Samed Behrengi Bütün Öyküleri
Samed Behrengi
İran edebiyatının en büyük isimlerinden Samed Behrengi’nin bütün öyküleri, sansürsüz ve tam metin olarak Türk okuyucusuyla buluşuyor. Bu kitapta, Behrengi’nin daha önce Türkçeye tercüme edilmiş toplam 19 öyküsüne ilaveten, üç öyküsü daha (Alışmak, Mandalina Kabuğu, Adsız) Farsçadan Türkçeye ilk kez tercüme edilerek okuyucuyla buluşacak. *** Samed Behrengi (1939-1968), eserleri sadece çocuklara değil aynı zamanda yetişkinlere de hitap eden, ünü kendi zamanını çoktan aşmış; sadece edebî eserleriyle değil, dünya görüşü ve hayat perspektifiyle de geniş kitlelerin gönlünde taht kurmayı başarabilmiş bir aydın ve yazar. Ölümünün üzerinden geçen yarım asra rağmen modern zamanların insanına da söyleyecek bir sözü, iletilecek bir mesajı olan bir edebiyatçı. Kendi döneminde baskıcı yönetimlere karşı çıkarken, şüpheli bir şekilde Aras Nehri’nin sularında cansız bedeni bulunan Behrengi, şöhreti yazarının ismini çoktan geride bırakan Küçük Kara Balık’ta, birkaç ay sonra karşısına çıkacak olan ölümü şöyle selamlamıştı: "Ölüm çok kolay bir şekilde gelip beni bulabilir ama yaşayabildiğim sürece kendi ayağımla gidip onu karşılamamalıyım. Lakin olur da bir gün ölümle karşı karşıya gelirsem de çok önemli değil; önemli olan, benim hayatımın veya ölümümün, diğer insanların hayatları üzerinde nasıl bir iz bıraktığı… Samed Behrengi’nin hayatı, eserleri, kişiliği ve mücadelesi, aramızdan ayrılışından elli yıl sonra dahi diğer insanların hayatları üzerinde iz bırakmaya devam ediyor…"
Samed Behrengi
Behrengi ÖyküleriKıssehaye Behrang (matne kamel)
KÜÇÜK KARA BALIK
Cemrenin düştüğü geceydi. Yaşlıca bir balık, denizin dibinde, sayıları on iki bine ulaşan yavrularıyla torunlarını etrafına toplamış, onlara bir masal anlatıyordu:
“Bir varmış, bir yokmuş. Dağların kayaları arasından fışkırarak doğan ve dere hâlinde akıp giden bir suda, annesiyle birlikte yaşayan küçük bir Kara Balık varmış.”
Bu Küçük Kara Balık›la annesinin yuvası, üzeri yosunlarla örtülü siyah bir kayanın altındaydı. Yosunlar yuvaya çatı yapmıştı, balıkla annesi de bu çatının altında uyurdu geceleri. Küçük Kara Balık, ay ışığının evlerinin içini aydınlatmasını çok istiyor, bunun gerçekleşmesini dört gözle bekliyordu.
Anne balıkla yavrusu, sabahtan akşama kadar birbirlerinin peşinde gezer durur, bazen de diğer balıkların arasına karışır, ufacık yerde hızlı hızlı bir o yana bir bu yana gider gelirlerdi. Bu yavru kara balık, annesinin bir tanesiydi, çünkü annesinin bıraktığı belki on bin tane yumurtadan bir tek bu yavru sağ salim çıkıp hayata tutunmuştu.
Birkaç gündür, Küçük Kara Balık bir şeyler düşünüyor, çok az konuşuyordu. Bütün vaktini, tembellik ve isteksizlikle, o yana bu yana salınıp gezerek geçiriyor, çoğu zaman da annesinin gerisinde kalıyordu. Annesi, yavrusunun rahatsızlandığını ama çok geçmeden iyileşeceğini düşünüyordu. Lakin Küçük Kara Balık’ın derdi bambaşka bir şeymiş meğerse!
Bir sabah erken vakitte, güneş henüz doğmadan, Küçük Kara Balık annesini uyandırdı:
“Anne! Seninle kısa bir şey konuşmak istiyorum.”
Annesi uykulu gözlerle ona baktı:
“Yavrucuğum! Başka zaman mı bulamadın! Konuşacağın konuyu sonraya bırakalım, şimdi biraz gezintiye çıkalım, ne dersin?”
Küçük Kara Balık:
“Olmaz anne, ben artık gezinmek istemiyorum. Buralardan gitmeliyim.”
Annesi:
“Mutlaka gitmen mi gerekiyor?”
“Evet anne, gitmeliyim.”
“İyi de sabahın bu vaktinde, nereye gideceksin?”
“Bu derenin sonu nereye varıyor, gidip görmek istiyorum. Biliyorsun anne! Aylardan beri bu derenin sonunun nereye vardığını düşünüp duruyorum, ama henüz bu soruya net bir cevap bulamadım. Dün geceden beri gözümü hiç kırpmadım, hep bunu düşündüm. Sonunda da karar verdim, kendim gidip bakacağım ve cevabını bulacağım bu sorunun. Hem başka yerleri de görüp tanımak, oralarda neler olduğunu öğrenmek istiyorum.”
Annesi güldü:
“Ben de çocukken bu tür şeyleri çok düşünürdüm. Aman canım! Bu derenin başı da sonu da yok, olduğu olacağı bu gördüğün su işte. Dere hep akar durur ve bir yere de varmaz.”
“İyi de anneciğim, her şey sonuçta bir yere ulaşmaz mı? Gece de bir yerde biter, gündüz de bir yerde sonlanır; hafta da, ay da, yıl da…”
Annesi sözünü kesti:
“Bu boyundan büyük sözleri bir kenara bırak da hadi gel gezintiye çıkalım biraz. Şimdi dolaşma zamanı, bunları konuşma zamanı değil!”
“Olmaz anne, ben bu gezintilerden usandım artık. Biraz da uzaklara gitmek, başka yerlerde de ne olup bittiğini görmek istiyorum. Sen şimdi belki de bu sözleri birisinin gelip bana öğrettiğini düşünüyorsundur, ama emin ol ki ben epeydir kendi kendime bunları düşünüp duruyorum. Elbette şundan bundan da pek çok şey duyup öğrenmişimdir. Mesela şunu anladım; pek çok balık, yaşlandıkları zaman, ömürlerini boşu boşuna telef ettiklerinden şikâyet ediyor. Sürekli yakınıp inliyorlar, her şeyden devamlı şikâyet hâlindeler. Şunu gerçekten bilip öğrenmek istiyorum; hayat dediğimiz, şu bir avuç daracık yerde iyice yaşlanana kadar o yana bu yana gidip gelmek midir? Yoksa bu dünyada başka türlü bir hayat da mümkün müdür?”
Küçük Kara Balık sözlerini bitirince, annesi cevap verdi:
“Yavrucuğum! Aklını mı oynattın sen? Dünya… Dünya… Dünya dediğin nedir peki? Dünya dediğin şu içinde bulunduğumuz yerdir, hayat dediğin de işte bu yaşadığımız şeydir.”
Bu sırada, yakınlarında oturan büyük bir balık evlerine yaklaştı:
“Komşu! Ne diye çocukla tartışıp duruyorsun? Bugün dolaşmaya çıkmıyor musunuz?”
Küçük Kara Balık’ın annesi, komşusunun sesini duyunca evden dışarı çıktı:
“Ne günlere kaldık! Artık çocuklar annelerine akıl verir oldular!”
Komşu balık:
“Ne oldu ki?”
Küçük Kara Balık’ın annesi:
“Bak bu yarım akıllı nerelere gitmek istiyor! Sürekli, ben gideceğim, başka yerleri de görüp ne olduğuna bakacağım deyip duruyor! Boyundan büyük laflar işte!”
Komşu balık:
“Ufaklık! Sen ne zaman böyle âlim ve filozof oldun da bizim haberimiz olmadı hiç?”
Küçük Kara Balık:
“Hanım! Siz kimler için âlim ve filozof diyorsunuz, onu bilmem. Benim söylediğim şu; bu amaçsız gezintilerden artık usandım, bir daha da böyle dolanıp durmak, yalandan yere iyiymiş gibi görünmek, göz açıp kapayıncaya kadar sizler gibi yaşlandığımı görmek, sonra da ölüp gitmek istemiyorum.”
Komşu balık:
“Vay be… Şu laflara bak!”
Anne balık:
“Benim bir tanecik yavrumun günün birinde tutup da bana böyle karşı geleceğini hiç düşünmemiştim. Kim bilir hangi kötü fikirliler güzel yavrumun aklını çeldiler böyle!”
Küçük Kara Balık:
“Benim aklımı hiç kimse çelmiş değil. Benim kendi aklım ve mantığım var, düşünebiliyorum. Kendi gözlerim var, görebiliyorum.”
Komşusu, anne balığa yaklaştı:
“Hemşire! Şu salyangozu hatırlıyor musun?”
Anne balık:
“Evet ya, iyi dedin! Hep yavrumun çevresinde dolanır dururdu. Allah bildiği gibi yapsın!”
Küçük Kara Balık:
“Yeter artık anne! O benim arkadaşımdı.”
Annesi:
“Bir balıkla salyangozun arkadaşlığı! Doğrusu ilk kez işitiyorum böyle bir şey!”
Küçük Kara Balık:
“Ben de balıkla salyangozun düşmanlığını duymamıştım, ama sizler onu boğdunuz.”
Komşu balık:
“Bunlar hep eskide kaldı!”
Küçük Kara Balık:
“Eski lafların kapağını siz açtınız.”
Anne balık:
“Ölmeyi hak etti o. Şurada burada oturup nasıl laflar ettiğini unuttun mu?”
Küçük Kara Balık:
“O zaman ben de o lafları söylüyorum. Beni de öldürün madem!”
Neyse, başınızı ağrıtmayayım! Konuşma, tartışma seslerini duyan diğer balıklar da oraya geldi. Küçük Kara Balık’ın sözlerini duyan diğer balıklar da öfkelendiler.
Yaşlı balıklardan biri:
“Sana acıyacağımızı zannetme!”
Başka bir balık:
“Canı ufak bir dayak istiyor!”
Küçük Kara Balık’ın annesi:
“Çekilin kenara! Yavruma dokunmayın sakın!”
Balıklardan bir başkası:
“Hanım! Çocuğunu vaktinde gerektiği gibi terbiye etmiyorsan, cezasına da katlanacaksın!”
Komşu balık:
“Sizinle komşu olduğum için utanıyorum ben!”
Bir başka balık:
“Hadi daha fazla uzatmadan bitirelim şu işi. Onu da salyangozun yanına yollayalım!”
Diğer balıklar, Küçük Kara Balık’ın etrafını sarmış onu tutmak üzereydiler ki dostları yetiştiler ve küçük balığı kalabalığın dışına çıkarttılar. Kara Balık’ın annesi ise başını ve göğsünü dövüyor, bir yandan da inliyordu:
“Eyvah ki eyvah! Yavrum elimden kayıp gidiyor, ne yapacağım ben! Ah bu başıma gelenler!”
Küçük Kara Balık:
“Anne! Benim için hiç ağlama. Şu zavallı kocamış balıklara ağla sen!”
Balıklardan biri öteden bağırdı:
“Ne hakaret ediyorsun bacaksız!”
Bir diğeri:
“Eğer gidersen, sonra pişman olsan bile dönmene izin vermeyiz!”
Üçüncüsü:
“Bunlar hep geçici gençlik hevesleridir. Gitme!”
Dördüncüsü:
“Buranın ne kusuru varmış yahu!”
Beşincisi:
“Başka bir dünya yok ki, dünya buradan ibaret. Geri dön!”
Altıncısı:
“Eğer aklını başına toplar da dönersen, senin akıllı bir balık olduğunu anlayacağız.”
Yedincisi:
“Ama biz seni görmeye alışmıştık…”
Annesi yalvardı:
“Benim hâlime acı. Gitme! Gitme!”
Küçük Kara Balık, artık onlarla bir şey konuşmadı. Kendi akranlarından olan birkaç yakın arkadaşı, suyun dağdan dökülmeye başladığı yere kadar ona eşlik etti, sonra geri döndüler. Küçük Kara Balık, onlardan ayrılırken:
“Yeniden görüşmek üzere arkadaşlar. Beni unutmayın!”
Arkadaşları:
“Seni nasıl unuturuz? Sen bizleri tavşan uykumuzdan uyandırdın. Bize öyle şeyler öğrettin ki bundan önce hiç aklımıza bile gelmezdi bunlar. Hoşça kal bilgili ve korkusuz dost!”
Küçük Kara Balık, şelaleden aşağıya kendini bıraktı ve bir göle düştü. Önce biraz sersemleyip bocaladıysa da sonradan yüzmeyi başarabildi ve gölün etrafında bir tur attı. Daha önce, bu kadar büyük bir yerde toplanan bunca suyu bir arada görmemişti. Suyun içinde binlerce kurbağa yavrusu kaynaşıp duruyordu. Küçük Kara Balık’ı görünce alay etmeye başladılar:
“Şuna bakın hele! Yahu sen ne tür bir yaratıksın böyle?”
Balık, onlara iyice yaklaştı:
“Rica ediyorum hakareti, dalgayı bırakın. Benim adım Küçük Kara Balık. Siz de isimlerinizi söyleyin de tanışalım.”
İribaşlardan biri yanıt verdi:
“Biz birbirimize kurbağa yavrusu deriz.”
Diğeri:
“Soylu ve asiliz.”
Bir başkası:
“Bizden daha güzeli bulunmaz dünyada.”
Bir diğeri:
“Senin gibi çirkin ve tipsiz değiliz.”
Küçük Kara Balık:
“Sizin bu kadar kendini beğenmiş olduğunuzu hiç bilmezdim. Ama olsun, ben sizi affediyorum, çünkü bu sözleri cahilliğinizden söylediğinizi biliyorum.”
Kurbağa yavruları, hep bir ağızdan:
“Yani biz miyiz cahil?”
Kara Balık:
“Eğer cahil olmasaydınız, dünyada diğer pek çok varlığın da kendine göre bir güzelliği olduğunu bilirdiniz. Sizin isminiz bile size ait değil.”
Kurbağa yavruları çok sinirlendi, ama Küçük Kara Balık’ın söylediklerinin doğru olduğunu bildikleri için başka bir konu açtılar bu sefer:
“Aman sen de, boş ver! Biz her gün, sabahtan akşama kadar dünyayı gezip dolaşırız da kendimiz ve anne babamızdan başkasını görmeyiz. Bir de küçük kurtçuklar var, ama onları hesaba katmaya değmez!”
Balık:
“Siz bu gölün dışına çıkamazsınız ki, hangi dünyayı gezmekten bahsediyorsunuz?”
Kurbağa yavruları:
“Bu gölün dışında başka bir dünya mı var sanki?”
Balık:
“Var tabii! Şöyle bir düşünmek gerekmez mi; bu su nereden gelip dökülüyor buraya, su dışında da başka şeyler olması gerekmez mi?”
Kurbağa yavruları:
“Suyun dışı dediğin de neresi? Biz suyun dışında hiçbir şey görmedik ki şimdiye kadar! Hah hah hah… Aklını oynatmışsın sen!”
Küçük Kara Balık’ın da gülesi geldi. Aslında en iyisi, bu kurbağa yavrularını kendi hâllerine bırakmak ve geçip gitmekti. Sonra aklına bunların annelerini de görüp, iki kelime etmek düşüncesi geldi:
“Peki sizin anneniz nerede?”
İnce bir kurbağa sesi birden sıçrattı balığı. Kurbağa, gölün kıyısında, bir taşın üzerine oturmuştu. Suya sıçrayıp, balığın yanına kadar sokuldu:
“Buradayım, buyur!”
Balık:
“Merhaba, büyük hanım!”
Kurbağa:
“Seni kendini beğenmiş şey, ne zamandır şurada boşboğazlık edip duruyorsun! Bulmuşsun çocukları, koca koca laflar atıp tutuyorsun! Ben, bütün dünyanın şu gölden ibaret olduğunu anlayabilecek kadar uzun yaşadım. İyisi mi sen şimdi hemen kendi yoluna çek git, benim çocuklarımı da yoldan çıkarma!”
Küçük Kara Balık:
“Bu şekilde yüz tane daha ömrün de olsa, böyle zavallı ve cahil bir kurbağa olmaktan öteye gidemeyeceksin.”
Kurbağa buna çok sinirlendi ve Küçük Kara Balık’ın üzerine doğru atıldı. Balık yıldırım gibi bir hareketle fırladı, suyun dibindeki balçığı, çamuru bulandırarak uzaklaştı.
Derenin gidiş yolu oldukça kıvrımlıydı. Akan suyu da birkaç katına çıkmıştı. Ama bu dereye, dağların tepesine çıkıp da bakacak olsanız, dere ancak beyaz bir ip gibi görülebilirdi. Dağdan kopup gelen ve yuvarlanarak suya düşen iri bir kaya parçası, dereyi ikiye bölmüştü. Avuç içi kadar irice bir kertenkele karnını bu kayaya dayamış, güneşin sıcaklığının keyfini çıkarıyor; bir yandan da suyun sığlaştığı bu tarafta, suyun kumlu dibine oturmuş, sığ sularda avladığı kurbağayı yiyen bir yengeci kolluyordu. Küçük Kara Balık geçerken, gözleri bir anda yengece takıldı ve korktu, uzaktan selam verdi. Yengeç, ona ters ters bakarak:
“Ne kadar edepli bir balık! Biraz yaklaşsana ufaklık, gel bakalım!”
Küçük Kara Balık:
“Ben dünyayı dolaşmaya gidiyorum. Zatıalilerinin avı olmaya da hiç niyetim yok.”
Yengeç:
“Sen niye bu kadar karamsar ve korkaksın küçük balık?”
Balık:
“Ben ne karamsar ne de korkağım. Gözümün gördüğü ve aklımın söylediği her şeyi dile getiririm, o kadar.”
Yengeç:
“Peki. O zaman söyle bakalım, gözün ne gördü ve aklın ne düşündü de seni avlayıp yiyeceğimi zannettin?”
Balık:
“Laf karıştırıp durmayı bırak artık!”
Yengeç:
“Kurbağayı mı kastediyorsun? Sen de amma saf bir ufaklıkmışsın yahu! Kurbağalarla aramız iyi değil, bu yüzden avlıyorum onları. Bilirsin belki, bunlar dünyada sadece kendilerinin yaşadığını sanan ve bu yüzden de çok şanslı olduklarını düşünen varlıklar. Ben de dünyanın kimin elinde olduğunu göstermek istiyorum onlara. Tamam, sen de artık korkmayı bırak, yaklaş şöyle, yaklaş!”
Yengeç bunları dedikten sonra küçük balığa doğru ilerledi. O kadar komik yürüyordu ki balık istemsizce güldü:
“Seni zavallı şey! Daha yolda düzgün yürümeyi bile beceremiyorsun, sen kimsin dünyanın kimin elinde olduğunu bilmek kim?”
Kara Balık kendini yengeçten biraz uzaklaştırdı. Suya bir şeyin gölgesi düştü ve sert bir darbe yengeci kumların içine batırdı. Kertenkele, yengecin hâline tavrına o kadar güldü ki neredeyse kendisi de yerinde duramayıp suya düşecek gibi oldu. Yengeç, suyun üstüne yeniden çıkamadı artık. Küçük Kara Balık, bir çoban çocuğun suyun kenarına oturmuş, kendisiyle yengece bakmakta olduğunu gördü. Koyun ve keçi sürüsü suya yaklaşıyor, ağızlarını suya sokuyorlardı. Beee beee beee ve meee meee meee sesleri bütün suyu dolduruyordu o an.
Küçük Kara Balık, koyun ve keçilerin su içmelerini bekledi. Onlar gidince de kertenkeleye seslendi:
“Kertenkeleciğim! Ben Küçük Kara Balık’ım, bu derenin sonunu aramaya gidiyorum. Sen akıllı ve bilgili bir hayvana benziyorsun, bu yüzden de sana bir şey sormak istiyorum.”
Kertenkele:
“Ne istersen sorabilirsin.”
Küçük Kara Balık:
“Yolda giderken pelikan, testere balığı ve balıkçıl kuşlarının olduğunu söyleyip korkuttular beni. Bunlarla ilgili bir şeyler biliyorsan bana da anlatabilir misin?”
“Testere balığı ve balıkçıl kuşları bu taraflarda görünmezler. Özellikle testere balığı denizde yaşar zaten. Pelikana ise hemen şu aşağılarda da rastlayabilirsin; ama onu görünce dikkat et, tuzağına düşüp de torbasına girmeyesin!”
“Ne torbası?”
“Pelikanların gagasının altında çokça su alan keseleri bulunur. Kuş suda yüzerken, bazı balıklar hiç farkına varmadan, onun kesesine girebiliyor; o zaman da doğrudan midesine yem oluyorlar. Tabii bir de pelikan o an aç değilse, kesesine giren balıkları yemeyip orada biriktiriyor, acıktığı vakit oradan yiyor.”
”O zaman, balık kesenin içine girdiğinde, bir daha dışarıya çıkabilmesinin bir yolu yok mu?”
“Keseyi parçalamak dışında hiç yolu yok. Ben sana bir tane hançer vereyim, pelikan kuşu seni keseye attığında kullanırsın.”
Kertenkele kayanın altındaki bir oyuğa girip kayboldu, sonra da elinde oldukça ufak bir hançerle çıkageldi. Küçük Kara Balık hançeri ondan aldı:
“Kertenkeleciğim sen ne kadar şefkatli ve iyisin. Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.”
“Teşekkür etmen gerekmez canım. Bende bu hançerlerden daha çok var. Boş vakitlerimde, oturup, bitkilerin dikenlerinden bu hançerleri yapıyorum. Senin gibi akıllı ve bilgili balıklar uğradığında da onlara veriyorum.”
“Yani benden önce de başka balıklar geçti mi buradan?”
“Hem de epeyce balık geçti! Onlar şimdiye bir sürü oluşturdular bile, balıkçı adamı ciddi ciddi bunaltmaya başladılar.”
“Çok afedersin, laf lafı açıyor. Çok gevezelik ettiğimi düşünmeyeceksen eğer, bir sorum daha var; balıkçıyı nasıl bunalttılar?”
“Yani şöyle; balıkçı suya ağını attığı zaman, birlik olup hep beraber ağın içine giriyorlar, böylece ağı ağırlaştırıp denizin dibine çekip sürüklüyorlar.”
Kertenkele, kayanın içindeki oyuğa kulağını dayayıp dikkatlice dinledi:
“Ben artık müsaade isteyeyim, çocuklarım uyandılar.”
Kertenkele oyuğun içine girip kayboldu, Küçük Kara Balık da mecburen yoluna devam etti. Ama kafasındaki soruların ardı arkası gelmiyor, kendilerini gösterip duruyorlardı: “Acaba gerçekten bu dere denize mi dökülüyor? Allah vere de pelikan kuşuyla karşılaşmasam! Testere balığı gerçekten de kendi gibi balıkları öldürüp yiyor mu? Balıkçıl kuşunun balıklara olan düşmanlığı nereden geliyor acaba?”
Küçük Kara Balık, bir yandan yüzüyor, bir yandan da bunları düşünüyordu. Her bir anında yeni bir şeyler görüyor ve öğreniyordu. Kendini çağlayan sularla birlikte boşluğa bırakmak ve sonra da yüzmek artık çok hoşuna gider olmuştu. Sırtına vuran güneş ışınları onu daha da kuvvetlendiriyordu.
Bir kenarda, ceylanın biri alelacele su içiyordu. Küçük Kara Balık ona selam verdi:
“Güzel ceylan, ne acelen var senin?” diye sordu.
Ceylan:
“Peşimde avcı var, attığı mermilerden biri bana isabet etti. İşte bak!”
Küçük Kara Balık, merminin isabet ettiği yeri görmedi, ama ceylanın aksayarak koşmasından, söylediğinin doğru olduğunu anladı. Bir yerde güneşin sıcaklığında kestiren kaplumbağaları gördü. Kekliklerin ötüşü derenin içinde yankılanıyordu. Yaban otlarının kokusuyla suyun kokusu birbirine karışıyordu.
Öğleden sonra, derenin akış alanının genişlediği ve bir koruluğun içinden geçtiği bir yere vardı. Su o kadar fazlalaşmıştı ki Küçük Kara Balık ciddi ciddi keyif yapıyordu suyun içinde. Sonra da çok sayıda başka balıkla karşılaştı, annesinden ayrıldığından beri balıklarla ilk kez karşılaşıyordu. Birkaç ufak balık çevresini sardı:
“Yabancı gibisin sanki, öyle mi?”
Küçük Kara Balık:
“Evet, yabancıyım; uzaktan geliyorum.”
Ufak balıklardan biri:
“Nereye gideceksin buradan?”
“Derenin sonunu bulmaya gidiyorum.”
“Hangi derenin?”
“Şu an içinde yüzdüğümüz derenin.”
“Biz buna nehir diyoruz.”
Küçük Kara Balık bir şey demedi. Ufak balıklardan biri:
“Yolun ilerisinde pelikanın oturduğunu biliyor muydun?”
“Evet, bunu da biliyorum.”
“Buna rağmen, yine de gitmek mi istiyorsun?”
“Evet, ne olursa olsun gitmeliyim.”
Çok geçmedi; uzak bir yerden gelen Küçük Kara Balık’ın nehrin sonunu bulmak için yola çıktığı ve pelikandan hiç korkusunun bulunmadığı söylentisi balıklar arasında yayıldı. Ufak balıklardan birkaç tanesi de bu yolculuğunda ona katılmaya niyetlendi, ama büyüklerinden korkularından bunu dile getiremediler. Birkaç tanesi de şu fikirdeydi:
“Eğer yolda pelikan olmasa seninle birlikte giderdik, ama pelikanın kesesinden korkuyoruz.”
Nehrin kenarında bir köy vardı. Köydeki kadınlar ve kızları, nehrin suyunda bulaşık ve çamaşırlarını yıkıyordu. Küçük Kara Balık bir süre bunların seslerine kulak kabarttı, bir müddet de suda yüzmekte olan çocuklara baktı, sonra yoluna devam etti. Gitti, gitti, gitti, sonunda gece oldu. Bir taşın altına girip uyudu. Gecenin bir yarısı uyandı, baktı ki ay çıkmış ve her yeri aydınlatmakta, mehtap suyun yüzeyine yansıyor.
Küçük Kara Balık ayı çok severdi. Mehtabın suya yansıdığı gecelerde, yuvalarındaki yosunların arasından süzülüp dışarı çıkmak ve ay dede ile sohbet etmek isterdi. Ama annesi her seferinde uyanıp onu yeniden yosunların altına sokar ve yeniden uyuturdu.
Küçük Kara Balık sudaki ayın yansımasına yaklaştı:
“Merhaba, benim güzel ay dedem!”
Ay:
“Merhaba Küçük Kara Balık! Senin ne işin var buralarda?”
“Dünyayı geziyorum.”
“Ama dünya çok büyük, her yerini gezip görmen mümkün değil.”
“Olsun, ben de gidebildiğim yerleri görürüm.”
“Sabaha kadar senin yanında kalmak isterdim, ama koca bir siyah bulut yaklaşıyor, önüme geçip ışığımı kapatacak.”
“Güzel ay dede! Ben seni çok seviyorum. Senin ışığın hep yüzüme vursun isterdim.”
“Balıkçığım! Doğrusunu istersen benim kendi ışığım yok. Güneş, ışığından bana gönderiyor, ben de o ışığı yeryüzüne yansıtıyorum. Hem hiç duymuş muydun sen; insanlar birkaç seneye kadar uçup bana ulaşacak ve üzerime konacaklar?”
“Ama bu imkânsız…”
“Zor bir iş bu, ama insanlar bir şeyi yapmak istediklerinde…”
Ay sözlerini tamamlamaya fırsat bulamadı. Kara bulutlar gelip ayın ışığını kesti ve gece bir kez daha karardı; Küçük Kara Balık da böylece tek başına ve yapayalnız kaldı. Birkaç dakika, öylece durup karanlığı seyretti. Sonra da taşın altına girdi ve uyudu.
Sabah erkenden uyandı, başucunda birkaç tane ufak balık toplanmış, fısır fısır bir şeyler konuşmaktaydı. Küçük Kara Balık’ın uyandığını görünce, tek ağızdan, “Günaydın!” diyerek selamladılar onu.
