Toraman

Toraman
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Nihat Bey’in konağına evlatlık olarak giren Nimetşinas ile evin efendisinin tacizlerine maruz kalan Neriman karakterleri üzerinden Hüseyin Rahmi, evlilik kurumunun aksak yanlarını şiddetle eleştiriyor. Neriman, evin hanımına olan hürmetinden dolayı eserde “iffet”i temsil eder. Eşinin üzerine ikinci bir evlilik yapan Şuayip Efendi de daha sonra öğreneceği üzere oğlunun eski sevgilisini eş edinir; bu çapraşık aile yapısı âdeta cehenneme dönüşür. “Siz namusluluğun aynalı, oyuncaklı, süslü tasması altında yaşayan insanlar… Kendinize hoş gelen her fenalığı işler fakat adını değiştirerek, kitaba uydurarak işlersiniz.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Toraman

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

1
Adile Hanım iki evin bahçelerini ayıran tahta perdenin budak deliğine gözünü uydurarak:
“Komşum Hasnâ, ne yapıyorsun orada?”
Cevap yok. Adile Hanım kendi kendine:
“Karı biraz sağırdır. Tez beri duymaz ki…”
Yumruğuyla küt küt, tahta perdeye vurarak:
“Huu, komşucuğum, sana söylüyorum…”
Yine ses yok. Adile bir süre budak deliğinden içerisini gözledikten sonra:
“Aaa görüyorum işte, mutfak kapısının önünde dolma dolduruyorsun. Niçin ses vermiyorsun? Aramızdan kara kedi mi geçti?”
Hasnâ Hanım işaret parmağını ağzına götürür. Susma işareti verir. Bir şeyler homurdanır…
Adile Hanım şaşırarak:
“A! Hazen kebira… Elhap oyunu mu[1 - Elhap oyunu: Çocuklar arasında olduğu gibi evlerde de oynanan bir oyun. (y.n.) Oyuna katılanlar elleriyle ağızlarını kapar, konuşmamaya dikkat ederler. Ebe, birinden birini konuşturmak için türlü buluşları ve ilgi çekici şeyleri sıralar, durur. Nihayet oynayanlardan biri kendini tutamaz da ağzından bir laf kaçırırsa o ebe olur. (e.n.)] oynuyorsun? Dilini fare mi yedi? Cevap versene karı!”
Hasnâ Hanım, Adile’ye eliyle oradan çekilip gitmesini işaretle yine birkaç homurtudan başka karşılık vermez.
Adile’nin şaşkınlığı artarak:
“Buna şaşar mısın, kızar mısın? Her zaman çilingir körüğü gibi işleyen ağız bu sabah susmuş. Şaşılacak şey… Hayırdır inşallah!”
Hasnâ yine komşusunu tahta perdenin arkasından uzaklaştırmak için verdiği işaretleri tekrardan başka karşılık vermez.
Adile Hanım biraz öfkeyle sesinin tonunu yükselterek:
“Karı bu ne tuhaflık böyle? Yoksa şimdiye kadar yaptığın dırdırlara, dedikodulara böyle susarak mı son veriyorsun?”
Hasnâ Hanım artık dayanamaz. Bir kahkaha sağanağı salıvererek:
“Hah işte şimdi tam üstüne vurdun!”
“Aaaa ben seninle sabahleyin ‘bilemedin kaldır vur’ oyunu oynamaya gelmedim. Söyleyecek nelerim var nelerim… Lakırtısızlık sana yakışmıyor. Bu elhap oyununu sana kim salık verdi? Söyle bakayım.”
“Ah komşum Adile ahhh!.. Bizim kızı kocası boşayalı çarpıntı hastalığım arttı. Göbeğimin üstünden doğru top gibi yuvarlak bir şey kabarıyor. Göğsümün içinde at yarışı varmış gibi her tarafımı döne dolaşa tekmeledikten sonra -ah nasıl anlatayım- geliyor boğazıma sanki bir yumruk tıkanıyor… Su, limon yetiştiriyorlar. Her yanımı ovuşturuyorlar. Zorla açılıyorum. Acı insana neler getirmez? Kolay mı komşum? Kolay mı? Kızım Sabire’yi kocaya verdik. Hâlimiz vaktimiz sizce belli. Ohhh üstümüzden bir yük kalktı diye sevinirken meğerse verdiğimiz herif soysuzmuş. Tamam paya pay iki buçuk yıl dırdırdan, hırhırdan, kavgalardan sonra boşayıverdi. Kız buradan bir can gitti, şimdi üç canla geri geldi. Biri kucağında, biri karnında… Bu da Tanrı’mın bir davranışı… Yok yine de Tanrı’nın gücüne gitmesin, asla yakınmıyorum. Yazısı böyleymiş. Fakat pek zor Adile, pek zor…”
“Hep bunları yetmiş kere dinledim. Deminden niye lakırtı söylemiyordun? Dünyana mı küstün?”
“Patla, işte, işte ben de onu anlatacağım! Sözüm oraya gelecek.”
“Kızın kocadan boşandı diye değil, senin merak hastalığın eskidir. Şimdi de her lakırtının başına bu boşanma işini sokmadan söz söyleyemez oldun.”
“Kişinin düşüncesi neyse lafı da odur. Ayıplama kardeş. Yüreğim yanıyor. Ah, sebep olanlar sebepsiz kalsınlar! Damadım olacak yaşı yerlerde sayılası o kepaze oğlan, kızımın üstüne başka bir karı mı sevmiş ne yapmış?”
“Aaa hep bunları biliyorum Hasnâ, artık tekrarlama! Tekrarladıkça üzüntün artar.”
“Bizimki de öyle diyor. ‘Kızımı kocası boşadıysa ne yapalım, Tanrı’nın yaratışta kararı böyleymiş, bu karara uymaktan başka bir şey yapılamaz. Fakat senin bu dırdırın yok mu her şeyden çok beni işte o yıldırıyor. Böyle her gün dır dır dır hem kendini öldüreceksin hem beni hem de kızını!’ diyor.”
“Zavallı adam haklı. Tanrı’nın kararına boyun eğ. Sus artık!”
“İşte ben de susmaya uğraşıyorum. Hanım, akıl yok ki başta… Lakırtıya başlıyorum, dallanıyor budaklanıyor, sonra da bir türlü çıkılacak tarafı bulamıyorum. Ha, sözüm nereye gelecekti? Bu çarpıntılarım, baygınlıklarım arttıktan sonra şeyhime gideyim dedim, kendime bir nefes ettireyim, hafifliktir. Kocamustafapaşa’da bizim şeyhimiz vardır. Albostanlı Keramet Efendi.”
“Elbistanlı Keramet Efendi.”
“İşte neyse, benim o kadar ince lafa aklım ermez. Çocukluğumdan beri biz onlara Albostanlı deriz. Postuyla beraber bu san babadan evlada kalır. Bunun babası rahmetli Kerim Efendi göbeğine kadar ak sakallı nur gibi bir adamdı. Genç fakat bunun da sarığı büyük, bunun da okuyup üflemesi etkili… Bu da insanın yüzüne aynı duaları okuyup üflüyor. Bu genç şeyhe karının biri tutulmuş. ‘Nikâhla al beni, bütün malımı mülkümü üstüne çevireyim.’ demiş. Oysa şeyh evli, güzel bir karısı, tosun gibi çocukları var. Şeyhin yanakları elma gibi kırmızı, gözleri ahuya, kaşları kemaneye benziyor. Kaltağın biri imrenmiş işte… Aman hanım bu kadın dedikodusu camiye de giriyor, tekkeye de…”
“Hasnâ Hanım, sen yine lakırtının çıkacak yerini şaşırdın.”
“Dur hanım, dur! Sırasıyla hepsini anlatacağım. Bana okudu üfledi. Yanında birisi var. Su kabağı mı diyorlar, nukba mı diyorlar ne? İşte o kalfasıymış. Sonra beni ona çiğnetti. Çeyrekletti. Yanımda Safiye vardı. Bana döndü, ‘Deminden buraya iki genç, güzel hanım geldi. Şeyh okuduktan sonra onları kendi çiğnedi. Genç olaydın kalfasına çiğnetmez, seni de kendi çiğnerdi. Ne kadar olsa şeyhin ayağında başka güç, başka keramet vardır.’ dedi. Neyse ben gücenmedim. Belki şeyh akşama kadar kadın çiğnemekten yorulmuştur. Beni de kalfasına çiğnetti. Fakat kalfası pek boylu, güçlü kuvvetli, minare kırması bir adam. Hâlâ kemiklerim ağrıyor…”
“Geçen yıl muhasebeciler büyük hanımı ayıya çiğnetmediler mi?”
“Sus kız çarpılırsın. Hiç o, buna benzetilir mi?”
“Yalan söylemiyorum ki çarpılayım? Çiğneyen adam ne kadar cüsseli olursa şifası da o kadar büyük olurmuş.”
“Beni çiğneyenden daha ağırı pek zor bulunur. Şose yapıldıktan sonra üstünden öküzler koşulu bir yuvarlak geçirmezler mi? Altında işte öyle yamyassı oldum.”
“İyi geldi mi bari Hasnâ?”
“Bilmem… Biraz iyi gibiyim…”
“O koca kalfa, fırın hamurcusu gibi senin üstünde tepinirken içinde ne kadar merak, çarpıntı yeli varsa elbette dışarı çıkmıştır. Canın çıkmadığına şükret…”
“Ah Tanrı’ma bin şükür…”
“Ey, bu elhap oyununu kim öğretti?”
Hasnâ Hanım birkaç defa geğirerek:
“Bak bak, merak yelleri yine başlıyor.”
“Kolayını bulmuşsun, git bir daha çiğnen…”
“Kemiklerimin bu ağrıları geçmeden çiğnenemem.”
“Belki bu defa şeyh kendi çiğner de kemiklerini o kadar ağrıtmaz. Bu sefer iyice süslen de git.”
“Kız eğlenme sabahleyin benimle!”
“Aaa niye eğleneyim? Biraz düzgün sürüp kaşlarını, kirpiklerini boyadığın zaman bayağı gençleşirsin.”
“Tanrı’m yazmasın! Şimdiye kadar hiç yasak şeye süslenmedim.”
“Bu, şeyh ayol… Günahı yoktur ki…”
“Şeytan karı, çekil sabahleyin oradan! Aklımı karıştırma. Şaşırdım işte. Dolma sarıyorum diye yaprağı parmağıma doladım.”
“Niye şaşırdın? Sen de galiba şeyhi kalbinden geçiriyormuşsun. Keramet Efendi’nin kaşını, gözünü öyle bir anlattın ki gidip görmek için bana bile merak geldi.”
“Git git, kıskanmam valla… Sen gençsin. Güzelsin. Seni mutlaka kendi çiğner.”
“Gereği yok. Kocamın çiğnemesi bana yetişir.”
