Avonleali Anne

Avonleali Anne
Lucy Maud Montgomery
Yeşilin Kızı Anne’in devamı olan Avonleali Anne, Anne Shirley'in büyüyüp genç kızlığa eriştiği ve 17 yaşın getirdiği güzellikleri dolu dolu yaşadığı zamanın öyküsüdür.

Lucy Maud Montgomery
Avonleali Anne

Lucy Maud Montgomery, 30 Kasım 1874 tarihinde, Prens Edward Adaları, Clifton’da doğdu. Annesi, daha o bebekken tüberkülozdan hayatını kaybetti. Kendisini annesinin ailesi büyüttü. Babası, onu büyütmesi için büyükannesine emanet ettikten sonra Cavendish’e taşındı. Cavendish’te yaşamaya başlayan Montgomery’nin çocukluğu yalnızlık içinde, hayalî arkadaşlarla geçti. 1890 yılında, burada eğitimini tamamladıktan sonra, babası ve üvey annesiyle yaşamak için Prens Albert şehrine yerleşti.
9 yaşındayken şiirlerini yazmaya ve günlük tutmaya başladı. İlk şiiri yerel gazetelerde yayımlandıktan sonra düzenli olarak kısa yazılar da yazmaya başladı. Charlottetown’daki Prince of Wales Üniversitesine girerek öğretmenlik lisansı aldı. Kısa süreliğine de olsa öğretmenlik yaptı. 1897’den itibaren yazmaya başladığı yüzlerce kısa öykü, haftalık dergilerde yayımlandı.
1908 yılında yayımlanan ilk kitabı Yeşilin Kızı Anne ile büyük bir başarı yakaladı. Yazarı yaşamı boyunca popüler eden Anne karakteri dünyada en çok sevilen kitap kahramanlarından biri oldu. İlk roman ile birlikte bir seri hâline geldi. Yazar hayatı boyunca birçok roman, otobiyografi, kısa hikâye ve şiir yazdı. Toronto’daki evinde 24 Nisan 1942’de hayatını kaybetti.

Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter

BÖLÜM 1
KIZGIN KOMŞU
Uzun boylu, zayıf, “on altı buçuk yaşında”, gri gözleri ciddi bakan ve arkadaşlarının kestane rengi dediği saçlara sahip bir kız, ağustosun olgun bir öğle sonrasında Prens Edward Adası’ndaki bir çiftlik evinin kapısındaki kızıl kum taşından yapılma basamağa oturmuş, Virgil’den çok sayıda mısrayı kararlılıkla tercüme etmeye çalışıyordu.
Ne var ki, mavi sislerin eğimli tarlaları sarmaladığı, hafif rüzgârların kavak ağaçlarına peri misali fısıldadığı ve bir kiraz bahçesinin köşesinde bulunan koyu renkli tazecik köknar kümesini güzellikte gölgede bırakan kızıl gelinciklerin dans ettiği bir ağustos öğleden sonrasına ölü lisanlar değil, hayaller yakışırdı. Kısa süre sonra Virgil, önemsenmeyerek yere kayıverdi. Çenesini kenetlenmiş ellerine dayayan Anne’in gözleri, Bay J. A. Harrison’ın evinin üstüne âdeta koca bir beyaz dağ misali yığılmış pofuduk bulutların görkemli yığınındaydı. Genç kız, bir öğretmenin geleceğin devlet adamlarının kaderini şekillendirdiği, gencecik zihinlere, kalplere yüce ve ulvi emeller için ilham olduğu uzaklarda, tatlı bir hayal âlemindeydi.
Aslına bakarsanız, yani acı gerçeklerle yüzleşecek olursanız… Ki bunu itiraf etmek gerekir, bu da Anne’in mecbur kalmadığı müddetçe pek yapmadığı bir şeydi… Avonlea Okulunda geleceğin meşhurları için pek de gelecek vadeden malzeme yoktu. Ama bir öğretmen tesirini olumlu yönde kullanırsa neler olabileceğini asla tahmin edemezsiniz. Anne’in, eğer bu konuda doğru yönde giderse bir öğretmenin neleri başarabileceğine dair tozpembe idealleri vardı. Ve o anda tatlı bir sahnenin ortasındaydı, kırk yıl geçmiş, ünlü bir kişi… Hangi özelliğinden dolayı ünlü olduğu ise münasip bir belirsizliğe terk edilmişti. Ancak Anne, onun bir üniversite rektörü ya da Kanada başbakanı olmasının güzel olacağını düşündü. Kırışmış ellerine doğru eğilip, içindeki azim ateşini ilk Anne’in tutuşturduğunu ve hayattaki bütün başarısının uzun zaman önce Avonlea Okuluna gittiği sırada aşılandığını söylüyordu. Bu keyifli hayal çok tatsız bir müdahale ile kesintiye uğramıştı.
Ürkek bir Jersey ineği, aceleyle yoldan aşağı iniyordu ve beş saniye sonra Bay Harrison ulaştı. Tabi “ulaşmak” kelimesi bahçeye hücum etme biçimini tanımlamak için fazla nazik kalabilir…
Kapıyı açmayı beklemeden çitten atladı ve hayrete düşmüş Anne’in karşısına öfkeyle çıktı. Genç kız ayağa kalkmış, adama şaşkın gözlerle bakıyordu. Bay Harrison, onların sağ tarafta yaşayan yeni komşusuydu ve adamı bir iki kez gördüğü hâlde onunla daha önce hiç konuşmamıştı.
Bay Robert Bell, Cuthbert hanesinin hemen yanında, batı tarafta bulunan çiftliğini nisan başlarında, Anne Queens’ten dönmeden önce satarak Charlottetown’a taşınmıştı. Bu çiftlik, ismi ve New Brunswickli olması dışında hakkında hiçbir şey bilinmeyen Bay J. A. Harrison tarafından satın alınmıştı. Ancak kendisi Avonlea’de daha bir ay kalmadan tuhaf bir insan olmasıyla nam saldı. “Çatlak” demişti Bayan Rachel Lynde. Bayan Rachel, kendisi ile müşerref olmuşların hatırlayacağı üzere dobra bir hanımefendiydi. Bay Harrison diğer insanlardan kesinlikle farklıydı. Bu da herkesin bildiği üzere çatlak olmanın asli gereğidir.
Evvela çiftliğini kendisine sakladı ve kendi mekânında şapşal kadınları istemediğini aleni bir şekilde bildirdi. Fakat kadınsı Avonlea evine nasıl baktığı ve yemek yapma becerileri hakkında korkunç rivayetler anlatarak intikamını almış bulundu. White Sands’ten küçük John Henry Carter’ı kiraladı ve rivayetleri John Henry başlattı. Bir kere Harrison hanesinde yemekler için belirlenmiş bir saat yoktu. Bay Harrison acıktığında “bir lokma” yerdi ve eğer John Henry yakınlardaysa o da bir parça almak için gelirdi. Diğer türlü John Henry bir sonraki acıkma nöbetine kadar beklemek zorundaydı. John Henry, pazar günü evine dönüp de karnını güzelce doyurmasa ve annesi kendisine pazartesi sabahı götürmek üzere bir sepet “azık” hazırlamasa açlıktan öleceğini üzülerek iddia etti.
Bulaşık yıkamaya gelince, Bay Harrison, yağmurlu bir pazar gelmediği müddetçe bu işi yaparmış gibi görünmekle bile uğraşmazdı. Sonra işe koyulur ve hepsini fıçıdaki yağmur suyu ile yıkadıktan sonra kurumaya bırakırdı.
Denildiği gibi Bay Harrison “içine kapanık” bir insandı. Papaz Bay Allan’ın maaşına katkıda bulunması istendiğinde ilk olarak onun vaazından kaç dolarlık fayda elde edeceğini görmek üzere bekleyeceğini söyledi. Bir şeyi gözü kapalı almayı düşünmezdi. Bayan Lynde, misyonerliklere katkıda bulunmasını istediğinde, bu bahaneyle de evini görecekti, Avonlea’deki kocakarı dedikoducuları arasında bildiği bütün yerlerden daha fazla kâfir olduğunu söyledi ve eğer bu kişileri Hristiyanlaştırma misyonunu üstlenirse seve seve katkıda bulunacağını ekledi. Oradan uzaklaşan Bayan Rachel, eviyle gurur duyan Bayan Robert Bell’in mezarının güvenliğinde olmasının bir lütuf olduğunu çünkü yuvasının hâlini görmenin kadını kahredeceğini söyledi.
“Çünkü mutfak zeminini iki günde bir ovalardı.” dedi Bayan Lynde, Marilla Cuthbert’a öfkeyle. “Hele bir de şimdiki hâlini görsen! Oradan geçerken eteklerimi kaldırmak zorunda kaldım.”
Bir de Bay Harrison’ın Zencefil isminde bir papağanı vardı. Avonlea’deki kimse daha önce evcil hayvan olarak papağan beslememişti. Bunun sonucu olarak bu davranış pek de saygın kabul edilmedi. Hem de ne papağan! Eğer ki John Henry Carter’ın sözüne bakacak olursanız bundan daha fena bir kuş görmek mümkün değildi. Çok kötü küfrediyordu. Bayan Carter, eğer başka bir yer bulabilecek olsa John Henry’i oradan derhâl alacaktı. Ayrıca, kafesin yakınına eğildiği bir sefer John Henry’nin boynunun arkasını ısırmıştı. Zavallı John Henry pazarları eve döndüğünde Bayan Carter, yara izini herkese gösterirdi.
Bay Harrison öfkeden dili tutulmuş vaziyette karşısında dururken Anne’in zihninden şimşek gibi geçen düşünceler işte bunlardı. Bay Harrison’ın en sevimli hâliyle bile yakışıklı olduğu söylenemezdi. Kısa boylu, şişman ve keldi. Yuvarlak yüzü öfkeden mosmor olmuştu ve pörtlek gözleri âdeta başından fırlayacak gibiydi. Anne, onun hayatında gördüğü en çirkin insan olduğunu düşündü.
Bay Harrison bir anda konuşmaya başladı.
“Buna tahammül etmeyeceğim!” diye püskürdü. “Bir gün daha, duyuyor musunuz bayan? Aman aman, bu üçüncü kez oluyor bayan… Üçüncü kez! Sabır artık bir erdem değil bayan. Bir önceki sefer teyzenizi bir daha olmaması konusunda uyarmıştım. Ama o buna izin verdi… O bunu yaptı… Bununla ne kastediyor bilmek isterdim. İşte bu sebepten buradayım bayan!”
“Sorun nedir söyler misiniz?” diye sordu Anne en ağırbaşlı hâliyle. Okulda kullanmaya alışmak için bunu sık sık yapıyordu. Ancak öfkeli J. A. Harrison’a tesir etmiş gibi görünmüyordu.
“Sorun, öyle mi? Aman aman, yeteri kadar sorundur herhâlde. Sorun şu ki Bayan, teyzenizin Jersey ineğini bir kez daha yulaf tarlamda buldum. Üstelik üçüncü kez! Geçen salı otlağımdaydı, dün de. Buraya teyzenize buna bir daha müsaade etmemesini söylemeye geldim. Teyzeniz nerede bayan? Haddini bildirmek için kendisini bir dakikalığına görmek istiyorum. J. A. Harrison had bildirecek bayan.”
“Eğer Bayan Marilla Cuthbert’tan söz ediyorsanız kendisi benim teyzem değil ve East Grafton’a çok hasta bir uzak akrabasını görmeye gitti.” dedi Anne, sarf ettiği her bir söz ile beraber ağırbaşlılığı artıyordu. “İneğim otlağınıza zorla girdiği için üzgünüm. Kendisi benim ineğim, Bayan Cuthbert’ın değil. Matthew onu bana üç yıl önce bir yavruyken vermişti ve onu Bay Bell’den satın almıştı.”
“Üzgünsünüz öyle mi bayan? Üzgün olmak işleri düzeltmeyecek. Gidip hayvanınızın ahırımda yarattığı hasara bakın. Samanlarımı ortasından kenarına kadar tepelemiş bayan.”
“Çok üzgünüm!” diye tekrar etti Anne sertçe. “Ama belki de çitlerinizi daha sağlam durumda tutsaydınız Dolly içeri zorla dalmayabilirdi. Sizin yulaf tarlanızı bizim çayırdan ayıran çitler sizin tarafınızda ve geçen gün iyi durumda olmadıklarını gördüm.”
“Çitlerim yeterince iyi!” diye parladı Bay Harrison. Bu savaşı düşman arazisine taşıyor olmak onu daha çok öfkelendirmişti. “Böylesi bir iblis ineği hapishane parmaklıkları bile zapt edemez ve sana diyorum ki kırmızı kafalı süprüntü, eğer inek dediğin gibi seninse onun başka insanların yulaf tarlalarına dalmasını engelleyecek şekilde gözlemlemek oturup sarı kapaklı romanları okumaktan daha iyidir.” Anne’in ayaklarının dibindeki taba rengi masum Virgil’e sert bir bakış atmıştı.
O sırada kızıl olan tek şey Anne’in saçları değildi ki bu her zaman genç kızın hassas noktası olmuştur.
“Kulaklarımın dibinde bir perçem saç dışında kel olmaktansa kızıl saçlı olmayı tercih ederim!” diye patladı Anne.
Barut patladı. Bay Harrison kel kafası hakkında çok ama çok hassastı. Öfkesi bir kez daha onu boğar gibi oldu. Anne konuşmadan öylece bakıyordu. Genç kız öfkesini yenmiş ve öne geçmişti.
“Sizi anlayabilirim Bay Harrison çünkü benim bir hayal gücüm var. Tarlanızda bir inek bulmanın ne kadar zor olduğunu kolayca düşünebilirim ve söylediklerinizden dolayı size karşı herhangi bir olumsuz duygu beslemeyeceğim. Dolly’nin bir daha tarlanıza dalmayacağına dair söz veriyorum. Bu hususta size şeref sözü veriyorum.”
“Neyse, dikkat et de dalmasın.” diye söylendi Bay Harrison bir miktar bastırılmış bir tonda. Ancak oradan âdeta tepinerek uzaklaştığında o kadar sinirliydi ki Anne, duyma mesafesinden uzaklaşıncaya kadar kendi kendine homurdandığını işitti.
Kafası bozulan Anne bahçeden geçti ve yaramaz Jersey’i süt sağma ağılına kapattı.
“Çiti yıkmadığı müddetçe oradan geçemez.” diye düşündü. “Şu anda oldukça sakin görünüyor. O yulaflar midesini bulandırdı galiba. Bay Shearer geçen hafta onu satın almak istediğinde keşke satsaydım. Ancak hayvanların hepsini satacağımız müzayedeyi bekleyip hepsini birlikte yollamanın iyi olacağını düşündüm. Bay Harrison’ın ‘kaçık’ olduğu doğru galiba. Onda kafa dengi olacak hiçbir özellik olmadığı kesin.”
Anne’in kafa denkleri konusunda gözü açıktı.
Anne evden dönerken Marilla Cuthbert bahçeye doğru sürüyordu atı, daha sonra genç kız çay yapmak için içeri fırladı. Konuyu çay içerken konuştular.
“Müzayede bitince rahatlayacağım.” dedi Marilla. “Kaypak Martin dışında sürüye bakacak kimse yokken bu kadar çok hayvanın olması çok büyük sorumluluk. Baksana hâlâ geri dönmedi. Hâlbuki teyzesinin cenazesine gitmesi için bir gün izin verirsem geri döneceğine söz vermişti. Kaç tane teyzesi olduğundan emin değilim. Geçen sene onu tuttuğumuzdan beri ölen dördüncü teyze bu. Hasat zamanı gelip de Bay Barry çiftliği devraldığında çok minnettar olacağım. Martin gelinceye kadar Dolly’i ağılda kapalı tutmak zorundayız. Hayvanı arka çayırda tutmak ve çitleri de onarmak lazım. Rachel’ın da dediği gibi bir dünya çile. Zavallı Mary Keith ölüyor ve o iki çocuğuna ne olacağını bilemiyorum. British Columbia’daki erkek kardeşine çocuklarla ilgili mektup yazmış ama henüz cevap gelmemiş.”
“Çocukların durumu ne? Kaç yaşındalar?”
“Altı gibi… İkizler.”
“Ah, Bayan Hammond’ın çok sayıda ikizi olduğundan ikizlere özel bir ilgim var.” dedi Anne hevesle. “Güzeller mi?”
“Aman Tanrı’m, anlayamıyorsun ki… Çok kirlilerdi. Davy dışarıda çamur pastası yapıyordu ve Dora onu çağırmaya çıktı. Davy kızın kafasını en büyük çamur pastasına soktu sonra kardeşi ağlayınca kendi kafasını da soktu, çamurda debelendi ve ağlayacak bir şey olmadığını göstermiş oldu. Mary, Dora’nın çok uslu bir çocuk olduğunu söylüyor ama o Davy çok yaramazmış. Hiçbir şekilde terbiye edilmediği söylenebilir. Babası bebekken ölmüş ve Mary o zamandan beri hastaymış.”
“Terbiye edilmeyen çocuklar için hep üzülmüşümdür.” dedi Anne ciddiyetle. “Sen elimden tutuncaya kadar ben de hiç terbiye görmemiştim biliyorsun. Umarım amcaları onlara bakar. Bayan Keith ile akrabalığın nedir?”
“Mary ile mi? Bu dünyada yok. Kocası akrabamızdı. Üçüncü dereceden kuzenimizdi. Bayan Lynde geliyor. Sanırım Mary’den haber almak istiyor.”
“Ona Bay Harrison ve inekten bahsetme.” diye rica etti Anne.
Marilla söz verse de buna gerek yoktu. Çünkü Bayan Lynde oturur oturmaz şöyle dedi:
“Bugün Carmody’den dönerken Bay Harrison’ı sizin Jersey’i yulaf tarlasından kovalarken gördüm. Oldukça öfkeli gibiydi. Fazla hırgür çıkardı mı?”
Anne ve Marilla, gizlice birbirlerine gülümsediler. Bayan Lynde’den hiçbir şey kaçmazdı Avonlea’de. Anne daha o sabah şöyle demişti:
“Eğer gece ortasında odana girer, kapını kilitler, perdeyi çeker ve hapşırırsan Bayan Lynde ertesi günü soğuk algınlığının ne âlemde olduğunu sorar.”
“Galiba çıkardı.” dedi Marilla. “Ben yoktum. Anne’e haddini bildirmiş.”
“Çok nahoş bir adam olduğunu düşünüyorum.” dedi Anne kızıl saçlarını içerlemiş hâlde savururken.”
“Çok doğru dedin.” dedi Bayan Rachel ciddi bir şekilde. “Bay Robert Bell hanesini New Brunswickli bir adama sattığında bela çıkacağını biliyordum, o kadar. Avonlea’nin ne hâle düştüğünü bilemiyorum. Çok sayıda tuhaf insan geliyor. Yakında yataklarımızda uyumak bile güvenli olmayacak.”
“Ne oldu? Başka hangi yabancılar geliyorlar?” diye sordu Marilla.
“Duymadın mı? Donnell ailesi var mesela. Peter Sloane’ın eski evini kiralamışlar. Peter adamı değirmeni için tutmuş. Güneyden geliyorlar ve kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor. Sonra o sünepe Timothy Cotton ailesi var, White Sands’ten buraya taşınacak ve herkese yük olacaklar. Çalmadığı zamanlarda tüketmekle meşgul. Sonra o mıymıntı karısı bir işin ucundan tutmaz. Bulaşıklarını bile oturarak yıkar. Bayan George Pye, eşinin yetim yeğeni Anthony Pye’ı aldı. Senin okuluna gelecek Anne, yani başına bela gelebilir, o kadar. Bir tane daha tuhaf öğrencin olacak hem. Paul Irving, Birleşik Devletler’den buraya büyükannesi ile yaşamaya geliyor. Babasını hatırlarsın Marilla… Stephen Irving, hani Grafton’da Lavendar Lewis’i terk eden var ya.”
“Terk ettiğini zannetmiyorum. Kavga ettiler. Sanırım iki tarafta da suç var.”
“Her neyse, kızla evlenmedi ve o da o zamandan beri bir tuhafmış dediklerine göre. Echo Lodge dediği küçük bir taş evde tek başına yaşıyormuş. Sonra Stephen, Birleşik Devletler’e gitmiş ve amcasıyla bir iş kurup Yankee’nin[1 - ABD’de güneylilerin kuzeylilere taktığı lakap. (ç.n.)] tekiyle evlenmiş. O zamandan beri de eve dönmemiş. Gerçi annesi onu görmek için birkaç kez gitmiş. Eşi iki yıl önce ölmüş. Şimdi de oğlunu kısa bir süreliğine annesinin yanına yolluyor. Kendisi on yaşında ve makbul bir öğrenci olacağını zannetmiyorum. Şu Yankeeleri anlamak pek mümkün değil.”
Bayan Lynde, Prens Edward Adası dışında doğma ya da büyüme talihsizliğini tecrübe etmiş herkese, “Nasıra’dan iyi bir şey çıkabilir mi?”[2 - Yuhanna İncili 1:46. (ç.n.)] tavrıyla yüksekten bakardı. Elbette iyi insanlar olabilirlerdi ancak bundan şüpheye düşerseniz ihtiyatlı davranmış olurdunuz. “Yankeelere” karşı ise özel bir ön yargısı vardı. Kocası bir zamanlar Boston’da çalışırken bir işveren tarafından on dolar dolandırılmıştı ve ne melekler ne devlet başkanları ne de hiçbir güç Bayan Rachel’ı bundan bütün Birleşik Devletler’in sorumlu tutulamayacağına ikna edemezdi.
“Bir parça taze kan Avonlea’ye kötü gelmez.” dedi Marilla kuru kuru. “Hem çocuk azıcık bile babasına benziyorsa eğer fena değildir. Her ne kadar bazı insanlar kibirli olduğunu söyleseler de Steve Irving bu taraflarda yetişmiş en iyi oğlandı. Bayan Irving çocuğu aldığına memnun olacaktır. Kocası öldüğünden beri bayağı yalnızdı.”
“Çocuk iyi olabilir ama Avonlea çocuklarından farklı olacaktır.” dedi Bayan Rachel, sanki bu konuya açıklık getirecekmiş gibi. Bayan Rachel’ın herhangi bir kişi, mekân ya da nesne hakkındaki fikirleri dikkatli olunması gerektiği yönündeydi. “Köy Geliştirme Topluluğu kurulacağı ile ilgili duyduklarım da ne Anne?”
“Geçen münazara kulübünde bu konu hakkında bazı kızlarla konuşuyordum…” dedi Anne kızararak. “Bunun iyi olacağını söylediler. Bay ve Bayan Allan da aynısını söyledi. Artık çok sayıdaki köyde var bunlardan.”
“Neyse başına iş alırsın. En iyisi bırakmak Anne, o kadar. İnsanlar geliştirilmekten hoşlanmazlar.”
“Biz insanları geliştirmeye çalışmayacağız. Avonlea’yi geliştirmeye çalışacağız. Burayı güzelleştirmek için yapılabilecek çok sayıda şey var. Örneğin eğer Bay Levi Boulter’ı çiftliğinin yukarı kısmındaki o korkunç eski evi yıkmaya ikna edersek bu bir gelişme olmaz mı?”
“Kesinlikle olur.” diye itiraf etti Bayan Rachel. “O eski harabe yıllardır göz zevkimizi bozuyor. Ancak siz ‘Geliştirmeciler’ eğer Levi Boulter’ı para almadan kamu için bir şey yapmaya ikna ederseniz bu sürece şahit olmak için yanınızda durabilir miyim? Şevkinizi kırmak istemiyorum Anne, çünkü fikirlerinizde olumlu şeyler olabilir. Her ne kadar bu fikirleri o çöp Yankee dergilerin birinden aldığınızı düşünsem de. Ancak okul seni yeterince meşgul edecektir ve bir arkadaş olarak geliştirmelerle kafanı yormamanı tavsiye ederim, o kadar. Ama eğer kafana koyarsan bunu yapacağını biliyorum. Bir şekilde her işin sonunu getirmeyi başarıyorsun.”
Anne’in dudaklarının sert hatlarındaki bir şey, Bayan Rachel’ın bu tahmininde çok da hatalı olmadığını anlatıyordu kadına. Anne, Geliştirme Topluluğu’nu kurmaya çok istekliydi. White Sands’te öğretmenlik yapıp cumadan pazartesine evde olacak Gilbert Blythe da bu konuda hevesliydi. Diğer kişilerin çoğu da arada bir toplanmayı ve bunun sonucu olarak eğlenmeyi getirecek her işin içine girmeye isteklilerdi. “Geliştirmeler” ise Anne ve Gilbert dışında kimsenin net bir fikre sahip olduğu bir konu değildi. Kafalarında ideal bir Avonlea, başka bir yer olmasa bile, yaratıncaya dek konuşup planlar yapmışlardı.
Bayan Rachel’ın onlar için bir haberi daha vardı.
“Carmody Okulunu, Priscilla Grant isimli birine vermişler. Sen bu isimde bir kızla Queens’e gitmemiş miydin Anne?”
“Evet, Priscilla Carmody’de öğretmenlik yapacak! Ne kadar da güzel!” diye haykırdı Anne. Anne’in gri gözleri akşam yıldızlarına benzeyince dek ışıldamaya başladı. Bu durum Bayan Lynde’i, Anne Shirley’in güzel bir kız olup olmadığı konusunda net bir karara varıp varamayacağı üzerine bir kez daha düşünmeye itti.

