Avonlea Günlükleri

Avonlea Günlükleri
Lucy Maud Montgomery
Yeşilin Kızı Anne kitabının yazarından, Anne’in yaşamış olduğu Avonlea, küçük olsa da heyecanlı ve ilginç olaylara ev sahipliği yapmıştır. Kâh gizli ve masum aşklar kâh da duygusal hatıraların bir araya geldiği öyküler silsilesinden oluşmaktadır, Avonlea Günlükleri. Kimi yerlerde o tanıdık olduğumuz yetim kız Anne’in komşuların hayatında yer almasıyla kimi zaman da Pazar Okulundan veyahut da kiliseden tanışık olduğu insanların hayatlarından kesitler sunmasıyla Avonlea’deki yaşamlar içinizde merak uyandırıp kalbinizi ısıtacak. “Yıllar önce küçük bir kızın gözlerine bakarken hissettiğim gibi hissediyorum. Adı Anne Shirley’di ve Cuthbertlar ile birlikte Avonlea’de yaşardı. Blair’in dükkânında sohbet ettik. O kız herkesle konuşabilirdi. Bir konu hakkında, ‘Benim gibi örselenmiş altmış küsur yaşında bir adamın bunu umursamaması gerekir.’ gibi bir şey dedim. İri, masum gözleriyle çok yanlış bir şey söylemişim gibi ayıplarcasına baktı. ‘Yaşlandıkça bazı şeyleri daha fazla umursamamız gerektiğini düşünmüyor musunuz Bay Blair?’ dedi. Kendisi on bir değil de yüz yaşındaydı âdeta.”

Lucy Maud Montgomery
Avonlea Günlükleri

Lucy Maud Montgomery, 30 Kasım 1874 tarihinde, Prens Edward Adaları, Clifton’da doğdu. Annesi, daha o bebekken tüberkülozdan hayatını kaybetti. Kendisini annesinin ailesi büyüttü. Babası, onu büyütmesi için büyükannesine emanet ettikten sonra Cavendish’e taşındı. Cavendish’te yaşamaya başlayan Montgomery’nin çocukluğu yalnızlık içinde, hayalî arkadaşlarla geçti. 1890 yılında, burada eğitimini tamamladıktan sonra, babası ve üvey annesiyle yaşamak için Prens Albert şehrine yerleşti.
9 yaşındayken şiirlerini yazmaya ve günlük tutmaya başladı. İlk şiiri yerel gazetelerde yayımlandıktan sonra düzenli olarak kısa yazılar da yazmaya başladı. Charlottetown’daki Prince of Wales Üniversitesine girerek öğretmenlik lisansı aldı. Kısa süreliğine de olsa öğretmenlik yaptı. 1897’den itibaren yazmaya başladığı yüzlerce kısa öykü, haftalık dergilerde yayımlandı.
1908 yılında yayımlanan ilk kitabı Yeşilin Kızı Anne ile büyük bir başarı yakaladı. Yazarı yaşamı boyunca popüler eden Anne karakteri dünyada en çok sevilen kitap kahramanlarından biri oldu. İlk roman ile birlikte bir seri hâline geldi. Yazar hayatı boyunca birçok roman, otobiyografi, kısa hikâye ve şiir yazdı. Toronto’daki evinde 24 Nisan 1942’de hayatını kaybetti.

Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter.

Bölüm 1
Ludovic’i Acele Ettirmek
Anne Shirley, bir cumartesi akşamı, Theodora Dix’in oturma odasının pencere kenarındaki koltuğa kıvrılmış, hülyalı gözlerle güneşin battığı tepelerin ardındaki yıldızlara bakıyordu. Anne, seyahatinin iki haftalık kısmında Bay ve Bayan Stephen Irving’in yazlarını geçirdiği Echo Lodge’a uğramıştı. Theodora ile sohbet etmek için sık sık Dix çiftliğine gidiyordu. O akşam da sohbet etmişlerdi ve Anne, hayallere dalmıştı. Koyu kızıl saçlarından taç örgü yaptığı güzel başını pencere kenarına yaslamıştı. Gri gözleri karanlık göllerin üzerine yansıyan ay ışığı gibi parlıyordu.
Bir ara Ludovic Speed’in[1 - Speed: İngilizce “hız” demek. (ç.n.)] yoldan aşağı yürüdüğünü gördü. Dix Çiftliği’nin yolu uzun olsa da Ludovic’i uzaktan görür görmez tanımak mümkündü. Middle Grafton’da hiç kimse böylesine uzun boylu, omuzları zarifçe düşmüş, uysalca hareket eden bir silüete sahip değildi. Bu silüetin her bir hareketinde ve kıvrımında Ludovic’in şahsına ait bir özgünlük vardı.
Anne, hayallerinden sıyrılıp oradan ayrılmanın nazik bir davranış olacağını düşündü. Ludovic, Theodora ile flört ediyordu ve bu, Grafton’daki herkesin malumuydu. Herhangi birinin bu gerçekten bihaber olmasının sebebi ise bunu öğrenebileceği kadar zaman geçmemiş olması değildi. Ludovic Theodora’yı görmeye geliyordu. Tam on beş senedir yaptığı gibi gevşek ve acelesiz bir şekilde!
Narin ve romantik bir genç kız olan Anne, gitmek üzere ayağa kalktığında tombul, orta yaşlı ve tecrübeli Theodora gözlerindeki kıvılcımla şöyle dedi:
“Acele etmene gerek yok yavrum. Otur ve bekle. Ludovic’in yoldan geldiğini gördün ve fazlalık olacağını düşündün zannedersem. Ama fazlalık olmazsın. Ludovic etrafta üçüncü bir kişinin olmasını sever. Ben de severim. Sohbeti canlandırır. Eğer bir adam seni on beş senedir ziyaret ediyorsa konuşacak çok şey olmuyor.”
Theodora, Ludovic’in aksine utanır gibi değildi. Ludovic’den ya da uzun süreli flörtleşmesinden bahsederken kesinlikle mahcup bir hâle bürünmüyordu. İşin aslı bu durumdan keyif alıyor gibiydi.
Anne tekrar oturdu ve Theodora ile birlikte Ludovic’in gelişini izlediler. Ludovic, etrafındaki yemyeşil yonca tarlasına ve aşağıdaki sisli vadide akan nehrin mavi kıvrımlarına bakıyordu.
Anne, Theodora’nın sakin, biçimli yüzüne baktı. Onun yerinde olsaydı, yani karar vermesi uzun sürdüğü aşikâr yaşlıca bir sevgilinin gelişini bekleseydi nasıl hissederdi, bunu anlamaya çalıştı. Fakat Anne’in hayal gücü bu durumda işine yaramadı.
“Her neyse.” diye düşündü sabırsızca. “Eğer ki onu isteseydim acele ettirecek bir yol bulurdum. Ludovic Speed! Bu kadar zıt bir isim olması mümkün mü? Böyle bir adam için böyle bir soyadı ne kadar uyumsuz.”
Nihayet Ludovic eve geldi. Kapı eşiğinde uzunca durdu. Kiraz bahçesindeki birbirine girmiş yeşil otlara bakakaldı. Theodora, o kapıyı çalmadan açtı. Onu, oturma odasına alırken omuzlarının üzerinden Anne’e muzipçe baktı.
Ludovic hoş bir şekilde gülümsedi Anne’e. Ondan hoşlanırdı. Genç kızlardan genelde kaçındığı için Anne tanıdığı tek genç kızdı. Bu yaştaki kızlar Ludovic’in tuhaf ve yersiz hissetmesine sebep olurlardı. Ancak Anne, onda bu etkiyi yaratmıyordu. Her türden insanla anlaşırdı Anne. Ludovic ve Theodora uzun süredir tanımasalar da onu eski bir dost gibi görüyorlardı.
Ludovic uzun ve hantaldı. Fakat uysallığı başka türlü olsa üzerinde eğreti duracak bir ağırbaşlılık katıyordu ona. Sarkık, ipeksi ve kahverengi bir bıyığı ile bir perçem kıvırcık sakalı vardı. Erkeklerin tam tıraşlı ya da tam sakallı olduğu Grafton’da alışık olunmayan bir çeşitti bu. Gözleri hülyalı ve hoştu. O gözlerin mavi derinliklerinde bir parça hüzün vardı.
Theodora’nın babasına ait koca koltuğa oturdu. Ludovic her zaman orada otururdu. Anne, bu koltuğun ona benzemeye başladığını söyledi.
Sohbet kısa sürede canlandı. Ludovic, kendisini konuşturacak biri olduğunda iyi sohbet ederdi. Kültürlü biriydi Ludovic. Anne, onun insanlar ve dünya meseleleri ile ilgili yaptığı zekice yorumlara şaşırmıştı. Hâlbuki böyle meselelerle ilgili sadece cılız yankılar ulaşırdı Deland River’a. Siyaset ve tarih konularına pek ilgi duymayan, öğretilere meraklı ve bu konularla ilgili her şeyi okumuş Theodora ile ise dinî meseleler hakkında konuşmayı severdi Ludovic.
Konuşma Ludovic ve Theodora arasında dostça bir kavga girdabına girdiğinde Anne kendisine artık ihtiyaç kalmadığını anladı.
“İyi geceler zamanı geldi.” dedi ve sessizce uzaklaştı.
Ev iyice gözden kaybolunca beyaz ve altın sarısı papatyalarla süslü yeşil bir çayırda durdu ve gülmeye başladı. Hoş kokulu rüzgâr çayırın üzerinden zarifçe esiyordu. Anne köşedeki bir huş ağacına yaslandı ve kahkaha attı. Ludovic ve Theodora hakkında düşündüğünde böyle gülerdi. Onun gibi hevesli bir genç için bu flörtleşme eğlenceli bir şeydi. Ludovic’i sevse de ona tepki göstermekten kendisini alamadı.
“Sevgili, koca, sinir bozucu kaz!” dedi yüksek sesle. “Böylesine sevilesi bir aptal daha önce görülmemiştir. O eski şiirdeki timsah gibi:
Gitmez de durmaz da, Sağa sola sallanır sadece.”
İki gece sonra Anne, Dix çiftliğine gittiğinde Ludovic hakkında konuşuldu. Aşırı çalışkan ve süs meraklısı Theodora, düzgün ve tombul parmaklarını Battenburg dantelinden bir masa örtüsü işleyerek meşgul ediyordu. Anne küçük bir sallanan sandalyede oturmuş, narin elleri kucağında Theodora’yı seyrediyordu. Theodora’nın çok güzel olduğunu fark etti. Roma mitolojisindeki Juno misali heybetli, beyaz tenliydi. Keskin hatları ile kocaman kahverengi gözleri vardı. Gülümsemediği zamanlarda ciddi dururdu. Anne, Ludovic’in ona hayran olduğunu düşündü.
“Ludovic’le cumartesi akşamı boyunca Hristiyan bilimi mi konuştunuz?” diye sordu.
Theodora’nın yüzünde güller açtı.
“Evet ve bu konuda kavga ettik. En azından ben ettim. Ludovic kimseyle kavga etmez. Onunla münakaşa etmek duvarla kavga etmek gibidir. Karşılık vermeyecek bir insanı sıkıştırmaktan nefret ediyorum.”
“Theodora!” dedi Anne nazikçe, “Haddimi aşma cüretinde bulunacağım. İstersen beni tersleyebilirsin ama sormak istiyorum. Neden Ludovic ile evlenmiyorsunuz?”
Theodora rahatça güldü.
“Sanırım bu, Grafton ahalisinin bir süredir merak ettiği bir konu Anne. Şöyle ki benim Ludovic ile evlenmeye bir itirazım yok. Bu yeterince samimi bir şey değil mi? Ama sana evlenme teklif etmeyen bir adamla evlenmek kolay değil. Ludovic de bana evlenme teklif etmedi.”
“Çok mu utangaç?” diye ısrar etti Anne. Mademki Theodora’nın keyfi yerindeydi o zaman bu tuhaf durumun sebebini öğrenebilirdi.
Theodora, el işini bıraktı ve yaz âleminin yeşil bayırlarına düşünceli düşünceli baktı.
“Hayır, sebebinin bu olduğunu sanmam. Ludovic utangaç değil. Bu onun huyu, Speed huyu. Bütün Speedler korkunç derecede hesap yaparlar. Bir şeyi yapmaya karar vermeden önce senelerce düşünürler. Bazen o kadar çok düşünürler ki o şeyi yapmazlar bile. Mesela Yaşlı Alder Speed… Kardeşini görmek için İngiltere’ye gitmekten bahsederdi hep. Ama hiç gitmedi. Hâlbuki gitmemek için sebebi yoktu. Tembel değiller ama acele etmeyi sevmezler.”
“Ve Ludovic, Speedizm illetinden fazlasıyla mustarip.” dedi Anne.
“Kesinlikle. Hayatında hiç acele etmedi. Tam altı yıldır evini boyatmayı düşünüyor. Arada bir bu konu hakkında konuşur benimle. Rengi bile seçti ama öylece kaldı. Beni sever ve zamanı gelince teklif edecektir. Asıl soru şu, zamanı gelecek mi?”
“Neden onu acele ettirmiyorsun?” diye sordu Anne sabırsızlanarak.
Theodora bir kahkaha daha atarak el işine döndü.
“Eğer ki Ludovic’i acele ettirmek mümkünse bu işi yapacak olan ben değilim. Ben çok utangacım. Benim yaşımda ve hâlimde bir kadının bunu söylemesi saçma ama bu doğru. Tabii ki bir Speed’i evlenmeye ikna etmenin yolunun bu olduğunu da biliyorum. Örneğin, kuzenlerimden biri Ludovic’in erkek kardeşiyle evli. Kız ona teklif etti diyemem ama teklif etmeye çok da uzakta kalmadı hani. Ben böyle bir şey yapamam. Bunu bir kez denedim. Kuruyup gitmeye başladığımı anlayınca Ludovic’e çıtlattım. Ama boğazımda kaldı. Şimdi de aldırmıyorum. Eğer ki Dix’ten Speed’e dönmem için inisiyatif kullanmam gerekiyorsa hayatımın sonuna kadar Dix olarak kalacağım. Biliyor musun, Ludovic yaşlanmaya başladığımızı anlamıyor? Hâlâ deli dolu gençler olduğumuzu düşünüyor ve daha çok zamanımız olduğunu sanıyor. Bu Speedlerin yanılgısı işte, ölünceye dek yaşadıklarının farkına varmıyorlar.