“Allah versin. Seninki de boyda bosta Keramet Efendi’nin kalfasından aşağı kalmaz. Bir defa çiğnese bir hafta vücudunu bulamazsın. Tuh tuh tuh… Şuna da bak hele… Sabah sabah bana neler de söyletiyorsun. Boyumca günaha girdim… Bu sabah hiç lakırtı söylememeye karar vermiştim. Nerede olsa beni söyletmek için karşıma bir şeytan çıkıyor. Şeyhim, bana tenhaya çekilmeyi buyurdu. Bu evde tenhaya çekilmek olur mu? Karşıki komşumuz apukatın karısı, kocasını kilerde beslemeyle yakalamış. Kavga ayyuka çıkıyor. İşitip de günaha girmeyeyim diye buraya, bahçeye kaçtım. Kızı önce evlatlık diye aldılar. Haspa büyüdü. Kaşlı gözlü bir civan oldu. Kocaya vereceklerdi. Apukat bu… Evlatlık falan dinler mi? Birisine verilmezden önce kaymağını kendi tatmak istemiş. Şefika’da kabahat. Bu zamanda insana öz evladından iyilik gelmiyor da evlatlığı ne yapacak? Oh olsun, o cingöz herif evde evlatlık kız mı yaşatır? Aa doğrusunu söylemeli… Herifin de kabahati yok hani. O paçavra hastalığından kalktıktan sonra Şefika’nın her tarafı pörsüdü. Yüzüne lekeler bastı. Gudubet bir şey oldu. Karlar yağsa kış değil mi? Kişi kendini bilse hoş değil mi? Karı bu çirkinliğini örtmek için saçlarını kanarya sarısına boyadı. Eşi dostu kendine güldürdü. Bunun tutarı on paralık ayna… Bir kere aynanın önüne gidip de suratına baksa ya… Çoraklıkta kalmış sağmal ineklere döndü. Tanrı’m insanı bir kere şaşırtmasın. Herif artık bu hırtlamba karının yüzüne bakmaktan bıktı. Karşısında dolaşan ay gibi evlatlığı görünce kendini tutamadı. Mezhebi geniş bir adam… Kızılbaş mıdır nedir?”
“Hasnâ, sen de peyrizi bozdun ama bir bozdun! Keşki sabah sabah seni bu kadar söyletmeyeydim…”
Hasnâ Hanım şiddetli bir kırgınlıkla yağlı ellerini yüzüne götürerek:
“Sahi karı, sahi… Şeyh bana neler tembih etti? Bak ben ne çaçaronluklar ediyorum. Büyüksün Tanrı’m, sen bağışla günahlarımı… Kabahat kimde? Ben bu sabah hiç ağzımı açmamaya niyet etmiştim. Kalbimi Tanrı’m bilmiyor mu? Beni söylettin. Günahı da senin boynuna olsun.”
“Şeyh neler tembih etti, hani anlatacaktın?”
“Sıra oraya geliyor mu? Hangisini anlatayım? Lakırtı çok. Bu mahallenin dedikodusu her gün kırk gazeteye yazılsa sığmaz. Ayıplama kardeş, üç gündür lakırtı orucundayım. Lakırtı dalgaları içimde Nuh’un tufanı gibi kabarıp duruyordu. Hep yutuyordum. Bizimki bile ‘Aşk olsun şeyh efendiye… Şimdi ermişliğine inandım. Bu ağzı üç gün kapamayı başardı. Sen haftada bir gün oraya gidip iyice çiğnenmelisin ki bu evde biz de biraz rahat edelim.’ dedi.”
“Kocan izin verdikten sonra her gün git çiğnen.”
“Seninki göndermez mi? Beraber gidelim.”
“Hani ya doğrusu ben de şeyhi merak etmedim değil. Fakat bizimki beni başkasına çiğnetmez. Hem çok şükür benim yelim, kuluncum, çarpıntım falan yok.”
“Aaa ne kadar sapasağlam karılar gelip de çiğneniyorlar. Sen oraya hep dertliler mi geliyor sanıyorsun?”
“Sağlam adamın orada ne işi olur? Gidenlerin elbette söylenir söylenmez birer dertleri olmalı.”
“Tekkenin bahçesinde çiçekler, havuz, fıskiye var. İnsanın içi açılıyor. Gün gördüğümüz var mı kardeş? Yaz kış bu eve kapanmaktan başka dünya mı görüyorum? Bahçedeki şeftali ağacı çiçek açar, bostanda baklalar yeşillenir de bahar geldiğini anlarım. Bana bir şeyh daha salık verdiler. O da başka türlü okuyormuş.”
“Nasıl?”
“Bir kibar kızı merak hastalığına uğramış.”
“Kibarın merakı ne olacak? Sevda işi olmalı.”
“Neyse günahı üstünde kalsın.”
Bu sırada Adile Hanım’ın evinden kızı bağırarak:
“Anne, gel, mangalda süt taşıyor!”
Adile Hanım tahta perdeden başını çevirerek eve doğru:
“Aman taşarsa taşsın! Şimdi burada lakırtımız var.”
Hasnâ şaşakalarak:
“Aaaaa koskoca kız taşan sütü kaşıkla karıştırmasını bilmiyor mu da seni çağırıyor?”
“Biz ona ince işler öğretiyoruz. Mutfak işinden hiç anlamaz. Sen lakırtına devam et. Eeee kibar kızı neden merak getirmiş bakayım?”
“Günahı üstünde kalsın, pek derinden derine bilmiyorum. Sinirli çarpıntılara uğramış. Yemez, içmez, uyumaz olmuş. Fakat paluzeler gibi güzel bir kızmış. Hekim, hoca çare bulamamışlar. Sonunda o şeyhe götürmüşler. Böyle sıkıntı hastalıklarında şeyh, kadınların çıplak göğüsleri üzerine uzun bir dua yazarmış. Tamam beş tane altın alır da öyle yazarmış.”
“Gidip sen de yazdırtsana.”
“Aaa benim beş altınım olsa beş yüz türlü derdimi görürüm. Dur dinle. Kadına, ‘Sakın bu göğsündeki yazılar silinmesin. İyice koru. Üç gün sonra buraya yine gel.’ dermiş.”
“Eyyy?”
“Üç gün sonra gidince kadının göğsünü açar, o yazdığı yazıyı, yani duayı şeyh diliyle yalar temizlermiş.”
“Aaaa, bu da başka türlüsü…”
Hasnâ Hanım’ın kızı mutfaktan:
“Aman anne koş, bakla suyunu çekti! Çatır çatır yanıyor!”
Hasnâ Hanım: “Aman hangi birine yetişeyim? Azıcık dur. Şimdi lakırtımız var. Lafın tatlı tarafına geldik.”
Adile Hanım şaşıp kalarak çatık bir kaşla:
“Çocuk anası koskoca kadın tencereyi ateşten indirmeyi bilmiyor mu da seni çağırıyor?”
“Ah dertli oldu. Kız alık oldu. Ne yapacağını biliyor ne edeceğini… Sonra efendim, kadının göğsünü tatlı tatlı böyle bir güzel yalarmış.”
“Tuhaf şey. Bu şeyhlerin şifa verme güçleri besbelli kiminin ayağında kiminin de dilinde… Bu da bir buluş… Koca karıların göğüslerine de yazar, yalar mıymış hanım?”
Hasnâ Hanım’ın kızı yine mutfaktan haykırarak:
“Anne, bakla kömür oldu!”
Hasnâ Hanım öfkeyle:
“Beni kötü kötü söyletme sabahleyin Sabire! Dilimi tutmak için şeyhe söz verdim. İnsan bu evde taş olsa çatlar. Bakla yanıyorsa bir tanesini al ağzına da bak. Yumuşamışsa tencereyi indir. Daha sertse üzerine bir parça su koyuver. Ha ne diyordum? Yalarmış dedim de bizim efendinin bir yoğurtlama hikâyesi vardır. O geldi aklıma…”
“Şimdi lakırtıyı başka yana çevirme. Kocakarılara da yazar mıymış?”
“Acele etme. Onu da araştırdım. Otuz beş yaşından sonra kadınların ciltleri pörsür, yazı tutmazmış. Onlara daha pahalı yazarmış.”
“Yazsa da mutlak kendi yalamaz, kalfasına yalatır.”
“Dur ayol asıl anlatacağım şeyi anlatmadım.”
“Çabuk söyle. Benim de anlatacaklarım var. Ben sabahleyin sana niye geldim?”
“Dur, sonra söylersin. Benimki bitsin. Geçen gün de böyle bir tencere yemeğimiz yandı, kömür oldu. Akşam efendiden azar işittim. O günü de kabzımalın hanımı gelmişti. A saygısız karılar, benim aşçım, işçim olmadığını biliyorlar. Başlarını örtünce vakitli vakitsiz gelirler. İnsanın leğende çamaşırı mı var? Ocakta yemeği mi var? Hiç düşünmezler. Dır dır dır, o söyledi, ben söyledim. Mezin[2 - Müezzin] minarede ezan okuyor. Ben öğle ezanı sanıyorum. Meğerse ikindiymiş. Kabzımalınki de balık tuzlamış. Tahtaboşa asmış. Kargalar, çaylaklar hepsini taşımışlar. Oh olsun, karının göbeğini sokakta kesmişler. Hiç evde oturmaz ki… Hanım, bugünlerde buralara öyle karga dadandı, öyle karga dadandı ki insan kurutmak için dışarıya yiyecek bir şey asarsa mutlaka sopayla başında beklemeli. Başka çare yok. Son zaman kargaları korkuluktan da korkmuyorlar. Geçen gün bostandaki korkuluğun burnunu yemişler hanım.”
Adile Hanım’ın kızı evden telaşla bağırarak:
“Anne süt koyulaştı. Pıhtı pıhtı bir şeyler oldu.”
Adile Hanım sıkıntıyla:
“Şuna kesildi desene…”
Hasnâ Hanım gülerek:
“Bakla yandı. Süt kesildi. Adile artık gitme de rahat rahat konuşalım.”
“Ayol ben buraya niye geldim sabahleyin?”
“Söylersin canım, dur hele benimki bitsin.”
Hasnâ Hanım kaşığın ucuyla zeytin yağlı dolmanın içinden tadarak:
“Ah Hasnâ, hınzır kahpe! Buna niçin bu kadar tuz doldurdun?
Ağu olmuş. Akşam yine azarı işit bakalım. Bu tuzlu dolmayı yiyenler, ‘Hasnâ yine koca istiyor.’ derler.”
“Aaa o nasıl lakırtı? Kocan yok mu?”
“Var yok gibi bir şey. Söyletme beni, şeyhin tembihi var. Bizimkinin kalıbını, kıyafetini gören aldanır. Sakalını boyadı. Onu da beceremez, yüzüne gözüne bulaştırır. Ben boyarım. Bunca işimden başka bir de başıma bu hizmet çıktı.”
“Sen elinle boyayıp da sokağa nasıl salıveriyorsun? Kıskanmıyor musun?”