BÖLÜM 2
ACELEYLE SATMAK VE PİŞMAN OLMAK
Ertesi gün öğleden sonra Anne, yanına Diana Barry’i de alarak Carmody’e doğru bir alışveriş seyahatine çıktı. Hâliyle, Geliştirme Topluluğu’nun yeminli üyesi olan Diana ile gidiş ve dönüş yolculuğunda bu konu dışında pek bir şey konuşmadılar.
“Bu işe başladığımızda yapacağımız ilk şey şu binayı boyatmak olmalı.” dedi Diana, Avonlea binasının yanından geçerlerken. Ağaçlı bir çukurun üzerine inşa edilmiş yıkık dökük bu binanın dört bir tarafı ladin ağaçlarıyla çevrelenmişti. “Rezil görünümlü bir yer ve Bay Levi Boulter’ı evini yıkmaya ikna etmeden önce burayla ilgilenmeliyiz. Babam bu işi asla başaramayacağımızı söylüyor. Levi Boulter bu iş için gereken zamanı harcayamayacak kadar cimriymiş.”
“Eğer, oğlanlar tahta döşemeleri taşıyıp onun için çıra yapmak üzere parçalara ayıracaklarına söz verirlerse belki binayı yıkmalarına izin verir.” dedi Anne ümitle. “Elimizden geleni yapmalıyız ve ilk başlarda yavaş hareket etsek de bundan memnun olmalıyız. Her şeyi bir anda geliştirmeyi beklememiz söz konusu olamaz. İlk önce kamu hassasiyetini eğitmeliyiz tabii ki.”
Diana, kamu hassasiyetini eğitmenin ne anlama geldiğinden tam olarak emin olmasa da bu ifade kulağa hoş geliyordu. Böyle bir hedefe sahip bir topluluğa üye olacağı için oldukça gururluydu.
“Dün gece yapabileceğimiz bir şey düşündüm Anne. Carmody, Newbridge ve White Sands’in birleştiği üç köşeli toprak parçasını biliyorsundur. O toprak parçası ladin fidanlarıyla dolu. Sence de onları temizlesek ve sadece üzerindeki iki üç tane huş ağacını bıraksak güzel olmaz mı?”
“Muhteşem olur!” dedi Anne neşeyle. “Huş ağaçlarının altına da basit bir bank koyarız. Bahar geldiğinde tam ortasına çiçek tarlası yapar, sardunyalar dikeriz.
“Evet, ama yaşlı Bayan Hiram Sloane’ın ineğini yoldan çekmesini sağlayacak bir yöntem bulmamız gerek. Yoksa sardunyaları yer.” dedi Diana gülerek. “Kamu hassasiyeti derken ne demek istediğini anlamaya başlıyorum Anne. Şu anda eski Boulter evi var. Böylesi bir kuş tüneğini daha önce görmüş müydün? Üstelik yolun çok yakınına dikilmiş. Penceresiz eski bir ev gözleri oyulmuş ölü bir şeyi çağrıştırıyor bana hep.”
“Eski ve metruk bir ev oldukça hüzünlü bir görüntü bence.” dedi Anne hülyalı bir şekilde. “Bana her zaman bu yerin geçmişini düşündürüyor ve eski zamanlardaki neşesine hüzünlenmeme sebep oluyor. Marilla, o eski evde uzun zaman önce geniş bir ailenin yaşadığını ve o evin oldukça güzel olduğunu söylüyor. Hoş bir bahçe ve dört bir yana yayılmış güllerden bahsediyor. Küçük çocuklar, kahkahalar ve şarkılarla doluymuş. Ama şimdi bomboş ve rüzgâr dışında hiç kimse uğramıyor. Ne kadar da yalnız ve hüzünlü hissediyordur kim bilir! Belki de ay ışığının aydınlattığı gecelerde dönüyorlardır. Uzun zaman önce yaşayan çocukların, güllerin ve şarkıların hayaletleri… Böyle zamanlarda yeniden genç ve neşeli olduğunu hayal ediyordur ev belki de.”
Diana kafasını salladı.
“Ben artık mekânlarla ilgili böyle düşüncelere kapılmıyorum Anne. Lanetli Koru’da hayaletler olduğunu hayal ettiğimiz zaman annemin ve Marilla’nın ne kadar kızdığını hatırlamıyor musun yoksa? Şimdilerde bile o çalılıktan karanlık çöktükten sonra rahatça geçemiyorum. Eğer eski Boulter evi hakkında da benzer şeyler hayal etmeye başlarsam oradan geçmeye de korkarım. Ayrıca o çocuklar ölmediler. Hepsi de büyüdü ve iyiler. İçlerinden biri kasap oldu. Ayrıca çiçeklerin ve şarkıların hayaleti olamaz zaten.”
Anne küçük bir iç çekişi bastırdı. Diana’yı çok seviyordu ve her zaman iyi dost olmuşlardı. Ancak hayal âleminde gezinmeye başladığında yalnız devam etmesi gerektiğini uzun zaman önce öğrenmişti. Bu yere, en sevgili dostun bile arkasından gelemeyeceği büyülü bir patikadan gidiliyordu.
Kızlar Carmody’deyken şimşek yağmuru başlasa da uzun sürmedi. Ağaç dallarında yağmur damlalarının yıldız misali parladığı ve sırılsıklam olmuş eğrelti otlarının baharatlı kokularını yaydığı küçük yapraklı vadilerden geçerek yaptıkları eve dönüş yolculuğu keyifliydi. Ancak tam da Cuthbert yoluna döndükleri sırada Anne, karşısındaki manzaranın güzelliğini bozan bir şey gördü.
Karşılarında, sağ tarafta Bay Harrison’ın engin, gri-yeşil, geçkin, ıslak ve bereketli yulaf tarlası uzanıyordu. Ve tarlanın tam ortasında, bereketli filizlerin arasında sakince oturup onlara göz kırpan bir Jersey ineği vardı!
Anne, dizginleri bıraktı ve dudaklarını ısırarak ayağa kalktı. Bu durum işgalci dört ayaklı için iyi şeyler olmayacağı anlamına geliyordu. Tek kelime etmedi, çabucak aşağı atladı ve Diana daha ne olduğunu anlayamadan çitlerden fırladı.
“Anne, geri dön!” diye haykırdı Diana kendini toparlar toparlamaz. “Islak tarlada elbiseni mahvedeceksin. Beni duymuyor bile! Neyse, o ineği tek başına çıkaramaz. Gidip ona yardım etmeliyim.”
Anne, hücum edercesine tarlanın arasından geçerken delirmiş gibiydi. Çabucak arabadan atlayan Diana, atı bir direğe bağladı. Pötikare desenli güzelim elbisesinin eteğini omzunun üzerine kaldırıp çitten atladı ve telaştan deliye dönmüş arkadaşının peşinden gitti. Sırılsıklam eteği üzerine yapışan Anne’den daha hızlı koşabiliyordu. Arkalarında görmesi hâlinde Bay Harrison’ın canını sıkacak bir iz bırakmışlardı.
“Anne, Tanrı aşkına dur!” dedi zavallı Diana nefes nefese. “Nefesim kesildi ve iliklerime kadar ıslandım.”
“O… İneği… Bay Harrison… Görmeden… Çıkarmam lazım.” dedi Anne soluk soluğa. “Boğulsam da… Umurumda değil… Bunu yapmamız lazım…”
Ancak Jersey ineği, keyifli otlanma alanından itilip kakılmasını gerektiren bir sebep göremiyor gibiydi. Nefes nefese kalmış iki kız yanına yaklaştığında derhâl döndü ve tarlanın karşı köşesine doğru fırladı.
“Yolunu kes!” diye bağırdı Anne. “Koş Diana koş!”
Diana koştu, Anne de koşmaya çalıştı. Ancak o hayırsız Jersey, âdeta içine cin kaçmışçasına tarlada dolanmaya başladı. Diana, gizliden gizliye hayvana bir şeylerin musallat olduğunu düşünüyordu. Önünü kesip Cuthbert yolunun köşe boşluğuna doğru sıkıştırmaları tam on dakikalarını aldı.
O an için Anne’in öfkeli olduğu tartışılmaz bir durumdu. İçinde Carmodyli Bay Shearer ile oğlunun yüzlerinde koca bir gülümseme ile oturduğu at arabasının yolun az ötesinde durduğunu görmek de hâliyle onu sakinleştirmedi.
“Herhâlde o ineği geçen hafta satın almak istediğimde satmadığına pişman olmuşsundur Anne.” diye kıkırdadı Bay Shearer.
“Eğer isterseniz onu size şimdi satabilirim.” dedi ineğin kızarmış ve üstü başı dağılmış sahibi. “Onu şu dakika alabilirsiniz.”
“Olur. Daha önce de teklif ettiğim gibi bir yirmilik veririm ona. Jim de Carmody’e götürür. Bu akşam diğer sevkiyatla beraber kente gider. Brightonlı Bay Reed bir Jersey ineği istiyordu.”
Beş dakika sonra Jim Shearer ve Jersey ineği yoldan yukarı doğru ilerliyorlardı. Fevri davranan Anne ise elindeki yirmi dolarla Green Gables yoluna doğru sürüyordu at arabasını.
“Marilla bu işe ne diyecek?” diye sordu Diana.
“Umurunda bile olmaz ki. Dolly bana aitti. Zaten müzayedede yirmi dolardan fazla getirmez. Ama eğer Bay Harrison tarlanın hâlini görürse, bunun bir daha olmasına müsaade etmeyeceğime dair şeref sözü verdiğim hâlde Dolly’nin orada olduğunu anlar. Neyse, bu bana ineklerle ilgili şeref sözü vermeme hususunda bir ders olsun. Süt ağılını atlayarak ya da kırarak geçebilen bir ineğe güven olmazdı zaten.”
Bayan Lynde’e uğrayan Marilla, Dolly’nin satış ve transferi hakkında bilgi sahibiydi. Çünkü Bayan Lynde, bütün alım satım işlemlerini pencereden görmüş, geri kalanını da tahmin etmişti.
“Galiba gitmesi iyi oldu. Gerçi her işte burnunun dikine gidiyorsun ya. Ağıldan nasıl çıktığını anlayamadım doğrusu. Tahtaları kırmış olmalı.”
“Bakmayı akıl edemedim.” dedi Anne. “Ama şimdi gidip bakacağım. Martin hâlâ gelmedi. Belki birkaç teyzesi daha ölmüştür. Galiba bu Peter Sloane ve ‘kelli felli’ gibi bir şey. Geçen akşam Bayan Sloane gazete okuyordu ve Bay Sloane’a şöyle dedi: ‘Burada kelli felli bir kişinin daha öldüğünü görüyorum. Kelli felli ne demek Peter? Bay Sloane da bilmediğini söyledi ama muhtemelen çok hasta canlılardır. Ölünceye kadar onlarla ilgili bir şey duymak mümkün değil. Martin’in teyzelerinde de böyle bir durum söz konusu.”
“Martin de tıpkı o Fransızlar gibi işte.” dedi Marilla tiksinerek. “Onlara bir gün bile güvenilmez.” Çiftlik bahçesinden tiz bir çığlık geldiği sırada Marilla, Anne’in Carmody’den aldıklarına bakıyordu. Bir dakika sonra Anne ellerini kavuşturmuş vaziyette mutfağa fırladı.
“Anne Shirley ne oldu şimdi?”
“Şimdi ben ne yapacağım Marilla? Korkunç bir şey… Hepsi de benim hatam. Pervasızca hareket etmeden önce durup düşünmeyi öğrenemeyecek miyim ben? Bayan Lynde bana her zaman bir gün korkunç bir şey yapacağımı söylerdi ve şimdi o şeyi yapmış bulunuyorum.”
“Anne, sen insanı çileden çıkarırsın! Şimdi ne yaptın?”
“Bay Harrison’ın Jersey ineğini sattım… Bay Bell’den aldığım ineği… Bay Shearar’a sattım. Dolly şu anda süt sağma ağılında.”
“Anne, hayal mi görüyorsun yoksa?”
“Keşke görseydim. Bunda hayal edilecek bir şey yok. Zaten kâbus gibi bir şey. Bay Harrison’ın ineği şu anda Charlottetown’da. Tam da başımı belaya sokma işini bıraktığımı düşünüyordum ki hayatımdaki en büyük belayı yaşıyorum. Ne yapacağım şimdi?”
“Ne mi yapacaksın? Konuyla ilgili Bay Harrison ile görüşmek dışında yapılacak bir şey yok yavrum. Eğer parayı kabul etmezse ona kendi Jersey ineğimizi teklif ederiz. Bizim inek de onunki kadar iyi.”
“Buna çok feci kızacağına ve huysuzluk edeceğine eminim.” diye inledi Anne.
“Öyle olacak galiba. Asabi birine benziyor. Eğer istersen ben gideyim açıklayayım.”
“Yok. Ben o kadar kötü bir insan değilim!” diye haykırdı Anne. “Bu tamamen benim hatam ve benim cezamı çekmene müsaade etmem. Ben kendim, derhâl gideceğim yanına. Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi olur. Çünkü bu, utanç verici bir tecrübe olacaktır.”
Zavallı Anne şapkasını ve yirmi dolarını alıp giderken gözü, kapısı açık kiler dolabına takıldı. Masanın üzerinde o sabah yaptığı bir cevizli kek duruyordu. Özel bir lezzete sahip bu kekin üzeri pembe krema ile kaplıydı ve cevizlerle süslenmişti. Anne bu keki, Avonlea gençlerinin Geliştirme Topluluğu’nu düzenlemek üzere Green Gables’ta bir araya geleceği cuma akşamı için saklıyordu. Fakat öfkesinde haklı olan Bay Harrison ile kıyaslandığında onların pek bir önemi yoktu o an için. Anne kekin herhangi bir adamın kalbini yumuşatacağını düşünüyordu. Özellikle de kendi yemeğini yapmak zorunda olan bir adamın… Böylece keki bir kutuya yerleştirdi. Barışma hediyesi olarak Bay Harrison’a götürecekti.
“Tabii bana konuşma fırsatı verirse…” diye düşündü üzgün bir şekilde, yolu ayıran çitlerden atlayıp tarlalardan geçerek yolu kısalttığı o rüya gibi ağustos akşamının altın ışıklarında. “İdama götürülen insanların nasıl hissettiklerini şu anda çok iyi anlayabiliyorum.”