“Sen Ludovic’i seviyorsun değil mi?” diye sordu Anne. Theodora’nın tutarsızlıklarında burukluk sezmişti.
“Evet.” dedi Theodora samimiyetle. Bu aleni gerçekten dolayı utanmadı bile. “Onu dünyalar kadar seviyorum. Ve onun da kesinlikle bakıma ihtiyacı var. İhmal edilmiş, yıpranmış bir durumda. Bunu sen de görebilirsin. Evinde baktığı yaşlı teyzesi aynı şekilde Ludovic’e bakmıyor. Üstelik yaşlanıyor ve bir adamın azıcık da olsa üzerine titrenmesi gerekir. Ben burada yalnızım, Ludovic orada yalnız ve bu saçma görünüyor, değil mi? Grafton’da alay konusu olduğumuza eminim. Tanrı biliyor ben bile gülüyorum buna. Hatta bazen düşünüyorum ki Ludovic’i kıskandırmak mümkün olsaydı teşvik edilebilirdi. Ancak ben flört edemem ve flört edebileceğim kimse yok. Buralarda herkes beni Ludovic’in malı olarak görüyor ve kimse bu işe bulaşmayı aklından bile geçirmez.”
“Theodora!” diye haykırdı Anne. “Benim bir planım var!”
“Ne yapacaksın?” diye sordu Theodora.
Anne planını anlatınca Theodora ilk başta gülüp itiraz etti. Ancak en sonunda Anne’in coşkusuna şüpheci bir şekilde teslim oldu.
“O zaman dene bakalım.” dedi boyun eğerek. “Eğer ki Ludovic sinirlenir ve beni terk ederse bu benim için daha kötü olur. Ancak risk olmadan kazanç da olmaz. Ve bir başarı şansı olduğunu zannediyorum. Bir de itiraf etmeliyim ki onun oyalanmasından yoruldum.”
Anne, planının verdiği keyifle Echo Lodge’a döndü. Arnold Sherman’ı bulup planını anlattı. Arnold güldü. Kendisi yaşlı bir duldu ve Stephen Irving’in yakın arkadaşıydı. Yazın bir kısmını arkadaşı Irving ile geçirmek için Prens Edward Adası’na gelmişti. Yaşlılara özgü bir yakışıklılığı vardı. İçinde bir parça muziplik kalmıştı ve bu sayede Anne’in planına seve seve dâhil oldu. Ludovic Speed’i acele ettirme düşüncesi onu keyiflendirmişti. Theodora Dix’in de kendi rolünü oynayacağını biliyordu. Sonuç ne olursa olsun bu komedi sıkıcı olmayacaktı.
Bir sonraki perşembe günü kilise ayininden sonra oyun başladı. İnsanlar kiliseden çıktığında ay ışığı parladığından herkes her şeyi net bir şekilde gördü. Arnold Sherman kapının yakınındaki merdiven basamağında duruyordu. Ludovic Speed ise yıllardır yaptığı gibi avlunun köşesindeki bir çite yaslanmıştı. Çocuklar çitin o kısmındaki boyayı aşındırdığını söylüyorlardı. Ludovic kilise kapısına dayanmak için bir sebep göremiyordu. Theodora her zamanki gibi çıkacak ve köşede kendisiyle buluşacaktı.
Fakat Ludovic’in beklediği gibi olmadı. Theodora merdivenlerden inmeye başladı. Verandadaki ışık, heybetli silüetini karanlıkta ortaya çıkardı. Arnold Sherman ona evine kadar eşlik etmeyi teklif etti. Theodora sakince koluna girdi. Afallamış Ludovic’in yanından bu hâlde geçtiler. Ludovic gözlerine inanamıyormuş gibi arkalarından çaresizce bakakaldı.
Bir müddet gevşekçe durdu bulunduğu yerde. Sonra vefasız sevgilisi ile onun yeni hayranının ardından yürümeye başladı. Çocuklar ve sorumsuz genç adamlar arkasında biriktiler. Bir çeşit eğlence beklentisindeydiler. Ludovic, Theodora ve Arnold Sherman’a yetişinceye dek hızlı hızlı yürüdü. Sonra süklüm püklüm yürümeye başladı arkalarından.
Her ne kadar Arnold Sherman eğlenceli olmak için özellikle çabalasa da Theodora eve dönüş yolculuğundan hiç keyif almadı. Ayaklarını sürüme sesini duyduğu Ludovic için üzülüyordu. Çok zalim davranmış olmaktan korksa da artık olan olmuştu. Bütün bunların Ludovic’in iyiliği için olduğunu düşündü ve kendisini toparlayıp Arnold’la dünyadaki tek adam oymuş gibi konuştu. Terk edilmiş zavallı Ludovic aciz bir şekilde arkalarından yürüyor ve Theodora’yı dinliyordu. Eğer Theodora, Ludovic’in dudaklarına uzattığı zehir kadehinin ne kadar acı olduğunu bilseydi, faydası ne olursa olsun o kadehi uzatacak kadar iradeli olamazdı.
Arnold ile Theodora evin kapısında kadar geldiklerinde Ludovic durmak zorunda kaldı. Theodora omuzlarının üzerinden baktığında Ludovic’in yolda durduğunu gördü. O perişan hâli bütün gece aklını kurcaladı. Eğer ki Anne ertesi gün gelip de destek vermeseydi erkenden gelen merhametiyle her şeyi mahvetmiş olurdu.
Bu arada Ludovic, arkasında duran fazlasıyla keyifli küçük erkek çocuklarının yorumlarına ve kıkırdamalarına aldırmadan yolun ortasında durmaya devam etti. Ta ki Theodora ile rakibi köknar ağaçlarının altında, eve giden yolda gözden kayboluncaya dek. Sonra eve döndü. Ancak her zamanki gibi rahat ve aylak adımlarla değil de huzursuzluğunu ilan eden kaygılı ve uzun adımlarla.
Hayretler içinde kalmıştı. Eğer ki aniden dünyanın sonu gelmiş olsaydı ya da Grafton Nehri’nin tembel kıvrımları ters dönüp tepeden yukarı aksaydı bu kadar şaşırmazdı. On beş yıl boyunca Theodora ile birlikte yürürdü ayin sonrası. Ancak şimdi bu yaşlı yabancı, Birleşik Devletler’in kendisine sağladığı görkemle Theodora ile birlikte burnunun dibinden geçmişti soğukkanlılıkla. Daha da kötüsü, hatta en kötüsü, Theodora onunla gitmeye razı olmuştu ve belli ki arkadaşlığından hoşlanıyordu. Ludovic, rahat ruhunda haklı öfkesinin telaşını hissetti.
Yolun sonuna geldiğinde kapıda durup evine baktı. Evi, huş ağaçlarının hilal gibi çevrelemesiyle yoldan ayrılıyordu. İklimin eve verdiği zarar ay ışığında bile net bir şekilde görülebiliyordu. Arnold Sherman’ın Boston’daki “saray yavrusundan” bahsedildiğini hatırladı ve güneşten yanmış parmaklarıyla çenesini endişeyle sıvazladı. Sonra yumruklarını sıkıp dış kapıya vurdu.
“Theodora benimle on beş sene arkadaşlık ettikten sonra beni bu şekilde terk edemez.” dedi. “Benim de diyeceklerim var. Arnold Sherman olsun ya da olmasın! ”
Ludovic ertesi gün Carmody’e gitti ve evi boyaması için Joshua Pye’le görüştü. Akşam da her ne kadar cumartesiye kadar ziyareti beklenmese de Theodora’yı görmeye gitti. Arnold Sherman ondan önce gelmişti ve Ludovic’in koltuğunda oturuyordu. Ludovic, Theodora’nın sazdan sallanan sandalyesine oturmak zorunda kaldı. Oraya ait değilmiş gibi hissediyordu perişan hâlde.
Theodora bu vaziyetin tuhaf bir hâl aldığını düşündüğünde bile durumu çok iyi idare etti. Hiç bu kadar güzel görünmemişti. Ludovic, en iyi ikinci ipek elbisesini giydiğini fark etti. Bu elbiseyi giymesinin sebebinin rakibinin ziyareti olup olmadığını merak etti çaresizce. Kendisi için asla ipek elbiseler giymezdi.
Her zaman uysal ve uyumlu bir fani olan Ludovic orada, Arnold Sherman’ın süslü konuşmasını sessizce dinlerken kendisini bir cani gibi hissetti.
“Nasıl da dik dik baktığını görmeliydin.” dedi Theodora ertesi günü keyifli Anne’e. “Bu yaptığım fenaydı ama gene de memnun oldum. Uzaklaşır ve somurtmaya başlar diye korktum. Ancak burada olduğu ve somurttuğu müddetçe endişelenmiyorum. Ama kendisini yeterince kötü hissediyor zavallı ve vicdan azabından kendimi yiyorum. Dün gece Bay Sherman’dan daha uzun süre kalmaya kalktı ama başaramadı. Gitmek için acele ederken nasıl üzüldü bilemezsin. Evet, gerçekten acele etti.”
Ertesi pazar Arnold Sherman, Theodora ile birlikte kiliseye gitti ve yan yana oturdular. Onlar geldiğinde Ludovic Speed aniden ayağa kalkıp oturdu. Görüş alanındaki herkes görmüştü onu. O gece Grafton Nehri civarındaki insanlar bu dramatik olay hakkında hevesle konuştular.
“Rahip vaaz verirken aniden ayağa fırladı, sanki biri ayağını çekmiş gibi.” dedi o sırada kilisede olan kuzeni Lorella Speed, olayı görmeyen kız kardeşine. “Yüzü kâğıt gibi bembeyaz kesildi. Gözleri âdeta yerlerinden fırlayacak gibi bakıyordu. Hiç bu kadar gerilmemiştim hayatımda. Neredeyse uçmaya başlayacağını düşündüm. Nihayet iç çekip tekrar oturdu. Theodora Dix onu gördü mü görmedi mi bilmiyorum. Soğukkanlı ve umursamaz görünüyordu.
Theodora, Ludovic’i görmemişti. Ancak soğukkanlı ve umursamaz görüntüsü gerçeği yansıtmıyordu. Gergin hissediyordu. Arnold Sherman’ın kendisiyle beraber kiliseye gelmesine mâni olamamıştı. Durum fazla ileri gidiyormuş gibi geliyordu ona. Grafton’da insanlar nişanlanmaya yakın olmadıkları müddetçe birlikte kiliseye gidip yan yana oturmazlardı. “Ya bu hâl Ludovic’i uyandırmak yerine uyuşuk bir çaresizliğe iterse?” diye düşündü. Ayin boyunca perişan hâlde oturdu ve vaazdan tek bir kelime duymadı.
Ne var ki Ludovic’in muazzam performansı henüz sona ermemişti. Speedleri bir işe başlatmak zor olabilirdi; ancak bir kez başladılar mı hızlarının önü alınamazdı. Theodora ve Bay Sherman dışarı çıktığında Ludovic merdivenlerde bekliyordu. Sert bir duruşu vardı. Başı geride omuzları dimdikti. Rakibine attığı bakışta açık bir meydan okuma vardı, Theodora’nın koluna dokunuşunda ise ustalık.
“Sizi eve götürebilir miyim Bayan Dix?” dedi kelimelerle. Ancak ses tonu, “İstesen de istemesen de seni eve götüreceğim.” diyordu.
Theodora, Arnold Sherman’a baktıktan sonra Ludovic’in koluna girdi. Yeşilliklerin arasından, çitlere bağlanmış atların dahi paylaşır gibi göründüğü bir sessizlikle geçtiler. Ludovic için bu, ömre bedel bir zaferdi. Ertesi gün Anne, ta Avonlea’den yürüyerek geldi haberleri duymak için. Theodora gülümsedi.
“Evet, nihayet halloldu Anne. Dün gece eve gelirken Ludovic basitçe evlenme teklif etti. Pazar günü derhâl evleneceğiz. Ludovic bir hafta bile uzatmak istemiyor.”
“Yani Ludovic Speed nihayet acele ettirildi.” dedi Bay Sherman, Anne onu Echo Lodge’da ziyaret edip haber verdiğinde. “Sen tabii ki de mutlusun. Benim zavallı gururum günah keçisi oldu bu arada. Grafton’da Theodora Dix’i isteyip elde edemeyen Bostonlu olarak anacaklar beni.”
“Ama bu doğru olmaz, biliyorsunuz.” dedi Anne teskin edercesine.
Arnold Sherman, Theodora’nın olgun güzelliğini ve münasebetleri süresince fark ettiği yumuşak huyluluğunu düşündü.
“Bundan emin değilim.” dedi iç çekerek.

Bölüm 2
Yaşlı Hanım Lloyd

1. Mayıs Zamanı
Spencervale dedikoducuları Yaşlı Lloyd Hanım’ın zengin, kötü ve kibirli olduğunu iddia ederlerdi. Bir dedikodunun genellikle üçte biri doğruysa üçte ikisi yanlıştır. Yaşlı Lloyd Hanım zengin ya da kötü değildi. İşin aslı acınası bir fakirliği vardı. O kadar fakirdi ki bahçesini kazıp odunlarını kesen Kambur Jack Spencer kendisiyle kıyaslandığında zengin sayılırdı. En azından günde üç öğün yemeği eksik olmazdı Kambur Jack’in. Yaşlı Lloyd Hanım ise bazen günde bir öğünden fazla yemek yiyemezdi. Ama kendisi çok gururluydu. O kadar gururluydu ki ölmek, gençliğinde bazılarına kraliçelik ettiği Spencervale ahalisinin aşırı fakirliğini ya da yaşadığı zorlukları bilmesinden daha kolay gelirdi ona.
