Rüzgârın Kızı Anne

Rüzgârın Kızı Anne
Lucy Maud Montgomery
Anne Shirley, Summerside Lisesinde öğretmen olarak geçirdiği üç yılını Gilbert Blythe’a gönderdiği mektuplarında anlatıyor ve bu süreçte Windy Poplars adlı büyük bir evde iki yaşlı dul, Kate ve Chatty teyze, Rebecca Dew ve kedileri Dusty Miller ile birlikte yaşıyor. Green Gables’la bağını koparmayan Anne, yabancı bir yerde geçirdiği bu üç yılla birlikte yeni tecrübeler de ediniyor. "İstediğim zaman burada yapayalnız olabilirim. Arada bir yalnız kalmanın iyi olduğunu sen de bilirsin. Rüzgârlar bana yarenlik ederler. Feryat figan eser, iç çeker ve şarkılar mırıldanırlar kulemin etrafında. Kışın beyaz rüzgârları, ilkbaharın yeşil rüzgârları, sonbaharın kızıl rüzgârları ve tüm mevsimlerin yaban rüzgârları… 'Onun buyruğuna uyan fırtınalı rüzgârlar.' Bu İncil ayeti hep beni ürpertmiştir. Sanki her bir rüzgârın bana bir mesajı varmış gibi… George MacDonald’ın o eski hikâyesinde kuzey rüzgârı ile beraber uçan o çocuğa hep imrenmişimdir."

Lucy Maud Montgomery
Rüzgârın Kızı Anne

Lucy Maud Montgomery, 30 Kasım 1874 tarihinde, Prens Edward Adaları, Clifton’da doğdu. Annesi, daha o bebekken tüberkülozdan hayatını kaybetti. Kendisini annesinin ailesi büyüttü. Babası, onu büyütmesi için büyükannesine emanet ettikten sonra Cavendish’e taşındı. Cavendish’te yaşamaya başlayan Montgomery’nin çocukluğu yalnızlık içinde, hayalî arkadaşlarla geçti. 1890 yılında, burada eğitimini tamamladıktan sonra, babası ve üvey annesiyle yaşamak için Prens Albert şehrine yerleşti.
9 yaşındayken şiirlerini yazmaya ve günlük tutmaya başladı. İlk şiiri yerel gazetelerde yayımlandıktan sonra düzenli olarak kısa yazılar da yazmaya başladı. Charlottetown’daki Prince of Wales Üniversitesine girerek öğretmenlik lisansı aldı. Kısa süreliğine de olsa öğretmenlik yaptı. 1897’den itibaren yazmaya başladığı yüzlerce kısa öykü, haftalık dergilerde yayımlandı.
1908 yılında yayımlanan ilk kitabı Yeşilin Kızı Anne ile büyük bir başarı yakaladı. Yazarı yaşamı boyunca popüler eden Anne karakteri dünyada en çok sevilen kitap kahramanlarından biri oldu. İlk roman ile birlikte bir seri hâline geldi. Yazar hayatı boyunca birçok roman, otobiyografi, kısa hikâye ve şiir yazdı. Toronto’daki evinde 24 Nisan 1942’de hayatını kaybetti.

Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter.

İLK YIL

1
(Summerside Lisesi Müdüresi Lisans Mezunu Anne Shirley’den Redmond College, Kingsport’ta tıp öğrencisi olan Gilbert Blythe’a yazılan mektup.)