“Yedi ili dolaşsa vallahi kalbime bir üzüntü gelmez.”
“Yalan söylüyorsun… Çok kıskanırsın bilirim, bilirim ben…”
“İşin içyüzünü de ben bilirim. Hadi oradan Adile, derdimi deşme. Şeyhin öğüdünü bozduracaksın bana şimdi… Boyayla erkek, erkek olaydı Hacı Fehmi’nin karısı yolunu sapıtmazdı. Koca dediğin erkek olmalı. Karagöz göstermeliğini ne yapalım? Yalnız kalıp kıyafet Yeniçeri Müzesi’ndeki heykellerde de var.”
“Karı, sen şeyhe gideli bütün bütün sapıtmışsın. Kocanla eğleniyorsun ayol? Saçlarını sen de boyuyorsun.”
“Benimki nezleden ağardı. Ben efendiden on yaş küçüğüm.
Tanrı’nın bildiğini kuldan ne saklayayım? Bizimki boyanır çekilir.
Onun boya artığıyla da ben boyanırım.”
“Boyananla eğleniyorsun da sen niye boyanıyorsun?”
“Ne yapayım ayol? Boyalı olsun ne olursa olsun, kurum gibi kara sakallı herifin karşısında ak saçla gezineyim de bana onun anası mı desinler?”
Hasnâ Hanım yine dolmanın içinden tadarak:
“Hanım, bu içe biraz daha pirinçle soğan karıştırsam acaba yola gelir mi?”
“Bırak biraz tuzluca olsun. Kocan belki bu kinayeyi anlar.”
“Ya Şeyh Keramet, sen bana sabır ver! Bu karı beni ulu orta söyletecek.”
“Hadi hadi anladım. Bilene anlatmak gerekmez. Bu dolmaya bir avuç daha tuz katsan yine boş. Şimdi sen onu bırak. Seninle lakırtı olmuyor ki… Her laf yüz yana dal budak salıyor. Kibar kızı göğsüne yazdırdığını yalatmış da derdinden kurtulmuş mu?”
“Hem de ne kurtulmak… Tertemiz olmuş. Ondan sonra şeyhin ermişliği ortalığa yayılmış. Giden gidene… Şeyh hokkasına mürekkep yetiştiremez olmuş. Güzel hanımların boyunları, göğüsleri karalama kâğıdına dönmüş. Şimdi sen o şeyhi bırak, yalayadursun. Benimkine gel…”
“Dinliyorum. Başka tarafa sapıtma kuzum.”
“A niçin sapıtayım deli? Şeyhime gittim. ‘İmdat şeyhim!’ yalvarışıyla ellerine, eteklerine sarıldım. ‘Sıkıntın nedir kadın, anlat.’ dedi. Hâlimi anlatmaya giriştim. Taa kızım Sabire’nin görücüye çıktığından başladım. Fakat kör olası çarpıntı geldi gırtlağıma yapıştı. Şimdiki gibi serbest söyleyemiyordum. Boğula boğula anlatıyordum. Şeyhin önünde kendi sözlerim yine kendime hanım bir dokunsun, bir dokunsun, başladı gözlerimden bela yağmuru gibi yaş dökülmeye… Şeyh dinledi, dinledi, dinledi. Bir zaman sonra gözlerini kapadı. Bir yönlere daldı, yine dinledi. Daha sonra esnedi, esnedi, esnedi…”
Bu aralık mutfak kapısında Sabire gözükerek:
“Anne, tencereye suyu fazla kaçırdım. Yemek bakla çorbası gibi bir şey oldu.”
Hasnâ Hanım öfkeyle:
“Patla uğursuz! İki çift lakırtı etmeye rahat yok! Senin yüzünden başıma gelenleri anlatıyordum. Su çok geldiyse bırak kaynasın. Biraz helmeli olur.”
Adile Hanım gülerek:
“Ey sonra şeyh esnedi, esnedi de uyudu mu?”
“Neye uyusun? Ben ona ninni mi söylüyorum ayol? Sonradan çarpıntım geçti, açıldım. Coştum söyledim, söyledim coştum. Şeyh esnemelerinden sonra uzun uzun gerinmelere başladı. Efendicağızıma lakırtımın kısası… Safiye ikide bir eteğimi çekiyordu. Ben tekkenin, şeyhin heybetiyle âdeta hâllenmiştim. Sonunda kalfa kulağıma eğilerek ‘Kadın artık kısa kes. Okunacak başka hanımlar var. Bekliyorlar.’ dedi. Şeyh güldü. ‘Boşuna yorulma hanım, ben teveccühe vardım. Kalbindekileri hep anladım. Uzun söze hacet yok.’ dedi. Ben kıpkırmızı kesildim, öyle ya, insanın içinde söylenecek şey varsa, söylenmeyecekleri de var. Acaba hepsini anladı mı diye yerin dibine geçtim. Şeyh gülerken birdenbire öfkelendi. Arapça bir şey okudu. Anlamadım. Sonradan kalfaya sordum. ‘İnsanın iyiliği dilini tutmasındadır.’ demekmiş. Efendim, ondan sonracığıma gözlerini açtı. ‘Her hastalık sıtmanın ta kendisidir. Sende lakırtı sıtması var. Yedi gün, yedi gece hiç lakırtı söylemeyeceksin. Ağzından dünya sözü çıkmayacak. İşitiyor musun kadın? Bu lakırtı hastalığı!.. Ha dur dur bakayım, dur. Ha ha… Bu lakırtı illeti, bu kötü dert seni öldürür. Doğru cehenneme götürür. Yedi gün, yedi gece bir ölü gibi susacaksın.’ dedi. Asıl ben şimdi ağlamaya başladım. ‘Ah iki gözüm şeyhim, bu nasıl olur? Ben bu suskunluğa girmeden önce mahalleyi değiştirmeli. Bizim mahalle dedikodunun kumkuma yeridir. Ya evdekileri ben dilimle idare etmesem ne yemek pişer ne bir iş görülür. Uyurken susmam yetişmez mi?’ dedim. ‘Hayır, o susuş uykudur, sayılmaz.’ karşılığını verdi. Oysa elmasım Adile, bizim efendinin dediğine bakılırsa ben uykumda da hiç durmaz sayıklar, gündüzün yaptıklarımı hep tane tane gece söylermişim. Ben lakırtı söylemekten ölmem. Söylemezsem ölürüm. Fakat şeyhi kandırmak mümkün olmadı. Sonunda ‘Peki, peki susarım!’ dedim. ‘Efendim, ondan sonra her gece ve her sabah bir odaya çekilip yedi bin yedi yüz yetmiş yedi ya sabur çekeceksin. Kalbindeki fitneyi, içindeki şeytanları dağıt. Susmaktan pek için sıkıldığı vakit kalbinle görüş, vicdanınla sözleş. Murtabakaya var.’ dedi. Hanım nasıl olur? Hiç insan kendi kendine görüşür mü?”
“Murtabaka değil, murakabe…”
“Ne demektir o?”
“Bizimki tekkeden geldiği vakit yapar da ondan bilirim.”
“Nasıl şeydir o, anlat.”
“Eline tespihi alıp bir köşeye çekilerek sessizce oturmak…”
“Adile, insan kalbiyle nasıl görüşür? Ben kalbimdekileri zaten bilmiyor muyum? Kendi kendime görüşürsem bana deli demezler mi? Hem benim kalbim cinci meydanı değil ki elime saplı süpürgeyi alıp oradan şeytanları dağıtayım. Ondan sonracığıma kadınım, şeyh ağır ağır devam etti: ‘Sana bir muska vereyim. Okunmuş pamuk ipliği ile onu boynuna as. Hazreti Pir’in mezarından sana ufak bir taş versinler. Lakırtı isteği üstün geldiği vakit onu dilinin altına koy.’ ”
“Şimdi o taş dilinin altında mı?”
“Ağzımda tam üç gün taşıdım. Kaç defa yutuyordum. Dilimin altını yara etti. Şimdi çıkardım. Muşambaya sarılı, cebimde duruyor.”
“Derviş Mehmet’in baklası gibi bir şey demek…”
“Derviş Mehmet’i bilmiyorum. Fakat benim taş da hemen hemen bakla kadar var.”
“Ağzına o taşı koyduğun vakit lakırtı söyleyebiliyor musun?”
“Ne mümkün? Yeni lakırtı paralayan çocuklar gibi kem küm edip duruyorum. Kaç kere boğazıma kaçtı da Sabire parmağıyla çıkardı. Boğuluyordum. Efendim sana söyleyeyim, sonra şeyh, ‘Tekkenin bahçesinde biter kutsal bir ot vardır. Sana versinler. Merak bastırdığı vakit ondan bir parça kaynat da iç. Sıkıntı dağıtır.’ dedi. Bana üç defa okudu, üfledi. Ondan sonra efendim, kalfasını çağırdı. ‘Hanımı güzelce bir çiğneyiver. İçinde hiç merak yeli kalmasın, hepsi defolsun.’ dedi. Kalfa beni pencerenin önünde pöstekinin üzerine uzattı. Öyle bir çiğnedi, öyle bir çiğnedi ki bağırmaya utanıyordum. Pestil oldum. Herif galiba vaktiyle yorgancılık etmiş. Ot minder gibi çiğniyor. İçimde seksen şeytan olsa o kokulu iri mestlerin tekmeleri altında duramaz, mutlak kaçarlardı. Muskayı boynuma astılar. Taşı dilimin altına koydular. Bir kâğıda sarılı otu elime verdiler. Oh Tanrı’ma şükürler olsun, inşallah iyileşirim diye ben gidiyordum. Kalfa ‘Hanım, bu aldığınız şeylerin adağını unuttunuz.’ dedi. Bir hesap pusulası çıkardı. Sekiz kuruş otuz para muska, beş kuruş on para taş, üç otuz para ot…”
“Aaa Selanik Bonmarşesi mi bu ayol? Otuz parası ne oluyor?”
“Bilmem kardeş, bilmem. Tamam on yedi kuruş otuz para etmiş. Evden çıkarken on kuruş kadar bozuk param vardı. İnsanlık hâli bu, uzun boylu yol, belki para yetişmeyiverir diye küçüğün kumbarasındaki paraları da çıkarıp yanıma almıştım. Kesemi açtım. Hesapladım, kitapladım. Yetmiş para kadar eksik geliyor. Onun orası tekke… Pazarlık olmaz ki… Hem şimdi her yerde fiyat kesin. Neyse, üst tarafını Safiye’den aldım da ekledim. Kapıdan çıkarken kalfa ‘Hanım, bu aldığın şeylerin şifasını üzerinde denedikten sonra yine gel.’ dedi. Eski hastalığımda Doktor Moronaki’den reçete aldığım zaman o da bana böyle demişti. Caddeyi bulup da tramvaya kadar yürüyecek hâlim kalmamıştı. Çiğnendim mi yoksa kıyma makinesine mi girip çıkmıştım bilmiyordum. Vücudum rendelenmiş turpa döndü. Hay Allah razı olsun, Safiye koltuğuma girdi. Söylemesi kötülük, ben tekkeye gitmezden önce daha sağlamdım. Neyse güç hâlle eve kapağı attık.”