Cimri, tuhaf, kiliseye bile gitmeyen, rahibe bile cemaatteki en düşük ödemeyi yapan acayip bir münzevi olduğunu düşünmeleri daha çok işine gelirdi.
“Servet içinde yüzüyor!” derlerdi öfkeyle “Yani, bu cimriliğini ailesinden almadığı kesin! Onlar gerçekten cömert ve komşuluğa değer veren insanlardı. Yaşlı Doktor Lloyd’dan daha ince bir beyefendi gelmemiştir dünyaya. Her zaman herkese karşı nazikti. Bir iyilik yaptığında iyilik yapanın kendisi değil de iyilik yaptığı kişi olduğunu hissettirirdi. Peki peki, Yaşlı Lloyd Hanım parasını isterse kendisine saklasın. Eğer bizim dostluğumuzu istemiyorsa bize katlanmak zorunda değil, o kadar. Bütün bu parasına ve gururuna rağmen pek mutlu değil galiba.”
Maalesef ki Yaşlı Hanım’ın pek mutlu olmadığı doğruydu. Yalnızlıktan tükenmiş, manevi anlamda boşlukta, maddi anlamda tavuklarınızın gerektiği az miktar para olmasa aç kalacak noktadaysanız mutlu olmak kolay değildir. Kendisi, bir zamanlar Lloyd Hanesi diye bilinen yerde yaşardı. Burası alçak saçakları ile büyük şömineleri olan kare pencereli eski bir evdi. Etrafı sık çam ağaçları ile çevriliydi. İşte burada tek başına yaşardı. Haftalarca Kambur Jack dışında kimseyi görmediği olurdu. Ne yaptığı ve zamanını nasıl geçirdiği Spencervale ahalisinin çözemediği bir bilmeceydi. Spencervale çocukları, ondan ölümüne korkarlardı. Bazı çocuklar, Spencer Yolu ekibi, onun cadı olduğunu düşünürlerdi. Ormanda yemiş ya da çam sakızı aradıkları zaman olur da yakacak çalı çırpı toplayan Yaşlı Hanım’ın silüetini uzaktan görürlerse kaçışırlardı. Mary Moore onun bir cadı olmadığından emin olan tek kişiydi.
“Cadılar her zaman çirkin olurlar.” dedi kesin bir şekilde. “Yaşlı Lloyd Hanım çirkin değil. Kendisi gerçekten güzel. Bembeyaz yumuşak saçları, iri siyah gözleri ve küçük beyaz bir yüzü var. O yol çocukları ne dediklerini bilmiyorlar. Annem onların cahil bir kalabalık olduğunu söylüyor.”
“Peki ama kiliseye gitmemesine sürekli kendi kendine konuşup mırıldanmasına ne demeli? Ayrıca devamlı çalı çırpı topluyor.” dedi Jimmy Kimball cesurca.
Yaşlı Hanım kendi kendine konuşurdu çünkü arkadaşlığı ve sohbeti severdi. İşin aslı yaklaşık yirmi sene boyunca kendiniz dışında kimseyle konuşmazsanız monotonluk baş gösterebilir. Az biraz arkadaşlık etmek için gururu dışında her şeyi feda etmeye hazır olduğu anlar vardı. Böyle zamanlarda kendisinden her şeyi aldığı için kadere gücenir ve acı çekerdi. Sevecek hiçbir şeyi yoktu ve bu, herhangi birinin yaşayacağı en zor şeylerden biriydi.
En zoru da bahardı. Bir zamanlar Yaşlı Hanım, -şimdiki hâlinde değil de güzel, inatçı ve şen şakrak Margaret Lloyd olduğu zamanlarda- baharı severdi. Şimdi ise bahardan nefret ediyordu çünkü bahar canını yakıyordu. Hele de bu bahar, özellikle de mayıs zamanı, canını daha önce hiç acıtmadığı kadar acıtmıştı. Bunun acısına dayanamaz gibi hissediyordu. Her şey canını yakıyordu. Köknarların yeşil uçları, evin aşağısındaki kayın ağaçlarının kovuklarındaki büyülü sis, Kambur Jack’in kazdığı bahçeden yükselen kırmızı toprağın taze kokusu acı çektiriyordu ona. Ay ışığının aydınlattığı bir gecede kalp ağrısından bütün gece ağladı. Ruhunun açlığı bedeninin açlığını unutturmuştu ona. Üstelik o hafta neredeyse hep aç kalmıştı. Bahçesinde çalışan Kambur Jack’e ödeme yapabilmek için peksimet ve suyla idare ediyordu. Solgun ve tatlı şafak rengi, çam ağaçlarının arkasından gökyüzüne yayılmaya başladığında yüzünü yastığa gömüp gökyüzüne bakmayı reddetti.
“Yeni günden nefret ediyorum.” dedi isyankâr bir şekilde. “Bu da diğer günler gibi zor ve sıradan olacak. Kalkıp da bu günü yaşamak istemiyorum. Uzun zaman önce her yeni güne bana güzel haberler getiren bir arkadaşmış gibi neşeyle ellerimi uzatırdım. O zamanlar sabahları severdim. Güneşli ya da donuk olsun fark etmezdi. Okunmamış bir kitap gibi güzeldiler. Şimdi onlardan nefret ediyorum. Nefret ediyorum, nefret ediyorum!”
Yine de ayağa kalktı. Çünkü Kambur Jack bahçe için erkenden gelecekti. Güzel, kalın ve beyaz saçlarını özenle düzeltti. Altın rengi puantiyelerle süslü mor ipek elbisesini giydi. Ekonomik sebeplerden dolayı her zaman ipek giyerdi. Annesine ait eski bir ipek elbiseyi giymek, mağazadan yeni bir elbise almaktan çok daha ucuzdu. Yaşlı Hanım’ın önceden annesine ait olan çok sayıda ipek elbisesi vardı. Onları sabah öğlen ve akşam giyerdi. Spencervale ahalisi bunu, kibrinin ekstra bir göstergesi kabul ederdi. Elbiselerin modeli ile ilgili olarak onları düzelttirmeyecek kadar pinti olduğunu söylerlerdi. Hâlbuki eski moda elbiselerinden dolayı Yaşlı Hanım’ın giyinirken ne kadar acı çektiğini hayal bile edemezlerdi. Yaşlı Hanım’ın kadınlık gururu, elbiselerinin eski fırfırlarına ve üst eteklerine Kambur Jack’in attığı bakışlara bile dayanamaz gibiydi.
Yeni günü kucaklamadığı hâlde günün güzelliği, yemekten sonra -daha doğrusu öğle peksimetini yedikten sonra- yürümek için dışarı çıktığında onu etkiledi. Hava fazlasıyla taze, tatlı ve bakirdi. Lloyd Hanesi’ni çevreleyen çam ağaçları da bahardan dolayı heyecanlılardı. Genç ışıklar ve gölgelerle saçılmışlardı etrafa. Bazılarının neşesi, aralarında gezinen Yaşlı Hanım’ın acı çeken kalbinden içeri girmişti. Kayın ağaçlarının altındaki küçük derenin ufak tahta köprüsünün üzerinden geçerken neredeyse bir kez daha zarif ve hassas hissetti kendisini. Bir de büyük bir kayın ağacı vardı ki o ağacı kendince sebeplerden dolayı özellikle severdi. Kocaman ve uzun bir kayın ağacıydı bu. Gövdesi gri mermerden bir sütunu andırıyordu. Dallarının yaprakları, derenin oluşturduğu su birikintisinin üzerine altın kahverengi bir renk ile yansıyordu. Kaybettiği görkemli günlerinde genç bir fidandı bu ağaç.
Koruluğun üzerindeki William Spencer’ın evine çıkan yoldan gelen çocuk sesleri ve kahkahalar duydu. William Spencer’ın evinin önündeki yol, ana yola farklı bir yönden çıkıyordu. Ancak bu arka yolda bir kestirme vardı ve çocuklar okula her zaman oradan giderlerdi. Aceleyle genç çam ağaçlarının arkasına çekildi. Spencer çocuklarını sevmezdi; çünkü çocuklar ondan korkuyor gibiydiler. Ağaçların arasından baktığında neşe ile yürüdüklerini gördü. İki büyük önden, ikizler arkadan uzun, zayıf genç bir kızın elinden tutarak geliyorlardı. Muhtemelen yeni müzik öğretmeniydi bu kız. Yumurtacı bu kızın William Spencer’ın evinde kaldığını söylemişti ancak Yaşlı Hanım ismini bilmiyordu.
Onlar yaklaştıkça kıza tuhaf bir merakla baktı. Sonra birden kalbi hızla, yıllardır hiç atmadığı gibi attı. Hızlı hızlı nefes almaya başladı ve korkunç bir sarsılmayla titredi. Kızın kim olduğunu merak etti.
Yeni müzik öğretmeninin hasır şapkasının altında kestane rengi saçlar vardı. Tonu ve dalgaları Yaşlı Hanım’ın kaybolan yıllarından kalma bir başı hatırlattı. O dalgaların altında iri, menekşe rengi, siyah kirpikleri ve kaşları olan gözler vardı. Bu gözleri kendi gözleri gibi bilirdi. Yeni müzik öğretmeninin yüzü, güzel hatları, narin rengi ve kaygısız gençliği ile Yaşlı Hanım’ın geçmişine ait bir yüzdü. Her yönüyle geçmişteki bu yüze benziyordu. Ama bir farkla… Hatırladığı yüz, bütün büyüsüyle zayıftı. Ancak bu kızın yüzünde tatlı bir kadınsılık vardı. Yaşlı Hanım’ın saklandığı yerden geçerken çocuklardan birinin söylediği bir şeye güldü. Bu gülüşü çok iyi biliyordu. Bu gülüşü o kayın ağacının altında daha önce de duymuştu. Köprünün ötesindeki ağaçlı tepede kayboluncaya kadar onları izledi. Sonra da eve âdeta bir rüyada yürüyormuş gibi döndü. Kambur Jack bahçeyi kazmaya devam ediyordu. Yaşlı Hanım, Kambur Jack’le dedikoduya olan zaafını bildiği için pek konuşmazdı. Ancak o sırada bahçeye girdi. Yaşlı bedeni mor ipekten, altın puantiyeli elbisesi içinde azametli bir görüntü veriyordu. Güneş ışığı beyaz saçlarının arasında parlıyordu.
Kambur Jack, kadının dışarı çıktığını görmüştü. Onun zayıf düştüğünü zannetmişti çünkü solgun görünüyordu. Ancak o sırada yanıldığını anladı. Yaşlı Hanım’ın yanakları pembeydi ve gözleri parlıyordu. Yürüyüşü sırasında en az bir on yıl gençleşmişti. Kambur Jack küreğine yaslandı ve Yaşlı Lloyd Hanım’dan daha güzel çok sayıda kadın olmadığına hükmetti. Yaşlı bir cimri olması ne kötüydü!
“Bay Spencer!” dedi Yaşlı Hanım zarafetle. Kendinden aşağı olanlarla konuşurken hep zarifti. “Bay William Spencer’ın evinde kalan yeni müzik öğretmeninin adını söyler misiniz?”
“Sylvia Gray.” dedi Kambur Jack.
Kalbi bir kez daha küt küt attı. Biliyordu. Leslie Gray’in saçlarına, gözlerine ve gülüşüne sahip o kızın Leslie Gray’in kızı olduğunu biliyordu.
Kambur Jack eline tükürüp işine devam etti. Ancak dili küreğinden daha hızlı çalışıyordu ve Yaşlı Hanım onu hevesle dinledi. Kambur Jack’in gevezeliğinden ve dedikodusundan ilk kez hoşlanıyordu. Ağzından çıkan her kelime çok değerliydi.
Yeni müzik öğretmeni geldiğinde William Spencer’ın evinde çalışıyormuş Kambur Jack. Eğer kendisi bir gün içinde bir insan hakkında bir şeyler öğrenemezse bunun sebebi, o kişi hakkında öğrenilmeye değer bir şey olmamasıdır. Bir şeyler öğrendikten sonra en sevdiği şey ise öğrendiklerini aktarmaktı. O yarım saatlik süre içinde Kambur Jack’in mi yoksa Yaşlı Hanım’ın mı daha çok keyiflendiğini anlamak zordu.
Kambur Jack’in söylediklerinin özeti şuydu: Bayan Gray’in annesi ve babası o daha bebekken ölmüşler. Onu çok fakir ve hırslı olan teyzesi büyütmüş.
“Müzik eğitimi istiyor.” diye bitirdi Kambur Jack. “Valla almalı da. Onunki gibi ses görmedim. O akşam bize yemekten sonra şarkı söyledi, ben de sanki melek şarkı söylüyor sanmıştım. Güneş ışığı gibiydi. Spencer’ın genç çocukları ona deli oluyor. Buralarda, Grafton ve Avonlea’de yirmi tane öğrencisi var.”
Kambur Jack’in söyleyeceği her şeyi öğrendikten sonra eve girdi ve küçük oturma odasındaki pencerenin yanına oturup etraflıca düşündü. Baştan aşağı heyecanla ürperiyordu.
Leslie’nin kızı! Bu Yaşlı Hanım bir zamanlar aşk yaşamıştı. Uzun zaman önce, kırk yıl önce, Leslie Gray ile nişanlıydı. Spencervale’de bir yaz dönemi öğretmenlik yapan genç bir üniversite öğrencisiydi. Margaret Lloyd’un hayatındaki altın yazdı bu. Leslie utangaç, hülyalı ve yakışıklı bir delikanlıydı. Edebî tutkuları vardı. Margaret ile birlikte bu tutkuların ona bir gün servet ve şöhret getireceğine inanıyorlardı.
