Ulduz ile Konuşan Bebek
Samed Behrengi
Samed Behrengi
Ulduz ile Konuşan Bebek
Akşam karanlığı çökmek üzereydi. Ulduz, sandık odasında oturmuş, bez bebeğini de karşısına almış, hafif bir sesle onunla konuşuyordu.
“… Doğrusunu istersen, sevgili bebek, şu dünyada senden başka hiç kimsem yok benim. Annemi mi diyeceksin? Onu hiç hatırlamıyorum bile. Komşularımızın dediklerine göre, epeyce zaman önce babam boşamış ve annemi köye, babasının evine göndermiş. Üvey annemi de hiç sevmiyorum. Evimize geldi geleli, babamı da elimden aldı. Ben bu evin içinde yapayalnızım. Dün ineğimi de kestiler. Benimle arası iyiydi aslında. Onunla konuşurdum, o da ellerimi yalar ve bana süt verirdi. Hele beni yanında görmesin, hiç kimsenin yaklaşıp da kendisini sağmasına izin vermezdi. Küçüklüğünden beri evimizde büyümüştü. Dünyaya gelirken annem yanındaymış ve kendisi büyütmüş onu… Bebek, ya bir şeyler söyle ya da çatlayacağım bak! Ha, evet, dün ineğimi kestiklerini anlatıyordum sana. Üvey annem aşeriyormuş, canı da benim ineğimin etinden yemek istemiş. Şimdi, kız kardeşiyle birlikte mutfakta oturmuş bekliyorlar, et pişsin de yiyelim diye… Ah benim zavallı, bir tanecik ineğim… Biliyorum, şimdi ocağın üzerinde fokur fokur kaynıyor etlerin! Ya Bebek, konuşsana benimle, bak üzüntümden çatlayıp öleceğim yoksa… Aşermeye başladığından beri, üvey annemin canı hiç görmek istemiyormuş beni. Hatta bana diyor ki, ‘Seni gördüğüm zaman midem bulanıyor, ne yapayım elimde değil.’ Ben de mecburen vaktimin büyük kısmını bu sandık odasında geçirmek zorundayım ki beni görmesin ve midesi bulanmasın. Bebek, benimle konuşur musun? Patlayacağım yoksa! Ne kadar zamandır benim bebeğimsin sen, hiç bilmiyorum. Gözümü açtığımda seni gördüm. Ama, eğer sen de benimle kötü olursan ve bana küsersen, işte o zaman ben ne yaparım, hiç bilemiyorum. Bebek, ya bir şeyler söyle artık ya da ben çatlayacağım! Bak verem olacağım… Koca Bebek! Bebek! Çatlayacağım bak! Ya konuşsana! Konuş…”
O sırada birdenbire, Ulduz bir elin uzanıp gözyaşlarını sildiğini ve hafif bir sesle konuşmaya başladığını hissetti:
“Ulduz, tamam, ağlama artık. Sıkıntıdan patlamayacaksın bundan böyle. Bak ben dile geldim artık… Sesimi işitebiliyorsun, bez bebeğin konuşmaya başladı gördün mü? Artık hiç yalnız kalmayacaksın…”
Ulduz, yüzüne düşen saçlarını yana ayırdı, gözünü açınca gördü ki, bez bebeği duvarın dibindeki yerinden kalkıp yanına gelmiş, karşısına geçip oturmuş ve bir eliyle de yüzünü yıkayan gözyaşlarını siliyor. Onu görünce sordu:
“Bebek, sen konuşuyor muydun yoksa?”
Konuşan Bebek cevap verdi:
“Evet, yine konuşacağım. Ben senin dilini öğrendim artık.”
