoşlanıyorlar, öyle değil mi? Artık en azından iki haftalığına da olsa ayağım ölü bir balığa takılmadan banyoya gidebileceğim.”
“Ölü balık mı teyzeciğim! Siz ne demek…”
“Aynen öyle demek istiyorum Annie. Ne diyorsam onu söylerim her zaman. Ölü bir balık! Sen daha önce hiç ölü bir balığın üzerine yalın ayak bastın mı?”
“Hayır… Ama…”
“Walter dün gece bir alabalık yakaladı ve hayatta kalmasını sağlamak için küvete koydu Bayan Blythe.” dedi Susan kaygısızca. “Eğer orada kalmış olsaydı sorun olmazdı. Ama nasıl olduysa küvetten zıplayıp gece ölmüş. E yalın ayak dolaşan biri de hâliyle…”
“Hiç kimseyle kavga etmemek gibi bir prensibim var.” diyen Mary Maria teyze yerinden kalkıp odadan çıktı.
“Onun beni öfkelendirmesine izin vermeyeceğim Bayan Blythe.” dedi Susan.
“Benim de biraz sinirlerimi bozuyor. Ama tabii bu iş bittiğinde çok da umurumda olmayacak. Ayrıca ölü bir balığa basmak iğrenç bir şey olmalı.”
“Ölü bir balık canlı bir balıktan daha iyi değil mi Anne’ciğim? Ölü balık kımıl kımıl etmez.” dedi Di.
Ingleside’ın hanımı ve hizmetçisi kıkırdadılar.
Sonra Anne o gece, Walter’ın Lowbridge’de mutlu olmayacağından endişelendiğini söyledi Gilbert’a.
“Çok hassas. Hayal gücü de çok kuvvetli.” dedi kederli bir şekilde.
“Hem de çok fazla.” dedi Gilbert. “Ben o çocuğun karanlıkta tek başına yukarı çıkmaktan korktuğunu düşünüyorum Anne. Parker çocuklarıyla birkaç gün geçirmek ona çok iyi gelecektir. Eve bambaşka bir çocuk olarak dönecektir.”
Anne başka bir şey söylemedi. Gilbert’ın haklı olduğuna şüphe yoktu. Walter, Jem olmadığında yalnızlık çekecekti muhtemelen. Ancak Shirley doğduktan sonra olanlar düşünülecek olursa Susan’ın evi çekip çevirmek ve Mary Maria teyzeye dayanmak dışında ne kadar az görevi olursa o kadar iyi olurdu. Mary Maria teyzenin iki haftalık ziyareti çoktan dört haftaya uzamıştı.
Ertesi gün evden ayrılacak olma düşüncesinin kasvetinden kurtulmak için kendini hayallerine kaptıran Walter, yatağında uyanık hâlde uzanıyordu. Çok canlı bir hayal gücü vardı ve bu hayalleri onun için bir kaçıştı. Tıpkı duvardaki resmi tasvir edilen at gibi, hayal gücüne atlayıp zamanda ve mekânda dörtnala koşturuyordu. Gece inmeye başlamıştı. Gece, güney tepesinde, Bay Andrew Taylor’ın korusunda yaşayan uzun boylu, esmer, yarasa kanatlı bir melekti. Walter bazen onu sevinçle karşılardı. Bazen de zihninde fazlasıyla canlı bir şekilde hayal ettiği bu şeyden korkardı. Walter, kendi küçük dünyasındaki her şeye sahne karakterleri misali hayat verirdi. Rüzgâr geceleri ona hikâyeler anlatırdı. Ayaz, bahçedeki çiçekleri ısırarak koparırdı. Çiğ sessizce inerdi. Eğer ötelerdeki mor tepeye çıkabilirse Ay’ı yakalayabileceğinden emindi. Koca Deniz hep değişir ve hiç değişmezdi. Bütün bunların hepsi Walter için kişilik sahibi varlıklardı. Ingleside, Çukur, akçaağaç korusu, bataklık, liman kıyısı ve daha birçok yer; elfler, denizkızları, orman perileri ve gulyabanilerle doluydu. Şömine rafındaki siyah Paris kedisi biblosu masalsı bir cadıydı. Geceleri canlanıp evin içinde dolaşır ve dev gibi büyürdü. Walter, başını battaniyesinin altına saklayıp ürperdi. Kurduğu hayallerden korkardı hep.
Kendisinin çok “endişeli ve gergin” olduğunu söyleyen Mary Maria teyze belki de haklıydı. Gerçi Susan bunu söylediği için onu asla affetmeyecekti ama… Yukarı Glen’deki Kitty MacGregor teyze, “üçüncü gözü” olduğunu söylerken haklıydı belki. Walter’ın uzun kirpikli, duman grisi gözlerine derince baktıktan sonra onun “genç bir bedene sıkışmış yaşlı bir ruh” olduğunu söylemişti. Belki de yaşlı ruh, genç beynin her zaman anlayamadığı şeyler hakkında çok fazla bilgi sahibiydi.
Walter’a o sabah, babasının onu ertesi sabah Lowbridge’e götüreceği söylenmişti. Walter bir şey söylemedi. Ancak akşam yemeğinde boğazına bir ağırlık çöktü ve gözyaşlarıyla buğulanan gözlerini saklamak için başını öne eğdi. Yine de yeterince çabuk davranamamıştı.
“Ağlamayacaksın değil mi Walter?” demişti Mary Maria teyze. Sanki altı yaşında bir çocuğun ağlaması sonsuza kadar ayıplanacak bir şeymiş gibi. “Nefret ettiğim bir şey varsa o da ağlak bebelerdir. Ayrıca etini de yemedin.”
“Hepsi yağ.” dedi Walter cesurca göz kırparak. Yine de kafasını kaldırmaya cesaret edemiyordu. “Ben de yağ sevmem.”
“Ben çocukken…” dedi Mary Maria teyze. “Bir şeyleri sevip sevmememe izin verilmezdi. Neyse, Bayan Parker herhâlde sendeki bazı durumları düzeltir. Galiba Winter ailesindendi. Ama Clark da olabilir… Yok yok, muhtemelen Campbelllardandı. Ama Winterların ve Campbellların kumaşı aynıdır ve saçmalığa tahammülleri yoktur.”
“Lütfen Walter’ı Lowbridge ziyaretiyle ilgili korkutmayın Mary Maria teyze.” dedi Anne. Gözlerinin derinlerinde ufak bir kıvılcım belirmişti.
“Kusura bakma Annie.” dedi Mary Maria teyze alçak gönüllülük ederek. “Senin çocuklarına bir şey öğretmeye hakkım olmadığını hatırlamam gerekirdi.”
“Lanet olası kadın.” diye mırıldandı Susan tatlıyı getirmek için mutfağa gittiğinde. Tatlı olarak Walter’ın en sevdiği puding vardı.
Anne kendini çok suçlu hissetti. Gilbert, zavallı, yalnız ve yaşlı bir kadına karşı daha sabırlı olması gerektiğini ima edercesine hafif sitemkâr bir bakış attı.
Gilbert biraz keyifsizdi. Herkesin bildiği üzere o yaz aşırı yoğun çalışmıştı. Mary Maria teyzenin beklediğinden daha zor bir insan olduğunu fark etmişti belki de. Anne, bir aksilik çıkmazsa sonbaharda Nova Scotia’ya bir aylığına avlanmaya gitmesi için Gilbert’ı zorla da olsa yollamayı kafasına koymuştu.
“Çayınız nasıl?” diye sordu Mary Maria teyzeye gönül almak istercesine.
Mary Maria teyze dudaklarını büktü.
“Çok açık. Ama önemli değil. Zavallı ihtiyar bir kadının çayını beğenip beğenmediği kimin umurunda? Gerçi bazı insanlar benim arkadaşlığımdan keyif alıyorlar ama…”
Mary Maria teyzenin bu iki cümlesi arasındaki bağı çözme zahmetine en azından o an için girmek istemiyordu Anne. Rengi solmuştu.
“Yukarı çıkıp uyuyacağım.” dedi zayıf bir sesle. Masadan kalktı. “Bir de Gilbert, Lowbridge’de çok kalmasan iyi olacak. Bayan Carson’ı da arasan fena olmaz.”
Sıradan ve aceleci bir şekilde öptü Walter’ı. Sanki onu hiç umursamıyor gibiydi. Walter ağlamayacaktı. Mary Maria teyze onu alnından öpmüştü. Walter alnına nemli bir öpücük kondurulmasından nefret ederdi. Mary Maria teyze bir de şöyle dedi:
“Lowbridge’de yemek adabına dikkat et Walter. Aşırı açgözlü olma. Yoksa Kocaman Siyah bir adam yaramaz çocukları doldurduğu kocaman siyah torbasına atar seni.”
Gilbert bu duyduğundan hiç hoşlanmadı. Anne’le birlikte çocuklarını bu şekilde korkutmama kararı almışlardı ve başka birinin de bunu yapmasına izin vermeyeceklerdi. Mary Maria teyze kafasına içi dolu bir çorba kâsesi fırlatılmasını ucuz atlattığını asla bilemedi.

BÖLÜM 8
Walter, babasıyla yolculuk yapmayı genelde severdi. Çünkü güzelliği severdi ve Glen St. Mary yolları çok güzeldi. Lowbridge’e giden yol, cıvıl cıvıl düğün çiçekleriyle süslüydü ve yemyeşil eğrelti otları davetkâr korunun etrafına dağılmışlardı. Ancak o gün babası konuşmak istemiyor gibiydi ve Gri Tom’u, Walter’ın daha önce hiç görmediği bir şekilde sürüyordu. Lowbridge’e vardıklarında Bayan Parker’a çabucak bir şeyler söyledikten sonra Walter’a veda etmeden ayrıldı. Küçük çocuk bir kez daha ağlamamak için kendini tuttu. Kimsenin kendisini sevmediği çok açıktı. Annesi ve babası onu eskiden severlerdi. Ancak artık sevmiyorlardı.
Lowbridge’deki büyük ve düzensiz Parker hanesi, Walter’a çok da dost canlısı gibi görünmedi. Ancak o sırada muhtemelen hiçbir evi sevemezdi. Bayan Parker onu arka bahçeye götürdü. Çocukların neşeli çığlıklarının yankılandığı bir yerdi burası ve Walter bu seslerin kime ait olduğunu görmüş oldu. Bayan Parker kısa süre sonra dikişine döndü ve çocukları tanışmaları için kendi hâllerine bıraktı. Bu şekilde bırakılan her on çocuktan dokuzu sorun yaşamazdı muhtemelen. Ancak Walter Blythe, işte o onuncu çocuktu. Bayan Parker onu sevmişti. Kendi çocukları da dünya tatlısı ufaklıklardı. Fred ve Opal, Montreal havalarında takılsalar da Bayan Parker yeğenlerinin kimseye kaba davranmayacağından emindi. Her şey yolunda gidecekti. Zavallı “Anne Blythe’a” yardım etmekten çok memnundu. Bu yardım, çocuklarından birini başından almak basitliğinde bir şey olsa da. Bayan Parker her şeyin yolunda gideceğini ümit ediyordu. Arkadaşları Anne için, Anne’in kendisi için endişelenmediği kadar endişeleniyorlar, birbirlerine Shirley’nin doğumunu hatırlatıyorlardı.