Küçük Kara Balık onları hemen tanıdı:
“Günaydın. Sonunda siz de peşimden yola düştünüz!”
Ufak balıklardan biri:
“Evet, ama korkumuz henüz geçmedi.”
Bir başkası:
“Pelikan kuşunu düşünmek rahatımızı kaçırıyor.”
Küçük Kara Balık:
“Siz çok fazla kafaya takıyorsunuz. Sürekli bunu düşünmek doğru değil. Yola çıktığımızda, korkunuz tamamen geçer.”
Ama tam yola koyulacakları sırada, çevrelerindeki suyun yükseldiğini ve üstlerini kapadığını fark ettiler. Her yer kararmıştı ve kaçıp kurtulabilecek bir yer de görünmüyordu. Küçük Kara Balık, pelikanın kesesinin içine düştüklerini anladı hemen.
Küçük Kara Balık:
“Arkadaşlar! Pelikanın kesesinin içine düştük, ama kurtuluş yolumuz da tamamen kapanmış sayılmaz.”
Ufak balıklar ağlayıp inlemeye başladılar. İçlerinden biri:
“Buradan kaçış yolu yok artık. Bu senin suçun, bizi aldattın ve yoldan çıkardın!”
Bir başkası:
“Şimdi hepimizi yutacak, işimiz bitti artık!”
Bir anda korkunç bir kahkaha sesi etrafı kapladı, gülen pelikan kuşuydu:
“Ne de ufak balıklar yakalamışım! Hah hah hah… Sizin için gerçekten üzülüyorum! Hiç içim elvermiyor sizi yutmaya! Hah hah hah…”
Ufak balıklar yalvarıp yakarmaya başladılar:
“Çok sayın pelikan bey hazretleri! Biz sizin methinizi epey zamandır duyuyorduk. Lütfeder de mübarek gaganızı biraz aralayabilirseniz, biz de dışarı çıkarız ve sonsuza kadar sağlığınız için duacı oluruz.”
Pelikan:
“Ben sizi hemen yutup mideme indirmeyeceğim, birikmiş balığım var zaten şimdi, aşağıya doğru bir bakın…”
Kesenin içinde birkaç tane irili ufaklı balık daha vardı. Ufak balıklar:
“Saygıdeğer pelikan hazretleri! Biz bir şey yapmadık, suçsuzuz biz. Bu Küçük Kara Balık bizi yoldan çıkarıp kandırdı…”
Küçük Kara Balık:
“Korkaklar! Bu hileci kuşun yalvarıp yakarmanıza bakıp, sizi serbest bırakacağını mı sanıyorsunuz?”
Ufak balıklar:
“Sen de ne dediğini hiç bilmiyorsun! Şimdi görürsün pelikan bey hazretlerinin bizi nasıl affedeceğini ve seni de midesine indireceğini.”
Pelikan:
“Evet, sizi affediyorum, ama bir şartla.”
Ufak balıklar:
“Şartınız nedir, efendim?”
Pelikan:
“Tekrar özgürlüğe kavuşabilmek için bu lüzumsuz balığı boğun!”
Küçük Kara Balık bir kenara çekildi ve ufak balıklara:
“Kabul etmeyin! Bu hileci kuş bizi birbirimize düşürüp birbirimize öldürtmek istiyor. Benim bir planım var…”
Ama ufak balıkların kafası, kendi dertleriyle o kadar yoğundu ki başka bir şey düşünmediler bile ve Küçük Kara Balık’ın başına üşüştüler. Küçük Kara Balık, kesenin arka tarafına çekildi ve kısık bir sesle:
“Korkaklar! Her hâlükârda kapana kısıldınız ve kaçabilecek yeriniz de yok. Gücünüz de bana yetmez hem.”
Ufak balıklar:
“Seni boğmak zorundayız, özgürlüğe kavuşmak istiyoruz.”
Küçük Kara Balık:
“Aklınız başınızdan uçup gitmiş sizin! Beni boğacak olsanız bile yine de buradan kurtulamayacaksınız ki! Aldanmayın ona!”
Ufak balıklar:
“Sen bu tür laflarla kendi canını kurtarmaya çalışıyorsun. Yoksa bizi hiç düşündüğün yok.”
Küçük Kara Balık:
“Peki, o zaman size nasıl kurtulabileceğinizi göstereyim; ben şu ölmüş balıkların arasına karışıp kendimi de ölü gibi göstereceğim. O zaman bakalım pelikan sizi bırakacak mı? Eğer dediklerimi kabul etmezseniz şu hançerimle sizi parça parça edeceğim veya pelikanın kesesini yırtıp dışarı çıkacağım, siz de…”
Ufak balıklardan biri sözlerini yarıda keserek bağırdı:
“Yeter artık! Katlanamıyorum bu sözlere! Ühü… ühü… ühü…” diye ağlamaya başladı.
Küçük Kara Balık onun ağlamasını duyunca:
“Şu muhallebi çocuğunu niye getirdiniz yanınızda?”
Sonra da minik hançerini çıkardı ve ufak balıkların karşısına geçti. Ufak balıklar Küçük Kara Balık’ın tavsiyesini kabul etmek zorunda kaldılar. Yalandan birbirleriyle kavga ediyormuş gibi yaptılar. Küçük Kara Balık ölü taklidi yaptı ve diğerleri de kesenin üstüne doğru çıkarak:
“Sayın pelikan hazretleri! Şu lüzumsuz Kara Balığı boğup öldürdük…”
Pelikan güldü:
“Çok iyi ettiniz. Şimdi bu yaptığınızın ödülü olarak, midemde güzel bir gezinti yapabilmeniz için sizi canlı canlı yutacağım!”
Ufak balıklar neye uğradıklarını şaşırdılar, bir şey demeye fırsat bile bulamadan pelikanın boğazından mermi gibi süratle aşağı doğru kaydılar ve işleri bitti.
Ama Kara Balık, hemen o anda hançerini çekip, bir hamlede kesenin yan zarını yırttı ve dışarı çıktı. Pelikan acı içinde feryat edip başını suya soktu, ama Kara Balık’ı takip etmeyi başaramadı.
Kara Balık yüzdü, yüzdü, yüzdü, sonunda öğle vakti oldu. Şimdi artık dağlar, dereler geride kalmış, nehir düz bir ovadan geçmekteydi. Sağdan ve soldan başka ırmak kolları da gelip birleşiyor ve nehrin suyunu birkaç kat artırıyordu. Küçük Kara Balık, suyun bu denli artmış olmasından mutluluk duyuyordu. Bir anda kendine geliverdi ve suyun dibinin görünmediğini fark etti. Bir o tarafa bir bu tarafa yüzüp dolandı, suyun kıyısı da görünmüyordu artık. O kadar fazla su vardı ki, Küçük Kara Balık içinde kaybolmuştu iyice. Ne tarafa doğru yüzse bir türlü sonu gelmiyordu suyun. Birdenbire, uzun ve irice bir hayvanın kendisine doğru şimşek hızıyla hücum ettiğini gördü. İki yanlı bir testeresi vardı burnunun ucunda. Küçük Kara Balık, bu testere balığının kendisini hemen şimdi parça parça edeceğini düşündü. Hemen irkilip kendine geldi, birden suyun yüzeyine çıktı, ardından hızla suya daldı dibi görebilmek için. Dibe doğru inerken büyük bir balık sürüsüyle karşılaştı, binlerce balık vardı, binler kere binlerce balık… Onlardan birine sordu:
“Yoldaş! Ben yabancıyım, çok uzak yerlerden geldim. Burası neresi?”
Balık, sürüdeki arkadaşlarına seslendi:
“Hey, bakın! Bir tane daha!”
Sonra da Küçük Kara Balık’a döndü:
“Denize hoş geldin yoldaş!”
Balıklardan bir diğeri:
“Bütün nehirler, ırmaklar, dereler buraya dökülür. Ama elbette bazıları da bataklıklarda kalır, kaybolurlar.”
Bir diğeri:
“Ne vakit istersen bize katılabilirsin.”
Küçük Kara Balık denize ulaşabildiği için çok mutluydu:
“Önce biraz gezineyim buralarda, sonra da gelip size katılırım. Balıkçının ağını çekip sürüklemenizde bu sefer ben de sizinle birlikte olmayı çok istiyorum.”
Balıklardan biri:
“Bu istediğine çok çabuk ulaşacaksın. Şimdi git biraz dolaş, ama suyun üstüne yakın gideceksen balıkçıl kuşuna karşı çok dikkatli ol. Bu günlerde iyice pervasız oldu; her gün dört-beş tanemizi avlayıp yemeden rahat bırakmıyor bizi.”
Küçük Kara Balık sürüdeki balıklardan ayrıldı ve kendini suya bırakıp yüzdü. Bir süre sonra denizin yüzeyine yaklaştı. Güneş sıcak sıcak ısıtıyordu suyu, Küçük Kara Balık da sırtında güneşin sıcaklığını duyuyor, bundan büyük keyif alıyordu. Sakin ve huzurlu bir şekilde suyun üstünde yüzüyor, bir yandan da düşünüyordu:
“Ölüm çok kolay bir şekilde gelip beni bulabilir, ama yaşayabildiğim sürece kendi ayağımla gidip onu karşılamamalıyım. Lakin olur da bir gün ölümle karşı karşıya gelirsem de çok önemli değil; önemli olan, benim hayatımın veya ölümümün, diğer insanların hayatları üzerinde nasıl bir iz bıraktığı…”
Küçük Kara Balık, düşüncelerini sürdürmeye daha fazla fırsat bulamadı, balıkçıl kuşu yaklaştı ve onu kapıp götürdü. Küçük Kara Balık, balıkçıl kuşunun gagaları arasında çırpınıp duruyor, ama bir türlü ondan kurtulmayı başaramıyordu. Balıkçıl, belini o kadar sıkı kavramış ve sıkıyordu ki neredeyse canı çıkacaktı balığın. Ama Küçük Kara Balık sudan ayrı ne kadar süre hayatta kalabilecekti! Küçük Kara Balık, “Keşke balıkçıl beni hemen şimdi yutsa.” diye düşündü. Bu sayede en azından kuşun midesinin ıslaklık ve rutubetinde, ölmeden önce birkaç dakika daha yaşayabilmesi mümkün olurdu. Bu düşünceyle, balıkçıla seslendi:
“Neden beni canlı canlı yutmuyorsun? Ben, öldükten sonra eti zehirli olan balıklardanım.”
Balıkçıl buna bir şey demedi, kendi kendine düşündü:
“Seni kurnaz seni! Bak sen şunun yapmaya çalıştığı hileye! Beni konuşturmaya çalışıp da kurtulmak istiyor olmayasın?”
Kara uzaktan görünmeye başladı, giderek yaklaşıyorlardı toprağa. Küçük Kara Balık, karaya bir varacak olurlarsa işinin bitik olduğunu biliyordu. Bu düşünceyle:
“Beni yavrularını doyurmak için avladığını biliyorum. Fakat karaya varırsak ben ölürüm, vücudumun da zehir torbasından farkı kalmaz o zaman. Yavrularına da mı acımıyorsun?”
Balıkçıl kuşu düşündü:
“Tedbirli olmak da güzel bir iştir aslında! Seni ben yiyeyim, yavrularım için de gidip başka bir balık avlarım. Ama dur bakalım… bu işin içinde bir kelek olmasın? Yok yok, ne olacak canım, hiçbir şey yapamazsın bana!”
Balıkçıl bu düşünceler içindeyken, Küçük Kara Balık’ın bedeninin hareketsiz ve kaskatı kesildiğini hissetti. Yeniden düşünmeye başladı:
“Öldü mü yani şimdi? Bunu ben de yiyemem ki! Böylesine taze ve canlı bir balığı boş yere telef ettim!”
Bu düşünceler içinde, Küçük Kara Balık’a seslendi:
“Hey ufaklık! Hâlâ canın var mı, yutayım mı seni?”
Fakat sözlerini bitirmeye fırsat bulamadı, çünkü konuşmak için gagasını açar açmaz, Küçük Kara Balık bir sıçrayışta ondan kurtuldu ve aşağıya atladı. Balıkçıl kuşu çok kötü oyuna getirildiğini anladı, hemen balığın peşine düştü. Küçük Kara Balık ise şimşek gibi süratle denize doğru gidiyor, deniz suyuna duyduğu özlem ve iştiyakla suyun rutubetine kendini bırakmış, ağzını açıp kapıyordu sürekli. Tam suyun içine girmiş, yeni bir nefes almıştı ki balıkçıl bir anda yıldırım gibi ardından yetişti ve onu kaptığı gibi yuttu ve midesine indirdi. Küçük Kara Balık bir süre neye uğradığını anlamadı, ama dört bir yanının nemli ve karanlık olduğunu hissetti, bir çıkış yolu olmadığını gördü. Kulağına bir ağlama sesi çarptı. Gözleri karanlığa alışınca, bir köşede büzülmüş hâlde ağlayıp sızlayan ufak bir balık gördü, bir yandan ağlıyor bir yandan annesini istiyordu. Küçük Kara Balık ona yaklaştı:
“Ufaklık! Kalk da bir çare düşün, böyle ağlayıp anneni çağırmakla eline ne geçecek ki?”
Ufak balık:
“Sen… Sen de kimsin? Gör… Gör… Görmüyor musun… Ben… Artık… Kurtulamam… Ühü… Ühü… Ühü… Anneciğim… Ben… artık balıkçının ağını sizinle birlikte dibe çekemeyeceğim… Ühü… Ühü…”
Küçük Kara Balık:
“Tamam yahu, yeter! Rezil ettin bütün balıkları!”
Ufak balığın ağlaması dinince, Küçük Kara Balık:
“Ben bu balıkçıl kuşunu öldüreceğim ve diğer balıkları özgürlüğe kavuşturacağım! Ama ondan önce seni buradan kurtarayım da ortalığı karıştırma!”
Ufak balık:
“Sen kendin ölüp gidiyorsun, balıkçılı nasıl öldürebilirsin ki?”
Küçük Kara Balık hançerini gösterdi:
“İşte tam buradan, içeriyi parçalayacağım. Şimdi dinle bak ne diyeceğim; ben var gücümle kendimi o yana bu yana fırlatırken, balıkçıl gıdıklanacak ve gagası açılacak, gülmeye başlayacak, sen de o sırada dışarı çıkıp kurtulacaksın.”
Ufak balık:
“Peki sen ne olacaksın?”
Küçük Kara Balık:
“Sen beni düşünme, ben bu pis hayvanı öldürmeden dışarı çıkmam!”
Bunları söyledikten sonra, Küçük Kara Balık bir o yana bir bu yana kendini atıp, balıkçılın midesini gıdıklamaya başladı. Ufak balık da bu sırada balıkçılın midesinin ucunda hazır hâlde bekliyordu. Balıkçıl, gıdıklanmaktan kahkahayla gülmeye başlayınca ağzı açıldı, ufak balık da hemen harekete geçti ve kuşun ağzından fırlayıp kendini dışarı atıverdi, az sonra suya kavuştu. Ama ne kadar beklediyse de Küçük Kara Balık’tan hiçbir haber yoktu. Birden bir çığlık sesi duyuldu, balıkçıl kuşu feryat figan içinde havada çırpınıyor, döne döne aşağı düşerken acı içinde bağırıyordu. Bu vaziyette suya çarpıp düştü.
Ama Küçük Kara Balık hiç ortada görünmüyordu. Şimdiye kadar da kimse ondan haber alamadı bir daha…
***
Yaşlı balık, hikâyesini burada bitirdi, on iki bin civarındaki yavrusu ve torununa dönerek:
“Şimdi uyku vakti çocuklar, hadi gidin yatın!”
Bütün yavrular bir ağızdan:
“Ama büyükanne, ufak balığa ne olduğunu anlatmadın!”
Yaşlı balık:
“Bu da yarına kalsın. Şimdi uyku vakti, herkese iyi geceler!”
On bir bin dokuz yüz doksan dokuz tane küçük kara balık, “iyi geceler” dedikten sonra uyumaya gittiler. Büyükanne de uyumaya başladı. Ama Küçük Kırmızı Balık ne kadar uğraştıysa da bir türlü uyuyamadı, sabaha kadar sürekli denizi düşündü…
BİR GÜNLÜK DÜŞ VE GERÇEK
Sevgili okuyucu!
“Bir Günlük Düş ve Gerçek” hikâyesini sizlere emsal olması için yazdım. Yani bundan kastım şu, herkes birlikte yaşadığı insanları hakkıyla tanısın ve bu sorunların nasıl çözüleceğine dair çareler düşünsün.
Eğer Tahran’da başımdan geçenleri yazacak olsam, birkaç ciltlik kitap olurdu; diğer yandan, okuyanların hemen hepsini de yorardı bu hikâyeler. Bu yüzden bu hadiselerin sadece yirmi dört saatlik bir bölümünü yazıyorum. Sanıyorum bu bölüm hem kısa olur hem de kimseyi okurken sıkmaz. Elbette, babamla birlikte Tahran’a gidişimizin neden ve nasıl olduğunu da mecburen anlatacağım.
Babam, birkaç aydan beri işsizdi. Sonunda, baktı ki olmayacak, benim elimden tuttu ve Tahran yollarına düştük. Annemi, kız kardeşimi ve erkek kardeşlerimi ise kendi yaşadığımız şehirde bırakmıştık. Hemşerilerimiz ve tanıdıklarımızdan birkaçı, daha önce Tahran’a gitmiş ve orada iş bulup çalışmayı başarabilmişlerdi. Biz de bunların yaptığı gibi yola düştük. Mesela bu hemşerilerimizden birinin büfesi vardı ve buz satıyordu. Bir tanesi eski kıyafetler alıp satıyordu. Bir diğeri portakal satıyordu. Babam da derme çatma bir el arabası bulup aldı ve seyyar satıcılık yapmaya başladı. Soğan, patates, salatalık gibi şeyler satıyor, zerzevatçılık yapıyordu. Kazandığımızın bir lokmasını biz yiyorduk, bir lokmasını da annemlere yolluyorduk. Ben de kimi zaman babamla sokakları arşınlayıp zerzevat işine yardım ediyordum, kimi zaman da caddelerde öylece başıboş gezip dolaşıyor, akşam olunca babamın yanına gidiyordum. Ara sıra da sakız, niyet falı gibi şeyler satıyordum.
Neyse şimdi konumuzun özüne dönelim:
Bir gün akşama doğru çocuklarla beraberdik; benle birlikte, Kasım, Piyangocu Ziver’in oğlu, Ahmet Hüseyin ve bir saat kadar önce teklifsizce yanımıza gelip bizimle arkadaş olan iki tane daha başka çocuk vardı. Biz dördümüz bir bankın üzerine oturmuş, zar atma oyunu oynamak için nereye gideceğimize karar vermeye çalışıyorduk. O sırada bu iki çocuk da çıkagelip aramıza girdi. İkisi de bizden büyüktü. Birinin bir gözü kördü. Diğerinin ise ayaklarında yepyeni ayakkabılar vardı, ama pantolonunun dizindeki yırtıktan kirli diz kapağı görünüyordu. Üstleri başları bizden daha perişan ve kötü duruyordu.
Biz, dört arkadaş, çocuğun ayağındaki yeni ayakkabılara kaçamak bakışlar atıyorduk. Ardından da birbirimizle göz göze geliyor, bakışlarımızla âdeta o anda bir ayakkabı hırsızıyla yan yana durduğumuzu ve dikkatli olmamız gerektiğini anlatıyor gibiydik. O iri heriflerden bir tanesi bakışlarımızı yakalayınca,
“Ne var, ne oldu, hiç ayakkabı görmediniz mi hayatınızda?” dedi kızarak.
Yanındaki arkadaşı da,
“Boş ver be Mahmut, baksana bunların ağzı kokuyor açlıktan! Yeni ayakkabıyı nerede görecekler?” diyerek onu destekledi.
Mahmut:
“Hay çok yaşayasın, heriflerin ayağı çıplak, ben de tutmuş yeni ayakkabı görmediniz mi hiç diye soruyorum!”
Tek gözü kör olan arkadaşı:
“Herkesin babası seninki gibi zengin değil ki parayı döksün de çocuğuna yeni ayakkabı alabilsin.”
Sonra da ikisi birden kıkır kıkır gülüşmeye başladı. Biz dördümüzse bir şey diyememiş, öylece kalakalmıştık. Ahmet Hüseyin, Piyangocu Ziver’in oğluna baktı. Sonra ikisi birden bakışlarını Kasım’a çevirdi. En sonunda üçünün de bakışları beni buldu. Ne yapacaktık? Ya dişimizi gösterecektik bunlara veya bunun altında kalıp, bırakacaktık öyle pis pis sırıtmaya devam edeceklerdi.
Ben, Mahmut’a dönüp yüksek sesle,
“Hırsızsın sen! Belli ki o ayakkabıları çalmışsın.” dedim.
Ben böyle deyince, ikisi birden kahkahayı bastı; kör gözlü olanı Mahmut’u dürterek,
“Demedim mi ben sana? Hahahaha… Dememiş miydim? Hahahaha…” diyordu keyifle.
Rengârenk otomobiller caddede art arda dizilmiş duruyorlardı. Öyle bir görüntüleri vardı ki sanki önümüzde demirden bir duvar örmüş gibiydiler. Otomobil duvarının benim hemen önüme denk gelen yerindeki kırmızı renkli araba hareket etti ve caddenin karşı tarafını görebileceğim bir gedik açıldı o duvarda.
Taksiden minibüse, otobüse kadar her çeşit araba caddeyi ağzına kadar doldurmuştu. Trafiğin sesi ve gürültü her tarafı kaplıyor, arabalar karış karış ilerliyorlardı. Âdeta her bir araba önündekini ittirerek yol alıyor, şoförler kafasını uzatıp birbirine bağırıp çağırıyorlardı. Sanıyorum Tahran dünyanın en kalabalık şehriydi, tam bu cadde de Tahran’ın en kabalalık yeri olsa gerekti.
Kör oğlanla, arkadaşı Mahmut karşımıza geçmiş hâlâ kıs kıs gülüyor, gözlerinden yaş geliyordu. Ben içten içe şu ikisiyle bir tartışıp kavga etsek diye dua ediyordum. Hiç yakası açılmadık yepyeni küfürler öğrenmiştim ve yerli yersiz de olsa bu küfürleri birisine savurmak için can atıyordum. Keşke şu Mahmut bana sataşıp laf atsa da ben de sinirlenip, ona “Sen bana mı diyorsun lan! Şimdi şu hayalarını bıçakla bir doğrayayım da gör sen!” desem diye geçiyordu içimden. Tam da bu niyetle Mahmut’un yakasına sıkıca yapıştım,
“Eğer hırsız değilsen, söyle bakayım kim aldı sana bu ayakkabıları?” diye bağırdım.
Bu sefer kahkahaları kesildi. Mahmut yakasındaki elimi sertçe itti:
“Otur lan yerine velet, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?”
Kör oğlan, Mahmut’la benim arama girdi ve kavgaya tutuşmamıza fırsat vermedi:
“Boş ver Mahmut. Akşamın bu vakti kavga mı olur şimdi? Bırak da dalgamıza bakalım şurada.”
Biz dört kafadar, ciddi ciddi kavga edip dayak atalım istiyorduk, ama bu kör oğlanla Mahmut alttan alıyordu. Niyetleri gırgır geçmekti, dövüşmek değildi anlaşılan.
Mahmut bana döndü:
“Bak kardeş, bizim bu akşam kavga etmeye niyetimiz yok. Ama canınız çok istiyorsa, yarın akşam gelin dövüşelim.”
Kör oğlan:
“Bu akşam, biraz dalgamıza bakalım istiyoruz. Anlaştık mı?”
Ben de ikisine birden,
“Peki, olsun.” dedim.
Gıcır gıcır bir araba caddenin kenarında, bizim oturduğumuz yerin hemen önünde gelip durdu ve boş olan yere park etti. Arabanın içinden genç bir erkek ve hanımla bir çocuk indi, arkalarından da bembeyaz ve parlak bir yavru köpek. Oğlan çocuğu bizim Ahmet Hüseyin’le hemen hemen aynı boylardaydı; kısa pantolon, beyaz çoraplar ve üstü açık çift renkli bir ayakkabı vardı üzerinde. Saçları omuzlarına kadar iniyordu ve yağlanmış gibi parıldıyordu. Bir elinde beyaz çerçeveli bir gözlük tutuyor, diğer eliyle de babasının elini tutuyordu. Köpeğin tasması kadının elindeydi. Kadının kolları ve bacakları çıplaktı, üzerindeki elbiseler kısa, ama ayakkabılarının topukları yüksekti; yanımızdan geçtiğinde parfümünün enfes kokusu hepimizin burnunu doldurmuştu. Kasım, yerden aldığı bir yemiş kabuğunu oğlan çocuğunun ensesine fırlattı. Çocuk şöyle bir geriye doğru dönüp bize doğru baktı ve “Serseriler!” dedi sadece.
Ahmet Hüseyin öfkeyle söylendi çocuğa:
“Yürü git kaybol muhallebi çocuğu…”
Benim de aradığım fırsat çıkmıştı yeniden:
“Şimdi şu hayalarını bıçakla bir doğrayayım da gör sen!”
Bizim kafadarların hepsi çocuğa bir şeyler söyledi, sonra da bastık kahkahayı. Babası oğlunun elinden tuttu ve birkaç metre ötedeki otelin kapısından içeri girdiler.
Sonra da herkesin bakışları yeniden Mahmut’un ayağındaki yeni ayakkabılara çevrildi. Mahmut dostane bir sesle, “Ayakkabılar benim için çok da önemli değil aslında, isterseniz alın sizin olsun.” dedi.
Ardından da Ahmet Hüseyin’e döndü:
“Gel kardeş, şu ayakkabıları al da bir dene bakalım.”
Ahmet Hüseyin ise şüpheyle Mahmut’un ayakkabılarına baktı, ama yerinden kımıldamadı.
Mahmut:
“Niye öyle dikiliyorsun, gelsene! Yeni ayakkabı istemiyor musun yoksa? Hadi gel giy.”
Bu kez, Ahmet Hüseyin yerinden kalktı ve Mahmut’a yaklaştı, ayakkabılarını sıyırıp çıkarmak için yere eğildi. Biz üçümüz öylece bakıyor, bir şey demiyorduk. Ahmet Hüseyin, Mahmut’un bir ayağına sıkıca asıldı ayakkabıyı çıkarmak için, ama elleri kaydı ve kaldırıma sırtüstü düşüp boylu boyunca uzandı. Mahmut’la tek gözlü arkadaşı bu duruma o kadar keyiflenip güldüler ki az sonra çatlayacaklar sandım. Ahmet Hüseyin’in elleri simsiyah olmuştu. Kör oğlan, Mahmut’u bir yandan dirseğiyle dürtüyor bir yandan da,
“Sana dememiş miydim Mahmut? Hahahahaha… Dememiş miydim? Hahaha!” diye pis pis gülüyordu.
Ahmet Hüseyin’in elleriyle parmaklarının izi, Mahmut’un yepyeni ayakkabısının üzerinde belli oluyordu. Biz üçümüz, bu herifler tarafından oyuna getirildiğimizi yeni yeni anlıyorduk. Bu iki düzenbazın kahkahası bize de geçti. Biz de koyuverdik kahkahayı onların ardından. Ahmet Hüseyin de insanların geçiş yolunda ayakaltında kalmamak için ayağa kalktı. Bir süre bize bakıp durdu, sonra o da kendini tutamayıp bastı kahkahayı. Hem de ne kahkaha! Katıla katıla gülüyordu şimdi. Yoldan gelip geçen insanlar da meraklı bakışlarla bizi süzüyor, sonra yollarına devam ediyorlardı. Ben biraz eğilip, Mahmut’un ayağındaki ayakkabıya yakından bakayım dedim. Ne ayakkabısı! Mahmut fırıldağı ayakkabı falan giymemişti ki! Akşamın karanlığında dışarıdan bakılınca ayakkabı sanılsın diye ayaklarını simsiyah bir boyayla boyamıştı sadece. Acayip düzenbaz bir oğlandı…
Mahmut, altı kişilik zar oyunu oynamayı teklif etti. Benim cebimde dört bin vardı. Kasım ne kadar parası olduğunu söylemedi. İki herifte beş binlik vardı. Piyangocu Ziver’in oğlunda da bir tümenlik vardı. Ahmet Hüseyin’de zaten hiç para olmazdı. Az ileride kapalı bir dükkân vardı. O dükkânın önüne gidip oturduk ve zar oyunu oynamak için halka olduk. Önce, kimin başlayacağını belirlemek için bir zar attık. İlk atışı piyangocunun oğlu yapacaktı. Zarı attı. Beş geldi. Sonra sıra Kasım’daydı. Zarı attı, altı geldi. Ziver’in oğlundan bir kıran aldı. Sonra zarı bir daha salladı, ama bu kez olmadı. Zarı Mahmut’a uzattı, ona da dört geldi. Kasım’dan iki kıran aldı, ellerini sevinçle ovuşturdu ve “Allah bereket versin.” dedi.