Hava iyice kararmıştı artık. Ulduz, bebeğini güçlükle görebiliyordu karanlıkta. El yordamıyla etrafa tutuna tutuna sandık odasından dışarı çıkabildi, lambayı yakabilmek için raftan kibrit almaya gitti. Ama kibrit, lambanın yanında değildi. Lambayı yere bıraktı ve diğer raftan kibriti almaya yöneldi. Ama birden ayağı yerdeki lambaya çarpıverdi, lambanın camı kırıldı, içindeki gaz yağı halının üzerine döküldü. Gaz yağının kokusu karanlığa karıştı ve odayı tümüyle doldurdu. Tam o anda kapı çalındı. Ulduz telaşlandı, eli ayağı birbirine dolandı. Konuşan Bebek sandık odasının kapı eşiğine kadar geldi ve kıza seslendi:
“Ulduz, içeri gel. Bu işi de hiç üzerine alma; soran olursa, sandık odasından dışarıya adımını hiç atmadığını söylersin.”
O sırada evin dış kapısının açıldığı duyuldu ve Ulduz’un babasıyla üvey annesinin sesi geldi. Üvey anne önden geliyor, bir yandan da,
“Mutfaktaydım, lambayı yakmamıştım, şimdi yakarım.” diyordu.
Konuşan Bebek tekrar seslendi Ulduz’a:
“Çabuk ol, içeri gir!”
Ulduz:
“En iyisi burada bekleyeyim de onlara lambanın camının kırıldığını söyleyeyim, söylemezsem belki cam kırıklarının üzerine basarlar da yaralanırlar.”
Üvey anne tam kapının eşiğinden içeriye adımını atacaktı ki Ulduz, bir kibrit çaktı ve uyardı:
“Anne, dikkat et, lamba düştü, camı kırıldı.”
Babası da kadının peşi sıra içeri girdi. Üvey annesi tam elini kaldırmış, Ulduz’a vuracaktı ki, babası kolunu tuttu ve fısıltıyla karışık:
“Birkaç gün daha ilişme demiştim sana.” dedi.
İneği kesildiği zaman, Ulduz o kadar ağlayıp üzülmüştü ki, gören herkes kederinden çatlayıp öleceğini sanmıştı. Dün gece de akşam yemeğini yememiş, gece uykusunda sabaha kadar sayıklayıp durmuş ve ineğinin sesini çıkarmıştı sürekli. Bu nedenle de babası, birkaç gün kıza dokunmaması ve üzerine gitmemesi için tembihlemişti üvey annesini.
Kadın sadece şunu söyledi:
“Ben bunun kadar beceriksiz ve sakar bir çocuk görmedim. Lambayı nasıl yakacağını bile bilmiyor daha! Şimdi yıkıl git, gözüm görmesin seni!”
Ulduz da bunun üzerine sandık odasına gitti. Kadın da başka bir lambayı yaktı ve kocasına,
“Gaz yağının kokusu midemi bulandırıyor.” dedi.
Yaz mevsimiydi, pencere de açıktı. Üvey anne hemen pencereye koştu ve başını dışarı uzatıp hava aldı. Baba da o sırada üzerini çıkarmış, yerdeki cam kırıklarını toplamakla meşguldü. O esnada kadının kız kardeşi telaşla içeri giriverdi,
“Abla abla, ocaktaki et zehir gibi acı olmuş!” dedi.
Kadın eğildiği pencereden doğruldu ve kardeşine,
“Ne dedin, et acı mı olmuş?” diye sordu.
Peri elindeki et parçasını ablasına doğru uzattı ve
“Al tadına bir bak.” diye cevapladı.
Kadın eti hızla kapıverdi kardeşinin elinden ve ağzına götürdü. Etin tadı o kadar acı ve kötüydü ki, kadının midesi bir kere daha şiddetle bulandı.
Neyse daha fazla uzatmayayım, üvey anne ile Peri hemen mutfağa koşturdular. Ulduz’la konuşan bebeği de, sandık odasına yansıyan zayıf bir ışık altında, kısık sesle sohbet etmekteydiler. Ulduz:
“Duydun mu Konuşan Bebek, Peri ne söyledi? İneğimin eti acı gelmiş ağızlarına.”
Konuşan Bebek:
“Bence inek, sadece onlar için etini acılaştırmıştır. Senin ağzında etin tadı öyle acı olmaz.”
Ulduz:
“Ben yiyip bakacağım tadına.”
Konuşan Bebek:
“Bana kalırsa bu ineğin bir parçasını ayırıp, saklamalısın. Muhakkak bir yerde işimize yarayacaktır. Bu tür hayvanların bilmediğimiz ilginç özellikleri olabiliyor.”