Arka bahçeye birden ani bir sessizlik çöktü. Burası kocaman bir elma bahçesine çıkıyordu. Walter, Parker çocukları ve onların Montreal’den gelen kuzenlerine utanarak ve ciddiyetle bakıyordu. Bill Parker on yaşındaydı. Al yanaklı, yuvarlak yüzlü bir çocuktu ve annesine çekmişti. Bill, Walter’a çok büyük görünüyordu. Dokuz yaşındaki Andy Parker, Lowbridge çocukları arasında “arsız Parker” olarak nam salmıştı ve ona takılan “Domuz” lakabı yersiz değildi. Walter görür görmez hoşlanmadı ondan. Kısa kesilmiş açık renkli saçları, çilli ve muzip bir yüzü, pörtlek mavi gözleri vardı. Fred Johnson, kendisiyle aynı yaşta olsa da Walter ondan da hoşlanmamıştı. Hâlbuki açık kahverengi bukleleri olan güzel bir çocuktu. Fred’in dokuz yaşındaki kız kardeşi Opal’in de bukleleri ve siyah gözleri vardı. Keskin siyah gözler… Opal, sekiz yaşındaki sarışın kuzeni Cora Parker’a dolamıştı bir kolunu ve iki kız Walter’a küçümseyen gözlerle bakıyorlardı. Eğer Alice Parker orada olmasaydı Walter’ın gerisin geriye kaçması son derece olasıydı.
Alice yedi yaşındaydı. Dünya tatlısı kıvırcık sarı saçları vardı. Gözleri, Çukur’daki menekşeler kadar mavi ve yumuşacıktı. Alice’in pembe, gamzeli yanakları vardı. Fırfırlı, sarı, minik elbisesiyle dans eden bir düğün çiçeğini andırıyordu. Alice, Walter’ı hayatı boyunca tanıyormuş gibi gülümsedi. Alice onun arkadaşıydı.
Konuşmayı Fred başlattı.
“Merhaba evlat.” dedi küçümsercesine.
Bu küçümsemeyi derhâl fark eden Walter daha fazla içine kapandı.
“Benim adım Walter.” dedi tane tane.
Fred hayrete kapılmış gibi yaparak diğerlerine döndü. Bu köylü çocuğuna gününü göstermeye kararlıydı!
“Adı Walter’mış.” dedi Bill’e ağzını alaycı bir şekilde bükerek.
“Adı Walter’mış.” dedi Bill, Opal’a.
“Adı Walter’mış.” dedi Opal zevkten dört köşe Andy’ye.
“Adı Walter’mış.” dedi Andy, Cora’ya.
“Adı Walter’mış.” diye kıkırdadı Cora, Alice’e.
Alice bir şey demedi. Walter’a hayranlıkla baktı ve diğer çocuklar hep bir ağızdan “Adı Walter’mış.” deyip çığlık çığlığa alaycı kahkahalar atarken Walter’ın yaşadığı huzursuzluğa dayanmasını sağladı.
“Ufaklıklar ne kadar da eğleniyorlar öyle!” diye düşündü Bayan Parker hâlinden memnun bir şekilde.
“Annem senin perilere inandığını söyledi.” dedi Andy küstahça yan yan bakarak.
Walter da ona benzer bir bakışla baktı. Alice’in karşısında ezilmek kabul edebileceği bir şey değildi.
“Periler var.” dedi cesurca.
“Yok.” dedi Andy.
“Var.” dedi Walter.
“Perilerin var olduğunu söylüyor.” dedi Andy, Fred’e.
“Perilerin var olduğunu söylüyor.” dedi Fred, Bill’e ve bu şekilde bir kez daha devam ettiler.
Daha önce kimsenin alaylarına maruz kalmamış Walter, âdeta bir işkence çekiyordu ve dayanamıyordu. Ağlamamak için dudaklarını ısırdı. Alice’in karşısında ağlamamalıydı.
“Şöyle temizinden bir dayağa ne dersin?” dedi Andy. Walter’ın narin olduğunu düşünüyordu ve onunla uğraşmak keyifli olacaktı.
“Sus domuz!” dedi Alice korkunç bir şekilde. Her ne kadar sessiz, tatlı ve nazik olsa da çok korkunç bir şekilde seslenmişti ağabeyine. Ses tonunda Andy’nin bile karşı gelemeyeceği bir detay vardı.
“Tabii öyle demek istemedim.” diye mırıldandı utanarak.
Rüzgâr bir anda Walter’ın lehine esmeye başlamıştı. Bahçede dostça denilebilecek bir şekilde ebelemece oynadılar. Ancak yemek için bir kez daha toplaştıklarında evine duyduğu özlem bir kez daha Walter’ı üzdü. Bir an için kendini tutamayarak hepsinin önünde ağlayacak gibi oldu. Ancak yemeğe oturduklarında Alice’in onu dostça dürtmesi biraz olsun toparlanmasını sağladı. Ama hiçbir şey yiyemedi. Çocuk yetiştirme konusunda tartışmalı yöntemleri olan Bayan Parker, bu durum karşısında endişelenmedi ve Walter’ın iştahının kahvaltıda yerine geleceği varsayımında bulundu. Diğerleriyse yemek yemek ve konuşmakla meşgul olduklarından Walter’ı fark etmediler bile.
Walter, bu aile üyelerinin birbirleriyle bağırarak iletişim kurmalarının sebebini merak etti. Hassas ve sağır, yaşlı büyükannelerinin yakın zamanda öldüğünden ve ailenin yüksek sesle konuşma alışkanlığı henüz terk etmediğinden habersizdi. Gürültü başının ağrımasına sebep oldu. Muhtemelen kendi evinde de yemek yiyor olduklarını düşündü. Annesi masanın başında gülümsüyor, babası ikizlerle şakalaşıyor, Susan, Shirley’nin süt kabına krema döküyordu muhtemelen. Nan, Bücürük’e gizli gizli yiyecek veriyor olmalıydı. Ev sakinlerinden olan Mary Maria teyzenin dahi yumuşak, sevilesi bir havası var gibi geldi o sırada. Acaba yemek için zili kim çalacaktı? Bu hafta onun sırasıydı ve Jem evde değildi. Keşke ağlayabileceği gizli bir yer bulabilseydi! Ama Lowbridge’de rahat rahat ağlayabileceği bir yer yok gibiydi. Bir de Alice vardı tabii. Walter, buz gibi bir bardak su içtiğinde ağlama hissinin biraz yatıştığını fark etti.
“Kedimiz öfke nöbetlerine kapılıyor.” dedi Andy kediyi aniden masanın altına doğru tekmeleyerek.
“Bizimki de.” dedi Walter. Bücürük sadece iki kez öfke nöbetine kapılmıştı hâlbuki. Fakat Lowbridge kedisinin, Ingleside kedisinden üstün olması iddiasını kabul edemezdi.
“Eminim bizim kedimiz sizinkinden daha delidir.” diyerek Walter’ı iğneledi Andy.
“Eminim değildir.” diye cevap verdi Walter.
“Hadi hadi. Bırakın kedilerinizle ilgili tartışmayı.” dedi Bayan Parker. Çalıştığı enstitü için “Yanlış Anlaşılan Çocuklar” isimli bir yazı yazabilmek için sessizliğe ihtiyacı vardı. “Dışarı çıkın ve oynayın. Uyku vaktine az kaldı.”
Uyku vakti! Walter bütün gece, birçok gece, tam iki hafta boyunca orada kalmak zorunda olduğunu hatırladı. Bahçeye çıkıp yumruklarını sıktı. Billy ve Andy’nin çimlerin üzerinde boğuştuğunu gördü.
“Bana kurtlu elmayı verdin Bill Parker!” diye kükredi Andy. “Bana kurtlu elma vermek ne demekmiş gösteririm ben sana! Senin kulaklarını ısırıp koparacağım.”
Bu türden kavgalar Parkerların her gün yaşadığı bir şeydi. Bayan Parker çocukların kavga etmelerinin zararlı olmadığı kanaatindeydi. Bu şekilde içlerindeki şeytanlıkları attıklarını ve sonrasında iyi arkadaşlar olduklarını söylüyordu. Ancak daha önce kimsenin bu şekilde kavga ettiğine şahit olmayan Walter’ın ağzı açık kalmıştı.
Fred onlara tezahürat yaparken Opal ve Cora kahkahalar atıyordu. Ancak Alice’in gözleri yaşlıydı. Walter buna dayanamamıştı. Nefes almak için kavgaya kısa bir süreliğine ara veren iki kardeşin arasına girdi.
“Kavgayı kesin.” dedi Walter. “Alice’i korkutuyorsunuz.”
Bill ve Andy bu bebeğin kavgalarına karışmasının komik tarafını fark edinceye dek hayretle bakakaldılar. Sonra ikisi de kahkahalarla gülmeye başladı ve Bill, çocuğun sırtına bir şaplak attı.
“Pek de cesurmuş çocuklar.” dedi. “Eğer büyürse esaslı çocuk olacak. Onun için bir elma var burada. Hem de kurtsuz!”
Alice yumuşacık, pespembe yanaklarındaki gözyaşlarını sildi ve Walter’a hayranlıkla baktı. Ancak bu bakış, Fred’in keyfini kaçırdı. Tabii ki Alice sadece bir bebekti ama bebekler bile Montrealli Fred Johnson etraftayken diğer çocuklara böyle hayranlıkla bakmamalıydı. Bu işi halletmesi gerekiyordu. Fred az önce evdeydi ve telefonda konuşan Jen teyzenin Dick amcaya söylediklerini duymuştu.
“Annen feci hasta.” dedi Walter’a.
“Hayır… Hasta değil!” diye bağırdı Walter.
“Feci hasta. Jen teyzeyi Dick amca’ya söylerken duydum…” Fred, teyzesinin, “Anne Blythe hasta.” dediğini duymuştu ve “feci hasta” demek çok eğlenceliydi. “Sen eve gittiğinde çoktan ölmüş olur.”
Walter acı dolu gözlerle baktı etrafına. Alice bir kez daha Walter’ın yanında durdu. Diğerleri de Fred’in söylediklerini tekrar ettiler. Esmer ve yakışıklı bu çocukta tuhaf bir şeyler vardı ve onunla alay etmek istiyorlardı.