Böyle böyle ikili gruplar hâlinde zar oyunu oynamaya devam ettik.
Kaldırımda yürüyen şık giyimli iki genç bize doğru yaklaşıyordu osırada. Ahmet Hüseyin hemen onlara doğru koştu ve dilenmeye başladı:
“Bir kıran… Bir kıran beyim… Allah rızası için…”
Adamlardan biri Ahmet Hüseyin’i eliyle ittirdi ve kendinden uzaklaştırdı. Ahmet Hüseyin ise yılmadı, hemen harekete geçip tekrar önlerini kesti:
“Beyim bir kıran… Sadece bir kırancık başka bir şey değil… Allah rızası için…”
Şimdi bizim önümüzden geçiyorlardı. Gençlerden biri Ahmet Hüseyin’i boynundan tuttu ve havaya kaldırdı, sonra da caddeyle kaldırımı birbirinden ayıran demir korkulukların üzerine, karnı üstüne gelecek şekilde astı. Ahmet Hüseyin’i öyle bir asmıştı ki kafası caddeye bakıyor, ayakları ise kaldırım tarafından sarkıyordu. Ahmet Hüseyin kolları ve bacaklarıyla birkaç saniye çırpınıp durdu, sonunda ayaklarını kaldırımın üstüne basabildi ve düzelip ayağa dikildi. Kaldırımın sol tarafından şimdi iki genç kız, ortalarına genç bir oğlanı almış, güle eğlene gelmekteydiler. Kızların üzerinde kısa elbiseleri vardı ve çocuğun iki yanında yürümekteydiler. Ahmet Hüseyin yine hemen atıldı, kızların birine yaklaşıp dilenmeyi sürdürdü:
“Allah rızası için bir kıran verin hanımefendi… Çok açım… Bir kırancık sadece… Allah rızası için… Hanımefendi bir kıran!”
Kız hiç oralı olmadı. Ahmet Hüseyin yalvarmaya devam etti. Kız bu kez çantasına elini attı ve içinden para çıkartıp Ahmet Hüseyin’in avucuna koydu. Ahmet Hüseyin, ağzı kulaklarına varmış bir şekilde yanımıza geldi, “Ben de zar atıyorum.” dedi.
Piyangocu Ziver’in oğlu:
“Paran nerede?”
Ahmet Hüseyin sıkılı avucunu açtı ve parayı gösterdi. Avucunun içinde bir on binlik vardı.
Kasım:
“Yine mi dilencilik yaptın?”
Kasım, Ahmet Hüseyin’i dilencilik ettiği için ayıpladıktan sonra, vurmak için elini kaldırdı. Ama Mahmut ona engel oldu. Ahmet Hüseyin bir şey demedi. Kendisine bir yer buldu halkanın içinde ve oturdu. Ayağa kalktım,
“Ben dilencilerle zar falan atmam.” dedim.
Cebimde kalan para bir kırandan fazla değildi hâlbuki. Baştaki dört binliğimin üç binini oyunda kaybetmiştim. Mahmut da epeyce kaybetmişti,
“Zar oyunu bu kadarlık yeter, biraz da duvar dibi oynayalım.” dedi.
Kasım bana döndü:
“Bu tür laflar edip yine oyunbozanlık ediyorsun!”
Sonra da ortaya sordu:
“Zar atma sırası kimde?”
Kör oğlan:
“Sen kendi kendine oyna. Biz duvar dibi oynayacağız.”
Ziver’in oğlu, Kasım’ı göstererek cevap verdi:
“Bu herifle zar atılmaz ki! Zar nasıl olur da her seferinde beş veya altı gelebilir? Hile var bunda! Başka bir oyun oynayalım.”
Ahmet Hüseyin:
“Olabilir.”
Mahmut:
“Olmaz, duvar dibi oynayalım.”
Cadde yavaş yavaş tenhalaşıyordu. Caddenin karşı tarafındaki mağazalardan birkaç tanesi kapatmıştı bile. Oyuna başlamak için, kaldırımın yol tarafındaki ucundan duvarın dibine doğru, her birimiz birer kıranlık bozukluğu atmaya başlamıştık. Bozukluklar duvarın dibine yığılmaya başlıyordu ki Ahmet Hüseyin’in bağıran sesi duyuldu:
“Polisler geliyor!”
Polis, elinde tuttuğu copuyla birkaç adım ötemizde dikiliyordu. Ben, Ahmet Hüseyin ve tek gözlü oğlanla birlikte topukları yağladık. Mahmut’la Ziver’in oğlu da arkamızdan koşuyorlardı. Kasım, duvarın dibine attığımız paraları toplamak için ağırdan alınca polise enselendi. Polis copu vurunca, Kasım çığlığı bastı ve o da hemen topukladı. Polis onun arkasından bağırıyordu bize:
“Ulan kumarbaz aylaklar! Sizin eviniz aileniz yok mu? Ananız babanız yok mu ulan!”
Sonra da eğilip, duvar dibindeki bizim bir kıranlıkları topladı ve savuşup gitti.
Kaçarken dört yol ağzını geçtiğimde, bir de bakmışım ki tek başıma kalmışım. Cadde üzerindeki kebapçı kapatmıştı dükkânı. Geç kalmıştım. Her akşam, kebapçının çırağı dükkânın kepenklerini yarıya indirirken, tam burada buluşurduk babamla. Caddelerden ve yol ağızlarından hızlı hızlı yürüyüp geçtim, bir yandan da kendi kendime,
“Babam şimdi uyuyakalmış olmalı, keşke oturup bekleseydi beni burada… Şimdi kesin uyuyakalmıştır.” diye düşünüyordum. Bir süre sonra, etrafı seyredip yürürken yine düşünceler aklıma hücum ediyordu:
“Peki ya oyuncakçı dükkânı? O da kapatmıştır artık. Hem gecenin bu saatinde kim gider de oyuncak alır ki? Muhtemelen, mağazanın önünde beni bekleyen oyuncak deveyi de dükkânın içine sürmüşler, kapıyı da üstüne kapatmışlardır. Keşke mümkün olsaydı da şimdi devemle birkaç kelime konuşabilseydim. Allah vere de dün akşam sözleştiğimiz şeyi unutmasa bari… Ya yanıma gelmezse? Yok, olmaz. Muhakkak gelecektir. Daha dün akşam demişti, yarın akşam yanına gelip seni sırtıma bindireceğim ve birlikte tüm Tahran’ı gezeceğiz, diye. Deveye binmek de ne büyük keyiftir şimdi ha!”
Tam o anda, birden acı bir fren sesiyle irkildim, havaya uçuverdim, öbür tarafa yolcu olduğumu düşünmeye bile başladım bir an. Yere düştüğümde anladım ki caddenin ortasında bir araba bana çarpmıştı, ama bir yerime bir şey olmuş da değildi. Ayağa kalkıp üstümü başımı çırpacaktım ki arabadan bir baş uzandı ve bana doğru bağırmaya başladı:
“Çekil git arabanın önünden be! Ne diye dikiliyorsun orada hâlâ?”
Bu ses beni birden kendime getirdi. Arabanın direksiyonunda oturan, süslü püslü yaşlıca bir kadındı. Hemen yanında da iri yarı bir köpek vardı, asık suratıyla dışarıyı izliyordu. Boynundaki tasması ışıl ışıl parıldıyordu. O sırada kendi durumumu ve ne yapmam gerektiğini hızla zihnimden geçiriyordum. Eğer hemen şimdi bir şey yapmayacak olursam, örneğin kalkıp arabanın camını falan kırmayacaksam, daha sonra sinirlenmem biraz yapmacık olacaktı ve yerimden kalkabilmem daha da güçleşecekti.
Yaşlı kadın bir iki sefer daha kornaya bastı ve bana bağırmaya devam etti:
“Kör müsün be çocuk! Kalk git arabanın önünden!”
Hemen yanı başımızdan bir iki araba geçip gitti. Yaşlı kadın, pencereden kafasını sarkıtıp yine ileri geri konuşmaya hazırlanıyordu. Ona fırsat vermeden kalkıp, suratına ağız dolusu bir tükürük yapıştırdım, birkaç tane de okkalı küfür salladım ve hızla oradan uzaklaştım.
Bir süre bu şekilde gittikten sonra, kepenkleri kapatılmış bir mağazanın önünde oturdum. Kalbim güm güm atıyordu. Kepenklerin üzerinde delikler ve boşluklar vardı. O deliklerden bakınca, mağazanın içerisi ışıl ışıl aydınlık görünüyordu. Vitrin camlarının ardına çeşit çeşit ayakkabıları dizmişlerdi. Babam bir keresinde, bizim on günlük kazancımızla dahi bu ayakkabılardan bir çift almaya gücümüzün yetmeyeceğini söylemişti.
Başımı kapıya dayadım, ayaklarımı da ileriye uzattım. El bileğimdeki ağrı henüz geçmemişti. Ne kadar acıktığım aklıma geldi birden. Babam bir kenara benim için yiyecek bir şeyler ayırmadıysa, bu gece de aç karnına uyuyacaktım mecburen.
Sonra, devemin bu gece yanıma geleceği ve beni sırtına bindirip şehri gezdireceği geldi aklıma. Yerimden hemen kalktım ve yola düştüm. Oyuncakçı dükkânı kapalıydı, ama demir kapının ardından oyuncakların sesleri duyuluyordu. Yük treni çuf çuf çuf sesleri arasında yol alıyordu. İrice bir kara horoz, sanki mermileri peş peşe gönderecekmiş gibi bir tüfeğin arkasına geçip oturmuş, etrafındaki güzelim oyuncakları korkutuyordu. Maymunlar bir köşeden diğerine atlayıp zıplarken, bazen devenin kuyruğuna yapışıyor, öfkelenen deve de onları azarlıyordu. Eşek uzun kulaklarını oynatıp anırıyor, civcivlerle oyuncak bebekleri sırtına bindirip sağa sola götürüp getiriyordu. Deve, duvar saatinin tik tak seslerine kulak kabartmıştı, sanki birisiyle randevusu vardı da vaktin gelmesini bekliyor gibiydi. Uçaklarla helikopterler havada tur atıyor, kaplumbağalar kabuklarının içinde uyukluyordu. Köpekler yavrularını emziriyor, kediler sepetin altından yumurta yürütüyordu. Tavşanlar avcıdan ürkmüş, şaşkın şaşkın çevrelerine bakınıyordu. Siyah ve irice bir maymun, her zaman vitrinin arkasında duran mızıkamı kalın dudaklarının arasına almış, kulağa hoş gelen sesler çıkarmakla meşguldü. Otobüslerle minibüsler, diğer oyuncakları sağa sola taşıyıp, gezdiriyordu. Tanklar, toplar, tabancalar ve otomatik tüfekler durmadan bir yerlere ateş ediyordu. Tavşan yavrusu eline iri bir havuç almış, kulaklarına kadar açılmış ağzına götürmek üzereydi.
Tüm bunlardan daha önemli olan ise benim oyuncak devemdi, bütün bu kalabalığın ortasında hareket edip yürüyecek olsa kuşkusuz her şeyi birbirine katar, ortalığı dağıtırdı. O kadar iriydi ki benim devem, vitrin camının ardına sığmıyordu; bu yüzden de bütün günü dükkânın önünde ve kaldırımın üzerinde geçiriyor, etrafı ve gelip geçenleri seyrediyordu. Şimdi de mağazanın orta yerinde öylece duruyor, ara sıra boynundaki çıngırağı şıngırdatıyordu. Bir yandan geviş getiriyor, bir yandan da duvardaki saatin tik taklarını gözlüyordu. Devenin yavruları ise arkasına konuldukları parmaklıkların arasından annelerine bakıyor, mağazanın dışına kaldırıma çıkacak olursa kendilerini de yanına alması için ricada bulunuyorlardı.
Gelmişken devemle iki kelime sohbet edeyim istedim, ama ne yaptım ne ettimse sesimi bir türlü ona duyuramadım. Ben de kapıya bir iki tekme vurup, sesimi duyurmak için diğerlerinin susmasını sağlamaya çalışıyordum ki bir el kulağıma yapıştı:
“Aklını mı kaçırdın çocuk! Hadi evine, yallah!”
Artık orada durmanın bir anlamı yoktu. Kulağımı ve kendimi polisin elinden bir kez daha kurtardıktan sonra, daha fazla geç kalmamak için koşa koşa babamın yanına yollandım.
Babamın yanına vardığım zaman, caddeler sokaklar ıssız ve bomboştu. Tek tük taksiler gelip geçiyordu. Babam her zamanki gibi, zerzevatçılık yaptığı el arabasının üzerinde yatıyordu. Babamın yanında yatıp uyuyacaksam önce bana da yer açması için onu uyandırmam gerekecekti. Bizimkinden başka el arabaları da vardı orada duvar diplerinde, onların sahipleri de kendi arabaları üzerinde uyuyorlardı. Birkaç kişi de yere kıvrılmış, zeminin üstünde yatmıştı. Burası işlek bir yol kavşağı üzerindeydi ve hemşerilerimizden birinin içinde buz satıcılığı yaptığı bir büfesi vardı orada. O kadar uykum vardı ki, yorgunluktan el arabamızın tekerlerinin dibine yığılıp kalmışım, orada uykuya daldım.
Şangır şungur şangır şungur…
“Hey Latif neredesin? Latif, neden cevap vermiyorsun? Hani gidip gezecektik, neden gelmiyorsun?”
Şangır şungur şangır şungur…
“Latifçiğim, sesimi duyuyor musun? Benim, Deve! Seni götürüp gezdirmek için geldim. Hadi kalk da gidelim…”
Deve, balkonun altından geçerken, uykudan uyanıp fırladım ve o yükseklikten atlayıp sırtına bindim. Neşem yerindeydi şimdi:
“Geldim, sırtına bindim artık. Daha ne diye bağırıp çağırıyorsun?”
Beni görünce Deve de neşelendi, bir yandan ağzındaki sakızı çiğneyip geviş getirirken, sakızın bir kısmını da bana verdi. Birlikte yola koyulduk. Biraz yol almıştık ki Deve, başını çevirdi:
“Gelirken senin mızıkanı da getirdim yanımda, al şunu da biraz çal, giderken dinleyeyim.”
Güzelim mızıkamı Deve’den aldım ve oldukça keyifli bir şekilde çalmaya başladım. Deve de boynundaki büyük ve küçük çıngırakları şangırdatarak, mızıkamla çaldığım müziğe eşlik ediyordu.
Deve, başını benden yana çevirdi:
“Latif, akşam yemek yedin mi?”
“Yok yiyemedim. Param yoktu.”
“O zaman, önce gidelim akşam yemeği yiyelim.”
O sırada beyaz bir tavşan üstümüzdeki ağacın tepesinden aşağı atladı:
“Sevgili Deve, bu akşamki yemeğimizi villada yiyeceğiz. Ben önden gidip diğerlerine de haber vereyim. Siz de arkadan gelirsiniz.”
Tavşan, elinde tutup kemirdiği havucun geri kalanını akan suya attı ve zıplaya zıplaya yoluna gidip, uzaklaştı.
Deve:
“Villa dediği yer neresidir, biliyor musun?”
“Sanıyorum yazlık bir ev falandır.”
“Yok, yazlık ev değil. Zengin insanlar, havası ve suyu güzel olan manzaralı yerlerde, kendileri için saray gibi evler yaptırırlar. Bu villalara her canları sıkılınca veya istirahat etmek istediklerinde gider dinlenirler, keyif yaparlar. İşte bu tür saray yavrusu evlere villa derler. Bu villaların çok büyük alanları, ağaçlar ve çiçeklerle dopdolu güzel bahçeleri de olur elbette. Bir sürü uşaklar, hizmetçiler, aşçılar, bahçıvanlar da olur böyle villalarda. Bazı milyoner zenginlerin yurt dışında birkaç ülkede de villaları olur. Mesela İsviçre ve Fransa’da… Şimdi biz de Tahran’ın kuzeyindeki bu tür bir villaya gideceğiz, orası serindir, şu yaz sıcağında daha keyifli olur.”
Deve bunları söyledikten sonra birden yükseldi, tıpkı kuşlar gibi gökyüzünde yükselip uçuyordu. Güzelim evler bahçeler ayaklarımızın altında kalmıştı artık. Ne hava kirliliği ne sis ne de toz duman vardı bu yükseklerde. Evler ve sokaklar yukarıdan öyle güzel görünüyordu ki bir an film seyrediyorum hissi verdi bana. Sonunda Deve’ye,
“Tahran’dan dışarı çıkmış olmayalım?” demek zorunda kaldım.
“Niye böyle düşündün?”
“Çünkü Tahran’ın bu taraflarında hiç hava kirliliği ve sis yok. Hem bütün evler kocaman ve çiçek gibi tertemiz.”
Deve gülerek cevap verdi:
“Çok haklısın Latifçiğim. Tahran’ın gerçekten de iki ayrı yüzü var ve her ikisi de birbirinden o kadar ayrı ki… Şehrin kuzeyi ve güneyi… Tahran’ın güneyinde kirlilik, sis, toz duman, ne ararsan var; kuzey tarafı ise tertemiz. Çünkü bütün eski püskü otobüsler güney tarafında çalıştırılıyor. Bütün tuğla ocakları o tarafta. Kalitesiz yakıtla çalışan bütün eski arabalar, kamyonlar o tarafta çalışıyor bütün gün. Güney tarafının hemen hemen bütün yolları taş toprak hâlâ. Kuzey mahallelerinin bütün pis ve atık suları kanallarla güneye akıtılıyor. Sonuçta ne oluyor? Güney tarafı, aç, sefil ve perişan insanların doldurduğu mahallelerden oluşuyor; kuzey tarafı ise kibar ve zengin sınıfının oturduğu yer. Sen hiç Hasırabad’ı, Naziabad’ı veya Hacıabdulmahmud Caddesi’ni duydun mu? O semtlerde yaptıkları on katlı, mermer kaplı binaları gördün mü? O gösterişli binaların altındaki mağazalar zengin adamların iş yerleridir, müşterileri de lüks otomobillerle ve bilmem kaç bin dolarlık cins köpekleriyle gelirler bu mağazalara…”
“Evet, güney mahallelerinde böyle şeyler hiç görülmez. Orada bir Allah’ın kulunun arabası yoktur. İnsanlar olsa olsa el arabasına sahiptir, onunla da bir izbe köşeye çekilir, üzerinde uyurlar.”
Açlık o kadar bastırmıştı ki neredeyse midem delinecek sanmıştım.
Tam altımızda büyükçe bir bahçe uzanıyordu. Rengârenk ışıklar içinde, insana ferahlık veren, serin ve huzurlu bir çiçek bahçesiydi. Bahçenin tam orta yerinde bir gül demeti gibi kondurulmuş zarif bir köşk, köşkün birkaç metre ötesinde kocaman bir havuz görünüyordu. Tertemiz suyun içinde kırmızı balıklar yüzüyordu. Havuzun hemen yanı başında masalar ve sandalyeler vardı. Masaların üzerine çeşit çeşit nefis görünüşlü yemekler konulmuştu, her birinin kokusu insanı mest edecek kadar güzeldi.
Deve:
“Hadi aşağıya inelim. Akşam yemeğimiz hazır.”
“Peki, bu bahçenin ve villanın sahibi nerede?”
“Onu hiç düşünme sen. Elleri bağlı şekilde, evin bodrumuna atıldı.”
Deve’m, havuzun kenarındaki rengârenk çinilerin üzerine indi, sonra çöktü, ben de aşağı indim. Tavşan hazır bekliyordu, elimden tuttu ve bizim için hazırlanmış olan masalardan birinin yanına götürüp, etrafı gösterdi. Kısa bir süre sonra konuklar da gelmeye başladı. Oyuncaklar otobüs ve minibüslere binmişti, bazıları da uçak ve helikopterlere… Eşekle kaplumbağa, deve yavrularının kuyruğuna yapışmış, maymunlar oradan oraya zıplayıp sallanarak, tavşanlar ise zıplaya zıplaya geliyordu. Sonunda bu ilginç ve merak uyandıran misafirler topluluğu, sadece kokusu bile insanın ağzının suyunu akıtan yemeklerle dolu masalara ulaşmıştı. Çeşit çeşit kebaplar, dolmalar, pilavlar, kavurmalar ve benim adını sanını tanıyıp bilemediğim nice yemeklerle doldurulmuştu masaların üzeri. Her çeşit meyve, masalardan yere taşacak kadar bol bol vardı.
Bu sırada, Deve, bir baş ve boyun hareketiyle, havuzun etrafındaki masalarda oturmuş olan tüm konukları susturdu ve konuşmaya başladı:
“Büyük ve küçük tüm misafirlerimizi hoş geldiniz, sefalar getirdiniz diyerek selamlıyorum. Şimdi size bu önemli gecede neden ve kimin onuruna bu büyük şöleni tertip ettiğimizi söylemek istiyorum. Tahmini olan var mı?”
Eşek:
“Latif için. İstedik ki o da bir gün olsun şöyle doyasıya yemek yiyebilsin. Midesi dolsun ve güzel bir yemeğe hasret kalarak yaşamasın.”
Ayı, kafesinin parmaklıkları ardından,
“Latif, sürekli mağazaya gelip bizi seyreder, biz hepimiz onu çok seviyoruz.” dedi.
Kaplan,
“Öyle tabii, Latif hep bizimle birlikte olmayı isterdi, biz de ona eşlik ettiğimiz için çok mutluyuz.” diye cevapladı Ayı’yı.
Aslan:
“Evet. O zengin çocukları bizim gibi oyuncaklardan çok çabuk bıkıyorlar. Çünkü zengin babaları o çocukları sürekli yeni oyuncakçılara götürüp farklı oyuncaklar alır. Çocuklar da eski oyuncaklarıyla bir iki sefer oynadıktan sonra, kaldırıp bir köşeye atar ve bizden vazgeçerler. Biz de bir köşede öylece kalır, çürür gideriz.”
Ben de hepsine birden seslendim:
“Eğer siz, hepiniz yani, benim oyuncaklarım olsaydınız, emin olun sizden hiç bıkmazdım. Her zaman sizinle vakit geçirip oynardım ve asla yalnız bırakmazdım sizi kendi hâlinize.”
Bütün oyuncaklar tek bir ağızdan cevap verdiler:
“Biliyoruz. Biz seni çok iyi tanıyoruz. Ama senin olamayız. Bizi çok pahalıya satıyorlar.”
Sonra içlerinden biri konuştu:
“Maalesef babanın bir aylık kazancı bile içimizden bir tanemizi almaya yetmez.”
Deve herkesi susturdu:
“Evet, şimdi asıl konumuza dönelim tekrar. Hepinizin sözlerine katılıyorum, hepsi doğru. Lakin bu gece bu şölene ne için davet edildiğimize ve buraya niye toplandığımıza hiçbiriniz değinmedi.”
Ona ben cevap verdim:
“Beni buraya niçin getirdiğinizi biliyorum. ‘Bak Latif, herkesin babası seninki gibi aç biilaç, sersefil bir yol kenarında yatıp kalkmıyor.’ demek için getirdiniz beni buraya.”
Birkaç erkekle kadın, uzakça bir masada oturmuş, hızlı hızlı yemeklerini yemekteydiler. Bunların, o villanın hizmetçileri ve çalışanları olduğu belli oluyordu. Sonunda ben de yemeye başladım. Ama okadar çok yememe rağmen, sanki midemde bir kara delik varmış gibi bir türlü önümdekileri bırakamıyor, bir türlü doyamıyordum. Midemden sürekli gurultular geliyor gibiydi. Tıpkı ölecekmişçesine acıktığım o günlerdeki gibiydi hâlim. Sonra aklıma düşte olabileceğim endişesi geldi, acaba rüyadaydım da o yüzden mi doyamıyordum? Ellerimle gözlerimi yokladım. Her ikisi de gayet güzel yerindeydi. Sonra kendime sordum, “Acaba rüyada mıyım ben?” Hayır, rüyada değildim. Çünkü rüya görenlerin gözleri açık olmaz ve etraflarını göremezler. O hâlde neden bir türlü yemeye doyamıyordum? Midem niye hâlen daha kazınıyordu?
Sonra, kalktım ve etrafı gezmeye başladım, evin etrafında bir tur attım, duvarlarına ve dış cephesinde kullanılan kıymetli taşlara dokundum. O sırada, aniden, nasıl oldu nereden geldi bilemiyorum, bir toz bulutu gelip yüzüme çarptı. Villanın bodrumuna iniyordum, muhtemelen bu toz oradan geliyordu. Daha ilk basamaktayken gelip ağzıma burnuma doluşmuştu bu tozlar ve hıçkırttı beni, hapşırdım. Kendi kendime, “Bu da nesi, neredeyim ben?” diye soruyordum.
Sokakları temizleyen işçinin süpürgesi tam suratımın önünden geçti ve kaldırımda ne kadar toz toprak varsa getirip ağzıma burnuma doldurdu.
Yine kendi kendime, “Bu da nesi, neredeyim ben, hepsi rüya mıydı yoksa?” diye sordum.
Ama uykuda değildim. Önce babamın el arabasını gördüm, ardından önümden gelip geçen taksilerin ses ve gürültüsünü duydum. Sonra da sabahın alaca karanlığında kaldığımız dört yol kenarındaki duvar dibinin etrafında sıralanmış sıra sıra binalar ilişti gözüme. Demek ki rüyada değildim. Süpürgeci önümden geçip gitmişti, ama kaldırımda süpürerek ilerledikçe havaya kalkan toz toprak hâlen daha yüzüme geliyor, kaldırımda yol yol iz bırakıyordu.
Kendi kendime,
“O zaman tüm bunları düşümde mi gördüm… Yoksa hepsi mi düştü… Öyle ya, düş görmüşüm… Hayır, hayır hayır!” diye hayıflanıyordum.
Süpürgeci geçip gitti ve arkasına dönüp bana baktı. Babam ise el arabasının üstünde yattığı yerden aşağıya eğilip,
“Latif, uyuyor musun?” diye sordu.
“Yok, yok…” diye cevapladım.
Babam:
“Uyumuyorsun madem, ne diye bağırıyorsun o zaman? Yukarıya gel de yanımda yat.”
Babamın yanına uzandım. Babamın uzattığı kolunun üzerine başımı koydum, ama uykum gelmiyordu. Kazınıp duran midem o kadar boştu ki karnım doğrudan sırtıma yapışmış gibiydi. Babam uykumun gelmediğini görünce,
“Gece geç kaldın, ben de çok yorgundum, uyuyakaldım.” dedi.
“Yolda gelirken iki tane araba kaza yaptı. Ben de durup onlara bakarken geç kaldım.”
Bir süre sonra babama dönüp sordum:
“Baba, develer hiç konuşur mu veya uçabilir mi?”
“Yok, ne konuşur ne de uçarlar.”
“Doğru, devenin kanadı yok ki zaten…”
“Oğlum neyin var senin? Her sabah uykudan kalktığında deveden bahsedip duruyorsun.”
O sırada başka bir şey düşünüyordum ben:
“Zengin olmak iyi bir şey, değil mi baba? İnsan zengin olunca, canı ne isterse alıp yiyebilir, ne yapmak isterse yapabilir. Öyle değil mi baba?”
“Nankörlük etme oğlum, şükret hâline. Allah en iyisini bilir; kimi zengin yapacağını da, kimi fakir yapacağını da.”
Babam her zaman bu sözü söylerdi.
Hava aydınlanınca, babam, gece başının altına koyduğu ayakkabılarını alıp ayaklarına geçirdi. Sonra da el arabasının üstünden aşağı indik.
Babam:
“Dün patateslerin hepsini satamadım. Yarısı elimde kaldı.”