    “Windy Poplars, (Rüzgârlı Kavaklar) ” Spook’s Caddesi
    Pazartesi, 12 Eylül
En Sevgili,
Muhteşem bir hitap biçimi değil mi? Bu kadar leziz bir şeyi daha önce duymuş muydun? Yeni evimin adı Windy Poplars (Rüzgârlı Kavaklar) ve ben burayı çok seviyorum. Ayrıca Spook[1 - “Korkunç”, “hayalet” anlamlarına gelen bir kelime. (ç.n.)] Caddesi’ni de seviyorum ki bu caddenin resmî bir varlığı yok. Asıl İsmi Trent Caddesi ancak Weekly Courier (Haftalık Haberci) dergisinde adının geçtiği nadir zamanlar hariç buraya asla Trent Caddesi denilmiyor. İşte böyle zamanlarda insanlar birbirlerine bakıp, “Trent Caddesi nerede Tanrı aşkına?” deyiveriyorlar. İsmi Spook Caddesi. Tabii bunun sebebini tam olarak ben de bilmiyorum ya. Bu konuda Rebecca Dew’e de danıştım. Ancak tek söyleyebildiği buranın adının her zaman Spook Caddesi olduğu ve buraya doğaüstü güçlerin musallat olduğuydu. Fakat Rebecca Dew bu caddede kendisi kadar kötü görünüşlü bir şeyi daha önce hiç görmemiş dediğine göre.
Ancak hikâyemi sırasına göre anlatmam gerekir. Rebecca Dew’ü henüz tanımıyorsun. Ama tanıyacaksın, tabii ki tanıyacaksın. Rebecca Dew’ün ileriki yazışmalarımda fazlasıyla yer alacağı öngörüsünde bulunuyorum.
Vakit alaca karanlık vakti en sevgili. (Laf arasında “alaca karanlık” kelimesi çok hoş bir kelime değil mi? Ben bu kelimeyi “gün batımı” kelimesinden daha çok seviyorum. Çok kadifemsi ve gölgemsi bir tınısı var, bir de “alaca karanlık” gibi…) Gündüz vaktinde dünyaya aidim. Geceleri ise uyku ve sonsuzluğa. Ancak alaca karanlıkta bu ikisinden de azat olmuş vaziyetteyim ve sadece kendime aidim… Bir de sana… Yani bu kutsal anı sana yazmaya adayacağım. Gerçi bu yine de bir aşk mektubu olmayacak. Benim kalemim biraz gıcırtılı ve ben gıcırtılı bir kalemle aşk mektubu yazamam. Keskin bir kalemle de kalın bir kalemle de yazamam. Dolayısıyla bu türden bir mektubu tam olarak böyle bir mektuba uygun türde bir kaleme sahip olduğumda alacaksın. Bu arada sana yeni ikametgâhım ve sakinlerinden bahsedeceğim. Hepsi de çok değerli insanlar Gilbert.
Dün bir pansiyon evi bulmak için geldim. Bayan Rachel Lynde de benimle geldi. Güya alışveriş yapmaya gelmişti ama aslında bana kalacak yer seçmek için geldiğini biliyorum. Aldığım üniversite eğitimi ve lisans dereceme rağmen Bayan Lynde hâlâ benim tecrübesiz genç bir kız olduğuma, yönlendirilmem, yönetilmem ve gözetilmem gerektiğine inanıyor.
Trenle geldik Gilbert ve çok komik bir macera yaşadım. Senin de bildiğin gibi maceralar peşlerinde koşmasam da bir şekilde beni bulur her zaman. Sanki onları bir şekilde kendime çeker gibiyim.
Bu olay, tren bir istasyonda durmak üzereyken yaşandı. Ben ayağa kalktım ve Bayan Lynde’in valizini almak için eğildim (kendisi pazar gününü Summerside’daki bir arkadaşı ile geçirmeyi planlıyordu). Bir koltuğun parlak kolu zannettiğim bir yere parmak eklemlerimi dayayarak ağırlığımı verdiğim anda neredeyse çığlık atmama sebep olan vahşi bir çatırdama sesi işittim. Koltuğun kolu zannettiğim şey meğerse bir adamın kel kafasıymış. Bana sert bakışlar atmasından anladığım üzere uykusundan yeni kalkmıştı. Perişan hâlde özür diledim ve trenden alelacele indim. Adamı son gördüğümde hâlâ bana sertçe bakıyordu. Bayan Lynde dehşete kapılmıştı. Parmak eklemlerim de hâlâ acıyor!
Bayan Tom Pringle isimli bir kişi lise müdürlerini son on beş yıldır evine pansiyoner olarak kabul ettiğinden kalacak yer bulmak için çok zorlanacağımı düşünmüyordum. Ama bilmediğim bir sebepten ötürü aniden “rahatsız edilmekten” sıkılmış ve beni kabul etmedi. Tercih edebileceğim diğer birkaç yerin ise kibar bir bahanesi vardı. Diğer birkaç yer ise tercih edilebilir değildi. Biz de bütün öğleden sonra boyunca kentte dolaştık. Sıcaktan bunaldık, yorulduk, canımız sıkıldı ve başımız ağrıdı. En azından benim için böyle oldu. Ümitsiz hâlde vazgeçmeye hazırdım. Sonra Spook Caddesi oluverdi.
Bayan Lynde’in eski dostlarından olan Bayan Braddock’u görmek için öyle bir uğramıştık. Bayan Braddock “dulların” beni alacağını düşündüğünü söyledi.
“Rebecca Dew’ün maaşını ödemek için pansiyoner almak istediklerini duydum. Eğer ellerine bir miktar ekstra para geçmezse Rebecca’ya güç yetiremeyecekler. Peki Rebecca giderse o ihtiyar kızıl ineği kim sağacak?”
Bayan Braddock o ineği benim sağmam gerektiğini düşündüğünü ancak bunu yapacağıma yemin etsem dahi bana inanmayacağını gösterircesine sert bir bakışla gözlerini bana dikti.
“Hangi dullardan bahsediyorsun sen?” diye sordu Bayan Lynde.
“Kim olacak, Kate teyze ile Chatty teyze!” dedi Bayan Braddock. Cahil bir üniversite mezunu da dâhil olmak üzere herkesin onların kim olduğunu bilmesi gerektiğini söyler gibiydi. Kate’in adı Bayan Amasa MacComber’dı (Kaptan’ın duluydu), Chatty teyze ise Bayan Lincoln Maclean’di, sadece bir duldu. Ancak herkes onlara “teyze” derdi. Spook Caddesi’nin sonunda otururdu.
Spook Caddesi! Bu iş tamamdır dedim. O dullarla oturmam gerektiğini biliyordum.
“Hadi gidip hemen onları görelim.” diye rica ettim Bayan Lynde’e. Bir saniye bile gecikirsek Spook Caddesi tekrar masallar diyarına kaybolacakmış gibi geliyordu bana.
“Onları görebilirsin. Ama kalıp kalmayacağına gerçekten karar verecek olan Rebecca’dır. Windy Poplars’da (Rüzgârlı Kavaklar) Rebecca Dew ne derse o olur diyebilirim.”
Windy Poplars! Bu gerçek olamazdı. Hayır olamazdı. Bu bir rüya olmalıydı. Ayrıca Bayan Lynde de buranın bir ev için tuhaf bir isim olduğunu söyledi.
“Kaptan MacComber verdi bu ismi. Onun eviydi sizin anlayacağınız. Evin etrafına kavaklar (poplars) dikti. Her ne kadar evine nadiren gelse ve geldiğinde de uzun süre kalmasa da çok gurur duyardı eviyle. Kate teyze bu durumun külfetli olduğunu söylerdi. Ancak evde çok az kalmasını mı yoksa eve dönmesini mi kastettiğini hiç anlayamadık. Neyse Bayan Shirley, umarım orada yaşarsın. Rebecca Dew’ün aşçılığı iyidir, soğuk patatese gelince de âdeta dâhidir. Eğer kabul ederse yaşadın demektir. Etmezse de etmez işte. Duyduğuma göre yeni bir bankacı da şehirde kalacak bir yerler arıyormuş ve o kişiyi tercih edebilirmiş. Bayan Tom Pringle’ın seni kabul etmemesi tuhaf olmuş. Summerside kenti Pringlelar, Yarı-Pringlelar ile dolu bir yer. Onlara ‘Kraliyet Ailesi’ denir ve onlarla iyi geçinmen lazım Bayan Shirley. Yoksa Summerside Lisesinde asla tutunamazsın. Buralar hep onlardan sorulmuştur. İhtiyar Kaptan Abraham’ın adını taşıyan bir cadde bile var. Onlar âdeta bir kabile gibi. Ancak bu kabileyi Maplehurst’teki iki ihtiyar kadın yönetir. Duyduğuma göre de seni gözleri tutmamış.”
“Neden ama?” diye haykırdım. “Ben onlar için sadece bir yabancıyım.”
“Yani, üçüncü dereceden bir kuzenleri lise müdürü olmak için başvurmuş ve işi onun alması gerektiğini düşünüyorlar. Senin başvurun kabul olunca da cümbür cemaat havlamışlar. Yani insanlar böyledir. Onları öyle kabul etmek lazım. Sana karşı çok kibar davranacaklar ama hep aleyhine çalışacaklar. Senin şevkini de kırmak istemiyorum ama hazırlıklı olman iyidir. Umarım onlara rağmen başarılı olursun. Eğer dullar seni kabul ederlerse Rebecca Dew ile birlikte yemek yemeyi sorun etmezsin değil mi? Kendisi bir hizmetçi değil. Kaptan’ın uzaktan bir akrabası. Misafir varken masaya gelmez, o zaman yerini bilir. Ama eğer orada kalacaksan seni misafirden saymaz hâliyle.”
Endişelenen Bayan Braddock’a Rebecca Dew ile yemek yemekten memnun olacağımı söyleyerek teminat verdim ve Bayan Lynde’i oradan sürükledim. Bankacıdan önce davranmam gerekiyordu.
Bayan Braddock bizi kapıya kadar geçirdi.
“Bir de Chatty teyzenin hislerini incitme olur mu? Onun hisleri çok kolay incinir. Zavallıcık pek hassas. Kendisinin Kate teyze kadar çok parası yok da. Gerçi Kate teyzenin de çok parası yoktur. Bir de Kate teyze kocasını çok severdi, yani kendi kocasını demek istiyorum. Ama Chatty teyze sevmezdi, kendi kocasını sevmezdi demek istiyorum. Şaşılacak şey değil! Lincoln MacLean huysuz bir ihtiyardı. Chatty teyze insanların bunun sorumlusu olarak kendisini gördüğünü düşünüyor. Şansınıza bugün cumartesi. Eğer cuma olsaydı Chatty teyze seni almayı aklından bile geçirmesin. Kate teyzenin batıl inançlı olduğunu sanırsın değil mi? Denizciler böyledir ne de olsa. Ancak batıl inançlı olan Chatty teyzedir. Her ne kadar kocası marangoz olsa da. Zamanında pek güzeldi, zavallıcık.”
Bayan Braddock’a Chatty teyzenin hislerine gözüm gibi bakacağımı söylesem de bizi bahçe patikasına kadar takip etti.
“Kate ve Chatty sen dışarıdayken eşyalarını kurcalamazlar. Çok dürüst insanlardır onlar. Rebecca Dew kurcalayabilir ama seni ele vermez. Bir de yerinde olsaydım ön kapıyı kullanmazdım. O kapıyı sadece çok önemli bir şey olduğunda kullanıyorlar. Zannedersem Amasa’nın cenazesinden beri o kapı açılmadı. Yan kapıyı denemelisin. Anahtarı pencere kenarında bulunan çiçek saksısının altına tutuyorlar. Yani eğer kimse yoksa kapıyı aç ve içeri girip bekle. Ayrıca ne yaparsan yap sakın kediyi övme. Rebecca Dew kediden hoşlanmıyor.”
Kediyi övmeyeceğime söz verdikten sonra nihayet oradan ayrılabildik. Çok geçmeden kendimizi Spook Caddesi’nde bulduk. Burası açık araziye açılan kısa bir ara caddeydi ve uzaklardaki mavi tepe güzel bir manzara oluşturuyordu. Bir yanında hiç ev yok, limana doğru uzanan bir yokuş arazinin diğer kısmını oluşturuyordu. Diğer tarafta ise sadece üç ev var. İlki sadece bir ev, söylenecek daha fazla bir şey yok. Onun yanındaki kocaman, muazzam ve kasvetli bir malikâne. Taşlarla çerçeve misali süslenmiş kırmızı tuğlalardan yapılmış. Çatısında dam pencereleri var ve üst kat demir korkuluklarla çevrili. Köknarlar ve ladinler evin etrafını öylesine kalabalıklaştırıyor ki ev güç bela görülebiliyor. Evin içi korkunç derecede karanlık olmalı. Üçüncü ve sonuncu ev ise Windy Poplars, tam köşede bulunuyor. Önünde uzanan cadde çimlerle kaplı. Diğer tarafta ise güzelim ağaç gölgeleriyle gerçek bir kır yolu var.
Evi görür görmez âşık oldum. İnsanı anlayamadığı bir sebepten dolayı görür görmez etkisine alan bazı evler olur ya hani. Windy Poplars öyle bir yer işte. Bu evi sana beyaz bir ev olarak tanımlayabilirim. Çok beyaz… Yeşil panjurları var. Çok yeşil… Köşede bir “kule” ile her iki tarafta çatı penceresi var. Alçak taş duvar evi caddeden ayırıyor. Akçakavaklar ev hizasında aralıklarla kendilerine yer bulmuşlar. Arkadaki koca bahçede çiçekler ve sebzeler keyifle birbirlerine karışmış vaziyetteler. Ancak yine de tüm bu anlattıklarım evin büyüleyiciliğini sana anlatmakta yetersiz kalıyor. Kısacası bu ev leziz bir kişiliğe sahip. Bir parça da Green Gables tadı veriyor.
“Burası bana göre bir yer… Alnıma yazılmış.” dedim kendimden geçercesine.
Bayan Lynde alın yazısına pek de güvenmiyormuş gibi baktı.
“Okula çok uzak.” dedi şüpheyle.
“Benim için sorun değil. İyi bir egzersiz olur. Şu tatlı huş ağacına ve yolun karşısındaki akçaağaç korusuna bir baksana.”
Bayan Lynde gösterdiğim yere baktı. Ancak tek söylediği, “Umarım sivrisineklerden rahatsız olmazsın.” idi.
Ben de bunu umuyorum. Sivrisineklerden nefret ederim. Tek bir sivrisinek uyumama rahatsız bir vicdandan daha çok engel olur.
Ön kapıdan girmek zorunda olmadığımıza memnun olmuştum. Burası çok iticiydi. Devasa, çift kapılı bu tahtadan girişin iki tarafında da kırmızı, çiçekli pencereler bulunuyordu. Eve ait gibi görünmüyordu kesinlikle. Yer yer çimlerin arasına gömülmüş dümdüz kum taşlarından oluşan dünya tatlısı patikayı izleyerek ulaştığımız küçük yeşil yan kapı çok daha dostane ve davetkârdı. Bu patika, düzenli bir sırayla yerleştirilmiş yem kanyaşları, şebboylar, pars zambakları, hüsnüyusuflar, kara pelinler, kırmızı beyaz papatyalar ve Bayan Lynde’in “çamcıklar” dediği çeşit çeşit çiçeklerle çevrelenmişti. Tabii ki çiçeklerin hepsinin açtığı mevsimde değiliz. Ancak vakitlice ve güzelce çiçek açtıkları kolayca anlaşılıyordu. Windy Poplars ile kasvetli ev arasında güllerle dolu bir alan vardı. Tuğla duvarın üzeri ise sarmaşıkla kaplıydı. Soluk yeşil renkli kapının üzerinde ise kemerli bir çiçek kafesi vardı. Kapının üzerindeki sarmaşıktan bir süredir açılmadığı anlaşılıyordu. Bu kapı aslında sadece yarım kapıydı. Çünkü kapının üst kısmı diğer taraftaki ormanımsı bahçeye göz atabileceğimiz şekilde açık bir dikdörtgenden oluşuyordu.
Windy Poplars’ın bahçesine daha henüz girmiştik ki patikanın yanında bulunan küçük bir yonca yığını dikkatimi çekti. İçimden bir ses beni eğilerek onlara bakmaya teşvik etti. İnanır mısın Gilbert, gözlerimin önünde tam üç tane dört yapraklı yonca vardı. Uğurlu işaret bu değilse nedir peki? Pringlelar bile bununla boy ölçüşemezler. Bankacının en ufak bir şansı olmadığına o sırada emindim.
Yan kapı açık olduğundan evde birinin olduğunu anladım ve çiçek saksısının altındaki anahtara bakmak zorunda kalmadık. Kapıyı çalınca Rebecca Dew bizi karşılamaya çıktı. Karşımızdaki kişinin Rebecca Dew olduğunu biliyorduk çünkü koca dünyada başka kimse olamazdı o kişi. Ayrıca başka bir isim de taşıyamazdı.
Rebecca Dew kırk yaşlarındaydı. Eğer bir domatesin alnından kaçışan siyah saçları, pırıltılı küçük siyah gözleri, yumru gibi burnu ve ağız olarak da bir çatlağı olsaydı kesinlikle ona benzerdi. Ona dair her şey bir miktar kısaydı. Kolları ve bacakları, boynu ve burnu… Gülümsemesi dışında her şey… Yüzündeki gülücük bir kulağından diğerine varacak uzunluktaydı.
Ancak o sırada gülümsemesini henüz görmemiştik. Bayan MacComber’ı görmek istediğimizi söylediğimizde suratı asıktı.
“Kaptan MacComber’ın eşi Bayan MacComber demek istediniz galiba.” dedi azarlarcasına, sanki evde on tane Bayan MacComber varmış gibi.
“Evet.” dedim uysalca. Bunun üzerine bizi derhâl oturma odasına yönlendirip orada bıraktı. Oldukça güzel küçük bir odaydı. Oda biraz kalabalık olsa da sessiz ve dostane havası beni kendine çekti. Her bir mobilya, kendine ait bölgede yıllarca durmaktaydı belli ki. Bir de öylesine parlıyorlardı ki! Satın alınan hiçbir cila böylesi bir ayna parlaklığı sağlayamazdı. Bunun Rebecca Dew’ün alın teri olduğunu biliyordum. Şömine rafındaki içinde gemi bulunan bir şişe Bayan Lynde’in fazlasıyla ilgisini çekmişti. Geminin şişenin içine nasıl girdiğine akıl sır erdiremiyordu. Ancak eve “denizci” havası verdiğini düşünüyordu.
Ve “dullar” geldiler. Onlardan hemencecik hoşlandım. Kate teyze, uzun boylu beyaz saçlıydı. Biraz da ciddi görünüyordu. Tam olarak Marilla’nın tipindeydi. Chatty teyze ise kısa boylu, zayıf, beyaz saçlı ve bir parça da hüzünlüydü. Zamanında çok güzel olsa da güzelliğinden geri kalan sadece gözleriydi. Çok güzeldi gözleri. Yumuşak, iri ve kahverengi…
Sebebi ziyaretimi açıkladım ve dullar birbirlerine baktılar.
“Rebecca Dew’e danışmalıyız.” dedi Chatty teyze.
“Kesinlikle.” dedi Kate teyze.
Böylece Rebecca Dew’ü mutfaktan çağırdılar. Kedi de onunla birlikte geldi. Kocaman, pofuduk bir Malta kedisiydi. Göğsü ve boynu beyazdı. Onu okşamak istesem de Bayan Braddock’un uyarısını hatırlayıp görmezden geldim.
Rebecca en ufak bir tebessüm belirtisi göstermeden bana baktı.
“Rebecca.” dedi Kate teyze. Anladığım üzere kelime israfından hoşlanmıyordu. “Bayan Shirley burada pansiyoner olarak kalmak istiyor. Onu alabileceğimizi zannetmiyorum.”
“Neden ki?” diye sordu Rebecca Dew.
“Senin için zor olmasından korkuyorum.” dedi Chatty teyze.
“Ben zora çok alışkınım.” dedi Rebecca Dew. Bu isimleri birbirinden ayıramazsın Gilbert. İmkânsız bir şey bu. Yine de dullar bu imkânsızı gerçekleştiriyor, konuştukları sırada ona “Rebecca” diye hitap ediyorlardı. Bunu nasıl başardıklarını anlayamıyorum.
“Gençlerin gelip gitmesini kaldırabilmek için fazla yaşlıyız.” dedi Chatty teyze.
“Kendi adına konuş.” diyerek ani ve keskin bir cevap verdi Rebecca Dew. “Ben sadece kırk beş yaşındayım ve tüm kuvvetim yerinde. Ayrıca evde genç bir kimsenin uyumasının güzel bir şey olduğunu düşünüyorum. Bir kız her zaman bir erkekten daha iyidir. Erkek dediğin gece gündüz sigara içer, yataklarımızı yakar. İlla ki bir pansiyoner alacaksanız benim tavsiyem bu kızı almanızdır. Ama tabii burası sizin eviniz.”
Bunları söyledikten sonra kayboldu. Homer’ın görüş bildirmekten zevk alması gibiydi. İşin olduğunu artık biliyordum. Ancak Chatty teyze odama gidip uygun olup olmadığını görmemi istedi.
“Sana kule odasını vereceğiz canım. Misafir odası kadar büyük değil. Ancak kışları soba kurmak için bacası var ve manzarası çok daha iyi. Oradan eski mezarlığı görebiliyorsun.”
Bu odayı seveceğimi biliyordum… “Kule odası” ismi bile bende hoş bir ürpertiye sebep oldu. Eski günlerimizde, Avonlea Okulunda öğrenciyken söylediğimiz o şarkıyı hatırladım. Gri denizin yanındaki yüksek kulede yaşayan genç kızın şarkısını… Buranın çok güzel bir yer olduğunu anladım. Buraya merdiven sahanlığından sonra başlayan köşe basamakları ile çıkılıyordu. Oldukça küçük bir odaydı. Ancak Redmond’daki ilk yılımda kalmak zorunda olduğum o korkunç koridor odası kadar küçük değildi. İki penceresi vardı. Bir tanesi batıya bakan dam penceresi, diğeri ise kuzeye bakan çatı penceresiydi. Kulenin oluşturduğu köşede ise cumbalı bir pencere vardı. Pencere kanatları dışarı açılıyordu. Bu pencerenin altında da kitaplarım için raf vardı. Zemin yuvarlak, örgü halılarla kaplıydı. Büyük bir yatak, yatağın üzerinde de sayvan vardı. Yatağa serilmiş “yaban kazı” yorganı o kadar mükemmel bir düzgünlükte serilmişti ki burada uyuyarak bu düzenliliği bozmak yazık olurdu. Bir de yatak o kadar yüksek ki Gilbert, taşınabilir küçük merdivenlerle çıkılıyor, merdiven gündüzleri yatağın altına koyuluyor. Kaptan MacComber belli ki tüm bu düzeneği yabancı bir diyardan getirmişti.
Bir köşede tatlı mı tatlı bir dolap vardı. Rafları beyaz süs kâğıdı ile çevrelenmişti ve kapılarına buketler çizilmişti. Pencere altındaki oturakta mavi renkte yuvarlak bir minder vardı. Tam ortaya öyle bir yerleştirilmişti ki kocaman mavi bir halka tatlısını andırıyordu. Bir de iki raflı yüz yıkama sehpası vardı. Üst raf, camgöbeği mavisinden lavabo ve sürahiye yetecek kadar büyüktü. Altta ise sabun kutusu ve sıcak su maşrapası vardı. Havlularla dolu, pirinç kulplu bir çekmece de vardı. İşte bu çekmecenin üzerini porselenden beyaz bir kadın figürü süslemekteydi. Figürün pembe ayakları ve yaldızlı bir kuşağı vardı. Altın saçlarında kırmızı bir gül vardı.
Odanın tamamı mısır renkli perdelerden süzülen ışıktan dolayı altınla kaplanmış gibiydi. Beyaz duvarlarda nadir bulunan duvar süsleri vardı. Bu süsler dışarıdaki akçakavakların gölgelerinin içeri vurmasıyla oluşan şekillerden meydana gelmiş canlı duvar süsleriydi. Titrek hâlleriyle sürekli değişiyorlardı. Her nedense burası bana mutlu bir oda gibi geldi. Kendimi dünyanın en zengin kızı gibi hissettim.
“Orada güvenli olacaksın, o kadar.” dedi Bayan Lynde evden ayrıldığımızda.
“Patty’nin Yeri’nde yaşadığımız özgürlükten sonra biraz kasılabilirim.” dedim ona sataşmak için.
“Özgürlükmüş!” diye burun kıvırdı Bayan Lynde. “Özgürlük! O Amerikalılar gibi konuşma Anne.”
Bugün bavullar ve eşyalarla geldim. Elbette ki Green Gables’dan ayrılmaktan nefret ettim. Ne kadar sık ve uzun süre oradan ayrı kalsam da tatil zamanı gelir gelmez hiç ayrılmamış gibi yeniden bir parçası oluveriyorum. Oradan ayrılmak da ruhumu parçalıyor. Ama burayı seveceğimi biliyorum. Burası da beni seviyor. Bir evin beni sevip sevmediğini her zaman anlarım.
Pencerelerimden görülen manzara çok hoş. Karanlık köknar ağaçlarının çevrelediği ve dönemeçli, etrafı setlerle çevrili bir yoldan çıkılan eski mezarlık manzarası bile güzel. Batı penceresinden, limanın tamamı görülebiliyor. Hatta uzaktaki puslu kıyıları, çok sevdiğim küçük tatlı yelkenlileri ve “bilinmeyen limanlara” yol alan yolcu gemilerini görebiliyorum. “Bilinmeyen limanlar” ifadesi ne kadar da etkileyici! İçinde hayal gücüne fazlasıyla yer var. Kuzey penceresinden huş korusunu ve yolun karşısındaki akçaağaçları görebiliyorum. Benim ağaçlara taptığımı bilirsin. Redmond’daki İngilizce dersimizde Tennyson okurken, harap olan çamlarının ardından yas tutan Enone’a hüzünle eşlik etmiştim.
Korunun ve mezarlığın ötesinde sevilesi bir vadi var. Vadinin âdeta kırmızı bir kurdeleden oluşan parlak yolu etrafını dönemeçleriyle çevreliyor. Yolun çevresine de beyaz pullar misali evler serpiştirilmiş. Bazı vadiler sevilesi oluyorlar. Nedenini bilmek mümkün değil. Sadece bakmak bile keyif veriyor. İşte bu vadinin ötesinde de benim mavi tepem var. Ona “Fırtına Kralı” adını verdim.
İstediğim zaman burada yapayalnız olabilirim. Arada bir yalnız kalmanın iyi olduğunu sen de bilirsin. Rüzgârlar bana yarenlik ederler. Feryat figan eser, iç çeker ve şarkılar mırıldanırlar kulemin etrafında. Kışın beyaz rüzgârları, ilkbaharın yeşil rüzgârları, sonbaharın kızıl rüzgârları ve tüm mevsimlerin yaban rüzgârları… “Onun buyruğuna uyan fırtınalı rüzgârlar.”[2 - İncil, Mezmurlar, 148: 8.] Bu İncil ayeti hep beni ürpertmiştir. Sanki her bir rüzgârın bana bir mesajı varmış gibi… George MacDonald’ın o eski hikâyesinde kuzey rüzgârı ile beraber uçan o çocuğa hep imrenmişimdir. Bir gece kulemdeki cumbayı açıp kendimi rüzgârın kollarına bırakacağım Gilbert. Rebecca Dew ise o gece yatağımın neden bozulmadığını asla bilemeyecek.
Biz de kendi “hayaller evimizi” bulduğumuzda umarım etrafında rüzgârlar olur canımın içi. Evimizin nerede olduğunu merak ediyorum. Bilinmeyen evimizin. Acaba onu ay ışığında mı daha çok seveceğim yoksa şafak vaktinde mi? Geleceğimizin evinde sevgiye, dostluğa sahip olacak ve çalışcağız. Bir de yaşlılık günlerinde yüzümüzü güldürecek birkaç tuhaf maceramız olacak. Yaşlılık! Biz yaşlanabilir miyiz Gilbert? İmkânsız gibi geliyor.
Kulenin sol tarafındaki penceresinden şehirdeki evlerin çatılarını görebiliyorum. Burada en az bir yıl yaşayacağım. Bu evlerde yaşayan insanlar benim dostlarım olacaklar. Her ne kadar onları henüz tanımasam da. Belki de düşmanlarım da olacak. Farklı isimlerde olsalar da Pye illeti her yerde var demek ki. Anladığım kadarıyla bahsedilen Pringlelarla iyi geçinmek lazım. Okul yarın başlıyor. Ben geometri öğretmek zorunda kalacağım! Eminim bu geometri öğrenmekten daha zor olmayacaktır. Pringlelar arasında matematik dâhileri olmaması için dualar ediyorum.
Burada şimdilik sadece yarım gün kalmış olsam da dulları ve Rebecca Dew’ü hayatım boyunca tanır gibiyim sanki. Kendilerine “teyze” diye hitap etmemi istediler çoktan. Ben de bana “Anne” demelerini istedim. Bir keresinde Rebecca Dew’e “Bayan Dew” demiş bulundum.
“Bayan ne?” dedi.
“Dew…” dedim uysalca. “Adın bu değil mi?”
“Evet, doğru. Ama uzun zamandır Bayan Dew şeklinde hitap edilmediğim için biraz afalladım. Bunu bir kez daha yapmasanız iyi olur Bayan Shirley, alışkın değilim ben.”
“Aklımdan çıkarmam bunu Rebecca… Dew.” dedim. Dew’ü söylememek için çok zorlansam da başarılı olamadım.
Bayan Braddock, Chatty teyzenin hassas olduğunu söylemekte yerden göğe kadar haklıymış. Bunu akşam yemeği yerken öğrenmiş bulundum. Kate teyze, “Chatty’nin altmış altıncı doğum günü.” gibi bir şey söylediği sırada tesadüfen Chatty teyzeye baktım ve gördüğüm şey gözyaşlarına boğulması değildi. Bu onun performansını tanımlamak için yanlış bir ifade olur. Gözyaşlarıyla dolup taştı. Gözyaşları iri kahverengi gözlerinde birikerek taşmaya başladı, hiç çaba harcamadan ve sessizce.
“Gene ne oldu Chatty?” diye sordu Kate teyze sertçe.
“Be… Benim altmış beşinci doğum günümdü.” dedi Chatty teyze.
“Özür dilerim Charlotte.” dedi Kate teyze ve araları hemen düzeldi.
Kedileri ise altın gözlü bir erkek kedi. Duman rengi zarif bir Malta kürkü kuşanmış. Göğüs kısmı ve boynunda ise keten rengi beyazlık var. Kate ve Chatty teyzeler ona Dusty Miller diye hitap ediyorlar çünkü adı bu. Rebecca Dew ise “O kedi…” diyor. Çünkü her sabah ve akşam ona bir parça ciğer vermek, salona sıvışırsa koltuktaki tüylerini eski bir diş fırçasıyla temizlemek ve gece dışarı çıkarsa peşinden koşmak zorunda olduğu için ondan haz etmiyor.
“Rebecca Dew hep kedilerden nefret etmiştir.” dedi Chatty teyze bana. “Özellikle de Dusty’den nefret eder. İhtiyar Bayan Campbell’in köpeği… O zamanlar bir köpeği vardı. İşte o köpek Dusty’i iki sene önce ağzında taşıyarak buraya getirdi. Sanırım kediyi Bayan Campbell’a götürmenin faydasız olduğunu düşündü. Zavallı yavrucuk sırılsıklamdı ve üşümüştü. Bir deri bir kemik kalmıştı, minicikti… Taş kalpli biri bile onu geri çeviremezdi. Böylece Kate ve ben kediyi evimize almaya karar verdik ancak Rebecca Dew bizi asla affetmedi. O zamanlar pek diplomatik davranmıyorduk. Kediyi almayı reddetmeliydik. Şey dikkatini çekti mi bilmiyorum…” Chatty teyze bu sırada yemek odası ve mutfak arasındaki kapıya dikkatle baktı. “Rebecca Dew’ü nasıl idare ettiğimiz.”
Dikkatimi çekmişti ve görülmeye değerdi. Summerside ve Rebecca Dew her şeyin kendisinden sorulduğunu düşünse de dullar işin aslını biliyorlardı.
“Bankacıyı almak istemedik. Genç bir adam çok sıkıntı verirdi ve eğer kiliseye düzenli olarak gitmezse endişelenirdik. Ancak bankacıyı ister gibi yaptık ki Rebecca Dew lafını bile duymaya dayanamasın. Seni aldığımıza çok sevindim canım. Senin için yemek pişirmek güzel olacak. Umarım bizleri seversin. Rebecca Dew’ün çok güzel özellikleri var. Buraya on beş sene önce geldiğinde şimdiki kadar düzenli değildi. Bir keresinde Kate, salondaki aynanın tozlarıyla ‘Rebecca Dew’ yazdı. Ancak bunu bir kez daha yapmasına gerek kalmadı. Rebecca Dew mesajı iyi alır. Umarım odanda rahat edersin canım. İstersen geceleyin pencereni açık bırakabilirsin. Her ne kadar Kate gece havasını pek doğru bulmasa da pansiyonerlerin ayrıcalıkları olması gerektiğini biliyor. Onunla ben aynı odada kalıyoruz ve yaptığımız düzenlemeye göre pencere bir gece onun için kapalı bir gece benim için açık duruyor. Böylesi küçük sorunlar her zaman halledilebilir, öyle değil mi? Eğer istersen her zaman bir yol bulabilirsin. Geceleri Rebecca’nın etrafı kolaçan ettiğini işitirsen ürkme olur mu? O hep sesler duyar ve kalkıp bir göz atmak ister. Sanırım bankacıyı istememesinin de sebebi buydu. Geceliğini giyerken adamla karşılaşmaktan korkuyordu. Umarım Kate’in pek konuşmamasına aldırmazsın. O da öyle biri işte. Üstelik konuşacak çok fazla şeyi var. Gençliğinde Amasa MacComber ile dünyayı dolaşmış. Keşke benim de onun gibi bahsedecek çok fazla şeyim olsaydı. Ancak ben Prens Edward Adası’ndan hiç ayrılmadım. Ben konuşmayı severken konuşacak bir şeyimin olmaması o da konuşmayı sevmezken konuşacak çok şeyi olması ilginç bir şey doğrusu. Ancak en iyisini Tanrı bilir sanırım.”
Chatty teyze konuşkan biri olsa da tüm bunları tek seferde söylemedi. Belirli aralıklarla ben de birkaç yorum sıkıştırdım araya ama onlar pek önemli değil.
Yolun yukarısında, Bay James Hamilton’ın çayırında otlanan bir ineği var ve Rebecca Dew o ineği sağmaya gidiyor. Bol miktarda kaymak oluyor. Ayrıca anladığım kadarıyla Rebecca Dew her sabah ve akşam Bayan Campbell’ın “Kadın’ına” yarım açık kapıdan bir bardak taze süt götürüyor. Doktorun tavsiyesi gereği “Küçük Elizabeth’e” verilmek üzere. Kadın ya da Küçük Elizabeth kim henüz bilmiyorum. Bayan Campbell ise yan kapıdaki kalenin sakini ve sahibi. Oraya Evergreens diyorlar.
Bu gece uyuyabileceğimi zannetmiyorum. Yabancı bir yataktaki ilk gecemde asla uyuyamam ve bu gördüğüm en yabancı yatak. Ancak bu sorun değil. Ben geceleri hep sevmişimdir ve yatakta uzanıp hayatı, geçmişi, şimdiyi ve geleceği düşünmeyi severim. Özellikle de geleceği düşünmeyi…
Bu biraz acımasız bir mektup oldu Gilbert. Bir dahakine seni bu kadar uzun bir mektuba maruz bırakmayacağım. Ama sana her şeyi anlatmak istedim ki yeni çevremi daha güzel tahayyül edebilesin. Şimdi sonuna geldik. Çünkü limanın ta uzaklarındaki ay “gölgeler diyarına doğru batıyor”. Daha Marilla’ya mektup yazacağım. Mektup Green Gables’a yarından sonraki gün ulaşacak. Davy postaneden getirecek. Marilla mektubu açarken Dora ile beraber başına üşüşecekler. Bayan Lynde de kulak kesilecek. Of… Bu bana evimi özletti. İyi geceler en sevgili. Şimdi ve sonsuza kadar senin olan…