Sonra aralarında saçma sapan, acı bir kavga oldu o altın yaz zamanı. Leslie öfke ile ayrıldıktan sonra mektup yazdı. Ancak gurur ve dargınlığın kıskacındaki Margaret Lloyd sert bir cevap yolladı. Daha fazla mektup gelmedi ve Leslie Gray dönmedi. Sonra bir gün Margaret, aşkı hayatından sonsuza kadar çıkardığını anladı. Aşka bir daha asla sahip olamayacaktı. O andan itibaren ayakları gençlikten dönüp gölgenin vadisinden geçerek yalnız ve yaşlı bir yaşa doğru yürüdü. Yıllar sonra Leslie’nin evlendiğini duydu. Sonra hayallerini gerçekleştiremediği bir hayatın ardından ölüm haberini aldı. Daha fazla bir şey duymadı ve bilmedi. Kayın ağacının altına saklanıp da kızını gördüğü o güne kadar.
“Onun kızı! Benim kızım da olabilirdi.” diye söylendi Yaşlı Hanım. “Ah keşke onu tanıyıp sevebilseydim ve sevgisini kazanabilseydim. Ama yapamam. Leslie Gray’in kızının ne kadar fakir olduğumu, ne hâllere düştüğümü bilmesine katlanamam. Buna dayanamam. Bir de bana çok yakın yaşıyor, yolun yukarısında, tepede. Onu her gün görebilirim. En azından bu zevki yaşayabilirim. Ah keşke onun için bir şey yapabilseydim. Ona ufak bir mutluluk yaşatabilseydim. Ne güzel olurdu…”
Yaşlı Hanım o gece boş odaya gittiğinde tepedeki bir evden, ağaçların arasından geçerek kendisine ulaşan bir ışık gördü. Bu ışığın Spencerların misafir odasından geldiğini biliyordu. Yani bu ışık Sylvia’nın ışığıydı. Yaşlı Hanım karanlıkta oturdu ve ışığı kayboluncaya dek seyretti. Kalbindeki tatlı bir hisle izledi, gül yapraklarının kıpırdaması gibiydi bu his. Sylvia’nın odasında yürüdüğünü, uzun pırıltılı saçlarını tarayıp ördüğünü düşündü. Takılarını kenara koyuyor ve uyumak için hazırlanıyordu. Işık kaybolunca Yaşlı Hanım, belirsiz beyaz bir figürün yıldız ışığı altında pencere kenarına diz çöktüğünü hayal etti. O da diz çöktü ve aynı şekilde dua etti. Her zaman kullandığı sözleri söyledi ancak yeni bir canlılık var gibiydi sözlerinde. Duasını yeni bir istekle bitirdi, “Onun için yapabileceğim bir şey düşünmemi sağla Tanrı’m. Küçük de olsa onun için bir şey yapabileyim.”
Yaşlı Hanım, hayatı boyunca aynı odada uyumuştu. Kuzeydeki çam ağaçlarına bakan odada. Bu odayı pek severdi. Ancak ertesi günü hiçbir pişmanlık duymadan boş odaya taşındı. Bundan sonra odası bu olacaktı. Sylvia’nın ışığını görebileceği bir yerde olmalıydı. Yatağı, kalbinin alaca karanlığının gölgesinde parlayan yıldıza bakabileceği bir yere serdi. Çok mutlu hissetti kendisini. Yıllardır mutlu hissetmemişti. Ama şimdi tuhaf, var olmanın acı gerçeklerinden uzak; ancak yine de rahatlatıcı ve büyüleyici rüya gibi bir merak girmişti hayatına. Ayrıca Sylvia için yapabileceği, kendisini mutlu edecek “küçük mü küçük” şeyi bulmuştu.
Spencervale ahalisi, kasabalarında mayıs çiçeği olmamasından yakınırlardı hep. Gençler mayıs çiçeği istediklerinde dokuz kilometre mesafedeki Avonlea’ye gitmek zorundaydılar. Ancak Yaşlı Lloyd Hanım, onların bilmediği bir şey biliyordu. Uzun ve yalnız yürüyüşlerinden birinde, ormanın arka tarafında açık bir alan keşfetmişti. Güneye eğimli topraklı bir tepede, şehirde yaşayan bir adama ait arazi vardı. Bu arazi bahar zamanı pembe beyaz mayıs çiçekleriyle dolardı.
Yaşlı Hanım, öğle vakti bu alana geldi ve orman yollarında, çam ağaçlarının altında güzel bir amacı olan bir kadın gibi yürüdü. Bahar bir anda, bir kez daha sevimli ve güzel geliyordu ona. Çünkü kalbine yeniden sevgi dolmuştu. Aç kalmış ruhu, bu ilahi besin ile ziyafet çekiyordu âdeta.
Yaşlı Lloyd Hanım bu topraklı tepede bulduğu mayıs çiçekleriyle doldurdu sepetini. Bu çiçeklerin güzelliği Sylvia’yı mutlu edecekti. Eve dönünce bir parça kâğıda “Sylvia için.” yazdı. Spencervale’deki herhangi bir kimsenin el yazısını tanıması mümkün değildi. Yine de emin olmak için yazısını değiştirdi. Çocuk yazısı gibi iri ve yuvarlak harflerle yazdı. Mayıs çiçeklerini kayın ağacına kadar götürdü. Çiçekleri ağacın kovuğuna, notu da bir kökün üzerine koydu.
Sonra da çam ağaçlarının arkasına saklandı. Gizlenmek istediği için koyu yeşil ipek elbisesini giymişti. Çok fazla beklemedi. Kısa süre sonra Sylvia Gray, Mattie Spencer ile birlikte tepeden aşağı inmeye başladı. Köprüye ulaştığında mayıs çiçeklerini görüp sevinerek haykırdı. Sonra adını gördü ve yüzünde bir merak ifadesi belirdi. Dalların arasından bakan Yaşlı Hanım, bu küçük oyununun başarısından dolayı neredeyse kahkaha atacaktı.
“Benim için!” dedi Sylvia çiçekleri kaldırırken. “Bunlar gerçekten benim için olabilir mi Mattie? Onları buraya kim bırakmış olabilir?”
Mattie kıkırdadı.
“Chris Stewart olabilir.” dedi. “Dün Avonlea’deydi. Annem sana göz koyduğunu söyledi. Evvelsi gece şarkı söylerken sana baktığında anlamış. Böyle tuhaf şeyler yapmak onun işi. Kendisi kızlardan utanır.”
Sylvia hafifçe kaşlarını çattı. Mattie’nin söylediklerinden hoşlanmamış ancak mayıs çiçeklerini beğenmişti. Ayrıca Chris Stewart’ı da sevmiyordu. Nazik, mütevazı bir köy çocuğu gibi gelmişti ona. Çiçekleri kaldırıp yüzünü gömdü.
“Her neyse, çiçeği getiren kişi her kimse ona teşekkür borçluyum.” dedi neşeyle. “Mayıs çiçeği kadar sevdiğim başka bir şey yoktur. Ne kadar da güzeller!”
Onlar gidince Yaşlı Hanım saklandığı yerden çıktı. Kazandığı zaferden dolayı kızarmıştı. Sylvia’nın çiçekleri Chris Stewart’ın getirdiğini düşünmesi onu üzmedi. Hatta iyi bile olmuştu. Bu sayede çiçekleri asıl getirenin kim olduğundan şüphelenmeyecekti. Asıl önemli olan Sylvia’nın çiçeklere sahip olmanın mutluluğunu yaşamasıydı. Hâlinden memnun Yaşlı Hanım, kalbindeki heyecanla evine döndü.
Kısa süre sonra, Chris Stewart’ın kayın ağacının dibine, müzik öğretmeni için her gün mayıs çiçeği bıraktığı dedikodusu başladı. Chris bunu inkâr etse de ona inanmadılar. Öncelikle, Spencervale’de mayıs çiçeği yoktu. İkincisi Chris her gün Carmody’deki tereyağı fabrikasına süt taşıyordu ve Carmody’de mayıs çiçeği yetişirdi. Üçüncüsü Stewartlar bu çiçekleri severlerdi. Bunlar yeterli değil miydi?
Sylvia’ya gelince, Chris’in gösterdiği çocukça ilgiye ve ilgisini bu şekilde nazikçe ifade etmesine aldırmıyordu. Onun hakkında iyi şeyler düşünüyordu. İşin aslı kendisine başka şekillerde yaklaşmazsa bu çiçekler onu fazlasıyla memnun edecekti.
Yaşlı Lloyd Hanım bu dedikoduları yumurtacıdan duydu ve onu, gözlerinin derinlerinde pırıldayan bir kahkahayla dinledi. Yumurtacı, Yaşlı Hanım’ı daha önce hiç, o bahar gördüğü gibi neşeli görmediğine yemin ediyordu. Gençlerin işlerine fazla ilgi gösteriyor gibiydi.
Yaşlı Hanım sırrını kendisine sakladı. O tepeye mayıs çiçekleri olduğu müddetçe gitmeye devam etti. Sylvia Gray’in yanından geçtiği çam ağaçlarının ardına saklandı hep. Her gün onu biraz daha fazla seviyordu ve hasretini daha derinden çekiyordu. Uzun süre boyunca bastırdığı sevecenliği bu kıza aktarıyordu. O farkında olmasa bile… Sylvia’nın zarafeti, güzelliği, sesinin ve kahkahalarının tatlılığı ile gurur duyuyordu. Spencer çocuklarını bile Sylvia’ya ilgi gösterdikleri için sevmeye başlamıştı. Bayan Spencer’a da onun ihtiyaçlarını karşıladığı için imreniyordu. Yumurtacı bile tatlı bir insan gibi gelmeye başlamıştı; çünkü Sylvia’dan haberler getiriyordu. Popülerliğinden, mesleki başarısından ve insanların onu sevmesinden bahsediyordu.
Yaşlı Hanım kendisini Sylvia’ya göstermeyi aklından bile geçirmedi. Fakirliğinden dolayı söz konusu değildi bu. Onu tanımak çok güzel olurdu hâlbuki. Onu evine davet etmek, onunla konuşmak, onun hayatına girmek iyi olurdu. Ama bunlar gerçekleşmeyecekti. Yaşlı Hanım’ın gururu sevgisinden daha kuvvetliydi hâlâ. Bu hayatında feda etmediği tek şeydi ve bunu asla feda edemeyeceğine inanıyordu.
2. Haziran Zamanı
Haziran ayında mayıs çiçeği yoktu. Ancak Yaşlı Hanım’ın bahçesinde çeşit çeşit çiçekler vardı ve Sylvia her gün kayın ağacının dibinde bir buket bulurdu. Beyaz nergisler; pembe, dikenli, güzel kokulu gonca güller vardı. Yaşlı Hanım fark edilmekten hiç korkmadı. Çünkü bu çiçekler Stewart’ın bahçesi de dâhil Spencervale’deki bütün bahçelerde yetişirdi. Chris Stewart’a yeni müzik öğretmeni ile ilgili şakayla karışık bir şeyler söylendiğinde genç adam gülmekle yetinir ve sessizliğini korurdu. Chris bu gülleri veren kişinin kimliğini biliyordu. Mayıs çiçeği dedikodusu başladığında bunu öğrenmeyi görev saymıştı. Ama mademki Yaşlı Lloyd Hanım bunun öğrenilmesini istemiyordu o da kimseye anlatmayacaktı. Kendisini on yıl önce ayağı yaralı hâlde ağlarken ormanda bulup da eve götürdüğünden beri seviyordu Yaşlı Hanım’ı. Yarasını temizleyip sarınca şeker alması için on sent vermişti üstelik. Yaşlı Hanım bundan dolayı o akşam yemek yememişti ama Chris bunu bilmiyordu.
Yaşlı Hanım yaşadığı en güzel haziran ayının bu ay olduğunu düşündü. Artık yeni günden nefret etmiyor, tam tersine yeni günü kucaklıyordu.
“Her gün farklı bir gün artık.” diyordu kendi kendine sevinçle. Ne de olsa her gün, Sylvia’yı bir anlığına da olsa görebiliyordu. Yağmurlu günlerde dahi romatizmalarına rağmen dallarından damlalar süzülen çamların altına saklanır ve Sylvia’nın geçişini izlerdi. Onu göremediği tek gün pazar günüydü. Ona en uzun gelen pazar günleri işte o haziran ayındakiydi.
Bir gün yumurtacı ona bir haber getirdi.
“Müzik öğretmeni yarın koroda bir parçayı tek başına söyleyecek.” dedi.
Yaşlı Hanım’ın siyah gözleri ilgiyle parladı.
“Bayan Gray’in koroda olduğunu bilmiyordum.” dedi.
“İki pazar önce katıldı. Demem o ki artık müziğimiz dinlenmeye değer hâlde. Yarın kilisede olacak. Şarkı söyleyerek ün kazanacak öyle sanıyorum. Gelip dinlemelisiniz Bayan Lloyd.”
Yumurtacı bunu, haşmetli tavrına rağmen Yaşlı Hanım’dan korkmadığını göstermek için bir meydan okuma olarak söylemişti. Ancak Yaşlı Hanım cevap vermedi. Yumurtacı da onu gücendirdiğini düşündü. Bu şeyi söylememiş olmayı dileyerek oradan uzaklaştı. Keşke Yaşlı Hanım’ın o sırada yumurtacılar da dâhil olmak üzere var olan her şeyi unutmuş olduğunu bilseydi. Kendisini ve son cümlesini ayıpladı.
Bütün düşünceleri ve hisleri Sylvia’nın solo şarkı söylediğini duymak istediği bir heves girdabında iç içe geçti. Ama bunu yapamazdı, bütün gururunu yardıma çağırsa dahi yapamazdı. Gururu şöyle dedi ona:
“Onu duymak için kiliseye gitmen gerek. Kiliseye gidecek kıyafetin yok. Onların karşısında ne duruma düşeceğini düşün.”