“Başka bir şey alsaydın keşke satmak için…”
Babam bir şey demedi. El arabasının altındaki kilitli kısmı açtı ve içinden iki tane torbayı alıp, arabanın üstüne boşalttı. Ben de teraziyle ağırlıkları alıp el arabasının üstüne yerleştirdim. Sonra, yola düştük birlikte. Babam,
“Gidelim de bir şeyler yiyelim önce.” dedi.
Babam sabahları, “gidelim de bir şeyler yiyelim” dediği her gün, akşam yatarken bir şey yememiş olduğunu anlardım.
Temizlik işçisi, kaldırımı ta caddeye kadar süpürgesiyle iz bıraka bıraka süpürmüştü. Şehir Parkı tarafına doğru sürdük el arabamızı. İhtiyar çorbacı, her zaman yapığı gibi, sırtı caddeye dönük olacak şekilde kaldırıma çömelmiş duruyordu. Önündeki çorba kazanı da taşınabilir bir ocağın üstünde fokur fokur kaynıyordu. Kadınlı erkekli, sabahçı üç tane müşterisi halka olup oturmuş, alüminyum kâselerinden çorbalarını içiyordu. Kadın, piyango biletçisiydi, tıpkı Piyangocu Ziver gibi. Çorba kazanının yanına bağdaş kurup oturmuş, bilet destesini karnıyla bacağı arasına sıkıştırmıştı. Kirli çarşafı, dizlerini örtecek şekilde uzanıyordu.
Babam çorbacıyla selamlaştı, hâl hatır sorduktan sonra oturdu. Yarım ekmek eşliğinde iki tane ufak kâse çorba içtik ve kalktık. Babam bana iki kıran verdi:
“Şimdi ben satış yapmaya gidiyorum, öğle üzeri yine burada buluşalım, yemeğimizi birlikte yiyelim.”
O gün ilk gördüğüm kişi, Piyangocu Ziver’in oğluydu. Birisinin önünü kesmiş,
“Bir tane piyango bileti alın, inşallah kazanan siz olacaksınız, lütfen bir tane bilet alın.” diye yalvarıp bilet satmaya çalışıyordu.
Adam güçlükle Ziver’in oğlundan yakasını kurtarabildi ve yoluna devam etti. Ziver’in oğlu da adamın arkasından ağız dolusu bir küfretti, tam yoluna devam edecekti ki ona seslendim:
“Kandıramadın mı herifi?”
“Yok, eşref vaktinde değildi adam, belki de karısıyla kavga etmişti de öyleydi.”
İkimiz beraber yola koyulduk. Ziver’in oğlu, elinde salladığı on beş, yirmi biletlik bilet destesini her önüne gelene hiç sektirmeden uzatıp sallıyor, “Bilet alır mısınız? Bir bilet alın!” diye sesleniyordu.
Ziver’in oğlu, satabildiği her bir bilet başına bir kıran alıyordu annesinden. Cep harçlığını çıkarıncaya kadar satar, sonra biletlerle hiç işi olmazdı; kazandığı parayla hemen oyun peşine, gezip tozmaya, sinemaya veya hırgür çıkartmaya giderdi. Hepimizden daha paralıydı. Öğlenleri ya bir su kanalının üstünde veya bir köprü altında bir saat kadar yatıp uyumak âdetiydi. Sabahları gün doğmadan kalkar, annesinden bir deste bilet alıp yola düşerdi; sabahın ilk müşterilerini elden kaçırmamak için böyle hareket eder, öğlen olmadan da işini bitirmeye bakardı. Öğleden sonralarını bilet satmakla geçirmek en sevmediği şeydi.
Nadiri Caddesi’ne gelene kadar, Ziver’in oğlu üç tane bilet satmıştı bile. Caddeye vardığımızda,
“Ben artık buralarda takılayım, biletleri satayım.” dedi.
Mağazalar tek tük açılmıştı. Oyuncakçı dükkânı ise kapalıydı. Deve’m henüz kaldırımın kenarına çıkmamıştı. Mağazanın kapısını çalıp da bütün oyuncakların sabah uykusunu mahvetmek hiç içimden gelmedi. Cadde boyunca yürüdüm de yürüdüm. Bütün yollar okula giden öğrencilerle doluydu. Her bir arabada, annesi veya babasının yanında oturup okuluna gitmekte olan birer ikişer öğrenci görülebiliyordu.
Günün o vaktinde yalnızlıktan kurtulabilmek için yapabileceğim tek şey, gidip Ahmet Hüseyin’i bulmak olurdu. Birkaç caddeden daha yürüyüp ilerleyince, havasında zerre kadar toz ve kirin bulunmadığı o semtlere vardım yine. Çocukların da büyüklerin de kıyafetleri tertemizdi. Hepsinin de yüzleri ışıl ışıl parlıyordu âdeta. Bu semtin kız çocukları da kadınları da çiçekler gibi rengârenk ve cıvıl cıvıldı. Mağazalar ve evler, güneşin altında ayna gibi parlıyordu. Her ne vakit bu mahallelerden geçecek olsam, sanki bir sinemada oturmuş da film seyrediyormuş hissine kapılırdım. Hiçbir zaman anlamazdım, bu güzelim apartmanlarda konaklarda oturan insanlar ne tür yemekler yerler, nasıl uyurlar, nasıl konuşurlar, ne tür elbiseler giyerler? Bu aynı anne karnındaki bebeğin hâli gibiydi; oradayken nasıl bir hayatın içinde olduğunu anlayabilir misin? Mesela anne karnındayken nasıl besleniyordun, gözünün önüne getirebilir misin? Yok, getiremezsin. İşte ben de sizin durumunuzdayım. Bu binalarda yaşayan insanların hayatını hayal dahi edemiyorum bu yüzden.
Caddedeki mağazalardan birinin önünde, üç tane çocuk, çantaları ellerinde, vitrinin arkasındaki bir şeylere bakmaktaydı. Ben de geçip arkalarında durdum. Uzun saçlarından hoş bir koku yayılıyordu etrafa. Kendimi tutamayıp, bir tanesine yaklaştım ve boynundaki kokuyu içime çektim. Çocuklar arkalarına bakınca beni fark ettiler, şöyle hor gören nefret dolu bir bakışla beni süzdüler, sonra da biraz öteye gidip yanımdan uzaklaştılar. İçlerinden birinin sesi bulunduğum yere kadar ulaşıyordu,
“Ne kadar da pis kokuyor!” diyordu benim için.
Mağazanın camına bakınca kendimi görebilecek fırsatı buldum. Saçlarım o kadar uzayıp kirlenmiş ve perişan hâldeydi ki kulaklarım bile görünmüyordu. Kafama uzun saçlı bir peruk takılmış gibiydi hâlim. Gömleğim kirden, pislikten renk değiştirmiş gibiydi, yakam bağrım yırtılıp açılmış, yanık tenim görülebiliyordu. Bacaklarım çıplak ve çürükler morluklar içinde, topuklarım çatlak çatlaktı. Şimdi içimden o üç zengin bebesini bir güzel pataklamak geçiyordu.
Ama benim bu şekilde bir hayatımın olması onların suçu muydu?
Ben bunları düşünürken, mağazanın içindeki görevli dışarı çıktı, bir el hareketiyle beni oradan uzaklaştırırken, “Yürü çocuk, sabah sabah daha siftah etmedik, ne vereceğiz sana?” dedi.
Ben hiç yerimden kımıldamadım, bir şey de demedim. Adam tekrar el kol hareketleriyle beni oradan uzaklaştırmaya çalışıyordu:
“Hadi kaybol buradan! Amma da yüzsüzsün be!”
Ben yine yerimden kımıldamadım:
“Dilenci değilim ben!”
“Affedersiniz küçük bey… Ne işiniz var burada peki?”
“Bir işim yok. Bakıyorum sadece.”
Sonra da yürüdüm gittim. Adam da mağazanın içine girdi. O sırada su kanalının kenarında parlayan beyaz bir fayans parçası gözüme ilişti. Artık yerimde duramazdım. Fayansı yerden kaldırdım, sonra da kolumdaki tüm güçle mağazanın kocaman camına fırlattım. Büyük cam kırılıp, tuzla buz oldu. Camın kırılırken çıkardığı o ferahlatıcı ses, sanki yüreğimin üstündeki bir yükü kaldırmış gibiydi. Sonra da tabanları yağlayıp öyle bir koştum ki arkamdan kuş olup uçsalar yakalayamazlardı. Bu şekilde ne kadar koştum, kaç cadde geçtim bilmiyorum, ama sonunda Ahmet Hüseyin’e rastlayınca mağazadan epeyce uzaklaşmış olduğumu anladım.
Ahmet Hüseyin her zaman yaptığı gibi, kız ortaokulunun önünde bir sağa bir sola volta atıyor, içinden kız çocuklarının indiği arabaların yanına yaklaşıp dilencilik ediyordu. Bu, Ahmet Hüseyin’in her sabah yaptığı rutin işiydi. O kadar zamanın ardından, Ahmet Hüseyin’in kimin yanında kaldığını hiç anlayamadım, ama Kasım onun dilencilik yapan ninesiyle birlikte yaşadığını söylemişti. Çocuğun kendisine sorulunca, bu konuda hiç konuşmazdı.
Okulun giriş zili çalınca, tüm çocuklar sınıflarına girdiler, biz de yolumuza devam ettik. Ahmet Hüseyin, “Bugün hiç iş yapamadım, herkes cebinde bozuk parasının olmadığını söylüyor.” diyerek yakındı.
“Nereye gidiyoruz şimdi?”
“Böyle yürüyüp gezelim biraz.”
“Ama böyle gezilmez ki… Gidip Kasım’ı bulalım da birer bardak ayran içelim.”
Kasım işlek bir caddenin kenarında, bardağı bir kırana ayran satardı. Yanına her gittiğimizde bize de birer bardak bedava ayran içirirdi. Kasım’ın babası, Hacıabdulmahmud Caddesi’nde eski elbiseler alır satardı. On beş bine bir gömlek, yirmi beş bine iki uzun don, yedi sekiz tümene ceket pantolon satardı. Kasım’ın ayran sattığı yerle, Hacıabdulmahmud Caddesi arasında bir dönemeç vardı sadece. Babasının çalıştığı caddenin duvarları ve kaldırımlarının üstü, ikinci el kıyafetlerle doldurulmuştu, giysilerin başında duran adamlar da bağıra çağıra bunları satmaya çalışıyordu. Kasım’ın babasının da bu caddede çok ufak bir dükkânı vardı, akşam olunca karısı ve çocuğuyla birlikte burada yatarlardı. Ayrıca başka bir evleri yoktu. Kasım’ın annesi, sabahtan akşama kadar dükkânda veya cadde üzerinde yakın bir yerde, kocasının sağdan soldan satın aldığı eski püskü giysileri yıkayıp temizler, sonra da yırtık ve söküklerini yamayıp diker, satılacak hâle getirirdi. Hacıabdulmahmud Caddesi toprak zeminli bir yerdi, su kanalı bile geçmezdi yanından, arabalar da girmezdi o caddeye.
Ahmet Hüseyin’le bir iki saat kadar yürüdük ve Kasım’ın ayran sattığı yere vardık. Kasım, yerinde yoktu. Hacıabdulmahmud Caddesi’ne gittik biz de. Babasının dediğine göre, Kasım, annesini sağlık ocağına götürmüştü. Kasım’ın annesi her zaman hastaydı, ya bacakları ağrırdı ya da karnı.
Öğlene yakın saatlerdi. Ahmet Hüseyin ve Ziver’in oğluyla birlikte, Nadiri Caddesi’ndeki benim oyuncakçı dükkânının önünde, Deve’nin yanı başına çömelmiş çekirdek çitliyor, bir yandan da Deve’nin fiyatı hakkında konuşuyorduk. Sonunda kalkıp mağazaya girmeye ve tezgâhtara fiyatını sormaya karar verdik. Tezgâhtar bizi görünce, dilenci olduğumuzu düşünmüş olmalıydı. Biz daha kapıdan girmemiştik ki bağırdı:
“Dışarı çıkın, bozukluğumuz yok!”
Dışarıdaki Deve’yi göstererek,
“Dilenci değiliz biz, şu Deve kaç para?” diye sordum.
Adam hayret etti, duyduklarına inanamayarak,
“Deve mi?” diye sordu.
Ahmet Hüseyin’le Kasım da arkamdan aynı soruyu tekrarladı:
“Evet, Deve’yi soruyoruz. Kaç para?”
“Çıkın dışarı yahu! Deve satılık değil!”
Mağazadaki adamın bu sözü çok bozmuştu bizi, mecbur dışarı çıktık. Hem sanki satılık olsa ve fiyatını söylese, o kadar paramız mı vardı ki alabilelim? Deve olduğu yerde durmaktaydı hâlen. Üçümüzü birden sırtına alıp, dere tepe gezdirir de yine de zerre kadar yorulmaz gibi geliyordu bize. Ahmet Hüseyin’in eli güçlükle Deve’nin karnına yetişebiliyordu. Ziver’in oğlu da kolunu kaldırmış, yetişip yetişmediğine bakacaktı ki satıcı dışarı çıktı ve Kasım’ın kulağına yapıştı:
“Ulan eşek herif, görmüyor musun dokunmayın yazıyor üstünde!”
Satıcı bunu söyledi ve Deve’nin sırtına iliştirilmiş bir kâğıdı gösterdi. Kâğıtta bir şeyler yazıyordu, evet, ama biz hiçbirimiz okuma yazma bilmiyorduk ki! Oradan uzaklaştık ve çekirdeklerimizi çitleye çitleye parka doğru yollandık. Bir süre sonra, Ziver’in oğlu uykusunun geldiğini söyledi ve parkın içinde uygun bir yer bulup uzandı. Ahmet Hüseyin’le ikimiz, Şehir Parkı’na gitmeye karar verdik. Hava sıcak ve bunaltıcıydı. Öyle bir terlemiştik ki sorma gitsin… İkimizde de bir şey konuşacak mecal kalmamıştı. İçimden, “Keşke şimdi annemin yanında olsaydım.” diye geçiriyordum. Kendimi yalnız ve garip hissetmiştim.
Parkın girişinde, Ahmet Hüseyin bir satıcıdan iki binlik verip bir sandviç aldı, bir ısırık almam için bana da uzattı. Sonra da su kanalında yıkanmak için, her zamanki yerimize gittik. Biraz ötemizde de bizden önce gelmiş olan birkaç çocuk yıkanıyor, birbirlerine su sıçratıyorlardı. Ama Ahmet Hüseyin’le ikimiz, sakin bir şekilde suyun içine uzandık, uslu uslu vücudumuzu yıkayıp serinledik ve onların yaptığı gibi şakalaşmaya girişmedik. O sırada park bekçisi geldi ve bağıra çağıra hepimizi suyun başından kovdu, biz de kaçtık ve güneşli bir yer bulup oturduk. Oturduğumuz yerde toprağın üzerine deve şekilleri çiziyorduk ki babamın sesini duydum. Ahmet Hüseyin bizden ayrılıp gitti. Babamla ciğerciye gittik ve öğle yemeğimizi yedik. Babam benim konuşmadığımı ve düşünceli olduğumu görünce,
“Latif, ne oldu, iyi görünmüyorsun?” diye sordu.
“Hiç, bir şeyim yok.” dedim.
Yemekten sonra parka geldik, ağaçların gölgesinde biraz kestiririz diye düşünüyorduk. Babam, bir o yana bir bu yana döndüğümü ve bir türlü uykuya dalamadığımı gördü.
“Latif, ne oldu, kavga mı ettin? Birisi bir şey mi dedi sana? Hadi söyle bana, ne oldu?”
Bense hiç konuşacak durumda değildim. Hiç konuşmadan, böyle sessiz sakin kendi kendime içlenmek istiyordum o an. Keşke annem yanımda olsaydı da ona sımsıkı sarılıp kucaklasaydım, öpebilseydim. Birden ağlamaya başladım ve başımı babamın göğsüne dayayıp gizledim. Babam kalkıp oturdu, beni kucaklayıp iyice sokuldu ki rahat rahat ağlayabileyim diye. Ama babama yine bir şey söylemedim. Sadece annemi özlediğimi söyleyebildim. Sonra da derin bir uykuya daldım. Uyandığımda, babamı baş ucumda oturur buldum, bağdaş kurmuş, yoldan gelip geçeni seyrediyordu. Ayağını dürttüm,
“Baba!” diye seslendim.
Babam bana baktı, saçlarımı okşadı, “Uyandın mı aslan oğlum?” dedi.
Olumlu anlamda salladım başımı.
Babam:
“Yarın memleketimize geri döneceğiz, annenin yanına. Orada bir iş bulur çalışırız, ne de olsa bir lokma ekmek işte… Olmazsa da olmaz. Orada her ne olursa buradan bin kat iyidir. Perişan olduk buralarda, onlar da memlekette sersefil.”
Yolda, parktan otobüs garına gidene kadar, eve döneceğimize sevinmem mi yoksa üzülmem mi gerektiğini bilemedim. Deve’mden uzak kalmayı hiç istemiyordum. Yapabilsem, Deve’mi de yanımda götürürdüm, o zaman hiçbir üzüntüm kalmazdı.
Bilet almak için gara gidiyorduk, yine caddelerden yollardan geçtik. Babam, zerzevatçılık yaptığı el tezgâhını ne olursa olsun akşama kadar satmak istiyordu. Ben de ne olursa olsun gidip Deve’yi son bir kez görebilmek arzusundaydım. Akşam vakti gara yakın bir yerde buluşup, orada bir yerde uyumak üzere anlaştık. Babam beni o durumdayken tek başıma göndermeyi hiç istemiyordu, ama yalnız gidersem biraz yürüyüp dolaşacağımı ve açılacağımı söyleyip ikna ettim.
Gün batımına doğruydu vakit. Kaç saattir orada öylece durup Deve’yi seyrediyordum bilmiyorum, bir anda lüks bir otomobil yanaştı caddenin kenarına. Deve ile benim yanıma gelip durdu. Arabanın içinde bir adamla cici bir kız çocuğu oturuyordu, ikisinin de üstü başı tertemizdi. Kızın gözü Deve’ye kayınca gözleri zevkten parıldadı ve gülümsedi. Tedirgin oldum onu öyle görünce, yoksa benim Deve’mi satın alıp evlerine mi götüreceklerdi? Kız, babasının elini tuttu ve otomobilden dışarı çıkarttı:
“Çabuk ol babacık! Bizden önce birileri gelip almasın onu!”
Babayla kızı mağazaya girmek için davrandılar, ama baktılar ki dükkânın girişinde ben dikiliyorum ve yolu kapatmış durumdayım. O an ne hissettiğimi hiç bilmiyorum. Korkuyor muydum? Ağlamaklı mı olmuştum? Bir şeyin yasını mı tutuyordum? Ne hissettiğimi bilmiyorum. Tek bildiğim, kızla babasının yolunu kestiğim ve sürekli olarak,
“Beyefendi, bu Deve satılık değil, sabahleyin satıcı kendisi söyledi bana, inanın ki satılık değil.” diye konuşmamdı.
Adam beni sertçe kenara itti:
“Yolu niye kapatıyorsun be çocuk, çekil kenara!”
Sonra da ikisi birlikte mağazaya girdiler. Adam, mağazanın sahibiyle konuşmaya daldı. Kız ise sürekli arkasına bakıyor, Deve’yi seyrediyordu. Öyle cıvıl cıvıl bir hâli vardı ki onu gören, hayatta bir kere olsun üzülmediğini iddia edebilirdi. Benimse dilim lal olmuş ayaklarım kilitlenmiş gibiydi, eşikte öylece duruyor içeriye bakıyordum. Maymunlar, deve yavruları, ayılar, tavşanlar ve diğerleri beni seyrediyordu. Hepsinin de beni o durumda gördükleri için içlerinin cız ettiğini biliyordum.
Kızla babası, mağazadan dışarı çıkmak üzereydiler. Adam iki binlik bir sikkeyi bana doğru uzattı. Ben ellerimi arkamda birleştirdim ve adamın suratına öylece baktım. Adam bu bakışlarımdan ne anladı bilmiyorum, ama parayı hızlıca cebine koydu ve geçip gitti önümden. Mağazanın sahibi de onun ardından beni dükkânın eşiğinden uzaklaştırdı. Mağazanın çalışanlarından iki kişi dışarı çıktı ve Deve’ye doğru ilerlediler. Kız gidip otomobilin içinde oturdu ve Deve’ye bakmaya başladı, oyuncağının getirilmesini bekliyordu. Mağazanın işçileri deveyi iki yanından tutup havaya kaldırdıklarında, birden öne fırladım ve Deve’nin bir bacağına yapıştım,
“Hayır, durun, bu benim devem, durun nereye götürüyorsunuz onu, bırakmam!” diye feryat figan bağırıyordum.
İşçilerden biri:
“Çekil kenara velet! Delirdin mi sen?”
Kızın babası da mağazanın sahibine beni gösterip,
“Dilenci mi bu?” diye sordu.
Çevredeki gelip geçen insanlar da olayı seyretmek için durmuş bakıyorlardı. Ben Deve’nin bacağını bırakmıyordum. Sonunda, işçiler havaya kaldırdıkları Deve’yi yere bırakmaya ve önce beni oradan uzaklaştırmaya mecbur kaldılar. Kızın sesi otomobilin içinden bile duyulabiliyordu,
“Babacığım bırakmayın şunu, el sürmesin oyuncağıma.” diyordu.
Adam gidip direksiyonun başına oturdu. Deve’yi otomobilin arka koltuğuna yerleştirdiler. Otomobil tam hareket etmek üzereyken yerimden fırladım ve onlara doğru koştum. İki elimle birden otomobile sıkıca yapışmış feryat ediyordum âdeta:
“Durun, benim Deve’mi nereye götürüyorsunuz? Bırakın, o benim Deve’m!”
Sanıyorum bu feryadımı kimse duymadı. Bağırmaktan sesim o kadar kısılıp gitmişti ki sanki feryadım boğazımın içinde boğuluyor, ağzımdan dışarı çıkmıyordu artık. Birisi gelip beni otomobilin yapışmış olduğum arka tarafından ayırdı ve kızla babası gitti. Ellerim yavaş yavaş boşluğa düştü, ben de artık ayakta duramadım, yüzüstü asfalt yolun üstüne yığıldım. Deve’me son bir kez baktım, otomobilin arkasında konulduğu yerden bana bakıyordu, gözlerinde yaş vardı ve boynundaki çanı sinirli sinirli sallıyor, sesi dışarıya kadar geliyordu.
Düşerken burnumu yere çarptığım için, yüzüm kan içinde kalmıştı. Ayaklarımı yere vura vura, hıçkırıklar içinde ağladım da ağladım…
O anda, mağazanın vitrinindeki makineli tüfeğin elimde olmasını ne kadar da çok isterdim.
BİR ŞEFTALİ BİN ŞEFTALİ
Fakir ve susuz bir köyün hemen yanı başında, oldukça geniş bir bağ vardı. Öyle güzel bir bağdı ki bu, yemyeşil ve düzenli, her bir yanı meyve ağaçlarıyla dolu, içinden geçen suyu bol… Bağ o kadar genişti ve ağaçlarla dopdoluydu ki, eline bir dürbün alıp bir ucundan bakmak istesen, diğer ucunu göremezdin.
Köyün ağası, birkaç yıl önce, köydeki toprakları parçalara ayırmış ve köylülere satmış, fakat bu güzelim bağı kendine ayırmıştı. Elbette, köylülere sattığı topraklar ne düzdü ne de ağaçlık. Engebeliydi, suyu da yoktu üstelik. Aslında, vadinin tam ortasında tek bir düz arazi vardı, işte o arazi de ağanın sahiplendiği bağıydı. Ağa, vadiye bakan diğer verimsiz toprakları, tepelik arazi ve yokuşlarıysa köylülere satmış, onlar da bu topraklara buğday ve arpa ekmişlerdi.
Her neyse, bir kenara bırakalım şimdi bunları, hem belki öykümüzle de bir ilgisi yoktur bunların.
Bu bağda iki tane şeftali ağacı yetişmişti, bir tanesi diğerinden daha küçük ve gençti. Bu iki ağacın da hem yaprakları hem de çiçekleri tıpatıp diğerine benzerdi, o kadar benzerdi ki, bu iki ağacı gören herkes daha ilk bakışta her ikisinin de aynı tür olduğunu anlayıverirdi.
Ağaçların daha büyük olanı aşılıydı, her yıl kocaman, kıpkırmızı ve göz alıcı şeftaliler verirdi. Bu meyveler o kadar iri olurdu ki, avuca zor sığardı, insan ısırıp yemeye kıyamazdı.
Bahçıvanın dediğine göre, bu ağacı yabancı bir mühendis aşılamıştı ve aşılarken kullandığı sürgünü de kendi memleketinden getirmişti. Böylesine masraf edilen bir ağacın şeftalilerinin ne kadar değerli olacağı herkesin malumudur.
Kem gözler ilişip de nazar değdirmesin diye, birer ufak tahta parçasının üzerine (Kuran’dan) “Ve in yekâd…” ayeti yazılıp, her iki ağacın da üzerine iliştirilmişti.
Buna karşılık, küçük şeftali ağacı her yıl binlerce çiçek açmasına rağmen, bir tane olsun şeftali vermezdi. Ya çiçekleri dökülür ya da henüz olgunlaşamadan meyveleri kuruyup düşerdi. Bahçıvan, bu küçük şeftali ağacı için elinden geleni yapıyor, ama ağacın durumunda hiçbir değişiklik olmuyordu. Yıldan yıla yeni yeni dalları ve çiçekleri ortaya çıkıyor; buna rağmen, şifa niyetine olsun, bir tane bile şeftali vermiyordu.
Bahçıvanın aklına küçük ağacı da aşılamak fikri geldi, ama ağaçta yine bir değişiklik olmadı. Besbelli iş inada binmişti sanki! Bahçıvan bu durumdan bıkıp usanmıştı artık. Sonunda, bir küçük oyun oynayıp, ağacın gözünü korkutmayı düşündü. Gidip testeresini getirdi, karısına da seslenip yanına çağırdı, ardından başladı küçük şeftali ağacının hemen önünde testeresinin dişlerini bilemeye. İşini bitirdi, testerenin dişlerini iyice biledi. Sonra geri geri yürüyüp birden ağacın üzerine doğru hamle yaptı elinde testeresiyle. Öylesine tehdit edercesine yürüyordu ki, hâlinde âdeta “Şimdi seni kökünden keseyim de gör, hele bakayım şeftalilerini bir daha dökebilecek misin!” der gibi bir eda vardı.
Bahçıvan ağaca doğru hışımla adım atmaya başlamıştı ki, daha yolun yarısına gelmeden, karısı arkasından yetişip kolunu tuttu: “Ölümü gör, yapma! Sana söz veriyorum, önümüzdeki yıldan itibaren şeftalilerini artık dökmeyecek, büyütüp olgunlaştıracak. Ama, yok eğer yine tembellik etmeye devam ederse, işte o vakit ikimiz bir olur keseriz, odunlarını da ateşe atar yakarız, varsın kül olsun!”
Ama gel gör ki, bu hile ve gözdağı da ağacın huyunu suyunu değiştirmeye yetmedi.
Şimdi hepiniz küçük şeftali ağacının asıl derdinin ne olduğunu ve niye bir türlü olgun ve güzel meyveler vermediğini merak ediyorsunuz, öyle değil mi? Pekâlâ, o zaman hikâyemizin bundan sonrasını doğrudan kendisi anlatsın bakalım…
İyi dinleyin o hâlde…
***
Kulaklarınızı iyice açın da küçük şeftali ağacımız ne söylemek istiyor iyi dinleyin. Artık hiç ses çıkarmayın, bakalım küçük şeftali ağacı ne söyleyecek bize. İşte kendi hikâyesini anlatıyor:
“Biz yüz, yüz elli tane şeftaliydik, bir sepetin içinde duruyorduk. Güneş vurup da narin tenimizi kurutmasın, al yanaklarımız toza bulanmasın diye, bahçıvan içinde bulunduğumuz sepetin üzerini ve yan taraflarını asma yapraklarıyla örtmüştü. İncecik yaprakların arasından yeşil bir ışık süzülüp bize ulaşıyor ve yanaklarımızın kızıllığıyla buluştuğunda, gönül ferahlatan bir manzara çıkarıyordu ortaya.