Ulduz:
“Sence neresini saklamalıyım onun?”
“Ayağı olabilir mesela.”
Bu sırada Ulduz’un babasıyla üvey annesi ve Peri, ocağın başında çepeçevre toplanmış, et parçalarının tadına teker teker bakıyor, sonra da tükürüyorlardı. İneğin etlerinden koca bir kısmı, ertesi sabaha kavurma yapılmak üzere bir çengele asılmıştı. Baba bu etten de bir parça kesip, ağzına koydu, ama pişmemiş kısmı bile acı bir tat veriyordu.
“Kesilmeden önce ne yedi ki bu hayvan eti bu kadar acılaşmış!” dedi hayretle.
Kadın:
“Hiçbir şey de yemedi. Kızın, bakışlarının tüm zehrini üzerine boşaltmış hayvanın. Kör olasıca, kötülüğünü akıttı!”
Baba:
“İneği boşu boşuna murdar ettik. Sana kaç sefer dedim hâlbuki kasaba gidip dana eti alıp getireyim diye, laf dinlemiyorsun ki…”
Kadın:
“Ya şimdi ineğin de canı cehenneme. Şu hâlime bak, ayakta duramıyorum ben, etin kokusu mahvetti midemi, hâlâ bulanıp duruyor.”
Peri, ablasının koluna girdi:
“Gel dışarı çıkıp hava alalım.” diyerek uzaklaştırdı onu.
Kadın, kardeşinin koluna dayanarak dışarı çıktı ve gidip su oluğunun karşısına oturdu. Kardeşine,
“Ulduz’u çağır da gelsin bu etleri Gülsümlerin evine götürsün, pis kokusu evin her yerini doldurdu.” dedi.
Gülsüm, evlerinin sol tarafında oturan komşularıydı. Kocası, Tahran’da tuğla fırınında çalışan bir işçiydi. Ufak da bir oğulları vardı Yaşar adında, okula gidiyordu. Kadının kendisi de çamaşır yıkamaya gidiyordu geçimleri için.
Peri içeri girip, sandık odasına doğru seslendi:
“Ulduz, Ulduz, annen seni çağırıyor, Yaşarların evine gideceksin!”
Ulduz da tam Konuşan Bebek’e Yaşar’dan bahsediyordu ki Peri’nin sesi konuşmalarını böldü.
Konuşan Bebek:
“İstersen, artık seninle konuşabildiğimden Yaşar’a da bahsedebilirsin.”
Ulduz:
“Evet, muhakkak bahsetmeliyim.”
Böyle dedikten sonra, avluya çıktı. Sokak lambasının ışığı, bahçeyi bir parça aydınlatıyordu. Kadın oturmuş, öğüre öğüre kusuyordu. Babası da tencereyi getirmiş, dut ağacının altına bırakmıştı. Karısının alnına koydu elini. Peri, Ulduz’a seslendi:
“Tencereyi Gülsüm’ün evine götür de ver.”
Üvey annesi de seslendi Ulduz’a:
“Sakın ola oturup da o serseri oğlanla çene çalayım deme! Hemen geri dön!”
Ulduz:
“Anne, sen neden yemiyorsun bu etten?”
Kadın kızgın kızgın söylendi:
“Sen burnuna pamuk mu tıkadın, ne kadar pis koktuğunu duymuyor musun? Çabuk götür de ver şunu!”
Peri, ablasına döndü:
“Abla, aslında bu ineğin sağlığında da eti acıydı; işe yaramaz, soyu sopu belirsiz bir hayvanın tekiydi.”
Baba ise hiçbir şey demiyordu bu sözlere. Arkasını dönüp bir de baktı ki, kızı tencerenin başına oturmuş, içinden çıkardığı et parçalarını büyük bir iştahla ağzına atıp, yutuyordu. Kızını o vaziyette görünce, telaşla bağırdı:
“Kızım, dur yeme onları, hasta olacaksın sonra!”