“Eğer hastaysa babam onu iyileştirir.” dedi Walter.
İyileştirirdi, iyileştirmek zorundaydı!
“Korkarım bu imkânsız.” dedi Fred üzülür gibi görünüp Andy’ye göz kırparak.
“Babam için hiçbir şey imkânsız değil.” diye ısrar etti Walter sadakatle.
“Hiç de bile. Russ Carter, bir günlüğüne Charlottetown’a gitmişti ve eve döndüğünde annesi nalları dikmişti.” dedi Bill.
“Üstelik gömmüşlerdi bile.” dedi Andy. Doğru olsun olmasın acıklı bir detay eklemek istemişti. “Russ annesinin cenazesini kaçırdığı için çok sinirlenmişti. Cenazeler çok eğlenceli oluyor.”
“Maalesef daha önce hiç cenazeye katılmadım.” dedi Opal üzülerek.
“Merak etme. Önünde bir sürü fırsatın olacak.” dedi Andy. “Ama görüyorsun ki babam bile Bayan Carter’ı iyileştiremedi ki kendisi senin babandan çok daha iyi bir doktor.”
“Hayır, değil…”
“Evet, öyle. Ayrıca çok daha yakışıklı…”
“Hayır, değil…”
“Evden ayrıldığında hep bir şeyler oluyor.” dedi Opal. “Eve gittiğinde Ingleside’ın yanıp kül olduğunu görsen ne hissederdin?”
“Eğer bir anne ölürse muhtemelen bütün çocukları ayırırlar.” dedi Cora neşeyle. “O zaman sen de gelir burada yaşarsın belki de.”
“Evet… Gel.” dedi Alice tatlı bir şekilde.
“Babaları onları bir arada tutmak ister bence.” dedi Bill. “Sonra tekrar evlenir. Ama belki babası da ölür. Geçen babamın Doktor Blythe’ın ölümüne çalıştığını söyledi. Nasıl da bakıyor öyle… Sende kız gözü var evlat. Gözlerin kız gözü gibi. Kız gözü…”
“Kes sesini.” dedi Opal. Bu eğlenceden aniden sıkılmıştı. “Onu kandırdığınız falan yok. Alay ettiğinizi biliyor. Hadi parka gidip beyzbol seyredelim. Walter ve Alice burada kalabilirler. Çocuklar her yerde peşimize takılsın istemeyiz herhâlde.”
Gittiklerini görmek Walter’ı üzmemişti. Alice’in de durumdan bir şikâyeti yok gibi görünüyordu. Bir kütüğün üzerine oturup birbirlerine utangaç ve keyifli bakışlarla baktılar.
“Sana beştaş oynamayı öğreteceğim.” dedi Alice. “Bir de oyuncak kangurumu vereceğim.”
Uyku vakti geldiğinde Walter, koridordan bozma küçük odada yatarken buldu kendini. Bayan Parker, düşünceli davranarak bir mum ve kalın bir battaniye bırakmıştı çünkü Kanada’nın Maritime illerinde temmuz geceleri bazen çok soğuk olabiliyordu. O gece de öyle bir geceydi. Neredeyse ayaz vardı.
Ancak Walter, Alice’in oyuncak kangurusuna sarıldığı hâlde uyuyamadı. Kendi evinde, büyük penceresi Glen’e, üzerinde minicik bir çatı olan küçük penceresi sarıçama bakan kendi odasında olmayı ne kadar da isterdi! Annesi içeri girip tatlı sesiyle ona şiir okurdu…
“Ben kocaman bir çocuğum… Ağlamayacağım… Ağlamayacağım…” Kendini ne kadar tutsa da gözyaşlarına engel olamadı. Oyuncak kangurunun ne faydası vardı ki? Sanki evden ayrılalı yıllar olmuştu.
O sırada diğer çocuklar parktan geldiler ve neşeyle odaya girip yatağın üzerinde elma yemeye başladılar.
“Ağlamışsın bebek.” diye alay etti Andy. “Sen küçücük tatlı bir kızsın. Anasının kuzusu!”
“Bir ısırık al çocuk.” dedi Bill yarısı yenmiş elmayı uzatarak. “Biraz da neşelen. Annen iyileşirse hiç şaşırmam. Sağlam bünyesi varsa iyileşir. Babam dedi ki eğer Bayan Flagg’in sağlam bünyesi olmasaymış yıllar önce çoktan ölürmüş. Senin annenin bünyesi var mı?”
“Tabii ki var.” dedi Walter. Her ne kadar “bünye” denilen şeyin ne olduğu konusunda hiçbir fikri olmasa da Bayan Flagg’de olan bir şeyin annesinde de olacağını düşündü.
“Bayan Ab Sawyer geçen hafta öldü. Sam Clark’ın annesiyse ondan bir hafta önce öldü.” dedi Andy.
“Gece öldüler.” dedi Cora. “Annem insanların çoğunlukla geceleri öldüklerini söylüyor. Umarım ben gece ölmem. Cennete gecelikle gittiğinizi düşünsenize!”
“Hadi yataklara çocuklar!” diye bağırdı Bayan Parker.
Çocuklar, havluyla Walter’ı boğar gibi yaptıktan sonra yataklarına gittiler. Bu çocuğu sevmişlerdi ne de olsa. Opal arkasını döndüğünde Walter elini tuttu.
“Opal, annemin hasta olduğu doğru değil, değil mi?” diye fısıldadı yalvarırcasına. Bu korkuyla baş başa kalmaya dayanamazdı.
Opal, Bayan Parker’ın deyimiyle “kötü kalpli” bir çocuk değildi. Ancak kötü haberler vermenin heyecanına dayanamıyordu.
“Hasta. Jen teyze öyle dedi. Sana söylemememi istedi ama bence bilmen gerek. Belki de kansere yakalanmıştır.”
“Herkes ölmek zorunda mı Opal?” Bu fikir Walter için hem yeni hem de korkunçtu. Daha önce ölümü hiç düşünmemişti.
“Tabii ki şapşal. Ama gerçekten ölmüyorlar… Cennete gidiyorlar.” dedi Opal neşeyle.
“Hepsi gitmiyor.” dedi kapının dışından onları dinleyen Andy bir domuz fısıltısıyla.
“Peki… Peki cennet Charlottetown’dan çok mu uzakta?” diye sordu Walter.
Opel tiz bir kahkaha attı.
“Sen de amma tuhafsın! Cennet milyonlarca kilometre ötede. Ama ben sana ne yapacağını söyleyeyim. Dua et. Dua etmek iyidir. Bir keresinde on sentimi kaybettim ama dua edince yirmi beş sent buldum. İşte böyle biliyorum.”
“Opal Johnson ne dediğimi duymadın mı? Walter’ın odasındaki mumu söndür. Yangından korkuyorum.” diye bağırdı Bayan Parker odasından. “Uzun süre önce uyumuş olması gerekirdi.”
Mumu söndüren Opal oradan kaçtı. Jen teyze uyumlu bir insandı ama sinirlendiğinde sert bir insan olduğu oluyordu. Andy iyi geceler dilemek için başını kapıdan uzattı.
“Duvar kâğıdındaki kuşlar canlanacak ve gözlerini oyacaklar.” diye tısladı.
Sonra herkes gerçekten yatağa gitti. Mükemmel bir gün olduğu kanaatindeydiler ve Walt Blythe’ın fena bir çocuk olmadığını düşündüler. Ertesi gün onunla alay ederek çok eğleneceklerine inanıyorlardı.
“Sevgili küçük yaratıklar.” diye düşündü Bayan Parker hisli bir şekilde.
Parker hanesine alışılmamış bir sessizlik çöktü. On kilometre ötede, Ingleside’da küçük Bertha Marilla Blythe minik ela gözleriyle etrafındaki mutlu yüzlere bakıyordu. Maritime illerinin son seksen yedi yılda yaşadığı en soğuk temmuz gecesinde “merhaba” demişti dünyaya.

BÖLÜM 9
Karanlıkta yalnız kalan Walter, hâlâ uyumakta güçlük çekiyordu. Kısacık hayatında daha önce hiç tek başına uyumamıştı. Jem ya da Ken her zaman yanında olur onu rahatlatırlardı. Solgun ay ışığı yavaş yavaş içeri süzülünce küçük oda belli belirsiz görülmeye başladı. Ama bu karanlıktan daha fenaydı sanki. Yatağının ayakucundaki duvarda asılı olan resim ona kötü kötü bakıyor gibiydi. Resimler, ay ışığında hep çok farklı görünürlerdi. Gün ışığında hiç fark edilmeyen şeyleri ay ışığında görmek mümkün olurdu. Uzun, dantel perdeler, zayıf kadınları andırıyor, pencerenin iki tarafında ağlıyor gibi görünüyorlardı. Evin etrafında sesler vardı: gıcırtılar, iç çekişler, fısıltılar… Belki de duvar kâğıdındaki kuşlar canlanmaya başlamış, gözlerini oymak üzere hazırlanıyorlardı. Tuhaf bir korku musallat oldu Walter’a. Sonra çok daha büyük bir korku, diğer korkuları silip süpürdü. Annesi hastaydı ve Opal bunun doğru olduğunu söylediğine göre inanmak zorundaydı. Belki de annesi ölüyordu! Yanına dönebileceği bir annesi olmayabilirdi. Walter, annesinin olmadığı bir Ingleside’ı canlandırdı zihninde.
Aniden bu hisse dayanamayacağını fark etti küçük çocuk. Eve gitmeliydi. Hemen, derhâl eve gitmeliydi. Annesini… Annesini ölmeden önce son bir kez görmeliydi. Mary Maria teyzenin söylemek istediği şey buydu galiba. Annesinin öleceğini biliyordu. Birilerini uyandırıp kendisini eve götürmelerini istemenin faydası yoktu. Onu götürmezlerdi, sadece alay edip gülerlerdi. Eve giden yol çok uzundu ama bütün gece yürümeye razıydı.
Yatağından sessizce çıkıp giysilerini giydi. Ayakkabılarını eline aldı. Bayan Parker’ın şapkasını nereye koyduğunu bilmiyordu ancak osırada bunun bir önemi yoktu. Ses çıkarmamalıydı. Kaçıp annesine gitmeliydi. Alice’e veda edemediği için üzgün olsa da küçük arkadaşının kendisini anlayacağını düşündü. Karanlık koridordan geçip merdivenlerden aşağı adım adım indi. Nefesini tutuyordu. Merdivenlerin sonu gelmeyecek gibiydi sanki. Mobilyalar kulak kesilmiş kendisini dinliyor gibilerdi ve birden!..