Bahçıvan, sabah güneş henüz doğmadan toplamıştı bizleri, o yüzden üzerimiz serin ve nemliydi. Sonbahar gecelerinin soğuğu üzerimizdeydi hâlen. Yeşil yaprakların arasından süzülüp gelen ışık ise sıcağı taşıyordu içimize.
Elbette hepimiz aynı ağacın çocuklarıydık. Bahçıvan, her yıl bu vakitlerde annemin dallarından topladığı şeftalileri sepete doldurur ve şehire götürürdü. Oraya vardığında, doğruca ağanın evine gidip kapısını çalar ve sepeti teslim edip köye dönerdi. Tıpkı şimdi de yaptığı gibi…
Dedim ya, biz yüz, yüz elli tane olgun ve sulu şeftaliydik. Biraz da kendimden bahsedeyim; tatlı ve lezzetliydi benim suyum, kabuğum o kadar ince ve narindi ki neredeyse dolgunluğumdan çatlayıverecekti. Yanaklarım o denli kırmızıydı ki, bir görsen, muhakkak sanırdın ki çıplak kalmışım da onun utancıyla kızarmışım. Üstelik sonbahar şebnemleri üstümü başımı öylesine ıslatmıştı ki, sanki sudan yeni çıkmış gibiydim.
İçimdeki sert ve iri çekirdeğim yepyeni bir hayatın düşünü kuruyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, yepyeni bir hayatı düşleyen bendim. Çekirdeğim ayrı bir varlık değil ki benden…
İlk bakışta hemen fark edileyim diye, bahçıvan sepetin en üstüne, diğer şeftalilerin tepesine koymuştu beni, muhtemelen diğerlerinden daha iri ve sulu olduğum için. Bununla böbürleniyor değilim. Nihayetinde, büyüyüp olgunlaşma fırsatı bulabilen bütün şeftaliler iri ve sulu olacaktır tabi. Ama tembellik eden ve kurtlara aldanan, onların kendi kabuklarına, iç kısımlarına ve hatta çekirdeklerine kadar girmelerine izin veren şeftalilerse gelişemeyecektir.
Sepette öylece oturup duruyor olsaydım, doğruca ağanın evine götürülecektim, orada da ağanın biricik şımarık kızının kısmetine düşecektim. Ağanın kızı da yanağımdan bir ısırık alacak, sonra da bir köşeye fırlatıp atacaktı beni. Ağanın evi, kapısından içeri bir tane kayısı, salatalık veya şeftalinin uğramadığı Sahip Ali ve Polat’ın evi gibi değildi. Bahçıvanın dediğine göre, ağa, kızı için yurt dışından hususi meyve getirtiyormuş. Sipariş veriyormuş, bunun üzerine portakal, muz, üzüm, hatta çilek bile getirtiyormuş uçakla. Bunun için de elbette su gibi para harcaması gerek. Şimdi sen hesap et bakalım, ağanın kızının kıyafet, okul, yeme içme, doktor, bakıcı, uşak, oyuncak, gezme tozma gibi işleri için ne kadar daha para lazım olduğunu… Öyle ayda on bin Tümen[1 - İran’da kullanılan gayriresmî para birimi. (ç.n.)] falan deme, o kadar bile yetmez bu işlere.
Neyse, konumuzdan uzaklaştık…
Bahçıvan sepeti yüklendi, bağın ortasındaki yoldan geçerken ayağını bastığı yerdeki bir fare yuvası çöküverdi, neredeyse düşüp yere kapaklanacaktı, neyse ki bir şekilde dengesini korudu da düşmedi. Ama bu sendeleme sırasında elindeki sepet sallanınca, ben kayıp yere düştüm. Bahçıvan ise benim düştüğümü fark etmedi bile, öylece geçip yürüdü gitti.
Güneş artık ortalığı iyice ısıtmaya başlamıştı, toprak bir miktar sıcaktı ama güneş epeyce yakıyordu. Tenim serin olduğu için, güneşin bana çok sıcak geldiğini düşünüyordum.
Sıcaklık ağır ağır kabuğumu aşıp, içime işlemeye başlıyordu şimdi. İçimdeki su bile ısınmıştı, o sırada çekirdeğime kadar ulaştı sıcaklık. Çok geçmedi ki susadığımı hissetmeye başladım.
Hâlbuki annemin yanındayken, ne zaman susasam onun suyunu içerdim, bir de daha fazla üzerime vurup da beni ısıtsın diye doğrudan güneşe bakar dururdum. Güneş ışınları üzerime gelir, yanaklarımı sıcacık yapardı. Annemden suyu emdikçe, besinimi alırdım ve içimdeki su coşup kaynamaya dururdu. Günbegün, irileştikçe irileşir, daha güzel, daha kırmızı ve iyice sulu bir şeftali hâline gelirdim. Yüzümdeki damarlar böyle böyle daha da kızıllaşırdı, ben ağırlaştıkça ağırlaşır, annemin kolunu yere doğru eğer, esintiyle ağır ağır sallanırdım.
Annem bana seslenirdi:
“Benim güzel kızım, güneşten kaçırma kendini. Bizim dostumuzdur güneş, toprak bize gıda verir, güneş de bizim için pişirip hazırlar onları. Hem bak, güneş sayesinde daha da güzelleşiyorsun sen. Güneşten kendini sakınanların ise benizleri sararıp solmuş, vücutları da hep kemik kemik olmuş. Bak benim güzel kızım, olur da bir gün güneş dünyaya küser de ondan ışığını esirgeyecek olursa, artık bu yeryüzünde tek bir canlının bile yaşayabilmesi mümkün olmaz. Hiçbir canlı, ne bir bitki ne de herhangi bir hayvan…”
Bu yüzden kendimi hiç sakınmadan güneşin önüne uzatır, güneşin sıcaklığını kabuğumla ve tüm vücudumla âdeta emer ve içimde toplardım. Bu şekilde günden güne güçlendiğimi fark ederdim. Sürekli sorar dururdum kendi kendime: “Eğer günün birinde, birisi güneşi kızdırır ve gücendirirse, o da bize küserse, hâlimiz ne olur o zaman?”
Düşündüm ama cevabını bulamadım, nihayet bir gün anneme sordum:
“Anneciğim, günün birinde Güneş Hanım’ı kızdırırlarsa ve o da küsüp darılırsa ne yaparız?”
Annem yapraklarıyla yüzümdeki tozu sildi ve cevap verdi:
“Neler düşünüyorsun böyle! Sen ne kadar akıllı bir kızsın. Güzel kızım, biliyorsun ki Güneş Hanım öyle birkaç kişinin yanlışı yüzünden bütün herkese küsüp darılmaz. Ama yavaş yavaş ışığını ve sıcaklığını kaybedip de ölebilir. İşte o zaman ya başka bir güneş bulmamız gerekir kendimize veya karanlıkta kalır, sonra da soğuktan donar ve buz tutarız.”
Sahiden, hikâyemizin neresinde kalmıştık?
Ha evet, en son sıcaklık iyice içime işleyip çekirdeğime kadar varmıştı ve ben susamaya başlamıştım. Bir süre sonra içimdeki su kaynamaya ve kurumaya başlayan kabuğumu çatlatmaya başladı. O esnada bir karınca hızlı hızlı karşıdan gelip yanıma yaklaştı ve etrafımda dönüp durmaya başladı.
Sepetten düştüğümde kabuğum bir noktadan çatlamış ve o çatlaktan birkaç damla öz suyum dışarıya sızmıştı, güneş vurunca da olduğu yerde katılaşmaya durmuştu. Karınca hortumunu kurumaya yüz tutan suya soktu ve sonra geri durdu. Bir süre açtığı deliklere bakıp göz gezdirdi. Ardından boynuzlarını dikip bir kez daha denedi. Ayaklarını sımsıkı yere bastırıp iyice zorladı, o kadar asıldı ki bir an hortumu kopacak sandım. Biraz daha zorladıktan sonra, artık katılaşmış durumdaki öz suyumu yapıştığı yerden sökebildi, sonra sevinç içinde koşa koşa uzaklaştı yanımdan.
Tam bu esnada bir ses duydum. İki kişi duvarın üzerinden zıplayıp aştı ve koşa koşa benim bulunduğum tarafa doğru geldiler. Sahip Ali ve Polat’tı bu gelenler, meyve yiyip karınlarını doyurmak için gelmişlerdi bağa. Diğer köylülerin aksine, bahçıvanın elindeki tüfekten hiç korkuları yoktu bunların. Köylüler adımlarını atmazlardı bağdan içeriye, ama Sahip Ali ve Polat yalın ayak, üzerlerinde yamalı ve yırtık pantolonlarıyla bağın içinde dolaşır dururlardı sürekli. Bahçıvan birkaç sefer arkalarından tüfeğiyle ateş etmiş, ama Polat ve Sahip Ali tabana kuvvet kaçıp kurtulmuşlardı mermilerden. O sıralarda her ikisi de yedi sekiz yaşlarında çocuklardı. Uzun sözün kısası, o gün koşa koşa yanımdan geçip gittiler ve doğruca annemin yanına vardılar. Biraz sonra gördüm ki geri dönüyorlar, ama yüzlerinden düşen bin parça. Konuşmalarından anladığım kadarıyla bahçıvana kızıyorlardı.
Polat:
“Bak gördün mü? Bu da bağın son meyvesi, ama bir tanesi bile kısmet olmadı bize.”
Sahip Ali:
“Ama ne yapabilirdik ki? Herif bir ay boyunca elinde tüfekle o ağacın dibine oturdu, bir an bile ayrılmadı ki bir yere.”
Polat:
“Lanet adam, bir tane bile bırakmamış bize. Ah be şimdi olsaydı şöyle sulu sulu bir tane şeftali o ağaçtan da yiyeydim ağzıma doldura doldura! Geçen yıl ne kadar çok yemiştik, hatırlıyor musun?”
Sahip Ali:
“Ulan sanki biz insan değiliz. Şu bağdaki her bir şeyi tek tek toplayıp, o herife götürüp veriyoruz zıkkımlansın diye. Ama bunların hepsi bizim yüzümüzden oluyor, hepimiz miskin miskin oturup o pislik herifin bütün köyü yağmalamasını seyrediyoruz hep birlikte.”
Polat:
“Sahip Ali bana bak! Ya bu bağ tamamen köyün ortak malı olur ya da buradaki bütün ağaçları ateşe veririm.”
Sahip Ali:
“İkimiz birlikte yakalım!”
Polat:
“Namussuzum yakmazsak!”
Sahip Ali:
“Yakmazsak bize de adam demesinler!”
İyice öfkelenen çocuklar, oldukları yerde öyle kızıp sağa sola tekme savuruyorlardı ki, ayaklarının altında kalıp bir tekme de ben yiyeceğim diye korktum. Ama yok, yemedim tekmeyi. Tam önlerinde duruyordum. Bu sırada Polat’ın ayağına bir diken battı. Bunun üzerine ayağından dikeni çıkarmak için eğilirken, bir anda beni fark etti yerde, bunun üzerine ayağını da dikeni de unuttu. Sonra yerden tutup kaldırdı beni ve Sahip Ali’ye gösterip seslendi:
“Bak Sahip Ali!”
Çocuklar beni sevinç içinde elden ele dolaştırdılar bir süre. Ama öylece yemek istemediler beni, dişlerinin arasında tadımı iyice çıkartmak için önce bir soğutup serinletip daha lezzetli hâle getirmek istediler. Nasırlanmış ve çatlak çatlak olmuş elleri derimi tahriş ediyordu, ama varsın öyle olsun, memnundum ben hâlimden. Çünkü biliyordum ki, son damlama kadar büyük bir iştah içinde yiyecekler, yedikten sonra da dilleriyle dudaklarıyla yalanıp, parmaklarını emeceklerdi. Günlerce ve haftalarca o güzelim tadım damaklarında kalacaktı.
Sahip Ali:
“Polat, yemin ederim bugüne kadar hiç böyle iri bir şeftali görmemiştim.”
Polat:
“Yok valla, hiç görmemiştik.”
Sahip Ali:
“Hadi havuzun kenarına gidelim, suda serinletip öyle yiyelim, daha lezzetli olur.”
Öyle büyük bir dikkatle götürdüler ki beni, sanki camdan yapılmıştım da en ufak bir sarsıntıda düşüp kırılıverecektim.
Havuzun kenarı gölgelik ve serin bir yerdi. Söğüt ve kavak ağaçlarının varlığı öyle bir gölge yapıyordu ki, daha ilk nefeste serinliği ta çekirdeğime kadar içimde hissettim. Sonra dikkatli bir şekilde suyun içine bıraktılar, dört küçük nasırlı el suyun dibine gömülmemem için dikkatle suyun içerisinde tutuyordu beni. Su buz gibi soğuktu.
Biraz dinlendikten sonra Polat arkadaşına seslendi:
“Sahip Ali!”
Sahip Ali:
“Hı ne oldu?”
Polat:
“Diyorum ki bu şeftali var ya, çok para eder.”
Sahip Ali:
“He ya, eder!”
Polat:
“Eder demek yetmez. Ne kadar eder sence?”
Sahip Ali durup düşündü bir süre.
“Yani ben de çok para eder diyorum işte.” dedi.
Polat:
“Yani ne kadar eder?”
Sahip Ali biraz daha düşündü:
“Şöyle iyice bir soğutursak… Ama öyle adamakıllı soğutmalıyız ha… Bin Tümen eder.”
Polat:
“Sen de para yüzü mü görmüşsün sanki, bin Tümen de para mı yahu!”
Sahip Ali:
“İyi be, sen de maşallah hazinelerin başında oturuyorsun sanki! De bakalım kaç para eder?”
Polat:
“Yüz Tümen!”
Sahip Ali:
“Bin Tümen yüzden fazla değil mi?”
Polat:
“Hay canın çıkmasın! Ben kendi kafamdan mı uyduruyorum! Babamdan işitmiştim.”
Sahip Ali:
“Eğer öyleyse, belki ikisi de birdir ha! Ben de kafadan atmıyorum, babam demişti.”
Polat hafifçe dokunup yokladı beni:
“Ellerim dondu be! Bunu yeme vakti geldi artık.”
Sahip Ali de usulca okşadı tenimi:
“Hı hı, iyice soğumuş bu.”
Böyle dedikten sonra, sudan çıkardılar beni. Sudan çıktığımda, dışarısının sıcaklığını hissettim birden. Artık bir an önce ısırıp yesinler istiyordum beni, yesinler de görsünler hayal ettiklerinden bile çok daha lezzetli olduğumu… Güneşten ve annemden aldığım tüm gıdaları, suyu ve sıcaklığı bu iki köylü çocuğunun bedenine ulaştırmak arzusundaydım.
Polat ve Sahip Ali beni yemeye karar verdikleri sırada, bütün ömrüm boyunca kaç defa bir hâlden diğerine girdiğimi ve ileride kim bilir kaç defa daha gireceğimi düşünüp durmaktaydım. Kendi kendime şöyle düşündüm: “Bir zamanlar vücudumun zerreleri toprak ve su idi, bazıları da güneş ışığıydı. Annem bunların her birini azar azar topraktan emdi ve ta dallarının uçlarına kadar eriştirdi. Sonra annem tomurcuklandı, ardından çiçek açtı ve ben yavaş yavaş ortaya çıktım sonuçta. Vücudumdaki her bir zerreyi annemin bedeninden az az emdim ve sonra da güneşin ışınlarıyla karıştırıp bir araya getirdim onları. Böylece çekirdeğim, kabuğum ve bütün bedenim oluştu, sonuçta olgun ve sulu bir şeftali hâline geldim işte. Şimdiyse Polat ve Sahip Ali beni yiyecekler, bir süre sonra da her bir zerrem bu sefer onların etine, kemiğine ve saçına karışacaktı. Elbette, onlar da günün birinde ölüp toprağa karıştıklarında, bu sefer bedenimin zerreleri ne olacak, başlarına neler gelecekti?”
Çocuklar karar verdiler, yiyecekler beni. Sahip Ali beni tutup Polat’a uzattı.
“Bir ısırık al.” dedi.
Polat bir ısırık aldı ve beni Sahip Ali’ye uzattı, bir yandan da dudaklarını emip yalanmaya başladı. Sahip Ali de bir ısırık aldı ve tekrar Polat’a verdi beni. Tam da kendi kendime düşünüp kurduğum gibi, tadım damaklarında kalmıştı işte.
Bedenimin yumuşak kısmı yavaş yavaş kayboluyordu ortadan, ama çekirdeğim yepyeni bir hayatın düşü içindeydi şimdi. Bir dakika kadar sonra şeftali olarak benden geriye pek bir şey kalmamıştı. Ama çekirdeğim ne zaman ve ne şekilde yeniden yeşerebileceğinin hayalini kurmaktaydı. Ben işte böyle, belirli vakitlerde hem bir yandan ölüyor hem de diğer taraftan yeniden diriliyordum.
Polat son bir kez daha benden geri kalanı ağzına aldı ve son zerreme kadar etimi çekirdeğimi emdi. Beni iyice emip ağzından çıkardığında ise artık şeftali değildim. Bir çekirdekten ibarettim, canlı bir çekirdek… İçinde yepyeni bir hayatın tohumunu saklayan, sert kabuklu ve canlı bir çekirdek…
Tek ihtiyacım olan, kabuğumu çatlatıp filizlenmek için nemli bir toprağın altında birazcık dinlenmekti.
Çocuklar dilini damağını yalanıp da parmaklarını da birkaç kez iyice emdikten sonra, Polat “Şimdi ne yapacağız?” diye sordu arkadaşına.
Sahip Ali:
“Gidip suya girelim.”
Polat:
“Çekirdeğini de yemeyelim mi?”
Sahip Ali:
“Onun için ayrı bir planım var, bırak kalsın”
Polat bunun üzerine beni söğüt ağacının dibine bıraktı, sonra geri geri yürüdü ve koşa koşa suya yönelip, sırtüstü havuza atladı. Suya atlarken dizlerini karnına kadar çekmiş, elleriyle de dizlerini sarıp tortop olmuştu. Bir anlığına suya dalıp gözden kayboldu, sonra el ve ayaklarını çırparak ayağa kalktı. Bu arada etrafındaki çamurlar da havalanıp suya karıştı. Su çenesinin altına kadar erişiyordu. Yosunlar suyun üzerinde, başından, kulağından ve yüzünden sarkıyordu.
Sahip Ali:
“Polat yüzünü diğer yana doğru çevir.”
Polat:
“Niye ki, pantolonunu mu çıkaracaksın?”
Sahip Ali:
“Evet, babam yine yüzmeye geldiğimizi anlamasın. Çok döver yoksa beni.”
Polat:
“Daha öğleye kadar vaktimiz var eve dönmek için.”
Sahip Ali:
“Ne öğlesi ne vakti, tependeki güneşi görmüyor mu gözün?”
Bunun üzerine Polat başkaca bir şey demedi ve yüzünü diğer tarafa doğru çevirdi. Sahip Ali’nin suya atladığını çıkan sesten anlayana kadar da ona doğru bakmadı. Sonra birlikte yüzmeye başladılar, suyun altına daldılar ve birbirlerine su sıçratıp oynadılar havuzun içinde. Bir süre sonra, artık vaktin tamam olduğuna kanaat getirip sudan dışarı çıktılar. Polat pantolonunu birkaç sefer sıkıp suyunu akıttı. Beni de söğüdün dibinde koydukları yerden alıp yola koyuldular. Bağın dış duvarının üstünden atlayıp diğer tarafa geçtiler. Köyün evleri, ağanın bağından uzak bir yerdeydi.
Polat:
“Evet, çekirdek için bir planın olduğunu söylemiştin.”
Sahip Ali:
“Biraz gölge insin de gelip seni çağırırım. Tepeye çıkar, orada oturur konuşuruz. Planımın ne olduğunu anlatırım sana o vakit.”
Köyün sokakları tenhaydı, fakat epeyce sinek ve gübre kokusu sarmıştı her yanı. İrice bir köpek, duvarın üzerinden atlayıp hemen önümüzde bitiverdi. Polat köpeğin yüzünü ve başını okşadı, ardından da kendi evlerinin yolunu tuttu. Köpek de onun peşi sıra eve girdi.
Sokak dik bir yokuş hâlinde yukarı tırmanmaktaydı. O kadar dikti ki, Polatların evinin damıyla yol aynı seviyedeydi. Sahip Ali bütün bu damların arasından yürüyüp geçti ve birkaç ev ilerideki kendi evlerinin damına doğru seğirtti. Beni hâlâ sımsıkı avucunda tutuyordu. Yoldan kendi bahçelerinin içine doğru atladı, atlamasıyla annesinin bir saat kadar önce duvarın dibine döktüğü hayvan gübresinin içine dizlerine kadar batması bir oldu. Sahip Ali’nin bundan haberi yoktu tabi. Annesi sesi duyunca evden dışarı uzattı kafasını ve oğluna seslendi: “Sahip Ali çabuk ol oğlum, bir koşu babana bir lokma ekmekle su götürüver.”
Sahip Ali ahıra doğru yöneldi ve içeride bir köşede, gübre yığınının içerisinde bir delik açarak oraya gömdü beni. Artık karanlıktan ve gübre kokusundan başka bir şey hissetmez olmuştum. Orada bu vaziyette kaç saat kaldığımı bilmiyorum. Gübrenin o kesif kokusu neredeyse boğacak gibiydi beni. Neyse ki sonunda, üzerimdeki gübre yığınının kaldırıldığını hissettim. Sahip Ali’ydi bu. Beni çıkardı bulunduğum yerden, bir iki kere avucunun içinde ve parmaklarının arasında ovaladı, temizleyene kadar pantolonuna sildi. Geldiğimiz yolu takip edip geri döndük, Polat’ın evinin damına vardık. Polat’ın annesiyle kız kardeşi, bir yandan kendi damlarında tezek yaparlarken, bir yandan da duvarda kuruyan tezekleri çekip bir kenara yığmakta olan komşu kadınla çene çalıyorlardı.
Sahip Ali, Polat’ın annesine, arkadaşının nerede olduğunu sordu. Annesi, Polat’ın evde olmadığını ve keçiyi kırlara otlatmaya götürdüğünü söyledi.
Polat’ı tepenin başında bulduk. Evin kara keçisini otlaması için tepenin ardına salıvermiş, kendisi de köpeğiyle birlikte gözünü yola dikmiş oturmaktaydı. O anda birdenbire, kendi kabuğumun rengiyle, Polat ve Sahip Ali’nin tenlerinin renginin aynı olduğunu fark ettim. Her ikisi de güneşin altında o kadar yalın ayak baldırı çıplak dolanıp durmuşlardı ki, derileri iyice yanık renk almıştı artık.
Polat sabırsızlıkla:
“Eee, hadi anlat bakalım şu planını.”
Sahip Ali:
“Bir şeftali ağacının olmasını ister miydin?”
Polat:
“Hiç istemez olur muyum, deli misin?”
Sahip Ali:
“İyi o vakit, hadi gidelim.”
Polat:
“Keçiyi ne yapacağız?”
Sahip Ali:
“Eve bırakalım onu.”
Polat:
“Ama annem güneş batana kadar keçiyi eve götürmememi söyledi.”
Sahip Ali:
“O zaman köpeği burada bırakalım, keçiyi beklesin.”
Polat köpeğinin başını ve kulaklarını okşadı:
“Ben dönene kadar keçiye göz kulak ol, tamam mı?”
Üçümüz koşa koşa bağın duvarının dibine vardık.
Sahip Ali:
“Atla hadi!”
Polat:
“Planını daha fazla gizlemene gerek kalmadı artık. Anladım ben ne yapacağımızı. Şeftali çekirdeğini dikeceğiz.”
Sahip Ali:
“Evet bildin. Bağın öte tarafındaki sırtın ardına dikeriz çekirdeğimizi. Aradan birkaç yıl geçince bizim de bir şeftali ağacımız olacak. Neden başka bir yere değil de onu buraya dikeceğimizi sen de anlıyorsundur herhâlde.”
Polat:
“Tepede, kayaların arasında şeftali ağacı büyüyüp kök salamaz. Ağaç dediğin su ister, yumuşak yer ister.”
Sahip Ali:
“Tamam anlaşıldı, nutuk çekmeyi bırak şimdi. Ben yukarıya doğru çıkıp bahçıvana bakayım hele gelmiş mi diye.”
Bahçıvan şehirden dönmemişti henüz. Polat ile Sahip Ali, bağın sakin bir köşesinde, sırtın arka tarafında, bir parça toprağı kazdılar. Ardından beni toprağın içine yerleştirdiler ve elleriyle üzerime toprak atıp düzelttiler, işleri bitince de gittiler.
Kara ve nemli toprak beni sımsıkı kucakladı ve bağrına bastı. Tabii ki o sırada henüz yeşerecek durumda değildim. Yeşerebilecek güce erişebilmem için zamana ihtiyacım vardı.
Dışarının soğuğu toprağın içine kadar işleyince, artık kış mevsiminin geldiğini ve toprağın üstünün karla kaplanmış olduğunu anladım. Yarım karış kadar toprağın altı soğuktan donmuştu, ama daha da derinlikler sıcaktı ve beni soğuktan, buz tutmaktan koruyabiliyordu.
Bu şartlar altında geçici bir süreliğine hareketsiz kalarak, toprağın altında tatlı bir uykuya bıraktım kendimi. Uyudum ki, bahar gelince iyice güçlenerek uyanayım, yeşereyim ve topraktan çıkayım, Polat ve Sahip Ali için bol meyve veren bir ağaç olayım. İri ve sulu şeftaliler verecek, güzel kızların utangaçça kızaran yanakları gibi al al meyvelerim olacaktı.
Kış boyunca görmüş olduğum rüyalardan pek bir şey yok aklımda. Ama bir seferinde şöyle bir düş gördüğümü hatırlıyorum: Büyüyüp koca bir ağaç olmuşum, Polat ve Sahip Ali üzerime tırmanmış dallarımı sallamaktalar, köyün üstü başı pejmürde bütün fukara çocukları da ağacın altına toplanmışlar. Yukarıdan düşen şeftalilerimi havada kapışıyor, büyük bir zevk ve lezzetle yiyorlar, ağızlarından akan sular göğüslerinden aşıp göbeklerine kadar süzülüyor. Kabak kafalı bir oğlan çocuk ha bire Polat’a sesleniyor, “Polat, bu yediğimiz şeyin adı neydi, söylemedin bir türlü. Eve döndüğümde nineme ne yediğimi, hem de ne kadar çok yediğimi söylemek istiyorum. O kadar çok yedim ki bu lezzetli şeyden, ama hâlâ doymadım tadına, yine olsa yine yiyebilirim.”
Üstleri başları iyice dökülen, yarı çıplak iki çocuk daha vardı, ağızlarına ve burunlarına sinekler üşüşmüştü. İkisinin de ellerinde irice birer şeftali, her ısırdıklarında keyifle kendilerinden geçiyor, ‘oh’ çekip duruyorlardı.
Bu anlattıklarım, gördüğüm düşlerimden biriydi.
En sonuncusunda ise badem çiçeği görmüştüm düşümde.
Hasta ve yarı baygın vaziyetteydim, birden yumuşak bir ses yükseldi, bu güzel sesle birlikte çok tanıdık gelen kokuların toprağın altına sızmakta olduklarını hissettim. Ses şöyle söylüyordu: “Ey badem çiçeği, gel de kokunu şu güzel şeftalinin yüzüne gözüne üfle. Uyanmazsa, bu sefer ellerinle okşa yüzünü ve bedenini. İzin ver de kokunu iyice hissetsin. Hem artık uyanması lazım çabucak, filizlenme ve yeşerme zamanıdır şimdi. Bütün çekirdekler uyanıyor uykularından.”
Tenimde ve yüzümde hareket etmekte olan badem çiçeğinin kokusu ve beni okşayan elleri öylesine hoştu ki, hep o vaziyette kalayım ve hiç uyanmayayım istiyordum. Ama olmadı. Uyanıp, kendime geldim. Biraz daha o eski hâlimde kalmak istedim, fakat badem çiçeği güldü bu hâlime ve dedi ki: “Hadi nazlanmayı bırak artık canım. İçinde yeni bir yaşamın tohumunu taşıyorsun ve yeşermeye, büyüyüp meyve vermeye can atıyorsun, öyle değil mi?”
Badem çiçeği yeni bir gelin kadar güzeldi, kar gibi beyaz ve tertemiz bir kıyafet vardı üzerinde, dudakları da tomurcuklanıp çiçeğe durmuştu âdeta. Elbette ben henüz kar görmüş değildim. Karın nasıl bir şey olduğunu, dalında bir meyveyken annemden duyup öğrenmiştim.