Diğerleri de, babasının bu sözleri üzerine geri dönüp Ulduz’a baktılar, onu o vaziyette görünce donakaldılar şaşkınlıktan.
Babası yeniden bağırdı kızına:
“Kızım, yeme dedim ya sana onları, yere tükür ağzındakileri!”
Ulduz:
“Baba, bu kadar lezzetli bir eti bulmuşum da niye yemeyeyim?”
Peri:
“Cık cık cık! Tıpkı leş kargası gibi eline ne geçerse yiyor!”
Üvey anne:
“İnsan değil ki!”
Ulduz, bir parça daha eti alıp ağzına koydu:
“Ben şimdiye kadar bu kadar lezzetli bir et yememiştim hiç.”
Üvey annesi şaşkın şaşkın bakakaldı, Peri suratını ekşitti. Babası da ne diyeceğini bilemeden, öylece kalakaldı. Ulduz bu sefer:
“Anne, bu ne kadar lezzetli böyle, yağda kızarmış tavuktan bile daha güzel tadı var.”
Kadın elini yüzünü yıkamıştı şimdi, yerinden doğrulup odasına doğru yöneldi. Bir yandan da kıza söylendi:
“Ne yaparsan yap, istediğin kadar ye de çatlayıp geber! Bana ne!”
Ulduz’un babası:
“Tamam artık kızım, bak hasta olacaksın. Hadi götür, Gülsüm’ün evine ver de gel.”
Ulduz:
“Bırak birkaç parça daha yiyeyim de öyle götüreyim.”
Babası ve Peri de evin içine girdiler. Kadın ise içeride bir o yana bir bu yana dönüp duruyor, eli karnının üzerinde, inleyerek dolanıyordu. Baba ile Peri içeri girdiklerinde, onlara söylendi:
“Pis kokusu her yanı sardı.”
Peri:
“Gaz yağının kokusu bu abla.” diyerek cevap verdi.
Üvey anne:
“Bu da ne demek? Yani ben gaz yağı kokusunu ayırt edemeyecek kadar ahmak mıyım? Ah karnım… Bağırsaklarım ağzıma gelecek neredeyse… Aaa… Ahhh!”
Baba:
“Peri, ablanı bahçeye çıkar da temiz hava alsın.”
Peri, kadının koluna girdi yeniden ve bahçeye çıktılar birlikte, çıkınca gördüler ki Ulduz hâlen daha dut ağacının dibinde oturmuş, tencereden et parçalarını alıp alıp iştahla yemekle meşgul, bir yandan da “Aman ne güzelmiş!” deyip, parmaklarını emmekteydi. Üvey annesi onu görünce çıldırdı:
“Seni pis bacaksız seni! Cinlerimi tepeme çıkarıyorsun! Ben sana demedim mi bu pis kokulu şeyi çıkar evden diye!”
Ulduz:
“Anne, pis kokuyor dediğin şey nedir?”
Kadın bunun üzerine et dolu tencereyi tekmeleyip bağırmaya devam etti:
“Pis kokan, senin şu uyuz ineğinin eti! Kalk da şu pis şeyi götür buradan! Midem kalktı şundan!”
Ulduz:
“Anne, bırak da birkaç tane daha yiyeyim, iyice acıkmışım.”
Kadın, Ulduz’un saçlarına yapışıp çekti bağırarak:
“Benimle dalga mı geçiyorsun sen ha, it yavrusu seni!”
Babası, bahçeden gelen gürültüye, pencereden sarkarak baktı:
“Ne var, ne oldu yine?”
Kadın:
“Senin gücün de sadece zavallı bana yetiyor, öyle değil mi? Şu sarı çıyana dokunma der durursun bana hep. Şimdi gör bak, benimle dalga geçip duruyor!”
Ulduz tencereyi yerden aldı ve sokak kapısına doğru yöneldi. Tencereyi kapının önüne koydu, kapının yukarıdaki halkasına asıldı. Sonra da bir ayağını kapıya dayayıp yukarı çekti kendini. Kapı açıldıktan sonra aşağıya indi, tencereyi de yerden alıp sokağa çıktı. Üvey annesi hâlen daha arkasından, “Kapıyı örtmedin kız!” diyerek bağırıyordu.