BÖLÜM 3
BAY HARRISON’IN EVİNDE
Bay Harrison’ın evi, sık bir ladin korusunun karşısında, alçak saçaklı, kireç badanalı eski usul bir yapıydı.
Bay Harrison, sarmaşıkların gölgelediği verandasında oturmuş, üzerinde gömleği akşam piposunun keyfini çıkarıyordu. Yoldan kimin geldiğini anladığı anda derhâl ayağa kalkıp evine fırladı ve kapıyı kapattı. Bunun sebebi rahatsız edici bir şaşkınlık hissiydi. Bir önceki günün öfke patlamasının getirdiği mahcubiyetin de hatırı sayılır bir katkısı vardı bu hareketinde. Fakat bu durum Anne’in kalbindeki geri kalan cesaret kırıntısını da süpürmüştü.
“Şu anda çok öfkeliyse acaba yaptığımı öğrenince neye dönüşecek?” diye perişan hâlde düşünüyordu Anne, kapıya vurduğu sırada.
Kapıyı açan Bay Harrison’ın yüzünde ürkek bir gülümseme vardı. Yumuşak ama dostane, bir miktar da gerginlik barındıran bir ses tonu ile genç kızı içeri davet etti. Piposunu kenara koyup ceketini giydi. Sonra aşırı tozlu bir koltuğa oturmaya davet etti genç kızı. Bu kabul yeterince nazik olabilirdi. Tabii kafesinin parmaklıkları arasından altın gözleriyle haince bakan ispiyoncu papağan olmasaydı… Anne oturur oturmaz Zencefil şöyle bağırdı:
“Aman aman, bu kızıl kafalı süprüntü buraya neden geliyor acaba?”
Bay Harrison’ın mı yoksa Anne’in mi yüzünün daha çok kızardığını kestirmek güçtü.
“Sen o papağana aldırma.” dedi Bay Harrison, Zencefil’e öfke dolu bir bakış atarken. “Hep saçma sapan şeyler söyler. Onu denizci olan kardeşimden almıştım. Denizciler de pek münasip dille konuşmazlar. Papağanlar da çok taklitçi kuşlardır.”
“Öyledir herhâlde.” dedi zavallı Anne. Neden oraya gittiğini hatırlamış, gücenikliğini bastırmıştı. Eğer bir adamın Jersey ineğini bilgisi ve rızası olmadan düşüncesizce satıvermişseniz papağanının tatsız şeyler söylemesine aldırmamanız gerekir. Neyse, “kızıl kafalı süprüntü” normal zamanlarda olduğundan daha uysaldı.
“Size bir şey itiraf etmeye geldim Bay Harrison.” dedi kararlılıkla. “Şey… Jersey ineği ile ilgili.”
“Aman aman!” diye haykırdı Bay Harrison gergince. “Gene mi daldı tarlama? Neyse boşver, önemli değil. Fark etmez zaten, hiç sorun değil. Dün fazla aceleci davrandım. Tarlaya girdiyse de sorun değil.”
“Ah, keşke öyle olsaydı!” diye iç çekti Anne. “Ama on kat daha kötüsü oldu. Ben…”
“Aman aman, buğday tarlama mı girdi yani?”
“Hayır, hayır… Buğdaya değil. Ama…”
“O zaman lahana tarlama girdi demek ki! Benim panayır için yetiştirdiğim lahana tarlama daldı.”
“Lahanalar da değil Bay Harrison. Size her şeyi anlatacağım. Bunun için geldim zaten. Ama lütfen sözümü kesmeyin. Siz sözümü kesince geriliyorum. Müsaade edin ne olduğunu anlatayım ve bitirinceye kadar bir şey söylemeyin… Sonra çok şey söyleyeceğinizden şüphem yok.” diyerek sözlerini tamamladı. Son cümleyi sadece aklından geçirmişti.
“Tek kelime daha etmeyeceğim.” diyen Bay Harrison dediğini yaptı. Ancak Zencefil’i bağlayan herhangi bir sözleşme hükmü yoktu ve pat pat konuşmaya devam etti. Aralıklı olarak “kızıl kafalı süprüntü” demeye devam etti. Ta ki Anne delirir gibi oluncaya dek.
“Dün Jersey ineğimi ağılımıza kapatmıştım. Bu sabah Carmody’e gittim. Döndüğümdeyse yulaf tarlanızda bir Jersey ineği gördüm. Diana ile birlikte onu oradan kovalayarak çıkardık. Ne kadar zorlandığımızı tahmin bile edemezsiniz. Sırılsıklam olmuştum, yorgun ve sinirliydim. Tam o sırada Bay Shearer geldi ve ineği almayı teklif etti. Orada öylece yirmi dolara sattım ineği. Yanlış yaptım. Tabii ki beklemeli ve Marilla’ya danışmalıydım. Ancak düşünmeden iş yapmak gibi kötü bir huyum var. Beni tanıyan herkes bunu söyleyecektir size. Bay Shearer derhâl ineği aldı ve akşamüstü treniyle yolladı.”
“Kızıl kafalı süprüntü!” dedi Zencefil, derin bir küçümseme içeren bir tonda.
O sırada Bay Harrison, papağan dışında herhangi bir kuşu dehşete düşürecek bir yüz ifadesiyle ayağa kalktı ve Zencefil’in kafesini yan odaya koyup kapıyı kapattı. Zencefil, çığlık atıp küfretti ve namının hakkını verdi. Ancak yalnız bırakıldığını anladığı anda somurtkan bir sükûnete gömüldü.
“Kusuruma bakma ve devam et.” dedi tekrar oturan Bay Harrison. “Denizci kardeşim bu kuşa hiç terbiye vermemiş.”
“Eve gittim ve çaydan sonra süt ağılına uğradım. Bay Harrison…” Anne öne doğru eğildi, bilindik çocukça hareketiyle ellerini birleştirip Bay Harrison’ın mahcup yüzüne gri gözleriyle yalvarırcasına baktı. “İneğimin hâlâ ağılda kapalı olduğunu gördüm. Bay Shearer’a sattığım sizin ineğinizdi.”
“Aman aman!” diye haykırdı Bay Harrison. Bu beklenmedik netice karşısında müthiş şaşırmıştı. “Ne kadar da sıra dışı bir şey!”
“Kendimin ve başkalarının başını belaya sokmam kesinlikle sıra dışı bir şey değil.” dedi Anne üzülerek. “Bununla tanınırım. Bu yaşımda bunu aşmış olmam gerekirdi. Gelecek mart on yedi olacağım. Ama galiba değişmemişim. Beni affedeceğinizi ümit etmek büyük bir temenni olur muydu Bay Harrison? İneğinizi geri almak için artık çok geç maalesef. Ama parası burada. Ya da isterseniz benim ineğimi alabilirsiniz. Kendisi iyi bir inektir. Olanlardan dolayı ne kadar üzüldüğümü anlatamam.”
“Hay aksi!” dedi Bay Harrison çabucak. “Tek kelime daha etmeyin bayan. Eğer bir anlamı olmayacaksa. Bir anlamı ya da sonucu olmayacaksa. Bazen kazalar olur. Ben kendim de bazen çok aceleci oluyorum bayan, çok aceleci hem de. Ama düşündüğümü söylemeden edemiyorum ve insanlar beni böyle kabul etmeliler. Eğer o inek lahanalarımın arasına girmiş olsaydı… Neyse boş ver, girmedi ve sorun yok. Sanırım bunun karşılığında sizin ineğinizi almak isterim. Madem ondan kurtulmak istiyorsunuz.”
“Çok teşekkür ederim Bay Harrison. Kızmadığınıza sevindim. Bundan korkuyordum çünkü.”
“Dün çıkardığım yaygaradan sonra buraya gelip bana bunu söylemekten ölümüne korkuyordun zannedersem. Ama bana aldırmamalısın. Ben korkunç derecede dobra yaşlı bir adamım hepsi bu. Birazcık çirkin de olsa hep doğruyu konuşmaya meyilli oluyorum.”
“Aynı Bayan Lynde gibi.” dedi Anne kendine hâkim olamayarak.
“Kim? Bayan Lynde mi? O dedikoducu kocakarı gibi olduğumu sakın söyleme!” dedi Bay Harrison öfkeyle. “Onunla hiç alakam yok hem de hiç. O kutuda ne var bakalım?”
“Kek var.” dedi Anne imalı bir şekilde. Bay Harrison’ın beklenmedik cana yakınlığı karşısında tüy kadar hafiflemişti. “Sizin için getirdim. Çok sık kek yemediğinizi düşündüm.”
“Yemiyorum gerçekten de. Üstelik çok da severim keki. Sana çok teşekkür ederim. Dışarıdan güzel görünüyor. Umarım tadı da güzeldir.”
“Güzel…” dedi Anne neşeli bir öz güvenle. “Bayan Allan’ın da söyleyeceği üzere daha önce güzel kekler yapmadığım da oldu. Ama bu iyi. Bu keki Geliştirme Topluluğu için yapmıştım ama onlar için başka bir tane daha yapabilirim.”
“Neyse sana diyeceğim şu ki bayan, yememe yardım etmen lazım. Ben çaydanlığı ocağa koyayım da birer fincan çay içelim. Nasıl olur sence?”
“Çayı benim yapmama müsaade eder misiniz?” dedi Anne tereddüt ederek.
Bay Harrison kıkırdadı.
“Çay yapabilme becerime pek güvenmiyorsun galiba ama yanılıyorsun. Hayatında içip içebileceğin en güzel çayı demlerim hem de. Ama sen buyur. Şansıma geçen pazar yağmur yağmıştı da bol miktarda temiz kap kacağım var.”
Anne, derhâl işe koyuldu. Çayı demlemeden önce demliği birkaç kez yıkadı. Sonra ocağı süpürüp masayı hazırladı ve dolaptan tabakları çıkardı. Dolabın vaziyeti Anne’i dehşete düşürse de akıllıca davranıp tek kelime etmedi. Bay Harrison ona ekmeğin, tereyağının ve bir kavanoz şeftalinin yerini söylemişti. Anne bahçeden topladığı bir demet çiçekle sofrayı süsledi ve masa örtüsündeki lekeleri görmezden geldi. Kısa süre sonra çay hazırdı ve genç kız kendini Bay Harrison’ın tam karşısında buldu. Ona çay koyuyor okulundan, arkadaşlarından ve planlarından bahsediyordu. İçinde bulunduğu duruma inanamaz gibiydi.
Bay Harrison, zavallı kuşun yalnız kaldığını iddia ederek Zencefil’i geri getirdi. Herkesi ve her şeyi affedebileceğini hisseden Anne, ona bir ceviz ikram etti. Fakat duyguları derinden incinen Zencefil, bütün arkadaşlık tekliflerini reddetti. Tüneğinde somurtkan bir şekilde oturup tüylerini kabarttı. Bu hâliyle yeşil ve altın rengi bir topa benziyordu.
“Ona neden Zencefil diyorsunuz?” dedi uygun isimleri seven Anne. Böylesine görkemli tüylere sahip bir kuşa Zencefil isminin uymadığını düşünüyordu.
“Denizci kardeşim koydu adını. Belki de öfkesiyle alakalıdır. O kuşu çok severim ama. Ne kadar sevdiğimi bilseydin şaşırırdın. Tabii ki kusurları var. Bu kuş, bana öyle ya da böyle çok şeye mal oldu. İnsanlar onun küfretme alışkanlıklarından rahatsız oluyorlar ama onu bundan vazgeçirmek mümkün değil. Denemedim de değil, başka insanlar da denedi. Bazı insanların papağanlara karşı ön yargıları var. Aptalca, değil mi? Ben papağanları seviyorum. Zencefil benim yakın dostum. Hiçbir şey beni ondan vazgeçiremez, dünyadaki hiçbir şey bayan.”
Bay Harrison son cümleyi âdeta patlarcasına söylemişti. Sanki Anne’in, kendisini Zencefil’den vazgeçirmek üzere gizli saklı bir planı olduğundan şüpheleniyordu. Ne var ki Anne bu tuhaf, velveleci, huzursuz ufak adamı sevmeye başlar gibiydi. Geliştirme Topluluğu hakkında bilgi sahibi olan Bay Harrison bu organizasyonu desteklemeye niyetliydi.
“Çok iyi. Aynen devam. Bu yerleşim yerinde geliştirilmesi gereken çok şey var… Kişiler de…”
“Bilemiyorum.” dedi Anne aniden. Kendisine ve can dostlarına göre Avonlea ve sakinlerinde kolayca düzeltilebilir çok sayıda ufak kusur bulunuyordu. Ancak bunu Bay Harrison gibi neredeyse yabancı olan bir kişiden duymak tamamen farklıydı. “Avonlea hoş bir yer bence. İnsanları da aynı şekilde hoş.”
“Senin de öfke huyun var galiba.” yorumunu yaptı Bay Harrison. Karşısındaki kızarmış yanaklar ile öfkeli gözleri incelemişti. “Saçınla uyumludur diye düşünüyorum. Avonlea oldukça nezih bir yer, öyle olmasaydı buraya yerleşmezdim. Ama birkaç kusuru olduğunu sen de kabul edersin zannedersem.”
“Ben kusurlarına rağmen seviyorum.” dedi sadakatli Anne. “Kusuru olmayan mekânları ya da insanları sevmiyorum. Hakikaten mükemmel bir insanın hiç ilginç olmayacağını düşünüyorum. Bayan Milton White mükemmel bir insanla hiç tanışmadığını söylüyor; ama bir tanesi ile ilgili çok şey duymuş. O da kocasının ilk karısıymış. İlk eşi mükemmel olan bir adamla evlenmenin çok rahatsız edici olduğunu düşünmez miydiniz?”
“Mükemmel bir kadınla evli olmak çok daha fazla rahatsız edici olurdu.” dedi Bay Harrison ani ve bilinmeyen bir hararetle.
Çay bittiğinde Bay Harrison evde haftalarca yetecek kap kacak olduğunun garantisini verdiği hâlde Anne bulaşıkları yıkamak için ısrar etti. Yeri süpürmeyi de çok isterdi ancak görünürde bir süpürge yoktu ve Anne, bir süpürgenin mevcut olmamasından korktuğundan sormak istemedi.
“Arada bir gelip benimle konuşmalısın.” dedi Bay Harrison genç kız yanından ayrılırken. “Burası çok uzak değil ve insanlar komşuluk etmeli. Senin şu topluluğu merak ettim. Eğlenceli olacak galiba. İlk kimle uğraşacaksınız bakalım?”
“Biz insanlara karışmayacağız. Geliştirmek istediğimiz mekânlar sadece.” dedi Anne ağırbaşlı bir ses tonuyla. Bay Harrison’ın projesiyle dalga geçtiğinden şüpheleniyordu.
Anne gittiğinde Bay Harrison onu pencereden izledi. İnce bir kız silüeti, gün batımı sonrası parlaklığında kaygısız adımlarla geçiyordu tarlalardan.
“Ben huysuz, yalnız, sert ve yaşlı bir delikanlıyım.” dedi yüksek sesle. “Ama bu kızda bana kendimi genç hissettiren bir şey var. Üstelik bu duygu o kadar hoş ki bunu arada bir tekrar etmek isterim.”
“Kızıl kafalı süprüntü!” diye öttü Zencefil alay edercesine.
Bay Harrison papağanına doğru yumruğunu sıktı.
“Seni kaba kuş!” diye homurdandı. “Denizci kardeşim seni eve getirdiğinde keşke boynunu sıksaydım diyeceğim neredeyse. Başımı belaya sokmaktan vazgeçmeyecek misin?”
Gamsız bir şekilde eve dönen Anne, maceralarını uzun süreli yokluğundan endişelenen ve neredeyse onu aramaya çıkacak olan Marilla’ya anlattı.
“Dünya güzel bir yer değil mi Marilla?” diye sonuca vardı Anne mutlu hâlde. “Bayan Lynde geçen gün bu dünyanın bir şeye benzemediğinden şikâyet ediyordu. Güzel bir şeyin beklentisine girdiğinde bir şekilde hayal kırıklığına uğranılacağını söylüyordu. Belki de doğrudur bu dediği. Ama güzel tarafları da var. Kötü şeyler de her zaman beklenildiği gibi olmuyor. Neredeyse her zaman beklendiğinden daha iyi oluyorlar. Bu gece Bay Harrison’ın yanına gittiğimde korkunç düzeyde tatsız bir tecrübe bekliyordum. Fakat o oldukça kibardı ve neredeyse iyi vakit geçirdim. Eğer birbirimizi dikkate alırsak iyi arkadaşlar olacağımızı düşünüyorum. Her şey olabilecek en iyi şekilde gerçekleşti. Ama yine de bir daha asla kime ait olduğundan emin olmadığım bir ineği satmayacağım. Ayrıca papağanlardan da hoşlanmıyorum.”