Ancak ilk kez gururundan daha ısrarcı bir ses konuştu ruhuyla ve ilk kez bu sesi dinledi. Annesinin ipek elbiselerini giymeye başladığından beri kiliseye gitmediği doğruydu. Bunun yanlış olduğunu düşündüğünden her pazar, sabah akşam sıkı bir ayin gerçekleştirirdi tek başına. Çatlak sesiyle üç ilahi söyler, yüksek sesle dua eder ve vaaz okurdu. Ancak demode kıyafetleriyle kiliseye gitmeye razı gelmezdi. O ki bir zamanlar Spencervale’de modayı belirleyen kişiydi. Ayrıca uzun süre uzak kaldığı kiliseye yeniden gitmek ona imkânsız gibi geliyordu. Ne var ki imkânsız sadece mümkün hâle gelmemiş, ısrarcı olmaya başlamıştı artık. Kiliseye gidip Sylvia’nın şarkı söylediğini duymalıydı. Ne kadar acayip görünse de insanlar hakkında tuhaf şeyler söyleyip ona gülecek olsalar da gitmeliydi.
Spencervale cemaati ertesi gün ufak çaplı bir hareketlilik tecrübe etti. Ayinin başlamasından kısa süre önce Yaşlı Lloyd Hanım, kilise sıralarının arasından geçip uzun zamandır kimsenin oturmadığı, kürsünün karşısındaki Lloyd sırasına oturdu.
Ruhu kıvranıyordu. Evden çıkmadan önce aynaya baktığında gördüğü yansımayı hatırladı. Otuz sene öncesinin modasına ait eski siyah elbise ve satenle büzgülü tuhaf küçük bone… Dünyanın onu ne kadar tuhaf gördüğünü düşündü.
İşin aslı azıcık bile tuhaf görünmüyordu. Bazı kadınlar tuhaf görünebilirlerdi belki. Ama Yaşlı Hanım’ın azametli duruşu ve silüeti alttan alta kıyafet giyinme işini hallettiğini emir buyuruyordu.
Yaşlı Hanım bunu bilmiyordu. Bildiği şey, o sırada yan sıraya oturan mağazacının karısı Bayan Kimball’ın son moda kumaşlardan ve modelden yapılma bir kıyafet giydiğiydi. O ve Bayan Kimball aynı yaşlardaydılar. Bir zamanlar Bayan Kimball, Margaret Lloyd’un kıyafetlerini uzak bir mesafeden taklit etmekle yetinirdi sadece. Ancak mağazacı ona evlenme teklif etmişti ve her şey farklıydı artık. Yaşlı Lloyd Hanım ise orada oturmuş bu farklılığı acı bir şekilde hissediyor ve geldiğine birazcık pişman oluyordu.
Sonra sevgi meleği aniden bu aptalca düşüncelerine dokundu. Kibri ve aşırı gururu daha önce hiç kaybolmadıkları gibi kayboldu. Sylvia Gray koroya geldi. Öğlen güneşi güzelim saçlarına bir hale misali düşerken öylece oturuyordu. Yaşlı Hanım ona tatmin edilmiş bir hasretin getirdiği coşkuyla baktı. O andan itibaren ayin onun için kutsal bir hâle büründü. Kutsanmış şeyler ister ilahi ister insani olsun bencil olmayan bir sevgi aracılığı ile gelirlerdi. Tür olarak değil de derece olarak farklılık gösteren aynı şeyler değiller miydi aslında?
Yaşlı Hanım, Sylvia’ya daha önce hiç böyle uzun ve tatmin edici bir bakışla bakmamıştı. Önceki bakışları kaçamak ve gizliydi hep. Şimdi ise orada oturmuş ve aç kalbini tatmin edercesine bakıyordu ona. Büyüleyici hareketlerini ve tatlılığını memnuniyetle izliyordu. Sylvia’nın parlak saçları alnının arkasında dalgalanıyordu. Cesur ya da meraklı bir bakışa tesadüf ederse uzun kirpikli göz kapaklarını aniden kapattığı tatlı bir hareketi vardı. Leslie Gray’in ellerine benzeyen zarif güzel elleri ile ilahi kitabını tutuyordu. Siyah bir etek ve bluzdan oluşan sade bir kıyafeti vardı. Ancak korodaki diğer kızlar, bütün ince tüylü elbiselerine rağmen eline su dökemezlerdi. Yumurtacı kilise dönüşünde karısına böyle demişti.
Yaşlı Hanım açılış ilahilerini büyük bir keyifle dinledi. Sylvia’nın sesi hepsininkini bastırıyordu.
Kilise görevlileri para toplamak için ayağa kalktığında cemaat içindeki bastırılmış coşku canlandı. Sylvia ayağa kalktı ve orgun başındaki Janet Moore’un yanına geldi. Sonra güzel sesi binanın içinde melodinin ruhu gibi süzülmeye başladı. Hakiki, berrak, güçlü ve tatlıydı bu ses.
Spencervale’de Yaşlı Lloyd Hanım dışında kimse böyle bir ses duymamıştır. Sesten anlayacak kadar güzel ses duymuştu gençliğinde. O kızın büyük bir yeteneği olduğunu anladı. Ona bir gün ün ve servet getirebilecek bir yetenekti bu. Tabii eğitilip geliştirilirse.
“Ah kiliseye geldiğime çok mutlu oldum.” dedi Yaşlı Lloyd Hanım.
Solo sona erdiğinde vicdanı, gözlerini ve düşüncelerini Sylvia’dan ayırıp rahibe sabitlemeye mecbur bıraktı Yaşlı Hanım’ı. Rahip, Yaşlı Lloyd Hanım’ın kiliseye kendi hatırına gelmesiyle övünüyordu. Buralarda yeniydi ve Spencervale cemaatinden sadece son birkaç aydır sorumluydu. Kendisi akıllı ufak bir adamdı ve vaazının şöhretinin Yaşlı Lloyd Hanım’ı kiliseye getirdiğine ciddi ciddi inanıyordu.
Ayin sona erdiğinde komşular Yaşlı Hanım’la konuşmaya geldiler. Nazikçe gülümseyip ellerini uzattılar. Mademki doğru yönde bir başlangıç yapmıştı onu şevklendirmek gerekiyordu. Yaşlı Hanım komşularının samimiyetinden memnun kalmıştı. Eski günlerinde gördüğü hürmeti sezinlemişti. Kendisine yaklaşan herkesi göstermeye mecbur bırakan hürmetti işte bu. Yaşlı Hanım demode bonesi ve eski kıyafetine rağmen bu saygıya hâlâ sahip olduğunu görünce şaşırmıştı.
Janet Moore ve Sylvia Gray kiliseden beraber döndüler. “Yaşlı Lloyd Hanım’ı gördün mü?” diye sordu Janet. “İçeri girdiğinde hayretler içinde kaldım. Hatırladığım kadarıyla kiliseye hiç gelmedi. Ne de garip biri öyle. Kendisi çok zengin ama hâlâ annesinin eski kıyafetlerini giyiyor ve asla yeni bir şey satın almıyor. Bazı insanlar onun kötü olduğunu düşünüyor ama…” diyen Janet cömertçe ekledi. “Ben sadece sıra dışı olduğunu düşünüyorum.”
“Onun Bayan Lloyd olduğunu görür görmez anladım. Kendisini daha önce hiç görmediğim hâlde.” dedi Sylvia hülyalı bir şekilde. “Ben de onu bir sebepten görmek istiyordum. Çarpıcı bir yüzü var. Onunla tanışmak, onu tanımak isterim.”
“Bunu yapabileceğini zannetmem.” dedi Janet umursamazsa. “Genç insanları sevmez ve hiçbir yere gitmez. Onu tanımak isteyeceğimi düşünmüyorum. Tanısam ondan korkardım. Haşmetli tavırları ile tuhaf, delici gözleri var.”
“Ondan korkmamalıyım.” dedi Sylvia, Spencer yoluna girdiği sırada kendisine. “Ancak onunla tanışacağım beklentisine de girmemeliyim. Eğer kim olduğumu bilseydi benden rahatsız olurdu. Leslie Gray’in kızı olduğumun farkında değildir herhâlde.”
Demiri sıcakken dövmenin iyi olacağını düşünen rahip, ertesi günü Yaşlı Lloyd Hanım’ı çağırmaya gitti. Onunla ilgili duydukları korkmasına ve titremesine sebep oluyordu. Ancak kadın, soylu tavırlarıyla öylesine hoş bir insandı ki eve döndüğünde Spencervale ahalisinin Bayan Lloyd’u anlamadığını söyledi karısına. Bu kesinlikle doğruydu. Ancak rahibin de onu anlamadığına şüphe yoktu.
Bir nezaketsizlik yapsa da Yaşlı Hanım bunu yüzüne vurmadı. Rahip de ne yaptığını anlamadı zaten. Giderken, “Gelecek pazar kilisede sizi görmeyi ümit ediyorum Bayan Lloyd.” dedi.
“Kesinlikle.” dedi Yaşlı Hanım vurgulayarak.
3. Temmuz Zamanı
Temmuz’un ilk günü Sylvia, huş ağacından kayık bir tabağa koyulmuş çilekler buldu kayın ağacının kovuğunda. Bunlar, Yaşlı Hanım’ın kendi gizli yerlerinden birinde bulduğu mevsimin ilk meyveleriydi. Zaten az olan yemeğine lezzetli bir katkı sağlayacak olsalar da onları yemeyi aklından geçirmedi. Sylvia’nın çayını içerken onların keyfini çıkaracağı düşüncesi onu daha çok mutlu ediyordu. O andan itibaren çilekler çiçeklerin yerini aldı. Çileklerden sonra çay üzümü ve ahududu geldi. Çay üzümleri oldukça uzakta yetiştiğinden uzunca yürümesi gerekiyordu. Bazen kemikleri bundan dolayı geceleri ağrırdı ama Yaşlı Hanım buna aldırmazdı. Kemik acısına dayanmak ruhun acısına dayanmaktan daha kolaydı. Ruhu da uzun yıllar sonra ilk kez ağrımıyordu. İlahi bir gıdayla besleniyordu ruhu.
Bir akşam Kambur Jack, Yaşlı Hanım’ın kuyusundaki bir bozukluğu düzeltmeye geldi. Yaşlı Hanım onu nezaketle karşıladı. Gün boyu Spencerlarda çalıştığını biliyordu ve Sylvia’ya dair bir miktar bilgi kırıntısına sahip olabilirdi.
“Zannedersem müzik öğretmeni bu akşam biraz keyifsiz.” dedi Kambur Jack, William Spencer’ın yeni pompası, Bayan Spencer’ın yeni çamaşır makinesi ve Amelia Spencer’ın yeni erkeği ile ilgili uzun uzun bilgi vermek suretiyle Yaşlı Hanım’ın sabrını zorladıktan sonra.
“Neden?” dedi Yaşlı Hanım rengi atarak. Sylvia’ya bir şey mi olmuştu acaba?
“Kendisini Bayan Moore’un şehirdeki abisinin evindeki partiye davet etmişler. Onun da giyebileceği bir elbisesi yok.” dedi Kambur Jack. “Çok gösterişli insanlar ve herkes gidecek. Bayan Spencer bana anlattı. Teyzesinin doktor faturasını ödediğinden Bayan Gray’in elbise almaya gücü yetmiyormuş. Belli etmese de bundan dolayı çok üzgünmüş. Bayan Spencer dün gece yatağa girdikten sonra ağladığını söyledi.”
Yaşlı Hanım aniden evine döndü. Korkunç bir şeydi bu. Sylvia o partiye gitmeliydi evet gitmeliydi! Ama nasıl olacak bu iş? Annesinin ipek elbiseleri ile ilgili vahşi düşünceler geçti aklından. Ancak hiçbiri olmazdı, elbiseleri düzeltecek zaman olsa bile olmazdı. Yaşlı Hanım yok olan zenginliğinden dolayı hiç böyle pişman olmamıştı.
“Evde sadece iki dolarım var.” dedi. “Onunla da yumurtacı bir sonraki gün gelinceye dek idare etmem lazım. Evde satabileceğim bir şey var mı? Herhangi bir şey? Evet, evet üzüm sürahisi!”
O zamana kadar Yaşlı Hanım üzüm sürahisini satmayı aklından bile geçirmemişti. Üzüm sürahisi iki yüz yıllıktı ve var olduğundan beri hep Lloyd ailesindeydi. Sürahi büyük, geniş gövdeliydi ve pembe yaldızlı üzümlerle süslenmişti. Bir tarafına da bir şiir işlenmişti. Yaşlı Hanım’ın büyük büyükannesine düğün hediyesi olarak verilmişti sürahi. Kendisini bildi bileli oturma odasındaki büfenin en üst rafında dururdu ve kullanılamayacak kadar değerliydi.
İki yıl kadar önce eski porselenleri toplayan bir kadın Spencervale’i keşfe çıkmış, üzüm sürahisinin lafını duymuştu. Sonra da cesurca Lloyd evine gelip onu almayı teklif etmişti. Bu kadın, Yaşlı Hanım tarafından asla unutamayacağı bir şekilde ağırlanmıştı. Ancak akıllı bir kadın olduğundan kartını bırakmıştı. Olur da Bayan Lloyd fikrini değiştirirse sürahiyi satın almaya hazırdı. Aile yadigârı eserlerle ilgili hobileri olan insanlar böylesi terslemelere aldırmamalılardı. Hem üzüm sürahisini gerçekten istiyordu.
Yaşlı Hanım kartı parçalara ayırmış olsa da adı ve adresi hatırlıyordu. Büfeye gitti ve kıymetli sürahiyi aldı.
“Ondan ayrılacağımı hiç düşünmezdim.” dedi efkârla. “Ama Sylvia elbisesini almalı ve başka yolu yok. Ne de olsa ben öldükten sonra sürahiye sahip olacak kimse yok. Yabancıların eline geçer o zaman. Şimdi geçse de olur. Yarın sabah gideceğim. Parti cuma gecesi olduğundan kaybedecek vakit yok. On yıldır şehre inmedim. Şehre gitmek, sürahiyi kaybedecek olmaktan daha çok korkutuyor beni. Ama Sylvia için bunu yapmalıyım.”