O gece, kadın, kocası ve kardeşi Peri ile birlikte avluda uyudular. Ulduz ise, içeride uyuyacağını söyledi. Babası bunun üzerine, “Kızım sen hep yalnız başına sandık odasında yatmaktan korktuğunu söylerdin, şimdi ne oldu da tek başına yatmak istiyorsun?” diye sordu. Ulduz da üşüdüğünü söyledi.
Peri:
“Bu kadar sıcak bir havada nasıl oluyor da üşüyorsun? Zavallı ablacığımın hakkı var, bu kız tahammül edilebilecek gibi değil!”
Üvey anne:
“Bırakın şunu, gitsin istediği yerde zıbarsın! İnsan olsa o kokmuş eti dudaklarını şaplatarak yemezdi zaten!”
Gürültü patırtı bitip de ortalık sakinleyince, Ulduz, Konuşan Bebek’ine seslendi fısıltıyla. Bebek de gelip Ulduz’un yorganının altına girdi. Burada, ikisi sıcak bir sohbete koyuldular.
Konuşan Bebek:
“Yaşar’ı gördün mü?”
Ulduz:
“Evet, gördüm. Senin dile gelip konuşmaya başladığına bir türlü inanamadı. Bir gün üçümüz oturalım da…”
Konuşan Bebek:
“Şimdi yaz tatilindeyiz, Yaşar okula gitmiyor. Sabahtan akşama kadar oyun oynayabilir, gezip dolaşabiliriz.” Ulduz:
“Ama Yaşar boş değil ki, halı dokuma işinde çalışıyor.”
Konuşan Bebek:
“Peki ya babası?”
“Tahran’a gitti babası. Orada tuğla fırınında çalışıyor.”
“Ulduz, sen ne yapıp et, o ineğin bir ayağını bizim için bir kenarda sakla. Bak, o inek öyle sıradan bir hayvan değildi.”
“Evet, ben de öyle düşünüyorum. Etini kim ağzına koyduysa midesi bulandı, yiyemedi. Ama benim için ballı lokma gibiydi, kızarmış tavuk etinden bile daha lezzetliydi. Tadı benim ağzımda. Yaşar’la annesi de çok beğendiler eti, onlar da lezzetli buldular.”
“Yaşar nasıldı, iyi miydi?”
“Bu sabah, iş yerinde çalışırken, parmağının ucunu bıçak kesmiş. Kötü görünüyordu. Bu hâlde halıya düğüm atamaz artık.”
Üvey annenin sinirli sesi birden duyuldu yine:
“Kız, sesini kes de yat! En sonunda deli divane gibi kendi kendine mır mır edip konuşur oldun! Ne konuştuğundan haberin var mı hiç?”
Baba:
“Rüya görüyordur.” Kadın:
“Rüyası da başını yesin!”
Konuşan Bebek fısıldadı yavaşça:
“Artık uyusan iyi olacak.”
Ulduz:
“Ama benim uykum yok ki daha. Seninle oyun oynamak, sohbet etmek istiyorum. Hem sen masal bilir misin?”
Konuşan Bebek:
“Ama şimdi bir parça uyu, vakti gelince ben seni uyandıracağım. Seni ve Yaşar’ı ormana götüreceğim.”
Ulduz da artık başka bir şey demedi ve sırtüstü uzandı yatağında, kayan yıldızları seyretmek için gözlerini pencereden görünen gökyüzüne dikti.
***
Gecenin bir yarısı geçmişti. Ay, dağların tepelerin ardından yavaş yavaş yükseliyordu. Dışarıda tam bir sessizlik ve durgunluk vardı, âdeta hiçbir hareket yoktu etrafta. Ama yukarılarda hafif bir meltem esiyordu. Üç tane ak güvercin, esintinin üzerinde ağır ağır süzülerek uçuyordu. Kanatlarının altında uzanan şehir uykuya dalmış, kendisini mehtabın gölgesine teslim etmişti. Güvercinlerden bir tanesinin kanadı kırılmış, onu da bezle sarmışlardı. Evlerin kimilerinin damlarında, bazı insanlar yatmış uyuyorlardı. Bir çocuk uyanmış, annesine, “Anne, şu güvercinlere bak, sanki yollarını kaybetmiş gibiler.” diye seslenmişti. Annesi ise tatlı uykusunun koynundaydı, uyanmamıştı. Çocuk, büyük bir özlemle güvercinleri takip etti gözleriyle, yeniden uykusuna dalana kadar da izlemeye devam etti.