BÖLÜM 4
FARKLI FİKİRLER
Bir akşam gün batımında Jane Andrews, Gilbert Blythe ve Anne Shirley, Huş Patikası adıyla bilinen bir orman kestirme yolunun ana caddeye çıktığı noktada zarifçe salınan ladin dallarının gölgelerinin altındaki bir çitin yanında oyalanıyorlardı. Jane, o öğleden sonrayı evinin yolunun bir kısmında kendisine eşlik eden Anne ile birlikte geçirmişti. Çitlerin bulunduğu noktada Gilbert ile karşılaşmış ve kaçınılmaz sabah hakkında konuşmaya başlamışlardı. Çünkü ertesi sabah eylülün ilk günüydü ve okullar açılacaktı. Jane, Newbridge’e, Gilbert ise White Sands’e gidecekti.
“Siz benden daha avantajlı durumdasınız.” diye iç çekti Anne. “İkiniz de sizi tanımayan öğrencilere ders vereceksiniz. Fakat ben eski sınıf arkadaşlarıma öğretmenlik yapacağım. Bayan Lynde, eğer başından itibaren aksi davranmazsam bir yabancıya gösterecekleri saygıyı bana göstermeyeceklerini söylüyor. Ama ben bir öğretmenin aksi davranmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu iş bana büyük bir sorumluluk gibi geliyor!”
“Bence bu işin üstesinden gelebiliriz.” dedi Jane teselli edercesine. Jane’in iyi örnek olma gibi bir hayali yoktu. Maaşını hakkıyla kazanmak, mütevelli heyetini mutlu etmek ve adını okul müfettişinin onur listesine yazdırmak derdindeydi. Jane’in bunun ötesinde bir amacı yoktu. “Asıl önemli olan düzeni sağlamak ve öğretmenin bunu yapabilmesi için birazcık aksi olması gerekir. Eğer öğrencilerim dediğimi yapmazlarsa onları cezalandıracağım biliyor musunuz?”
“Nasıl?”
“Tabii ki güzel bir dayakla.”
“Bunu yapmazsın Jane!” diye haykırdı hayrete düşen Anne. “Bunu yapamazsın Jane!”
“Yaparım ve yapabilirim, eğer hak ederlerse.” dedi Jane kararlılıkla.
“Ben bir çocuğa asla vuramam.” dedi Anne aynı kararlılıkla. “Bu yönteme kesinlikle inanmıyorum. Bayan Stacy hiçbirimize vurmadığı hâlde mükemmel bir düzen sağladı. Bay Phillips ise her zaman döverdi ama hiçbir şekilde düzen yoktu. Eğer ki dayak atmadan yapamayacak olursam öğretmenlik yapmayı denemeyeceğim. Bunu yönetmenin daha iyi yolları var. Ben öğrencilerimin sevgisini kazanmaya çalışacağım. Sonrasında da onlar zaten söyleyeceğim her şeyi yapmak isteyecekler.”
“Peki ya yapmazlarsa?” dedi gerçekçi Jane.
“Yine de onlara dayak atmam. Bunun bir faydası olmayacağına eminim. Öğrencilerini dövme sevgili Jane. Ne yaparlarsa yapsınlar dövme.”
“Peki, sen ne düşünüyorsun Gilbert?” diye sordu Jane. “Arada güzel bir dayak isteyen çocuklar yok mu sence?”
“Bir çocuğu, herhangi bir çocuğu dövmenin zalimce ve barbarca olduğunu düşünmüyor musun?” diye haykırdı Anne. Hararetinden yüzü kızarmıştı.
“Yani…” dedi Gilbert yavaşça. Hakiki kanaatleri ve Anne’in idealine yaklaşma arzusu arasına sıkışmıştı. “İki tarafla ilgili olarak söylenecekler var. Ben çocukları fazla dövmenin gerekli olduğuna inanmıyorum. Senin dediğin gibi öğrencileri idare etmenin daha iyi yolları olduğunu düşünüyorum Anne. Fiziksel cezaya son çare olarak başvurulmalı. Diğer taraftan Jane’in dediği gibi başka türlüsünden anlamayacak çocuklar da olur arada bir. Bu çocukların dayağa ihtiyacı vardır ve bununla geliştirilebilirler. Fiziksel ceza benim en son başvuracağım çare olacak.”
İki tarafı da memnun etmeye çalışan Gilbert, çoğu zaman olduğu gibi ikisine de yaranamadı. Jane başını savurdu.
“Yaramazlık yaptıklarında öğrencilerimi döveceğim. Bu onları ikna etmenin en kısa ve kolay yolu.”
Anne, Gilbert’a hayal kırıklığı dolu bir bakış attı.
“Ben bir çocuğa asla vurmayacağım!” diye tekrar etti sertçe. “Bunun doğru ve gerekli olduğunu düşünmüyorum.”
“Peki, bir oğlan çocuğu sen başka bir şey yapmasını söylediğin hâlde şımarıklık ederse?” diye sordu Jane.
“O zaman onu okuldan sonrasına bekletir, kibarca ve ciddi bir şekilde konuşurdum.” dedi Anne. “Eğer bulabilirsen her insanın içinde iyilik vardır. Bir öğretmenin görevi bu iyiliği bulmak ve geliştirmektir. Queens’teki okul idaresi hocamız böyle söylemişti biliyorsun. Bir çocuğu döverek içinde iyilik bulabileceğine inanıyor musun sen? ‘Çocuklara doğru bir şekilde tesir etmek onlara okuma, yazma ve matematik öğretmekten daha önemli.’ derdi Profesör Rennie.”
“Ancak müfettiş onlara okuma, yazma ve matematikten sorular soruyor unutma ki. Eğer onun standardına ulaşmazsan güzel bir rapor sunmaz hakkında.” diye itiraz etti Jane.
“Ben öğrencilerimin beni sevmelerini ve yıllar sonra beni kendilerine yardımcı olan biri olarak yâd etmelerini müfettişin onur listesinde olmaya tercih ederim.” dedi Anne kararlılıkla.
“Yaramazlık yaparlarsa onları hiç mi cezalandırmazsın?” diye sordu Gilbert.
“Evet, galiba cezalandırmam gerekecek. Gerçi bunu yapmaktan nefret edeceğimi biliyorum. Teneffüsleri yasaklanabilir, ayakta durdurulabilir ya da yazma görevi verilebilir.”
“Zannedersem kızları erkeklerle oturtarak cezalandırmazsın.” dedi Jane kurnazca.
Birbirlerine bakan Gilbert ve Anne şapşalca gülümsediler. Bir zamanlar Anne, ceza olarak Gilbert’la oturmaya mecbur edilmişti. Bunun hüzünlü ve acı sonuçları olmuştu.
“Neyse, zaman en iyi yolu gösterecektir.” dedi Jane ayrıldıkları sırada felsefi bir şekilde.
Anne, Green Gables’a gölgeli, hışırtılı ve eğrelti otu kokusunun dolduğu Huş Patikası’ndan, sonra da Menekşe Vadisi’nden geçerek ve köknarların altında karanlık ve ışığın birbirine öpücük kondurduğu Issız Yer’den yürüyerek gitti. En nihayetinde de Âşık Yolu’ndan aşağı ilerlemişti. Bu yerler Diana ile birlikte uzun zaman önce isimlendirdikleri yerlerdi. Ormanın, arazinin ve yıldızlı yaz alaca karanlılığının güzelliğinin tadını çıkararak yürüyor, yarın sabah üstleneceği yeni görevler hakkında ciddiyetle düşünüyordu. Green Gables bahçesine ulaştığında Bayan Lynde’in yüksek ve keskin ses tonu, açık mutfak penceresinden dışarı yayılıyordu.
“Bayan Lynde yarın ile ilgili bana güzel tavsiyeler vermek için gelmiş olmalı.” diye düşündü Anne yüzünü ekşiterek. “Ama içeri girmeyeceğim galiba. Onun tavsiyeleri biber gibi. Az miktarlarda mükemmel ama onun münasip bulduğu dozlarla kullanıldığında ağız yakıyor. Onun yerine Bay Harrison’a uğrayıp sohbet edeceğim.”
Meşhur Jersey ineği mevzusundan beri Bay Harrison’a ilk uğrayışı olmayacaktı. Birkaç akşam oraya uğramıştı ve Bay Harrison ile iyi arkadaş olmuşlardı. Gerçi, adamın övündüğü dobralığını zaman zaman bıktırıcı bulduğu da oluyordu. Zencefil kendisine hâlâ şüphe ile bakmaya devam ediyor ve “kızıl kafalı süprüntü” diye karşılamaktan geri kalmıyordu. Bay Harrison’ın, Anne’in gelişini her gördüğünde heyecanla ayağa fırlayıp: “Aman aman işte o güzel ufak kız geliyor!” veya benzer bir güzel şey söylemesi de bu alışkanlığı bitirmeye yetmiyordu. Durumu fark eden Zencefil bu oyunu küçümsüyordu. Bay Harrison’ın arkasından ne kadar çok iltifat ettiğini Anne asla bilemeyecekti. Yüzüne kesinlikle iltifat etmezdi.
“Sanırım ormanda olmanın sebebi yarın için ince sopalar tedarik etmekti.” diyerek selamladı Bay Harrison veranda merdivenlerine doğru çıkan genç kızı.
“Hayır, kesinlikle değil.” dedi Anne öfkeyle. Alay etmek için mükemmel bir hedefti çünkü her şeyi ciddiye alırdı. “Ben sınıfımda ince sopa bulundurmayacağım Bay Harrison. Tabii ki işaret etmek için ince bir şeye ihtiyacım olacak. Ama bu şeyi sadece işaret etmek için kullanacağım.”
“Bunun yerine onları kayışla mı döveceksin. Yani ben bilemem ama sen haklısın. Bir sopa ilk vurulduğu sırada daha çok acıtsa da kayış uzun vadelidir. Bu da bir gerçek.”
“Bu tür bir şey de kullanmayacağım. Ben öğrencilerimi dövmeyeceğim.”
“Aman aman!” diye haykırdı Bay Harrison hakiki bir hayretle. “Peki, onları nasıl hizada tutacaksın?”
“Onları sevgi ile idare edeceğim Bay Harrison.”
“Bu işe yaramaz.” dedi Bay Harrison. “Hem de hiç işe yaramaz Anne. ‘Eksik edersen sopayı, şımartırsın sıpayı.’ Ben okula giderken öğretmen beni her gün düzenli olarak döverdi. Çünkü dediğine göre eğer yaramazlık yapmıyorsam yaramazlık planlıyormuşum.”
“Sizin okula gittiğiniz zamandan beri yöntemler değişti Bay Harrison.”
“Ama insan doğası değişmedi. Bu dediğimi bir yere yaz, eğer onlar için cezayı hazırda bekletmezsen senin çocukları asla idare edemezsin. Bu imkânsız.”
“Neyse, ilk önce kendi yöntemimi deneyeceğim.” dedi iradesi kuvvetli Anne. Kendi teorilerine ısrarla tutunma alışkanlığı vardı.
“Oldukça inatçısın galiba.” diyerek ifade etti Bay Harrison bu durumu. “Neyse, göreceğiz. Bir gün feci sinirleneceksin. Senin gibi saçı olan tiplerin feci sinirlenme eğilimi oluyor. Bu güzel görüşlerini unutacak ve sağlam bir dayak atacaksın onlara. Zaten öğretmenlik yapmak için pek gençsin. Çok genç ve çocuksusun.
Nihayetinde Anne o gece yatağa karamsar bir vaziyette gitti. Kötü bir uyku çekti ve ertesi günü kahvaltıda öylesine solgun ve üzgündü ki endişelenen Marilla ona bir bardak sıcak zencefil çayı yapmak için ısrar etti. Anne, zencefil çayının ne fayda edeceğini anlayamasa da sabırla yudumladı. Acaba, kendisine yaş ve tecrübe verecek sihirli bir dem miydi bu? Eğer öyle olsaydı Anne, bir litresini tek hamlede yutuverirdi.
“Peki ya başaramazsam Marilla?”
“İlk günde başarısız olman mümkün değil, önünde daha çok gün var.” dedi Marilla. “Senin sorunun bu çocuklara her şeyi öğretip bütün kusurlarını ıslah etme beklentin Anne. Eğer ki bunu yapamazsan başarısız olacağını düşüneceksin.”