Walter ayakkabılarından birini yere düşürdü! Ayakkabısı merdivenlerden düşerken tak tuk sesler çıkarıp koridordan geçerek Walter’ın şiddetli olduğunu düşündüğü bir gürültüyle evin kapısına çarptı.
Walter çaresizce tırabzana tutundu. Herkesin bu sesi duyduğunu düşündü. Apar topar odalarından çıkıp gitmesine engel olacaklarını zannetti. Boğazının düğümlendiğini hissetti.
Hiç kimsenin uyanmadığını fark edinceye kadar saatler geçti sanki. Merdivenlerden dikkatlice inmeye devam etmek için beklerken zaman çok yavaş akıyor gibiydi. Ancak nihayet başardı. Ayakkabısını buldu ve dış kapının kolunu dikkatlice çevirdi. Parker hanesinde kapılar asla kilitlenmezdi. Bayan Parker çocukları dışında evde çalınmaya değer bir şey olmadığını söylerdi ve kimse de çocukları istemezdi.
Walter dışarı çıktı. Kapı arkasından kapandı. Ayakkabılarını giydi ve çıt çıkarmadan yoldan aşağı inmeye başladı. Ev, bir köyün hemen dışında olduğundan Walter kısa süre sonra açık yola çıkmayı başardı. Bir an için büyük bir paniğin etkisine kapıldı. Yakalanma ve amacından alıkonulma korkusu geçmişte kalmış, yerini her zamanki korkularına, karanlık ve yalnızlık korkularına bırakmıştı. Daha önce gece vakti dışarıda yalnız yürümemişti hiç. Dünyadan korkuyordu. Dünya kocamandı ve kendisi bu koca dünyada küçücüktü. Doğudan esen buz gibi rüzgâr bile onu geriye doğru itmek istercesine yüzüne esiyordu.
Annesi ölecekti! Walter yutkundu ve yüzünü eve döndü. Yürümeye devam etti. Cesurca yüzleşiyordu korkusuyla. Ay ışığının olduğu bir geceydi ve ay ışığı bir şeyleri görmesini sağlıyordu. Hiçbir şey tanıdık görünmüyordu. Bir keresinde babasıyla yola çıktığında ay ışığının aydınlattığı yola düşen ağaç gölgeleri kadar güzel hiçbir şey olmadığını düşünmüştü. Ama o sırada gölgeler çok siyah ve keskindi. Her an üzerine atlayacak gibiydiler sanki. Arazilerde bir tuhaflık vardı. Ağaçlar artık dost canlısı değillerdi. Onu izliyor, arkasına diziliyorlardı sanki. Alev alev yanan bir çift göz yol kenarından kendisine baktı ve inanılmaz büyüklükte simsiyah bir kedi yolun karşısına geçti. Ya da bu?.. Gece soğuktu. Üzerindeki giysisi inceydi ve üşüyordu. Ama eğer her şeyden bu kadar korkmasaydı soğuğu dert etmezdi. Gölgelerden, tuhaf seslerden ve ormanın bir yerlerinde sinsice dolaşan isimsiz şeylerden korkuyordu. Jem gibi hiçbir şeyden korkmamanın nasıl bir şey olduğunu merak etti.
“Korkmamış gibi yapacağım.” dedi yüksek sesle ve o karanlık gecede kendi sesini kaybetmiş olmanın dehşetiyle ürperdi.
Ama yürümeye devam etti. Annesi ölen biri ne olursa olsun ona ulaşmalıydı. Bir keresinde bir taşa takılıp düşünce dizini fena yaraladı. Başka bir seferde arkasından bir at arabasının geldiğini duyunca araç geçene kadar bir ağacın arkasına saklandı. Doktor Parker’ın yokluğunu fark edip kendisini aramaya çıkmasından korkuyordu. Feci bir dehşete kapılıp durduğu da oldu. Siyah ve tüylü bir şey yolun kenarında oturuyordu. Bu şeyi geçemezdi. Geçemezdi… Ama geçti. Kocaman siyah bir köpekti. Gerçekten de bir köpek miydi acaba? Ama bu şey her neyse onun yanından geçmişti. Kendisini kovalamaya başlar korkusuyla koşmadı. Omzunun üzerinden perişan bir hâlde baktı. O şey ayağa kalkmış ters yönde gitmeye başlamıştı. Walter, kahverengi küçük ellerini yüzüne götürdüğünde alnının terden sırılsıklam olduğunu fark etti.
Hemen karşısında bir yıldız kaydı. Etrafına alev kıvılcımları saçmıştı. Walter, Kitty teyzenin yıldız düştüğünde birinin öldüğünü söylediğini hatırladı. Acaba ölen annesi miydi? Bacaklarının kendisini bir adım daha taşıyamayacağını hissetti. Ancak annesinin ölümü düşüncesi yeniden yürümeye başlamasını sağladı. Artık çok üşüyordu. Üşüme hissi korkusunu bastıracak kadar kuvvetliydi. Acaba evine ulaşabilecek miydi? Lowbridge’den ayrılmasının üzerinden saatler geçmiş gibiydi.
Üç saat geçmişti. Parker hanesinden kaçtığında saat on birken osırada ikiydi. Walter kendini Glen’e inen yolda bulduğunda rahat bir nefes aldı. Ancak köyün içinden geçerken uyku hâlindeki evler çok uzaktalarmış gibi geldi. Onu unutmuşlardı. Bir boğanın çitlerin üzerinden kendisine doğru aniden gürlediğini duyunca Bay Joe Reese’in vahşi hayvanını hatırladı. Kapıldığı dehşetle beraber koşmaya başladı ve kendini Ingleside’ın dış kapısında buldu. Eve dönmüştü… Kendi evindeydi!
Sonra aniden durdu. Terk edilmişliğin korkunç hissiyle titredi. Evinin sıcak, dost canlısı ışıklarını görmeyi bekliyordu. Ancak Ingleside’da tek bir ışık yanmıyordu!
Hâlbuki evde yanan tek ışığı görmemişti Walter. Evin arka tarafında, bebek beşiğinin hemen yanında uyuyan hemşirenin odasında ışık yanıyordu. Ancak Ingleside, terk edilmiş bir ev kadar karanlıktı ve bu Walter’ın şevkini kırdı. Ingleside’ın geceleri karanlık olduğunu hiç görmemiş bunu hiç düşünmemişti bile.
Demek ki annesi ölmüştü!
Evin bahçeye düşen karanlık ve siyah gölgesinden geçerek sendeleye sendeleye ön kapıya doğru yürüdü Walter. Kapı kilitliydi. Zayıfça vurdu kapıya, kapı tokmağına ulaşamıyordu. Ancak cevap veren olmadı. Zaten bunu beklemiyordu da. Dinlemeye koyuldu. Evde hiçbir canlılık belirtisi yoktu. Annesinin öldüğünü ve herkesin gittiğini biliyordu.
O sırada ağlayamayacak kadar üşümüş ve yorgun düşmüştü. Yine de ahırın etrafından dolandı ve samanlığa çıkan merdivenlerden tırmandı. Korkuyu geride bırakmıştı. Sadece rüzgârın ulaşamayacağı bir yer bulup sabaha kadar uzanmayı istiyordu. Belki de annesini gömdükten sonra birileri eve dönerdi.
Birinin babasına hediye ettiği küçük Bengal kedisi Walter’a doğru mırladı. Mis gibi yonca samanı kokuyordu kedi. Walter onu sevine sevine kucağına aldı. Sıcak ve canlıydı. Ama küçük bir farenin yerde koştuğunu görünce kedi Walter’la kalmaktan vazgeçti. Ay, örümcek ağlarıyla kaplı pencereden kendisine bakıyordu. Ancak uzak, soğuk ve anlayışsız ay onu teselli etmiyordu. Glen’deki evlerden birinde yanan bir ışık çok daha arkadaşça geliyordu. O ışık yanmaya devam ettiği sürece dayanabilirdi.
Uyuyamadı. Dizi çok ağrıyordu ve üşümüştü. Karnında da tuhaf bir his vardı. Belki kendisi de ölüyordu. Herkes öldüğüne ya da gittiğine göre ölecek olmayı ümit etti. Acaba gecelerin bir sonu var mıydı? Diğer geceler hep bitmişti ama belki de bu gece hiç bitmeyecekti. Liman Ağzı’ndaki Kaptan Jack Flagg’in bir keresinde çok öfkelendiğinde sabahı etmediğini anlattığı bir hikâyeyi hatırladı. Belki de Kaptan Jack gerçekten sinirlenmişti.
Sonra Glen’deki evden gelen ışık da söndü. Dayanamıyordu artık. Ancak dudaklarından perişan bir haykırış döküldüğünde sabah olduğunu anladı.

BÖLÜM 10
Walter merdivenden aşağı inip dışarı çıktı. Ingleside, şafağın ilk ışıklarında tuhaf görünüyordu. Çukur’daki huş ağaçlarının üzerindeki gökyüzünde gümüş-pembe tuhaf bir ışıltı vardı. Belki de yan kapıdan eve girebilirdi. Susan bazen babası için bu kapıyı açık bırakırdı.
Yan kapı kilitli değildi. Derin bir nefes alıp koridora çıktı. Evin içi hâlâ karanlıktı ve Walter sessiz adımlarla merdivenlerden yukarı çıktı. Yatağa gidecekti. Kendi yatağına… Olur da kimse gelmezse ölüp cennete gidecek ve annesine kavuşacaktı. Sonra Opal’ın söylediklerini hatırladı. Cennet, milyonlarca kilometre uzaktaydı. Terk edilmişlik duygusunun yeni darbesi Walter’a adımlarını dikkatli atmayı unutturdu ve aniden merdivenlerin dönemecinde uyuyan Bücürük’ün kuyruğuna basıverdi. Bücürük’ün acı çığlığı bütün evde yankılandı.
Uykuya dalmak üzere olan Susan, bu korkunç sesin etkisiyle uyandı. Bir önceki gün yeterince yorucuydu. Susan yatağa saat on ikide gitmişti. Ancak telaşın en yoğun olduğu anda Mary Maria Blythe’ın yan tarafında ağrı olduğunu söylemesi yorgunluğunun tuzu biberi olmuştu. Sıcak su şişesi istemiş, merhemle ovalanmayı talep etmişti. Sonra da meşhur baş ağrılarından biri tuttuğu için gözlerinin üzerine ıslak bez koymuştu.
Susan saat üçte, birinin kendisini çağırdığı hissine kapılarak uyanmıştı o gece. Yatağından kalkıp ayaklarının ucunda yürüyerek Mary Maria teyzenin kapısına kadar gitmişti. Ama bu odada sessizlik vardı. Anne’in hafif ve düzenli nefes alıp verişini duyabiliyordu. Susan evi dolaşıp kontrol ettikten sonra yatağına döndü ve bu tuhaf hissin bir kâbustan kalan sersemlik olduğunu düşündü. Ancak Susan, hayatının geri kalanı boyunca spiritüalizme merak sardığı için ayıpladığı Abby Flagg’in “psişik deneyim” olarak adlandırdığı şeyi bizzat yaşadığına inandı.