    Anne Shirley

2

    (Anne’in Gilbert’a yazdığı mektuplardan bir başkası.)
    26 Eylül
Senin mektuplarını nerede okuyorum biliyor musun? Yolun karşısındaki koruda. Orada güneşin eğrelti otlarına benek benek düştüğü kuytu bir çukurluk var. İçinden kıvrılıp gelen bir de derecik var. Yere düşmüş yosun kaplı bir ağaç gövdesinin üzerine oturuyorum. Etrafta da dünya tatlısı huş ağaçları kardeşler var sıra sıra. Burayı gördükten sonra başka türde bir hayal kurdum. Altın yeşil, kırmızı damarlı bir hayal… Hayallerin hayali âdeta. Bu hülyamın gizli saklı çukur, incecik, havalı mı havalı kız kardeşler ve şarkılar mırıldanan dereciğin gizemli uyumundan kaynaklandığını düşünmek bana keyif veriyor. Oraya oturup korunun sessizliğini dinlemeyi seviyorum. Çeşit çeşit sessizlik türleri olduğunu daha önce hiç fark etmiş miydin Gilbert? Ormanın sessizliği, sahilin sessizliği, çayırların sessizliği, gecenin sessizliği, yaz öğleninin sessizliği… Hepsi birbirinden farklı çünkü her birinin ilmek ilmek işleyen alt notaları farklı. Eğer ben tamamen kör olsaydım, sıcağa ve soğuğa da duyarsız olsaydım etrafımdaki sessizliğin özelliğinden nerede olduğumu kolayca anlayabilirim diye düşünüyorum.
Okul iki haftadır açık ve ben işlerimi düzene sokmuş durumdayım. Ancak Bayan Braddock haklıydı… Pringlelar başıma bela oldular. Üstelik şanslı yoncalarıma rağmen bu sorunumu nasıl çözeceğimi bilemiyorum. Bayan Braddock’un dediği çıktı. Kaymak gibi pürüzsüzler, bir o kadar da kaygan.
Pringlelar sürekli birbirlerini takip eden ve kendi aralarında hatırı sayılır ölçüde kavgaya tutuşan ancak dışarıya karşı omuz omuza duran türde bir klan. Summerside’da iki tür insan olduğu sonucuna varmış bulunmaktayım. Pringle olanlar ve olmayanlar.
Sınıfım Pringlelarla dolu. Başka soyadları taşıyan çok sayıda öğrencinin ise damarlarında Pringle kanı var. Liderleri Jen Pringle gibi görünüyor. Yeşil gözlü bir yumurcak. Becky Sharp on dört yaşındayken muhtemelen onun gibi görünüyordu. Sanırım alttan alta itaatsizlik ve saygısızlık harekâtı yürütüyor bana karşı ve ben bununla nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum. Suratını tuhaf şekillere sokmak konusunda pek hünerli. Eğer sınıfta arkamdan gelen bastırılmış bir kahkaha tufanı işitirsem buna neyin sebep olduğunu çok iyi biliyorum. Yine de henüz onu iş üstünde yakalayamadım. Üstelik çok da zeki küçük haylaz. Edebiyata dördüncü dereceden kuzen olabilecek kompozisyonlar yazabiliyor. Matematikte de çok iyi, bana vah ki ne vah! Söylediği ve yaptığı her şeyde kendine has bir ışıltı var. Bir de öyle bir mizah anlayışına sahip ki eğer benden nefret ederek başlamasaydı aramızda dostluk olabilirdi. Hâlihazırda Jen ile birlikte bir şeye gülebilmemiz için uzun zaman geçmesi gerekecek korkarım.
Myra Pringle, Jen’in kuzeni ve okulun güzel kızı. Belli ki aptal da. Eğlenceli gaflar yapıyor. Örneğin bugün tarih dersinde Kızılderililerin, Champlain ve adamlarının Tanrı ya da “insan dışı bir şey” olduğunu düşündüğünü söyledi.
Sosyal ilişkiler bakımından Pringlelar, Rebecca Dew’ün deyimiyle Summerside’ın ışıkları. İki Pringle evinden çoktan yemek daveti aldım bile. Çünkü yeni bir öğretmeni davet etmek münasip bir davranış. Pringleların da gereken nezaketi ihmal etmeye hiç niyetleri yok. Dün gece James Pringle’ın evindeydim. Az önce bahsettiğim Jen’in babası. Her ne kadar bir kolej profesörü gibi görünse de aslında aptal ve cahil. Sürekli “disiplinden” bahsedip durdu. Konuşmasına vurgu yapmak için parmağının ucuyla hep masaya vuruyordu. Zaman zaman da korkunç gramer katliamları gerçekleştirdi. Summerside Lisesi her zaman ciddi ve tecrübeli bir öğretmene gerek duymuş ve erkek öğretmenler tercih edilirmiş. Benim biraz genç olmam onu endişelendiriyormuş. “Kısa süre sonra düzelecek bir kusur.” dedi üzülerek. Ben de hiçbir şey söylemedim. Çünkü bir şey söyleseydim çok şey söyleyecek olmaktan korktum. Ben de herhangi bir Pringle gibi ince, kaymak gibi oldum. Ona bakarak içimden, “Seni huysuz, ön yargılı ihtiyar!” demekle yetindim.
Jen zekâsını annesinden almış olmalı. Kendimi Jen’in annesinden hoşlanırken buluverdim. Jen anne babasının yanında terbiye abidesi gibiydi. Ancak her ne kadar kelimeleri nazik olsa da ses tonunda küstahlık vardı. “Bayan Shirley” şeklinde her hitap edişinde hakaretvari bir ton vardı. Bana her bakışında saçlarımın havuç kırmızısı olduğunu hissediyordum. Sanırım hiçbir Pringle saçlarımın renginin kestane olduğunu kabul etmeyecektir.
Morton Pringle ailesini daha çok sevdim. Gerçi Morton Pringle söylenen hiçbir şeyi dinlemiyor ama olsun. Karşısındaki insana bir şey söylüyor ve cevap verilirken bir sonraki sözünü söylemeyi düşünüyor.
Bayan Stephen Pringle… Dul Pringle… Summerside’da sürüsüne bereket dul var. Bana dün bir mektup yazmış. Cici, kibar ama zehirli bir mektup. Millie’nin çok fazla ödevi varmış. Millie hassas bir çocukmuş ve çok fazla çalışamazmış. Bay Bell ona asla ev ödevi vermezmiş. Hassas bir çocukmuş ve bunun anlaşılması gerekiyormuş. Bay Bell onu çok iyi anlarmış. Bayan Stephen eğer çabalarsam benim de anlayacağıma inanıyormuş!
Bayan Stephen’ın bugün okulda Adam Pringle’ın burnunu kanatarak eve gitmesine sebep olduğumu düşündüğünden hiç şüphem yok. Dün gece yarısı uyandım ve bir daha uyuyamadım çünkü. Tahtaya yazdığım bir soruda “i” harfinin noktasına koymadığımı hatırladım. Eminim Jen Pringle bu hatamı fark edip kendi kabilesine fısır fısır yaymıştır.
Rebecca Dew, Maplehurst’teki yaşlı hanımlar hariç tüm Pringleların beni bir kez yemeğe davet ettikten sonra sonsuza kadar görmezden geleceklerini söyledi. Kendileri “elit” oldukları için Summerside’da sosyal yasaklı olacakmışım. Neyse bakalım, göreceğiz. Savaş başladı ve henüz kaybedilmiş ya da kazanılmış değil. Yine de bundan dolayı kendimi çok mutsuz hissediyorum. Ön yargı ile uzlaşmak mümkün değil. Ben hâlâ çocukluğumda olduğum gibiyim. İnsanların benden hoşlanmamalarına dayanamıyorum. Öğrencilerimin yarısının ailelerinin benden hoşlanmadığını düşünmek tatsız bir his. Üstelik hiçbir kabahatim yokken. Beni rahatsız eden de bu ön yargı.
Pringleları bir kenara bırakacak olursak öğrencilerimi çok seviyorum. Zeki, hırslı, çalışkan öğrencilerim var ve eğitim almaya gerçekten istekliler. Lewis Allen, konaklama ücretini karşılamak için kaldığı evde ev işleri yapıyor ve bundan zerre gocunmuyor. Sophy Sinclair ise babasının ihtiyar boz kısrağı üzerinde her gün dokuz kilometre gidip dokuz kilometre geliyor. İşte burada önemli bir nokta var. Eğer böyle bir kızcağıza yardım edebileceksem Pringlelar umurumda olur mu?
Ancak sorun şu ki eğer Pringleları kazanamazsam diğerlerine yardım etmek için pek fazla şansım kalmayacak.
Tüm bunların yanında Windy Poplars’ı seviyorum. Burası bir pansiyon değil benim için. Bir ev. Üstelik beni seviyorlar. Dusty Miller bile seviyor. Gerçi zaman zaman benden hoşlanmadığı oluyor ve bunu sırtı bana dönük oturarak belli ediyor. Arada bir de omzunun üzerinden şimşek gibi bir bakış atıyor ki tavrını nasıl karşıladığımı bilsin. Rebecca Dew etraftayken onu pek sevmiyorum çünkü gerçekten rahatsız oluyor. Gündüzleri, cana yakın, rahat, düşünceli bir hayvan. Ancak geceleri kesinlikle tuhaf bir canlıya dönüşüyor. Rebecca bunun sebebinin karanlık çöktükten sonra dışarıda kalmasına izin verilmemesine bağlıyor. Arka bahçede durup onu çağırmaktan nefret ediyor. Tüm komşuların kendisine güleceğini söylüyor. Keskin, gür bir sesle tüm kentten duyulacak şekilde “Pisi… Pisi… Pisi!” diye bağırıyor sakin gecede. Dullar, yatma zamanı geldiğinde Dusty Miller evde olmazsa çileden çıkıyorlar. “O kedi yüzünden neler çektiğimi bir tek ben bilirim.” dedi Rebecca bana.
Dullarla iyi anlaşacağız gibi görünüyor. Onları her gün biraz daha seviyorum. Kate teyze roman okumayı onaylamasa da okuma materyallerimi sansürlemeyi teklif dahi etmeyeceği konusunda beni bilgilendirdi. Chatty teyze romanları seviyor. Kitaplarını sakladığı bir kuytu köşesi var. Kent kütüphanesinden kaçak kitap sokuyor eve. Ama sadece bununla da bitmiyor. Kate teyzenin görmesini istemediği her şeyi, örneğin kart oyunu için iskambil kâğıtlarını da gizlice eve sokuyor. Chatty teyzenin kuytu köşesi bir koltuğa gizlenmiş. Bunu da sadece o biliyor. Sırrını benimle paylaşmasının sebebi ise bahsettiğim kaçakçılık eylemine yardım ve yataklık etmemi istemesi olduğunu düşünüyorum. Aslında Windy Poplars gibi bir yerde bir şeyleri saklamak için kuytu köşelere ihtiyaç duyulmaması gerekir. Çünkü ben daha önce hiçbir yerde bu kadar çok gizemli dolap görmedim. Gerçi Rebecca Dew hiçbirinin gizemli kalmasına izin vermiyor ama olsun. Her zaman dolapları yırtıcı bir tutkuyla temizliyor. Dullardan biri itiraz edecek olursa, “Ev dediğin kendi kendini temizleyecek değil ya.” diyor. Eğer elinde bir roman ya da bir seri iskambil kâğıdı olsaydı işlerini çabucak bitirirdi diye düşünüyorum. Ancak onun gelenekçi ruhu için bu iki şey de dehşet verici. Rebecca’nın İncil dışında okuduğu tek şey Montreal Guardian gazetesinin sosyete satırları. Milyonerlerin işlerine, ev ve mobilyalarına kendini kaptırmayı çok seviyor.
“Altın bir küvetin içine gömüldüğünü düşünsene Bayan Shirley!” diyor hevesle.
Ancak kendisi gerçekten ihtiyar bir ördek. Tam benim acayipliğime göre solmuş sırma kumaş kaplı eski bir koltuk buldu bir yerlerden ve bana, “Bu senin koltuğun. Bunu sana ayıracağız.” dedi. Dusty Miller’ın da koltukta uyumasına izin vermiyor. Okul eteğime kedi tüyü bulaşırsa Pringleların konuşacak bir şeyi olmasın istiyor.
Üçü de benim inci kolyemle çok ilgili, kolyenin neyi temsil ettiğiyle de. Kate teyze bana kendi nişan yüzüğünü gösterdi. (Yüzük küçülmeye başladığından artık takamıyormuş.) Yüzükte turkuaz taşı vardı. Zavallı Chatty teyze ise bana gözlerinde yaşlarla hiç nişan yüzüğü olmadığını söyledi. Kocası bunun “fuzuli masraf” olduğunu düşünmüş. O sırada benim odamdaydı. Yüzüne süt banyosu yapıyordu. Ten rengini muhafaza etmek için her gece yapıyormuş ve Kate teyzeye söylememem için de bana yemin ettirdi.
“Bunun benim yaşımda bir kadın için saçma bir gösteriş düşkünlüğü olduğunu düşünür.” dedi. “Ayrıca Rebecca Dew’ün hiçbir Hristiyan kadınının güzel olmaya çalışmaması gerektiğini düşündüğünden eminim. Eskiden süt banyosu yapmak için Kate uyuduktan sonra gizlice mutfağa girerdim. Ama artık Rebecca Dew’ün aşağı inmesinden korkuyorum. Uyurken bile kedi kulakları var onun. Eğer her gece buraya sıvışıp yaparsam… Ah çok teşekkür ederim canım benim.”
Evergreens’deki komşularımız hakkında da bir şeyler öğrendim. Bayan Campbell (kendisi bir Pringle!) seksen yaşında. Onu hiç görmedim. Ancak anladığım kadarıyla oldukça aksi bir ihtiyar hanım. Martha Monkman ismindeki hizmetçisi de kendisi kadar yaşlı ve aksi neredeyse. Ondan genelde “Bayan Campbell’ın kadını diye bahsediliyor.” Ayrıca bir de torununun çocuğu var onunla birlikte. Küçük Elizabeth Grayson. Burada iki haftadır kaldığım hâlde Elizabeth’i daha hiç görmüş değilim. Kendisi sekiz yaşında ve devlet okuluna “arka yoldan” yürüyerek gidiyor. Arka bahçelerden okula çıkan kestirme bir yol bu. Onunla ne giderken ne de gelirken karşılaştım. Vefat eden annesi Bayan Campbell’ın torunu oluyor. Annesini de Bayan Campbell büyütmüş. Çünkü onun da anne babası vefat etmiş. Annesi Pierce Grayson isimli bir Yanki ile evlenmiş. Bayan Lynde olsaydı böyle derdi yani. Elizabeth doğarken ölmüş. Pierce Grayson ise şirketinin Paris’teki bir şubesini yönetmek için Amerika’dan ayrılmak zorunda kalınca bebeği İhtiyar Bayan Campbell’a yollamışlar. Hikâyenin devamında adamın kızını görmeye “dayanamadığı” var. Çünkü karısının ölümünden onu sorumlu tutuyormuş ve çocuğunu hiç umursamamış. Bu tabii ki sadece bir dedikodu olabilir çünkü ne Bayan Campbell ne de Kadın adamla ilgili ağzını açıyormuş.
Rebecca Dew, Küçük Elizabeth’e çok sert davrandıklarını ve çocuğun onlarla çok da iyi vakit geçirmediğini söylüyor.
“Diğer çocuklar gibi değildir o. Sekiz yaşında bir çocuğa göre fazla ihtiyar. Bazen öyle şeyler söylüyor ki! ‘Rebecca’ demişti bir gün bana. ‘Hiç gece yatağa girerken ayak bileğinde bir çimdik hissettiğin oluyor mu?’ Karanlıkta yatağa girmeye korkmasına şaşırmamalı. Bayan Campbell evinde korkak istemezmiş. İki kedinin bir fareyi izlediği gibi gözetliyorlar ve hayatının her bir anında ona müdahale ediyorlar. Azıcık bile gürültü yapacak olursa çileden çıkıyorlar. Her zaman ‘sus, sus’ diyorlar. Çocuğu ölümüne susturuyorlar bence. Peki bununla ilgili ne yapılabilir ki?”
“Gerçekten, ne yapılabilir?”
Çocuğu görmek ister gibiyim. Bana biraz acınası hâlde gibi geliyor. Kate teyzeye soracak olursan fiziksel olarak ona çok iyi bakıyorlar. Kate Teyze tam olarak şöyle söyledi: “Karnını güzelce doyuruyorlar ve üstünü başını güzelce giydiriyorlar.” Ancak bir çocuk sadece yeme içmeyle yaşayamaz. Green Gables’a gelmeden önceki yaşamımın nasıl olduğunu asla unutamam.
Gelecek cuma Avonlea’de iki güzel gün geçirmek üzere eve dönüyorum. Bunun tek kötü tarafı herkesin bana Summerside’da öğretmenlik yapmayı sevip sevmediğimi sorması olacak.
Ancak şimdilerde Green Gables’ı bir düşünsene Gilbert… Üzerindeki mavi sisle beraber Parlak Sular Gölü’nü… Derenin etrafındaki akçaağaçlar kızıla çalmaya başlamıştır. Lanetli Koru’daki eğreltiler altın kahverengisidir şimdi. Bir de Âşık Yolu’ndaki gün batımı gölgeleri çok tatlıdır. Tüm kalbimle şu anda orada olmayı dilerdim. Bil bakalım kiminle beraber?
Biliyor musun Gilbert öyle zamanlar oluyor ki gerçekten seni sevdiğimi düşünüyorum.