BÖLÜM 5
TAM TEŞEKKÜLLÜ BİR HOCANIM
Anne o sabah okula ulaştığında hayatında ilk kez Huş Patikası’nı güzelliklerine kör ve sağır vaziyette geçmişti. Her şey sessiz ve hareketsizdi. Bir önceki öğretmen çocuklara kendisi gelmeden önce yerlerine geçmeyi öğrettiğinden Anne sınıfa girdiğinde karşısında sıra sıra parlak ve meraklı “ışıldayan sabah yüzleri” gördü. Şapkasını asarak öğrencilerine döndü. Hissettiği kadar korkmuş ve şapşal görünmediğini ümit etti ve titrediğini fark etmemelerini diledi.
Önceki gece neredeyse on ikiye kadar uyanık kalmış ve okulun açılışında öğrencilerine yapacağı konuşmayı hazırlamıştı. Titizlikle gözden geçirip geliştirdiği bu konuşmayı daha sonra ezberlemişti. Güzel bir konuşmaydı. Özellikle de karşılıklı yardımlaşma ve öğrenme için samimiyetle çabalama üzerine değerli fikirler ihtiva ediyordu. Tek sorun bu konuşmadan tek kelime hatırlamıyor olmasıydı.
Kendisine bir yıl gibi gelen on saniyelik bir süre sonrasında cılız bir şekilde:
“Lütfen İncillerinizi çıkarın.” dedikten sonra nefessiz bir vaziyette sandalyeye çöktü. Bunu etraftan gelen hışırtı ve sıra kapaklarının gürültüsü izledi. Çocuklar ayetleri okurken Anne kendini toparladı ve sıra sıra dizilmiş Büyükler Diyarı’nın minik seyyahlarına baktı.
Tabii ki çoğunu iyi tanıyordu. Kendi sınıfı geçen sene mezun olmuştu ama birinci sınıflar ve Avonlea’ye yeni taşınan on çocuk dışında çoğu ile birlikte okumuştu. Anne, hakkında iyi kötü bilgi sahibi olduklarına değil de bu yeni gelen on çocuğa gizliden gizliye daha fazla ilgi duyuyordu. Aslına bakılırsa onların da diğerleri kadar sıradan olmaları ihtimal dâhilindeydi. Fakat diğer taraftan içlerinde bir dahi olması da söz konusuydu. Bu da insanı ürperten bir fikirdi.
Anthony Pye, bir köşe sırasında tek başına oturuyordu. Karanlık, somurtkan ve ufak bir suratı vardı. Siyah gözlerindeki düşmanca ifade ile Anne’e dikkat kesilmişti. Anne derhâl bir karar aldı: O çocuğun sevgisini kazanacak ve Pyeları ağır bir bozguna uğratacaktı.
Diğer köşede ise Arty Sloane ile birlikte oturan tuhaf bir çocuk vardı. Neşeli bir görünümü olan ufak bir delikanlıydı. Kalkık bir burnu, çilli yüzü, beyazımsı kirpiklerle çevrelenmiş açık mavi gözleri vardı. Muhtemelen Donnelların oğluydu. Eğer görüntü bir anlam ifade ediyorsa kız kardeşi de karşı sırada Mary Bell ile birlikte oturuyordu. Anne kızcağızı okula böyle bir elbise ile yollayan anneyi merak etti. Bol miktarda pamuk dantelle süslenmiş rengi solmuş pembe bir ipek elbise giyiyordu. Ayağında kirlenmiş beyaz çocuk ayakkabıları ve ipek çoraplar vardı. Saman sarısı saçlarına çok sayıda acayip ve yapay buklelerle işkence edilmişti. Bu saçlara kafasından büyük pembe renkli şaşaalı bir kurdele iliştirilmişti. Yüzündeki ifadeden, hâlinden memnun olduğu anlaşılıyordu.
Ceylan rengi, ipeksi, ince ve düz dalgalı saçları omuzlarından dökülen açık tenli ufaklığın Annetta Bell olduğunu düşündü. Çocuğun annesi ve babası önceleri Newbridge Okulu bölgesinde yaşıyorlardı. Fakat daha sonra evlerini 45 metre kadar kuzeye taşıdıklarından artık Avonlea bölgesindelerdi. Bir sıraya sıkışmış soluk tenli üç ufak kızın Cottonlar olduğuna şüphe yoktu. İncil’inin kenarından Jack Gills’e ilgili bakışlar atan, kahverengi uzun bukleli ela gözlü ufak güzelliğin de Prillie Rogerson olduğuna şüphe yoktu. Prillie’nin babası kısa süre önce ikinci kez evlenmiş ve büyükannesi ile Grafton’da yaşayan kızını eve getirmişti. Arka sırada oturan uzun boylu, utangaç, eli ayağına karışan kızın kim olduğunu çıkaramamıştı. Fakat daha sonra öğrendiği üzere bu kız Barbara Shaw’du ve Avonlea’ye teyzesi ile yaşamaya gelmişti. Olur da Barbara sıraların arasından takılmadan ya da başka birinin ayağına basmadan geçmeyi başarırsa Avonlea talebeleri bu fevkalade olayı anmak için veranda duvarına not yazarlardı.
Fakat Anne, öğretmen masasının karşısındaki ön sırada oturan çocukla göz göze geldiğinde içinden ufak bir ürperti geçti. Sanki dahi öğrencisini bulmuştu. Bu çocuk, Bayan Lynde’in, Avonlea çocuklarına benzeyemeyeceği kehanetinde bulunduğu Paul Irving olmalıydı. Dahası, Anne onun herhangi bir yerdeki diğer çocuklara da benzemediğini anladı. Öğretmenini koyu mavi gözleriyle dikkatle izleyen bu çocukta, Anne’in ruhuna benzeyen bir ruh var gibiydi.
Sekizden büyük göstermese de Paul’un on yaşında olduğunu biliyordu. Bir çocukta daha önce görmediği kadar güzel, minik bir yüzü vardı. Yüz hatlarında seçkin bir zarafet ve incelik vardı. Bu güzel yüzü, kestane rengi buklelerden oluşan saçlar hale misali çevreliyordu. Ağzı çok güzeldi. Büzülmeden de dolgun olan al rengi dudakları ağzının küçük köşelerinde incelikle son buluyordu. Bu köşelerde neredeyse bir gamze oluşacak gibiydi. Aklı başında, ciddi, düşünceli bir yüzü vardı. Ruhu bedeninden çok daha yaşlıydı sanki. Ne var ki Anne’in yumuşak gülümsemesine karşılık veren ani bir tebessüm ile bütün bu ciddiyet yüzünden kayboldu. Bütün varlığı ışıl ışıl parlıyordu âdeta. İçinde bir ışık doğmuş gibiydi ve bu ışık çocuğu tepeden tırnağa aydınlatıyordu. En güzeli de gizli saklı kişiliğindeki eşsizlik, incelik ve tatlılık ani bir parlama ile hiçbir dışsal çaba ya da amaç olmadan istemsizce ortaya çıkmıştı. Ani bir gülümseme değiş tokuşu sonrasında Anne ile Paul, daha birbirleriyle tek kelime bile konuşmadan derhâl hem de sonsuza kadar arkadaş olmuşlardı.
O gün âdeta rüya gibi gelip geçti. Anne sonrasında bugünü kesinlikle hatırlayamadı. Öğretmenlik yapan kendisi değil de başkasıydı sanki. Çocukları dinlerken, matematik anlatırken ya da kitapları dağıtırken makine gibi hareket ediyordu. Çocuklar oldukça uslu duruyorlardı. Sadece iki kez disiplin etme gereği ortaya çıktı. Birinde Morley Andrews eğitilmiş iki çekirgeyi sıraların arasında gezdirirken yakalandı. Anne, Morley’i tahtanın önünde bir saat boyunca ayakta bekletti ki çekirgelerine el konulmasındansa bu cezayı çekmeye seve seve razı gelirdi. Anne çekirgeleri bir kutuya koyduktan sonra okuldan dönerken Menekşe Vadisi’nde serbest bıraksa da Morley, öğretmeninin çekirgeleri evde kendisi için tutmaya devam ettiğini düşündü.
Diğer suçlu ise matarasındaki son su damlalarını Aurelia Clay’in boynundan içeri döken Anthony Pye’dı. Anne, Anthony’i teneffüste alıkoyarak bir beyefendinin nasıl davranması gerektiği hakkında konuşmuştu. Beyefendilerin, hanımların enselerinden içeri asla su dökmediği hususunda ona nasihat etmişti. Verdiği ufak ders oldukça kibar ve etkileyici olsa da ne yazık ki Anthony kesinlikle etkilenmemişti. Öğretmenini sessizce, o asık suratıyla dinlemiş, giderken de alaycı bir ıslık çalmıştı. Anne iç çekip bir Pye’ın kalbini kazanmanın Roma’yı kurmak kadar zor bir iş olduğunu düşündü. Tek günlük iş değildi. İşin aslı Pyeların kazanılacak kalpleri olması hususunda şüpheleri vardı. Ancak Anne, somurtkanlığının ötesine geçilebilirse iyi bir çocuk olabilecek Anthony’den güzel şeyler bekliyordu.
Okul dağılıp da öğrenciler evlerinin yolunu tuttuğunda Anne bitkin bir vaziyette sandalyesine çöktü. Başı ağrıyordu ve şevki kırılmıştı. Korkunç bir şey yaşanmadığından şevkinin kırılmasını gerektirecek bir sebep yoktu hâlbuki. Buna rağmen çok yorgun olan Anne, öğretmenliği sevmeyi asla öğrenemeyeceğine inanmaya meyilli gibiydi. İnsanın sevmediği bir şeyi yaklaşık kırk yıl boyunca her gün yapması ne kadar da korkunç olurdu… Anne ağlama işini bulunduğu yer ve zamanda yapmakla evindeki beyaz odasına gitmeyi beklemek arasında kararsızdı. Bu konuda henüz bir karara varamamışken verandada topuk sesleri ile ipek hışırtısı duydu. Sonra, Bay Harrison’ın bir Charlottetown dükkânında gördüğü aşırı süslü bir kadınla ilgili yakın zamanda yaptığı eleştiriyi hatırlatan bir hanım buldu karşısında. “Moda elbiselerin tasvir edildiği bir levha ile bir kâbusun kafa kafaya çarpışmasının sonucu gibiydi.” demişti Bay Harrison.
Ziyaretçi, kabarıklık, fırfırlar ve büzgülerin mümkün olan her yere yerleştirildiği açık mavi ipekten bir elbiseyi ihtişamla kuşanmıştı. Başının üzerinde yükselen beyaz renkli kocaman şifon şapkanın üzerine, âdeta telleşmiş üç tane ince uzun deve kuşu tüyü eklenmişti. Şapkasının kenarlarından serpilip omuzlarına dökülen koca siyah beneklerle süslü pembe şifon duvak, arkasında bayrak misali havalanıyordu. Ufak bir kadın ne kadar mücevher takabilirse o kadar çok mücevher takmıştı. Keskin aroması olan bir parfüm de ihmal edilmemişti.
“Ben Bayan DonNELL… Bayan H. B. DonNELL.” diyerek söze girdi bu görüntü. “Ve sizinle Clarice Almira’nın bu öğlen yemekte söylediği bir şey hakkında konuşmak için geldim. Beni fazlasıyla rahatsız etti bu şey.”
“Özür dilerim.” diyerek kekeledi Anne. Donnell çocuklarıyla o sabah yaşanan bir olayı hatırlamak için boşu boşuna çabaladı.
“Clarice Almira, soyadımızı ‘DONnell’ şeklinde telaffuz ettiğinizi söyledi. Bayan Shirley soyadımızın doğru telaffuzu vurgu son hecede olacak şekilde ‘DonNELL’dır. Umarım ileriki zamanlarda bunu unutmazsınız.”
“Unutmamaya çalışırım.” dedi Anne güçlükle nefes alarak. Vahşice gülme isteğini zorlukla zapt ederek yutmuştu. “Bir insanın isminin yanlış harflerle yazılmasının ne kadar zor bir şey olduğunu kendi tecrübelerimden biliyorum. Bir ismin yanlış telaffuz edilmesi eminim çok daha kötü olmalı.”
“Kesinlikle öyle. Ayrıca Clarice Almira oğluma Jacob diye hitap ettiğinizi söyledi.”
“İsminin Jacob olduğunu söylemişti.” diye itiraz etti Anne.
“Bunu beklemeliydim.” dedi Bayan H. B. Donnell, bu yozlaşmış zamanda çocuklardan minnet beklememek gerektiğini ima eden bir ses tonuyla. “O çocuğun çok avam zevkleri var Bayan Shirley. Doğduğunda onu St. Clair diye çağırmak istedim. Kulağa çok aristokrat geliyor, öyle değil mi? Fakat babası amcasının adı olan Jacob ismini alması konusunda ısrarcı oldu. Ben de teslim oldum. Çünkü Jacob amca zengin ve bekâr bir ihtiyardı. Peki ne oldu dersiniz Bayan Shirley? Bizim oğlan daha beş yaşındayken Jacob amca gidip evlendi ve şu anda üç tane erkek çocuk sahibi. Böylesi bir nankörlük duydunuz mu hayatınızda? Düğün davetiyesini aldığımız anda, bir de bize davetiye gönderme yüzsüzlüğünde bulundu, ne dedim biliyor musunuz Bayan Shirley, ‘Benim için Jacoblar bitmiştir, sağolun almayayım’. O günden beri oğlumu St. Clair diye çağırdım ve isminin bu olması konusunda kararlıyım. İnatçı babası ona hâlâ ‘Jacob’ diyor. Oğlan da anlaşılmaz bir şekilde bu basit ismi tercih ediyor. Ama o St. Clair ve St. Clair olarak kalacak. Bunu hatırlama nezaketini gösterirsiniz değil mi Bayan Shirley? Teşekkürler. Clarice Almira’ya muhtemelen bir yanlış anlaşılma olduğunu ve konuşularak düzeltileceğini söyledim. Vurgu son hecede olacak şekilde ‘Donnell’ ve St. Clair, Jacob dikkate alınmayacak. Hatırlar mısınız? Teşekkür ederim.”
Bayan H. B. DonNELL süzülerek oradan uzaklaştıktan sonra Anne okul kapısını kilitleyip eve gitti. Yamacın dibinde, Huş Patikası’nın yanında Paul Irving’i gördü. Avonlea çocuklarının “pirinç lalesi” dediği narin yaban orkidelerinden bir demet uzattı Anne’e.
“Bunları Bayan Wright’ın bahçesinde buldum öğretmenim.” dedi utanarak. “Sonra da gelip size getirdim çünkü sizin bu çiçeklerden hoşlanacağınızı düşündüm. Çünkü…” dedi güzel ve iri gözlerini kaldırarak. “Sizden hoşlandım öğretmenim.”
“Canım benim.” dedi Anne güzel kokulu çiçekleri alarak. Paul’ın sözleri, ruhundaki şevksizlik ve tükenmişliği söküp atan bir tılsım gibiydi. Şırıl şırıl akan bir nehrin suları misali ümit doldu kalbine. Kendisine âdeta ilahî bir lütuf olan orkidelerinin tatlılığını da yanına alarak tüy gibi hafif adımlarla geçti Huş Patikası’ndan.
“Peki nasıl geçti?” diye sordu Marilla.
“Bir ay sonra sorarsan nasıl olduğunu söyleyebilirim. Şimdi bir şey diyemiyorum. Ben de bilmiyorum. Arada kaldım. Düşüncelerim karmakarışık ve bulanık. Bugün başardığıma emin olduğum tek şey Cliffie Wright’e ‘A’ harfinin ‘A’ harfi olduğunu öğretmiş olduğum. Öncesinde kesinlikle bilmiyordu. Bir ruhu ucu Shakespeare’e ya da Kayıp Cennet’e çıkan bir yola çıkarmak önemli bir şey değil mi?”
Bayan Lynde daha fazla teşvik için uğramıştı. O nazik hanım öğrencilere kendi dış kapısında pusu kurmuş, yeni öğretmenlerinden hoşlanıp hoşlanmadıklarını sormuştu.
“Her biri senden fazlasıyla hoşlandığını söyledi Anne, Anthony Pye hariç. Onun hoşlanmadığı belliydi. Senin ‘diğer kız öğretmenler gibi’ iyi olmadığını söyledi. Hamuru kabartılacak bir ‘Pye’[3 - Pie: Turta. (ç.n.)] var senin için. Ama sıkma canını.”
“Canımı sıkmayacağım.” dedi Anne sessizce. “Ama Anthony Pye’ın beni sevmesin sağlayacağım. Sabır ve nezaket onu kazanmamı sağlayacaktır.”
“Yani bu Pyelerın sağı solu belli olmaz.” dedi Bayan Rachel ihtiyatlı davranarak. “Rüyalar gibi zıtlıkları vardır onların. Şu DonNELL kadınına gelince, benden pek bir ‘DonNELL’lama göremeyecek, buna emin olabilirsin. O isim her zaman olduğu gibi DONnell’dır. Bu kadın delirmiş, o kadar. Queenie ismini verdiği bir pug köpeği var ve bu köpek diğer aile üyeleri ile beraber masada porselen tabaktan yemek yiyor. Onun yerinde olsaydım bundan dolayı yadırganmaktan korkardım. Thomas, Donnell’ın aklı başında, çalışkan bir adam olduğunu söylüyor. Ama kendisine eş seçerken pek aklıselim davranmamış, o kadar.”