“Walter’ın beni çağırdığını duydum.” şeklinde bir iddiası vardı.
Susan bir kez daha ayağa kalkıp dışarı çıktı. O gece Ingleside’a doğaüstü güçlerin musallat olduğuna inanıyordu. Üzerinde sadece pazen kumaştan yapılma defalarca yıkanmaktan çekmiş ve kemikli topuklarının üzerine gelmeye başlamış gecelik vardı. Korku dolu gri gözleriyle sahanlıktan kendisine bakan benzi solmuş, titrek, küçük yaratık için bu görüntü dünyadaki en güzel şeydi.
“Walter Blythe!”
Susan iki adımda onu kollarına aldı. Güçlü, şefkatli kollarına…
“Susan… Annem öldü mü?” diye sordu Walter.
Kısa süre içinde her şey değişti. Walter, beslenmiş, giyinmiş ve rahatlamış vaziyette yatağına girdi. Susan ateşi yaktı. Ona bir bardak sıcak süt, bir dilim tost ve çok sevdiği “maymun yüzlü” kurabiyelerden bir tabak dolusu hazırlayıp yatırdı ve ayaklarına sıcak su şişesi koydu. Yaralanmış küçük dizini öptü ve merhem sürdü. Birinin kendisine baktığını, önem verdiğini ve kendisini sevdiğini bilmek güzel bir duyguydu.
“Annemin ölmediğine emin misin Susan?”
“Annen sağ salim, mışıl mışıl uyuyor kuzucum.”
“Peki hasta mı? Opal dedi ki…”
“Dün bir süre kendini iyi hissetmedi ama her şey sona erdi ve bu kez ölüm tehlikesi yoktu kuzucum. Uykunu alıncaya dek bekle. Sonra onu ve başka bir şeyi görebileceksin. Lowbridge’deki o küçük şeytanları bir elime geçirirsem! Lowbridge’den buraya kadar yürüdüğüne inanamıyorum. On kilometre boyunca! Hem de böyle bir gecede!”
“Çok üzüldüm Susan.” dedi Walter ciddiyetle. Ama her şey sona ermişti. Güvendeydi ve mutluydu. Evdeydi. Uyumuştu…
Uyandığında neredeyse öğlen olmuştu. Pencereden güneş ışığının içeri süzüldüğünü görünce yalpalaya yalpalaya yürüyerek annesinin yanına gitti. Çok aptalca davrandığını ve Lowbridge’den kaçtığı için annesinin kendisine kızacağını düşünmeye başladı. Ama annesi ona sarılıp kendine doğru çekmekle yetinmişti. Olan biteni Susan’dan öğrenmişti ve Jen Parker’a söyleyecek bir çift lafı vardı.
“Ölmeyeceksin değil mi anneciğim?.. Bir de beni hâlâ seviyorsun, değil mi?”
“Canım, ölmeye hiç niyetim yok. Ayrıca seni o kadar çok seviyorum ki canım yanıyor. Bütün gece Lowbridge’den buraya kadar yürüdüğünü düşünmek çok zor.”
“Hem de aç karnına.” diye omuz silkti Susan. “Bunları anlatabilecek kadar hayatta kalması âdeta bir mucize. Mucizeler hâlâ yaşanıyor demek ki. Bu da bunun delili işte.”
“Cesur delikanlı.” diye güldü omzunda Shirley’i taşıyan babası. Walter’ın başını okşadı ve küçük çocuk babasına sarıldı. Kimse babası gibi değildi bu dünyada.
“Bir daha evden gitmeme gerek olmayacak, değil mi anneciğim?”
“Sen istemediğin sürece, hayır.” dedi Anne.
“Ben asla…” diye söze başlayan Walter aniden durdu. Alice’i bir daha görmeyecek olmayı dert etmiyordu hiç.
“Buraya bak kuzucuk.” diyen Susan, elinde sepet taşıyan beyaz giysili ve şapkalı genç bir hanımefendiyi içeri buyur etti.
Walter sepete baktı. Bu bir bebekti! Tombik, ufak tefek, ipeksi bukleleri saçını kaplayan ve minicik elleri olan bir bebek…
“Çok güzel değil mi?” dedi Susan gururla. “Kirpiklerine baksana. Ben daha önce bir bebeğin bu kadar uzun kirpikleri olduğunu hiç görmedim. Bir de sevimli kulaklarına baksana. Ben her zaman ilk kulaklara bakarım.”
Walter tereddüt ediyordu.
“Çok tatlı Susan… Kıvrım kıvrım minicik ayak parmaklarına baksana! Ama… Ama çok küçük değil mi?”
Susan güldü.
“Üç kilo altı yüz gram küçük değil kuzucuğum. Ayrıca etrafını fark etmeye çoktan başladı. Daha bir saatlik bile değilken kafasını kaldırıp Doktor’a baktı. Ben böylesini daha önce hiç görmedim.”
“Saçları kızıl olacak.” dedi Doktor hâlinden memnun bir ses tonuyla. “Annesi gibi altın-kızıl çok güzel saçları olacak.”
“Babası gibi ela gözleri olacak bir de.” dedi Doktor’un karısı sevinçle.
“Neden hiçbirimizin sarı saçı yok anlamıyorum.” dedi Walter, Alice’i düşünerek.
“Sarı saç mı? Drewlar gibi yani!” dedi Susan ölçüsüz bir tiksintiyle.
“Uyurken çok şirin görünüyor.” diye mırıldandı hemşire. “Uyurken gözlerini böyle büzüştüren bir bebeği daha önce hiç görmedim.”
“O bir mucize. Bütün bebeklerimiz çok tatlı Gilbert. Ama bu içlerinde en sevimli olanı.”
“Tanrı sizi affetsin.” dedi Mary Maria teyze burun kıvırarak. “Dünyada sizinkilerden önce de bebekler vardı biliyorsun Annie.”
“Ama bizim bebeğimiz daha önce hiç yoktu bu dünyada Mary Maria teyze.” dedi Walter gururla. “Susan, öpebilir miyim? Bir kerecik… Lütfen…”
“Öpebilirsiniz.” dedi Susan geri çekilen Mary Maria teyzeye arkasından ters ters bakarken. “Akşam yemeği için kiraz turtası yapacağım. Mary Maria Blythe’ın dün öğlen yaptığı kiraz turtasını keşke görebilseydiniz Bayan Blythe. Sanki kedinin dışarıdan getirdiği bir şey gibiydi. Ziyan etmektense yiyebileceğim kadarını yiyeceğim. Ama ben hayatta olduğum müddetçe böyle bir turta Doktor Bey’in önüne asla koyulmayacak.”
“Herkes hamur işi konusunda senin kadar iyi değil.” dedi Anne.
“Anneciğim.” dedi Walter. Kapı, Susan’ın arkasından kapandıktan sonra. “Bence biz çok güzel bir aileyiz, sence de öyle mi?”
“Hem de çok güzel bir aile.” diye düşündü Anne bebeği yanında uzanırken mutlulukla. Kısa süre sonra yeniden çocuklarıyla beraber olabilecekti. Eskiden olduğu gibi hareket edebilecekti. Çocuklarını sevecek, onları eğitip mutlu edecekti. Küçük sevinçlerinde, hüzünlerinde, yeşeren umutlarında ve taze korkularında hemen annelerine koşacaklardı. Büyük gibi görünen küçük sorunlarında ya da kalpleri kırıldığında onların yanında olacaktı anneleri. Ingleside’da ilmek ilmek güzellik dokuyacaktı kendi elleriyle. Ayrıca Mary Maria teyzenin iki gün önce söylediğini duyduğu gibi “Çok feci yorgun görünüyorsun Gilbert? Kimse seninle ilgilenmiyor mu?” demesi için hiçbir gerekçesi olmayacaktı.
Aşağıda Mary Maria teyze karamsar bir şekilde kafasını sallıyor ve “Yeni doğan tüm bebeklerin bacakları çarpık olur. Bunu biliyorum Susan. Ama bu bebeğin bacakları çok eğri büğrü. Tabii bunu zavallı Annie’ye söylemek olmaz. Sakın bundan Annie’ye bahsetme Susan.”
Susan belki de ilk kez söyleyecek bir söz bulamadı.

BÖLÜM 11
Ağustos sonuna gelindiğinde Anne kendine gelmişti ve mutlu bir sonbaharın yolunu gözlüyordu. Küçük Bertha Marilla günbegün büyüyüp güzelleşiyor, kardeşlerinin ilgi ve sevgisinin merkezinde duruyordu.
“Ben bebek denilen şeyin her zaman bağıran bir şey olduğunu sanırdım.” dedi Jem küçük kız kardeşinin minicik parmaklarının kendi parmaklarına dolanmasına zevkle izin verirken. “Bertie Shakespeare Drew öyle demişti bana.”
“Drew bebeklerinin her an bağırdığından hiç şüphem yok Sevgili Jem.” dedi Susan. “Drew oldukları düşüncesiyle bağırıyorlardır muhtemelen. Ama Bertha Marilla bir Ingleside bebeği Sevgili Jem.”
“Keşke ben de Ingleside’da doğsaydım Susan.” dedi Jem hüzünle. Ingleside’da doğmamış olmak Jem’i hep üzerdi. Di, bu durumu zaman zaman yüzüne vururdu.
“Burada yaşamak biraz sıkıcı gelmiyor mu sana?” dedi bir keresinde Anne’in Queen’s Kolejinden eski bir arkadaşı küçümsercesine. Kendisi Charlottetown’da yaşıyordu.
Sıkıcı da ne demek! Anne, neredeyse misafirinin yüzüne gülecekti. Ingleside için “sıkıcı” demek!.. Her gün yepyeni mucizeler getiren dünya tatlısı bir bebek varken hem de. Diana, Küçük Elizabeth ve Rebecca Dew’ün ziyaret planları varken… Yukarı Glen’den Bayan Sam Ellison, dünya üzerinde daha önce sadece üç kişide görülmüş bir hastalığın pençesinde Gilbert’ın tedavisi altındayken… Walter okula başlayacakken… Nan, annesinin tuvalet aynasındaki koca bir şişe parfümü içmişken… Öleceğini düşünseler de en ufak bir kötüleşme belirtisi göstermemişti küçük kız. Ingleside’da hayatın “sıkıcı” olduğunu söylemek tuhaftı. Yabancı bir kara kedi arka verandada on kedicik yavrulamışken… Shirley kendini banyoya kilitleyip kapıyı nasıl açacağını unutmuşken… Bücürük bir parça yağlı sinek kâğıdının içinde yuvarlanmışken… Mary Maria teyze gecenin köründe elinde mumla sinsi sinsi dolaştığı bir vakit perdeleri ateşe verip tüm ev ahalisini ayağa kaldırmışken Ingleside’ın “sıkıcı” olduğu yorumu komikti.