“Sana da iyilik yaramaz Hasnâ Hanım. Okumuş adamların ağırlığı duyulmaz ki… Tekkelerde kundaktaki küçük çocukları çiğnetirler. Yavrucaklar vık bile demezler.”
“Bilmem, benim günahım çok zahir de onun için ağırlık duydum. Bu kalfa gibisi kundağı çiğnerse çocuk yalnız çiğnenirken değil, artık bir daha hiç bağıramaz sanırım. Benden önce kalfaya başka bir kadın çiğnendi. ‘Hanım nasıl oluyor?’ diye sordum. ‘Mübarek adam pek cüsseli ama üzerimde kuş gibi gezindi. Tanrı bilir hiçbir ağırlık duymadım.’ dedi. Yalan mı söyledi, doğru mu bilmem ki…”
“Her vücut birbirine benzemez. O kadın çiğnenmeye idmanlı olmalı. Sen şimdi nasılsın, iyi misin?”
“Bir iki gün kemiklerim ağrıdı. Büyüklüğüne bin kere kurban olayım, şimdi vücudum sağlamlaştı. Muska boynumda, meraklandıkça o ottan kaynatıp içiyorum. Taş da bazı cebimde, bazı ağzımda…”
“Oh oh, Tanrı’m iyilik sağlık versin! Ya sabur çekiyor musun?”
“İşte asıl onu anlatacağım. Çekiyorum ama kaç oldu bilmem ki?.. Kafam hesaba alışık değildir. Ben yedi bin sayıyı hiçbir araya getirebilir miyim?”
“Tespihin yok mu?”
“Var ama otuz üçlük, namaz tespihi…”
“Beş yüzlük, binlik tespihler vardır.”
“Varmış ama bende yok.”
“Tekkeden getirt.”
“Kira ile vermiyorlar hanım. Bizimkine söyledim. ‘Hadi karı oradan, binlik tespihlerle uğraşma. Zaten yarım aklın var, onu da kaçırır, büsbütün çıldırırsın.’ dedi.”
“A o da doğru ya… Hafize Molla böyle tespihlerle bozdu ya. Beş yüzden başladı, beş bine, on bine çıkardı. Sonra aklı da zıvanadan çıktı.”
“Ha bilirim, o kadın sahiden çıldırdı mı yoksa erdi mi pek iyi bilinemedi. Aşağısına sülük vurdulardı. Hâlâ aklımdadır. Hanım önceleri o ne şen kadındı. Şeyhe çatıp işi tespihe vurduktan sonra kendine bir suskunluk geldi. Dünyasına küstü. Yalnız odalara kapanmaya başladı. ‘Nedir bu hâlin?’ diye soranlara ‘Dünya bana cife geliyor. Erkeğim, çocuklarım bana yılan gibi gözüküyorlar!’ dermiş. Sonunda öldü, bu cife dünyadan kurtuldu. Geceleri mezarına salkım salkım nur inermiş, görenler var. Ah darısı dostlar başına. Ne mutlu hanım… Ah ah, lakırtı lakırtıyı açıyor. Ne söyleyecektim efendim? Ondan sonracığıma… Hesapsız birçok ya sabur çektim. Bana iyi geldi. Efendiye söyledim. ‘Hah iyi işte, için sıkıldıkça ya sabur çek. Yedi binden eksik olursa Tanrı bağışlar. Fazla gelirse ziyanı yoktur.’ dedi. Sonra hanım, marpuççunun Necibe bana bir akıl öğretti. ‘Birkaç okka kuyu fındığı aldır. Kabuklarını kır. İçlerini yorgan tiresine tespih gibi diz. İyice hesapla. Tamam beş yüz tane olsun.’ dedi. ‘Kız, beni günaha sokma, hiç fındıktan tespih olur mu?’ dedim. ‘Sedef, mercan, akik, öd ağacı, kuka, yüz sürü tespihler Tanrı’nın yarattığı şeylerden yapılıyorsa fındığı başkası yaratmadı ya! Tespih hesap içindir. Kirli olmayan her şeyden yapılabilir.’ dedi.”
“Bu da haklı.”
“Ben de dediği gibi yaptım. Hanım, bu da ucuz bir şey değil. Kaç okka fındık gidiyor bilsen… Benim oğlana hesaplattım. Beş yüzü, on dört defa dönersen yedi bin olurmuş. Yedi yüz yetmiş yedisi de kolay. Tespihi her dönüşte yanıma bir fasulye koyuyorum. Kaç defa yine şaşırdım ya. Fındıklardan da bir parça elim yağlanıyordu. Ama Allah kabul etsin, işte böyle çekip gidiyordum. Bir sabah kalktım. Seccademi yükten çıkardım. Arasında tespih arıyordum. Hanım, o caanım beş yüzlük tespihten kala kala beş on tanecik kalmış. Boğazlarına kor düşsün, yemişler. Çığlığı bastım. Hepsi geldi. Kim tıkındı benim tespihcağzımı diyorum. Fare yemiştir diyorlar. Fare yese bir parça kırıntısı kalır. Yemin edin bakayım siz yemediğinize diyorum. ‘Biz bir okka fındık için yemin edemeyiz.’ diyorlar. Hala mı yedi? Kız mı yedi? Piç mi yedi? Oğlan mı yedi? Efendi mi yedi? Günahları üstlerinde kalsın. Yoksa hep birer parça paylaştılar mı? Önce anlaşılamadı. Ah hanım ya sabur çekilecek sıra ama tespihsiz kaldım. Ben artık ya saburları kararlamadan çekiyorum. Bir sabah oğlan geldi. Benim Aziz. ‘Anneciğim, vah vah tespihsiz kaldın. Başka bir tespih yaparsan bu sefer bademden yapalım.’ dedi. Kız söze karıştı. ‘Fıstıktan daha güzel olur.’ diyordu.”
“Aaa hanım, inan olsun, senin tespihi yemişler. Kuru yemişçilerde kaç türlü şey varsa sana hep onlardan birer kere tespih yaptırıp tıkınacaklar…”
“Dur hanım, dur! Anlatayım. Sonra iş ortaya çıktı. Önce oğlanı çok sıkıştırdım. Aziz inatçıdır. Babasının inadı… Bütün bütün ona çekmiş. Bana hiç benzemez. Ağzından söz almak mümkün olmadı. Sonra kızı sıkıştırdım. Evladı üzerine yemin verdirdim. Kız bana benzer, dayanamadı. Söyledi. Babaları ‘Ananız böyle fındık dervişliği ede ede bir gün çıldıracak. Şeyh ona yedi bin tespih çekmeye izin vermişse ben vermiyorum. Hadi şunun tespihini yiyelim.’ demiş. Paylaşmışlar. Ziftlenmişler! Fındıktan tespih olur mu, olmaz mı diyorduk. Şimdi anladım ki bizim evlerde yemişten tespih dayanmaz. Bunca ilim adamlarının aklı yok mu? Tespihleri yenmez, katı şeylerden yapmakta meğer sebep buymuş. Şimdi her dolmayı sardıkça on tane ya sabur çekiyorum. Artık kaç eder bilmem…”

2
Adile Hanım’ın kızı evden bağırır:
“Anne gel, Mebrure Hanım teyzem geldi. Seni çağırıyor.”
Adile Hanım: “Söyle buraya gelsin. Azıcık lakırtımız var.”
Kız “Nasıl azıcık lakırtı? Bir saattir konuşuyorsunuz, bitmiyor!”
Mebrure Hanım başörtüsü, yeldirmeyle bahçeye çıkar. İki kadın birbiriyle sırlı bir hâlle işaretleşirler. Adile, Mebrure’ye parmağıyla susmasını hatırlatır. Misafir tahta perdeye yaklaşarak ev sahibinin kulağına:
“Duydun mu?”
“Duydum.”
“Buraya onu söylemeye mi geldin?”
“Onun için geldim ama kadının kızını kocası yeni bıraktı. Aklı başında yok. Şeyhlerle, tespihlerle uğraşıyor. Şimdi bunu söylersem ayılır bayılır. Bir tarafına bir şey olur diye korkuyorum.”
“Bayılırsa benim yanımda lokman ruhu var. Dostluk bu günde belli olur.”
“Dur dur, şimdi olmaz. Hasnâ’yı Rukiye Hanım’ın evine götürelim de orada söyleyelim.”
“Söylemeli ya… Saklamak olur mu hiç? Biz Hasnâ’nın dostu değil miyiz? Rukiye’nin evine götürmezden önce burada bir parça çıtlatalım da kulağı alışsın.”
“Bunun çıtlatması nasıl olur? Kocan evlendi diye patadak ben bu kadına söyleyemem.”
Hasnâ Hanım tahta perdenin arkasından:
“Karılar nedir o fiskos? Beni mi çekiştiriyorsunuz?”
Mebrure Hanım: “Allah etmesin! Seni ne diye çekiştirelim? Siz her gün burada, bu budak deliğinin önünde böyle bağıra bağıra konuşuyorsunuz da yanı başınızdaki evde meyzinin karısı hepsini işitiyor. Akşam kocasına anlatıyor. O da mahalle kahvesinde ezan okur gibi herkesin kulağına bağırıyor. Mahallede bir parmak bal oluyoruz. Onun için yavaş yavaş konuşuyoruz.”
Hasnâ Hanım: “Meyzinse meyzinliğini bilsin! Ezanı bitirdikten sonra minareden tülbentçinin kızı Huriye ile al sevda ver sevda işaret gırla gidiyor. Kaç defa gördüm. Karısı olacak yosma bizi dinleyeceğine, kocasına dikkat etsin. Onu gözetlesin. Tanrı evinde böyle kepazelik olur mu? Büyüklüğüne kurban olayım, çarpılmıyorlar da…”
Mebrure: “Sus kardeş Hasnâ… Sus hanım sus! Korkmuyor musun?”
Hasnâ sesinin tonunu yükselterek:
“Ben Tanrı’dan başka kimseden korkmam! Meyzininden kork, imamından ürk, bekçisinden çekin. Nedir bu?.. Aaaa illallah… O meyzin olacak herifin sarığını çıkarıp da Kâğıthane’den gazel okuduğunu mahallede bilmeyen var mı? O nasıl ezan okuyuştur hanım? Kutsal sabah ezanının içinde uzun uzun ahlar var mıdır? Şükredelim ki başımıza ateş yağmıyor.”
Adile Hanım: “Hasnâcığım, Şeyh Keramet’in sana verdiği suskunluk taşını nereye koydun?”