    Windy Poplars, Spook Caddesi, Summerside
    10 Ekim
Saygıdeğer ve Pek Muhterem Beyefendi,
Chatty Teyze’nin büyük annesinin yazdığı mektup işte böyle başlıyordu. Çok leziz değil mi? Büyük babasına nasıl bir üstünlük duygusu yaşatmıştır kim bilir? Sen de bu hitabı, “Gilbert, sevgilim” vs. gibi ifadelere tercih etmez miydin? Ancak en nihayetinde senin büyükbaba olmamandan çok memnunum. Büyükbaba… Genç olduğumuzu ve önümüzde uzun bir yaşam olduğunu, birlikte yaşanacak bir yaşam olduğunu düşünmek muhteşem! Öyle değil mi?
(Birkaç sayfa eksik. Belli ki Anne’in kalemi aşk mektubu yazmaya müsait.)
Kule penceresinin altındaki oturakta oturuyor ve kehribar rengi gökyüzüne el sallayan ağaçlara ve uzaklardaki limana bakıyorum. Dün gece kendi başıma çok güzel bir yürüyüş yaptım. Gerçekten bir yerlere gitmek zorundaydım çünkü Windy Poplars’da tatsız bir hava vardı. Chatty teyze duyguları incindiği için oturma odasında ağlıyordu. Kate teyze, Kaptan Amasa’nın ölüm yıl dönümü olduğu için kendi odasında ağlıyordu. Rebecca Dew ise anlayamadığım bir sebepten dolayı mutfakta ağlıyordu. Rebecca Dew’ü daha önce hiç ağlarken görmemiştim. Ağlamasının sebebini nazikçe sormaya çalıştığımda hırçın bir şekilde, “Rahat rahat ağlamanın keyfini çıkaramayacak mıyım yani?” dedi. Ben de hemen oradan ayrılıp keyfiyle baş başa bıraktım.
Dışarı çıktım ve liman yoluna indim. Havadaki güzel, soğuk ekim kokusu yeni sürülmüş toprağın leziz kokusuyla iç içe geçmişti. Alaca karanlık, ay ışığının aydınlattığı bir sonbahar gecesinde kayboluncaya dek yürümeye devam ettim. Tek başıma idim ancak yalnız değildim. Hayali yoldaşlarımla çok sayıda hayali sohbetler ettim ve o kadar çok nükteli söz buldum ki kendi kendimi şaşırttım. Pringle endişelerime rağmen keyif yapmaktan geri durmadım.
Pringlelarla ilgili biraz daha mızmızlanasım var. Bunu söylemekten nefret etsem de Summerside Lisesinde işler pek yolunda gitmiyor. Aleyhime bir komplo düzenlendiği kesin.
Mesela verdiğim ödevleri ne Pringlelar ne de yarı-Pringlelar yapıyor. Ailelerine müracaat etmek de hiç fayda etmiyor. Tatlı dilli ve kibarlar ama başlarından savıyorlar beni. Pringle olmayan tüm öğrencilerimin beni sevdiğini biliyorum ama onların itaatsizlik virüsü tüm sınıfın moralini bozuyor. Bir sabah masamın altüst edildiğini gördüm. Bunu yapan kişinin kim olduğunu bilen yoktu tabii ki. Ertesi gün masama bırakılan ve içinden yapay bir yılanın fırladığı kutuyu da kimin koyduğu bana söylenmedi ya da söylenemedi. Ancak okuldaki tüm Pringlelar çığlık çığlığa kahkahalar attılar yüzüme karşı. Belli ki çok korkmuş görünüyordum.
Jen Pringle okula sık sık geç geliyor. Her zaman da küstah bir alt tonla kibarca dile getirdiği mükemmel bir bahanesi oluyor. Gözümün önünde sınıfta notlar dağıtıyor. Bugün kabanımın cebinde soyulmuş bir soğan buldum. O kızı düzgün davranmayı öğreninceye kadar sadece ekmek ve su verecek şekilde bir yerlere kapatmayı çok isterdim.
Şimdiye kadar başıma gelen en kötü şeyse karatahtaya çizilmiş bir karikatürümü görmem oldu. Beyaz tebeşirle çizilmişti ve saçları kızıldı. Herkes yaptığını inkâr etti. Jen de tabii ki. Ancak ben böyle bir çizimi yapabilecek tek kişinin Jen olduğunu biliyordum. Çok iyi çizilmişti. Her zaman gurur ve neşe kaynağım olan burnum eğri büğrüydü. Ağzım ise Pringlelarla dolu bir sınıfta otuz sene öğretmenlik yapmış suratsız bir kız kurusunun ağzıydı. Ancak çizilen bendim. Gece saat üçte uyandım ve karikatürü hatırlamak kıvranmama sebep oldu. Bizleri gece yarısı kıvrandıran şeylerin kötü şeyler değil de çoğunlukla utanç verici şeyler olması tuhaf değil mi sence de?
Her türden şey söylendi bana. Mattie Pringle’ın sınav kâğıdında notunu kırmakla suçlandım. Sebebi ise onun bir Pringle olmasıydı. Çocuklar hata yaptığında “gülmekle” itham edildim. (Gerçi Fred Pringle “yüzbaşı” kelimesini “yüz yıl yaşayan adam” olarak tarif ettiğinde gülmüştüm. Ama ne yapayım, elimde değildi.)
James Pringle sınıfta “disiplin” olmadığını söylüyor. Bir de etrafta “terk edilmiş çocuk” olduğum dedikodusu dolaşıyor.
Pringle karşıtlığı başka alanlarda da karşıma çıkıyor. Eğitim alanında olduğu kadar sosyal alanda da Summerside’da Pringleların sözü geçiyor. Onlara neden “Kraliyet Ailesi” denildiğine şaşmamak lazım. Alice Pringle’ın geçen cumaki yürüyüş partisine davet edilmedim. Bayan Pringle bir kiliseye yardım projesi için çay daveti düzenlediğinde (Rebecca Dew kadınların yeni bir “çan kulesi” inşa edeceklerini söyledi!) görev verilmeyen tek Presbiteryen kız bendim. Summerside’a yeni gelen papazın eşi bana koroda şarkı söyleme teklifini öne sürdüğünde tüm Pringlelar koroyu terk edeceklerini söylemişler. İşte bu, koronun taşıyamayacağı bir yüktü.
Elbette öğrencilerle sorun yaşayan tek öğretmen ben değilim. Diğer öğretmeler öğrencilerini “disiplin” edilmek üzere bana yolladıklarında, “disiplin” kelimesinden nefret ediyorum, öğrencilerin yarısı Pringlelardan oluşuyor. Ancak asla şikâyet edilmiyorlar.
İki akşam önce Jen’i, kasıtlı olarak yapmadığı ders çalışmalarını yapması için okulda tuttum. On dakika sonra Maplehurst’ten gelen bir at arabası okulun önünde durdu ve Bayan Ellen kapıda belirdi. Güzelce giyinmiş, tatlı tatlı tebessüm eden bir ihtiyar hanımefendiydi. Siyah dantelden zarif eldivenleri ve incecik sivri burnuyla 1840 yılından kalma bir şapka kutusundan fırlamış gibiydi. Özür dileyerek Jen’i almak istedi. Lowvale’deki dostlarını ziyaret edecekmiş ve Jen’i de yanında götüreceğine söz vermiş. Jen muzaffer bir edayla okuldan çıktı. Ben de savaş kuvvetlerinin bana karşı hizaya geçtiğini bir kez daha anlamış oldum.
Kötümser zamanlarımda Pringleların Sloane ve Pylerın bir karışımı olduğunu düşünüyorum. Ancak öyle olmadıklarını biliyorum. Eğer düşmanlarım olmasalardı onları sevebileceğimi hissediyorum. Aslında çoğu samimi, neşeli, sadık kişiler. Bayan Ellen’ı bile sevebilirdim. Bayan Sarah’ı ise hiç görmedim. Bayan Sarah on yıldır Maplehurst’ten ayrılmamış.
“Çok hassas… Ya da öyle olduğunu zannediyor.” dedi Rebecca Dew burun kıvırarak. “Kibrine de diyecek yok. Tüm Pringlelar kibirlidir. Ancak o iki ihtiyar kız hepsini geride bırakır. Atalarından nasıl bahsettiklerini duyman lazım. İhtiyar babaları Kaptan Abraham Pringle kibar bir adamcağızmış. Kardeşi Myrom o kadar da kibar değilmiş ancak Pringlelar ondan pek bahsetmezler. Onların seni çok zorlayacak olmalarından feci korkuyorum. Bir şeyi ya da bir kimseyi kafalarına koydular mı hiçbir şey fikirlerini değiştirmelerini sağlayamaz. Ancak başını dik tut Bayan Shirley… Başını dik tut.”
“Keşke Bayan Ellen’ın kek tarifini alabilseydim.” diye iç çekti Chatty teyze. “Bana vereceğinin sözünü vermişti ama vermedi. Eski bir İngiliz tarifi. Tarifleri söz konusu olunca çok ketumlar.”
En fantastik hayallerimde Bayan Ellen’ın Chatty teyzeye o tarifi dizlerinin üstüne çöktüğü vaziyette uzattığını görüyorum. Bu hayallerde Jen “p” ve “q” harflerini yazarken dikkatli davranıyor. Asıl çıldırtan ise eğer tüm kabilesi haylazlıklarının arkasında durmasa Jen’in doğru yazmasını kolayca sağlayabilecek olmam.
(İki sayfa eksik.)

    Sadık hizmetkârınız,
     Anne Shirley
NOT: Chatty teyzenin büyükannesi aşk mektuplarını böyle imzalarmış.

    15 Ekim
Kentin diğer ucunda dün gece bir hırsızlık olayı yaşandığını öğrendik. Eve zorla giren biri bir miktar para ile bir düzine kadar gümüş kaşık çalmış. Bu sebepten Rebecca Dew, Bay Hamilton’ı köpek ödünç almak üzere ziyaret etti. Köpeği arka verandaya bağlayacakmış. Bana da nişan yüzüğümü kilitleyip kaldırmamı söyledi.
Bu arada Rebecca Dew’ün neden ağladığını öğrendim. Belli ki aile içinde bir anlaşmazlık yaşanmış. Dusty Miller bir kez daha “yaramazlık” yapınca Rebecca Dew, Kate teyzeye kedi ile ilgili bir şeyler yapılması gerektiğini söylemiş. Kedi çileden çıkarıyormuş onu. O yıl içinde üçüncü kez yaşanmış bu olay ve kedinin bunu kasten yaptığına inanıyormuş. Kate teyze ise eğer Rebecca Dew, kedi miyavladığında dışarıya çıkmasına müsaade ederse yaramazlık yapma tehlikesi olmayacağını söylemiş.
“İşte bu bardağı taşıran son damlaydı.” dedi Rebecca Dew.
Akabinde gözyaşları dökülmüş!
Pringle vaziyeti ise her geçen hafta daha da keskin bir hâl alıyor. Dün kitaplarımdan birine çok terbiyesiz bir şey yazılmıştı ve Homer Pringle okuldan çıkarken parende atarak ilerliyordu. Ayrıca isimsiz bir mektupta çok sayıda çirkin imalar vardı. Ancak her nedense ne kitaptan ne de mektuptan dolayı Jen’i suçluyorum. Her ne kadar küçük bir şeytan olsa da yapmayacağı şeyler var. Rebecca Dew çok öfkelendi ve eğer Pringlelar eline düşseydi neler yapabileceğini düşünürken ürperdim. Nero’nun yaptıkları onunkiyle kıyaslanamaz bile. Onu pek suçlamıyorum. Çünkü öyle zamanlar oluyor ki Borgia Hanedanı’nın zehirli iksirlerinden birini Pringlelara seve seve ikram edermişim gibi geliyor bana.
Diğer öğretmenlerden pek bahsetmedim gibi geliyor. İki öğretmen var biliyorsun ki. Müdür yardımcısı, üçüncü sınıflardan sorumlu Katherine Brooke. Diğeri ise hazırlık sınıfından sorumlu George MacKay. George hakkında söyleyecek pek bir şey yok açıkçası. Kendisi utangaç, güzel huylu, yirmilik bir delikanlı. Belli belirsiz, hoş bir dağ aksanı var ki insana puslu adaları hatırlatıyor. Büyük babası İskoçya’daki Skye Adası’ndanmış. Hazırlık öğrencileriyle de arası çok iyi. Tanıdığım kadarıyla ondan hoşlandım. Ancak Katherine Brooke’dan hoşlanmak için kendimi baya zorlamam gerekecek korkarım.
Sanırım Katherine yirmi sekiz yaşlarında bir kız. Her ne kadar otuz beşinde gibi görünse de. Bana söylenenlere göre müdürlük görevini devralma beklentisindeymiş ve sanırım bu görevi benim almamdan rahatsız. Özellikle de kendisinden genç olduğum için. Kendisi iyi bir öğretmen. Biraz sert bir idareci. Ancak pek popüler değil. Üstelik bunu da hiç kafasına takmıyor. Ne arkadaşı ne de ailesi var. Temple Caddesi’ndeki kasvetli görünüşe sahip bir evde pansiyoner olarak kalıyor. Çok pasaklı giyiniyor ve sosyalleşmek için dışarı çıkmıyor. Ayrıca “kötü” olduğunu söylüyorlar. Çok alaycı biri ve öğrencileri iğneleyici laflarından ürküyorlar. Kalın, siyah kaşlarını öğrencilerine kaldırıp ağır ağır konuşmasının itici olduğu söylendi bana. Keşke ben de Pringlelara öyle davranabilseydim. Ancak onun gibi korku ile hükmetmekten hiç hoşlanmam. Ben öğrencilerimin beni sevmelerini isterim.
Her ne kadar öğrencilerini hizada tutmak konusunda sorun yaşamasa da onları sık sık bana yolluyor. Özellikle de Pringleları. Bunu kasten yaptığını biliyorum. Ayrıca yaşadığım zorluklardan keyif aldığından da fazlasıyla eminim. Perişan hâlimi görmek onu memnun edecektir.
Rebecca Dew kimsenin onunla arkadaş olamayacağını söylüyor. Dullar onu birkaç kez pazar akşam yemeğine davet etmişler. O iki güzel insan yalnızlar için her zaman ellerinden geleni yapıyor, onlar için çok leziz tavuklar ve salataları hazır ediyorlar. Ancak kadın hiçbir kez tekliflerini kabul edip de gelmemiş. Onlar da vazgeçmişler. Kate teyzenin dediği üzere “her şey bir yere kadar.”
Kulağıma gelen dedikodulara göre çok zeki biriymiş ve güzel şarkı söyleyip sesli okuma yapabiliyormuş. “Hatipmiş” Rebecca Dew’ün dediğine göre. Ancak ikisine da yapmazmış. Chatty teyze bir keresinde ona kilisenin akşam yemeğinde okuma yapmasını rica etmiş.
“Çok kaba bir şekilde reddetti.” dedi Kate teyze.
“Âdeta kükredi.” dedi Rebecca Dew.
Katherine’in derin, tok bir sesi var. Âdeta erkek sesi gibi. Keyfi yerinde olmadığında konuşması kükremeyi andırıyor.
Güzel olmasa da çabalayarak daha iyi hâle gelebilir. Esmer tenli. Muhteşem saçları her zaman alnının üstünden geriye taranıp boynunun dibinde biçimsiz bir topuz ile toplanmış vaziyette. Siyah kaşlarının altındaki açık kehribar rengi berrak gözleri saçlarına pek uymuyor. Göstermekten utanmaması gereken kulakları var. Ayrıca gördüğüm en güzel ellerin de sahibi. Üstelik güzel de bir ağzı var. Ancak çok kötü giyiniyor. Giymemesi gereken renkleri ve çizgileri bulmak konusunda âdeta bir dahi olduğunu söyleyebilirim. Bu kadar soluk benizliyken mat koyu yeşiller ve sönük griler ona pek uymuyor. Çizgili kıyafetler ince uzun vücudunu daha da ince uzun gösteriyor. Ayrıca kıyafetleri, sanki onlarla uyumuş gibi görünüyor.
Davranışları çok itici. Rebecca Dew’ün dediği üzere her daim heyheyleri üstünde. Merdivenlerde ne zaman yanından geçsem hakkımda çok korkunç şeyler düşündüğü hissine kapılıyorum. Ne zaman onunla konuşsam yanlış bir şey söylemişim gibi hissettiriyor bana. Yine de onun için çok üzülüyorum. Her ne kadar kendine acımama öfkeli bir tepki gösterecek olsa da. Ona yardımcı olmak için de hiçbir şey yapamıyorum çünkü kendisine yardım edilmesini istemiyor. Bana karşı nefret içinde. Bir keresinde üç öğretmen öğretmenler odasındayken okulun yazılı olmayan kurallarına aykırı bir şey yaptım. Bunun üzerine Katherine, keskin bir şekilde, “Belki de kuralların üzerinde olduğunuzu düşünüyorsunuz Bayan Shirley.” dedi. Bir başka zaman okul için yararlı olacağını düşündüğüm değişiklikler teklif edince yüzündeki alaycı gülümsemeyle, “Ben peri masallarıyla ilgilenmiyorum.” dedi. Bir keresinde yöntemleri ve çalışmaları hakkında birkaç güzel şey söylediğimde, “Bütün bu karışıklığın arasında bir anlamı var mı peki?” dedi.
Ancak beni en çok kızdıran şey başka bir şey. Bir gün öğretmenler odasında ona ait bir kitabı kaldırmış ve kapağına bakmış bulundum.
“İsmini ‘K’ ile telaffuz etmen çok hoşuma gitti. Katherine, Catherine’den çok daha cezbedici. Çünkü K her zaman havalı C’den çok daha bohem.”
Hiç cevap vermedi. Ancak bir sonraki seferde bana yolladığı belgede ismi “Catherine Brooke” olarak geçiyordu.
Eve dönüş yolunda hep burnumdan soludum.
Eğer tüm o sert ve soğuk tavrına rağmen aslında dostluğa aç olduğuna dair içimde hissettiğim o tuhaf ve sebebi bilinmez duygu olmasa onunla arkadaş olma çabalarımı çoktan sonlandırırdım.
En nihayetinde eğer senin güzel mektupların, sevgili Rebecca Dew ve Küçük Elizabeth olmasaydı Katherine’in karşıtlığı ve Pringleların tavrı ile nasıl başa çıkardım bilemiyorum.
Artık Küçük Elizabeth’le tanışmış bulunuyorum. Kendisi dünya tatlısı.
Üç gece önce bir bardak sütü Kadın yerine Küçük Elizabeth’in ta kendisine uzattım duvardan. Başı kapının üst tarafına zar zor ulaşıyordu. Yani yüzü sarmaşıklarla çevriliydi. Ufak tefek, solgun, altın rengi ve hüzünlü bir çocuk. Sonbahar alacakaranlığından bana bakan gözleri iri ve altınımsı ela rengindeydi. Gümüş ve altın renginden saçları ortadan ayrılmış, omuzlarına dökülüyordu. Açık mavi pötikare kumaştan bir elbise giyiyordu. Bu hâliyle Elf diyarlarının bir prensesini andırıyordu. Rebecca Dew’ün, “narin mizaçlı” dediği türdendi ve bana bir şekilde iyi beslenmeyen bir çocuk görüntüsü verdi. Bedensel olarak değil de ruhsal olarak. Bir güneş ışığından çok ay ışığı gibiydi.
“Peki bu Elizabeth mi?” diye sordum.
“Bu gece değil.” diye cevap verdi ciddiyetle. “Bu gece Betty olduğum gece çünkü dünyadaki her şeyi seviyorum bu gece. Dün Elizabeth’tim ve yarın gece muhtemelen Beth olacağım. Nasıl hissedeceğime bağlı.”
İşte burada bir kafa denginin dokunuşu vardı. Bu dokunuşla bir kez daha ürpermiştim.
“İstediğin zaman değiştirip yine de kendininmiş gibi hissedebileceğin bir ismin olması ne kadar da güzel.”
Küçük Elizabeth kafasını salladı.
“Çok fazla isim türetebiliyorum. Elsie, Betty, Bess, Eliza, Lizbeth, Beth… Ancak Lizzie değil. Lizzie’den asla hoşlanmadım.”
“Kim hoşlanabilir ki?” dedim.
“Sizce bu benim saçmalamam değil mi Bayan Shirley? Büyükannem ve Kadın öyle düşünüyorlar.”
“Hiç de saçma değil. Çok akıllıca ve çok eğlenceli.” dedim.
Küçük Elizabeth bana manalı manalı baktı. Çocuğun beni gizli bir ruhani terazide tarttığını hissettim. Sonrasında müteşekkir bir şekilde fark ettiğim üzere terazide hafif gelmemiştim. Çünkü Küçük Elizabeth benden bir ricada bulundu. Küçük Elizabeth hoşlanmadığı insanlardan bir şeyler rica etmezdi.
“Kediyi kaldırsanız da sevsem olmaz mı?” diye sordu utanarak.
Dusty Miller bacaklarıma sürtünüyordu. Onu birazcık kaldırdım. Küçük Elizabeth minik elini uzatarak başını keyifle okşadı.
“Ben kedicikleri bebeklerden daha çok seviyorum.” dedi. Tuhaf bir meydan okuma vardı sözlerinde belli belirsiz. Sanki şok olacakmışım gibiydi ancak yine de gerçeği söylemeye kendini mecbur hissediyordu.
“Sanırım hiç yakınlarında bebek olmadı. Sen de ne kadar sevimli olduklarını bilmiyorsun.” dedim gülümseyerek. “Senin kedin var mı?”
Elizabeth kafasını salladı.
“Hayır yok. Büyükanne kedilerden hoşlanmıyor. Kadın da nefret ediyor. Kadın bu gece dışarıda. Bu sebepten süt için ben çıktım. Süt için dışarı çıkmayı seviyorum. Çünkü Rebecca Dew hoş bir insan.”
“Peki bu gece o gelmediği için üzüldün mü?” dedim gülerek.
Küçük Elizabeth kafasını salladı.
“Hayır. Sen de çok hoşsun. Ne zamandır seninle tanışmak istiyordum ancak yarın gelmeden olmayacağından korkuyordum.”
Orada durduk ve Küçük Elizabeth sütünü zarifçe yudumlarken sohbet ettik. Bana yarından bahsetti. Kadın, yarının asla gelmeyeceğini söylemiş ancak Elizabeth işin doğrusunu biliyormuş. Bir gün gelecekmiş. Güzel bir sabah uyandığında yarının geldiğini görecekmiş. Bugünün değil yarının. Sonra olaylar gelişecekmiş. Mükemmel olaylar. Kimse kendisini gözetlemeden istediği her şeyi yapabileceği bir gün de gelecekmiş. Yine de Elizabeth’in bunun gerçekleşmeyecek kadar güzel bir şey olduğuna inandığını zannediyorum. Yarında bile. Sonra, liman yolunun sonunda ne olduğunu görebilecekmiş. Güzel bir kırmızı yılan misali kıvrılan o başıboş yolun dünyanın sonuna çıktığını düşünüyor Elizabeth. Mutluluk Adası belki de oradaymış. Elizabeth, geri dönmeyen tüm gemilerin demir attığı bir Mutluluk Adası olduğundan emin. Yarın geldiğinde o adayı bulacakmış.
“Ve yarın gelince…” dedi Elizabeth, “Milyon tane köpeğim ve kırk beş tane kedim olacak. Kedi almama izin vermeyince büyükanneye böyle dedim Bayan Shirley. O da bana kızdı ve şöyle dedi: ‘Ben benimle böyle konuşulmasına alışkın değilim bayan küstah!’ Beni yatağa yemek vermeden yolladılar ceza olarak. Ama ben küstah olmak istememiştim. Uyuyamadım o gece Bayan Shirley. Çünkü Kadın bana küstahlık yaptıktan sonra uykusunda ölen bir çocuk tanıdığını söyledi.”
Elizabeth sütünü bitirince ladin ağaçlarının arkasındaki görünmeyen bir pencereden keskin bir tıklatma sesi duyuldu. Sanırım tüm bu süre boyunca gözetlenmiştik. Benim Elf prensesi koştu, altın rengi kafası ladinlerin çevrelediği karanlık patikada gözden kayboluncaya dek parladı.
“Hayalci bir minik haylaz.” dedi Rebecca Dew kendisine maceramızı anlattığımda. Bu gerçekten de âdeta bir maceraydı Gilbert. Rebecca konuşmasına şöyle devam etti. “Bir gün bana aslanlardan korkar mısın Rebecca Dew?” diye sordu. Ben de, ‘Hiç aslan tanımadığım için buna cevap veremem.’ dedim. ‘Yarında bir sürü aslan olacak.’ dedi. ‘Ama cici, arkadaş canlısı aslanlar olacaklar.’ dedi. ‘Öyle bakarsan göze dönüşeceksin evladım.’ dedim. Bahsettiği o yarında bir şey görmüş gibi bakıyordu. ‘Çok derin düşüncelerim var Rebecca Dew.’ dedi. O çocuğun sorunu yeterince gülmüyor olması.”
Elizabeth’in sohbetimiz boyunca hiç gülmediğini fark ettim. Sanırım hiç gülmeyi öğrenmemişti. O koca ev çok hareketsiz, yalnız ve kahkahasız… Tüm dünyada sonbahar renklerinin cümbüşü varken bile o ev yavan ve kasvetli görünüyor. Küçük Elizabeth kaçkın fısıltıları çok fazla dinliyor.
Summerside’daki vazifelerimden biri ona gülmeyi öğretmek olacak galiba.