Mary Maria teyze hâlâ Ingleside’da kalıyordu. Zaman zaman acınası bir şekilde, “Benden sıkıldığınız zaman haber verin. Ben kendi başımın çaresine bakmaya alışkınım ne de olsa.” derdi. Bu ifade karşısında söylenebilecek tek bir söz vardı ve Gilbert da bu sözü söylüyordu hâliyle. Yine de ilk zamanlar söylediği kadar içtenlikle söylememeye başlamıştı artık. Gilbert’ın akraba düşkünlüğü azalmaya başlamıştı bile. Bayan Cornelia’nın burun kıvırarak “tam da erkek” gibi tespitini haklı çıkaracak bir çaresizlikle anlamaya başlamıştı Mary Maria teyzenin evinde ufaktan bir soruna yol açıyor olduğunu. Bir keresinde içinde kimse yaşamayan evlerin acı çektiğini söyleyerek imada bulunmaya cüret etmişti. Ona hak veren Mary Maria, Charlottetown’daki evini satmaya niyetli olduğunu söyledi sakince.
“Fena fikir değil.” diyerek onu teşvik etti Gilbert. “Şehirde satılık çok tatlı ufak bir ev biliyorum. Arkadaşlarımdan biri Kaliforniya’ya taşınacak. Hani bayıldığınız Bayan Sarah Newman’ın evi var ya. İşte ona çok benziyor.”
“Ama o yalnız yaşıyor.” diye iç çekti Mary Maria teyze.
“Hâlinden de memnun.” dedi Anne ümitle.
“Tek başına yaşamaktan zevk alan insanlarda bir sorun vardır Anne.” dedi Mary Maria teyze.
Susan tam homurdanacakken kendine güç bela engel oldu.
Diana eylül ayında bir haftalığına geldi. Sonra Küçük Elizabeth geldi. Ne var ki o artık Küçük Elizabeth değildi. Uzun boylu, incecik, güzel bir genç kızdı artık. Ancak altın saçları ve hüzünlü gülümsemesi olduğu gibi duruyordu. Babası Paris’teki ofisine dönüyordu. Elizabeth ise evi çekip çevirmek için onunla gidecekti. Anne’le birlikte eski limanın engebeli kıyılarında uzun yürüyüşler yapıyor, sessiz ve dikkatli sonbahar yıldızlarının bakışları altında eve dönüyorlardı. Windy Poplars’daki eski günlerine dönüyor, Elizabeth’in hâlâ sakladığı ve sonsuza kadar da saklamayı planladığı peri diyarı haritasındaki adımların izinden gidiyorlardı.
“O harita gittiğim her yerde, kaldığım her odanın duvarında asılı duruyor.” dedi.
Bir gün Ingleside bahçesinden bir rüzgâr geçti. Bu rüzgâr sonbaharın ilk rüzgârıydı. O gecenin sabahında gün doğumu biraz haşindi. Yaz bir anda yaşlanmıştı. Mevsim dönüşü kapıdaydı.
“Sonbahar için henüz erken.” dedi Mary Maria teyze, bu mevsimin kendisine hakaret ettiğini ima eden bir ses tonuyla.
Ne var ki sonbahar da güzeldi. Koyu mavi körfezden esen rüzgârlarda ve ekin zamanı gökte yükselen ayın görkeminde neşe vardı. Çukur’da şairane yıldız çiçekleri açmıştı ve çocuklar elmalarla dolu bostanda kahkahalar atıyorlardı. Yukarı Glen yamaçlarındaki otlakların berrak ve sakin geceleriyle, bulutların benek benek kapladığı gökyüzünde uçuşan kuşlar da eşlik ediyordu onların kahkahalarına. Günler kısalmaya devam ettikçe kumulların üzerinden sinsice yaklaşan gri sisler limanın yukarısına doğru yol alıyorlardı yavaş yavaş.
Yaprakların dökülmesiyle beraber Rebecca Dew, yıllar boyunca verdiği ziyaret sözünü nihayet tutu. Bir haftalığına gelmeye niyetlense de iki hafta kaldı. Ziyaretini uzatmasının sebeplerinden biri de Susan’dı. Susan ve Rebecca Dew birbirlerini görür görmez anladılar kafa dengi insanlar olduklarını. Belki de bunun sebebi ikisinin de Anne’i seviyor olmasıydı. Belki de Mary Maria teyzeye duydukları nefretti.
Yağmurun bahçedeki ölü yaprakların üzerine damla damla döküldüğü ve rüzgârın Ingleside’ın köşelerinde çığlık çığlığa gezindiği bir akşam Susan, mutfakta içini döktü Rebecca Dew’e. Doktor ve eşi bir yere misafirliğe gitmişlerdi ve ufaklıkların hepsi yataklarının rahatına çekilmişlerdi. Mary Maria teyzenin de baş ağrısından dolayı ortalıkta görünmeyişleri onlar için büyük şanstı. “Sanki başımın etrafı demirle sarılmış gibi.” diye sızlanmıştı yaşlı kadın.
“Her kim…” dedi Rebecca Dew ocağın kapağını açıp da ayaklarını rahatça fırına yerleştirdiği sırada, “Akşam yemeğinde şu kadının yediği kadar çok kızarmış uskumru yerse o kişi başının ağrımasını hak etmiştir. Hani ben de az yemedim, inkâr edemem. Sizin kadar güzel uskumru pişirenini görmedim Bayan Baker ama dört tane de yemedim yani.”
“Sevgili Bayan Dew.” dedi Susan içtenlikle. Örgüsünü bırakıp Rebecca’nın küçük siyah gözlerine ilgiyle baktı. “Burada bulunduğu sürede Bayan Mary Maria Blythe’ın nasıl biri olduğunu az çok gördünüz. Ama gördükleriniz devede kulak kalır. Sevgili Bayan Dew, size güvenebileceğimi hissediyorum. Biraz içimi döksem söylediklerim aramızda sır olarak kalır öyle değil mi?”
“Tabii ki Bayan Baker.”
“Bu kadın buraya haziran ayında geldi ve ömrünün geri kalanını burada geçirmeyi planlıyor bence. Bu evdeki herkes ondan nefret ediyor. Doktor Bey bile her ne kadar saklamaya çalışsa da ondan çok rahatsız. Ama kendisi akrabalarına çok düşkün olduğundan babasının kuzeninin evinde kendini rahatsız hissetmemesi gerektiğini söylüyor. Bayan Blythe’a nasıl da yalvardım.” dedi Susan bu eylemi dizlerinin üzerinde gerçekleştirdiğini ima eden bir ses tonuyla, “Ağırlığını koyup Mary Maria Blythe’ı yollaması için dil döktüm. Ama Bayan Blythe’ın kalbi çok yumuşak. Biz de işte böyle çaresiziz. Bayan Dew… Elimizden hiçbir şey gelmiyor.”
“Keşke benim elime düşse.” dedi Rebecca Dew. Kendisi Mary Maria teyzenin iğnelemelerinden nasibini almıştı. “Ben de misafirperverliğin hakkının verilmesi gerektiği kanaatindeyim herkes gibi. Ama emin olun Bayan Baker, ben doğruca yüzüne der, haddini bildirirdim.”
“Eğer yerimi bilmesem ben de onun hakkından gelirdim Bayan Dew. Ama ben bu evin hanımı değilim. Bazen kendi kendime ciddi ciddi şöyle diyorum, ‘Susan Baker, sen bu evde paspas değilsin de nesin?’ Ne yaparsın işte, elim kolum bağlı. Bayan Blythe’ı terk edemem ve Mary Maria Blythe’la kavga ederek onun derdine dert ekleyemem. Ben görevimi yapmaya devam edeceğim. Neden biliyor musunuz Bayan Dew?” dedi Susan ciddiyetle, “Doktor ve karısı için seve seve canımı feda ederim. Bu kadın gelmeden önce çok mutlu bir aileydik biz. Ama buraya geldiğinden beri bize hayatı zehir etti. Bu işin sonunun nereye varacağını bilmek için kâhin olmak lazım gelse de benim kendimce bir fikrim var. Hepimizin sonu tımarhanede bitecek. Tek bir şey değil ki… Onlarca hatta yüzlerce şey var. Bir tane sivrisineğe katlanılır. Peki milyonlarcasına dayanabilen var mıdır Bayan Dew?”
Bu düşünce Rebecca Dew’ün kafasını üzülerek sallamasına sebep oldu.
“Bayan Blythe’a evini nasıl idare etmesi gerektiğini, ne giyeceğini söylüyor. Gözü hep üzerimde. Daha önce hiç bu kadar kavgacı çocuk görmemiş hayatında. Çocuklarımızın asla kavga etmediklerini sen de gördün… Arada bir belki…”
“Hayatımda gördüğüm en takdire şayan çocuklar onlar Bayan Baker.”
“Her işe burnunu sokuyor, meraklı meraklı bakıyor…”
“Ben de onu yakaladım bir keresinde Bayan Baker.”
“Hep bir şeylere alınıp güceniyor ama asla yeterince gücenip evden ayrılmıyor. Zavallı Bayan Blythe’ı huzursuz edecek kadar yalnız ve ihmal edilmişçesine oturuyor. Hiçbir şeyi beğenmiyor. Eğer bir pencere açıksa cereyandan şikâyet ediyor. Eğer tüm pencereler kapalıysa arada bir temiz hava gerektiğini söylüyor. Soğana dayanamıyor. Kokusuna bile dayanamıyor. Soğan midesini bulandırıyormuş. Bu yüzden Bayan Blythe hiçbir yemekte soğan kullanmamamızı söyledi. Yani…” dedi Susan kendinden emin bir şekilde. “Soğan herkesin damak tadına hitap eder. Ama bu evde kullanmak yasak.”
“Ben de soğanı pek severim.” dedi Rebecca Dew.
“Kedilerden hiç hoşlanmıyor. Kediler ürpermesine sebep oluyormuş. Görse de görmese de. Evde kedi olduğunu bilmek tüylerini diken diken ediyormuş. Bu yüzden zavallı Bücürük evde yüzünü göstermeye cesaret edemiyor. Ben de kedi meraklısı değilim Bayan Dew, çok sevmem. Ama istedikleri gibi kuyruklarını sallama hakları olduğunu düşünürüm. Bir de ‘Susan yumurta yiyemediğimi asla aklından çıkarma.’, ‘Susan soğuk tost yiyemediğimi sana kaç kez söylemem lazım?’ ya da ‘Susan bazı insanlar kaynar çay içmekten zevk alabilirler ama ne yazık ki ben o şanslılardan biri değilim.’ demeleri yok mu!.. Kaynar çaydan şikâyet ediyor Bayan Dew! Sanki ben birine kaynar çay ikram edecek biriymişim gibi!”