Hasnâ Hanım: “Cebimde…”
Adile: “Al onu ağzına kardeş, al ağzına…”
Hasnâ Hanım: “Ağzımda olsa valla yutar da yine söylerim. Dayanılır mı? Benim nemi dinliyormuş meyzinin karısı? Bunları da işitsin de akşam kocasına anlatsın…”
Müezzinin karısı pencereden başını uzatarak:
“Yine bu çirkefe kim taş attı? Çarpsın seni binlik tespih inşallah!”
Hasnâ Hanım: “Kolun budun çarpılsın! Kullanılmış kuyu çıkrığı karı! Bak bak, sabahtan beri burada konuştuklarımızı hep dinlemiş.”
Müezzinin karısı: “Yaptığın yalancı dolmanın içine bir avuç daha tuz koy da akşam mahalle bekçisine yedir. Çünkü kocan üstüne evlenmiş. Bir daha yanına gelmeyecekmiş.”
Hasnâ Hanım: “Aaaaa hepsini dinlemiş! Aman çarpıntım tutuyor. Kocama ne olmuş dostlar? A dostlar kocama ne olmuş? Anlayamadım.”
Adile Hanım: “Bir şey olmamış. Bir şey olmamış. Meyzinin Nuriye seni kızdırmak için uyduruyor.”
Hasnâ Hanım: “Onu yedi dağın haydutları uydursun.”
Müezzinin karısı: “Aman ne çirkef! Tanrı’m, ne çirkef… Böylesine şeyh, tespih iyi gelir mi?”
Hasnâ Hanım: “Kapıdan, pencereden adam dinleyen casus karı!”
Müezzinin karısı: “Casus senin kocan. Abdülhamit’in baş casusuydu. Mahalleden kaç tane suçsuzu sürdürdü. Siz de bir gün sürüm sürüm sürüneceksiniz! Kocam çok şükür Kur’an’ı ezberlemiş hafız adam… Bizim namusluluğumuzu bütün dünya bilir.”
Hasnâ Hanım: “Kah kah kah… Karı, Bozdoğan Kemeri’nde kocanın sesine âşık olup da varmadın mı? Başka erkeğin varken bu herifi içeriye almadın mı? Kocan hafızmış… O herif akşamları sarığını cebine sokup da Yenikapı’da Maksut’un meyhanesinde şişe şişe içki yuvarladıktan sonra Langa bostanları arasında kayabaşı okumaz mı? Sarhoş sarhoş Kızıltaş Camisi’nde mevlüt okurken zaptiyeler kürsüden indirmediler mi? Hangi birisini söyleyeyim? Bunları bütün dünya duydu…”
Müezzinin karısı: “İşitiyor musunuz komşular? Bu karıdan namus dava edeceğim.”
Hasnâ Hanım “Ne işine? Ne yüzle? Keşke yanılıp da öyle bir şey yapsan… Vallahi ağzı çelikli bir apukat tutarım da bütün bu dediklerimi içine yazarak şeyhülislam kapısına[3 - Şeyhülislamlık dairesi] bir dilekçe veririm. Misafir çarşafı karı, Şam kumaşı gibi çeşit çeşit doğurduğun çocukların babaları belli değil!”
Adile Hanım: “A Hasnâ Hanım, a aa… Hani ya ya sabur? Koy şu taşını ağzına artık… Koy… Neye gerek, komşusunuz şunun şurasında. Bir gün gelir yüz yüze bakarsınız.”
Hasnâ Hanım: “Hanım, artık sinirlerim bir defa depreşti. Ağzıma çeki taşı koysam dilimi durduramam. Aaa baksanıza ayol, bu evde çıt olsa ertesi günü mahalle kahvesinde pasaparola oluyor. Meğerse bu karı bizi dinler de kocasına yetiştirirmiş… Geçenlerde kuyumuzun suyu çekildi. Helada uçkurum elimde kaldım. Kızım Sabire’ye, ‘Kız bu ev Kerbela’ya döndü. Cumbada bekle de sakayı çevir. Yahut babanın iyi suyundan bir maşrapa su getir!’ diye bağırdımdı. Bu sözüm bile kahvede bir parmak bal olmuş. Bizim evden mahalle kahvesine telefon mu var, telgraf mı var diye şaşırıp duruyordum.”
Müezzinin karısı: “Mahalle vebası kokmuş karı! Ben niye söyleyeyim? Evinde olup biteni bütün ellere sen kendin yetiştirirsin. Evinde kedi yellense sen onu Binbir Gece Hikâyesi gibi teller, pullar koskoca bir masal yaparsın. Dil değil ki ekmekçi küreği! Bu karının ağzına taş koymak değil, duvar örseler yine boş… Hem kendi çatlar hem ortalığı çatlatır. Pireyi deve yapar. Geçen akşam kocam sancılandı da bir kadeh konyak içti. Zavallıya içiyor diye attığı iftiralar hep bundan azma… Hekim reçeteyle verdi de öyle içti…”
Hasnâ Hanım: “Hay, kah kah kah… Hiç de gülecek hâlim yoktu. Kocam meyhanelerde içip de el âlem kurmasın diye evde içirmeye uğraşır. Mezelerini kendi eliyle hazırlar. Her akşam bostandaki bahçıvana ‘İvan, on paralık tere otu getir!’ diye bağırırlar. Yatsıdan sonra bir çiroz kokusudur başlar. Burunlarımızın direği kırılır. Meyzin evinde o vakit çiroz salatasının işi ne? Bunu bana anlatınız bakayım…”
Müezzinin karısı: “Karı, evimizde yiyip içtiğimize de mi karışıyorsun? Çiroz salatası yerim. Sardalya salatası yerim. Yatsıyın yerim. Sabaha karşı yerim. Senin neyine gerek? Sen casus değilsin de bizim evimizde olup biteni niye gözetliyorsun?”
Hasnâ Hanım: “Ya sabur Şeyh Keramet! Ya Saburrr… Bu karı beni çatlatacak! Bu karı beni çat diye orta yerimden ikiye ayıracak! Ayol Osman Efendi’nin kına gecesinde kocanı bekçi sabaha karşı eve arkasında getirdi. Düğün evinde de mi sancısı tutmuştu? Orada da mı reçeteyle içti?”
Müezzinin karısı: “Kurt kuş uyur, düşman uyumaz derler. Demek bu karı bizi sabahlara kadar gözlüyor! Gözetliyor…”
Hasnâ Hanım: “Ayol genç, ihtiyar bütün mahallenin erkeği bir eve toplanıp da yalelli çağırarak göbek attıkları gece uyunur mu ki ben uyuyayım?”
Müezzinin karısı: “İnşallah diri iken hortla da hiç uyuyamaz ol! El oğlunun çiroz salatası senin nene gerek? A zavallı! Sen kendi derdine bak. Kocan evlenmiş…”
Hasnâ Hanım: “Ne diyor? Kocam yellenmiş mi?”
Müezzinin karısı: “Hah hah hahayyy… Şimdi de ben güleyim bari! Kocan evlenmiş, evlenmiş… Genç… Güzel… İlikler gibi bir kadın almış. Senin gibi adı Hasnâ kendi yedi bela, çirkin, kokmuş karıyı ne yapsın? Saçlarını karaya değil a eleğimsağma rengine boyasan artık yüzüne bakılacak hâlin kalmamış. Tüyü tüsü dökülmüş, sütü kesilmiş ihtiyar uyuz keçilere dönmüşsün! El âlemin içkisi fışkısı senin neyine gerek? Sen on paralık mum al da kendi derdine yan…”
Bu korkunç, bu keskin haber şiddetle burnuna kaçmış gibi Hasnâ Hanım dolma tenceresinin üzerine üç dört defa sağanaklıca aksırdıktan sonra topla vurulmuşa döner, sersemler…
Müezzinin karısı pencereden devam eder:
“Konu komşunun kapısını, penceresini dinleyip gözetleyeceğine, o çomak kadar dilinle mahalleyi çorba gibi karıştıracağına, kocana sahip olaydın kaltak! Şeyhlere gidip çiğnenmek ne para eder? Seni şimendifer çiğnemeli ki bütün dünya o uğursuz ağzının kötülüklerinden kurtulsun!”
Adile Hanım pencereye başını kaldırarak:
“Sus artık Nuriye sus… Kadın baygınlıklar geçiriyor. Bir tarafına iner miner… Bir şey olur. Yazıktır, günahtır.”
“Günah mıdır? O kendisi günahı biliyor mu? Benim hafız kocama niye iftira atıyor? Kocamın bir baş dönmesi hastalığı vardır. Düğün evinde kalabalıktan tutmuş. Onun için bekçinin sırtında geldi.”
Hasnâ Hanım büyük vuruşlar altında silkinip silkinip baş kaldıran cins bir horoz gibi davranarak:
“Kına gecesinden dönen erkeklerin kimi arabayla gitti kimi küfe içinde kimi hamal sırtında… Birtakımı da sokaklarda suratlarını köpeklere yalatarak kaldırımlar üzerinde sergin yattılar. Hepsinin de başı dönmüş, midesi mi bulanmıştı? Düğün evini, o canım gelin odasını kusmuk deryasına çevirmişler. O gece sizin evdeki öğürtüden bizim evde durulmadı. Ben kimseye iftira etmem. İftirayı evlenmiş diye sen benim kocama atıyorsun… Kocam evlenmez… Evlenemez!”
“Ay amaannn… Acaba niçin?”
“Erkekliği yoktur da onun için…”
“A tuhaf şey… Gıdıklasalar da bir parça gülsem… Kocanın erkekliği yoksa sen o çocukları kimden peydahladın?”
“Oldum olası öyle değildi ya… Yedi sekiz yıl öncesi yanlışlıkla bir ilaç yedi de öyle oldu…”
“Daha geçen yıl onu Tavrışen’in evinde basacaklardı. Erkekliği olmayan adam zamparalığa gider mi? Senin koynunda yatıp kocakarı soluğu ile zehirlenmemek için bu hileyi uydurmuş. Daha o zamanları seninle döşeğini ayırmak istemiş. Sen kene gibi yapışarak ‘Ben şeyhe danıştım. Kocasından ayrı döşekte yatmak günahtır, dedi.’ demişsin. Adamcağız da ne yapsın? Senden kurtulmak için bu düzeni kurmuş… Ayıplanmaz… O genç, sen yaşlı… Yan yana aynanın önüne geçip de bir baksanıza… Ana oğul gibi duruyorsunuz.”
“Aaaa üstüme iyilik sağlık… O benden on yaş büyüktür ayol! Nüfus kâğıtlarımız çekmecede duruyor.”
“Nüfus kâğıdına kendini on yaş küçük yazdırmak modası artık pek adi bir hile sırasına geçti. Geçen günü Tırabzanlının[4 - Trabzonlunun] yetmişlik kaynanasının yaşı nüfus kâğıdında otuz altı göründü. Buna zavallı kadının kendinden başka herkes güldü. Çünkü oğlunun yaşı elliden fazla… Bir adamın nüfus kâğıdından önce suratına bakarlar hanım…”
“Kocamın saçı sakalı hep boyadır. Onu öyle görüp de genç mi sanıyorsunuz?”