Spencervale’de, Yaşlı Lloyd Hanım’ın şehre inişi ve dikkatle taşıdığı kutu konuşuldu ertesi gün. Nereye gittiğini merak ettiler. Yaşlı Hanım’ın parasını yatağının altındaki siyah kutuda saklamaktan korkmaya başladığını düşündüler. Çünkü Carmody’de iki hırsızlık olayı olmuştu. Parasını bankaya götüreceğini düşündüler.
Yaşlı Hanım, porselen koleksiyoncusunun adresini aradı. Ölmüş ya da gitmiş olmasından çok korkuyordu. Ancak koleksiyoncu oradaydı ve hayattaydı. Üstelik üzüm sürahisine sahip olmak için hâlâ istekliydi. Yaşlı Hanım çiğnenmiş gururunun getirdiği acıyla solmuştu. Sürahiyi satıp oradan ayrıldı. Sürahiyi sattığı anda büyük büyükannesinin mezarında ters döndüğünü düşündü. Ailesinin geleneklerine ihanet etmiş gibi hissetti.
Ancak en ufak bir tereddüde kapılmadan büyük bir mağazaya girdi. Basit fikirli, yaşlı insanlara, dünyadaki tehlikeli gezintilerinde rehberlik eden o özel ilahi güç yanındaydı. Sevimli bir tezgâhtar ne istediğini anladı ve istediği her şeyi tedarik etti. Yaşlı Hanım ince muslinden bir elbise ile ona uygun eldivenler ve ayakkabılar seçti. Hepsinin derhâl hızlı nakliye ile Spencervale’de William Spencer’ın evinde kalan Bayan Sylvia Gray’e yollanmasını istedi.
Sonra parayı, yani sürahinin bütün ederini, tren yolculuğu için bir buçuk dolar ayırdıktan sonra, ödeyip yüce ve umursamaz bir tavırla oradan ayrıldı. Mağazanın koridorundan dimdik bir şekilde yürürken şık, iri yapılı zengin bir adamla karşılaştı. Göz göze geldiklerinde adamın yumuşak yüzü kızardı, şapkasını kaldırdı ve kafası karışmış bir hâlde baş selamı verdi. Yaşlı Hanım ise adam orada değilmiş gibi bakmaya devam etti. Onu tanımamış gibi oradan geçti. Adam kadının arkasından bir adım atıp sonra döndü. Yüzündeki nahoş gülümsemeyle omuz silkti.
Oradan dışarı çıkarken tiksinti ve nefretle dolan kalbinin nasıl kavrulduğunu kimse bilemezdi. Andrew Cameron ile karşılaşacağını bilseydi Sylvia’nın hatırı için bile şehre inmezdi. Onu sadece görmüş olmak bile mühürlediği bir acıyı yeniden depreştirdi. Ancak Sylvia’yı düşünmek acısını engelledi ve zafer kazanmış gibi gülümsedi. Bu nahoş karşılaşmadan doğru bir şekilde kurtulduğunu düşündü. Hiçbir şekilde gücünü kaybetmemiş, kızarmamış ve aklına mukayyet olmuştu.
“Yaptığı şaşılacak şey değil.” dedi Yaşlı Hanım kinle. Adamın, dünyaya gösterdiği o boyun eğmezliği, kendisinin karşısında kaybetmiş olması Yaşlı Hanım’ı mutlu etmişti. Onun kuzeniydi ve Yaşlı Lloyd Hanım’ın hayatta nefret ettiği tek insandı. Ruhundaki en derin duygularla nefret ediyor ve iğreniyordu ondan. Yaşlı Hanım onun varlığını dikkate almaktansa ölmeyi tercih edeceğini düşündü.
O sırada Andrew Cameron’ı kararlılıkla kafasından çıkardı. Onu ve Sylvia’yı aynı anda düşünmek kutsal bir şeye saygısızlık etmek gibiydi. O gece yorgun başını yastığa koyduğunda o kadar mutluydu ki üzüm sürahisinin durduğu boş rafı düşünmek sadece anlık bir acıya sebep oldu.
“Sevdiklerimiz için fedakârlık yapmamız güzel.” diye düşündü Yaşlı Hanım.
İstek beslendiği şeyle büyür. Yaşlı Hanım mutlu olduğunu düşünüyordu; ancak cuma akşamı geldiğinde Sylvia’yı parti elbisesi ile göremeyeceği kadar şiddetli bir ateşe yakalandı. Onu elbise içinde hayal etmek yeterli değildi. Hiçbir şey onu görmenin yerini tutamazdı.
Yaşlı Hanım kararlılıkla, “Onu göreceğim.” dedi Sylvia’nın odasından çıkıp köknarların arasında parlayan ışığa bakarken. Koyu renkli bir şala bürünüp sıvıştı. Dereye ve oradan da orman yoluna kadar sessizce yürüdü. Sisli bir geceydi. Ay ışığı gökyüzünü aydınlatıyordu. Yoncaların aromasını taşıyan bir rüzgâr yoldan aşağı kendisini karşılamak üzere esiyordu.
“Keşke senin kokunu, ruhunu alıp onun hayatına dökebilseydim.” dedi rüzgâra yüksek sesle.
Sylvia Gray odasında, partiye gitmek üzere hazır vaziyette bekliyordu. Karşısında Bayan Spencer, Amelia Spencer ve küçük Spencer kızları vardı. Yarım daire şeklinde etrafını çevrelemiş hayranlıkla seyrediyorlardı onu. Ancak bir izleyici daha vardı. Dışarıda, leylak çalısının yanında Yaşlı Lloyd Hanım vardı. Sylvia’yı zarif elbisesinin içinde net bir şekilde görebiliyordu. O gün kayın ağacına bıraktığı açık pembe güller saçlarındaydı. Ancak güller yanakları kadar pembe değillerdi ve gözleri yıldızlar gibi parlıyordu. Amelia Spencer, Sylvia’nın saçındaki güllerden birini düzelttiğinde Yaşlı Hanım onu deli gibi kıskandı.
“Bu elbise sana özel yapılsaydı bu kadar güzel durmazdı.” dedi Bayan Spencer hayranlıkla.
“Ne kadar da güzel değil mi Amelia? Bu elbiseyi kim göndermiş olabilir?”
“Ah, o iyilik perisinin Bayan Moore olduğuna eminim.” dedi Sylvia. “Bunu onun dışında yapacak kimse yok. Bu yaptığı çok ince bir davranış. Janet ile birlikte partiye gitmeyi çok istediğimi biliyordu. Keşke teyzeciğim beni görebilseydi.” Sylvia bütün neşesine rağmen iç çekti. “Onun dışında beni önemseyen kimse yok.”
Ama Sylvia ne kadar da yanılıyordu! Bir başka kişi vardı. Hem de ona çok değer veren biriydi bu kişi! Hevesli bakışlarla leylak çalısının yanında duran ve ay ışığının aydınlattığı meyve bahçesine doğru gizlice, âdeta bir gölge gibi ilerleyip ormandan geçerek evine giden Yaşlı Hanım vardı. Sylvia’nın güzelliğinin kendisine o yaz gecesinde eşlik ettiği Yaşlı Hanım…
4. Ağustos Zamanı
Bir gün rahibin eşi, Spencervale ahalisinin adım atmaktan korktuğu yere koşa koşa gitti. Yaşlı Lloyd Hanım’a cesurca uğrayıp iki haftada bir pazar günleri bir araya gelen Dikiş Dikme Topluluğu’na katılmak isteyip istemediğini sordu.
“Trinidad’daki misyonerliğimize yollamak üzere bir kutu hazırlıyoruz.” dedi rahibin eşi. “Sizin de aramıza katılmanızdan memnun oluruz Bayan Lloyd.”
Yaşlı Hanım mağrur bir tavırla onu reddetmek üzereydi. Misyonerliklere ya da dikiş dikme topluluklarına karşı olduğundan değil ama. O topluluktaki herkesin dikiş malzemeleri temin etmek için haftada on sent ödemesi gerektiğini biliyordu. Zavallı Yaşlı Hanım buna güç yetiremezdi. Ancak ani bir düşünce ile dudaklarının ucuna kadar gelen reddetme ifadesini dizginledi.
“Bu topluluğa bazı genç kızlar da katılıyordur zannedersem.” dedi ustalıkla.
“Ah, evet hepsi geliyor.” dedi rahibin karısı. “Janet Moore ve Bayan Gray en hevesli üyelerimizden. Bayan Gray’in cumartesi öğleden sonralarını ayırması çok hoş. Çünkü bu gün öğrencilerden boş kaldığı tek gün. Kendisi çok iyi huylu.”
“Topluluğunuza katılacağım.” dedi Yaşlı Hanım derhâl. Bunu yapmaya kararlıydı. Gerekli ödemeyi yapabilmek için günde sadece iki öğün yemek yemek zorunda kalacak olsa da.
Bir sonraki pazar günü, James Martin’in evindeki Dikiş Topluluğu’na katıldı ve onlar için çok güzel şeyler dikti. O kadar ustaydı ki düşünmesine bile gerek yoktu. Bu da olumlu bir şeydi çünkü zihni karşı köşesinde Janet Moore ile birlikte oturan Sylvia ile meşguldü. Zarif elleriyle küçük bir çocuk için kalın bir gömlek dikiyordu kızcağız. Sylvia’yı, Yaşlı Lloyd Hanım’la tanıştırmak kimsenin aklına gelmedi ve o bu durumdan memnundu. Güzelce dikmeye devam edip karşıdaki kızların sohbetini pürdikkat dinledi. Sylvia’nın doğum gününün 20 Ağustos’ta olduğunu öğrendi. O andan itibaren Sylvia’ya bir doğum günü hediyesi verebilmenin ateşiyle kavruldu. Bu düşünce gecenin büyük bir kısmında uyanık kalmasına sebep oldu. Üzücü bir şekilde ulaştığı sonuç, detaylıca düşünse de bunun söz konusu olmadığıydı. Yaşlı Lloyd Hanım bundan dolayı gülünç bir şekilde endişelendi. Bu fikir bir sonraki dikiş gününe kadar musallat oldu ona.
Bu kez Bayan Moore’un evinde buluşuldu. Bayan Moore, Yaşlı Lloyd Hanım’a karşı özellikle nazikti. Hasırdan yapılma sallanan sandalyeyi salona taşımakta ısrarcı oldu. Yaşlı Hanım genç kızlarla oturma odasında oturmayı tercih etse de bu nazik teklifi kabul etti ve ödülünü aldı. Sandalye salon kapısının hemen arkasındaydı. Janet Moore ile Sylvia Gray bir ara holdeki merdivenlere oturdu. Akçaağaçlardan esen soğuk bir rüzgâr ön kapıdan içeri giriyordu.
En sevdikleri şairlerden bahsediyorlardı. Janet, Byron ve Scott’u seviyordu. Sylvia ise Tennyson ve Browning’e meyilliydi.
“Biliyor musun?” dedi Sylvia yumuşak bir şekilde. “Benim babam bir şairdi. Bir zamanlar ufak bir şiir kitabı yayınlandı ve ben bu kitabı hiç göremedim Janet. Ne kadar da görmek isterdim hâlbuki! O üniversitedeyken basılmış. Arkadaşlarına vermek üzere az ve özel bir baskı yapılmış. Bir daha da hiç basılmadı şiirleri. Babamın şiir kitabına sahip olmayı o kadar isterdim ki… Onun yazılarından hiçbir şey yok elimde. Eğer ki olsaydı ona ait bir şeye sahip olmuş gibi olurdum. Kalbine, ruhuna, iç dünyasına sahip olmuş olurdum. Benim için bir isimden daha fazla bir şey olurdu.”
“Babanın elinde yok muymuş hiç? Annende yok muydu ya da?” diye sordu Janet.
“Annemde yoktu. O ben doğduğumda ölmüş biliyorsun. Ama teyzem, annemin kitapları arasında babamın şiirleri olmadığını söyledi. Annem şiir sevmezmiş. Teyzem de şiir sevmediğini söylüyor. Annem öldükten sonra babam Avrupa’ya gitti ve ertesi sene orada öldü. Oradaki eşyalarından hiçbirini bize yollamadılar. Gitmeden önce kitaplarının çoğunu satmış ve en sevdiği birkaç kitabı benim için saklasın diye teyzeme vermiş. Ama bunlar arasında kendi kitapları yoktu. Onun şiir kitabının bir baskısını bulabileceğimi zannetmiyorum ama bulabilsem çok mutlu olurdum.”
Yaşlı Hanım eve gittiğinde kitaplarının olduğu çekmeceyi açıp sandal ağacından yapılma bir kutu çıkardı. Pelür kâğıdına sarılı ufak, ince bir kitap vardı kutunun içinde. Yaşlı Hanım’ın sahip olduğu en değerli varlığıydı. Kitabın ön sayfasında şöyle yazıyordu: “Margaret’a, yazardan sevgilerle.”
Sarı sayfaları titreyen parmaklarıyla çevirdi. Gözleri dolmuştu. Yıllar boyunca yürekten ezberlediği o şiirleri okudu. Bu kitabı Sylvia’ya doğum günü hediyesi olarak vermek istiyordu. Eğer ki hediyelerin değeri onları vererek yapılan fedakârlıkla ölçülüyor olsaydı bu verilebilecek en değerli hediyelerden biri olurdu. Bu küçük kitabın içinde ölümsüz bir aşk vardı. Eski kahkahalar, eski gözyaşları, bir gül gibi yıllar önce açan eski güzellik vardı. Sırrını açık edecek ön sayfayı yırttı ve Sylvia’nın doğum gününden bir gece önce, karanlığın korumasında, ara yollardan ve arazilerden âdeta alçak bir iş yaparmışçasına geçip postanenin de olduğu ufak Spencervale dükkânına gitti. Kapıdaki aralıktan ufak paketi attı ve sonra evine döndü. Tuhaf bir kayıp ve yalnızlık hissi yaşıyordu. Âdeta kendisi ve gençliği arasındaki son bağı vermiş gibiydi. Ancak bundan pişmanlık duymuyordu. Sylvia mutlu olacaktı ve bu Yaşlı Hanım’ın kalbine hükmeden bir tutkuydu.