“Böyle bir şeyi yapacağınıza kimse ihtimal vermez Bayan Baker.”
“Eğer sorulmaması gereken bir soru varsa mutlaka sorar. Doktor bir şeyleri kendisinden önce karısına söylediği için kıskanır. Ayrıca her zaman hastalarıyla ilgili ağzından laf almaya çalışıyor. Bu da Doktor’un sinirlerini bozuyor Bayan Dew. Bir doktorun ağzını sıkı tutması gerekir çok iyi bildiğiniz üzere. Bir de ateşten dolayı sinir krizlerine kapılması yok mu?.. ‘Susan Baker.’ der bana. ‘Umarım şömineyi hiçbir zaman gaz yağıyla yakmaz gaz yağına bulanmış paçavraları ulu orta bırakmazsın. Bir saatten az bir süre içinde kendiliğinden tutuştukları biliniyor. Evin yanıp kül olduğunu görmek ister misin Susan? Hem de senin hatanla…’ Yani Bayan Dew, bunları dedi demesine ama son gülen ben oldum. Tam da o gece perdeleri tutuşturdu. Çığlıkları hâlâ kulağımda yankılanır. Hem de zavallı Doktor iki gece uykusuz kalmışken nihayet uyuduğu bir gece oldu bunlar. Beni en çok kızdıran da ne biliyor musunuz Bayan Dew? Her gün hiç aksatmadan kilere gidip yumurtaları sayması. ‘Kaşıkları da saysana.’ dememek için tüm gücümle zorluyorum kendimi. Çocuklar hâliyle nefret ediyorlar ondan. Bayan Blythe çocukların nefretlerini göstermelerine engel olmak için ne yapacağını şaşırıyor. Bir keresinde Bayan Blythe ve Doktor evde değilken Nan’e tokat attığı bile oldu. Kendisine ‘Bayan Methuselah’[2 - İncil’de en uzun süre yaşadığı iddia edilen insan. (ç.n.)] dedi diye. O hınzır şeytan Ken Ford’dan duymuş da söylemiş.”
“Ben de tokatlardım onu.” dedi Rebecca Dew haşince.
“Bir kez daha böyle yaparsa onu tokatlayacağımı ben de söyledim. ‘Ingleside’da arada bir çocuklara şaplak atılır.’ dedim ona. ‘Ama asla tokat atılmaz. Aklınızda bulunsun.’ Bunun üzerine bir hafta boyunca surat asıp küstü. Ama en azından bir daha çocuklara elini kaldırmaya cesaret edemedi. Anneleriyle babaları çocukları cezalandırdığında keyfine diyecek yok. Bir keresinde Küçük Jem’e, ‘Ben anneniz olsaydım var ya…’ dedi. Bunun üzerine ufaklık, ‘Ha ha, siz asla kimsenin annesi olamayacaksınız.’ dedi ama çocuğu bu noktaya o getirdi Bayan Dew. Kendi kaşındı. Neyse, Doktor bunun üzerine ufaklığı akşam yemeğini yemeden yolladı yatağa. Peki sizce ona daha sonra kim yemek kaçırdı dersiniz?”
“A, kim?” diye kıkırdadı kendini hikâyeye kaptıran Rebecca Dew.
“Yemeği götürdükten sonra öyle bir dua etti ki duysanız içiniz parçalanırdı Bayan Dew. Hem de hepsi kendi sözleriydi, ‘Ey Tanrı’m, Mary Maria teyzeye karşı terbiyesizlik ettiğim için lütfen affet beni. Ey Tanrı’m lütfen Mary Maria teyzeye karşı her zaman kibar olmama yardım et.’ gözlerim yaşlarla doldu. Zavallı kuzucuk. Ben ne çocukların ne yetişkinlerin saygısızlık ya da terbiyesizlik etmelerini asla kabul etmem Bayan Dew. Bertie Shakespeare Drew o kadının suratına tükürük topu atıp da burnunu iki santimle kaçırdı bir keresinde. Ben de çocuk eve giderken dış kapıda bekleyip bir torba dolusu çörek tutuşturdum eline. E, tabii bunu neden yaptığımı söylemedim. Ama çok mutlu oldu. Ne de olsa çörek dediğin şey ağaçta yetişmiyor. Annesi Bayan Pek Cimri de hiç çörek yapmaz. Nan ve Di ise… Bunu sizin dışında kimseye söylemem Bayan Dew. Eğer Doktor ve eşi duysalar derhâl engel olurlar. Nan ve Di kafası yarılmış eski porselen bebeklerine Mary Maria teyzenin adını verdiler. İhtiyar ne zaman onları azarlasa bebeği yağmur suyu fıçısında boğmaya gidiyorlar. Çok neşeli boğmalarımız oldu emin olun. Ama bu kadının geçen gece ne yaptığını söylesem inanmazsınız Bayan Dew.”
“Ondan her şeyi beklerim Bayan Baker.”
“Duyguları bir sebepten incindiği için ağzına tek lokma koymadı akşam yemeğinde. Ama sonra yatağa gitmeden önce kilere gidip zavallı Doktor’a hazırladığım yemeği silip süpürdü. Geriye kırıntı bile bırakmadı. Lütfen benim kâfir olduğumu düşünmeyin ama Yüce Tanrı’nın bazı insanlardan neden bıkmadığına akıl sır erdiremiyorum Bayan Dew.”
“Yine de mizah anlayışınızı kaybetmemeye bakın Bayan Baker.” dedi Rebecca Dew ciddiyetle.
“Çektiğimiz bu çilenin komik bir tarafı olduğunun da pekâlâ farkındayım Bayan Dew. Ama asıl soru ihtiyar bize yaşattıklarının farkında mı? Sizi tüm bunlarla rahatsız ettiğim için çok üzgünüm Sevgili Bayan Dew. Ama çok rahatladım. Bunları Bayan Blythe’a anlatamam ve eğer içimi dökmezsem patlayacak gibi hissediyorum artık.”
“Bu hissi çok iyi bilirim Bayan Baker.”
“Peki şimdi…” dedi Susan aniden ayağa kalkıp. “Yatmadan önce bir bardak çaya ne dersin? Yanında da soğuk tavuk budu… Nasıl olur?”
“Hakkını vermek lazım ki.” dedi Rebecca Dew iyice ısınmış ayağını fırından çıkarırken. “Hayata dair yüce şeyleri unutmamamız gerekir. Ama yine de ölçüyle yenen güzel bir yemeğin keyfi apayrı…”

BÖLÜM 12
Gilbert, Nova Scotia’da iki hafta avlanmıştı. Anne bile bir ay boyunca kalmaya ikna edememişti onu. Kasım, Ingleside’ın etrafını çoktan kuşatmıştı. Koyu tepeler ve bu tepelerin üzerinde esas duruşta bekleyen daha koyu çam ağaçları, güneşin erkenden köşesine çekilmesiyle ortaya çıkan gecelerde oldukça kasvetli görünüyorlardı. Ancak şömine ateşinin çiçek misali açtığı Ingleside, kahkahalarla çınlıyordu. Her ne kadar Atlantik’ten gelen rüzgârlar hüzünlü şarkılar söyleseler de.
“Rüzgâr neden mutlu değil anneciğim?” diye sordu Walter bir gece.
“Çünkü zamanın başlangıcından beri dünyada meydana gelen tüm kederleri hatırlıyor.” diye cevap verdi Anne.
“Havada çok fazla nem var diye sızlanıyor.” dedi Mary Maria teyze burun kıvırarak. “Bu sırt ağrısı beni öldürecek.”
Ama bazı günlerde rüzgâr, gümüş grisi akçaağaç korusundan neşeyle esip geçiyordu. Bazı günlerde ise hiç uğramıyor, yerini pastırmayazının olgun güneşine, bahçeyi kaplayan çıplak ağaçların sessiz gölgelerine ve gün batımının ayazlı durgunluğuna bırakıyordu.
“Köşedeki karakavak ağacının üzerinde duran beyaz akşam yıldızına baksanıza!” dedi Anne. “Böyle bir şeyi ne zaman görsem yaşadığıma memnun olduğumu hatırlıyorum.”
“Hep tuhaf şeyler söylüyorsun Annie. Yıldızlar Prens Edward Adası’nda bolca bulunan şeyler.” dedi Mary Maria teyze. Yaşlı kadın sonra şöyle düşündü: “Yıldızmış! Sanki daha önce kimse yıldız görmemiş gibi! Acaba Annie her gün mutfakta ne kadar çok şeyin ziyan edildiğinin farkında mı? Susan Baker’ın yumurtaları nasıl savurduğunu, inek yağı yeterli olacakken domuz yağını kullandığını biliyor mu acaba? Ya da umurunda mı? Zavallı Gilbert! Dişini tırnağına takıp kendini hırpalayarak çalışmasına şaşmamak lazım.”
Kasım, griler ve kahverengiler eşliğinde etti vedasını. Sabah olduğunda kar, o eski beyaz büyüsünü ilmek ilmek işlemişti ve zevkten dört köşe bağıran Jem alelacele kahvaltıya indi.
“Anneciğim yakında Noel başlayacak ve Noel Baba gelecek!”
“Noel Baba’ya hâlâ inanmıyorsundur herhâlde!” dedi Mary Maria teyze.
Anne’in endişeli bir bakış atmasının üzerine Gilbert ciddi bir şekilde şöyle dedi:
“Biz çocuklarımızın masallara mümkün olduğunca uzun bir süre inanmalarını istiyoruz teyzeciğim.”
Neyse ki Jem, Mary Maria teyzeyi ciddiye almamıştı. Walter’la birlikte kışın bütün sevimliliğiyle beraber gelen muhteşem bir dünyaya adım atmak için sabırsızlanıyorlardı. Anne, bembeyaz ve pürüzsüz karların güzelliğinin ayak izleriyle lekelendiğini görmekten nefret ederdi. Ancak bu konuda yapılacak bir şey yoktu ve güzellik hâlâ yerinde duruyordu. Anne işte bu güzelliği oturma odasında, akçaağaç odunlarının yandığı şöminenin karşısında seyrediyordu. Akşam güneşi menekşe rengi tepelerin karlı çukurlarının üzerinde alev alev yanıyordu. Şömine ateşinin çok güzel olduğunu düşündü. Beklenmeyen, muzip şeyler yapıyordu ateşin ışığı. Odanın bazı kısımları aydınlanarak ortaya çıkıyor sonra yeniden sırra kadem basıyordu. Resimler bir görünüyor bir kayboluyordu. Pusuda bekleyen gölgeler bir anda hareketleniyordu. Tüm bu manzara, dimdik duran Mary Maria teyzenin silüeti ile beraber panjursuz pencereden geçerek masalsı bir şekilde yansıyordu bahçeye. Mary Maria teyze asla oturduğu yerde uyuklamazdı.