“Boya saçları vaktinden önce ağarmış kimselere yaraşır. Gerçekten yaşlanmış olanları büsbütün çirkin eder. Sen de boya kullanıyorsun. Niçin gençlenemiyorsun?”
“Kocamda gözün mü var karı? Meyzin sana yetişmiyor mu?”
“Meyzin kadar başına taş insin! Bilgiçliği, zarifliği kimselere vermezsin. Kocanın erkekliği yokmuş da niçin boyanıyor bakayım? Kendini kime beğendirecek? Başında kalıplı fes, ayağında gıcır gıcır ruganlı potinler. İpekli boyun bağı, ortasında oklu yaylı elmas iğne… Ismarlama yapılmış ütülü elbise… Delikanlı oğlun bile o kadar süslenemiyor. Sense alık karı, evde, sokakta hamam anası gibi gezersin. Kocan da bebek değildir bilirim. Elli beşini geçkindir. Fakat seninle vücudunu yıpratmamış. Hiç gam, tasa tutmaz. Senin dırdırından bucak bucak kaçar. Evde durmaz, hemen kendini sokağa atar. Evde çoluğuna çocuğuna sade suya pırasa, ıspanak, semiz otu haşlaması yedirir. Kendi bir güzel lokantalarda kuzu kızartması, hindi dolmasıyla karnını doyurur. Kocan son zamanlarda komisyonculuktan öyle para kazandı, öyle para kazandı ki alyona döndü. Size on para göstermedi. Evinizde insan kıçının altına koyacak sağlam bir iskemle bulamaz. Hâlâ o kırk yıllık ot minderler… Soluk, basma makatlar…[5 - Sedir] Hâlâ misafir odanızda o çarpık konsol, üstünde o kararmış hotozlu ayna, önünde hırdavatçılardan düşürülmüş Nuh Peygamber yılından kalma kırık lambalar… Senin el âlem içine çıkacak bir kat temiz elbisen, iyi bir çarşafın yoktur. Çoluğunun çocuğunun üstleri, başları dökülüyor. Mademki söz buraya geldi, hepsini anlatayım bari… Hani ya üç yıl öncesi İzmir’e ticarete gidiyorum diye kocan buradan kaybolmadı mı? İşte o zaman evlendi. Yirmi ikisinde bir karı aldı. Öyle güzelmiş, öyle güzelmiş ki bir içim su diyorlar. Fakat bozuk soydanmış… Müjdemi ver. Kocan boynuzları takınmış. Artık dal budak salıvermiş. Namuslu karısı Hasnâ Hanım’ın oturduğu evden içeri o çatal çutal deccal kafası artık sığmayacakmış… Kocanın haftada üç dört gece eve gelmediğinin sebebini niye merak etmedin? Bu Çingene çergisi, hakuran kafesi çarpık eve gelip de ne yapsın? Öteki evini öyle bir döşetip dayatmış, öyle cici bici eşya ile doldurmuş ki küçük Pazar Alman diyorlar.”
Hasnâ Hanım beyninden aşağı saçılarak zehir kasırgası korkunçluğu ile her tarafını alazlayan bu sözlerin acı etkisi altında önce şaşalamış, sonra aklını başına toplamaya uğraşarak dikkatle dinlemeye başlamıştı. Müezzinin karısı Nuriye’nin fırından saçılır gibi savurduğu bu son sözler düşmanca olmakla beraber büsbütün de iftira gibilerden, asılsız şeyler değildi. Kocasının son zamanlarda yaşına hiç uymayan bir ölçüde süse, tuvalete şıklığa verdiği önem, İzmir yolculuğu, haftada üç dört gece evden kayboluşu, bunlar tamamıyla doğru şeylerdi.
Hasnâ Hanım dolma tenceresinin yanından çekildi. Başını asma çardağının direğine dayadı. Yağlı elleriyle saçlarını düzelterek düşünüyordu. O dakikaya kadar kocasının üstüne böyle bir şey yormak aklına gelmemişti. Fakat şimdi komşusu Nuriye onu öyle bir iz üzerine koymuştu ki bu izin yılan gibi kıvrıla kıvrıla gidişlerini kafasında dikkatle izleyerek, iki bilinmezden bir bilinene atlayarak yavaş yavaş ayağı suya eriyor, son zamanlarda kocasının hâlinde beliren tuhaflıkların karanlıkları yırtılıyor, bazı gerçekler gün gibi açık ortaya çıkıyordu.

3
Evlendikleri zaman Şuayip Efendi yirmi beş yaşında gürbüz bir delikanlı, Hasnâ Hanım güzel fakat delişmen bir kızdı. Evleneli şimdi otuz beş yıl olmuştu. Bu uzun karılık kocalık süresinde birbirini çok gücendirmişlerdi. Aile hayatları hemen devamlı bir hır gürle geçti. Hasnâ Hanım ilk çocuğu Sabire’yi dünyaya getirdikten sonra rahim boğulması hastalığına tutuldu. Kadınların deyimince henüz kırkı çıkmadan loğusayı döşeğinde yalnız bırakmışlar da al basmıştı. Kadının yaratılışı zaten delişmenken bu al baskınından sonra zırdeli oldu. Hekim, hoca, tedavisine çok uğraşıldı. Pek işe yaramadı. Ara sıra kendisine biraz sakinlik gelir. Fakat ay başlarında şiddetle nöbeti tutar. Yalnız kendi evini kasıp kavurmak değil, bütün mahalleyi altüst eder. Kapısının önünden gelip geçenlerle kavgaya tutuşur. Bu nöbet zamanlarında yüzü kasılır, bir tuhaf gerginlik alır. Kaşları çatılır. Gözleri büyür. Salyaları akar. Bir lakırtı tufanı, bir hâlinden yakınma saçmalaması başlar. Uyumaz, söylenir. Yemez, söylenir. Evladına, kocasına, bütün dünyaya düşman olur. Ve el âlemi de kendisine düşman görür. Diline dolamadığı, tenkit etmediği, hor görmediği, küçümsemediği şey bırakmaz. Tımarhanenin azılılara ayrılmış bir hücresinde zincire vurulacak kadar deli değil. Fakat akıllı da hiç değil. İnsanlar arasında hiçbir kadroya sokulması mümkün olmayan bu kadını nereye koyacağını, nasıl tutacağını bilemeyen Şuayip Efendi şaşırmıştı. Çünkü nöbet zamanları dışında, kadının yumuşak, iyi, sessiz işiyle gücüyle uğraşan kadın kadıncık hâlleri de olur. O zaman insan zavallıya acır. Bu sakin zamanlarında herkes için iyilikçidir. Bir ay, bazen daha fazla süren ve hemen uykusuz, besinsiz geçen azgınlığı sırasında çok arttığı sanılan bütün gücünü el âlemle dalaşmaya harcadığı için nöbetin sonunda yorgun düşer. Sanki bu düşkünlüğünü ödemek için tabiat ona büyük bir iştah verir. Yer, içer, uzun uzun uyur. Artık söylemez. En gerekli sözler için bile ağzını kıpırdatmaya üşenir. Dudakları buruşup birbirine yapışmış gibi durur. Yanında havadan sudan konuşan kadınlara “Herkesin dırdırı nenize gerek hanımlar? Soluğunuza yazık. Kendinize üzüntü arıyorsunuz. Zevkinize bakınız.” yollu öğütler verir. Nöbeti sırasında her kimin kalbini kırmışsa onlardan özürler, aflar diler. Hasnâ Hanım’ın yaratılışındaki bu iyiliği, bu yürek temizliğini, bu iyilikseverliği görenler, bilenler, nöbet zamanlarında saçmalamalarına aldırmamaya karar verirler. Fakat dayanmak kabil olmaz. Çünkü nöbeti tutunca bazen sadece deli gibi saçmalar savurmaz. Gayet düzgün konuştuğu da olur. Herkesin can alacak damarını bulur. En gizli kusur ve ayıplarını korkunç bir keskin görüşle görür. Adi zamanlarında iki sözü bir araya toplayıp söyleyemez bir kadın gibi dururken rahim hastalığı nöbetiyle kafasında ve sinirlerinde öyle bir uyanıklık meydana gelir ki okuryazar olmadığı hâlde, âdeta Nâbi’leşir, Fitnat’laşır. Sözlerini ok gibi işletecek bir ustalık gösterir. Öyle hazırcevap olur, öyle parlak cümleler kurar ki şaşmamak mümkün olmaz. Düşmanının zayıf noktası ne tarafındadır bilir. Herkesin kalbinde gizli tutmaya uğraştığı yaralarını zehirli dilinin ucuyla biz gibi deşer, kurcalar, kanatır. İşte o zaman en insaflı, en hoşgörü sahibi bir kimse bile gırtlağına atılarak bu kadını boğmak ister.
Bazen yalanlar, iftiralar da atar ortaya. Fakat bunları yaraştıracak, gerçeğe benzer, kandırıcı şeylerle süsler. Hücumu hep insanın onuruna ve namusunadır. Mahalle halkından birinin namusu hakkında ortaya bir balgam attı mı o adam yedi mahkemeden temize çıksa, suçsuzluk kararı alsa yine de temizlenemez. Hücum sırasında sözlerini güçlendirmek için yüzünün çizgilerine, jestlerine verdiği sanatlı ifadeyi en ünlü artistler bile taklit edemez. Çünkü sanat yoluyla taklidine uğraşılanın bu aslı, modeli, tabiisidir.
Hasnâ Hanım’ın sakinlik döneminde iki dudağı birbirine yapışıkmış gibi bir hâl alınca arkasından hastalık da yavaş yavaş ortaya çıkar. Önce esnemeler, sonra hafif bir çarpıntı, uykusuzluk başlar. Hastalığın gidişi başlangıçta adi bir yürüyüş gibidir. Sonra tırısa, daha sonra dörtnala kalkar. İşte o zaman etrafında tozu dumana katar. Yedi mahalleyi susta durdurur. İlk hastalık işaretleri belirdi mi ev halkını büyük bir korku ve telaştır alır. Sakinlik verici, yumuşatıcı, uyutucu ilaçlar verilir! Fakat bütün bunlar pek bir işe yaramaz. Hastalık süresini tamamlamadıkça kadını bırakmaz. Bazen iki üç ay sürdüğü de olur. Hasta, şiddetli yürek çarpıntısından, uykusuzluktan, boğazına yuvarlak bir şey tıkandığından yakınır durur.
Bu isterinin adı mahallece merak illetidir. “Hasnâ Hanım’ın yine merakı tutmuş!” haberi mahalleye yayıldı mı herkesi bir korunma kaygısıdır alır. Yakın komşularda kapılar, pencereler kapanır. Sözler fısıltı derecesine iner. Çünkü komşuların birinden aldığı yahut birisi adına uydurduğu sözü dallandıra budaklandıra süsleyerek bir kandırıcı belge şekline soktuktan sonra bir başkasına karşı kullanır. “Senin için falanca böyle diyor.” der.