Ertesi gece Sylvia’nın odasındaki ışık geç saatlere kadar yandı ve Yaşlı Hanım bunu zafer kazanmışçasına izledi. Çünkü bunun anlamını biliyordu. Sylvia babasının şiirlerini okuyordu. O da kendi karanlığında, mısraları mırıldanarak okudu şiirleri. Kitabın ruhuna, Leslie’nin el yazısıyla kendisi için yazdığı o sayfaya hâlâ sahip olduğu için kitabı vermenin pek de anlamı yoktu ne de olsa. Artık kimsenin kendisine seslenmek için kullanmadığı o isme hitaben yazılmıştı o sayfa.
Ertesi hafta, Dikiş Topluluğu’nda, Yaşlı Hanım büyük koltukta otururken Sylvia Gray de yanına oturdu. Yaşlı Hanım’ın elleri az bir miktar titredi. Trinidad’daki yanık tenli işçiye Noel hediyesi olarak verilen o mendilin bir tarafı, diğer üç taraftaki kadar düzgün işlenmemiş oldu böylece.
Sylvia topluluktan, Bayan Marshall’ın yıldız çiçeklerinden bahsetti. Yaşlı Hanım âdeta cennette gibiydi. Yine de keyfini belli etmemeye çalıştı. Hatta her zamankinden daha ciddi ve resmîydi. Sylvia’ya Spencervale’i sevip sevmediğini sordu. Sylvia:
“Çok seviyorum. Buradaki herkes bana çok iyi davranıyor. Ayrıca…” Sylvia burada Yaşlı Hanım dışında kimsenin duymayacağı şekilde sesini alçalttı. “Benim için en güzel, en muhteşem şeyleri yapan bir iyilik perisi annem var.”
İçgüdüleri gelişmiş bir kız olan Sylvia, bunları söylerken Yaşlı Lloyd Hanım’a bakmadı. Ancak baksaydı da bir şey göremezdi. Bir Lloyd olmak kolay değildi öyle.
“Ne kadar da ilginç.” dedi umursamaz bir şekilde.
“Değil mi? Ben ona çok minnettarım ve beni ne kadar mutlu ettiğini bilsin isterdim. Bütün yaz boyu güzel çiçekler ve yemişler buldum yolumun üzerinde. Bana parti elbisemi onun yolladığından eminim. Ancak bana en güzel hediyeyi geçen hafta doğum günümde verdi. Babamın şiir kitabını yani. Kitap elime geçtiğinde nasıl mutlu olduğumu anlatamam. İyilik perisi annemle tanışıp ona teşekkür etmek isterdim.”
“Nasıl da ilginç bir gizem değil mi? Peki kim olduğunu biliyor musunuz?”
Yaşlı Hanım bu tehlikeli soruyu başarıyla sordu. Eğer ki Sylvia’nın, Leslie Gray ile aralarındaki eski aşkı bilmediğinden emin olmasaydı bu kadar başarılı olamazdı. Mevcut durumda Sylvia’nın şüpheleneceği son insan olduğundan fazlasıyla emindi.
Sylvia kısa bir an için tereddüt etti ve şöyle dedi: “Kim olduğunu öğrenmek için uğraşmadım. Çünkü bilmemi istediğini zannetmiyorum. Öncelikle çiçekler ve elbise gizemini çözmeye çalıştım. Ama kitap elime geçtiğinden beri bütün bunları yapan kişinin iyilik perisi annem olduğuna emin oldum. Onun gizli olma isteğine saygı duyuyorum. Her zaman da saygı duyacağım. Belki bir gün kendisi açıklar. En azından bunu ümit ediyorum.”
“Ben bunu ümit etmezdim.” dedi Yaşlı Hanım cesaretini kırarcasına. “İyilik perileri, en azından benim okuduğum masallardaki iyilik perileri, tuhaf ve aksi insanlar. Gizemli kaldıklarında yüz yüze görüldüklerinden daha hoş olurlar.”
“Benim perimin tam tersi olduğuna eminim ve onu ne kadar çok tanırsam kişiliği o kadar etkileyici olacaktır.” dedi Sylvia neşeyle.
Bayan Marshall tam o sırada geldi ve Bayan Gray’den şarkı söylemesini istedi. O da severek kabul etti bu ricayı. Yaşlı Hanım yalnız kaldığına memnun oldu. Sylvia ile arasındaki konuşmayı eve gittiğinde düşününce konuştuğu sırada keyiflendiğinden daha fazla keyiflendi. Yaşlı bir hanım kafasına bir şeyler taktığında gerilir ve düşünceleri o anki keyiflerden uzaklaşır. Bir miktar endişeyle Sylvia’nın kendisinden gerçekten şüphelenip şüphelenmediğini merak etti. Sonra bunun mümkün olmadığı sonucuna vardı. Kötü, içine kapanık, arkadaşsız, herkes on ya da on beş sent verirken dikiş topluluğuna sadece beş sent veren Yaşlı Hanım’ın güzel parti elbiseleri bağışlayan ve romantik, ümit vadeden genç şairlerden hediye alan iyilik perisi olduğuna kim ihtimal verebilir?
5. Eylül Zamanı
Eylül ayı geldiğinde yaza bakan Yaşlı Hanım, tuhaf bir şekilde mutlu bir yaz geçirdiğine kanaat getirdi. Pazarlar ve Dikiş Topluluğu hayat şiirinin altın anları gibiydi. Bambaşka bir kadındı âdeta. İnsanlar da onun farklı olduğunu düşünmeye başlamışlardı. Dikiş Topluluğu’ndaki kadınlar, onun hoş hatta dost canlısı olduğuna hükmedip hakkında yanlış kanaat edindikleri sonucuna vardılar. Tuhaf yaşamının sebebini kötülüğüne değil de sıra dışılığına yordular. Sylvia Gray dikiş günleri yanına gelir onunla konuşurdu ve Yaşlı Hanım söylediği her bir söze fazlasıyla değer verirdi. Bu sözleri yalnız gecelerinde defalarca tekrar ederdi.
Sylvia sorulmadığı müddetçe kendinden ya da planlarından bahsetmezdi. Yaşlı Hanım’ın utangaçlığı da şahsi sorular sormasını engellerdi. Bu sebepten konuşmaları yüzeysel kaldı ve Yaşlı Hanım, çok sevdiği Sylvia’nın en büyük arzusunun ne olduğunu kendisinden değil de rahibin karısından öğrendi.
Eylülün sonlarına doğru bir akşam rahibin karısı eski Lloyd Hanesi’ne uğradı. Kuzeydoğu taraflarından soğuk bir rüzgâr evin saçaklarına doğru kükreyerek esiyordu. Âdeta, “Ekin bitti yaz sona erdi.” diyordu ve Yaşlı Hanım, Sylvia için bir sepet örerken onu dinliyordu. Bir önceki gün Avonlea’nin kumlu tepelerine kadar yürüdüğünden çok yorgundu. Kalbi de hüzünlüydü. Hayatına renk katan bu yaz neredeyse bitmek üzereydi ve Sylvia Gray ekim sonunda Spencervale’den ayrılacağını söylüyordu. Bu düşünce Yaşlı Hanım’ın kalbini kurşun gibi ağırlaştırmıştı. Bu sebepten rahibin karısının gelişini kendisini oyalayacak bir şey olarak karşıladı. Her ne kadar kadının yeni kilise halısı için bağış istemesi ihtimalinden deli gibi korksa da. Yaşlı Hanım tek bir sent veremezdi çünkü.
Ancak rahibin karısı Spencerların evine giderken öylesine uğramıştı ve utanç verici bir ricada bulunmadı. Bunun yerine Sylvia Gray’den bahsetti. Kadının sözleri Yaşlı Hanım’ın kulağına tarif edilmez güzellikte bir müziğin inciden notaları gibi döküldü. Rahibin karısı Sylvia’dan övgüyle bahsetti. Çok tatlı ve güzel olduğunu söyledi.“Böylesi bir güzel ses…” dedi rahibin karısı coşkuyla. Sonra da iç çekerek ekledi: “Bu güzel sesi hakkıyla eğitemeyecek olması ne talihsizlik. Muhteşem bir şarkıcı olabilirdi. İşinin ehli müzik eleştirmenleri böyle demiş ona. Ama o kadar fakir ki buna imkânı yok. Tabii Cameron burslarından alamazsa. Bu burslardan da pek ümidi yok. Hâlbuki ona eğitim veren profesör adını yollamış.”
“Cameron bursları nedir?” diye sordu Yaşlı Hanım.
“Sanırım milyoner Andrew Cameron’ı duymuşsunuzdur.” dedi rahibin karısı. Yaşlı Hanım’ın ailesindeki kirli çamaşırlardan bahsettiğinin fazlasıyla farkında değildi.
Yaşlı Hanım’ın beyaz suratı aniden renklendi. Âdeta sert bir el yanağına tokat atmış gibiydi.
“Evet, duydum.” dedi.
“Çok güzel taptığı bir kızı varmış ve bu kızın sesi çok güzelmiş. Eğitim alması için onu yurt dışına yollayacakmış ancak kız ölmüş. Adam üzüntüden perişan olmuş anladığım kadarıyla. O zamandan beri her sene genç bir kızı bir yıllığına en iyi hocalardan müzik eğitimi alması için Avrupa’ya yollarmış kızının hatırına. Şimdiye kadar dokuz on kızı yollamış. Ancak korkarım Sylvia Gray’in pek şansı yok. Kendisi de şansı olmadığını düşünüyor.”
“Neden?” diye sordu Yaşlı Hanım canlanarak. “Bayan Gray’in sesine denk çok az ses olduğuna eminim.”
“Doğru. Ama bu burslar şahsi işler ve Andrew Cameron’ın keyfine kalmış. Onu tanıyan arkadaşlara sahip bir kız olursa onların tavsiyesiyle o kızı yolluyor. Geçen sene sesi pek güzel olmayan ama babası Cameron’ın eski bir iş arkadaşı olan bir kızı yollamış. Ama Sylvia, kaba tabirle, kendisine torpil getirecek kimseyi tanımıyor. Andrew Cameron ile de tanışıklıkları yok. Neyse ben gideyim. Cumartesi Manselerde görüşürüz Bayan Lloyd. Bu hafta orada toplanıyoruz.”
“Evet, biliyorum.” dedi Yaşlı Hanım âdeta orada değilmişçesine. Rahibin karısı gittiğinde sepeti bırakıp uzun süre oturdu. Elleri kucağında öylece durdu ve iri siyah gözleri hiçbir şey görmeden karşısındaki duvara baktı.
Yaşlı Hanım o kadar acınası bir fakirlik çekiyordu ki Dikiş Topluluğu’na para vermek için haftada altı peksimetten az yemek zorunda kalıyordu. Ancak Leslie Gray’in kızını Avrupa’ya müzik eğitimi için yollama gücüne sahipti. Eğer ki Andrew Cameron’a torpil yaptırtmayı seçerse. Yanına gidip gelecek sene Sylvia Gray’i yurt dışına yollamasını isterse bunun gerçekleşeceğine şüphe yoktu. Her şey ona bağlıydı. Ama, ama gururunu çiğneyip kendisine büyük yanlış yapan o adamdan bir ricada bulunması gerekecekti.
Babası Abraham Lloyd, yıllar yıllar önce Andrew Cameron’ın tavsiyesi ve baskısıyla küçük servetini başarısız olmuş bir işe yatırınca bütün aile acı bir fakirliğe mahkûm olmuştu. Cameron’ın bu yanlışı affedilebilirdi belki. Ancak dayısının yatırımıyla ilgili bir hatadan daha büyük bir yanlış yaptığından kuvvetle şüpheleniliyordu; hatta bu neredeyse kesindi. Hukuki olarak hiçbir şey kanıtlanamazdı tabii. Fakat ince işleriyle tanınan Andrew Cameron, kendisinden çok daha iyi durumdaki adamları mahveden bu karışıklıktan çok daha zengin bir şekilde sıyrılmıştı ve Yaşlı Doktor Lloyd, yeğeninin kendisini kasten mahvettiğini düşünerek kalbi parçalanmış bir vaziyette vefat etti.
Andrew Cameron’ın yaptığı şey tam olarak bu değildi. Amcasına ilk başta iyi niyetle yaklaştı. Ancak sonunda “herkes kendi çıkarına bakar” düsturuyla kendisini haklı çıkardı.
Margaret Lloyd onu haklı bulmadı. Sadece servetini kaybetmiş olmaktan dolayı değil, babasının ölümünden de onu sorumlu tuttu ve asla affetmedi. Abraham Lloyd öldüğünde Andrew Cameron belki de vicdanı sızladığından gösterişli bir şekilde hiç rahatsız olmadan Bayan Lloyd’un yanına geldi ve ona maddi yardımda bulunmayı teklif etti. Hiçbir eksiklik çekmeyeceğini söyledi ona.
Margaret Lloyd bu teklifi âdeta yüzüne çarptı. Ona büyük bir tutkuyla kendisinden tek bir kuruş ya da iyilik kabul etmektense ölmeyi tercih edeceğini söyledi. Cameron ise sakinliğini muhafaza eder gibi görünerek Bayan Lloyd’un kendisiyle ilgili böylesine haksız fikirleri olmasından dolayı üzüldüğünü ifade etti. Her zaman onun arkadaşı olacağını ve ne zaman isterse elinden geldiğince ona yardım edeceğini yağcı bir tavırla söyledi.