Ne var ki Gilbert koltukta uyukluyor, o gün bir hastasını zatürreden dolayı kaybetmiş olduğunu unutmaya çalışıyordu. Minik Rilla, beşiğinde pembe yumruklarını yemeye çalışıyordu. Bücürük bile şömine halısının üzerinde, pençelerini göğsünün altına almış vaziyette mırlama cesaretini göstermişti ki bu Mary Maria teyzenin asla onaylamadığı bir durumdu.
“Kedi demişken…” dedi Mary Maria teyze hüzünlü bir şekilde. Hâlbuki kimse kedilerden bahsetmiyordu. “Glen’deki tüm kediler geceleri ziyaretimize mi geliyorlar acaba? Bir insan bu kadar kedi cırlamasının arasında nasıl uyur aklım almıyor bir türlü. Tabii benim odam arka tarafta olduğundan bu bedava konserden en çok ben nasipleniyorum.”
Kimse cevap verme fırsatı bulamadan Susan içeri girdi. Tam alışverişini bitirdiği sırada Bayan Marshall Elliott’ı, Carter Flagg’in dükkânında gördüğünü söyledi. Susan, Bayan Elliott’ın endişeli bir şekilde: “Bayan Blythe’a ne oldu Susan? Geçen pazar kilisede çok yorgun ve endişeli gördüm onu. Daha önce hiç öyle görmemiştim kendisini.” dediğini eklememişti.
“Bayan Blythe’a ne olduğunu söyleyeyim size.” dedi Susan kasvetli bir şekilde. “Mary Maria teyze illetine fena tutuldu. Doktor da bunun farkında değil gibi. Her ne kadar eşine tapsa da.”
“Ne yaparsın, erkek işte.” dedi Bayan Elliott.
“Çok sevindim.” dedi Anne lambayı yakmak üzere kalktığında. “Bayan Cornelia’yı uzun süre görmemiştim. Artık haberlerini alırız.”
“Almaz mıyız!” dedi Gilbert soğuk bir şekilde.
“O kadın fitne fücur bir dedikoducu.” dedi Mary Maria teyze sertçe.
Susan, belki de hayatında ilk kez Bayan Cornelia’yı savunmak için hararetle konuşmaya başladı.
“Hiç alakası yok Bayan Blythe. Ben, Susan Baker onun hakkında bu söylenenleri öylece durup dinlemeyeceğim. Fitne fücur demek! Siz ‘tencere dibim kara, seninki benden kara’ deyimini duymuş muydunuz Bayan Blythe?”
“Susan… Susan…” dedi Anne yalvarırcasına.
“Kusura bakmayın Hanım’ım. Bir an için yerimi unuttum. Ama bazı şeylere dayanmak mümkün değil.”
Bunun üzerine kapı sertçe çarpıldı. Ingleside’da kapılar nadiren çarpılırdı.
“Gördün mü Annie?” dedi Mary Maria teyze manalı bir şekilde. “Ama bir hizmetçide böyle davranışları görmezden geldiğin müddetçe yapılacak bir şey yok sanırım.”
Gilbert yerinden kalktı ve yorgun bir adam olarak huzur bulabileceği bir yere, kütüphaneye gitti. Bayan Cornelia’dan hiç hazzetmeyen Mary Maria teyze ise yatağına çekildi. Böylece ziyarete gelen Bayan Cornelia, Anne’i tek başına, beşikteki bebeğinin üzerine eğilir vaziyette buldu. Bayan Cornelia ise alışılmışın aksine gelir gelmez dedikodu küfesini boşaltmaya başlamadı. Bunun yerine üzerindekileri çıkarıp Anne’in yanına oturdu ve elini tuttu.
“Anne canım, neyin var senin? Bir şeyin olduğunu biliyorum. O pek neşeli ihtiyar Mary Maria sana işkence mi ediyor?”
Anne gülümsemeye çalıştı.
“Ah Bayan Cornelia… Bunu kafama bu kadar taktığım için aptallık ettiğimi biliyorum. Ama bugün ona dayanmakta zorluk çektiğim günlerden biri. Hayatı bize zindan ediyor.”
“Peki neden ona gitmesini söylemiyorsunuz?”
“Bunu yapamayız Bayan Cornelia. En azından ben yapamam. Gilbert da yapmaz. Eğer kendi kanından kendi canından birini kapıya koyarsa aynada kendi yüzüne bakamazmış.”
“Hadi oradan!” dedi Bayan Cornelia zarifçe. “Yeterince parası ve güzel bir evi var zaten. Kendi evinde yaşamasını söylemek neden onu kapıya koymak olsun ki?”
“Biliyorum… Ama Gilbert… Yeterince anladığını sanmıyorum. Çoğu zaman evden uzakta. Bir de… Ufak tefek şeyler bunlar aslında… Utanıyorum…”
“Bilmez miyim canımın içi? Bu ufak tefek şeyler korkunç büyüklükte oluyorlar ve bir erkek, hâliyle anlamıyor bunları. Mary Maria’yı Charlottetown’da çok iyi tanıyan bir kadın biliyorum. Bu kadının hayatı boyunca bir tane bile arkadaşı olmadığını söyledi. İhtiyacın olan tek şey buna daha fazla katlanamayacağını söyleyecek cesareti bulabilmek.”
“Hani rüyanda koşmaya çalışır ama sadece ayağını sürüklersin ya.” dedi Anne dehşete kapılmış vaziyette. “İşte öyle hissediyorum kendimi. Eğer arada bir olsa neyse; ama her gün oluyor. Artık yemek vakitleri korku dolu anlar bizim için. Gilbert artık kızarmış eti kesemediğini söylüyor.”
“Bunu fark etmiş demek.” diye burun kıvırdı Bayan Cornelia.
“Artık yemeklerde doğru dürüst sohbet edemiyoruz. Çünkü ne zaman biri ağzını açacak olsa tatsız bir şey söylüyor. Sürekli çocukları düzeltmeye çalışıyor ve misafirlerin önünde kusurlarını yüzlerine vuruyor. Eskiden yemek vakitleri bizim için çok keyifli geçerdi. Ama şimdi!.. Kahkahaya dayanamıyor. Sen de gülmeyi ne kadar sevdiğimizi biliyorsun. Hep şakalar yaparız. Yani yapardık… Hiçbir şeyi kendi hâline bırakmıyor. Bugün, ‘Gilbert, surat asma. Yoksa Annie ile kavga mı ettiniz?’ dedi. Neden biliyor musun? Sadece sessiz kaldık diye. Gilbert yaşaması gerektiğini düşündüğü bir hastasını kaybettiğinde hep hüzünlenir biliyorsun. Sonra bize bir nutuk çekti ve öfkemizin üzerine güneş batmaması gerektiği konusunda uyardı. Her ne kadar sonrasında bu dediğine çok gülsek de o sırada canımızı sıktı. Susan ile hiç anlaşamıyorlar. Susan’ın da bir köşede kendi kendine söylenmesine mâni olamıyoruz. Bu yaptığı da kabalık aslında. Mary Maria teyze, Walter gibi yalancıyı daha önce hiç görmediğini söylediğinde saatlerce homurdandı Susan. Walter, Di’ye ayın üzerinde bir adamla görüştüğünü ve birbirlerine ne söylediklerini anlattı diye yalancı oldu. Çocuğun ağzını sabunla ovalamak istedi. Bunun üzerine Susan’la çok feci kavga ettiler. Ayrıca çocukların aklına iğrenç fikirler sokup duruyor. Nan’e sürekli yaramazlık yapan bir çocuğun uykusunda öldüğünü söyledi. Artık Nan uyumaya korkuyor. Di’ye her zaman uslu bir kız olursa annesiyle babasının kızıl saçına rağmen onu Nan’i sevdikleri kadar seveceğini söyledi. Bunu duyunca Gilbert çok sinirlendi ve onunla sert konuştu. Bunun üzerine darılıp gideceğini ümit etmekten kendimi alamadım. Her ne kadar bir insanın darıldığı için evimden ayrılacak olması fikrinden nefret etsem de. Ama çocuğumun kocaman mavi gözlerini yaşlarla dolmasına sebep oldu ve kötü bir niyeti olmadığını söyledi. İkizleri eşit derecede sevmediğimizi, Nan’i daha çok tuttuğumuzu, zavallı Di’nin de bunu hissettiğini düşünüyormuş. Bunun üzerine bütün gece ağladı ve ona yanlış yaptığını düşünen Gilbert gidip özür diledi.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lusi-mod-montgomeri/yesilin-kizi-anne-ingleside-69429253/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Seramik köpeklerin isimleri Gog ve Magog. İngilizce’de “God” kelimesi Tanrı anlamına geliyor ve Walter seramik köpeklerin isimlerinin Gog (God) ve Magog (My God) olduğunu zannediyor. (ç.n.)

2
İncil’de en uzun süre yaşadığı iddia edilen insan. (ç.n.)
Yeşilin Kızı Anne: Ingleside Люси Мод Монтгомери
Yeşilin Kızı Anne: Ingleside

Люси Мод Монтгомери

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Anne’in Hayaller Evi’nden sonra Blythe ailesinin yeni durağı sevgiyle büyüdükleri Ingleside’dır. Anne ve Gilbert′ın şimdi diğer çocuklarla türlü maceralara yol açan ve aksiliklere sebep olan beş çocuğu vardır ve burada aileye yeni üyeler katılır. Bu maceralar onları çoğu zaman korkutsa da Blythelar ders çıkarmayı bilirler. Onların macera ve sıkıntılarına bir yenisini eklemeye yemin etmiş olan uzaktan akraba Mary Maria Blythe’ın ziyareti de evdeki düzeni altüst edecektir. Aile için bahar bahçesi olan ev zaman zaman kara bulutlara teslim olacaktır. Anne, tüm bunların üstesinden gelmeye çalışırken yanlış düşüncelere de dalacaktır. "Aynı yaz asla iki kez gelmez… Acı ve mutluluk, ümit ve korku bir de değişim… Her zaman değişim olurdu! Bu kaçınılmazdı. Eskiyi bırakıp yeniye kucak açmak, yeniyi sevmek ve sonra ona da yol vermek gerekiyordu. İlkbahar ne kadar güzel olsa da yaza teslim olmak zorundaydı. Aynı şekilde yaz da kışa mağlup olacaktı. Doğum, düğün ve ölüm…"

  • Добавить отзыв