Badem çiçeğinin biraz önce kiminle konuşmakta olduğunu ve onu başıma kimin gönderdiğini öğrenmek istiyordum. Bunun üzerine, badem çiçeği kollarını boynuma doladı, bir öpücük kondurdu ve gülerek, “Amma da irisin, kucağıma sığmıyorsun.” dedi önce. Sonra devam etti: “Yanımızdaki ilkbahardı, yeşerip filizlenme vakti gelmiş, öyle söyledi.”
Baharın adını duyunca, sanki uyanıvermişim gibi şöyle bir silkinip kendime geldim. Bahar gelip geçmiş de ben henüz kabuğumu dahi yaramamışım diye düşündüm bir an. Bu perişan düşünceler içinde uyku sersemliğimden korkuyla sıyrılıp doğruldum. Etrafıma bakınca gördüm ki, karanlık ve ıslak toprak beni sımsıkı kucaklamış, şefkatle bağrına basmış âdeta. Kabuğum dışarıdan ıslaktı, ama içeriden terlemişti. Başımdan aşağıya su tanecikleri süzülüyor ve her yanımı sarıp, üstümü başımı ıslattıktan sonra toprağın içine doğru yol alıyordu. Çevremde birkaç bitkinin tohumu etrafına kök salmaya çalışıyordu. İçlerinden bir tanesi epeyce boy atmış, hatta sanırım toprağın üzerine başını uzatmış olmalıydı. İncecik köklerini bir o yana bir bu yana uzatıp bulabildiği gıda ve su damlalarını emiyor, sonra da bunları biriktirip yukarıya gönderiyordu. Tanımadığım bir başka tohum da ufak ufak kök salmış, öne eğik başıyla sabır içinde ve usul usul toprağı deliyor, yukarılara doğru yol alıyordu. İki gün sonra güneşin doğuşunu görmeye kesin kararlı gibiydi.
Yeni bir kök geçiyordu gövdemin tam altından, o uzanırken bir yandan da beni gıdıklıyordu. Dediğine göre, suyun kenarındaki badem ağacının köklerindendi. Bademin kökleri de olanca gücüyle toprağın suyunu ve besin maddelerini emip içine çekmekteydi.
Üzerime damlamakta olan su damlaları, toprağın üzerindeki kardan eriyip geliyordu ve birkaç gün sonra kesildi.
Günün birinde bir hışırtı duydum çevremden. Akıllı bir kara karınca sürüsü yanıma kadar ulaştı ve kabuğumu ısırmaya çalıştılar. Karıncalar, gelirken yanlarında, güneşin sıcaklığını ve baharın kokusunu da toprağın içine kadar getirmişlerdi. Isırmalarından anladığım kadarıyla tünel kazıyorlardı. Bir süre uğraşıp didinip, sert kabuğumu ısırıklarıyla delmeye çalıştılar, ama bunu başaramayacaklarını anladıklarında yollarını değiştirip başka bir yöne doğru tünel kazma faaliyetlerine devam ettiler. Toprağın üzerine çıkıp da ağaç olacağım vakte kadar bir daha da görmedim onları.
Suyu eme eme o denli şişmiştim ki, sonunda kabuğum dayanamayıp çatladı. İşte bu çatlaktan, ilk minik beyaz kılcal kökümü dışarıya uzattım ve toprağın içine doğru sürdüm. Böylece, o büyüyüp de güçlü bir kök hâline gelince, onun üzerinde doğrulup boy atacak, filizlenecektim. Sonrasında ufacık sürgünümü yukarı doğru gönderdim. Başını eğerek yükselmesini ve boy atmasını, toprağı yarıp güneşi bulmasını öğretmiştim ona. Sürgünün ucunda ufacık bir filizim vardı, toprağı yarıp yüzeye çıktığımda gövdemi oluşturacaktı. Köklerim iyice güçlenip etrafından besin maddeleri emecek hâle gelinceye değin, içimde depoladığım besini tüketiyor, minicik köklerimle sürgünümü bununla besliyordum.
Toprağın içinde beni boğulmaktan kurtaracak kadar hava vardı. Dışarısının ısısı da toprağa girebiliyordu üstelik.
Bu günlerde yorgunluğum kalmamıştı artık. Başlarda kendi içimde gelişmiş, böylece dönüşmüş ve yepyeni bir hâle girmiştim. Tabii, çekirdek olduğum zamanlar, tam anlamıyla olgun bir çekirdektim, bir yere kıpırdayıp hareket edemiyor, serpilemiyordum. Fakat artık tam bir ağaç olmak istiyordum, bununla birlikte hâlen çok fazla eksiğim ve gidecek çok yolum vardı önümde. Kendi kendime düşünüp duruyordum: Tam bir çekirdekle henüz gelişmemiş bir ağaç arasındaki fark, çekirdeğin bir çıkmaz yola girdiğinde kendini değiştirmemesi hâlinde çürümesinin kaçınılmaz oluşuydu, buna karşılık henüz gelişmemiş durumdaki ağacın önünde oldukça parlak bir gelecek kendisini bekliyordu. Her şey, her saniye değişip dönüşmekteydi. Tüm bu gelişmeler, birbirini takip edip de üst üste birikmeye başladığında, belirli bir aşamaya varıyor ve artık o şey eskisinden farklı bir hâle dönüşüyordu. Mesela ben, artık bir çekirdek değildim, ufak bir fide, gelişen bir sürgün hâlini almıştım. İncecik köklerim ve oluşum halinde bir gövdem vardı, filizlerim ve sarı yaprakçıklarım iki çeneğimin arasında toplanmış, devamlı yukarı doğru boy atmaktaydım. Toprağın üzerine kendimi tamamen atınca, yaprakçıklarımı güneşin önüne serecektim, güneş de onları yemyeşil renge boyayacaktı. Bol tomurcuklu ve sulu şeftaliler veren, çiçekli bir ağaç olma düşü beni canlı tutuyordu. Ufacık ve körpe bir sürgündüm henüz, ama aydınlık bir gelecek uzanıyordu önümde…
Ceviz büyüklüğünde bir taş önüme dikilmiş, büyüyüp gelişme yolumu kesmişti. Onu delip geçemeyeceğimi anladığımda, çaresiz bir şekilde çevresinden dolanıp yukarı doğru yürüyüşümü sürdürdüm.
Yukarı doğru her yükseldiğimde, güneşin sıcaklığını daha fazla hissediyor, bunu hissettikçe de daha fazla ona doğru uzanıyordum. Artık toprağın hemen yüzeyine daha yakın ot köklerinin arasından geçmekteydim. Nihayetinde, toprağın üst yüzeyine, güneş ışığının sızdığı kısma eriştim. Artık yukarı doğru sadece çok ince bir tabaka kalmış olduğunu anladım. Çok sürmedi, birkaç saat sonra bir baş darbesiyle o ince kısmı da yardım ve başımı topraktan yukarı doğru uzattım. Yüzeye çıkınca, güneşin ışığı ve sıcaklığı karşıladı beni.
Toprağın üzerine çıkmıştım artık. Bu toprak annemin de annesiydi, benim de annemdi. Kuşkusuz tüm canlıların toprak anasıydı o.
Az ötemde, baştan ayağa beyazlara bürünmüş badem ağacını gördüm, güneşin altında sere serpe uzanmış, parıl parıl parlıyordu. Öylesine güzel ve hâlinden hoşnuttu ki, beni de yürekten mutlu etti. İçtenlikle selamladım onu, badem ağacı da cevaben, “Merhaba canım, ay yüzlü güzelim, toprağın üstüne hoş geldin, aşağıda ne var ne yok?” dedi.
Etraftaki çalılar bitkiler bile boy atıp gölge yaparken, benim iki solgun yaprakçığımdan başka bir şeyim yoktu ve henüz yeni yeni başımı dik tutabiliyordum.
Polat ve Sahip Ali yanıma geldiklerinde, on-on iki tane yeşil yaprağım vardı artık. Boyum etrafımdaki bazı bitkilerden daha uzun olmuştu, ama çalılar benden epeyce uzundu hâlen. Bu çalılar o kadar hızlı hızlı ve acelesi varmış gibi boy atıyorlardı ki, hayretler içinde kalıyordum onları gördükçe. Bir an düşündüm ki, bunlar bu hızla büyürlerse birkaç güne kalmaz badem ağacını da geçerler. Ama toprağın altında güçlü köklerinin olmadığını anladığım zaman, kısa süre içinde sararıp solacaklarını ve hayatlarının uzun sürmeyeceğini düşündüm kendi kendime.
Polat ve Sahip Ali beni gördüklerine sevinmişlerdi. İkisi de mutlulukla, “Bu ağaç artık bizim.” dediler. Çaya birkaç sefer yapıp, avuçlarıyla su taşıdılar ve dibime döktüler. Sonra da bırakıp gittiler. Kulağıma gelen bel ve kürek seslerinden, bahçıvanın yakınlarda bir yerde olduğunu ve tarlaları sulamakta olduğunu anladım.
Baharın sonları yaklaşırken, çalıların artık daha fazla boy atıp büyüyemediklerini gördüm. Açtıkları çiçekler tohum hâlinde etrafa saçılıyor ve günden güne sararıyorlardı. Yaz geldiğinde, ben de artık onların boyuna erişmiştim, ama dalım yoktu henüz. Biraz daha uzayıp, ondan sonra dal budak salmak istiyordum.
Polat ve Sahip Ali sık sık yanıma geliyor, bazen uzun bir süre oturup, geleceğimden ve kendi planlarından bahsediyorlardı. Bir gün gelirken yanlarında parlak derili, kocaman bir kızıl yılan ölüsü getirdiler. Başını sopayla ezip dağıttıkları belli oluyordu. Yarım metre kadar ötemde toprağı biraz kazdılar ve yılanın ölüsünü oraya gömdüler.
Polat ellerini çırptı keyifle ve
“Çok hoşuna gidecek.” dedi. Elbette beni kastediyordu bu sözle.
Sahip Ali:
“Bir yılan, birkaç teneke gübreye bedeldir.”
Polat:
“İnşallah seneye ilk meyvesini yeriz artık.”
Sahip Ali:
“Bilmem ki olur mu, şimdiye kadar hiç ağacımız olmadı ki!”
Polat:
“Olsun, şeftali ağaçlarının çabuk meyve verdiklerini duymuştum.”
Evet, bunu ben de duymuştum. Annem iki yaşına geldiğinde, ilk meyvelerini vermiş iki tane.
Şeftalilerim büyüyüp de olgunlaştıklarında nasıl şekil alacaklardı, merak ediyordum doğrusu. Bir an önce meyve vereyim de şeftalilerim vücudumdaki besini ve suyu nasıl emiyorlar göreyim istiyordum. Şeftalilerim irileşip kocaman olsalar da, dallarımı yerlere kadar eğseler diye hayal kuruyordum.
Yaz gelip geçti ve sonbahara eriştik.
Gövdemin içini kılcal kök ve damarlarla donatmıştım, bu sayede köklerimin topraktan emdiği besin ve suları gövdemin her tarafına ulaştırabiliyordum. Güzün ortalarında, bu kılcal damar geçişlerimi birkaç yerde düğümledim ve köklerim öz suyunu artık yukarıya göndermez hale geldi. Böyle olunca da, yeterli derecede beslenemeyen yapraklarım sararmaya başladı. Ben de gövdeme birleştikleri yerleri kuruttum. Rüzgâr esince yapraklarım bir bir döküldü ve ben de çırılçıplak kaldım.
Her bir yaprağımın gövdeye birleşme yerine ufacık bir düğüm atmıştım. Bu düğümlerin her birinden, gelecek baharda bir filiz ve dal verme niyetim vardı. Vereceğim ilk meyveler için de bir planım vardı, tıpkı annem gibi iki yaşıma geldiğimde ilk şeftalilerimi verecektim.
Tam hatırımda değil şimdi ama gövdemin üst kısmında dört beş tane böyle düğüm yerim vardı. Bu düğüm yerlerinden tomurcuk ve çiçek vermeyi düşlüyordum. Zihnimi hep çiçeklerimle meşgul etmeyi çok seviyordum.
Havalar soğudukça ben de yavaş yavaş uyku haline geçiyordum.
İlk kar yere düşüp de toprak artık donmaya başladığında, ben de derin bir uykuya yatmıştım.
Polat ve Sahip Ali gövdemi eski bez ve çuval parçalarıyla sarıp sarmalamışlardı. Yumuşak kabuğum halen ince ve narindi, bu yüzden kışın her yer buz kestiğinde tavşanlara lezzetli bir yiyecek olma ihtimalim vardı. Hele soğuktan donmak da mümkündü. O vakit, bahar geldiğinde yeniden en baştan yeşerip büyümem gerekecekti.
Bahar geldiğinde, evvela köklerim uyandı uykularından, sonra da öz suyum yukarı yükselip gövdemi uyandırdı. Tomurcuklarım kımıldanıp şiştiler. Köklerimin topraktan çektiği öz su her bir hücre ve organımı uyandırıyor, hareket etmeye zorluyordu. Filizlerimde ufacık yapraklar oluşturmaktaydım. Baş verdiklerinde, büyütecektim onları. Tomurcuklarım şimdi arpa tanesi büyüklüğüne erişmiş, hatta biraz da geçmişti. Hepi topu üç tane tomurcuğum kalmıştı sağlam olan, diğerlerini obur bir kuş gagalayıp midesine indirmişti.
Tomurcuklarımdan üç tane çiçek açtım, ama iş biraz ilerleyince üçünü birden büyütüp şeftali yapamayacağımı fark ettim. Çiçeklerimin bir tanesi soldu ve düştü. İkincisi de büyümedi, besin gönderemediğim için gelişemedi ve esen bir rüzgâr yere düşürdü onu. İşte ozaman ben de olanca kuvvetimi topladım ve eşi benzeri olmayan bir tek şeftali vermek için gayret etmeye başladım. Öyle bir şeftali büyütüp vermeliydim ki, bunu görenlerin gözleri yerinden oynasın, onu yiyen bir daha ağzına başka meyve koymasın arzusundaydım.
Sağlam kalan tek çiçeğimi açtıktan birkaç gün sonra taç yapraklarım döküldü. Çiçeğin çanağı içerisinde meyvemi besleyip büyütmeye başladım. Çanağım sonunda çatladı ve ilk çağlam ortaya çıktı.
Şeftalim gövdemin yukarı ucuna yakın bir yerdeydi. Henüz çağlayken bile birazcık eğmişti beni. Bundan kaygıya düştüm, çünkü tam arzuladığım gibi bir şeftali meydana getirecek olsam, belimi iyice eğecek, belki de kıracaktı. Ama ne olursa olsun, kararımdan dönecek değildim, bütün bu zorluklara çaresizce katlanacak, o tek şeftalimin solup dökülmesine izin vermeyecektim. Daha sonraki yıllarda amacım çok verimli bir şeftali ağacı olmak, bin tane şeftali birden vermekti. Bu yüzden daha ilk imtihanda yarı yolda kalıp, başarısız olmamam gerekiyordu. Çocukların getirip de hemen yanı başımda toprağa gömdükleri yılanın ölüsü, çürüyüp dağılmış ve toprağımı iyice güçlendirmişti. Bu yılanın verdiği güç sayesinde serpildim, ciddi ciddi dal budak salıp geliştim.
Polat ve Sahip Ali bu günlerde yanıma daha az uğrar olmuşlardı. Sanırım babalarıyla tarlada çalışıyor veya harman dövmeye gidiyor olmalıydılar. Ama günün birinde çıkageldiler beni görmek için, ellerinde tuttukları bir sopayı hemen yanı başımda toprağa soktular ve beni de osopaya bağladılar. Yanlış hatırlamıyorsam, Polat o sırada birdenbire çığlık atar gibi seslenmişti arkadaşına, “Sahip Ali!” diyerek.
Sahip Ali:
“Ne var, ne oldu?”
Polat:
“Bahçıvan olacak o köpoğlusu bu bizim ağacı bulmaz inşallah!”
Sahip Ali önce bir şey demedi, sonra konuşmaya başladı:
“Bulsa ne olacak ki! Ağacı eken biziz, gübresini getirip bakımını biz yaptık, meyvesi de bizimdir elbette!”
Polat düşüncelere daldı bir süre, sonra
“Ama toprağı bizim değil ki!” dedi.
Sahip Ali:
“Olsun, yine de hiçbir halt edemez. Toprak, üzerinde çalışıp işleyenindir. Ağacı ekip büyüttüğümüz işte şu ufacık yer bizim malımızdır işte!”
Polat bu sözden biraz cesaretlendi:
“Evet ya, bizim malımız tabi. Hele bir halt etmeye kalksın, şu bütün bağı ateşe veririz yeminle!”
Sahip Ali güneşin kavurduğu çıplak sinesini yumrukladı:
“Dinime imanıma yaşatmam onu, boğazından aşağıya bir yudum su inmesine izin vermem. Bahçeyi tamamen yakar, sonra da kaçarız.”
Bana öyle geliyor ki, çocuklar o gün sopaya bağlamasalardı gövdemi, gece olduğunda muhakkak kırılırdım. Gece müthiş bir fırtına çıkmış, bahçedeki ağaçları ve dalları birbirine katıp savurmuştu. Badem ağacının bile birkaç dalının kırılmış olduğunu gördüm sabah olunca.
Günler birbiri peşi sıra akıp gidiyor, bense olanca kuvvetimle şeftalimi besleyip büyütmeye, onu mümkün olduğunca irileştirmeye uğraşıyordum. Yanakları allaşıp kızarsın ve sıcaklık içine iyice işlesin diye güneşin altında tutuyordum özellikle. Biricik kızım gövdeme öylesine sımsıkı yapışıp emiyordu ki bazen canımı acıtıyordu, ama ona hiç kızamıyordum. Anne olmuştum sonunda ve güzelce bir kızım vardı artık.
Sahip Ali ve Polat bana öylesine bağlanmışlardı ki, bahçedeki öteki ağaçları unutmuşlardı sanki. Geçen yıllarda yaptıklarının tersine, annemin şeftalilerinin bile peşine düşmüyorlardı artık. Ben kendimi onlara ait biliyor, olgunlaşacak meyvemi de sadece onların yemeye hakkı olduğunu düşünüyordum. Tıpkı, vaktiyle beni yerden alıp yedikleri günkü gibi…
Sonbaharın başlarında bir gündü, Polat tek başına yanıma çıkıp geldi, epeyce üzgündü. O iki arkadaştan birini ilk kez tek başınayken görmüştüm. Polat önce toprağımı suladı. Ardından çimenlerin üzerine oturdu ve başladı tane tane anlatmaya:
“Şeftali ağacım, ah benim güzel şeftalim. Biliyor musun neler olduğunu? Bugün niye yalnız geldim buraya, biliyor musun hiç? Nereden bileceksin ki… Sahip Ali öldü. Yılan soktu onu… Bizim koca Boncuk Nine bütün bir gece başında bekledi. Onu iyileştirmek için ne kadar uğraşıp didindi bir bilsen… Hangi bir otu dediyse, Sahip Ali’nin babasıyla beraber kırlardan, dağlardan toplayıp getirdik, ama Sahip Ali’m iyileşmedi bir türlü… Öldü benim zavallı Sahip Ali’m… Neden beni böyle yalnız bırakıp gittin ki…”
Polat sözlerinin burasında ağlamaya başladı, bir süre sonra tekrar konuştu ağır ağır:
“Birkaç gün önceydi, öğle vakti kırdan dönerken tepenin başında rastlaşmıştık onunla. Gidip yine bir yılan yakalayıp getirelim diye karar vermiştik. Hani geçen sene getirip, canına can katsın diye senin toprağına gömmüştük ya… Sonra birlikte yılanlı vadiye gittik, o vadide bir sürü yılan yaşıyor. Vadinin bir tarafında dağ var, kayalık bir yer, ama sanırsın binlerce taşı kayayı gökten yağmur gibi yağdırmışlar da üst üste yığmışlar, dağ öylece kayalardan oluşmuş gibi. İşte okayaların arasında da yılanların yuvası var. Sıcaklık biraz derilerine değip de bunaldılar mı kendilerini dışarıya atarlar.
Bizim tarla, komşumuzun tarlası, Sahip Ali’nin teyze oğlununki ve köyden başka birkaç kişinin daha tarlaları var işte bu yılanlı vadide. Tarlalara vardın mı, her taraftan yılanların ıslıkları duyulur.
Sahip Ali ile birlikte dağın eteğinde kayaların arkalarına bakıyorduk, niyetimiz senin için şöyle besili bir yılan yakalamaktı, sopalarımızı yılanların deliklerine sokup yokluyorduk. Yine böyle çıplaktı üstlerimiz. Sadece pantolonlarımız vardı ayağımızda. Sırtımız öylesine yanıp pişmişti ki sıcaktan, hani ensemize yumurta koysan pişerdi kuşkusuz.
Bir kayadan diğerine sıçraya sıçraya ilerliyorduk, sonra birden Sahip Ali’nin ayağı kaydı, sırtüstü düştü, düşünce de öyle bir çığlık attı ki vadinin her tarafından yankılandı sesi. Meğerse Sahip Ali’nin üzerine düştüğü kayanın yüzünde bir yılan kıvrılıp yatıyormuş, o da onun üzerine düşmüş. Sahip Ali bir çığlık daha atıverdi, oradan da vadinin dibine doğru yuvarlandı, toprağın üstüne düştü bu sefer. Gözüm döndü o anda, yılana hiç göz açtırmadım artık. İndirdim sopamı kafasına, sonra karnına, sonra bir kere daha başına… Karnı parçalandı, ortaya iki tane fare ölüsüyle bir de serçe ölüsü çıkıverdi.
Sahip Ali’mse öylece baygın yatıyor, hiç sesi soluğu çıkmıyordu. Sopası kim bilir ne yana savrulmuştu düşünce. Yılanın soktuğu yeri kızarmıştı. Lanet hayvan, eğer kolunu veya bacağını sokmuş olsa ne yapacağımı biliyordum yine de, ama sırtının ortasından ısırmış bu sefer. Ne yapabilirdim ki? Çaresiz, vurdum sırtıma Sahip Ali’yi, köye getirdim. Bizim koca Boncuk Nine, ertesi sabah mezarının başında anneme demiş ki, yılan ısırdığında hemen doğruca kendisine götürseymişim ölmeyecekmiş çocuk.
Ah be şeftali ağacı, sen kendin de biliyorsun, Sahip Ali benden daha ağırdı, nasıl götürebilirdim ki daha erken? Bir eşeğim olsa ve ona rağmen geç götürsem, o zaman Boncuk Nine söylediğinde haklı olurdu, ama tek başımayken ne yapabilirdim ki…”
Yine ağlamaya başladı Polat. İşte o an, Sahip Ali ve Polat’a nasıl bir sevgiyle bağlanmış olduğumu iyice anladım. Sahip Ali’yi artık bir daha hiç göremeyeceğimi düşündüğümde, o kadar üzüldüm ki yüreğim patlayacak gibi oldu; bütün yapraklarımı döküp, sonsuza dek kuruyup kalmak ve bir daha hiç tomurcuk vermemek geçti içimden.
Ağlaması kesilir gibi olunca, Polat devam etti içini dökmeye:
“Bundan böyle köyde kalamam ben artık. Ne yana gidecek olsam, bir anda Sahip Ali canlanıveriyor gözümün önünde, çok üzülüyorum. Dağa gittiğimde, kırlara çıkıp keçiyi otlatmaya götürdüğümde, köpeklerin başını her okşadığımda, tezeklerin üzerinde yürürken, öteki çocuklarla beraber tarlada çekirge veya kertenkele yakalarken, otları yolarken, dama çıkarken… Her yaptığım şeyde Sahip Ali beliriveriyor gözümün önünde. Durmadan bana sesleniyor sanki… Polat… Polat… Evet sevgili şeftali ağacım benim, takatim kalmadı artık bu sesi daha fazla duymaya. Şehre gideyim, dayımın yanında bakkal çırağı olayım diyorum. Sahip Ali’nin hayatta kalabilmesi için ne yapmam gerekirdi, bir türlü kestiremiyorum. Onun gibi düşüp ölmemek için ne yapmam gerektiğini de bilemiyorum. Çok küçüğüm ben daha, aklım ermiyor böyle şeylere. Ama tek bildiğim, artık bu köyde kalamayacağım. Ben gidiyorum sevgili ağaç, şeftalini de sana bırakıyorum.”
Polat’ın kalkıp gideceğini gördüğüm sırada, tepemdeki tek şeftalimi onun ayaklarının önüne atıverdim. Eğilip aldı meyvemi, kokladı önce, sonra tozunu toprağını silip temizledi. Baştan aşağı iki eliyle birden okşadı beni, sevdi güzelce ve sonra da çekip gitti.
***
Bir sonraki yıl iyice boy atmıştım, dallanıp budaklanmış ve serpilmiştim. Yirmi otuz kadar çiçek açmıştım. Boyum, ardına ekildiğim tepeciği geçiyordu artık, bahçenin her yanını rahatça görebilecek kadar uzamıştım.
Böyle etrafıma bakınıp dururken, bahçıvan beni fark etti sonunda ve yanıma geldi. O kadar sevinmişti ki ne yapacağını bilemez hâldeydi âdeta. Yapraklarıma ve çiçeklerime şöyle bir bakınca, kimin çocuğu olduğumu anladı hemen. Hiçbir zahmet çekmeden ve çaba göstermeden, bahçesinde güzel bir şeftali ağacı bitivermişti. Ama ben bu durumdan hiç hoşnut olmamıştım. Çünkü para uğruna köyün tüm halkını kendine düşman eden zengin bir ağaya uşaklık ediyordu bu bahçıvan ve ben de onun eline düşmüştüm.
On-on beş kadar şeftali vermiştim o sene. Ama meyvelerimin kime nasip olacağını düşünmek kahrediyordu beni. Sahip Ali ve Polat dikmişti beni bu bahçeye, onlar bakıp büyütmüşlerdi, şeftalilerim de başkasının değil onların hakkıydı.
Günün birinde aklıma bir fikir geldi, o günden sonra şeftalilerimi bir bir dökmeye başladım. Bahçıvan durumun farkına vardığında, dalımda bir tane bile şeftali kalmamıştı. Önce, yerimin kötü olduğunu düşündü ve kendi kendine konuşmaya başladı yüksek sesle:
“Gelecek sene yerini değiştiririm, bolca su alır, iri ve güzel şeftaliler verebilirsin böylece.”
Ertesi sene bahar geldiğinde, köklerimi uyandırdım, ama düzenleri iyice bozulmuştu; kimisi kuruyup gitmiş, kimisi de kopmuştu. Sağlam kalan köklerim epeyce vardı yine de. Önce, sağlam kalan köklerimi daldırdım toprağın nemine, ardından yeni kökler uzattım etrafıma doğru. Ardından da filizlenme, yaprak verme ve tomurcuklanma düşüncesi içindeyken, annemi tanıdım bir gün.
O zamandan şimdiye kadar kaç yıl geçti ömrümden bilmiyorum, ama bahçıvan tek bir tane olsun şeftalimi alamadı dalımdan. Bundan sonra da alamayacak. Artık hiç umurumda da değil zaten, isterse korkutmaya çalışsın beni, isterse eline testere alıp kessin, isterse de kurban adayıp sadaka versin…
ULDUZ İLE KARGALAR
Ulduz odasında tek başına oturuyordu. Dışarıyı seyrediyordu pencereden. Üvey annesi hamama gitmiş, kapıyı da kızın üzerine kilitlemişti. Ulduz’a yerinden kımıldamamasını, yoksa fena yapacağını söylemişti. Ulduz bu yüzden yerinde oturuyor, dışarıyı seyrediyor, bir yandan da düşünüyordu. Büyük insanlar gibi düşüncelere dalmıştı. Hiç kıpırdamıyordu yerinden. Üvey annesinden çok korkuyordu. Henüz yeni kaybettiği büyük oyuncak bebeğini düşünüyordu. O kadar üzülüyor ve canı sıkılıyordu ki deme gitsin. Birkaç defa parmaklarını sayıp, oyun oynadı. Sonra yavaşça pencerenin kenarına gitti. Canı çok sıkılıyordu. Birden bir karga çarptı gözüne, havuzun kenarına oturmuş su içiyordu. Yalnızlığını unuttu, yüreği ferahladı. Karga başını kaldırdı. Gözleri Ulduz’a takılınca uçmaya davrandı, ama ondan bir zarar gelmeyeceğini anlayınca gitmedi. Karga hafifçe araladı gagasını, Ulduz onun gülümsediğini düşündü. Mutlu oldu.