    En yakın ve en sadık dostun,
    Anne Shirley
Not: Chatty teyzesinin babaannesinden seçmeler!

3

    Windy Poplars, Spook Caddesi, Summerside
    25 Ekim
Sevgili Gilbert,
Bil bakalım ne oldu? Maplehurst’te yemeğe davet edildim!
Davetiyeyi Bayan Ellen bizzat yazmış. Rebecca Dew gerçekten çok heyecanlıydı. Beni dikkate almalarına bir türlü inanamadı. Bunun sebebinin ise dostane tavırlarım olmadığından çok emindi.
“Belli ki kötü niyetleri var. Bak buna eminim!” dedi.
Ben de böyle bir şeyden şüpheleniyordum açıkçası.
“Muhakkak en güzel giysilerini giy.” diye talimat verdi Rebecca Dew.
Ben de mor menekşelerle süslü krem rengi ince elbisemi giydim. Saçımı da yeni bir modele göre yaptım. Çok güzel oldu.
Maplehurst’teki hanımlar kendi usullerince çok keyifliler Gilbert. Eğer müsaade etselerdi onları sevebilirdim. Maplehurst mağrur, seçkin bir ev. Ağaçlar etrafını çevreliyor ve sıradan evlerle alakası yok. Kaptan Abraham’ın meşhur gemisinin pruvasındaki tahtadan beyaz kadın figürü meyve bahçesinde duruyor. Evin ön merdivenlerinde kara pelin otları var. Yüzyıldan fazla bir zaman önce eski memleketten göç eden ilk Pringle tarafından getirilmiş. Minden Muharebesi’nde savaşan bir ataları daha var. Onun kılıcı da salon duvarında Kaptan Abraham’ın portresinin yanında asılı duruyor. Kaptan Abraham onların babası ve belli ki babalarıyla çok gurur duyuyorlar.
Eski, kara, oluklu şömine raflarının üzerinde devasa aynaları var. Rafın üzerinde yapay çiçeklerden cam bir vazo var. Eski zamanlardan kalma güzelim gemilerin resimleri, bilinen her Pringle’ın saçını içeren saç çelengi, koca deniz kabukları ve misafir odası yatağına serilmiş, olabilecek en sıkı şekilde dokunmuş bir yorgan var.
Salondaki maun koltukların üzerine oturduk. Duvarlar gümüş rengi şeritli duvar kâğıtlarıyla kaplanmıştı. Pencerelerde sırma kumaştan ağır perdeler asılıydı. Mermer masalardan birinde gövdesi kırmızı renkli, yelkenleri ise kar beyazı olan gemisinin güzel bir modeli vardı. Bu maket babalarının gemisinin maketiydi. Tamamen camdan oluşan ve süsleri sarkan devasa bir avizeleri vardı. Ortasında saat olan yuvarlak bir aynaları vardı. Kaptan Abraham’ın uzak diyarlardan getirdiği bir şeydi belli ki. Muhteşemdi. Hayallerimizin evinde böyle bir şey olmasını istiyorum ben de.
Gölgeler bile zarif ve gelenekseldi. Bayan Ellen bana yaklaşık milyon tane Pringle fotoğrafı gösterdi. Çoğu da deri kaplarda bulunan gümüşe işlenmiş dagerreyo tipi fotoğraflarıydı. İri yarı alaca renkli bir kedi dizime zıplayıverince Bayan Ellen tarafından derhâl mutfağa kışkışlandı. Benden özür diledi. Ancak öncesinde mutfakta kediden de özür dilediğini düşünüyorum.
Konuşmayı çoğunlukla Bayan Ellen sürdürdü. Ufak tefek bir kadın olan Bayan Sarah ise siyah ipekten elbisesi, kolalı iç eteği, kar beyazı saçları, elbisesi kadar siyah gözleri ve zayıf, damarlı ellerini, ince dantel fırfırların arasında, kucağının üzerinde kavuşturmuştu. Hüzünlü, sevilesi ve zarif bir hâli vardı. Konuşamayacak kadar kırılgan görünüyordu. Yine de Bayan Ellen da dâhil olmak üzere Pringle kabilesindeki her bir üyenin onun karşısında hizada durduğu hissine kapıldım Gilbert.
Çok leziz bir akşam yemeği yedik Gilbert. Su soğuktu, masa örtüsü güzel, tabaklar ve bardaklar inceydi. Kendileri kadar mesafeli ve aristokrat bir hizmetçi bizlerle ilgilendi. Ancak Bayan Sarah kendisine hitaben söylediğim her sözde sağır taklidi yaptı. Ben de yediğim her lokmanın boğazıma sıkıştığını hissettim. Tüm şevkim kırılmıştı. Kapana kısılmış zavallı bir farecik gibi hissettim kendimi. Ben Kraliyet Ailesi’ni asla ama asla fethedemeyeceğim Gilbert. Yeni yıl geldiğinde istifa edeceğim galiba. Böyle bir kabilenin karşısında hiç şansım yok.
Yine de evlerine bakındığımda yaşlı hanımlar için birazcık üzülmekten kendimi alamadım. Ev bir zamanlar hayattaydı. İnsanlar orada doğdu, öldü, sevinçlerini yaşayıp uykularına daldılar. Çaresizlikleri, korkuları, neşeyi, sevgiyi, ümidi ve nefreti tattılar. Şimdi ise yaşayanların hatırası dışında bir şey yok içinde. Bir de yaşayanlara duyulan iftihar var tabii.
Chatty teyze bugün benim için yatağa temiz çarşaf sererken ortasında elmas şeklinde bir kırışıklık bulduğu için çok mutsuzdu. Çünkü bunun evdeki bir ölümün habercisi olduğuna inanıyor. Kate teyze bu batıl inançtan çok iğrendi. Ancak ben sanırım batıl inançlı insanlardan hoşlanıyorum. Hayata renk katıyorlar. Eğer herkes aklı başında, sağduyulu ve iyi olsaydı hayat çok yavan olmaz mıydı sence de? O zaman konuşacak ne bulurduk acaba?
İki gece önce burada bir felaket yaşadık. Dusty Miller, Rebecca Dew’ün gür sesiyle arka bahçede “Pisi” diye haykırmasına rağmen geceyi dışarıda geçirdi. Ertesi sabah döndüğünde ise öyle bir görünüşü vardı ki… Gözlerinden biri tamamen kapalıydı ve çenesinde yumurta büyüklüğünde bir şişlik vardı. Tüyleri çamurdan dimdik olmuştu ve patilerinden biri ısırılmıştı. Yine de muzaffer ve pişmanlık duymayan bir bakışı vardı hâlâ açık olan gözünde. Dullar dehşete kapılmıştı. Ancak Rebecca Dew sevinçle, “Kedi daha önce hiç esaslı bir kavgaya tutuşmamıştı. Eminim diğer kedi ondan çok daha kötü görünüyordur.”
Bu gece limana sinsice yaklaşan bir sis dalgası var. Elizabeth’in keşfetmek istediği kırmızı yolu kapatıyor. Kent evlerinin bahçelerindeki otlar ve yaprakların yakılmasından oluşan duman ile sisin karışımı Spook Caddesi’ne, ürkütücü, etkileyici ve büyüleyici bir yer havası katıyor. Vakit geç olmaya başladı ve yatağım, “Senin için uyku var bende.” diyor. Yatağa girmek için birkaç basamaklık merdivenden çıkmaya, yataktan inerken de aynı merdivenden inmeye artık alıştım. Ah Gilbert, bundan kimseye bahsetmedim ama artık daha fazla içimde tutamayacağım kadar komik. Windy Poplars’daki ilk sabahımda basamakları unutup yataktan neşeli bir fırlayış gerçekleştirdim. Rebecca Dew’ün de diyeceği üzere patır patır döküldüm. Şansıma hiçbir yerim kırılmadı ama bir hafta boyunca morluklarım oldu.
Küçük Elizabeth ve ben artık iyi arkadaşlarız. Her akşam sütü için kendisi çıkıyor çünkü Kadın’ın bronşiti varmış. Onu her zaman duvar kapısında kocaman gözlerindeki alaca karanlıkla beni beklerken buluyorum. Yıllar boyu açılmamış kapıda konuşuyoruz. Elizabeth sohbetimizi uzatmak için sütünden mümkün olduğunca küçük yudumlar alıyor. Son damlası içildikten sonra da penceredeki tıklatma sesi hiç şaşmıyor.
Elizabeth’in yarınında gerçekleşecek şeylerden birinin babasından mektup alması olduğunu öğrendim. Babası ona hiç mektup yazmamış. O adamın ne düşündüğüne akıl sır erdirmek mümkün değil.
“Benim yüzümü görmek istemiyor Bayan Shirley.” dedi bana. “Ama bana yazmayı sorun etmeyebilirdi.”
“Yüzünü görmek istemediğini kim söyledi sana?” dedim öfkeyle.
“Kadın…” (Elizabeth’in her “Kadın” deyişinde tüm köşeleri ve açıları ürkütücü olan kocaman bir “K” harfi görebiliyorum.) “Söylediği de doğru olmalı. Yoksa beni görmeye gelirdi arada bir.”
“O gece Beth’di. Sadece Beth’ken babasından bahseder. Betty olduğu zamanlarda büyükannesi ve Kadın’a alaycı suratlar yapar arkalarından. Ancak Elsie olduğu zamanlarda bunu yaptığı için üzülür ve suçunu itiraf etmek ister ama bunu yapmaktan korkar. Çok nadir zamanlarda Elizabeth olduğunda peri müziği dinler gibi bir havaya bürünür. Bu zamanlarda sanki güllerin ve yoncaların dilini anlar gibidir. Çok garip bir şey Gilbert. Rüzgârlı kavakların yapraklarından biriymiş gibi hassas oluyor ve ben onu çok seviyorum. O iki korkunç ihtiyarın onu karanlıkta yatmaya yolladıklarını bilmek beni delirtiyor.”
“Kadın ışık olmadan uyuyacak kadar büyüdüğümü söylüyor. Ama ben çok küçük hissediyorum Bayan Shirley çünkü gece çok büyük ve çok korkunç. Bir de odamda doldurulmuş bir karga var ve ben ondan korkuyorum. Kadın eğer ağlarsam karganın gözlerimi gagalayacağını söyledi. Tabii ki buna inanmıyorum ama yine de korkuyorum Bayan Shirley. Geceleri nesneler birbirlerine fısıldıyorlar. Ancak yarında hiçbir şeyden asla korkmayacağım. Kaçırılmaktan bile!”
“Ancak senin kaçırılma tehliken yok ki Elizabeth.”
“Kadın eğer bir yere tek başıma gider ya da yabancılarla konuşursam böyle bir tehlikenin olduğunu söyledi. Ama sen yabancı değilsin. Öyle değil mi Bayan Shirley?”
“Hayır tatlım. Yarında birbirimizi hep tanıyorduk.” dedim.