Yaşlı Hanım yirmi yıl boyunca bu fakir evinde Andrew Cameron’dan hiçbir iyilik istemeden öleceğini düşündü. Eğer ki kendisi için iyilik isteyecek olsaydı bunu yapmazdı. Ama Sylvia için! Sylvia için gururunu ayaklar altına alabilir miydi?
Bu sorunun cevabını vermek, üzüm sürahisi ve şiir kitabında olduğu kadar kolay değildi. Tam bir hafta boyunca Yaşlı Hanım gururunu ve öfkesini düşündü. Bazen uykusuz gecelerinde saatlerce dargınlıkların ve kinin önemsiz olduğunu, bunları aştığını düşündü. Ancak gündüz vakti babasının resmi duvardan bakarken ya da Andrew Cameron’ın dolandırıcılığı yüzünden giymek zorunda olduğu demode elbisesinin hışırtısını duyarken dargınlığı ve kini onu yeniden ele geçirdi.
Ne var ki Sylvia’ya olan sevgisi öylesine güçlü, derin ve hassastı ki en nihayetinde hiçbir duygu buna karşı koyamazdı. Sevgi, mucizeler yaratıyordu ve bu gücünü soğuk, yavan bir sonbahar sabahında Yaşlı Hanım Charlottetown’a gitmek üzere Bright River tren istasyonuna yürüdüğü sırada gösterdiği gibi göstermemişti hiç. Ona biletini satan biletçi Yaşlı Lloyd Hanım’ın alışılmışın dışında solgun ve zayıf olduğunu düşünmüştü. Akşam yemeğinde karısına, “Sanki bir hafta boyunca bir damla uyku uyumamış ya da tek lokma yemek yememiş gibiydi.” dedi. “Sanırım işlerinde bir sıkıntı var. Bu yaz ikinci kez şehre iniyor.”
Yaşlı Hanım şehre ulaştığında yetersiz yemeğini yedi ve Cameron fabrikaları ile depolarının olduğu bölgeye yürüdü. Bu onun için uzun bir yolculuktu; ancak arabaya güç yetiremezdi. Andrew Cameron’ın parlak ve lüks çalışma odasına yönlendirildiğinde çok yorgun hissediyordu.
İlk baştaki şaşkın bakışlarının ardından ışıldayarak öne çıktı ve elini uzattı Cameron.
“Kuzen Margaret! Ne kadar da hoş bir sürpriz. Lütfen oturun, buyurun, bu daha rahat bir koltuktur. Bu sabah mı geldiniz? Spencer-vale ahalisi nasıl?” Yaşlı Hanım, onun ilk sözleriyle kızardı. Annesinin, babasının ve sevgilisinin onu çağırdığı ismin Andrew Cameron’ın dudaklarından döküldüğünü duymak kutsal bir şeye saygısızlık gibiydi. Eğer ki Andrew Cameron’dan iyilik istemeye dayanabiliyorsa daha az acı olan şeylere de dayanabilirdi ama. Sylvia’nın hatırına elini sıktı ve gösterdiği koltuğa oturdu. Ancak hiçbir insan evladının hatırı için tavırlarına ya da sözlerine zorlama bir samimiyet katamazdı. Lloyd sadeliğiyle derhâl konuya girdi.
“Senden bir ricada bulunmaya geldim.” dedi gözlerinin içine bakarak. Ancak bu bakışlarda yalvaran birinin tevazusu ya da uysallığından ziyade meydan okuyan cüretkâr bir tavır vardı. Reddedeceği bir teklif için onu düelloya davet ediyordu âdeta.
“Bunu duyduğuma sevindim Kuzen Margaret.” sesinde yumuşaklık ve nezaket vardı. “Sizin için yapabileceğim herhangi bir şeyi yapmaktan mutluluk duyarım. Korkarım beni bir düşmanınız olarak gördünüz Margaret ama sizi temin ederim ki bu haksız tavrınızı şiddetle hissettim. Bazı şeylerin aleyhime göründüğünün farkındayım ama…”
Yaşlı Hanım elini kaldırmak suretiyle kibar sözlerine son verdi.
“Buraya bu konuyu konuşmak için gelmedim.” dedi. “Geçmişten bahsetmeyelim sizin için de uygunsa. Size kendim için değil de benim için çok değerli genç bir arkadaşım için iyilik istemeye geldim. Bayan Gray’in dikkate değer güzel bir sesi var ve eğitim almak istiyor. Kendisi çok fakir. Ben de size ona bir müzik bursu vermenizi rica etmeye geldim. Anladığım kadarıyla öğretmeninden gelen bir mektupta ismi zaten tavsiye edilmiş. Sesi hakkında ne söylediğini bilemesem de abartılması mümkün değil. Eğer ki onu yurt dışına eğitim için yollarsanız yanlış yapmazsınız.”
Yaşlı Hanım konuşmayı sürdürmedi. Andrew Cameron’ın ricasını yerine getireceğinden emindi ama bunu kaba ve isteksiz bir şekilde yapmasını ümit ederdi. Bu iyiliği ancak bir köpeğe kemik atılır gibi önüne atılırsa kabul ederdi. Ancak böyle olmadı. Andrew Cameron hiç olmadığı kadar nazikti. Çok değerli Kuzen Margaret’ın isteğini yerine getirmek kadar kendisini mutlu edecek başka bir şey olmadığını, daha zor bir şey istemiş olmasını dilediğini söyledi. Genç arkadaşını müzik eğitimi için gelecek yıl kesinlikle yurt dışına yollayacağını ve çok mutlu olduğunu da ekledi.
“Teşekkürler.” dedi Yaşlı Hanım bir kez daha sözünü keserek. “Size minnettarım. Sizden ricam Bayan Gray’in konuya dâhil olduğumu bilmemesi. Değerli zamanınızı daha fazla almayacağım. İyi günler.”
“Ah, bu kadar erken gitmeyin.” dedi gerçek bir nezaket ya da akrabasına değer veren bir tavırla. Bu da sesindeki nefret edilesi samimiyeti ortaya çıkarıyordu. Çünkü Andrew Cameron sıradan bir adamın sahip olduğu basit erdemlerden tamamen yoksun değildi. İyi bir koca ve babaydı. Kuzeni Margerat’a bir zamanlar düşkündü. Babasının yatırımıyla ilgili olarak kendisini o şekilde davranmaya mecbur bırakan durumlardan dolayı da gerçekten üzgündü. “Bu gece misafirim olmalısınız.”
“Teşekkürler ama eve dönmek zorundayım.” dedi Yaşlı Hanım ciddiyetle. Sesindeki ton, Andrew Cameron’a ısrar etmenin işe yaramayacağını söylüyordu. Ancak Cameron, Margerat’ı istasyona götürmesi için arabacısına telefon etmekte ısrarcıydı. Yaşlı Hanım bu teklifi kabul etti; çünkü ayaklarının kendisini oraya kadar taşıyabileceğinden şüpheliydi. Yanından ayrılırken elini bile sıktı ve ricasını gerçekleştireceği için ikinci kez teşekkür etti.
“Bir şey değil.” dedi. “Lütfen benle ilgili daha olumlu şeyler düşünmeye çalışın Kuzen Margaret.”
Yaşlı Hanım istasyona ulaştığında kendisini götürecek trenin henüz gittiğini ve akşam treninin iki saat sonra geleceğini üzülerek öğrendi. Bekleme odasına gitti ve oturdu. Çok yorgundu. Kendisini ayakta tutan o heyecan kaybolmuştu. Yaşlı ve zayıf hissetti kendisini. Yiyecek hiçbir şeyi yoktu. Eve gidince çay içmeyi ümit ediyordu. Bekleme odası soğuktu ve incecik ipek şalının altında titredi. Başı da kalbi gibi ağrıyordu. Sylvia’nın istediği şeyi elde etmişti ama o hayatından çıkacaktı. Yaşlı Hanım’sa ondan sonra yaşamaya nasıl devam edeceğini bilemiyordu. Yine de orada iki saat boyunca kıpırdamadan, dimdik, inatçı bir şekilde durdu. Fiziksel ve zihinsel acılarla verdiği savaşı sessizce kaybediyordu. O sırada mutlu insanlar yanından gelip geçiyor, önünde kahkahalar atıp konuşuyorlardı.
Yaşlı Hanım saat sekizde Bright River istasyonunda trenden indi ve ıslak gecenin karanlığında kimse fark etmeden kayboldu. Üç kilometre yol yürüyecekti ve soğuk bir yağmur yağmaya başladı. Kısa süre sonra Yaşlı Hanım derisine kadar ıslandı ve iliklerine kadar üşüdü. Âdeta kötü bir rüyada yürüyor gibiydi. Son bir buçuk kilometrelik mesafe ile kendi evine çıkan yol boyunca kör bir içgüdü ile yürüdü. El yordamıyla kapısını buldu ve üşümenin yerini kavurucu bir ateşin aldığını fark etti. Kapı eşiğini sendeleyerek geçip kapıyı kapattı.
6. Ekim Zamanı
Yaşlı Lloyd Hanım’ın şehir yolculuğundan sonraki ikinci sabah Sylvia Gray, orman yolunda neşeli bir şekilde yürüyordu. Güzel bir sonbahar sabahıydı. Hava açık, ayazlı ve güneşliydi. Bir önceki gün yağan yağmurdan dolayı sırılsıklam olmuş ve hırpalanmış eğrelti otları tatlı bir koku yayıyordu. Ormanın muhtelif yerlerinde akçaağaçlar mutlu bir kırmızı bayrak misali sallanıyorlardı. Huş ağaçlarının dalları, koyu rengini değiştirmeyen çam ağaçlarının aksine altın misali parlıyorlardı.
Kayın ağacının kovuğunda bir an için beklentiyle durdu. Ancak yaşlı ve gri kökler üzerinde onu bekleyen bir şey yoktu. Rahip evinin hemen yanında yaşayan Küçük Teddy Kimball yokuş aşağı koşarak geldiğinde dönmek üzereydi. Teddy’nin çilli yüzü solmuştu.
“Ah, Bayan Gray!” dedi nefes nefese. “Sanırım Yaşlı Lloyd Hanım nihayet delirdi. Rahibin karısı Yaşlı Hanım’a gidip Dikiş Topluluğu ile ilgili mektup vermemi istedi. Kapıyı çaldım da çaldım. Ama kimse cevap vermedi. Ben de içeri girip mektubu masaya bırakmayı düşündüm. Ancak kapıyı açtığımda oturma odasından gelen korkunç, tuhaf bir kahkaha duydum. Sonra Yaşlı Hanım oturma odasına geldi. Ah Bayan Gray, korkunç görünüyordu. Yüzü kıpkırmızıydı ve gözleri vahşiydi. Kendi kendine konuşuyor ve deli gibi gülüyordu. O kadar korktum ki derhâl dönüp kaçtım.”
Sylvia bir an dahi düşünmeden Teddy’nin elinden tutup yokuş yukarı koştu. Korkmak aklına bile gelmemişti. Her ne kadar zavallı, yalnız, sıra dışı Yaşlı Hanım’ın nihayet aklını kaçırdığı konusunda Teddy ile hemfikir olsa da.
Sylvia içeri girdiğinde Yaşlı Hanım mutfak koltuğunda oturuyordu. İçeri girmeye korkan Teddy eşikte gizlendi. Yaşlı Hanım, istasyondan gelirken giydiği ıslak siyah ipek elbisenin içindeydi hâlâ. Yüzü kızarmıştı, gözleri vahşiydi ve sesi kısıktı. Ancak Sylvia’yı tanıdı ve korktu.
“Bana bakma.” diye inledi. “Lütfen git. Ne kadar fakir olduğumu görmene dayanamam. Sen Avrupa’ya gideceksin. Andrew Cameron seni yollayacak. Ona rica ettim. Beni reddedemedi. Ama lütfen git buradan!”
Sylvia gitmedi. Bunun delilik değil, hastalık ve hezeyan olduğunu ilk bakışta anladı. Teddy’i, Bay ve Bayan Spencer’ı derhâl çağırması için yolladı. Yaşlı Hanım’ı yatmaya ikna edip doktor çağırdılar. O gece Spencervale’deki herkes Yaşlı Hanım’ın zatürre olduğunu öğrendi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lusi-mod-montgomeri/avonlea-gunlukleri-69428536/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Speed: İngilizce “hız” demek. (ç.n.)
Avonlea Günlükleri Люси Мод Монтгомери
Avonlea Günlükleri

Люси Мод Монтгомери

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Yeşilin Kızı Anne kitabının yazarından, Anne’in yaşamış olduğu Avonlea, küçük olsa da heyecanlı ve ilginç olaylara ev sahipliği yapmıştır. Kâh gizli ve masum aşklar kâh da duygusal hatıraların bir araya geldiği öyküler silsilesinden oluşmaktadır, Avonlea Günlükleri. Kimi yerlerde o tanıdık olduğumuz yetim kız Anne’in komşuların hayatında yer almasıyla kimi zaman da Pazar Okulundan veyahut da kiliseden tanışık olduğu insanların hayatlarından kesitler sunmasıyla Avonlea’deki yaşamlar içinizde merak uyandırıp kalbinizi ısıtacak. “Yıllar önce küçük bir kızın gözlerine bakarken hissettiğim gibi hissediyorum. Adı Anne Shirley’di ve Cuthbertlar ile birlikte Avonlea’de yaşardı. Blair’in dükkânında sohbet ettik. O kız herkesle konuşabilirdi. Bir konu hakkında, ‘Benim gibi örselenmiş altmış küsur yaşında bir adamın bunu umursamaması gerekir.’ gibi bir şey dedim. İri, masum gözleriyle çok yanlış bir şey söylemişim gibi ayıplarcasına baktı. ‘Yaşlandıkça bazı şeyleri daha fazla umursamamız gerektiğini düşünmüyor musunuz Bay Blair?’ dedi. Kendisi on bir değil de yüz yaşındaydı âdeta.”

  • Добавить отзыв