Bu kadının deliliğini herkes bilir. Fakat kötülük saçan bu delilikten kendini koruma hemen kimse için kabil olmaz. Bu delinin kurduğu ökselere en akıllı insanlar bile tutulur.
Bu hâlden mahalleli bazen bıkıp usanarak Şuayip Efendi’ye deliliği zamanında karısını ya bir hastaneye koymasını yahut evinde kapalı bulundurmasını ısrarla salık vermişlerdi. Fakat deli olup da asla kimseye saldırmaz. Ateş, bıçak gibi kazalı şeylere el sürmez. Onun zehirli deliliği sadece dilindedir. Yaklaşabildiklerini sokar, zehirler. Bu salıkçılara Şuayip Efendi şu karşılığı verir: “Karım tımarhanelik deli değildir. Bu öğüde mahalleliden ziyade doktorlar yetkilidir. Böyle bir harekette bulunmaya Allah’tan korkarım. Çocuklarımı üzmüş olurum. Biz onun huyunu aldık. Huyuna suyuna giderek merakını yatıştırmaya uğraşırız. Zıddına varmaya hiç gelmez. Tımarhanede belki büsbütün deli olur. Bizim mahalledeki kadınların çoğu zihince karımdan pek üstün değildirler. Karımın böyle asabi zamanlarında onun bunun üzerine ağzından laf almak için yanına gelirler. Lakırtı eşelerler. Siz de karılarınızı biraz tutsanız, bu öğüde lüzum kalmaz.”
Şuayip Efendi otuz beş yıldır bu belayı çekti. İnsanlığın gerektirebileceği davranışlardan sapıtmamaya uğraştı. Vicdanıyla, acıma duygularıyla cenkleşti. Fakat bu uzun yıllar içinde ne gençliğini bildi ne yaşlılığını anladı. Ne evlilik mutluluğunu gördü ne de üç gün aile mutluluğu.
Geçimi sağlamak için dışarıda durmadan uğraşmak, eve gelince de her saat dalaşmak… Kendisi için hayat buydu. Karısı pek kıskançtı. Efendisini kendi gözünden, kurttan, kuştan bile kıskanırdı. Hastalığının artmasına bu her türlü ölçülerden aşkın kıskançlığı sebep olurdu. Kocası hakkındaki aşırı sevgisini ona dayanılmaz işkenceler çektirmek suretiyle belli ederdi. Son yıllarda Hasnâ zayıfladı. Buruştu. Yüzüne tamamıyla kocakarılık görünüşü, bir yıpranma çirkinliği çöktü. Her yanı pörsüdü, sarktı. Cildi esmerleşti, çillendi. Kocası şişmanlığını ve oldukça yüzünün tazeliğini koruduğundan ona bakınca şimdi genç görünüyordu. Hasnâ Hanım’ın “Ben saçlarımı boyamayayım da kocamın yanında anası gibi mi durayım?” endişesi işte bundan ileri geliyordu.
Şuayip Efendi hovardalık kaçamakları yapardı. Fakat pek gizli, pek seyrek… Karısına bir şey sezdirmemek için alınabilecek tedbirlerin hiçbirinde zerrece kusur göstermezdi. Uzun süre kapı çuhadarlıklarında bulundu. İyi kötü geçinip gidiyordu. Bolluğa erememişti. Son zamanlarda komisyonculuğa başladı. Bir iki iş, hiç umulmadık şekilde yüzünü güldürdü. Kasasına birkaç bin lira girdi. Zeki, çalışkan bir adamdı. Fakat ömrünün ikindi ezanı “hayyalelfelah” seslenişiyle dikkatini çekmiş olduğu ve şimdiye kadar ömrünü hemen yoksulluğa yakın bir geçim darlığı içinde geçirmiş olduğu için erişmek üzere olan ihtiyarlığını, iki evladını, hasta karısını düşündü. Kendinin ve ailesinin geleceği için daha çalışmak ve birkaç parça gelir kaynağı sağlamak amacına bağlandı. Bunun için kazancını kimseye sezdirmemeye uğraşarak günlük geçimine hiç genişlik vermedi. Önceki ev idaresini katiyen bozmadı.
Fakat determinizm adıyla bir felsefe vardır ki alın yazısına kimse hükmedemez; insanın her hareketi bir sebepten doğar; daima iş olacağına varır, tezini ortaya atan bir meslektir.
Zavallı adam bu kelimeyi ömründe hiç işitmemiş olduğu hâlde bu felsefenin fırtınasına uğradı. Birtakım sebepler de onun bu iyi niyetini uygulamaktan kendisini alıkoydu.
Eski zaptiye taraflarında küçük bir büro açarak komisyonculukla uğraştığı sıralarda birçok kimselerle görüşüyor, iş yapıyordu. Bir aralık bürosuna Servinaz adında kâğıt kavafı bir kadın dadandı. Bilgiç, becerikli, işten, sözden yılmaz, ele aldığı işlerin çokluğundan dişi avukat kesilmiş fakat geçkince bir kadın…
“Cami yıkılsa mihrap yerinde durur.” derler. Bunun mihraptan başka minberi, maksuresi ve hele son cemaat yeri henüz bozulmamış gibiydi. Yaşça hemen Hasnâ Hanım’a yakındı. Saçlar gür, gözler hafif sürmeli, jestleri, edası, davranışlarıyla kendinin hâlâ güzellik tahtından inmemeye yemin etmiş bir eski yosma olduğuna şüphe götürmezdi. Kendisine ne iş verilse tamamıyla altından kalktığı, başardığı için Şuayip Efendi bu kadınla alışverişi ilerletti. Fakat kadın, komisyoncunun kasasındaki birkaç bin liranın kokusunu aldı. Eski bir kovukta bal peteği bulmuş bir arı gibi adamın başından ayrılmıyordu. Şuayip Efendi’nin özel hayatı, ruh hâli, girdisi, çıktısı ve evdeki felaketli durumu hakkında derin bir kovuşturmaya, incelemelere girişti. Her şeyi öğrendi. Zavallı adama mükemmel bir sevda tuzağı kurmak için etrafına kazıklarını kaktı. İpleri germekle uğraşıyordu.
Büroya girmezden önce aralarında geçen iş birliğine dair cilveli, gönül alıcı, sanatlı sözler düzenleyerek henüz pembe beyaz ve tombul kalmış kollarını çarşaftan ve dantelli yenlerinden sıyırarak yazı masasının üstüne dayar, en çekici, en tatlı gülümsemelerini dudaklarının etrafına yaya yaya adamcağızın en derin kalp köşelerine sokulmak ister gibi içe işleyen baygın bakışlarla göz süzerek büyük bir içtenlikle ağır ağır, tatlı tatlı söze girişir. Kısacası, bayat varlığını yürek tazeleyen lezzetli bir şurup gibi herifin boğazından aşağı akıtmak ister. Fakat Şuayip Efendi oralarda değildi.
O, bu kadının yüzünde, işlerinin bazı bölümlerini çekip çevirme yeteneğinden başka bir şey görmezdi. Efendi vurdumduymazlıktan geldikçe kadın büyüleme sanatındaki ustalığını ortaya döker, ne yazık ki istediğini elde edemezdi. Bu yüzden kadına bir aralık şüphe geldi. Acaba Hasnâ Hanım’ın kocası hakkında “Kocamın erkekliği yoktur.” diye çıkardığı söylenti bir gerçeğe mi dayanıyordu?
Meselenin içyüzü tuhaftı. Şuayip Efendi’nin erkekliği var, hem de işlenmemiş bir maden gibi o yaştaki adamlarda az bulunur bir güç ve cevherdeydi. Osmanlı memleketlerindeki yere gömülü madenler gibi Şuayip Efendi kendi erkeklik cevherinden kendisi bile habersizdi. Hasnâ Hanım onu körlendi sanıyordu. Rahim tıkanıklığı nöbetleri sırasında ihtiyar karısının mevsimsiz olduğu kadar ateşli ve tiksinti verici sevda saldırışlarından kurtulmak için bu yalana başvurmuş ve karısını inandırıncaya kadar yıllarca akla karayı seçmişti. “Herifin gözü artık beni görmüyor. Büyü yapıp kocamı bağladılar. O sırım gibi adam paçavra kesildi. Keskin bir hoca biliyorsanız bana salık veriniz. Büyüyü bozdurayım. Bu genç yaşımızda herifle kardeş gibi olduk a dostlar!” sızlanışlarıyla çalmadığı kapı, başvurmadığı tedavi çaresi kalmadı. Kocasını haftalarca tütsülere yatırdı. Yedirmediği kuvvet macunu, takmadığı muska, ıslatıp içirmediği dua bırakmadı. Hoca, doktor öğütlerinden başka Çingene karısı reçeteleri şifa düzeninden olan kunduzlara, köstebeklere, kaplumbağalara, kurbağalara, örümceklere, yengeçlere, şeytan minaresinin içine, hüthüt yumurtalarına varıncaya kadar hep yedi. Karısının gönlünü yalnız bu suretle hoş etmeye çalıştı. Çünkü onun öteki türlü hatırını almaya kendince imkânı yoktu. Vücudunu her çeşit denemeye açık tutmaktan çekinmedi. Fakat Hasnâ Hanım paçavrayı diriltemedi. Kocasının güçsüzlüğüne inandı. Şuayip Efendi de hayatının bu en zor şeyinden kurtuldu. Fakat kadın bütün bütün fitili aldı.
Karısının yedirdiği kuvvet verici şeylerden komisyoncunun bünyesi etkisiz kalmadı. Kanında ve sinirlerindeki cinsel yeteneği vakit vakit coşup kabarma nöbetleri gösterdi. Fakat yalnız turfanda ve taze meyveler için iştahları depreşen uyuşuk mideler gibi ihtiyarlara vergi gençlere düşkünlük merakıyla doluydu. Kokusu pek koklanmamış, renk ve çekiciliğiyle pırıl pırıl, yeni açılmış taze çiçeklere, gençlik ve güzelliğinin henüz dumanı üstünde, güvercin palazı körpe kızlara düşkündü. Günaha girerse de böyleleriyle girmek, yarın öteki dünyada günahlarının cezasını çekmek için zebanilere yakasını vermezden önce bu dünya meleklerinin aşk tatlarıyla yanmak isterdi.
Ünlü bir masal vardır: Bir padişahın çocuğu olmaz. Bir derviş görünür. Zamanın hükümdarına bir elma sunarak bu sihirli elmayı kadın sultanla yarı yarıya yemelerini, kabuklarının da kısrağa yedirilmesini söyler. Bu elmadan Tanrı’nın izniyle nur topu gibi bir şehzade ve kısraktan da Düldül’e benzer çevik bir tay doğar.