4

    Windy Poplars, Spook Caddesi, Summerside
    10 Kasım
En Sevgili,
Eskiden en nefret ettiğim insan kalemimin sivriliğini bozan kişi olurdu hep. Ancak ben okulda olduğum zamanlarda tarifleri kopya etmek için kalemimi kullanan Rebecca Dew’den nefret edemem. Bunu bir kez daha yaptı ve sonuç olarak bu seferlik uzun bir mektup ya da aşk mektubu alamayacaksın. (En sevdicek.)
Son cırcır böceği de şarkısını söylemiş bulundu. Artık akşamlar o kadar soğuk ki odamda küçük, tombul ve dikdörtgen bir odun sobası bulunduruyorum. Rebecca Dew kurdu. Ben de bu yüzden kalem olayını affettim. O kadının yapamayacağı hiçbir şey yok. Üstelik okuldan geldiğimde sobayı yakmış oluyor hep. Mini minnacık bir soba… Elimle bile kaldırabilirim. Eğri büğrü demirden dört ayağı olan yaramaz bir köpek gibi. Ancak içini odunlarla doldurduğunda gül misali kızarıyor ve içeriye muhteşem bir sıcaklık veriyor. Ne kadar rahat olduğunu tahmin bile edemezsin. Şu anda karşısında oturuyorum. Ayaklarım minik ocağının karşısında ve mektubumu dizlerimin üzerinde karalıyorum.
Summerside’daki hemen hemen herkes Hardy Pringleların dans partisinde. Ben davet edilmedim. Rebecca Dew bu duruma o kadar sinirlendi ki Dusty Miller’ın yerinde olmak istemezdim. Ancak Hardy’nin güzel ve beyinsiz kızı Myra’nın bir sınav kâğıdında ikizkenar üçgenin taban acılarının eşit olduğunu kanıtlamaya çalıştığını düşününce tüm Pringle kabilesini affediveriyorum. Ya geçen hafta ağaç türlerine “darağacını” da eklemesine ne demeli? Ama hakkını vermek lazım, gaflar sadece Pringlelar tarafından yapılmıyor. Blake Fenton timsahın “kocaman bir böcek çeşidi” olduğunu söyledi. İşte bu türden şeyler bir öğretmenin hayatının renkleri.
Bu gece kar yağacak gibi. Kar yağacak gibi olan akşamları severim. Rüzgâr serin serin esiyor ve keyifli odamın keyfini arttırıyor. Son altın yaprak da titrek kavaklardan dökülecek bu gece.
Sanırım şimdiye kadar her yerden yemek daveti aldım. Yani öğrencilerimin ailelerinin evlerinden bahsediyorum. Hem kentteki hem de köydeki öğrencilerimin aileleri beni davet ettiler. Ah Gilbert sevgilim, kabak reçelinden ne kadar gına geldiğini anlatamam. Hayaller evimizde asla kabak reçeli olmasın lütfen.
Geçen ay gittiğim hemen hemen tüm evlerde akşam yemeğinde kabak reçeli vardı. İlk yediğimde sevmiştim. Altın sarısı rengi bana konserve gün ışığı yiyormuşum hissi yaşattı. Sonra düşüncesizce tatlıyı övmüş bulundum. Bunun üzerine kabak reçelini sevdiğim rivayeti dört bir tarafta konuşulmaya başlandı. Böylece ziyaret ettiğim her evde bana kabak reçeli ikram edildi. Dün gece Bay Hamiltonları ziyaret edecekken Rebecca Dew kabak reçeli yemek zorunda olmadığımı çünkü Hamiltonların hiçbirinin bu tatlıyı sevmediğini söyledi bana. Ancak yemeğe oturduğumuzda yan sehpanın üzerinde kristal bir kâsenin içinde kaçınılmaz kabak reçeli duruyordu.
“Bizde hiç kabak reçeli yoktu.” dedi Bayan Hamilton koca bir kepçe dolusu tatlıyı bana uzatırken. “Ama bu tatlıyı çok sevdiğinizi duyduğum için geçen pazar Lowvale’deki kuzenimi ziyaret ettiğimde ona, ‘Bayan Shirley bu hafta misafirim olacak. Kabak reçelini de pek severmiş. Ona ikram etmem için bana bir kavanoz ödünç verir misin?’ dedim.O da bana bir kavanoz ödünç verdi. Kalanını da eve götürebilirsiniz.”
Eve döndüğümde yanımda Hamiltonların verdiği üçte ikisi kabak reçeli ile dolu cam kavanozu gördüğünde Rebecca Dew’ün yüzünün aldığı hâle şahit olmanı isterdim. Burada da kabak reçelini seven kimse olmadığı için gece yarısında tatlıyı bahçeye gömdük.
“Bunu hikâyene koymayacaksın değil mi?” diye sordu endişeyle. Rebecca Dew arada bir dergiler için kurgu hikâyeleri yazdığımı duyduğundan beri Windy Poplars’da yaşanan her şeyi hikâye edeceğim korkusu ya da ümidiyle dolu. Hangisi daha ağır basıyor bilmiyorum. Pringlelar hakkında yazmamı ve onları zor durumda bırakmamı istiyor. Ancak zor durumda bırakanlar Blisterlar. Onlar ve okuldaki işimden kurgu hikâye yazmaya vakit bulamıyorum.
Şu anda bahçede kurumuş yapraklar ve donmuş kökler var. Rebecca Dew gül çalılarını çubuk ile dik tutarak patates çuvallarına sabitledi. Bu hâlleriyle alaca karanlık vakitlerinde bastona tutunan yaşlı kamburlara benziyorlar.
Bugün Davy’den bol öpücüklü bir kartpostal aldım. Priscilla da Japonya’daki bir arkadaşının kendisine yolladığı bir kâğıda yazılmış bir mektup yolladı. Solgun kiraz tomurcukları figürleriyle süslü ipeği andıran incecik bir kâğıttı bu. Bahsettiği bu arkadaşıyla ilgili bazı şüpheler baş gösterdi zihnimde. Ancak senden aldığım kocaman şişman mektup günün bana verdiği en güzel hediyeydi. Mektubu iyice sindirmek için tam dört kez okudum. Mama kabını silip süpüren bir köpecik misali… Bu kesinlikle pek de romantik bir benzetme olmadı. Ancak aklıma ilk gelen buydu. Yine de en güzel mektuplar bile yetmiyor artık. Ben seni görmek istiyorum artık. Noel tatiline sadece beş hafta kaldığı için çok mutluyum.