Ay yavaş yavaş yükseliyor, gölgelerse kısalıyordu. Güvercinler artık şehirden epeyce uzaklaşmışlardı. Kanadı kırık olan güvercin ortadaki güvercine,
“Konuşan Bebek, ormana daha çok yol var mı?” diye sordu.
Ortadaki güvercin cevap verdi:
“Hayır, Yaşarcığım, şu karşıda ayın doğduğu tepenin hemen arkasında. Yoruldun mu yoksa?”
Yaşar, yani şu kanadı yaralı olan güvercin:
“Hayır, Konuşan Bebek. Uçmak benim hoşuma gidiyor. Ne kadar çok uçsam da yorulmam ben. Yazları rüyamda, uçurtmamın sırtına binip uçtuğumu görürüm.”
Üçüncü güvercin söze girdi:
“Ben de her gece düşümde kanat çırpıp uçtuğumu görürüm.”
Ortadaki güvercin, yani şu bizim Konuşan Bebek:
“Mesela nasıl yani?”
Üçüncü güvercin:
“Bir gece düşümde bir kutu balı alıp hepsini yemişim, üvey annem de durumu anlamış, peşime düşüyordu, elinde de bir oklava vardı. Ben daha hızlı koşmak için ne kadar gayret etsem de bir türlü yapamıyordum. Ayaklarım giderek ağırlaşıyor, âdeta geri geri gidiyordu. Tam üvey annem bana yaklaşmış, yakalamak üzereydi ki bir anda havalanıp yükseğe çıktım, sonra da kanat çırpıp uzaklaşmaya ve bir damdan öbür dama konup uçmaya başladım. Üvey annem de aşağıdan gözleriyle beni izliyor, bağırıp duruyordu arkamdan.”
Yaşar sordu:
“Sonra ne oldu?”
Ulduz:
“Sonra üvey annemin kolu birden yukarı doğru uzandı, ayağımdan yakaladı beni ve aşağı çekti. O sırada korkudan bir çığlık attım ve uykumdan sıçradım. Bir de baktım ki sabah olmuş, üvey annem ayağımı tutmuş sallıyor, ‘Hadi kalk, güneş doğdu sen hâlâ yatıyorsun!’ deyip beni uyandırmaya çalışıyor.”
Yaşar ve Konuşan Bebek onun bu söylediklerine gülerek,
“Ne acayip bir rüya!” dediler.
Konuşan Bebek:
“Analığına ne kötülükler ettin ki uykunda bile peşini bırakmıyor senin?”
Ulduz:
“Nereden bileyim ben? Bir gün babama, ben o evde bulundukça, babamın kendisini sevmeyeceğini söyledi. Babam da sürekli yemin edip durdu ikimizi birden seveceğine.”
Yaşar:
“Ben birkaç takla atmak istiyorum şimdi.”
Konuşan Bebek:
“Üçümüz birden atalım.”
O gece, o yörede bulunan çobanlar gökyüzüne baktıkları vakit, sütten bile daha beyaz üç tane güvercinin havada sürekli taklalar atarak kanat çırptıklarını ve hiç yorulmadan uçmaya devam ettiklerini gördüler.
Sonra Yaşar birdenbire,
“Ah! Durun, yaram kanamaya başladı.” dedi inleyerek.
Konuşan Bebek ve Ulduz ona dönüp baktıklarında, Yaşar’ın yaralı kanadından kan damlamakta olduğunu gördüler. Konuşan Bebek, kendi göğsündeki tüylerden bir parça kopardı ve onunla Yaşar’ın yarasını sardı yeniden. Ardından da,
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/samed-behrengi/ulduz-ile-konusan-bebek-69429046/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.