“Karga Bey, o havuzdaki su kirli, içersen hasta olursun” dedi.
Karga bir kez daha gülümsedi. Yerinde sıçrayarak, yaklaştı:
“Hayır canım, biz kargalar için hiç fark etmez. Bundan daha kötü durumdaki suları da içiyoruz, ama hiçbir şey olmuyor yine de. Ha bir de, bana Karga Bey diye seslenme. Ben dişi bir kargayım. Dört tane de yavrum var. Bana Anne Karga diyebilirsin.”
Ulduz, bir karganın dişi mi erkek mi olduğunun nasıl anlaşılabileceğini bilmiyordu. O kadar da sevimliydi ki, Ulduz onu tutup öpmek istiyordu. Karganın güzel olmadığı, hatta çirkin bile sayılabileceği doğruydu, ama sevgi dolu bir kalbi vardı. Biraz daha yaklaşacak olsaydı, Ulduz onu tutup öpecekti.
Anne Karga biraz daha yaklaştı:
“Senin ismin ne?”
Ulduz ismini söyledi.
Anne Karga:
“Evin içinde ne yapıyorsun?”
“Hiçbir şey. Üvey annem beni buraya koyup, yerimden hiç kıpırdamamamı söyledi ve hamama gitti.”
“Sen büyük insanlar gibi oturmuş derin derin düşünüyorsun. Neden oyun oynamıyorsun?”
Ulduz’un aklına kocaman bebeği geldi ve içini çekti. Sonra da sesini daha iyi duyurabilmek için pencereyi açtı:
“Artık oynayacak bir oyuncağım yok Anne Karga. Kocaman bir bebeğim vardı, o da ortadan kayboldu. Konuşan bir bebekti o.”
Anne Karga, gözyaşlarını kanadının ucuyla sildi, sıçrayarak yanaştı ve pencerenin pervazına oturdu. Ulduz önce biraz tedirgin olup kenara çekildi. Ama sonra o kadar mutlu oldu ki keyfine diyecek yoktu. O da kargaya yaklaştı.
Anne Karga:
“Bir oyun arkadaşın da mı yok?”
“Var. Yaşar var. Ama onu da çok az görebiliyorum. Çok az. Okula gidiyor.”
“O zaman gel birlikte oynayalım.”
Ulduz, Anne Karga’yı tuttu ve kucakladı. Başını öptü. Yüzünü öptü. Tüyleri sertti. Anne Karga, Ulduz’un giysilerini kirletmemek için ayaklarını topladı. Ulduz gagasını öptü. Gagası sabun kokuyordu.
“Anne Karga, sen sabunu çok mu seviyorsun?”
“Sabun için ölürüm!”
“Üvey anne hoşlanmaz, yoksa yemen için bir tane getirirdim sana.”
“Gizlice getir. Üvey annen anlamaz getirdiğini.”
“Ona haber vermezsin değil mi?”
“Ben mi? Ben kimseyi gammazlamam.”
“Ama üvey anne hep der ki, sen ne yaparsan bir karga gelip bana haber veriyor yaptığından.”
Anne Karga içinden güldü:
“Yalan söylüyor canım. Şu siyah başıma yemin ederim ki ben hiç kimseyi ispiyonlamam. Su içmek işin bahanesi, havuzun başına gelip sabunla balığı kapıyorum ve sonra da uzaklaşıyorum.”
“Anne Karga neden hırsızlık yapıyorsun? Günah değil mi?”
“Çocuk olma canım benim, günah nedir? Hırsızlık yapmayayım günah diye, peki o zaman ben ve çocuklarım açlıktan ölürsek ne olacak? Asıl günah bu değil mi canım? Günah nedir? Karnımı doyuramamamdır! Sabunun ayaklar altına atılıp boşa gitmesi ve benim aç kalmamdır günah. Ben o kadar yıl yaşadım ki bu tür şeyleri bilirim hep. Sen de bu tür boş ve anlamsız nasihatlerle hırsızlığın önlenemeyeceğini bil. Herkes kendisi için çalıştığı müddetçe hırsızlık da hep olacaktır.”
Ulduz’un içinden, gidip Anne Karga için bir kalıp sabun alıp getirmek geçiyordu. Üvey annesi evdeki yiyecekleri dolaba koyuyor ve dolabı da kilitliyordu. Ama sabunu saklamıyordu. Anne Kargayı pencerenin önünde bırakıp, içeri gitti, dönerken elinde bir kalıp sabunla döndü.
Çocuklar, Allah daha beterinden saklasın! Ulduz, döndüğünde Anne Karga’nın gitmiş, üvey annesinin ise eve gelmekte olduğunu gördü pencereden. Koltuğunun altında hamam bohçasını tutuyordu. Suratı da pancar gibi kızarmıştı. Ulduz kötü yakalanmıştı. Kadın, pencereden içeriye doğru kafasını uzattığı gibi başladı bağırmaya:
“Ulduz, yine ne halt ettin, evin altını üstüne mi getiriyorsun? Yerinden hiç kıpırdamamanı söylememiş miydim ben sana?”
Ulduz bir şey demedi. Kadın, kapıyı açtı ve eve girdi. Ulduz elindeki sabunu çabucak gömleğinin altına sakladı ve bir köşeye geçip oturdu. Kadın odaya girdi,
“Hâlen ne işler çevirdiğini söylemedin!” diye kızdı.
Ulduz ise aniden,
“Anne dövme beni… oyuncak bebeğimi arıyordum” dedi.
Kadın, Ulduz’un oyuncak bebeğinden zaten nefret ediyordu. Ulduz’un kulağını tutup çekerken,
“Sana kaç defa dedim şu oyuncak bebeği kafandan çıkar at diye, anlamadın mı hâlâ?” diyerek kızdı bu sefer.
Üvey anne bunun ardından kendine çay demlemek için mutfağa gitti. Ulduz da tuvalete gitme bahanesiyle bahçeye çıktı. Sağına soluna bakındı, Anne Karga’yı damın kenarında oturmuş, endişeli gözlerle bakarken buldu. Getirdiği sabunu çiçeklerin dibine bıraktı, kargaya da göz kırptı gelip sabununu alsın diye. Anne Karga oldukça yavaş hareketlerle çiçeklerin yanına geldi ve demetlerin arasında kayboldu.
“Anne Karga, yavrularından birini getirsen de bana oyun arkadaşı olsa olur mu?”
“Öğle yemeğinden sonra beni bekle. Kocam da müsaade ederse getiririm.”
Anne Karga bunları söyledikten sonra, sabununu aldı ve uçup gitti.
Ulduz, gözlerini gökyüzüne dikti. Karga iyice uzaklaştıktan sonra, okadar sevinçliydi ki yerinde oynamaya başladı. Neşesine diyecek yoktu, sanki konuşan bebeğini bulmuş gibi şendi. Aniden üvey annenin sesi duyuldu:
“Kız, ne demeye oynayıp zıplıyorsun? İçeri gel. Güneş geçecek başına. Sonra sana bakıcılık etmeye hiç niyetim yok!”
Öğle yemeği vaktiydi. Ulduz gitti ve odada oturdu. Birkaç dakika sonra babası işten geldi. Suratı asıktı, Ulduz’un “Hoş Geldin.” demesine de karşılık vermedi. Ellerini yıkadı, sofraya oturup yemeğe başladı. Sanki iş yerinde müdürü yine ters bir şey söylemiş gibiydi.
Az sonra, Ulduz’u kendinden geçiren patates kızartmasının kokusu geldi. Babasının yemek yemesine bakıyor ve yutkunup duruyordu. Elini uzatıp da yiyemiyordu. Çünkü üvey annesi her zaman, çocukların kendi başlarına yemeğe başlamalarına hakkı olmadığını, büyüklerin bir tabağa yemek koyarak uzatmaları hâlinde yiyebileceklerini söylerdi.
***
Aylardan Eylül idi. Öğle yemeğini yedikten sonra, baba ile üvey annenin uykusu bastırdı, yatmaya gittiler. Ulduz da mecburen uyuyacaktı, yoksa babası azarlar ve çocukların öğle yemeğini yedikten sonra uyumaları gerektiğine dair sözlerle kızardı ona. Ama Ulduz, neden muhakkak uyuması gerektiğini bir türlü anlamazdı. Kendi kendine şöyle düşündü:
“Bugün uyumamalıyım, çünkü uyursam Anne Karga gelince beni göremez, yavrusunu tekrar geri götürmek zorunda kalır.”
Odanın ucunda yatağına uzandı, uyur gibi yattı. Babası ve üvey annesi uyuyunca, ayaklarının ucunda ağır ağır bahçeye çıktı. Dut ağacının gölgesinde oturdu. Üç sefer parmaklarını saymış oynuyordu ki karga geldi yanına. Önce damın kenarına konup, Ulduz’u gözledi. Ulduz, aşağı inebileceğini işaret etti kargaya. Anne Karga indi ve yanına oturdu. Yanında da minicik ve sevimli bir karga yavrusu getirmişti.
“Uyuyorsun diye korktum.”
“Her gün uyurum, ama bugün uyumadım. Babamla üvey annemi uyutup geldim.”
“Aferin sana, iyi ettin. Uyumak için çok zaman var. Ama gündüzleri uyuyorsan geceleri ne yapıyorsun?”
“Bunu üvey anneye sor… Minik kargayı benim için mi getirdin? Ne kadar sevimli!”
Anne Karga, yavrusunu Ulduz’un eline verdi. Çok sevimli görünüyordu. Ulduz birden derin bir ah çekti.
“Neden ah çektin öyle?”
“Oyuncak bebeğim geldi aklıma. Keşke yanımda olsaydı şimdi, üçümüz ne güzel oynardık.”
“Hiç üzülme sen. Torunlarımdan biri birkaç gün içinde yumurtlayıp yavrulayacak. Onlardan bir tanesini sana getiririm, böylece üç oyun arkadaşı olursunuz.”
“Yoksa senin başka yavrun yok mu?”
“Olmaz mı, elbette var. Üç tane daha yavrum var.”
“O zaman onlardan birini de getir.”
“Ama ben yalnız kalırım getirirsem. Yavruların bir de babası var. İzin vermez. Bunu senin için getirdim, ama dili bile açılmadı daha, uçmayı da bilmiyor, yürüyor sadece. Bir haftaya kadar dili açılır. İki hafta sonraya da uçmayı öğrenir. Dikkat et, hiç unutma, iki haftaya kadar uçabilmesi lazım. Uçamazsa bir daha hiç uçamaz.”
“Uçamazsa ne olur?”
“Ne olacağı belli; ölür. Yiyecek olarak ne vermen gerektiğini biliyor musun ona?”
“Hayır, bilmiyorum.”
“Her gün bir parça sabun, biraz da et falan, böyle şeyler işte. Olursa, ufak bir balık… Sizin havuzda epeyce balık var. Ufak böcek, solucan, peynir de yer.”
“Tamam, çok iyi.”
“Peki üvey anne izin verecek mi ona bakmana?”
“Yok. O hiç sevmez böyle şeyleri, görmeye bile tahammül edemez. Mecburen saklayacağım yavruyu.”
Minik karga, Ulduz’un eteğine sürtünüp, sıçrayıp duruyordu. Gagasını açıyor, ağır hareketlerle kızın ellerine değdiriyor, sonra bırakıyordu. Ufacık gözleri ışıl ışıl parlıyordu, ayakları çok inceydi. Hani neredeyse Ulduz’un küçük parmağı kadardı. Tüyleri ve kanatları kadife gibi yumuşacıktı, annesininki gibi iri ve kaba değildi. Doğrusu, annesinden daha güzeldi.
Anne Karga:
“Peki nerede saklamayı düşünüyorsun onu?”
Ulduz bu konuyu henüz düşünmemişti. Bir süre düşüncelere daldı. Nereye saklamalıydı? Hiçbir yer gelmedi aklına.
“Çiçeklerle çalıların arasına saklayabilirim. “
“Olmaz öyle. Üvey anne fark eder orada. Hem bir de, çiçekler sulandığı zaman yavrum ıslanır orada, sonra da soğuk alıp hasta olur.”
“Nereye saklayayım o hâde?”
Anne Karga etrafına iyice bir bakındı, ardından merdivenin altına saklamanın daha iyi olacağını söyledi.
Merdivenin basamakları çatıya çıkıyordu. Ufak yerleşim yerlerinde ve köylerde bu tür merdivenlerden çokça bulunur. Merdivenin altında tavuk kümesi vardı, kümes genişti, ama içi boştu. Minik kargayı bu kümesin içine koydular. Kedi gelip yavruyu kapmasın ve üvey anne de işin kokusunu almasın diye, kapısını da sıkıca kilitlediler. Kümesin küçük kapağının altında, minik karganın nefes alabilmesini sağlayacak bir boşluk vardı.
“Anne Karga, ismi nedir bu miniğin?”
“Ona Karga Bey diyebilirsin.”
“Erkek mi bu karga?”
“Evet.”
“Erkek olduğu nasıl anlaşılıyor? Bütün kargalar birbirine benziyor sanki!”
“Size öyle geliyor. Aslında baş ve yüze biraz dikkat etseniz dişi ve erkek olanları ayırabilirsiniz birbirinden.”
Oradan buradan biraz daha sohbet ettikten sonra birbirlerinden ayrıldılar. Ulduz odaya gitti. Yatağına uzandı ve gözlerini yumdu. Üvey anne kalktığında, Ulduz’un hâlen daha yattığını gördü. Ama Ulduz gerçekte uyuyor değildi, uykusu gelmemişti. Yeni arkadaşı, Karga Bey’i düşünüyordu. Gözlerini hafifçe aralayıp üvey anneye bakıyor, bir yandan da için için gülüyordu.
***
Aradan birkaç gün geçti. Ulduz çok neşeliydi ve keyfine diyecek yoktu. Babasıyla üvey anne, onun bu durumuna hayret ediyorlardı. Üvey anne, bir gece Ulduz’un babasına;
“Bu çocuğa ne oldu anlamıyorum, gülüyor, sürekli zıplayıp oynuyor, bir şeye aldırdığı da yok, ama ben ne olduğunu bulup ortaya çıkarmayı bilirim.” dedi.
Ulduz bu sözleri işitti, kendi kendine “Artık daha fazla dikkat etmeliyim.” diye düşündü. Her gün, iki üç sefer Karga Bey’in yanına uğruyordu. Bazen evde kimse olmuyordu, o vakitler minik kargayı yuvadan dışarı çıkarıyor ve onunla oynuyordu. Konuşmayı öğretiyordu ona. Anne Karga da arada bir uğruyor, yavrusu için yiyecek bir şeyler getiriyordu; bir parça et, sabun, bu tür şeyler… Bir seferinde iki tane örümcek getirmişti. Örümcekler Anne Karga’nın gagasının arasına sıkışmış, kolları bacakları hareket ediyor, ama kaçıp kurtulamıyorlardı. Amma da uzun bacakları vardı. Ulduz onları görünce korktu. Anne Karga:
“Korkma canım, bak şimdi yavrum nasıl da güzel yiyecek bunları.”
Gerçekten de Karga Bey büyük bir iştahla yedi örümcekleri, ardından da gagasını birkaç defa sağa sola sürttü yerde:
“Anneciğim, bunlardan yine getir, tadı çok güzel.”
Anne Karga:
“Tamam, olur.”
Ulduz:
“Bizim mutfakta bunlardan çok var. Sana getiririm.”
Karga Bey şöyle bir yutkundu ve teşekkür etti. O günden sonra. Ulduz sağda solda dolaşıp örümcek avcılığına soyundu. Yakaladıklarını gömleğinin cebine koyuyor, kaçamasınlar diye de düğmesini ilikliyordu. Bulduğu ilk fırsatta da Karga Bey’in yanına gidip, ona yediriyordu.
Bu örümcekler elbette, minik karga için yiyecek sayılmazdı. Bunlar bir nevi horoz şekeri, badem gibi atıştırmalık tatlı gıdalardı. Anne Karga demişti ki:
“Eğer canlılar yemek yemezlerse kesin olarak ölürler. Yiyecekten başka hiçbir şey canlıları hayatta tutamaz.”
Bir gün öğle yemeğinde sofranın başında, üvey anne, ayakları kırılmış birkaç örümceğin sofrada yürümeye çalıştığını gördü. Ulduz, bunların kendi cebinden kaçan örümcekler olduğunu anladı hemen. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Önce hemen bunları toplayıp cebine atmak istedi, ama sonra hiç üstüne alınmamanın daha doğru olacağını düşündü. Üvey anne, örümcekleri bacaklarından tutup dışarı attı. Bu bela da böylece savuşmuş oldu.
Yemekten sonra, Ulduz, topladığı örümceklerden kalanları vermek için Karga Bey’in yanına gitti, cebinden kaçıp dışarı atılanların da birkaçını bahçenin kenarında bulmuştu. Bir tanesini bacaklarından tuttu, minik karganın ağzına koymaya davrandı. Yavru karganın ağzına nasıl yemek konulması gerektiğini, Anne Karga’dan öğrenmişti daha önceden.
Minik karga tam uzatılan örümceği yiyecekti ki birden kendini geri çekti:
“Yemeyeceğim Ulduzcuğum!”
“Ama niye yemeyeceksin benim minik kargam?”
“Tırnaklarını hâline bir baksana.”
“Nesi var ki tırnaklarımın?”
“Uzun, kirli ve içi kararmış! Ulduzcuğum lütfen kusura bakma ve darılma dediklerimden, ama ben bu şekilde yemek yiyemem… Beni anlıyorsun değil mi Ulduz Hanım?”
“Anladım. Hatamı ve yanlışımı yüzüme karşı söylediğin için çok teşekkür ederim sana. Ben de bundan böyle bu pis tırnaklarla yemek yiyemem. Emin ol.”
***
Havuzdaki suda birkaç tane küçük kırmızı balık vardı. Altıncı veya yedinci gündü, Ulduz bu balıklardan birini kâseye koydu ve götürüp minik kargaya verdi, o da hemen yuttu. Yediği ilk balıktı bu. Balık avlamanın ve yutmanın ne kadar lezzetli bir şey olduğunu annesinden duymuştu, ama şimdiye kadar hiç denememişti bunu. Annesi, Ulduz’un üvey annesi gibi değildi, pek çok şey bilirdi. Eğer yavrusu ondan yararı olmayan bir şey istese, hemen kızıp bağırıp çağırmazdı; güzel güzel anlatırdı her bir şeyi: “Yavrucuğum, bunu sana getirmem. Çünkü falanca şey zararlıdır sana, eğer falancayı yersen güzel gak gak edemezsin, sesin kısılır, çünkü…”
Her şeyin nedenini ve nasıl olduğunu anlatırdı. Ama Ulduz’un üvey annesi böyle değildi. Her zaman kızarak ve bağırıp çağırarak söylerdi söyleyeceğini: Ulduz, şunu yapma, şunu yeme, şuraya gitme, böyle yapma, şöyle yapma, düzgün otur, yüksek sesle konuşma, niye fıs fıs konuşuyorsun… Böyle şeylerdi işte söyledikleri. Ama kadın hiçbir zaman, mesela, neden yüksek sesle konuşmamak gerektiğini, öğleden sonraları uyumanın faydalarını vs anlatmazdı. Ulduz başlarda, bütün annelerin kendi üvey annesi gibi olduğunu düşünmeye başlamıştı. Ama Anne Karga ile görüşüp tanıştıktan sonra fikri değişmeye başladı.
***
Üvey anne, ertesi gün balıklardan bir tanesinin eksildiğini fark etti. Öyle bağırıp çağırdı ki feryadı göğe yükseldi. Öğle yemeğinde kocasına şikâyet etti:
“Bu iş, karganın işi… Hep aynı karga, havuzun başına gelip sabunları çalıyor. Çok da yüzsüz bir şey… Eğer bir elime geçirirsem, darağacında sallandırıp idam edeceğim o kargayı!”
Daha fena küfürler de etti Anne Karga’ya. Ulduz bir şey demedi. Eğer sesini çıkaracak olsa, üvey anne işin kokusunu alabilir, onun da kargayla bir ilişkisi olduğunu düşünebilirdi. Hem zaten, bir önceki gün havuzun başında suçüstü yakalanmaktan zor kurtulmuştu.
Baba:
“Kargalar zaten hem pis hem de hırsız hayvanlardır. Şu yaşıma kadar şöyle dürüst bir karga hiç görmedim. Çok dikkatli ol o hayvana karşı. Aksi takdirde, havuzda bir tane bile balık bırakmaz.”
Üvey Anne:
“Evet, dikkat edeceğim tabi. Şimdi bir de dişine değdi tadı, gelip hepsini yemek isteyecektir.”
Ulduz, babasıyla üvey annesinin cahilliğine içinden güldü. Kargaların dişi olmazdı ki! Anne Karga kendisi demişti bunu.
Öğle vakti Anne Karga çıkageldi. Herkes uykudaydı. Dut ağacının gölgesinde ikisi yan yana oturdu. Ulduz olan biteni anlattı ona. Anne Karga:
“Hiç düşünüp kendini yorma. Eğer o kadın beni yakalamaya kalkarsa gözlerini oyarım onun!”
Sonra da minik kargayı yuvasından çıkardılar. Karga Bey’in dili çözülmüştü artık. Elbette Ulduz ve Anne Karga kadar değildi, ama yine de kendine göre hiç de kötü değildi konuşması. Çiçeklerle çalıların arasında biraz oynayıp dolandı, o yana bu yana seğirtti, kanat çırptı ve sonra da gelip annesinin yanı başında oturdu. Anne Karga, gagasıyla bitlerini nasıl yakalayıp öldürebileceğini öğretti yavrusuna.
Anne Karga’nın sol kanadının altında bir yara vardı, Ulduz’a ve oğluna gösterdi yarasını:
“Bu yara elli atmış yıl kadar önce olmuştu. Sabun çalmaya gitmiştim, sabuncu adam beni sopayla kovalayıp yaraladı. Tam beş yıl sürdü yaramın iyileşmesi. Kırlarda ovalardaki meyveleri bulup yedim, en sonunda tamamen iyileştim.”
Ulduz, Anne Karga’nın bilgi ve görgüsüne, bunca tecrübesine hayret ediyordu. Keşke benim annem de böyle olsaydı diye geçiriyordu içinden. Kendi öz annesini hatırlamıyordu. Sadece bir keresinde, üvey annesinden duymuştu öz annesinin sağ olduğunu. O gün, babasıyla üvey annesi tartışırlarken, kadın şöyle demişti:
“Kızını da köye gönder, bırak anasının yanında kalsın, ben artık onun yükünü çekemiyorum. Hem zaten, bugün yarın kendi çocuğumu doğuracağım.”
Üvey annenin karnı ciddi ciddi şişmeye başlamıştı, doğum vakti yaklaşmaktaydı. Bir iki sefer de amcası bahsetmişti ona bir öz annesi olduğundan. Amcası, arada sırada köyden şehre geldiğinde onların evine de uğrardı. Ulduz’un tek bildiği, bir annesinin olduğu ve onun kendisini çok sevdiğiydi. Onunla ilgili başka hiçbir şey bilmiyordu.
O gün, Anne Karga Ulduz’u ve yavrusunu ayrı ayrı öptü ve gidip damın kenarında durdu. Kargalar Şehri’ne gidecekti. Ulduz,
“Diğer yavrularına ve Baba Karga’ya da selamımı söyle” dedi Anne Karga’ya.
Sonra, diğer yavrulara da hediye gibi bir şeyler göndermek düşüncesi aklına düştü. Gömleğinin cebinde emzik vardı, üvey annesi ona vermişti. Basamakları tırmanıp dama çıktı, emziği Anne Karga’ya verdi ve yavrularına götürmesini tembih etti.
İşte o vakit, Anne Karga kanat çırpıp uçtu ve kavaklardan birinin tepesine kondu. Yüzünü Ulduz’un bulunduğu tarafa döndü, gak gak gak ettikten sonra uçup gitti ve gözden kayboldu.
***
Ulduz damın üstünde öylece durmuş, uzaklara dalmıştı bakışları. Üvey annesinden habersiz dama çıktığı geldi aklına birden. Korktu biraz. Etraftaki ve daha uzaktaki evlere bahçelere baktı. Damın üstü gerçekten de çok güzeldi. Sol taraflarında kalan komşularının evine takıldı gözü. Yaşar’ın eviydi burası. O sırada birden, Yaşar yavaş adımlarla bahçeye çıktı, her zaman boş olan köpek kulübesine yöneldi. Yaşar, Ulduz’dan iki üç yaş daha büyüktü. Akıllı ve sevimli bir oğlan çocuğuydu. Ulduz, Yaşar’ın kendisini fark etmesi için ne yaptıysa da fayda etmedi. Sesini de yükseltemiyordu içeriden duyulmasın diye. Tam iyice ümitsizliğe kapılmıştı ki Yaşar başını kaldırdı ve Ulduz’u gördü. Önce şaşkın şaşkın durduysa da sonra sevinç içinde bahçe duvarının dibine yaklaştı.
“Orada ne yapıyorsun Ulduz?”
“Canım sıkılmıştı biraz, dama çıkayım da öteye beriye bir bakayım dedim.”
“Üvey annen nerede?”
Ulduz’un aklından çıkmıştı her şey. Konuşurlarken minik kargayı bahçenin içinde bırakmıştı, üvey anne uyanıp onu bulabilirdi, o zaman da… Aman Allahım, sakın! Yaşar’dan hemen ayrılıp, alelacele aşağıya indi. Karga Bey’i alıp yuvasına kapattı. Tam kapısını da kapatıyordu ki üvey annenin sesini duydu:
“Ulduz yine ne cehenneme girip kayboldun ortadan? Niye cevap vermiyorsun?”
Ulduz’un korkudan eli ayağı tutmaz oldu, önce sesi çıkmadı, bir şey diyemedi. Sonra kendini topladı biraz ve “Buradayım anne, çiş yapıyordum.” diyebildi. Kadın bir şey demedi, bela bu seferlik geçmiş gibiydi.
***
Ertesi sabah, Ulduz erkenden uyandı. Anne Karga gak gak ediyor ve yardım istiyordu. Sanki boğuluyormuş gibiydi sesi, çığlık atıyordu adeta. Ulduz alelacele bahçeye koşturdu. Dut ağacının dibinde duran üvey anne, Anne Karga’yı ağacın dalına baş aşağı asmış, karga gak gak ettikçe o da sopayla vuruyordu hayvana, bir yandan da küfür ediyordu. Üvey annenin yüzü yaralanıp kanlanmış, akan kan yere damlıyordu. Karga bir yandan çırpınıyor, bir yandan da gak gak feryat ediyordu. Ayaklarından asılmıştı.
Ulduz kendisi de bilmiyordu hangi ara kadına doğru koştuğunu, bacaklarına sarılıp ısırdığını. Üvey anne çığlık attı ve Ulduz’u kendinden uzaklaştırdı. Sonra da okkalı bir tokat yapıştırdı kızın kulağının dibine. Ulduz düştü, kafasını taşa çarptı, kendinden geçti ve sonra da bir şey hatırlamadı daha.
***
Ulduz öğle vakti açabildi gözlerini. Etrafında komşulardan birkaç kişi daha vardı. Üvey anne de başucunda oturuyor, elinde kaşıkla Ulduz’un ağzına ilaç koyuyordu. Bir gözü ve alnı beyaz bir bezle sarılmıştı. Ulduz’un gözleri yarı bulanık görebiliyordu başta. Sonra sonra insanları birer birer tanıyabildi. Yaşar’ı da seçebildi, annesinin yanında oturmuş kendisine bakıyordu.
Babası, Ulduz’un gözlerini açabildiğini görünce heyecanla haykırdı:
“Çok şükür! Gözlerini açtı sonunda. Ölmeyecek. Ulduz! Konuş Ulduz…”
Ulduz’un konuşmaya mecali yoktu. Üvey annesine doğru çevirdi başını. Aynı anda, dört bir yandan gak gak gak sesleri duymaya başladı. Ulduz çıldırmış gibi, üvey annesinin saçlarına yapıştı ve çığlık çığlığa bağırdı. Ama baş ağrısından o kadar hâlsizdi ve gücü yoktu ki, elleri birden çözülüp iki yanına kaydı ve sesi de kesildi. O vakit hıçkırıkları arasından,
”Ahh Anne Karga… Neredesin? Nerede? Anne Karga… Ahhh… minik kargaya ne oldu? Anne… Anne…” diye sayıklayıp ağlamaya başladı.