BÖLÜM 6
ERKEKLERİN VE KADINLARIN HER TÜRDEN HÂLLERİ
Prens Edward Adası’nda bir eylül günü, kuru ve soğuk bir rüzgâr denizdeki kum tepelerinin üzerinden esiyordu. Tarlalar ve ormanlardan kavis yaparak geçen uzun ve kızıl bir yol, gür ladin ağaçlarının bulunduğu bir köşede halka hâlini alıyordu. Altlarında tüy misali yaprakları olan eğrelti otlarının bulunduğu akçaağaç fidanları bazen ormanın içinden çıkagelen dereye dalıyor, bazen de altın başak ve duman mavisi yıldız çiçeklerinin arasında güneşleniyordu. Hava, çok sayıda çekirge sürüsünün hücumuyla âdeta çılgına dönmüştü. İşte bunlar yaz tepelerinin memnun sakinleriydi. Rahvan giden kahverengi bir midillinin arkasında, dudakları gençliğin ve yaşamın paha biçilemez basit keyfiyle dolmuş iki kız vardı.
“Bu cennetten kalma bir gün, değil mi Diana?” diye iç çekti Anne saf bir mutlulukla. “Havada âdeta sihir var. Hasat vadisindeki morluğa bak Diana. Bir de şu ölmek üzere olan köknarı kokla! Bay Eben Wright’ın çit direkleri kestiği güneşli çukurdan geliyor bu koku. Böyle bir günde hayatta olmak bir lütuf. Ama ölmek üzere olan köknarın kokusu âdeta cennet gibi. Bu dediğimin üçte ikisi Şair Wordsworth ve üçte biri Anne Shirley. Cennette ölmek üzere olan köknarın olması çok mümkün değil gibi öyle değil mi? Yine de ormandan geçerken ölü köknar kokusu alamadığın bir cennet yeterince mükemmel olmaz gibi geliyor bana. Belki de orada kokuyu ölüm gerçekleşmeden de alabiliriz. Evet, bence böyle olacaktır. Bu leziz aroma köknarların ruhu olmalı. Ve cennette de sadece ruhlar olacak tabii ki.”
“Ağaçların ruhu yoktur.” dedi gerçekçi Diana. “Ama ölü köknarların kokusu kesinlikle çok hoş. Küçük bir yastık yapıp içini köknarların iğne yapraklarıyla dolduracağım. Sen de yapsan iyi olur Anne.”
“Galiba yapacağım ve kestirdiğim zaman kullanacağım. O zaman rüyamda bir orman perisi ya da orman tanrıçası olduğumu göreceğime eminim. Fakat şu an için Avonlea hocası olan bu tatlı ve dost canlısı günde böyle bir yolda giden Anne Shirley olduğum için hâlimden memnunum.”
“Çok güzel bir gün ama bizim de yapmamız gereken güzel bir işimiz var.” diye iç çekti Diana. “Neden bu yolu incelememizi teklif ettin Anne? Avonlea’nin neredeyse tüm kaçıkları bu yolun üzerindeki evlerde yaşıyor. Muhtemelen bize dilenci gibi davranacaklar. En kötü cadde bu.”
“İşte bu sebepten bu caddeyi seçtim. Eğer Gilbert ve Fred’e söyleseydik bu yolu alırlardı. Ama şöyle de bir şey var Diana, ben kendimi A.K.G.T.’den (Avonlea Köy Geliştirme Topluluğu) sorumlu hissediyorum. Çünkü bu organizasyon benim teklifimdi ve en nahoş şeyleri ben yapmalıyım. Senin adına üzgünüm. Ama bu kaçık yerlerde tek bir kelime etmene gerek yok. Bütün konuşma işini ben hallederim. Bayan Lynde bu konuda kabiliyetli olduğumu söylüyor. Bayan Lynde bu girişimi onaylayıp onaylamama noktasında kararsız. Bay ve Bayan Allan’ın desteklediğini düşününce onaylama eğiliminde oluyor. Fakat köy geliştirme topluluklarının ilk Birleşik Devletler’de ortaya çıkmış olması organizasyonumuzun aleyhine bir durum ona göre. Kısacası iki düşüncenin arasında kalmış durumda ve sadece başarılı olursak Bayan Lynde’in gözüne gireriz. Priscilla bir sonraki geliştirme toplantımız için bir yazı yazacak ve ben bu yazının çok iyi olacağına eminim. Çünkü teyzesi becerikli bir yazar ve bunun ailelerinde kalıtsal olduğuna eminim. Bayan Charlotte E. Morgan’ın Priscilla’nın teyzesi olduğunu öğrendiğimde nasıl ürperdiğimi anlatamam sana. Teyzesi Edgewood Günleri ve Goncagül Bahçesi kitaplarını yazmış bir kızın arkadaşı olmak müthiş bir his gibi gelmişti.”
“Bayan Morgan nerede yaşıyor?”
“Toronto’da. Priscilla gelecek yaz adayı ziyaret edeceğini ve mümkünse bizim için bir buluşma ayarlayacağını söyledi. Bu neredeyse gerçek olamayacak kadar güzel bir şey ama yatağa gittikten sonra hayal etmek çok keyifli.”
Avonlea Köy Geliştirme Topluluğu kuruldu. Gilbert Blythe başkan, Fred Wright başkan yardımcısı, Anne Shirley kâtip ve Diana Barry ise maliyeci oldu. Kendilerine derhâl “Geliştirmeciler” ismini veren topluluk üyeleri iki haftada bir birbirlerinin evlerinde bir araya geleceklerdi. Mevsimin sonuna gelmişken çok sayıda geliştirme yapmayı beklemeseler de gelecek yazın planını yapmayı, ürettikleri fikirleri tartışmayı, yazılar yazıp okumayı kısacası Anne’in de dediği gibi kamu hassasiyetini eğitmeyi kararlaştırdılar.
Hâliyle bu adı onaylamayanlar da oldu ki Geliştirmeciler bu durumu ciddi bir şekilde alaya aldılar. Rivayete göre Bay Elisha Wright bu organizasyon için “Flört Kulübü” isminin daha uygun olacağını söylemişti. Bayan Hiram Sloane da Geliştirmeciler’in yol kenarındaki bütün toprakları sürerek sardunya ekeceğini duyduğunu iddia etmişti. Bay Levi Boulter ise, Geliştirmeciler’in herkesin evini yıkması konusunda ısrar edip topluluğun onayladığı plana göre evleri yeniden inşa etmesini talep edecekleri konusunda komşularını uyarmayı ihmal etmedi. Bay James Spencer, gençlere haber salarak kilise yamacını kürekle temizlemelerini istedi. Eben Wright, Anne’e Geliştirmeciler’den Josiah Sloane’ın bıyıklarını kırkmasını sağlamalarını istediğini söyledi. Bay Lawrence Bell eğer isterlerse ahırlarını beyaza boyayacağını ancak inek ahırlarının penceresine dantel perdeler asmayacağını söyledi. Bay Major Spencer Carmody peynir fabrikasına süt taşıyan ve aynı zamanda bir Geliştirmeci olan Clifton Sloane’a gelecek yaz herkesin süt tezgâhlarını elle boyayarak ortasına nakışlı bir masa süsü koyma zorunluluklarının doğru olup olmadığını sordu.
Tüm bunlara rağmen, belki de insan doğasının hâli gereği bunlardan dolayı, topluluk cesurca çalışmaya girişti. Bekledikleri tek geliştirmenin sonbaharda gerçekleşmesini ümit ediyorlardı. Barrylerin salonunda gerçekleşen ikinci toplantıda Oliver Sloane, Avonlea binasının çatısını yeniden yapmak ve binayı boyamak için para toplamayı teklif etti. Hanımlara yakışmayan bir şey yapıyormuş gibi olmanın rahatsız edici hissini taşısa da Julia Bell bu teklifi destekledi. Gilbert’ın oylamaya sunduğu bu teklif oy birliği ile kabul edildi ve Anne ciddi bir şekilde kayda geçirdi. Yapılacak bir sonraki şey bir komite tayin etmekti. Tüm şöhreti Julia Bell’e kaptırmamaya kararlı Gertie Pye bu komitenin başkanının Bayan Jane Andrews olmasını teklif etti. Gereğince desteklenip hayata geçirilen bu teklife Jane, Gertie’yi komiteye atamak suretiyle teşekkür etti. Atanan diğer üyeler Gilbert, Anne, Diana ve Fred Wright’tı. Komite izleyeceği yola özel toplantıda karar verdi. Anne ve Diana Newbridge yolu, Gilbert ve Fred White Sands yolu, Jane ve Gertie ise Carmody yolu için görevlendirildi.
“Çünkü…” diyerek izah etti Gilbert, Lanetli Koru’dan eve doğru Anne ile birlikte yürüdükleri sırada. “Pyeların hepsi o caddede yaşıyor ve eğer içlerinden biri bizzat tetkik etmezse bir sent bile vermezler.”
Anne ve Diana takip eden cumartesi işe koyuldu. Yolun sonuna kadar gittiler ve eve dönünceye kadar kapı kapı dolaştılar. İlk olarak “Andrew kızlarını” ziyaret ettiler.
“Eğer Catherine yalnızsa bir şeyler alabiliriz.” dedi Diana. “Fakat Eliza da oradaysa bir şey alamayız.”
Eliza oradaydı. Fazlasıyla oradaydı hem de. Üstelik her zamankinden daha suratsızdı. Bayan Eliza, hayatın hakiki bir gözyaşı diyarı olduğu izlenimini veren insanlardı. Ve bir gülümseme, kahkahanın bahsi bile olamaz, ayıplanacak bir enerji kaybıydı ona soracak olursanız. Andrew kızları elli yıldır “kızlardı” ve dünyevi yolculuklarının sonuna dek de bu şekilde kalacak gibiydiler. Söylentilere göre Catherine umudunu tamamen yitirmese de doğuştan karamsar olan Eliza’nın hiçbir zaman umudu olmamıştı. Mark Andrew’un kayın ormanının güneşli bir köşesi kazılarak yapılmış kahverengi küçük bir evde yaşarlardı. Eliza bu bölgenin yazın feci sıcak olduğundan şikâyet ederken Catherine burada kışların tatlı ve sıcak geçtiğini söylerdi.
Eliza kırkyama dikiyordu, fakat gerektiğinden değil de Catherine’in işlediği boş dantel işine tepki göstermek için. Eliza sebebi ziyaretlerini açıklayan kızları çatık kaşla, Catherine ise gülümsemeyle dinledi. Catherine, Eliza ile göz göze geldiğinde yüzündeki gülümsemeyi suçlu bir kafa karışıklığı ile siliyordu ona şüphe yok. Ancak aynı gülümseme kısa süre sonra tekrar yavaş yavaş beliriyordu yüzünde.
“Eğer ziyan edecek param olsaydı…” dedi Eliza somurtkan bir şekilde. “Parayı yakar ve ortaya çıkan alevleri seyrederek keyiflenebilirdim. Ama o binaya vermezdim, bir sentini bile. Bu yerleşim yerine hiçbir faydası yok. O yer evlerinde ve yataklarında olması gereken gençlerinin buluşup şamata ettikleri bir yer sadece.”
“Ama Eliza, gençlerin de eğlenmesi lazım.” diyerek itiraz etti Catherine.
“Ben lüzum görmüyorum. Biz gençken orada burada sürtmezdik Catherine Andrews. Dünya gittikçe daha kötü bir hâl alıyor.”
“Bence daha da güzelleşiyor.” dedi Catherine sertçe.
“Öyle mi dersin!” Bayan Eliza’nın ses tonu mümkün olan en yüksek düzeyde küçümsemeyi ilan ediyordu. “Ne düşündüğünün bir anlamı yok, Catherine Andrews. Gerçek gerçektir.”
“Yani ben her zaman işlere olumlu yönden bakarım, Eliza.”
“Bunun olumlu yönü yok.”
“Ama gerçekten var.” diye haykırdı, bu aykırı duruma sessizlik içinde tahammül edemeyen Anne. “Hem de çok sayıda olumlu yönü var Bayan Andrews. Dünya güzel bir yer.”
“Eğer benim kadar uzun süre yaşamış olsaydın böylesine olumlu fikirlerin olmazdı.” diyerek keskin bir cevap verdi Bayan Eliza yüzünü ekşiterek. “Ayrıca bu dünyayı geliştirmek için de bu kadar hevesli olmazdın. Annen nasıl Diana? Olur şey değil, son zamanlarda kuvvetten kesilmiş galiba. Çok feci bitkin görünüyor. Peki, Marilla’nın tamamen kör olmasına ne kadar kaldı Anne?”
“Eğer çok dikkatli olursa gözlerinin daha kötüye gitmeyeceğini söyledi doktor.” dedi Anne kekeleyerek.
Eliza kafasını salladı.
“Doktorlar insanların moralini bozmamak için hep böyle konuşuyorlar. Yerinde olsam fazla ümitlenmezdim. En kötüsüne hazır olmak en iyisidir.”
“Peki, en iyisi için de hazırlanmamız gerekmez mi?” dedi Anne. “En kötüsünün olması kadar mümkün bu da.”
“Tecrübelerime göre öyle değil. Senin on altı yaşına karşın ben elli yedi yıl yaşadım.” diye cevap verdi Eliza. “Kalkıyor musunuz? Umarım bu topluluk Avonlea’nin daha da dibe vurmasını engeller ama çok da ümidim yok bu konuda.”
Anne ve Diana oradan seve seve uzaklaşıp tombul midilli ne kadar uzağa gidebilirse o kadar uzağa gittiler. Kayın ormanının aşağısındaki kavisten döndüklerinde dolgun bir silüetin Bay Andrews’un çayırından hızla geçerek kendilerine heyecanla el salladığını gördüler. Gelen kişi Catherine Andrews’tu ve o kadar nefes nefese kalmıştı ki güç bela konuşuyordu. Anne’in eline birkaç çeyreklik sıkıştırdı.
“Avonlea binasının boyanması için katkıda bulunmak istiyorum.” dedi tek solukta. “Size bir dolar vermek isterdim ama Eliza öğrenir diye yumurta paramdan daha fazlasını almaya cesaret edemiyorum. Topluluğunuz çok ilgimi çekti ve çok iyi şeyler yapacağınıza inanıyorum. Ben iyimser biriyim. Eliza ile yaşadığımdan böyle olmak zorundayım. Yokluğumu fark etmeden geri dönmem lazım. Tavukları beslediğimi düşünüyor. Kapı kapı dolaşma işinde size başarılar diliyorum. Eliza’nın dedikleri canınızı sıkmasın. Dünya daha iyiye gidiyor. Kesinlikle öyle.”
Bir sonraki ev Daniel Blair’in eviydi.
“Her şey karısının evde olup olmamasına bağlı.” dedi Diana derin tekerlek izleriyle dolu yoldan ilerledikleri sırada. “Eğer evdeyse tek sent alamayız. Dan Blair’in eşinin iznini almadan saçını kestirmeye cesaret edemediğini söylüyor herkes. En hafif tabirle çok cimri bir insan. Dediğine göre cömert olmadan önce adil olması gerekiyormuş. Bayan Lynde’e soracak olursan o kadar çok ‘önceymiş’ ki cömerte bir türlü sıra gelmiyormuş.”
Anne, Blair hanesinde yaşadıklarını o akşam Marilla’ya anlattı.
“Atlarımızı bağlayıp mutfak kapısını tıklattık. Kimse cevap vermedi ama kapı açıktı ve kilerdeki bir kişinin korkunç bir şekilde saydırdığını duyabiliyorduk. Kelimeleri anlayamasak da Diana bu kelimelerin tınısından küfür olduklarını anladığını söyledi. Her zaman sessiz ve uysal olan Bay Blair’e inanamadım Marilla; çünkü sinirden küplere biniyordu. Zavallı adam pancar gibi kızarmıştı ve alnından terler dökülüyordu. Eşinin pötikareli önlüklerinden biri vardı üzerinde. ‘Şu canı çıkmayasıca şeyi kapatamıyorum.’ dedi. ‘O kadar sıkı bağlanmış ki çözülmüyor da. Beni hoş görmek zorundasınız hanımlar.’ Hiç sorun olmadığını söyledikten sonra içeri girip oturduk. Bay Blair de oturdu. Önlüğü arkasına alıp büktükten sonra sardı. Ama o kadar utanmış ve endişeli görünüyordu ki onun adına üzüldüm. Diana da uygunsuz bir zamanda gelip gelmediğimizi sordu. ‘Hiç alakası yok.’ dedi Bay Blair gülümsemeye çalışarak. Biliyorsun o her zaman kibardır. ‘Biraz meşguldüm. Kek yapmaya çalışıyordum. Eşim kız kardeşinin bu akşam Montreal’den buraya ziyarete geleceğini haber veren bir telgraf aldı.’ Tren istasyonuna onu karşılamaya gidecek ve bana da çay için kek yapmamı söyledi. Tarifi yazdı ve bana da ne yapacağımı söyledi. Ama ben talimatların yarısını unuttum bile. Ayrıca şöyle diyor, ‘Damak zevkinize göre tatlandırın.’ Bu ne demek acaba? Nasıl anlayacağım? Peki ya benim damak zevkim diğer kişilerin damak zevkleriyle uyuşmazsa? Küçük katlı bir pasta için bir yemek kaşığı vanilya yeter mi?”
“Zavallı adam için daha fazla üzüldüm. Bu adamın bildiği bir iş değildi. Daha önce kılıbık kocalar duymuştum ama galiba ilk kez birini gördüm. İçimden şöyle söylemek geldi. ‘Bay Blair, eğer Avonlea binası için katkıda bulunursanız kekinizi karıştırırım.’ Sonra sıkıntı içindeki bir insanla pazarlık etmenin pek de komşuluğa yakışır bir şey olmayacağını düşündüm aniden. Böylece hiçbir şart öne sürmeden kekini karıştırmayı teklif ettim. Teklifimin üzerine atladı. Evlenmeden önce kendi ekmeğini yapmaya alışkın olsa da keklerin kendisini aştığını ama yine de eşini hayal kırıklığına uğratmak istemediğini söyledi. Bana başka bir önlük verdi. Diana yumurtaları çırptı ben de keki karıştırdım. Bay Blair bize diğer malzemeleri getirdi bir koşu. Bu arada önlüğünü tamamen unutmuştu ve koşuştururken önlük arkasında salınıyordu. Diana bu görüntü karşısında gülmemek için zor tutmuş kendini. Keki güzelce pişirebileceğini söyledi. Buna alışkınmış. Sonra masraflarımızı sordu ve dört dolar bağışladı. Yani senin anlayacağın ödülümüzü aldık. Ama tek sent bile alamasaydık yine de ona yardımcı olmanın gerçek bir Hristiyanlık davranışı olduğunu düşünürdüm.”
Bir sonraki durak Theodore White’ın eviydi. Ne Anne ne de Diana buraya daha önce gelmemişlerdi ve misafirperverlik konusunda pek iyi olmayan Bayan Theodore ile çok az tanışıklıkları vardı. Ön kapıdan mı yoksa arka kapıdan mı girmelilerdi? Kızlar, konuyu fısıldaşarak istişare derken Bayan Theodore kolları gazetelerle dolu vaziyette ön kapıda göründü. Gazeteleri teker teker veranda zeminine ve merdivenine yaydı göstere göstere. Şaşkın ziyaretçilerinin ayağına kadar gazete sermeye devam etti.
“Lütfen ayaklarınızı çimlere güzelce sildikten sonra şu gazetelerin üzerinde yürür müsünüz?” dedi gergin bir şekilde. “Tüm evi silip süpürdüm ve içeri daha fazla toz sürüklenmesini istemiyorum. Dün yağmur yağdığından giriş yolu çok çamurlu.”
“Sakın güleyim deme.” diye fısıldayarak uyardı Anne, gazetelerin üzerinde uygun adım yürüdükleri sırada. “Ne söylerse söylesin ne olur bana bakma Diana. Yoksa kendimi tutamayacağım.”
Gazeteler koridora ve ciddi, lekesiz salona kadar uzatılmıştı. En yakındaki koltuğa temkinli bir şekilde oturan Anne ve Diana ziyaretlerinin sebebi açıkladılar. Bayan White da onları sözlerini kesmeden kibarca dinledi. Sadece iki kez maceracı bir sineği kovalamak ve Anne’in elbisesinden halıya düşen küçük bir tutam çimeni almak için araya girdi. Anne feci bir suçluluk duygusu içindeydi. Fakat Bayan White iki dolarlık bir katkıda bulundu. Diana bu katkının sebebini oraya geri dönmelerini engellemek olduğunu söyledi ayrıldıkları zaman. Kızlar daha atlarının bağını çözmeden Bayan White gazeteleri toplamıştı. Bahçeden uzaklaşırlarken kadının girişi harıl harıl süpürdüğünü gördüler.
“Bayan Theodore White’ın yaşayan en titiz kadın olduğunu duymuşumdur hep ama artık buna inanacağım.” dedi Diana, içinde bastırdığı kahkahayı güvenli bir mesafeye ulaştıkları anda patlattığı sırada.
“Çocukları olmamasına sevindim.” dedi Anne ciddiyetle. “Eğer olsaydı çocukları için kelimelerle tarif edilemeyecek kadar feci olurdu.”
Spencerlara gittiklerinde Bayan Isabella Spencer, Avonlea’de yaşayan herkes hakkında olumsuz bir şey söyleyerek kızları perişan etti. Bay Thomas Boulter Avonlea binası için herhangi bir bağışta bulunmayı reddetti. Çünkü yirmi yıl önce inşa edilen bina kendisinin tavsiye ettiği alana yapılmamıştı. Turp gibi olan Bayan Esther Bell yarım saat boyunca ağrılarından ve sızılarından ayrıntılarıyla bahsetti. Fakat ne yazık ki sadece elli sent bağışladı. Bunun sebebiyse gelecek sene para bağışlayamayacak olmasıydı. Çünkü mezarında olacaktı.
Ne var ki en kötü ağırlandıkları yer Simon Fletcher’ın eviydi. At arabalarını bahçeye sürdüklerinde iki meraklı yüzün veranda penceresinden kendilerine baktığını gördüler. Kapıyı çalıp sabırla ve ısrarla bekledikleri hâlde gelen giden olmadı. Öfkelenen ve canı sıkılan kızlar Simon Fletcher’ın bahçesinden uzaklaştılar. Anne, cesaretinin kırılmaya başladığını itiraf etti. Ancak sonrasında her şey tersine döndü. Ardından kendilerini Sloane çiftlikleri bekliyordu ve buralardan cömert bağışlar topladılar. Bu haneleri takiben uğradıları yerlerde işleri yaver gitti. Arada bir burnu havada tiplere denk geldikleri de oluyordu hâliyle. Uğradıkları son yer Robert Dickson’ın gölet köprüsünün yanındaki eviydi. Her ne kadar neredeyse kendi evlerine gelmiş olsalar da burada çaya kaldılar. Alıngan olmasıyla tanınan Bayan Dickinson’ı rencide etmek istemediler.
Burada bulundukları sırada Bayan James White içeri girdi.
“Daha yeni Lorenzolardaydım.” dedi. “Şu anda kendisi Avonlea’deki en gururlu adam. Ne oldu dersiniz? Daha yeni oğlu doğdu. Yedi kızdan sonra bir oğlan oldukça büyük bir hadise o kadarını söyleyebilirim.” O sırada kulaklarını dikip dikkatlice dinleyen Anne, uzaklaştıkları sırada:
“Derhâl Lorenzo White’ın evine gidiyorum.”
“Ama o White Sands yolunda yaşıyor ve yolumuzdan çok uzak.” diyerek itiraz etti Diana. “Onu Gilbert ve Fred ziyaret edecek.”
“Gelecek cumartesine kadar gitmeyecekler ve o zamana kadar çok geç olur.” dedi Anne ciddiyetle. “Bu yeni duruma çoktan alışmış olurlar. Lorenzo White aşırı cimri bir adam fakat şimdi her şeyi bağışlar. Böylesi bir altın fırsatın ellerimizden kayıp gitmesine müsaade etmemeliyiz Diana.” Ortaya çıkan sonuç, Anne’in öngörülerinde haklı olduğunu gösterdi. Paskalya gününde ışıldayan güneşi andıran Bay White, kızları bahçede karşıladı. Anne katkıda bulunmasını isteyince seve seve bağış yaptı.
“Tabii tabii ne demek, en yüksek bağıştan bir dolar fazlasını yapmak istiyorum.”
“O zaman beş dolar olacak. Bay Daniel Blair dört dolar bağışladı.” dedi Anne yarı korkar hâlde. Fakat Lorenzo bir an dahi tereddüt etmedi.
“O zaman beş. Parayı da burada veriyorum. Şimdi sizi eve bekliyorum. Görülmeye değer bir şey var. Şimdilik çok az insanın görebildiği bir şey… Hadi içeri girin ve fikrinizi belirtin.”
“Peki ya bebek güzel değilse ne diyeceğiz?” diye fısıldadı Diana endişeyle. Lorenzo’yu eve kadar takip ederlerken.
“Eminim bebek hakkında söylenecek güzel bir şey olacaktır.” dedi Anne rahatça. “Bebeklerle ilgili güzel detaylar hep olur.”
Ne var ki bebek güzeldi. Dünyaya henüz teşrif eden dolgun ufaklığı beğenen kızları görünce Bay White, beş dolarının karşılığını aldığını düşündü. Ancak bu Lorenzo White’ın herhangi bir şeye katkıda bulunduğu ilk ve son, tek seferdi.
Anne her ne kadar yorgun olsa da kamu yararı için son bir çaba daha sarf etti. Tarlalardan süzülerek her zamanki gibi verandada piposunu tüttüren Bay Harrison’a uğradı. Zencefil de arkasındaydı. İşin aslı Bay Harrison, Carmody yolunda yaşıyordu. Ne var ki Jane ve Gertie’nin hakkında duydukları şaibeli rivayetler dışında kendisiyle tanışıklıkları yoktu. Anne’den Harrison’ı ziyaret etmesini istemişlerdi endişelenerek.
Ne var ki Bay Harrison bir sent bile yardımda bulunmayı derhâl reddetti. Anne’in bütün dil dökmeleri beyhudeydi.
“Fakat topluluğumuzu onayladığınızı zannediyordum Bay Harrison.” dedi.
“Öyle öyle. Ama onayım cebime girecek kadar derin değil Anne.”
“Bugünkü tecrübeme benzer birkaç şey daha yaşasaydım Bayan Eliza Andrews kadar kötümser olurdum.” dedi Anne uyku vakti doğu çatı odasındaki yansımasına bakarken.