5
Anne dudaklarında kalemi, gözlerinde hayallerle bir kasım akşamında kule odasının penceresinden alaca karanlığa doğru bakarken bir anda eski mezarlıkta yürümek istedi. Bu mezarlığı henüz ziyaret etmemişti. Akşam gezintileri için huş ve akçaağaç korusu ya da liman yolunu tercih ediyordu çünkü. Ancak kasım ayında öyle zamanlar oluyordu ki ağaçlar yapraklarını döktükten sonra ormanlara dalmak neredeyse uygunsuz geliyordu. Çünkü görkemli maddi varlıkları onları terk etmişti ve ihtişamlı saflık ve beyazlıktan oluşan manevi varlıkları onlara henüz uğramamıştı. Böylece Anne mezarlığın yolunu tuttu. O sırada öylesine keyifsiz ve ümitsiz hissediyordu ki kendini, mezarlık göreceli olarak neşeli bir yer olabilirdi. Ayrıca Rebecca Dew’ün de belirttiği üzere mezarlık Pringlelarla doluydu. Nesillerdir bu mezarlığa gömülüyorlardı ve burası artık daha fazla Pringle’ı barındırmayacak kadar kalabalıklaşmadan da yeni mezarlığı tercih etmeyeceklerdi. Anne, çok sayıda Pringle’ın hiç kimsenin sinirini bozamayacak bir yerde olduğunu görmenin kendisini şevklendireceğine inanıyordu.
Pringlelar konusunda sabrının sonuna geldiğini hissediyordu. İçinde bulunduğu hâl gün geçtikçe bir kâbus hâlini almaya başlamıştı. Jen Pringle’ın liderlik ettiği itaatsizlik ve saygısızlık harekâtı doruk noktasına ulaşmıştı. Geçen hafta son sınıf öğrencilerinden “Haftanın En Önemli Olayları” konusunda bir kompozisyon yazmalarını istemişti. Jen Pringle mükemmel bir yazı yazmıştı. Küçük şeytan çok zekiydi. Araya bir de öğretmenine yönelik sinsi bir hakaret sıkıştırmayı ihmal etmemişti. O kadar belirgindi ki görmezden gelmek imkânsızdı. Anne onu eve yolladı ve okula tekrar gelmesine müsaade etmeden önce özür dilemek zorunda olduğunu söyledi. Bu da kıyametin kopmasına sebep oldu. Artık Pringlelarla düpedüz savaş hâlindeydi. Zavallı Anne hangi tarafın zafer bayrağının dalgalanacağını da çok iyi biliyordu. Okul mütevelli heyeti Pringleları destekleyip ya Jen’in geri dönmesini ya da istifa etmesini şart koşacaktı.
Kendini çok kötü hissediyordu. Elinden geleni yapmıştı ve eğer mücadele etme imkânı olsaydı başarılı olacağından da emindi.
“Bu benim kabahatim değil.” diye düşündü perişan hâlde. “Böylesi bir kalabalık ve taktikler karşısında kim başarılı olabilir ki?”
Ancak bir de Green Gables’a yenilmiş hâlde dönmek vardı! Bayan Lynde’in öfkesi ve Pyeların sevincine dayanmak zorunda kalacaktı. Dostlarının anlayışı bile ona çile gibi gelecekti. Bir de eğer Summerside hezimeti etrafta duyulacak olursa başka bir okula asla giremeyecekti.
Ancak bu oyunda yine de Anne’i alt edememişlerdi. Bir miktar kötücüllük barındıran bir kahkaha attı ve hatırladığı şeyin sebep olduğu haylaz keyfin coşkusu kapladı yüzünü.
Anne, planladığı küçük projelerden birini finanse etmek için Lise Drama Kulübü kurmuş ve küçük bir oyunun yönetmenliğini yapmıştı. Projesi ise sınıflar için güzel oymalar satın almaktı. Kendini zorlayarak Katherine Brooke’tan yardım istedi çünkü Katherine hep bir şeylerden dışlanıyor gibiydi. Bu davetine defalarca pişman oldu çünkü Katherine her zamankinden daha sert ve alaycıydı. Yıpratıcı yorumları olmadan bir işin yapılması nadiren mümkün oluyordu. Bu süreçte kaşları fazla mesai yapmıştı. Daha da kötüsü Jen Pringle’a İskoçların Kraliçesi Mary rolünü vermekte ısrarcı olan Katherine’di.
“Okulda bu rolü oynayacak başka kimse yok.” demişti sabırsızca. “Buna uygun kişiliğe sahip kimse yok.”
Anne bundan pek emin değildi. Kendisi Sophy Sinclair’i uygun görmüştü. Uzun boylu, ela gözlü, kestane rengi güzel saçları olduğundan Kraliçe Mary rolüne Jen’den çok daha uygun olurdu. Ancak Sophy drama kulübüne üye bile değildi ve hiçbir zaman bir tiyatro oyununda rol almamıştı.
“Bu konuda acemilerle uğraşmak istemeyiz. Başarılı olmayan bir işle anılmak istemiyorum.” dedi Katherine itici bir şekilde ve Anne pes etti. Jen’in bu rol için çok iyi olduğunu inkâr edemezdi. Oyunculuğa doğuştan kabiliyeti vardı ve kendini bu işe canıgönülden vermişti. Haftada dört akşam proje yaptılar ve görünüşte her şey iyi gidiyordu. Jen rolüyle o kadar ilgiliydi ki oyun söz konusu olduğunda gayet uslu duruyordu. Anne ise ona bulaşmadı ve yönlendirme sorumluluğunu Katherine’e bıraktı. Ancak arada bir Jen’in yüzünde sinsi bir zafer ifadesi yakalamak Anne’in şaşırmasına sebep olmuştu. O an için bunun ne anlama geldiğini tahmin edememişti.
Bir gün provalar başladığında Anne, Sophy Sinclair’i kızların palto odasında ağlarken buldu. İlk başlarda ela gözlerini inkârcı bir tavırla kırpsa da sonrasında kendini bıraktı.
“Ben de oyunda olmak istemiştim. Kraliçe Mary’i oynamak istemiştim.” diye hıçkırdı. “Ama hiç şansım olmadı. Fakat babam drama kulübüne katılmama izin vermedi. Çünkü katılmak için aidat gerekiyormuş ve her sent önemliymiş. Bir de tabii hiç tecrübem yoktu. Ben Kraliçe Mary’i hep sevmişimdir. Sadece ismi bile beni tepeden tırnağa ürpertiyor. Darnley’nin ölümünde payı olduğuna inanmıyorum. Kısa bir süre için de olsa o olduğumu hayal etmek müthiş olurdu!”
Sonrasında verdiği şu cevabı koruyucu meleğine bağladı Anne.
“Senin için bir rol ekleyeceğim ve seni kendim yönlendireceğim. Sana da güzel alıştırma olur. Bir de oyun burada başarılı olursa başka yerlerde de oynama planımız var. Ne olur ne olmaz diye Jen’in yedeğinin olması da iyi olur. Ancak bundan kimseye bahsetmeyeceğiz.”
Sophy bir sonraki güne rolünü ezberlemişti. Her öğleden sonra Anne ile birlikte Windy Poplars’a döndü ve kulede prova yaptı. Birlikte çok eğlendiler; çünkü Sophy oldukça neşeliydi. Oyun, kasımın son cumasında belediye salonunda sergilenecekti. Bol bol reklamı yapıldı ve tüm biletler satıldı. Anne ve Katherine oyun salonunu düzenlemek için iki gün harcadılar. Bir bando tutuldu ve perdeler arasında şarkı söylemesi için Charlottetown’dan bir soprano getirtildi. Elbise provası başarılı olmuştu. Jen rolünü mükemmel oynadı ve ekibin geri kalanının da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Cuma sabahı Jen okula gelmedi ve annesi Jen’in boğazının çok ağrıdığını belirten bir mektup yolladı. Bademcik iltihabından korkuyorlardı. Durumla ilgisi olan herkes çok endişeliydi. Ancak o geceki oyunda rol alması söz konusu bile değildi.
Birbirine bakan Katherine ve Anne üzüntüde ortak olmuşlardı.
“İptal etmemiz lazım.” dedi Katherine yavaşça. “Bu da başarısızlık demek. Aralık geldiğinde çok şey olacak zaten. Yılın bu zamanında bir oyun sahnelemenin çok aptalca olduğunu düşünürdüm zaten.”
“Ertelemeyeceğiz.” dedi Anne. Her ne kadar Katherine Brooke’a söylemese de Jen Pringle’ın bademcik iltihabına yakalanmadığından adı kadar emindi. Bu kasten yapılmış bir şeydi. Diğer Pringleların bu tuzakta yer alıp almadığından emin olmasa da amaç Anne’in organize ettiği oyunu mahvetmekti.
“A, madem öyle diyorsun!” dedi Katherine çirkin bir omuz silkmeyle. “Peki ne yapmayı düşünüyorsun? Başka birinin bu rolü okumasını mı? Bu her şeyi mahveder. Oyun Mary’nin üzerine kurulu.”
“Sophy Sinclair de bu rolü Jen kadar iyi oynayabilir. Kostüm ona da uyar çünkü ne de olsa Jen değil sen diktin.”
O gece oyun tıklım tıklım izleyici kitlesi için sergilendi. Keyiften havalara uçan Sophy, Mary rolünü oynamakla kalmadı Mary oldu âdeta. Mor elbiseler, fırfırlar ve mücevherler arasında Jen Pringle’ın hiç olmadığı kadar Mary’e benziyordu. Sophy’i sade, hırpani, koyu renkli yün kumaşlardan yapılma elbiseler dışında bir şey giyerken hiç görmemiş olan Summerside Lisesi öğrencileri ona şaşkınlıkla bakakaldılar. Drama kulübünün kalıcı bir üyesi olması için ısrarda bulunuldu. Üyelik ücretini Anne ödemişti ve Sophy o andan itibaren Summerside Lisesinin tanınan öğrencilerinden biri oldu. Ancak o gece hiç kimse Sophy’nin yıldızlara uzanan bir patikanın başlangıcına adım attığını bilmiyordu ve hayal bile edemezdi. Buna en az inanacak kişi de Sophy’nin ta kendisiydi üstelik. Yirmi yıl sonra Sophy Sinclair Amerika’nın en önemli oyuncularından biri oldu. Ancak o gece Summerside belediye binasında perde indiğinde duyduğu alkış kadar güzel olanını daha önce hiç duymadı muhtemelen.
O gece Bayan James Pringle eve döndüğünde kızı Jen’e öyle bir hikâye anlattı ki genç kız mosmor oldu. Rebecca Dew ise tüm içtenliğiyle Jen’in layığını bulduğunu söyledi. Bunun nihai sonucu ise “Önemli Olaylar” kompozisyonundaki hakaret oldu.
Anne eski mezarlığa yüksek, yosun kaplı taş duvarlarla çevrelenmiş ve donmuş eğrelti otlarının püsküllediği derin tekerlek izleriyle kaplı yoldan gitti. Kasım rüzgârlarının henüz tüm yapraklarını sıyırmadığı ince ve sivri karakavaklar, uzaklardaki tepelerin mor renginin oluşturduğu arka planda karanlık bir hâlde uzanıyorlardı. Ancak mezar taşlarının yarısı sarhoş misali yalpalamış hâlde eğik duran eski mezarlık, sıra sıra upuzun uzanan hüzünlü köknar ağaçlarıyla çevriliydi. Anne mezarlıkta kimseyle karşılaşmayı beklemediğinden mezarlık kapısının hemen içinde Bayan Valentine Courtaloe ile karşılaştığında biraz afalladı. Uzun, narin bir burnu, ince hassas ağzı ve eğimli zarif omuzları ile tartışmasız bir hanımefendi havası vardı bu kadında. Summerside’daki herkes gibi o da Bayan Valentine’i tanıyordu hâliyle. Kendisi kentin terzisiydi ve gerek yaşayan gerekse ölmüş kimseler hakkında bilmediği yok denilebilirdi. Anne tek başına gezinerek eski ve tuhaf mezar yazıtlarını okumak ve mezar taşlarının üzerini kaplayan yosunların altından unutulmuş âşıkların isimlerini çözmeye çalışmak istedi. Ancak Bayan Valentine koluna girince kaçamadı. Meğerse bu mezarlıkta Pringlelar kadar çok sayıda Courtaloelar gömülüymüş. Ancak Bayan Valentine’in damarlarında bir damla bile Pringle kanı yoktu ve Anne’in en gözde öğrencilerinden biri onun yeğeniydi. Yani ona kibar davranmak için çok fazla zihinsel savaş vermesine gerek yoktu. Tabii ona ekmek parasını “dikiş yaparak kazandığı” imasını yapmama konusunda çok dikkatli olmak gerekliydi. Bayan Valentine’in bu konuda çok hassas olduğu söylenirdi.
“Bu akşam burada olduğum için çok mutluyum.” dedi Bayan Valentine. “Burada gömülü olan herkesi anlatabilirim sana. Bir mezarlığın keyfini çıkarabilmek için cesetlerin içinin de dışının da bilinmesi gerektiğini hep söylerim. Ben burada yürüyüş yapmayı yeni mezarlıkta yürüyüş yapmaktan daha çok severim. Burada sadece eski aileler gömülü. Tomları, Dickleri ve Harryleri yeni mezarlığa gömüyorlar. Courtaloelar bu köşede gömülü. Aman aman ailemizde çok sayıda cenazemiz oldu.”
“Sanırım tüm eski aileler için böyledir.” dedi Anne, çünkü belli ki Bayan Valentine bir şeyler söylemesini bekliyordu.
“Hiçbir ailede bizim kadar olduğunu söyleyemezsin.” dedi Bayan Valentine kıskançlıkla. “Bizde çok veremli vardı. Çoğumuz öksürükten öldük. Bu benim Bessie teyzemin mezarı. Eğer azize diye bir şey varsa o da Bessie teyzedir. Ancak onun kız kardeşi Cecilia teyze ile konuşmak çok daha ilginçtir. Onu son gördüğümde bana, ‘Otur canım, otur. Bu gece on biri on geçe öleceğim ama son kez güzel bir dedikodu yapmamıza engel değil bu.’ demişti. Tuhaf olan şeyse saat tam on biri on geçerken vefat etti. Bunu nasıl bilebildiğini bana söyleyebilir misiniz?”
Anne cevap veremedi.
“Büyük büyük dedem Courtaloe burada gömülü. Buraya 1760 yılında geldi ve geçimini sağlamak için çıkrık yaptı. Tüm yaşamı boyunca tam 1400 tane yaptığını duydum. Öldüğünde papaz şu ayeti okumuş, ‘Onları işleri takip eder.’ İhtiyar Myrom Pringle ise o zaman onun arkasından cennete çıkan yolun çıkrıklarla dolu olduğunu söyledi. Sizce bu söz söylenecek şey midir Bayan Shirley?”
Eğer bu ifadeyi Pringle dışında bir kimse söylemiş olsaydı Anne bu kadar keskin bir cevap vermezdi muhtemelen, “Kesinlikle söylenmez.” dedi Anne. O sırada kurukafa ve çapraz kemiklerle süslenmiş bir mezar taşına bakıyordu. Bunun da yapılacak şey olmadığını düşünür gibi görünüyordu.
“Kuzenim Dora burada gömülü. Tam üç kocası vardı ama hepsi de hızlıca öldüler. Zavallı Dora’nın sağlıklı koca bulma konusunda yüzü gülmedi. Son kocası Benjamin Banning. Ama burada gömülü değil. Lowvale’de ilk karısının mezarı yanında gömülü. Ayrıca ölüm fikrine hiç alışmamıştı. Dora ona daha iyi bir yere gideceğini söyleyince, ‘Belki de. Ama ben iyisiyle kötüsüyle bu dünyaya alıştım.’ demiş zavallı Ben. Tam altmış bir tane farklı ilaç almış ama yine de süründü. David Courtaloe amcamın tüm ailesi burada. Burada her mezarın ucuna okka gülleri dikilmiş ve öyle güzel açıyorlar ki! Her yaz buraya gelir ve kendi gül vazom için toplarım. Ziyan olmalarına göz yummak yazık olmaz mı sence de?”
“Ga… Galiba öyle.”
“Benim zavallı gencecik kardeşim Harriet burada yatıyor.” diye iç çekti Bayan Valentine. “Muhteşem saçları vardı. Rengi seninkine benzerdi. Ama belki bu kadar kızıl değildi. Dizlerine kadar gelirdi saçları. Öldüğünde nişanlıydı. Senin de nişanlı olduğunu duydum. Ben evlenmeyi pek istemedim ama nişanlı olmak isterdim. Tabii ki kısmetlerim oldu. Ama ben kolay beğenen biri değildim. Ne de olsa bir Courtaloe herkesle evlenemez öyle değil mi?”
Bu söylediği pek olası görünmüyordu.
“Frank Digby… Şurada sumakların altında uyuyor. Benimle evlenmek istemişti. Onu reddettiğim için biraz pişmanlık duyuyorum. Ama bir Digby ne demek bilir misin? Georgina Troop ile evlendi sonra. Sırf kıyafetlerini göstermek için kiliseye hep geç gelirdi Georgina. Aman aman nasıl da düşkündü kıyafetlerine. Güzelim mavi bir elbiseyle gömdüler onu. O elbiseyi bir düğünde giymesi için dikmiştim ama kısmet cenazesineymiş. Üç tane dünya tatlısı çocuğu oldu. Kilisede hep önümde otururlardı ben de onlara şeker verirdim. Sizce kilisede çocuklara şeker vermek yanlış mıdır Bayan Shirley? Ama nane şekeri değil. Nane şekeri sorun olmazdı sonuçta. Sizce de nane şekerinde dinî bir hava yok mu? Ancak çocuklar pek sevmiyorlar.”
Courtaloeların tüm mezarları gezildikten sonra Bayan Valentine’in yâd edişlerinin tadı sertleşti. Courtaloe olmayan kimseler pek de önemli değillerdi.
“İhtiyar Bayan Russell Pringle burada yatıyor. Cennete gitti mi gitmedi mi çok merak ediyorum.”
“Ama neden?” dedi oldukça şaşırmış Anne.
“Çünkü kendisinden birkaç ay önce vefat eden kardeşim Mary Ann’den hep nefret ederdi. ‘Eğer Mary Ann cennetteyse orada kalmam.’ derdi. Kendisi hep sözünü tutan bir kadın olmuştur, canım benim. Tam bir Pringle gibi. Bir Pringle olarak dünyaya geldi ve kuzeni Russell ile evlendi. Bu Bayan Dan Pringle. Yani Janetta Bird. Öldüğünde yetmiş yaşındaydı. Söylenildiğine göre yetmiş yaşından bir gün bile fazla yaşamanın yanlış olduğunu düşünürmüş. İncil’deki sınır yetmiş diye. İnsanlar tuhaf şeyler söylüyorlar, öyle değil mi? Duyduğuma göre kocasından izin almadan yapmaya cesaret edebildiği tek şey ölmekmiş. Bir keresinde kocasının beğenmediği bir şapka satın aldığında ne yaptığını biliyor musun canım?”
“Aklıma bir şey gelmiyor.”
“Adam şapkayı yedi.” dedi Bayan Valentine ciddiyetle. “Tabii küçük bir şapkaydı. Dantelleri ve çiçekleri vardı. Kuş tüyü yoktu. Yine de hazmetmesinin zor olduğunu düşünüyorum. Duyduğum kadarıyla midesinde bir müddet ağrılar olmuş. Tabii onu şapkayı yediğini görmedim ama bana bu hikâyenin doğru olduğunu söylediler. Sence doğru mudur?”
“Bir Pringle’dan her şey beklenir.” dedi Anne buruk bir şekilde.
Bayan Valentine anlayışla eline dokundu.
“Seni çok iyi anlıyorum. Gerçekten anlıyorum. Sana çok kötü davranıyorlar. Ama Summerside sadece Pringlelardan oluşmuyor Bayan Shirley.”
“Ben bazen öyle olduğunu düşünüyorum.” dedi Anne acıklı bir tebessümle.
“Hayır, bu doğru değil. Ayrıca onların hakkından geldiğini görmek isteyen çok sayıda insan var. Ne yaparlarsa yapsınlar onlara teslim olma. Onların içine ihtiyar şeytan girmiş, bir arada vakit geçiriyorlar. Ayrıca Bayan Sarah onların kuzeninin okulu almasını istemedi.”
“Nathan Pringle ailesi burada. Nathan hep eşinin kendisini zehirlemeye çalıştığını düşünse de buna aldırış etmedi. Bunun hayatı heyecanlı hâle getirdiğini söyledi. Bir keresinde lapasına arsenik koyduğundan şüphelenince lapayı domuza verdi. Domuz üç hafta sonra öldü. Bunun belki de bir tür tesadüf olduğunu düşündü ve ölen domuzun o domuz olduğundan emin değildi. En sonunda kadın ondan önce öldü. Nathan ise bu kusuru hariç onun iyi bir eş olduğunu söyledi. Bu konuda yanıldığını düşünmek gerek diyorum.”
Bayan Kinsey’in hatırasına, yazan bir mezar taşını hayretle okudu Anne. “Ne kadar da ilginç bir mezar yazısı bu böyle! Başka bir adı yok muydu?”
“Vardıysa da kimse bilmiyordu.” dedi Bayan Valentine. “Buraya Nova Scotia’dan geldi ve George Pringlelar için kırk sene çalıştı. İsminin Bayan Kinsey olduğunu söyledi ve herkes tarafından bu isimle anıldı. Sonra birdenbire ölünce asıl ismini kimsenin bilmediğini fark ettiler ve hiçbir akrabasına da ulaşamadılar. Bu sebepten mezar taşına bu adı yazdılar. George Pringle ona güzel bir cenaze töreni düzenledi ve mezarını yaptırdı. Sadık, çalışkan bir yaratıktı. Ama eğer onu görmüş olsaydın dünyaya Bayan Kinsey olarak geldiğini düşünürdün. James Morleyler burada. Onların ellinci yıl dönümlerinde ben de vardım. Evlere şenlik bir törendi. Hediyeler, konuşmalar, çiçekler… Tüm çocukları da oradaydı. Gülümsüyor, selam veriyor ve birbirlerinden ellerinden geldiğince nefret ediyorlardı.”
“Birbirlerinden nefret mi ediyorlardı?”
“Hem de nasıl. Herkes bilirdi bunu. Yıllarca nefret ettiler hem de. Tüm evlilikleri boyunca neredeyse. Kilisedeki törenden sonra eve dönüş yolunda hep kavga ettiler. Burada yan yana böylesine huzurlu bir şekilde yatmayı nasıl başardıkları merak konusu.”
Anne ürperdi. Masada karşılıklı otururken, geceleri aynı odada uyurken, bebeklerini vaftiz ettirmek için kiliseye götürürken hep birbirlerinden nefret etmiş olmaları korkunçtu. Yine de ilk başlarda birbirlerini seviyor olmalıydılar. Acaba Gilbert’la o da bu hâle… Saçmalık! Pringlelar sinirlerini bozmuştu.
“Yakışıklı John MacTabb burada gömülü. Annetta Kennedy’nin intihar etme sebebinin o olduğundan şüphelenirler hep. MacTabblerin hepsi de yakışıklıydı. Ama söyledikleri tek bir söze bile inanmak mümkün değildi. Amcası Samuel için burada bir taş vardı bir zamanlar. Onun elli yıl önce denizde boğulduğu söylenir. Adamın canlı olduğu anlaşılınca ailesi taşı aldı. Mezar taşını satın aldıkları adam iade kabul etmeyince Bayan Samuel taşı pişirme tezgâhı olarak kullandı. Üzerinde hamur açmak için mermer tezgâh kullanmak da iş yani! Söylediklerine göre eski mezar taşı da iyiymiş. Mac-Tabb çocukları okula üzerinde harfler ve desenler olan kurabiyelerle giderlermiş. Mezar yazıtındaki harflerin şekli hamura çıkarmış. Bu kurabiyeleri cömertçe ikram etseler de ben bir tane bile yiyemedim. Ben biraz tuhafım bu konuda. Bay Harley Pringle burada yatıyor. Bir keresinde bir seçim iddiası yüzünden Peter MacTabb’i bone takarak Ana Cadde’de el arabasıyla getirdi. Tüm Summerside bu olayı görmek için hazırda bulundu. Pringlelar hariç tabii. Onlar utançtan neredeyse yerin dibine gireceklerdi. Milly Pringle burada. Ben Milly’i pek severdim. Pringle olduğu hâlde. Çok güzel ve zarifti. Âdeta bir peri gibiydi. Böyle gecelerde mezarından çıkıp eskiden olduğu gibi dans ettiğini düşünüyorum bazen canım. Ancak sanırım bir Hristiyan’ın böyle düşünceler barındırmaması gerekir. Herb Pringle’ın mezarı da burada. Neşeli Pringlelardan biriydi. İnsanı hep güldürürdü. Bir keresinde kilisede güldü. Meta Pringle’ın şapkasındaki fare dua etmek için eğildiğinde düşünce kahkahayı patlatıverdi. Ben pek gülemedim. Çünkü farenin nereye gittiğini bilmiyordum. Eteklerimi bileklerimin üstüne kadar çektim ve kilise dağılıncaya dek o hâlde bekledim. Vaaz benim burnumdan gelmişti. Herb arkamda oturuyordu ve öyle bir bağırdı ki. Fareyi göremeyen insanlar onun delirdiğini düşündüler. Bana o kahkahası asla ölmeyecek gibi gelirdi. Eğer yaşasaydı seni savunurdu. Sarah, yok Sarah değil. Bu tabii ki de Kaptan Abraham Pringle’ın anıtı.”
Bu mezar, tüm mezarlığın üzerindeydi. Dört taş levha kare bir taban oluşturuyordu ve bu tabanın üzerinde koca bir mermer sütun yükseliyordu. Sütunun üzerinde de saçma bir şekilde işlenmiş vazo vardı. Vazonun altında ise borazan üfleyen bir melek çocuk heykeli vardı.
“Ne kadar da çirkin!” dedi Anne çekinmeden.
“Ah, öyle mi düşünüyorsun?” dedi oldukça şaşırmış görünen Bayan Valentine.
“Ben bu anıt dikildiğinde çok güzel olduğunu düşündüm. Borazan çalan Gabriel heykeli olması lazım. Mezarlığa bir parça zarafet dokunuşu katıyor. Tam dokuz yüz dolara mal oldu. Kaptan Abraham çok zarif bir adamdı. Ölmesi yazık oldu. Eğer yaşasaydı sana böyle eziyet edemezlerdi. Sarah ve Ellen’ın onunla gururlanmalarını anlıyorum ama çok abartıyorlar.”
Mezarlığın kapısına geldiklerinde Anne arkasını dönüp geriye baktı. Rüzgârsız topraklarda huzurlu bir sükûnet uzanıyordu. Ay ışığının uzun parmakları koyu renkli köknarları delmeye başlamıştı. Arada bir de mezar taşlarına dokunuyor ve aralarında tuhaf gölgeler oluşmasına sebep oluyordu. Ancak en nihayetinde mezarlık o kadar da hüzünlü bir yer olmamıştı Anne için. İçinde yatan insanlar Bayan Valentine’in hikâyelerinde hayat bulur gibi olmuşlardı.
“Duyduğuma göre hikâyeler yazıyormuşsun.” dedi Bayan Valentine endişeli bir şekilde. O sırada yoldan aşağı iniyorlardı. “Sana anlattıklarımı hikâyelerine koymazsın değil mi?”
“Emin olun koymam.” diye söz verdi Anne.
“Sence ölülerden kötü konuşmak yanlış… Ya da tehlikeli midir?” diye fısıldadı Bayan Valentine. Sesinde hafif bir kaygı vardı.
“İkisi de değildir diye düşünüyorum.” dedi Anne. “Sadece… Haksızlık olur. Kendilerini savunamayacak olanlara vurmak gibi bir şey. Ancak kimse hakkında korkunç bir şey söylemediniz Bayan Courtaloe.”
“Sana Nathan Pringle’ın karısının kendisini öldürmeye çalıştığını düşündüğünü söyledim…”
“Ama bunu söylerken makul şüpheye de yer bıraktınız…” Böylece Bayan Valentine huzurlu bir şekilde yoluna devam etti.

6
Anne, eve döndükten sonra Gilbert’a yazdığı mektubunda,
Bu akşam yolum mezarlığa düştü. Bence “yolum düştü” çok hoş bir ifade ve bu ifadeyi elimden geldiğince kullanmak istiyorum. Mezarlık gezintimden hoşlandığımı söylemem çok tuhaf kaçacak ama gerçekten böyle oldu. Bayan Courtaloe’nun hikâyeleri çok komikti. Komedi ve trajedi hayatın içinde birbirine karışmış gibi Gilbert. Ancak aklıma takılan tek şey aynı evde birlikte elli yıl yaşayıp da birbirlerinden nefret eden çiftin hikâyesiydi. Bu şekilde yaşamış olmalarına inanamıyorum. Biri bana, “Nefret yolunu kaybetmiş aşktır.” demişti. O nefretlerinin altında birbirlerini gerçekten sevdiklerinden eminim. Tıpkı senden nefret ettiğimi düşündüğüm o yıllar boyunca aslında seni sevmiş olmam gibi. Ayrıca ölümün onlara gerçeği göstereceğini düşünüyorum. Ben gerçeği hayatta görmüş olmaktan memnunum. Ayrıca düzgün Pringlelar olduğunu da öğrenmiş bulundum, ölü Pringlelar yani.
Dün gece bir bardak su almak için aşağı indiğimde Kate teyzeyi mutfakta yüzüne süt banyosu yaparken buldum. Benden Chatty’ye söylemememi istedi. Bunun aptalca olduğunu düşünürmüş. Ben de söylemeyeceğime söz verdim.
Kadın bronşitini atlattı atlatmasına ama yine de sütü almaya Elizabeth çıkmaya devam etti. Ona müsaade etmelerine şaşıyorum. Çünkü ne de olsa Bayan Campble bir Pringle. Geçen cumartesi akşamı Elizabeth, sanırım o akşam Betty’ydi, yanımdan ayrılırken şarkı söylemeye başladı ve Kadın’ın veranda kapısında ona, “Neredeyse Sebt günü geldi ve sen o şarkıyı söylüyorsun.” dediğini çok net bir şekilde gördüm. Eğer elinden gelseydi Kadın’ın, Elizabeth’in herhangi bir günde şarkı söylemesini engelleyeceğinden eminim.
O gece Elizabeth koyu bordo renkli yeni bir elbise giyiyordu. Ona gerçekten güzel elbiseler giydiriyorlar. Hevesle şöyle dedi bana: “Bu elbiseyi giydiğimde bu gece biraz güzel olduğumu düşündüm Bayan Shirley. Babamın da beni görmesini isterdim. Tabii ki yarın olduğunda beni görecek. Ama bazen zaman çok yavaş geçiyor gibi geliyor bana. Keşke zamanı birazcık hızlandırabilseydik Bayan Shirley.”
Şimdi, en sevgili, biraz geometri alıştırması yapmak zorundayım. Geometri alıştırmaları, Rebecca’nın deyimiyle, “edebî çabaların” yerini aldı artık. Şu anda bana musallat olan korku, yapamayacağım bir geometri sorusunun sınıfta karşıma çıkması. Peki bu durumda Pringlelar bana neler derlerdi düşünebiliyor musun? Kim bilir neler derlerdi!
Bu arada tıpkı beni sevdiğin gibi kedi cinsini de sevdiğinden kalbi kırılmış ve fayda sağlamayan zavallı bir erkek kedi için dua et lütfen. Geçen gün Rebecca Dew’ün ayağının yanından bir fare fırladı ve kendisi o günden beri burnundan soluyor. “Şu kedi yiyip, içip, uyuyup, farelerin her yeri istila etmesine müsaade etmek dışında hiçbir şey yapmıyor. Bu bardağı taşıran son damla!” Bu sebepten onu gördüğü her yerden kovalıyor. En sevdiği minderde bile rahat vermiyor hayvana. Bunu biliyorum çünkü kendisini suçüstü yakaladım. Kedinin dışarı çıkmasına yardımcı olmak istediğinde bu işi pek de nazik olmayan bir ayak hareketiyle yapıyor.