Diğer herkesten önce, Yaşar ona doğru koştu. Herkes bir şeyler söylüyor ve onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Ama Ulduz haykıra haykıra ağlamaya devam etti. Üvey annesi şefkatle yaklaşıyor, yumuşak bir sesle konuşuyordu kızla:
“Ağlama Ulduzcuğum, hadi ilacını iç, iyi olacaksın.”
Ulduz sonunda ağlamaktan yorulup hâlsiz düştü ve uykuya daldı. Düşünde Anne Karga’yı gördü, ayaklarından baş aşağı asılmıştı yine ağacın dalına, ölmek üzereydi:
“Ulduz, ben gidiyorum, ama sözlerimi unutma sakın. Hiç korkma!”
Ulduz dut ağcına doğru koştu, üvey anne aniden ağacın arkasından çıkıverdi, onu tekmeleyip dövecekti. Ulduz bu kâbustan birden korku içinde uyandı, yüksek sesle ağlamaya başladı. Odada yalnızca babasıyla karısı vardı bu kez. Yeniden uykuya daldı. Bir süre sonra yine bu rüyayı gördü. Çığlık atarak zıpladı yatağından. Geceye kadar bu şekilde bir uyudu bir çığlık çığlığa sıçradı. Bir sefer de gözünü açtığında gece olduğunu ve doktorun kendisini muayene ettiğini gördü. Sonra da doktorun babasına şunları dediğini duydu:
“Yarası çok da önemli değil, hızlıca iyileşecek. Ama çocuk çok korkmuş, korkudan çırpınıp duruyor. Bir şey çok kötü korkutmuş onu. Şimdi ona bir iğne yapacağım, bu onu sakinleştirip uyutur.”
Ulduz:
“Ben çok açım.”
Üvey annesi süt getirdi. Ulduz sütü içti. Doktor iğnesini yaptı, çantasını da aldı ve çıkıp gitti.
Ulduz, gözleri tavana dikili vaziyette, öylece yatıyor, bir şey demiyordu. Üvey anneyle babanın ne konuştuklarını duymak istiyor, ama duyamıyordu. Çabucak uykusu geldi.
***
Ertesi sabah, Ulduz’un aklına minik karga takıldı. Elleri titreyince, çayı yorganın üstüne döktü. Üvey anne öfkeli bir bakış attı ama bir şey demedi. Baba ayaktaydı, işe gitmek için hazırlanıyor, pantolonunu giyiyordu. Ulduz ayağa kalkıp minik karganın yanına gitmek istiyordu. Ama şimdi akıl kârı değildi bu. Karga Bey’in başına ne iş geldiğini bilmiyordu, Anne Karga’nın nasıl olup da geçen sabah üvey annenin eline düştüğünü bilmiyordu. Kadın, gözüne sardığı bezi çıkardı, kaşında ve alnında karganın gaga izi görülebiliyordu.
Babası gittikten sonra, üvey anne de gitmek üzere ayaklandı:
“Ben de Yaşar’ın annesinin yanına gidiyorum, erken dönerim. Çok zaman oldu hamama gitmeyeli, seni bu sefer yanımda götüremem, bir bakayım Yaşar’ın annesi benimle gelebilecek mi hamama.”
Üvey anne yavaş yavaş şefkatli birisi oluyordu sanki. Ulduz’la hiçbir zaman böyle yumuşak konuşmazdı. Ama Ulduz onunla bir şey konuşmak istemiyordu. Hiç hazzetmiyordu ondan. Aklına bir şey geldi birden:
“Anne, sen şimdi hamama gidiyorsun madem, Yaşar’a söyle o da buraya gelsin, yalnız kalmak istemiyorum evde.”
Kadın biraz hık mık eti, sonra Yaşar’ın okula gittiğini söyledi.
Ulduz bir şey demedi. Üvey anne çıkıp gitti. Ulduz da kalkıp minik karganın yuvasına gitti. Zavallı kargacık kümesin içinde gübre yığınının üzerinde oturmuş, ağlıyordu. Ulduz’u görünce, “Ohh, sonunda gelebildin!” dedi.
“Affet beni, çok yalnız bıraktım seni.”
“Şimdi bir şeyler getir de yiyeyim, sonra konuşuruz. Çok acıktım, çok susadım.”
Ulduz gitti, yiyecek içecek getirdi. Karga Bey biraz bir şeyler yedi, “Sen de annemin peşinden gittin diye düşündüm.” dedi.
“Annen nereye gitti?”
“Hiçbir yere! Üvey annen o kadar dövdü ki sonunda öldürdü onu. Ya çöplüğe atmıştır ya da başka bir yere.”
Ulduz ağlayacaktı, ama tuttu kendisini:
“Ne kadar acı bir ölüm! Köpekler şimdiye kadar bedenini parçalayıp yemişlerdir!”
“Hayır, biz kargaların eti acıdır, hiçbir canlı yiyemez bizi. Hele köpekler, cesaret edip de dişlerini bile geçiremezler etimize. Bu yüzden cesedimiz o kadar uzun süre yerde kalır ki en sonunda çürüyüp dağılır. Şimdi annemin cesedi de ya bir çöplükte veya başka bir yerde öylece duruyordur, çürümeye başlamıştır.”
Ulduz artık kendini tutamadı daha fazla, kendini koyverdi ve ağlamaya başladı. Minik karga da ağlamaya koyuldu. Ulduz sonunda, “Şimdi üvey anne gelir, bizi görmesin, hamama gittiği vakit yeniden gelirim yanına.” dedi.
Kümesin kapısını kapattı ve yatağına gidip, yorganın altına girdi. Üvey anne geldi, hamam bohçasını aldı ve gitti. Ulduz, bu sefer rahat bir şekilde kargacığın yanına gitti. Güzel ve güneşli bir havaydı Karga Bey’i güneşe çıkardı. Güneş iyice ısıtsın diye, kümesin kapısını da açık bıraktı ardından.
Karga Bey kanatlarını açıp silkeledi, gagasını yerde sağa sola doğru sürttü:
“Gerçekten de Ulduzcuğum, özgürlük ne kadar güzel bir şeymiş!”
Ulduz bir ah çekti:
“Sabah erkenden niye gelmişti annen, anlayabildin mi sen?”
“Doğrusu, beni götürüp uçmayı öğretecekti, onun için gelmişti. Gün doğarken yanıma geldi ve ‘Bugün uçma günü.’ dedi. ‘Kardeşlerinle beraber size uçmayı öğreteceğim. Sen de muhakkak gelmelisin, sonra geri getiririm seni buraya.’ ‘Peki Ulduz’a haber vermeyecek misin?’ diye sordum. Annem de sana haber vereceğini söyledi. Sonra kapıyı kapattı, sana haber vermeye gitti. Biraz vakit geçti, sen dışarı çıkmadın. Ben kümesin içindeydim. Sonra ‘Tut, Yakala!’ diye sesler işittim. Annem çığlıklar atıyordu, gak gak gak… İçim parçalandı. Annem, ‘Bu dünyada yaşamak bizim de hakkımız değil mi? Neden her istediğimizle dostluk kuramayalım?’ diye bağırıyordu. Kapının altındaki boşluktan dışarı baktım, üvey annen benim anneme tuzak kurmuş, kalburla yakalamıştı. Annemin ne dediğini anlayamayacağını tahmin edersin zaten.”
Ulduz sabırsızca sordu sonrasında ne olduğunu.
Karga Bey:
“Sonra da annemi bir iple bağladı, dut ağacına astı. Annem çırpınırken gagasıyla, üvey annenin yüzünü gagalayıp yaraladı. O zaman kadın iyice çıldırdı ve annemi sopayla dövmeye başladı.”
“Anne Karga başka bir söz söylemedi mi?”
“Söyledi tabi. Ey akılsız kadın, sen kargaların hırsızlık etmekten hoşlandıklarını mı sanıyorsun? Kendi karnımı ve yavrularımın karnını doyurabilecek kadar yiyeceğim olsa, yine de hırsızlık edecek kadar hasta ve akılsız mı olduğumu sanıyorsun? Kendi dolu midenize bakıyorsunuz, herkesi de kendiniz gibi tok sanıyorsunuz!” dedi.
Karga Bey sustu. Ulduz hıçkırıklarını dindirip sordu:
“Sonra ne oldu?”
“Sonra sen dışarıya çıktın. Üzerinde sadece bir gömlek vardı. Sonrasını da sen kendin biliyorsun zaten…”
Bir süre ikisi de sustu, konuşmadılar.
Ulduz:
“Şimdi Anne Karga gitti ve her şey bitti! Ne yapacağız bundan sonra?”
“Benim uçmayı mutlaka öğrenmem lazım.”
“Doğru diyorsun. Ben hep kendi derdime düştüm.”
“Ah keşke babam, kardeşlerim, büyük annem bilseydiler nerede olduğumu…”
“Evet. Yardımımıza gelirlerdi.”
“Annemin ne söylediğini biliyorsun, birkaç güne kadar uçmayı öğrenmem şart, yoksa ölürüm. Vakti tam olarak biliyor musun?”
Ulduz parmaklarıyla bir hesap yaptı:
“Altı günümüz var en fazla.”
“Sence ne yapmalıyız şimdi?”
“İstersen seni Yaşar’a vereyim, o da götürüp kırlarda uçmayı öğretsin sana. Ne dersin?”
“Yaşar da kim?”
“Hemen sol taraftaki komşumuz.”
“İyi bir çocuksa, benim bir itirazım yok.”
“Hem iyi bir çocuktur, hem de iyi bir sırdaştır. Ama nasıl haber vereceğiz ona?”
“Hemen dama çık, söyle gelip alsın beni.”
“Ama şimdi olmaz, okula gitti.”
“Okul mu? Birkaç günden beri yaz tatiline girdik artık!”
“Aslında doğru diyorsun. Üvey annem kandırdı bizi. Okullar tatil oldu şimdi. Ben dama çıkıyorum, sen buradan bir yere ayrılma.”
Tam merdivenin ikinci basamağına adımını atmıştı ki sokaktan ayak sesleri duyuldu. Ulduz hemen dönüp, kargayı kümese götürdü, kapısını kapattı. Kendisi de odasına gitti, yorganın altına girdi ve gözlerini bahçeden tarafa çevirdi.
***
Bir köpek havlaması duyuldu. Ardından kapı gıcırdadı. Baba eve geldi, ardından da amcası. Babasının küçük kardeşi… Kara köpek de onların arkasından bahçeye daldı. Köpeğin ipi amcasının elindeydi.
Baba:
“Artık hiçbir karga bu evden içeri adımını atamaz.”
Amca:
“Kış geldiğinde gelip geri götürürüm köpeği.”
“Olsun, tamam. Kışın zaten köpeğe ihtiyacımız olmaz.”
“Ulduz nerede? Yengeyle birlikte mi gitti?”
“Yok, hastalandı. Uyuyor şimdi.”
Köpeğin ipini dut ağacına bağladıktan sonra, odaya geldiler. Ulduz amcasını severdi. En çok da, annesinin köyünden geldiği için severdi onu.
Amcası, Ulduz’a hâl hatır sordu, ama annesiyle ilgili bir şey demedi. Babası, önceki karısından yanında bahsedilmesinden hoşlanmazdı.
Amcası, ağabeyine işe gidip gitmeyeceğini sordu. Babası da izin alıp geldiğini, zaten vaktin de geçmiş olduğunu söyledi.
Bunun ardından, sohbet yine köpeğe ve kargalara kaydı. Babası, durmadan kargaların kötülüklerinden bahsediyor, onları kötülüyordu. Mesela şöyle diyordu:
“Kargalar, pis, hırsız ve korkak hayvanlardır. Gelip hırsızlık ederler, ama birini de görürseler eğilip taş veya bir şey alırken, hemen korkup kaçarlar.”
Vakit öğleni bir saat geçmişti. Üvey anne geldi. Köpek onu görünce önce bir havladı, ama sonra amca pencereden seslenince, o da sesini kesti.
Kadın, kayınbiraderine bakmadı. Amca da onun yanındayken hiç başını kaldırmadı ve yengesinin yüzüne hiç bakmadı. Ulduz sessizce oturuyor, amcasının yüzüne bakıyordu. Birdenbire,
“Amca, giderken köpeği de yanında götürsen…” dedi.
Babası şaşırdı. Amcası Ulduz’dan yana döndü:
“Niye götüreyim ki onu?”
Üvey annesi, Ulduz’u kekeme ve çekingen yapmıştı. Ne diyeceğini bilemedi bir süre. Sonunda,
“Ben… Ben korkuyorum.” diyebildi.
Baba:
“Bırak şimdi şunu, ne diyorsun sen?”
Amcası:
“Korkma kızım, iyi bir köpektir bu. Söylerim seni ısırmaz.”
Baba:
“Bırak şunu! Tatlı dille konuşulmaz onunla. Hem kendi köpekten fena ısırıyor insanları. Hiç sebep yokken gidip o adi ve hırsız kargaların tarafını tutuyor. Bilmem ki şu pis hayvanlardan ne iyilik görmüş şimdiye kadar!”
Ulduz başka da bir şey demedi. Yorganı başına çekti ve uyudu. Uyandığı zaman, amcasının gitmiş olduğunu gördü. Köpek ise bahçede havlayıp, yaklaşan kargaları korkutmakla meşguldü.
O günden sonra ev tam bir av sahasına döndü. Hiçbir karga cesaret edip de aşağıya inemiyordu. Ulduz bile korkusundan bahçeye çıkamıyordu. Bir sefer minik kargaya koyun etinden bir parça götürmeye niyetlenmişti ki köpek fırlayıp elinden kaptı eti ve midesine indirdi. Ulduz da bundan çok korktu, çığlık atıp içeri koştu.
***
Ulduz yatağından kalktı. Üvey annenin alnındaki yara çabucak iyileşmişti, ancak Ulduz’un kafasındaki yaranın iyileşmesi epey vakit aldı. Kadının Ulduz’a karşı davranışları yeniden değişmişti. Eskisinden daha beter bir şekilde Ulduz’a bağırıp çağırıyordu. Ulduz’un dişleri üvey annenin bacağında iz bırakmıştı.
Minik karganın durumu ise çok kötüleşmişti. Her zaman açlık çekiyordu. Ulduz ne kadar uğraşıp gayret etse de, kargacığın suyunu ve yiyeceğini vermeye fırsat bulamıyordu. Siyah köpek, gözlerini dört açmış, her tarafı kolaçan ediyordu sürekli. Tanımadığı her türlü sese havlıyordu. Ulduz’la Karga Bey’in tek ümidi Yaşar idi. Eğer Yaşar onlara yardım edebilirse işler yoluna girebilirdi. Ama ona nasıl haber gönderebileceklerini de bir türlü bilemiyorlardı. Ulduz köpeğin korkusundan dama bile çıkmıyordu, yani cesaret edip çıkamıyordu. Kara köpek hiç fırsat vermiyordu. Hırlayıp havlıyordu sürekli.
Isırması da her zaman ihtimal dâhilindeydi. Sürekli bahçede devriye geziyor, etrafı kokluyordu.
Yaşar’ın annesi ara sıra Ulduz’ların evine girip çıkıyordu. Ama ona da bir şey söylemek olmazdı. Hem onun üvey anneyle arasının iyi olmadığı ve ona bilgi vermediği ne malumdu? Bu devrin insanlarına hemen güvenmek çok yanlış olur. Hem, üvey annesi de son günlerde onu kimseyle yalnız başına bırakmamıştı hiç.
Günler bu şekilde ardı ardına geçip gidiyordu. O beş gün endişe ve perişanlık içinde geçti. Sadece bir günleri kalmıştı. Ulduz, otek günün içinde minik kargaya uçmayı öğretmesi gerektiğinin farkındaydı. Öğretemezse, ölecekti kargacık. Ama nasıl öğretecekti uçmayı? Hiç bilmiyordu bunu.
Sonunda, aradığı fırsat çıktı ve Yaşar’ı görebilmeyi başardı. O gün, üvey anne bir düğüne gidecekti. Ulduz da üvey annesine, köpekten çok korktuğunu ve onunla evde tek başına kalamayacağını söyledi.
Kadın kaşlarını çattı, homurdandı, sonra da Ulduz’un elini tutup, Yaşar’ın annesine götürdü. Ulduz buna çok sevindi. Yaşar’ı evin içinde göremeyince, annesine nerede olduğunu sordu. Annesi, Yaşar’ın okula gittiğini, dünden beri tatilin bittiğini ve okulların yeniden açıldığını söyledi. Ulduz da oturup Yaşar’ı beklemeye başladı.
Öğle vakti olunca Yaşar koşa koşa eve geldi. Ulduz’u görünce kızardı ve “Hoş geldin.” dedi. Ulduz da selamını alıp, Yaşar’la konuştu. Yaşar’ın bir de henüz süt emme çağında olan bir kız kardeşi vardı. Annesi, o sırada kız kardeşini uyutmak için emziriyordu.
Ulduz ve Yaşar beraber bahçeye çıktılar. Ulduz fısıltıyla ve üzüntülü bir sesle:
“Yaşar ne oldu biliyor musun?”
“Ne oldu?”
“Karga Bey ölüyor.”
“Hangi Karga Bey?”
“Benim minik kargam işte!”
“Nasıl yani, senin bir kargan da mı var?”
“Evet, var. Şimdi söyle ne yapacağız.”
“Nereden buldun onu?”
“Anlatırım sonra, ama şimdi söyle ne yapacağız?”
“Açlıktan ölecek mi dedin?”
“Hayır.”
“Yaralandı mı?”
“Hayır.”
“E o zaman neden ölecek?”
“Uçamıyor. Bir karga uçamazsa, muhakkak ölür.”
“Bana ver, ben öğreteyim ona.”
“Merdivenin altına sakladım.”
“Üvey annenin haberi var mı bundan?”
“Haberi olursa, öldürür kargayı!”
“Bir oyun oynamamız lazım.”
“Önce şu köpeğe bir oyun düşünmemiz gerekecek. Sesini duymuyor musun?”
“Duymam mı? Kargayı dışarı çıkarmamıza izin vermez o köpek. Bana bir iki gün müsaade et de ne yapabileceğimizi bir düşüneyim.”
“Vaktimiz yok. Bugün Karga Bey’i çıkarmalıyız, yoksa ölecek. Anne Karga öyle söyledi bana.”
Yaşar iyice heyecanlanmıştı. Oldukça hareketli ve sıkıntılı bir durumda olduğunu anlamış bulunuyordu. Aceleyle, “Anne Karga mı, o da kim?” diye sordu.
“Karga Bey’in annesi… Bunları sonra konuşuruz. Ama şimdi hemen bir şeyler yapalım ki Karga Bey ölmesin.”
“Öğleden sonra okula gitmem. Gizli gizli gider, Karga Bey’i alır getiririz.”
Öğle vakti, ekmek, peynir ve yeşillik yediler. Öğleden sonra, Yaşar’ın babası işine gitti, annesi de bebeğini emzirip uyutmaya götürdü. Yaşar, annesine, Ulduz’la birlikte kendisinin de uyumayacağını, derslerini bitirmek zorunda olduğunu söyledi.
Yaşar bu tür yalanları, annesi onu yalnız başına bıraksın diye, çok nadiren söylerdi.
***
Biraz daha sonra, ikisi birden evden çıktılar. Merdivenlere tırmanıp dama çıktılar, etrafa iyice bir baktılar. Siyah köpeğin bahçede serbest bırakıldığını, onun da gidip minik karganın kaldığı kümesin kapısında uyumakta olduğunu gördüler.
Yaşar:
“Ben sizin eve gidiyorum, kargayı alıp getireyim.”
“Köpeğin, kümesin kapısında uyuduğunu görmüyor musun?”
“Doğru diyorsun. Zavallı Karga Bey! Baksana ne duruma düştü biçare.”
“Çok da korktuğunu sanmıyorum. Yürekli bir kargadır o.”
“Şimdi bir şeyler düşünüyorum. Bir plan yapalım…”
Üvey annenin sirke küpü, damın bir köşesinde duruyordu. Devrilip dökülmesin diye, küpün etrafını taşlarla desteklemişti. Yaşar’ın gözü taşlara takıldı, birden,
“Gel de şu köpeği öldürelim.” dedi.
Ulduz ürktü bu sözden:
“Öldürelim mi?”
“Evet. Öldürürsek, bir daha sana bir zarar da veremez.”
“Korkuyorum ben.”
“Ben öldürürüm onu.”
“Günah değil mi?”
“Günah mı? Günahın ne olduğunu bilmiyorum. Ama öyle görünüyor ki bunu yapmanın başka bir yolu da yok. Hem biz kimseye bir kötülük yapmıyoruz ki günah olsun.”
“Bu, amcamın köpeği.”
“Olsun. Amcan ne demeye köpeğini buraya getirip bağladı? Hem seni korkutuyor hem de Karga Bey’i zindanda tutuyor burada.”
Ulduz’un bu soruya verilecek bir cevabı yoktu. Yaşar parmaklarının ucunda yürüyerek, koca bir kayayı almaya gitti, bir yandan da Ulduz’a evde kimse olup olmadığını sordu.
“Üvey anne düğüne gitti. Babamı bilmiyorum. Köpeğin durumuna çok üzülüyorum.”
“Benim köpek öldürmekten büyük zevk aldığımı mı sanıyorsun? Başka çaremiz yok.”
Bir adım daha attı, şimdi köpeğin tepesine kadar gelmişti. Tam oanda kayayı bir anda başının üzerine kaldırdı ve hızla aşağı bıraktı. Taş tam da kafasına denk geldi köpeğin. Köpek, hırıltılı bir sesle inlemeye ve çırpınmaya başladı. Birden Ulduz’un babasının sesini duydular. Hemen kendilerini geri çektiler. Baba bahçeye çıkınca, köpeğin can vermekte olduğunu gördü. Yaşar, Ulduz’un kulağına fısıldadı:
“Hadi gel dışarı çıkalım, baban şimdi kayayı görünce dama çıkabilir bakmaya.”
“Kargayı burada mı bırakacağız?”
“Ben daha sonra gelirim onun yanına.”
İkisi de gizlice damdan aşağı indiler ve Yaşar’ın odasına girip oturdular. Yaşar’ın kitaplarını önlerine açtılar, onları bu vaziyette gören herhangi biri ders çalışmakta olduklarına inanırdı. Ama kalpleri küt küt atıyordu. Yüzlerinin de feri biraz sönmüş gibiydi. Ulduz’un babasının sesi duyuluyordu damın üzerinde. Ses kesildi bir süre sonra. Yaşar tek başına çıktı dama. Ulduz’un babası üzerini giymiş, köpeğin ölüsünün başında dikiliyordu. Sonra da sokak kapısından çıktı gitti.
Yaşar, daha önce yaşadıkları bir hadiseyi hatırladı; günün birinde, attığı taş Ulduz’ların evinin camını kırmıştı. Ulduz’un babası yine böyle sokağa çıkmış, ama dönerken yanında polisle gelmiş ve ortalığı birbirine katmıştı. Damdan aşağı inerken bu düşünceler kafasının içindeydi. Öncelikle, Karga Bey’i kümesten dışarı çıkardı,
“Ben Yaşar, seni özgürlüğüne kavuşturmak için köpeği öldürdük” dedi kargaya.
Karga güçlükle nefes alıyordu:
“Teşekkür ederim, ama artık çok geç.”
“Neden?”
“Annemin söylediği vakit bugün öğlene kadardı. Ama o vakti geçtik. Hem ben o kadar açım ki istesem de uçamam, hiç gücüm kalmadı.”
Yaşar çok üzülmüştü bu duyduklarına, neredeyse ağlayacak haldeydi:
“Şimdi gelmiyor musun? Ben sana uçmayı öğretecektim.”
“Dedim ya, vakit geçti artık. Ulduz’a söyle, benim tüylerimden birkaç tanesini alıp bir yerde saklasın. Ne olursa olsun, diğer kargalar benim ve sizin peşinize düşecektir mutlaka.”
Karga Bey bunları söyledikten sonra, gagası kapandı ve vücudu soğudu birden. Yaşar ağladı, ağlarken aklına bir fikir geldi. Gözleri hınzırca parıldadı, güldü bu fikrine. Karganın ölüsünü girişteki basamakların üzerine bıraktı. Köpeğin başına attığı taşı da alıp mutfağın ortasına koydu. Köpeğin ölüsünü dut ağacının altına bıraktı. Gidip bir kova su getirdi, ufak kapıdaki ve merdivenin basamaklarındaki kanı yıkadı suyla. Ardından kovayı ters çevirip, odanın ortasına koydu. Sonra da Karga Bey’in ölüsünü yanına aldı ve dama çıktı. Damda kendilerine ait herhangi bir iz kalmaması gerektiğini düşündü. Böyle de yaptı.
Ulduz çok üzüntülüydü. Çok ağladı. Ama sonuçta olan olmuştu ve buna yapılabilecek herhangi bir şey de yoktu. Yaşar onu teselli etmeye çalıştı:
“Eğer işlerin daha da kötüye gitmesini istemiyorsan, hiç sesini çıkarmamalısın, kimse işin kokusunu almamalı. Başlarına öyle bir bela aldılar ki neye uğradıklarını şaşıracaklar. Bugün okuldaki öğretmenimden yeni bir şey öğrendim, babanla üvey anneni öyle kötü korkutacağım ki bundan sonra kendi gölgelerinden bile korkar hale gelecekler.”
Sonra da hem Karga Bey’in ölmeden önce söylediklerini hem de evin içinde kendi yaptıklarını bir bir Ulduz’a anlattı. Ulduz biraz daha kendine gelmeye başlamıştı. Karga Bey’in tüylerinden birkaç tane koparıp cebine koydu. Yaşar, karganın ölüsünü, daha sonra gömmek üzere gizli bir yere koydu. Yaşar’ın annesi de bu sırada bebeğini emzirmiş, ona sarılarak uyumaktaydı.
***
Çocuklar oturmuş, bekliyorlardı. Birden dışarıdan sesler yükseldi. Ulduz’un babası feryat figan bağırıyordu. Ona başka sesler de eşlik ediyordu. Yaşar’ın annesi uykusundan uyandı ve bahçeye koştu. Sonra çarşafıyla örtündü ve dama fırladı. Ulduz’un babası adeta aklını oynatmış gibiydi. Çıldırmış gibi bağırıp çağırıyordu:
“Vayy, vayy… Vay başıma gelenler… Evimi cinler bastı… Ben artık kalamam burada… İmdatttt! Yardım edin…”
Yanında getirdiği polis ve diğer birkaç kişi, adamın etrafında dönüyor, onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Ulduz’un babası köpeğin ölüsünü gösterip, acıyla haykırıyordu:
“Şuna bakın! Kim getirmiş buraya koymuş bunu? Taşı kim kaldırdı yerinden? Yerdeki kanı kim yıkamış? ‘İyi saatte olsunlar’ evin içinde cirit atıyor! Önce gelip köpeği öldürdüler… Sonra da… Vayy… vay başıma gelenler…”
Ulduz’la Yaşar merdivenlerin dibinde durmuş, konuşmaları dinliyorlardı. Yaşar’ın annesi dama çıkmalarına izin vermemişti. Birbirlerine göz kırptılar, babayla diğerlerinin cehaletine gülüyorlardı. Tuzağa düşürüp hemen kandırdıkları bu insanların hâli onları iyice mutlu etmişti.
Ulduz’un babasını çeke çeke zorla odaya götürebildiler. Ama bir anda hepsi korku içinde çığlığı bastı:
“Allah’ım sana sığındık… İyi saatte olsunlar burayı da basmış… Cinler…”
Baba feryat figan içinde tekrar bahçeye fırladı ve deli divane gibi bir o yana bir bu yana koşturup durdu. Ters çevrilmiş kova hepsini korkutmuştu. Oradaki yaşlı bir adam, evi cinlerin bastığını ve her yeri ele geçirdiklerini, hemen koşup bir cinci hocayla bir de muskacı bulmak gerektiğini söyledi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/samed-behrengi/samed-behrengi-butun-oykuleri-69429028/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
İran’da kullanılan gayriresmî para birimi. (ç.n.)