BÖLÜM 7
VAZİFE BİLİNCİ
Ilık bir ekim akşamı sandalyesine yaslanan Anne iç çekti. Ders kitapları ve alıştırmalarla dolu bir masada oturuyordu. Ne var ki önünde duran sık yazılmış yazılarla dolu sayfaların okul çalışmalarıyla görünürde bir alakası yoktu.
“Ne oldu?” diye sordu Gilbert. Anne tam da iç çekerken mutfak kapısından içeri girmişti.
Anne kızardı. Okul çalışmalarının altında ortalıkta olmayan yazısını Gilbert’a uzattı.
“Korkunç bir şey olmadı. Profesör Hamilton’ın tavsiye ettiği üzere düşüncelerimi yazmaya çalışıyordum. Ama beni memnun etmediler. Beyaz kâğıda siyah mürekkeple yazılmış hâlleri çok durgun ve aptalca görünüyor. Düşler tıpkı gölgeler gibi. Onları kafeslemek mümkün değil. Ele avuca sığmaz dans eden şeyler. Ancak denemeye devam edersem bir gün işin sırrına vâkıf olurum. Bildiğin gibi çok fazla boş vaktim yok. Okul alıştırmaları ve kompozisyonlarını düzeltmeyi bitirdiğimde kendim için yazma hevesim kalmıyor.”
“Okulda çok iyi gidiyorsun Anne. Bütün çocuklar seviyor seni.” dedi Gilbert taş basamağa otururken.
“Hayır, hiç alakası yok. Anthony Pye beni sevmiyor ve sevmeyecek. Daha kötüsü bana saygı duymuyor. Hayır duymuyor. Beni hor görüyor ve sana diyebilirim ki bu durum beni çok feci endişelendiriyor. Mesele onun çok kötü bir çocuk olması değil. Sadece yaramaz, diğerlerinden daha çok yaramaz da değil. Bana nadiren itaatsizlik ediyor. Ama itaat ettiğinde bunu küçümser bir hoşgörü havasıyla yapıyor. Sanki söylediğim şeye karşı çıkmaya değer bir durum yokmuş gibi. Olsaydı karşı çıkacakmış gibi. Bu durum diğerlerini de kötü etkiliyor. Onu kazanmak için her yolu denedim. Ama bunu asla başaramayacağımdan korkmaya başladım. Onu kazanmak istiyorum çünkü kendisi tatlı bir ufak delikanlı. Kendisi bir Pye ve eğer müsaade ederse ondan hoşlanabilirim.”
“Muhtemelen evde duyduklarının etkisiyle böyle davranıyordur.”
“Tamamen öyle değil. Anthony bağımsız bir ufaklık ve bir karara varırken kendi aklını kullanıyor. Neyse, sabrın ve nezaketin neler başarabileceğini göreceğiz. Ben zorlukların üstesinden gelmeyi seviyorum ve öğretmenlik oldukça ilginç bir iş. O çocuk çok sevimli Gilbert. Üstelik de dahi. Dünyanın bir gün onun adını öğreneceğine inanıyorum.” dedi Anne ikna olmuş bir ses tonuyla.
“Ben de öğretmenliği seviyorum.” dedi Gilbert. “Her şeyden önce iyi bir öğrenim alanı. Çünkü White Sands’te öğretmenlik yaptığım birkaç haftalık sürede okula gittiğim senelerden çok daha fazla şey öğrendim. Hepimiz iyi gidiyoruz gibime geliyor. Newbridge ahalisi Jane’den hoşlanıyormuş duyduğum kadarıyla. White Sands de bendenizden oldukça memnun. Bay Andrew Spencer dışındaki hepsi tabi. Dün gece eve dönerken Bayan Peter Blewett ile karşılaştım ve Bay Spencer’ın yöntemlerini onaylamadığı hususunda beni bilgilendirmeyi görev saydığını söyledi.”
“Şuna dikkat ettin mi?” dedi Anne düşünceli bir şekilde. “İnsanlar bir şey söylemeyi görev saydıklarında tatsız bir duruma hazırlıklı olmak gerekiyor. Neden duydukları güzel şeyleri söylemeyi bir görev saymıyorlar acaba? Bayan H. B. DonNELL dün yine okula uğradığında Bayan Harmon Andrews’un çocuklara peri masalları okumamı onaylamadığını söylemeyi bir görev saydığını ifade etti. Bay Rogerson ise Prillie’nin aritmetikte yeterince hızlı olmadığını düşünüyormuş. Eğer Prillie yazı tahtasının üzerinden oğlanlara bakış atmaya daha az zaman ayırırsa daha başarılı olabilir. Dersteki matematik hesaplamalarını Jack Gillis’in onun için yaptığına eminim. Tabii ki onu henüz suçüstü yakalamadım.”
“Bayan DonNELL’ın ümitvar oğluyla sahip olduğu aziz ismi[4 - St. Clair, aziz anlamına gelen saint kelimesinin kısaltması “St”. (ç.n.)] konusunda bir uzlaşmaya vardın mı?”
“Evet.” diyerek kahkaha patlattı Anne. “Ama bu oldukça zorlu bir görev. İlk başlarda kendisine ‘St. Clair’ diye seslendiğimde en az üç kez adını çağırmadan karşılık vermezdi. Sonralarda diğer çocuklar dirsekleriyle dürtmeye başlayınca dertli bir havayla kafasını kaldırmaya başladı. John ya da Charlie diye seslenseydim de kendisini kastettiğimin farkında olmayacak sanki. Ben de bir akşam okuldan sonra onu alıkoydum ve kibarca konuştum. Annesinin kendisine St. Clair diye hitap etmemi istediğini ve ona karşı gelemeyeceğimi anlattım. Açıklayınca anladı. Oldukça mantıklı bir ufaklık. Kendisine ‘St. Clair’ diye seslenebileceğimi ama aynısını oğlanlar yaparsa onları eşek sudan gelinceye dek döveceğini söyledi. Tabii ki böyle bir ifade kullandığı için onu azarlamam gerekti. O zamandan beri ben ona St. Clair diyorum, oğlanlarsa Jack diye sesleniyor ve her şey yolunda. Bana marangoz olmak istediğini söyledi. Ama Bayan DonNELL’ın söylediğine göre onu kolej profesörü yapacakmışım.”
Kolej bahsi Gilbert’ın düşüncelerinin farklı bir yöne kaymasına sebep oldu. Bir müddet planları ve beklentileri hakkında konuştular. Ciddi, samimi ve ümitliydiler. Gelecek muhteşem ihtimallerle dolu üzerine ayak basılmamış bir patikaydı gençler için.
Gilbert nihayet doktor olmaya karar vermişti.
“Müthiş bir meslek!” dedi hevesle. “İnsanın hayatı boyunca bir şeylerle savaşması gerekir. Bir keresinde insanın ‘savaşan hayvan’ olduğunu söylememiş miydi biri? Ben de hastalıklar, acılar ve cahillikle savaşmak istiyorum. Bunlardan hepsi bir diğerini besliyor zaten. Dürüst ve hakiki işlerden payımı almak istiyorum Anne. Bir de güzel adamların ta en başından beri biriktirdiği insanlığın bilgi birikimine ufak bir katkıda bulunmak istiyorum. Benden öncekiler o kadar güzel şeyler yaptılar ki benim için benden sonrakiler için bir şeyler yaparak onlara minnetimi göstermek istiyorum. Bence bir kişinin insanlığa olan borcunu ödemesi bu şekilde mümkün olur.”
“Ben de hayata güzellik katmak isterdim.” dedi Anne hülyalı bir şekilde. “Her ne kadar bunun en asil hedef olduğunu düşünsem de insanların daha çok şey bilmelerini sağlamak istemiyorum tam olarak. Ama benim sayemde daha güzel vakit geçirmelerini istiyorum. Ben doğmasaydım mümkün olmayacak ufak bir neşe ya da mutlu bir düşünceye sahip olmalarını istiyorum.”
“Bence bu hedefini her gün gerçekleştiriyorsun.” dedi Gilbert hayranlıkla.
Ve haklıydı. Anne doğduğundan beri ışığın çocuğuydu. Bir canlıya güneş ışıltısı misali tebessüm ettiğinde ya da bir söz söylediğinde buna şahit olan o canlı en azından o an için ümitli ve iyimser olurdu.
En sonunda Gilbert üzülerek ayağa kalktı.
“Şimdi Mac Phersonlara gitmek zorundayım. Moody Spurgeon pazarı geçirmek için bugün Queens’ten döndü. Profesör Boyd’un bana ödünç vereceği bir kitabı getirecekti.”
“Benim de Marilla’nın çayını hazırlamam lazım. Bu akşam Bayan Keith’i ziyaret etmeye gitmişti. Birazdan döner.”
Marilla döndüğünde Anne çayı hazır etmişti. Ateş neşe ile çatırdıyordu. Ayazın beyazlığı ile kaplı eğrelti otlarıyla dolu bir vazo ve yakut kızılı akçaağaç yaprakları süslüyordu masayı. Jambon ve kızarmış ekmeğin leziz kokusu kaplamıştı havayı. Ne var ki Marilla derin bir iç çekerek çöktü sandalyeye.
“Gözlerin seni rahatsız mı ediyor? Başın mı ağrıyor?” diye sordu Anne kaygılı bir şekilde.
“Hayır, sadece yorgunum. Bir de endişeleniyorum. Mary ve çocuklarına üzülüyorum. Mary daha da kötüleşiyor. Daha uzun süre dayanamayacak. İkizlere ise ne olacağını bilemiyorum.”
“Dayılarından haber yok mu?”
“Evet var. Mary ondan bir mektup almış. Bir kereste fabrikasında çalışıyormuş ve orada burada sürünüyormuş. Her ne demekse? Neyse, çocukları bahara kadar alamazmış. O zamana kadar evlenecekmiş ve çocukları alabileceği bir evi olacakmış. Ama komşuların kış boyunca onlara bakmalarını sağlamalıymış Mary. Kimseye sormaya dayanamayacağını söyledi. Mary, East Grafton ahalisi ile pek iyi geçinemezdi, bu da bir gerçek. Yani uzun lafın kısası Mary çocukları benim almamı isteyecek Anne. Bunu söylemedi ama öyle gibi görünüyordu.”
“Ay!” dedi heyecandan ürperen Anne ellerini kavuşturarak. “Sen de tabii ki alacaksın Marilla, öyle değil mi?”
“Henüz kararımı vermedim.” dedi Marilla yüzünü ekşiterek. “Ben olaylara senin gibi öylece dalıvermiyorum Anne. Üçüncü dereceden kuzenlik pek de yakın sayılmaz. Altı yaşında iki çocuğa, ikize bakmak da korkunç bir sorumluluk.”
Marilla’nın ikizlere bakmanın tek çocuklara bakmaktan iki kat daha kötü olacağına dair bir kanaati vardı.
“İkizler çok ilginç olur. En azından bir çift ikiz.” dedi Anne. “İki ya da üç çift ikiz olduğunda yavanlaşır. Hem ben okuldayken seni eğlendirecek bir şey olması iyi olur.”
“Ben bu işin içinde eğlenceli bir taraf göremiyorum. Her şeyden çok endişe ve dert olur diye düşünüyorum. Eğer seni aldığımızdaki yaşın kadar olsalardı o kadar çok riskli olmazdı. Dora çok sorun olmaz. Uslu ve sessiz gibi görünüyor. Ama o Davy tam bir haylaz.”
Çocukları seven Anne’in kalbi Keith ikizlerini istiyordu. İhmal edilmiş kendi çocukluğunun hatırası hâlâ canlıydı. Marilla’nın en hassas noktasının vazifeye olan şiddetli bağlılığı olduğunu biliyordu. Anne, tezlerini işte bu noktada hünerli bir şekilde nakış gibi işledi.
“Eğer Davy gerçekten yaramazsa tam da bu sebepten iyi bir terbiye almalı, değil mi Marilla? Onları biz almazsak kimin alacağını ve onlara nasıl etki edileceğini bilemeyiz. Diyelim ki Bayan Keith’in yan komşusu Sprottlar aldı çocukları. Bayan Lynde, Henry Sprott’ın gelmiş geçmiş en dinsiz adam olduğunu söylüyor ve çocuklarının ağzından inanılmaz kelimeler çıkıyormuş. İkizlerin böyle şeyler öğrenmeleri korkunç olmaz mıydı? Ya da diyelim ki Wigginsler aldı onları. Bayan Lynde’in dediğine göre Bay Wiggins satılabilecek her şeyi satıyor ve ailesini zor durumda bırakıyormuş. Akrabalarının açlıktan ölmesini istemezsin değil mi Marilla? Üçüncü dereceden kuzenin olsalar da. Bana öyle geliyor ki Marilla onları almak bizim görevimiz.”
“Galiba öyle.” diyerek kasvetli bir şekilde razı geldi Marilla. “Galiba Mary’e onları alacağımı söyleyeceğim. O kadar sevinmene gerek yok Anne. Senin için çok fazla ekstradan iş demek bu. Gözlerimden dolayı elime iğne bile alamıyorum. Dolayısıyla onların kıyafetlerini dikme ve söküklerini onarma işi sana kalacak. Sen de dikiş dikmeyi sevmiyorsun.”
“Nefret ediyorum hem de.” dedi Anne sakince. “Fakat eğer sen o çocukları vazife bilinciyle alabiliyorsan ben de aynı vazife bilinciyle onların dikiş işlerini yapabilirim. İnsanların sevmedikleri işleri aşırıya kaçmadan yapmaları faydalı olabilir.”