Bu masalın mucizesiyle kulağı dolgun olan Hasnâ Hanım, cinsel coşkunluklarda da kocasından aşağı kalmamak için Nasrettin Hoca’nın neft yağı hikâyesinden hisse çıkartır gibi güçlendirici ilaç ve öteberiyi kocasıyla yarı yarıya yemiş, kırıntılarını da kediye vermişti. Kedi o yıl Şehzadebaşı kantocuları gibi damlar üstünde azgın âşıklarla kulak paralayıcı inceli kalınlı birçok düettolar okuduktan sonra nihayet martta altı tane yavru doğurarak bereketli cinsel yeteneğine bütün mahalleyi hayran etmişti. Fakat kocasının nikâhlı karısına rağbet etmemesi yüzünden Hasnâ Hanım’ın yediği, içtiği bütün o cinsel hayatı güçlendirici şeylerin ateşi kanında kaldı. Kadını bütün bütün zehirledi.
Şuayip Efendi de yaşlı sinirlerinde sevda hayalleri depreşmeleri, iliklerinde bir sonbahar şiiri uyanıklığı, kanında mevsimsiz bir yükselip kabaran aşk dalgası duyuyordu. İşte bu aralık karşısına Servi-naz çıktı. Lakin kadın adındaki nazla adamın kalbinde bir arzu ateşi uyandıramadı. Adamcağız bu kadının düzgün altında derinleşen buruşuklarına baktıkça Hasnâ’nın istek uyandırmak için süslendiği zamanlardaki yorgun yüzünü hatırlayarak onu görmüş gibi oluyor, kanı, iliği, siniri buz gibi donuyordu.
Kadın yalnız adındaki nazın sihirli kuvvetiyle yetinmez kurnazlardan biriydi. İhtiyar kalplerin geç tutuşur fakat bir kere kıvılcımlandıktan sonra ateşin çatıyı saracağını biliyordu. İş, büyüleme metodunu amaca iyi isabet ettirebilmekteydi. Herifin yıkılmaya yüz tutmuş kalp hisarını fethetmek için yeminler etti. Antlar içti. Hiçbir şeyden çekinmeyecek ve yılmayacaktı. Komisyoncunun eğilimlerini, duygularını inceden inceye araştırmaya, incelemeye girişti. Zaafının, düşkünlüğünün gençlere karşı olduğunu anlayınca kavaf kadın, silahı kendi yorgun ve titrek elinden sağlam, genç bir avcının aman vermez başarılı eline bırakmak gerektiğini kabul etti.
Servinaz’ın Binnaz adlı hayatının yirminci yılına adım atmış, Tanrı’nın özenle övmüş yaratmış, gerçekten eşsiz bir güzellik ve çekiciliğe sahip, şeytan, fettan bir kızı vardı. Bir temiz, namuslu ortamda yetişseydi birbirinden üstün olan zekâ ve güzelliğiyle kızın değerine paha olmazdı. Fakat bir anadan bin babadan olma bu Binnaz, orospuluk çöplüğünde yetişti, gelişti. Aşktan doğmuş bir güzellik, tutuşmuş iki kalbin alevlerinden fırlamış bir yasak aşk çocuğuydu. Yasak şey tatlı olur sözündeki iddiaya bu kızın yaratılışından daha açık bir örnek olamaz. Onu herhangi bir şeye benzeterek anlatmak, göz önüne getirmek mümkün değildir. Edasına, tadına, albenisine söz yoktu. Fakat nihayet pek yürek yakan, en acı ve tehlikeli zehirlere dönen tatlılardandı. Dışarıda büyük bir öğretim görmemiş, Güzel Sanatlar Akademisine gitmemiş, öğretmen okullarının semtine uğramamış, o özel ana okulunda yetişip sanatının ustası olmuştu. Anasının tutkunlarına verdiği gizli ziyafetlerde ruhları titreten gazeller okur, dinleyenlerin, orada hazır bulunanların akıllarını da beraber zıplatacak çiftetelli oynar. Maçiçte, tangoda Parizyana artislerini gölgede bırakırdı. Anasının göstermelik olarak iş edindiği kavaflıktaki başarısı kızının yüzündendi. Binnaz’ı billur şişeye konmuş bir hayat suyu ve neşe pınarı gibi iştahlılarına yalnız dışından yalatır, kimseye bir yudum yutturmazdı. Ateşten yanan bir ağız böyle sızdırılmış, süzülmüş bir sevda içkisini kabın dışından yalamakla nasıl artan bir ateşe uğrarsa buna da dil uzatanlar öyle tutuşurlardı.
Karı kendi sevgi büyüsüyle komisyoncuyu çarpamayınca av silahını kızının eline verdi. Kendi bir hastalık bahanesiyle işleri yürütmek için büroya Binnaz’ı göndermeye başladı. Anası çekirdekten yetiştirdiği kızına artık sanatı devrediyordu. Binnaz hem kaçar hem davul çalar sözünü yerine getirir bir davranışla komisyoncunun karşısına melekçesine bir şeytanlıkla çıktı. Öyle ki Şuayip Efendi bu eşsiz güzelliği görünce gökte huri kardeşlerinden ayrılmış bir gökyüzü sürgünü sandı. Bu çekicilikte bir kadının bir erkeği ne gibi kaza ve belalara sürükleyebilecek büyüleme gücünde olduğunu düşünerek o zamana kadar yerdiği, tenkit ettiği bazı adamlara şimdi hak verdi. Kendisi de böyle bir günah için cennetten kovulmayı göze alacak bir ahlak sarsıntısına düştü. Kendi cinsel hayatının hayallerini dolduran, duman üstünde aşk sofrası işte buydu. Ağzının salgısı çoğaldı. Yutkunuyor, yutkunuyordu. Zavallı adamcağız şair değildi. Kendi kendine küçük dilini yutarcasına “Heyyyyy! Bu nasıl mahluk böyle be? Bir lenger kaymak, kaymak, kaymak…” tutkusunun şaşkınlığı içinde salyalarının yarısını içeri, yarısını dışarı akıttı. Onun değer ölçüsünde ve şairliğinde beyazlık, yumuşaklık, tat ve güzellikçe kaymaktan üstün bir şey yoktu. Bütün tutkunluğunu bu benzetmeyle dile getirir, imrendiği her şeyi buna benzetirdi: Kaymak… Zavallı adam nihayet kaydı. Tepesi aşağı baş döndürücü bir patinaj yaptı. Artık bir daha da doğrulamadı.
Bu bir lenger taze, nefis kaymak, komisyoncunun zihnini öyle bir kaplayış kapladı ki evde, sokakta, uykuda aklında hep o… Hep o kaymaktan tatmak görüntüleri… Onu yemedeki tadın hayalleri… Rüyalarında bu lengerin kıyısından bucağından banmaya uğraşırdı.
Çoğu yaşlılara ihtiyarlık hırsı dedikleri bir pintilik gelir. Sebebi, başka tatların azalarak boş bıraktıkları yerlere bir bencillik gelmesi, kazanç kaynaklarının, zengin olma imkânlarının azalması, vücudun çalışma gücünden düşmesi bunun için ömrünün sonlarında yokluğa, yoksulluğa uğramak korkusudur. Bu hâl Şuayip Efendi’de de başlamıştı. O, ucuzca bir hovardalık etmek istiyordu. Kıza karşı uyanan bu muhabbetinde bir meşruluk kokusu yoktu. Eğlenip geçmek fikrindeydi. Bu bir lenger kaymağın okkası değil, dirhemi kendine kaç yüz liraya mal olacağını hesaplayamadı. Bir tutam pastırma parçasına hayatını feda eden bir fare düşüncesizliğiyle kapana girdi.
Kızın büroya uzun süre gelip gitmesini sağlamak için anasının hastalığının uzamasına kalpten dua ediyor fakat görünüşte nezaketle daima “Anneniz iyileşiyor inşallah?” sualini edip de Binnaz’dan “Ah hayır efendim, daha bir süre sokağa çıkamayacak sanırım.” cevabını aldıkça Şuayip Efendi son derece memnun oluyordu.
Binnaz komisyoncuya ne yılışıklık göstererek bol bol iltifat ediyor ne de büsbütün soğuk duruyor. Ağırbaşlı, ciddi bir serbestlikle namusluluk, meleklerin saflığına benzer bir toyluk ve masumluk gösteriyor, herifin iştahlı bakışlarını bütün bütün parlatmak için nurdan yapılma gerdanı, billur bilekleri göstermek gerektikçe kaza ve dalgınlığa verilebilecek yapma unutkanlıklarla çarşafının ucunu, kenarını düşürüyor, Şuayip’in yutkunmaları artıp gözleri döndükçe onun her türlü saldırı isteğini kıracak davranışlarda bulunuyordu.
Kızın büroya geldiği belirli günlerde daha o gelmeden önce komisyoncu odasını boşaltarak sevgilisini yanında uzun süre tutabilmek için beş dakikalık işlere birkaç saatlik konuşma genişliği verebilme çarelerini düşünüyor, uzun, tatlı, eğlenceli konuşma ortamı hazırlamaya uğraşır fakat kendisi yaratılış itibarıyla pek konuşkan ve güzel söz söyleme sanatına sahip bir adam olmadığından o yutkunmaları sırasında nemli, kuru, kalıplaşmış sözlerini de çiğneyip yutar, ne söyleyeceğini şaşırır.
Binnaz’ı karşısına oturttuktan sonra hemen daima değişmez bir biteviyelikle aralarında şu konuşma tekrarlanır dururdu:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/toraman-69429241/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Elhap oyunu: Çocuklar arasında olduğu gibi evlerde de oynanan bir oyun. (y.n.) Oyuna katılanlar elleriyle ağızlarını kapar, konuşmamaya dikkat ederler. Ebe, birinden birini konuşturmak için türlü buluşları ve ilgi çekici şeyleri sıralar, durur. Nihayet oynayanlardan biri kendini tutamaz da ağzından bir laf kaçırırsa o ebe olur. (e.n.)

2
Müezzin

3
Şeyhülislamlık dairesi

4
Trabzonlunun

5
Sedir
Toraman Hüseyin Rahmi Gürpınar

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Nihat Bey’in konağına evlatlık olarak giren Nimetşinas ile evin efendisinin tacizlerine maruz kalan Neriman karakterleri üzerinden Hüseyin Rahmi, evlilik kurumunun aksak yanlarını şiddetle eleştiriyor. Neriman, evin hanımına olan hürmetinden dolayı eserde “iffet”i temsil eder. Eşinin üzerine ikinci bir evlilik yapan Şuayip Efendi de daha sonra öğreneceği üzere oğlunun eski sevgilisini eş edinir; bu çapraşık aile yapısı âdeta cehenneme dönüşür. “Siz namusluluğun aynalı, oyuncaklı, süslü tasması altında yaşayan insanlar… Kendinize hoş gelen her fenalığı işler fakat adını değiştirerek, kitaba uydurarak işlersiniz.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

  • Добавить отзыв