BÖLÜM 8
MARILLA İKİZLERİ EVLAT EDİNİYOR
Bayan Rachel Lynde, mutfak penceresinin kenarına oturmuş yorgan dikiyordu. Tıpkı birkaç yıl önce bir akşam, Matthew Cuthbert’ın Bayan Rachel’ın “ithal yetim” dediği çocukla beraber tepeden aşağı at arabasını sürdüğü gün yaptığı gibi… Fakat o zaman mevsimlerden ilkbahardı. Ne var ki şu anda sonbahardaydılar. Ormanlarda yaprak yoktu ve kahverengileşmiş tarlalar kupkuruydu. Rahatı yerinde kahverengi bir atın çektiği araba tepeden aşağı indiği sırada güneş, bol miktarda mor ve altın rengin eşlik ettiği bir görkemle batmaktaydı. Bayan Rachel meraklı gözlerini dikti.
“Baksana Marilla cenazeden dönüyor.” dedi mutfaktaki kanepeye uzanmış kocasına. Thomas Lynde, bu aralar her zamankinden daha sık uzanıyordu kanepeye. Ancak kendi evi dışındaki her şeyi fark etme hususunda çok keskin olan Bayan Rachel bu durumu henüz fark etmemişti. “Üstelik ikizler de yanında. Evet bak, Davy panelden aşağı uzanıp midillinin kuyruğunu tuttu. Marilla da onu hemen çekiverdi. Dora ise ciddiyetten kaskatı kesilmiş hâlde oturuyor yerinde. Daha yeni kolalanmış ve ütülenmiş gibi görünüyor hep. Ne diyeyim zavallı Marilla bu kış çok uğraşacak. Yine de bu durumda onları almaktan başka ne yapabilirdi bilemiyorum doğrusu. Hem Anne kendisine yardım eder. Anne bu mevzudan dolayı zevkten dört köşe olmuş. Çocuklar söz konusu olduğunda pek hünerli. Aman aman, zavallı Matthew’un Anne’i getirmesinin üzerinden bir gün geçmemiş gibi sanki. Herkes Marilla’nın bir çocuk yetiştirecek olması fikrine gülmüştü. Şimdi ise kendisi ikiz çocuklar evlat ediniyor. İnsanı hayrete düşürecek bir şey ölünceye dek hep olacak galiba.”
Şişman midilli Lynde Çukuru’ndaki köprüden yalpalayarak geçip Green Gables yoluna girdi. Marilla’nın suratı asıktı. East Grafton ile evleri arasında on altı kilometrelik bir mesafe vardı ve Davy Keith bitmez tükenmez bir hareketlilik illetine yakalanmış gibiydi. Onu durdurmaya Marilla’nın gücü yetmiyordu. Vagondan düşüp de boynunu kırar ya da ön panelden yuvarlanıp atın altında ezilir diye endişe eden Marilla yol boyunca diken üstündeydi. Çaresiz bir vaziyette eve gidince temiz bir dayak atmakla tehdit etti çocuğu. Bunun üzerine Davy, elindeki yularlara aldırmadan Marilla’nın kucağına tırmandı, tombik kollarını boynuna doladı ve kadına ayı kucaklamasıyla sarıldı.
“Gerçekten yapacağına inanmıyorum.” dedi kırışmış yanakları sevgiyle burarak. “Rahat durmuyor diye bir çocuğu dövecek türde bir hanıma benzemiyorsun. Sen de benim yaşlarımdayken yerinde durmak aşırı zor değil miydi?”
“Hayır, bana söylendiğinde hep rahat dururdum.” dedi Marilla. Davy’nin içten gelen ani okşamaları kalbini yumuşatsa da ciddiyetle konuşmaya çalışmıştı.
“Sanırım bunun sebebi senin kız olman.” dedi Davy. İkinci bir sarılmadan sonra yerine geri döndü. “Sen de bir zamanlar bir kızdın galiba. Her ne kadar bunu düşünmek çok komik olsa da. Dora hareketsiz durabiliyor. Ama sanırım bu pek de eğlenceli değil. Kız olmak yavaş gibi geliyor bana. Hadi seni biraz canlandıralım bakalım Dora.”
Davy’nin “canlandırma” yöntemi Dora’nın buklelerini parmağına dolayıp çekmekti. Çığlık atan Dora ağladı.
“Zavallı annen daha bugün mezara girmişken nasıl oluyor da bu kadar yaramaz olabiliyorsun?” diye sordu Marilla çaresizce.
“Ama öldüğüne memnun.” dedi Davy tereddüt etmeden. “Bunu biliyorum; çünkü bana söyledi. Hasta olmaktan çok yorulmuştu. Ölmeden önceki gece uzun uzun konuştuk. Senin Dora ve beni bu kış için alacağını, benim de uslu olmam gerektiğini söyledi. Ben uslu duracağım. Ama hem koşuşturup hem uslu duramaz mı insan? Dora’ya her zaman iyi davranmamı ve onun arkasında durmamı söyledi. Ben de öyle yapacağım.”
“Saçını çekmek ona iyi davranmak mı oluyor?”
“Yani en azından başkasının onun saçını çekmesine izin vermeyeceğim.” diyen Davy yumruklarını sıkıp kaşlarını çattı. “Hele bir denesinler de göreyim. Ben canını o kadar yakmadım. Ağladı çünkü o bir kız. Erkek olduğum için mutluyum ama ikiz olmaktan mutsuzum. Jimmy Sprott’un kız kardeşi ona kayşı çıktığında şöyle diyor: ‘Ben senden büyüyüm ve tabii daha iyi biliyorum.’ Bu da kıza yetiyor. Ama ben Dora’ya bunu söyleyemem. O da benden fayklı düşünmeye devam eder. Dıgıdıkı bir süreliğine sürmeme izin vermelisin. Çünkü ben erkeğim.”
En nihayetinde Marilla, sonbahar gecesi rüzgârının kahverengi yapraklarla dans ettiği bahçesine girmiş olmaktan memnundu. Onları kapıda karşılayan Anne, çocukları arabadan indirdi. Dora, öpülmeye sakince razı gelse de Davy, Anne’in karşılamasına içten sarılmalarından biri ile karşılık verdi ve “Ben Bay Davy Keith.” dedi.
Dora, yemek masasında âdeta küçük bir hanımefendi gibiydi. Fakat Davy daha iyi davransa fena olmazdı.
“O kadar acıktım ki kibayca yiyecek kadar zamanım yok.” dedi Marilla kendisini ayıpladığında. “Dora benim acıktığımın yarısı kadar acıkmamıştır. Yol boyunca ne kadar çok egzeysiz yaptım öyle. Şu pasta çok güzel ve leziz. Evimizde pasta yemeyeli o kadar çok oldu ki. Çünkü annem pasta yapamayacak kadar hastaydı. Bayan Sprott ekmeğimizi pişirmekten daha fazlasını yapamazmış. Bayan Wiggins de pastalara asla erik koymuyor. Yakala onu! Bir dilim daha alabilir miyim?”
Marilla bu isteği reddederdi. Fakat Anne ikinci bir dilimi cömertçe kesti. Fakat Davy’e “teşekkür ederim” demesi gerektiğini hatırlatmayı ihmal etmedi. Davy ise sadece Anne’e sırıtmakla yetindi ve koca bir lokma aldı ağzına. Nihayet dilimini bitirdiğinde şöyle dedi:
“Eğer bir dilim daha verirsen sana o zaman teşekkür ederim.”
“Hayır, yeterince kek yedin.” dedi Marilla, Anne’in çok iyi bildiği ve Davy’nin de er ya da geç öğreneceği o ses tonuyla.
Davy, Anne’e göz kırptı ve masanın üzerine eğilerek Dora’nın nazikçe ufak bir lokma aldığı ilk dilim pastasını elinden kapıverdi ve ağzını tamamen açarak bütün dilimi ağzına tıkıştırdı. Dora’nın dudakları titredi ve Marilla tarif edilemeyecek bir dehşete kapıldı. Anne, en iyi “Hocanım” havasıyla derhâl haykırdı.
“Davy, beyefendiler böyle davranmazlar.”
“Davranmadıklarını biliyorum.” dedi Davy konuşmayı başarır başarmaz. “Ama ben bir beyfindi değilim.”
“Peki beyefendi olmak istemez miydin?” dedi hayretler içinde kalan Anne.
“Tabii ki isterim. Ama büyüyünceye kadar beyfindi olamazsın ki.”
“Aslına bakarsan olabilirsin.” dedi Anne aceleyle. Tohumları erkenden ekmek için güzel bir fırsat yakaladığını düşünüyordu. “Küçük bir çocukken beyefendi olmaya başlayabilirsin. Asla ama asla hanımların elinden bir şeyler kapma ya da teşekkür ederim demeyi unutma ya da birilerinin saçını çekme.”
“Demek ki fazla eğlenmiyorlar, bu da bir gerçek.” dedi Davy açık açık. “Galiba beyfindi olmak için büyümeyi bekleyeceğim.”
Marilla bıkkın bir havayla Dora için bir dilim pasta kesti. O sırada Davy ile baş edebilecek gücü yoktu. Cenaze ve uzun dönüş yolundan dolayı zor bir gün geçirmişti. O an için Eliza Andrews’u aratmayacak bir karamsarlıkla bakıyordu geleceğe.
Çocukların ikisi de sarışın olsa da görünürde bir benzerlikleri yoktu. Dora’nın uzun, parlak bukleleri her zaman düzenliydi. Davy’nin yuvarlak kafasının her yerinde tutam tutam ince tüylü sarı halkalar vardı. Dora’nın ela gözleri zarif ve yumuşaktı. Davy’de ise dans eden bir cinin sahip olacağı türden serseri gözler vardı. Dora’nın burnu düzken Davy’nin burnu kalkıktı. Dora’nın ciddi ve ağırbaşlı bir ağzı varken Davy gülücükler saçıyordu. Ayrıca Davy’nin bir yanağında gamze varken diğerinde yoktu. Bu da gülerken tatlı, komik ve orantısız bir görünüme bürünmesine sebep oluyordu. Sevinç ve yaramazlık, minik yüzünün her bir köşesinde pusuda bekliyordu.
“Yatağa gitseler iyi olacak.” dedi Marilla. Onları başından atmanın en kolay yolunun bu olduğunu düşünüyordu. “Dora benimle uyur sen de Davy’i batı çatı odasına koyarsın. Yalnız uyumaktan korkmuyorsun değil mi Davy?”
“Hayır, ama yatağa gitmeme daha çok var.” dedi Davy rahat bir şekilde.
“Şimdi yatacaksın!” Kendini zorlayan Marilla’nın söyledikleri sadece bunlardı. Fakat sesinin tonundaki bir şey Davy’i bile bastırdı. Anne’in arkasından tıpış tıpış yukarı çıktı.
“Büyüdüğüm zaman yapacağım ilk şey bütün gece uyanık kalmak olacak. Sadece neye benzediğini anlamak için.” dedi Anne’e gizlice.
Marilla ikizlerin Green Gables’taki geçici ikametlerinin ilk haftasını yıllar sonra bile düşündüğünde ürpermişti. Bu ilk hafta devam eden haftalardan daha kötü olmasa da yeni bir durum olduğundan öyleymiş gibi geliyordu. Davy’nin yaramazlık yapmadığı ya da planlamadığı bir uyanık dakikası bile yoktu. Ancak ilk göze çarpan macerası geldikten iki gün sonra bir pazar sabahı gerçekleşti. Güzel, ılık, puslu bir eylül günü kadar yumuşak bir gündü o gün. Anne, Davy’i kilise için giydirirken Marilla da Dora ile ilgileniyordu.
“Marilla bunu dün yıkadı. Bayan Wiggins de cenaze günü beni sert sabunla ovalayarak yıkadı. Bu bir hafta için yeter de artar bile. Çok temiz olmanın ne faydası var anlamıyorum. Pis olmak çok daha yahat.”
“Paul Irving her gün yüzünü kendi isteğiyle yıkıyor.” dedi Anne kurnazca.
Green Gables mahkûmiyetinin üzerinden kırk sekiz saatten biraz fazla süre geçiren Davy, Anne’e tapıyordu. Bununla beraber Anne’in öve öve bitiremediği Paul Irving’den nefret ediyordu. Paul Irving yüzünü her gün yıkıyorsa bu meseleyi bitirirdi. Yüzünü yıkamak Davy Keith’i öldürecek olsa bile bunu yapacaktı. Aynı husus hazırlığının diğer detaylarına da uysalca teslim olmasına sebep oldu. Giyinmesi tamamlandığında gerçekten yakışıklı, ufak bir delikanlı oluverdi. Çocuğu kilisenin Cuthbert sırasına götüren Anne âdeta anaç bir gurur içindeydi.
Paul Irving’in kim olduğunu anlamak isteyen Davy, etraftaki bütün küçük oğlanlara gizli saklı bakışlar atarak oyalandığından ilk başlarda uslu duruyordu. İlk iki ilahi ve İncil okuması sırasında bir hadise yaşanmadı. Skandal yaşandığı sırada Bay Allan dua ediyordu.
Davy’nin önünde Lauretta White oturuyordu. Kafası hafif eğikti ve iki uzun örgü şeklinde yapılmış saçları arkaya sarkıyor, gevşek dantel fırfırın örttüğü beyaz boynu ortaya çıkıyordu. Lauretta şişman ve uysal görünüşlü sekiz yaşlarında bir çocuktu. Annesinin kendini kiliseye ilk getirdiği altı aylık bebeklik zamanından beri kilisede takdir edilesi bir şekilde uslu uslu durmuştu hep.
Davy elini cebine soktu ve… Tüylü kımıl kımıl bir tırtıl çıkardı. Bunu fark eden Marilla yakalamaya çalışsa da çok geç olmuştu. Davy tırtılı Lauretta’nın boynundan aşağı attı.
Bay Allan’ın duasının tam ortasında art arda delici çığlıklar işitilmeye başlandı. Papaz dehşet içinde durdu ve gözlerini açtı. Kilisedeki herkes kafasını kaldırdı. Lauretta White sırasında atlayıp zıplamaya başladı. Çılgına dönmüş hâlde elbisesinin arkasını tutmaya çalışıyordu.
“Ay anni, anni… Çıkar şunu ay… Of çıkar hadi… O kötü çocuk ensemden içeri attı… Annii… Ayyy… Aşağı iniyor…”
Bayan White yüzünde sert bir ifadeyle ayağa kalkarak kıvranıp duran Lauretta’yı kilisenin dışına taşıdı. Çığlıkları uzaklaştıkça kaybolurken Bay Allan ayine devam etti. Ancak herkes o gün ayinin başarısız olduğunun farkındaydı. Marilla hayatında ilk kez okunan ayetlere dikkat etmedi. Anne’in ise utancından yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Eve döndüklerinde Marilla, Davy’i yatağa yatırdı ve günün sonuna kadar orada kalmasını söyledi. Ona yemek vermese de süt ve ekmek yemesine izin verdi. Yiyecekleri ona Anne götürdü. Çocuk pişmanlık belirtisi göstermeden keyifle yerken Anne kederle yanında oturuyordu. Yine de Anne’in hüzünlü gözleri Davy’i etkiledi.
“Galiba…” dedi düşünceli bir şekilde. “Senin Paul Irving kilisede bir kızın ensesinden içeri tırtıl atmazdı, değil mi?”
“Gerçekten de yapmazdı bunu.” dedi Anne üzülerek.
“O zaman bunu yaptığıma üzüldüm.” diye bir itirafta bulundu Davy. “Ama çok neşeli iri bir tırtıldı. İçeri girdiğimiz sırada kilise merdiveninden aldım. Onu ziyan etmek yazık olur diye düşündüm. Hem o kızın çığlık attığını duymak eğlenceli değil miydi?”
Yardım Topluluğu salı günü öğleden sonra Green Gables’ta bir araya geldi. Marilla’nın yardıma ihtiyacı olacağını düşünen Anne, okuldan eve aceleyle geldi. Tertipli ve usturuplu Dora, kolalanmış beyaz elbisesi ve siyah kuşağı ile birlikte topluluk üyelerinin yanında salonda oturuyordu. Kendisi ile konuşulduğunda ağırbaşlı bir şekilde cevap veriyor yoksa sessizce oturuyordu. Âdeta örnek çocuk gibi davranıyordu. Keyifli bir pisliğe bulanmış Davy ise bahçede çamur pastası yapıyordu.
“Yapmasına izin verdim.” dedi Marilla tükenmiş vaziyette. “Bunun daha beter yaramazlık yapmasını engelleyeceğini düşündüm. Bu şekilde sadece üstünü başını kirletir. Onu çaya çağırmadan önce biz yer içeriz. Dora bizimle birlikte içebilir çayını. Fakat Yardım Topluluğu üyeleri buradayken Davy’nin bizimle masaya oturmasına müsaade etmeye cesaret edemem.”
Anne, salondaki misafirleri çay için çağırdığında Dora’nın orada olmadığını gördü. Bayan Jasper Bell, Davy’nin ön kapıya gelerek ona seslendiğini söyledi. Marilla ile kilerde yapılan acil bir görüşme sonrasında çocukların çaylarını daha sonra birlikte içmeleri kararı alındı.
Perişan bir silüet yemek salonunu işgal ettiğinde çayı yarılamışlardı. Marilla ve Anne dehşete düşmüş gibiydi, misafirlerse hayretler içerisindeydi. Bu Dora olabilir miydi? Hıçkıra hıçkıra ağlayan, üzerinden Marilla’nın yepyeni halısına sular damlayan sırılsıklam elbise içindeki ne idiği belirsiz varlık küçük kız olabilir miydi?
“Dora sana ne oldu?” diye haykırdı Anne, Bayan Jasper Bell’e suçlu bir bakış atarken. Söylendiğine göre bu hanımefendinin ailesi kazaların hiç yaşanmadığı tek aileydi.
“Davy beni domuz ağılının çitlerinde yürüttü.” diyerek feryat etti Dora. “Ben yapmak istemedim ama o bana ödlek tavuk dedi. Sonra da ağıla düştüm, elbisem kirlendi ve domuz üzerimden geçti. Elbisem iğrenç hâldeydi ama Davy eğer pompanın altında durursam yıkayarak temizleyeceğini söyledi. Ben dediğini yaptım ama elbisem azıcık bile temizlenmedi. Güzelim kuşağım ve ayakkabılarım da mahvoldu.”
Marilla yukarı çıkıp Dora’ya eski kıyafetlerini giydirirken masadaki misafirleri Anne ağırladı. Yakalanan Davy yemek verilmeden yatağa yollandı. Anne ise alaca karanlık vakti Davy’nin odasına girerek onunla ciddi bir konuşma yaptı. Bu pek de olumsuz sonuç vermeyen, oldukça güvendiği bir yöntemdi. Çocuğa davranışından dolayı çok kötü hissettiğini söyledi.
“Ben de şimdi üzüldüm.” diye itiraf etti Davy. “Ama sorun bir şeyleri yapmadan önce azla üzülmüyor olmam. Dora pasta yapmama yardım etmedi çünkü elbiseyeyini kirletmekten korkuyordu ve beni kudurttu. Zannedersem Paul Irving eğer düşeceğini bilseydi kız kardeşini domuz ağılının çitlerinden yürütmezdi öyle değil mi?”
“Hayır, böyle bir şeyi aklından bile geçirmezdi. Paul mükemmel bir küçük beyefendi.”
Gözlerini kısan Davy bir müddet bu konu üzerine düşünür gibi göründü. Sonra kollarını Anne’in boynuna doladı. Kızarmış minik yüzünü genç kızın omzuna koydu.
“Paul gibi uslu bir çocuk olmasam da beni azıcık bile sevmiyor musun Anne?”
“Gerçekten seviyorum.” dedi Anne içtenlikle. Davy’i sevmemek mümkün değildi sanki. “Ama eğer bu kadar yaramaz olmasaydın seni sevmek daha kolay olurdu.”
“Ben… Bugün başka bir şey daha yaptım.” diye devam etti Davy bastırılmış bir sesle. “Şimdi çok üzgünüm ama sana söylemekten çok korkuyorum. Bana çok kızmazsın, değil mi? Marilla’ya da söylemezsin, değil mi?”
“Bilmiyorum Davy. Belki de ona söylemem gerekir. Ama bu şey her neyse bir daha yapmayacağına söz verirsen Marilla’ya söylemeyeceğime söz veriyorum.”
“Hayır, asla yapmam. Neyse, zaten bu yıl onlardan daha fazla bulmam mümkün değil. Bu seferkini mahzenin merdivenlerde bulmuştum.”
“Davy, sen ne yaptın?”
“Marilla’nın yatağına kurbağa koydum. İstersen gidip oradan alabilirsin. Ama sence de orada bırakmak eğlenceli olmaz mı Anne?”
“Davy Keith!” diye haykıran Anne, çocuğun kendisini saran kollarından kurtularak koridordan uçarak geçti ve Marilla’nın odasına girdi. Yatak hafifçe dağılmıştı. Gergin bir telaşla battaniyeleri çekti. Yastığın altında kendisine göz kırpan bir kurbağa vardı gerçekten de.
“Bu iğrenç şeyi nasıl taşıyabilirim?” diye feryat etti Anne irkilerek. Aklına ateş küreği geldi ve Marilla hâlâ kilerde meşgulken sessizce aşağı indi küreği almak için. Anne, kurbağayı merdivenden aşağı taşırken oldukça zorlandı. Kurbağa küreğin üzerinde üç kez zıplamıştı ve bir keresinde koridorda kaybolduğunu düşündü. Kurbağayı nihayet kiraz bahçesine attığında rahatlayarak derin bir nefes çekti.
“Eğer Marilla bunu bilseydi bir daha yatağına girerken asla kendini güvende hissetmezdi. O minik günahkârın zamanında tövbe ettiği iyi oldu. Diana penceresinden bana işaret ediyor. Çok mutlu oldum buna. Gerçekten de kafamı dağıtacak bir şeye ihtiyacım var. Okulda Anthony Pye, evde Davy Keith sinirlerim bir gün için yeterince allak bullak oldu.”

BÖLÜM 9
RENK MESELESİ
“O ihtiyar karın ağrısı Rachel Lynde bugün yine buradaydı. Kilisedeki giyinme odasına alınacak halıya katkı sağlamam için başımın etini yedi.” dedi Bay Harrison hiddetle. “O kadından tanıdığım bildiğim herkesten nefret ettiğimden daha çok nefret ediyorum. Altı kelimeye bir vaaz, bir ayet, bir yorum ve bir talep sıkıştırıp insanın kafasına tuğla gibi fırlatmayı başarabiliyor.”
Verandanın kenarına tünemiş Anne, gri bir kasım alaca karanlığında yeni sürülmüş tarlanın üzerinden esen hafif batı rüzgârının büyüsünün keyfini çıkarıyordu. Bahçenin aşağısındaki kıvrak köknar ağaçlarının arasından tuhaf bir melodi geliyordu. Anne hülyalı yüzünü döndü.
“Sorun şu ki siz ve Bayan Lynde birbirinizi anlamıyorsunuz.” diye açıkladı. “İnsanlar birbirlerinden hoşlanmadıklarında sorun genellikle budur. Ben de ilk başlarda Bayan Lynde’den hoşlanmadım. Ama onu anlamaya başlar başlamaz ondan hoşlanmayı öğrendim.”
“Bayan Lynde bazıları için sonradan kazanılmış bir zevk olabilir. Ama ben eğer muz yemeye devam edersem muz sevmeyi öğreneceğim bana söylendiği için muz yemiyorum.” diye homurdandı Bay Harrison. “Onu anlamaya gelince, kendisinin tescilli bir işgüzar olduğunu anlıyorum ve bunu ona söyledim.”
“Ama bu duygularını çok incitmiştir.” dedi Anne ayıplarcasına. “Böyle bir şeyi nasıl söylersiniz? Ben de vakti zamanında Bayan Lynde’e çok kötü şeyler söyledim. Fakat o zaman kendimi kaybetmiştim. O şeyleri ona kasten söyleyemezdim.”
“Gerçek buydu ve ben insanlara gerçeği söylemek gerektiğine inanıyorum.”
“Ama gerçeğin tamamı da söylenmez ki.” diyerek itiraz etti Anne. “Siz gerçeğin sadece nahoş tarafını söylüyorsunuz. Saçımın kızıl olduğunu en az on kez söylediniz bana. Ama burnumun güzel olduğunu bir kez bile söylemediniz.”
“Galiba kimse söylemese de bunu biliyorsun.” diye kıkırdadı Bay Harrison.
“Saçlarımın kızıl olduğunu da biliyorum. Her ne kadar şimdilerde eskiden olduğundan çok daha koyu renkli olsa da. Yani bana bunu söylemenin de lüzumu yok.”
“Neyse neyse, madem bu kadar hassassın bir daha bu bahsi açmam. Beni hoş görmen lazım Anne. Benim dobra olma gibi bir alışkanlığım var ve insanların buna aldırmaması lazım.”
“Ama ben aldırmadan edemiyorum. Ayrıca bunun bir alışkanlık olduğunu söylemenin de bir faydası yok bence. İnsanlara iğneler ve çuvaldızlar batıran biri, ‘Kusuruma bakmayın, buna aldırmamanız lazım. Bu benim alışkanlığım.’ dese bu kişi hakkında ne düşünürdünüz? Deli olduğunu düşünürdünüz öyle değil mi? Bayan Lynde’in işgüzar olmasına gelince, belki de öyledir. Peki hiç ona nazik bir kalbi olduğunu ve hep muhtaçlara yardım ettiğini söylediniz mi? Ya Timothy Cotton onun mandırasından bir kap tereyağı çalıp da eşine ondan satın aldığını söylediğinde tek bir söz söylememesine ne demeli? Bayan Cotton bir sonraki karşılaşmalarında tereyağının tadının turpa benzediğini söyleyince Bayan Lynde, tereyağı kötü olduğu için sadece özür diledi.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lusi-mod-montgomeri/avonleali-anne-69428185/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
ABD’de güneylilerin kuzeylilere taktığı lakap. (ç.n.)

2
Yuhanna İncili 1:46. (ç.n.)

3
Pie: Turta. (ç.n.)

4
St. Clair, aziz anlamına gelen saint kelimesinin kısaltması “St”. (ç.n.)
Avonleali Anne Люси Мод Монтгомери
Avonleali Anne

Люси Мод Монтгомери

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Yeşilin Kızı Anne’in devamı olan Avonleali Anne, Anne Shirley′in büyüyüp genç kızlığa eriştiği ve 17 yaşın getirdiği güzellikleri dolu dolu yaşadığı zamanın öyküsüdür.

  • Добавить отзыв