7
Anne, aralık ayının yumuşak ve güneşli bir cuma akşamında Lowvale’de bir akşam yemeğine katıldı. Amcasıyla birlikte Lowvale’de yaşayan Wilfred Bryce, okul bittiğinde utanarak Anne’in yanında geldi ve öğretmenini kilisedeki hindi yemeğine sonrasında da cumartesi gününü kendi evlerinde geçirmek üzere davet etti. Wilfred’ın liseye devam etmesine müsaade etmesi için amcasını ikna etme ümidinde olan Anne ise bu daveti kabul etti. Wilfred yeni yıldan sonra okula devam edemeyecek olmaktan korkuyordu. Zeki, hırslı bir çocuktu ve Anne bu öğrencisiyle yakından ilgileniyordu.
Ancak Wilfred’ı sevindirmenin verdiği mutluluk dışında bu ziyaretinden çok da memnun kaldığını söylemek mümkün değil. Amcası ve yengesi oldukça tuhaf ve hoyrat insanlardı çünkü. Hindi yemeğinden sonra kendini yorgun ve uykulu hissediyordu. Wilfred’ın çöplerin toplanmasına yardım etmesi gerekiyordu ve görünürde bir tane bile kitap yoktu. Sonra salon merdivenlerinin arkasında görmüş olduğu denizcinin yıpranmış eski sandığını ve Bayan Stanton’ın ricasını hatırladı. Bayan Stanton o bölgenin tarihinin hikâyesini yazıyordu ve Anne’e faydalı olabilecek eski günlükler ya da belgeler hakkında bilgisi olup olmadığını sormuştu.
“Pringleların elinde tabii ki çok sayıda belge var.” dedi Anne’e. “Ama onlardan isteyemem. Çünkü Pringlelarla Stantonların arası hiç iyi olmamıştır.”
“Maalesef ben de onlardan isteyemem.” dedi Anne.
“Ah, senden bunu yapmanı beklemem zaten. Senden tek istediğim başka insanların evlerini ziyaret ederken gözlerini açık tutman. Eğer eski günlükler, haritalar ya da işe yarar bir şeyler hakkında bir şekilde bilgi edinirsen benim adıma onları ödünç almanı rica ediyorum. Eski günlüklerde öyle ilginç şeyler buluyorum ki şaşırırsın. Gerçek hayata dair küçük parçalar eski kolonicilere tekrar hayat veriyor. Kitabımda istatistikler ve soy ağaçları yanında böyle şeylere de yer vermek istiyorum.”
Anne, Bayan Bryce’a bu türden belgelere sahip olup olmadığını sorduğunda Bayan Bryce kafasını sallamıştı.
“Bildiğim kadarıyla yok. Ama…” demişti canlanarak… “Şurada Andy amcanın sandığı var. İçinde bir şeyler olabilir. Kendisi bir zamanlar Kaptan Abraham Pringle’la denize açılırdı. Gidip Duncan’a sorayım bakabilmen için.”
Duncan, bakmasına müsaade ettiğini bildiren bir haber yollamıştı ve eğer işine yarayan belgeler bulursa bunları alabilirmiş. Zaten adam sandıktakileri yakıp sandığı alet kutusu olarak kullanmayı planlıyormuş. Böylece Anne, sandıktakileri incelemeye koyuldu. Ancak tek bulabildiği Andy Bryce’ın denizde geçirdiği yıllar boyunca “seyir defteri” olarak kullandığı anlaşılan sarı bir günlüktü. Anne işte bu defteri fırtınalı sabah boyunca ilgi ve keyifle okumaya kaptırdı kendini. Andy denizcilik ilmi konusunda bilgiliydi ve büyük bir hayranlık duyduğu aşikâr olan Kaptan Abraham Pringle’la beraber çok sayıda yolculuğa çıkmıştı. Günlük, Kaptan’ın cesaretini ve becerilerini imla ve dil bilgisi hatalarıyla dolu bir dille övdüğü yazılarla doluydu. Özellikle de Afrika boynuzunun etrafında yaşadıkları tehlikeli bir maceradan bahsediyordu. Ancak anlaşıldığı üzere aynı hayranlığı Abraham’ın başka bir gemide kaptan olan kardeşi Myrom’a duymuyordu.
“Bu akşam Myrom Pringle’ın evindeydim. Karısı onu kızdırınca kadının suratına bir bardak su fırlattı.”
“Myrom evde. Gemisi yanınca filikalara bindiler. Açlıktan ölmek üzerelermiş. En sonunda kendini silahla öldüren Jonas Selkirk’ü yemişler. Mary G. onları buluncaya dek Jonas’la idare etmişler. Myrom bana kendisi anlattı bunu. Bunun komik bir şaka olduğunu düşünüyordu sanki.”
Son girdi Anne’i ürpertmişti. Andy’nin bu korkunç durumu hissizce ifade edişi ise tuz biber olmuştu. Sonra derin bir tefekküre daldı. Bu defterde Bayan Stanton’ın işine yarayacak hiçbir şey yoktu. Peki Bayan Sarah ve Bayan Ellen çok sevdikleri babalarıyla ilgili bu kadar çok bilgi içeren bir şeyle ilgilenmezler miydi? Diyelim ki bunu onlara yolladı. Nasıl olsa Duncan Bryce istediğini yapabileceğini söylemişti.
Hayır, yollayamazdı. Neden onları memnun etmek ya da saçma sapan gururlarını şişirmek için çabalasın ki? Hâlihazırda zaten yeterince kibirliler. Onu okuldan kaçırmaya karar vermişlerdi ve başarılı da oluyorlardı. Onlar ve kabileleri Anne’i mağlup etmişlerdi.
Wilfred, o akşam Anne’i tekrar Windy Poplars’a götürdü. İkisi de mutluydu. Anne, Duncan Bryce’ı, Wilfred’ın lisedeki senesini bitirmesine izin vermeye ikna etmişti.
“Sonra bir seneliğine Queens’e gideceğim ve ondan sonra da öğretmenlik yapıp kendimi eğiteceğim.” demişti Wilfred. “Sizin hakkınızı nasıl öderim Bayan Shirley? Amcam kimselerin sözünü dinlemezdi ama sizden hoşlanıyor. Ahırdayken bana dedi ki, ‘Kızıl saçlı kadınlar bana her istediklerini yaptırabilirler.’ Ancak saçınız sayesinde olduğunu düşünmüyorum Bayan Shirley. Her ne kadar çok güzel olsa da. Sizin sayenizde oldu.”
Anne o gece saat ikide uyandı ve Andy Bryce’ın günlüğünü Maplehurst’e yollama kararı aldı. Ne de olsa o ihtiyar hanımefendilerden biraz olsun hoşlanıyordu. Ayrıca hayatlarını renklendirecek çok az şeyleri vardı. Ellerinde sadece babalarıyla duydukları iftihar vardı. Saat üçte tekrar uyandı ve bunu yapamayacağına karar verdi. Bayan Sarah sağır gibi davranmıştı gerçekten de! Saat dörtte tekrar fikir değiştirdi. En nihayetinde ise günlüğü yollama kararı aldı. Küçülemezdi çünkü. Anne’in Pyelar gibi küçülme korkusu vardı.
Bu konuda karar aldıktan sonra Anne uzun bir uykuya daldı. Gecenin ortasında uyanarak kulesinin etrafında ilk kar fırtınasının seslerini duyup da battaniyelerine gömüldükten sonra tekrar rüyalar âlemine dalmanın çok müthiş olduğunu düşünüyordu.
Pazartesi sabahı eski günlüğü dikkatlice kaplayıp küçük bir not eşliğinde Bayan Sarah’a yolladı.
Sevgili Bayan Pringle,
Acaba bu eski günlükle ilgilenir miydiniz diye merak ediyorum. Bay Bryce bu günlüğü Bayan Stanton’a vermek üzere bana verdi. Kendisi bölge tarihini yazıyor. Ancak bu günlüğün ona fayda sağlayacağını düşünmüyorum. Sizin isteyeceğinizi düşündüm.

    Saygılarımla,
    Anne Shirley
“Bu oldukça keskin bir not.” diye düşündü Anne. “Ancak onlara doğal bir şey yazamam ki. Ayrıca bunu kibirli bir şekilde bana geri yollarlarsa da hiç şaşırmam.”
Kışın ilk ayının güzel ve mavi bir akşamüstü vaktinde Rebecca Dew hayatının şokunu yaşadı. Maplehurst arabası, bembeyaz karların arasından geçerek Spooks Caddesi’nde ilerliyordu ve ön kapıda durdu. Bayan Ellen arabadan indi. Sonra herkesin şaşkın bakışları arasında Maplehurst’ten on yıldır hiç ayrılmayan Bayan Sarah onu izledi.
“Ön kapıya geliyorlar.” dedi panikleyen Rebecca Dew nefes nefese.
“Bir Pringle başka nereye gelebilir ki?” diye sordu Kate teyze.
“Tabii, tabii ama orası sıkışır şimdi.” dedi Rebecca trajik bir şekilde. “Elbette ki sıkışacak. Geçen bahar evi temizlediğimizden beri de kapı hiç açılmadı. Bu bardağı taşıran son damla.”
Ön kapı gerçekten de sıkıştı. Ancak Rebecca Dew, çaresiz bir şiddet hamlesiyle sertçe açtı ve Maplehurst hanımlarını salona buyur etti.
“Çok şükür bugün ateşimiz var.” diye düşündü. “Umarım kedi koltuğu tüylememiştir. Eğer Sarah Pringle’ın elbisesine bizim salonumuzdan kedi tüyü bulaşırsa…”
Rebecca Dew, bunun sonuçlarını düşünmeye cesaret edemedi. Anne’i kule odasından aşağı çağırdı. Bayan Sarah, Bayan Shirley’nin evde olup olmadığını sormuştu çünkü. Anne’i çağırdıktan hemen sonra da kendini mutfağa attı. İhtiyar Pringle kızlarının Anne’i görmek isteme sebebini merak ederken çıldırmış gibiydi.
“Sanki ona edecekleri başka eziyet kaldı ya…” dedi Rebecca Dew kötümser bir şekilde.
Anne bile aşağı hatırı sayılır bir ürperti ile inmişti. Acaba günlüğü buz gibi bir azar eşliğinde iade etmek için mi gelmişlerdi?
Küçük, buruş buruş, kaskatı Bayan Sarah, Anne’in salona girdiğini görünce ayağa kalkıp hemen konuya girmişti.
“Teslim olmaya geldik.” dedi buruk bir şekilde. “Yapacak başka bir şeyimiz yok. Tabii ki zavallı Myrom amcamızla ilgili o skandal girdiyi görünce ne kadar çaresiz olacağımızı sen çok iyi biliyordun. Bu doğru değil. Doğru olamaz. Myrom amca, Andy Bryce’a şaka yapmıştır. Andy çok saftı. Ama ailemiz dışındaki herkes buna seve seve inanır. Bunun bizleri alay konusu ya da daha kötüsü hâline getireceğini sen biliyordun. Ah, sen ne akıllısın. Bunu kabul ediyoruz. Jen özür dileyecek ve artık uslu duracak. Ben, Sarah Pringle, sana bunun garantisini vereceğim. Tabii sadece bunu Bayan Stanton’a söylemeyeceğine dair söz verirsen. Kimseye söylemezsen biz her şeyi yapmaya hazırız, her şeyi…”
Bayan Sarah, ince dantelden mendilini mavi damarlı küçük ellerinde büktü. Tir tir titriyordu.
Anne hayret ve dehşetle bakakaldı. Zavallı ihtiyar şeyler! Kendilerini tehdit ettiğini düşünüyorlardı!
“Büyük bir yanlış anlaşılma olmuş.” diye haykırdı Bayan Sarah’nın zavallı acınası ellerini tutarken. “Ben böyle düşüneceğinizi asla, asla aklımdan geçirmedim. Muhteşem babanızla ilgili böylesine ilginç detayları okumak istersiniz diye düşünmüştüm sadece. Bunları ne başka birine gösterme ne de anlatma amacım vardı. Azıcık bile önemi olduğunu düşünmedim. Asla da düşünmeyeceğim.”
Bir an için büyük bir sessizlik oldu. Bayan Sarah zarifçe ellerini çekti. Mendilini gözlerine götürüp oturdu. Kırışık yüzünde belli belirsiz bir kızarma vardı.
“Biz… Biz seni çok yanlış anladık canım. Sana çok, çok fena davrandık. Bizi affedecek misin?”
Yarım saat geçmişti. Rebecca Dew’ün neredeyse ölümüne sebep olacak bir yarım saat… Sonra Bayan Pringlelar oradan ayrıldılar. Yarım saat boyunca Andy’nin günlüğünde alev almaz içeriklerden bahsetmişlerdi. Ortamda arkadaşça bir hava vardı. Ön kapıya geldiklerinde Bayan Sarah, kendisi bu görüşme sırasında hiçbir işitme problemi tecrübe etmemişti, bir an için arkasını döndü ve çok ince, keskin bir el yazısı ile üzerine bir şeyler yazılmış bir kâğıt çıkardı el çantasından.
“Neredeyse unutuyordum. Bir zaman önce Bayan Maclean’e pound kek tarifimizi vereceğimize söz vermiştik. Acaba bunu ona iletebilir misin? Ayrıca kendisine terletme evresinin çok önemli, hatta vazgeçilmez olduğunu söyleyin. Ellen bonen hafifçe kaymış diğer kulağına. Yola çıkmadan önce düzeltsen iyi edersin. Giyinirken biraz telaşlıydık da.”
Anne dullara ve Rebecca Dew’e Andy Bryce’ın eski günlüğünü Maplehurst hanımlarına verdiğini, onların da teşekkür etmek için geldiklerini söyledi. Bu açıklama ile yetinmek zorundalardı. Her ne kadar Rebecca Dew bu olayın arkasında çok daha fazla şey yattığını hissetse de. Eski, solmuş, tütün lekeleri olan bir günlük için duyulan minnet Sarah Pringle’ı Windy Poplars’ın kapısına getiremezdi asla. Bayan Shirley çok derindi… Çok derin!
“Bundan sonra ön kapıyı günde bir kez açacağım.” diye söz verdi Rebecca. “Sadece pratik olsun diye. Açarken zor oldu. Neyse, pound kek tarifini de almış olduk. Otuz altı yumurta! Eğer şu kediden kurtulur da tavuk almama izin verirseniz senede bir bu kekten yapmaya maddi olarak güç yetirebiliriz.”
Bunun üzerine Rebecca Dew, mutfağın yolunu tuttu ve kediye, ciğer istediği hâlde süt vermek suretiyle evvelki olayın acısını çıkarmış oldu.
Shirley-Pringle kavgası sona ermişti. Pringlelar dışında kimse bu duruma akıl sır erdiremiyordu. Ancak tüm Summerside ahalisi, Bayan Shirley’in tek başına, gizemli bir şekilde geri püskürtmüştü. Pringlelar artık Bayan Shirley’in avucunun içine bakıyorlardı. Ertesi gün okula gelen Jen, tüm sınıfın karşısında Anne’den özür diledi. O andan itibaren örnek öğrenci oldu ve diğer Pringlelar da onun izinden gitti. Yetişkin Pringlelara gelince, muhalefetleri güneş öncesi sis misali kayboluverdi. Artık ne “disiplinden” ne de ev ödevinden şikâyet ediyorlardı. Kendi türlerinin belirgin özelliği olan ince ve imalı züppeliklerinden eser kalmamıştı. Anne’e iyi davranmak için âdeta birbirleriyle yarışmaya başladılar. Artık onsuz bir dans daveti ya da başka bir toplantı yapılmıyordu. Her ne kadar ölümcül günlük Bayan Sarah tarafından bizzat ateşe atılmış olsa da hatıra hatıraydı ve Bayan Shirley’in anlatmak istemesi hâlinde anlatacak bir hikâyesi vardı. O meraklı Bayan Stanton’ın Kaptan Myrom Pringle’ın bir yamyam olduğunu bilmesi hiç ama hiç iyi olmazdı!

8
Gilbert’a yazılan mektuptan alıntı:
Şu anda kulemdeyim ve Rebecca Dew mutfakta Noel ilahileri söylüyor. Bu da bana koroda şarkı söylememi isteyen papaz eşini hatırlattı. Tabii ki Pringlelar söyledi bunu yapmasını. Green Gables’da geçirmediğim pazar günleri buradaki kilise korosunda şarkı söyleyebilirim. Pringlelar dostluk elini bir miktar kin güttükten sonra uzattılar ve beni tamamen kabul ettiler. Ne kabile ama!
Tam üç Pringle davetine katıldım. Bunu söylerken hiçbir kötü niyetim yok ama sanırım tüm Pringle kızları benim saç stilimi taklit ediyor. Ama ne derler bilirsin, “Taklit en samimi iltifattır.” Bir de onlardan gerçekten hoşlanıyorum Gilbert. Bana bir şans verdiklerinde onları seveceğimi hep biliyordum zaten. Eninde sonunda Jen’den de hoşlanacağıma dair şiddetli şüphelerim var. İstediğinde çok hoş bir insan olabiliyor ve belli ki bunu istiyor.
Geçen gece arı kovanına çomak soktum. Diğer bir deyişle gözümü karartıp Evergreenlerin verandalarına çıktım ve zili çaldım. Bayan Monkman kapıyı açtığında Küçük Elizabeth’i yürüyüş yapmak için yollamasını rica ettim. Beni reddetmelerini bekliyordum ancak Bayan Campbell ile görüşmek için yanımdan ayrılan Kadın geri döndüğünde somurtkan bir yüz ifadesiyle Elizabeth’in gitmesine izin verildiğini ancak geç kalmaması gerektiğini söyledi. Bayan Campbell’ın bile Bayan Sarah’dan emir aldığını düşünmeye başladım bunun üzerine.
Elizabeth, karanlık merdivenlerden dans ederek indi aşağıya. Kırmızı paltosu ve küçük yeşil başlığı ile bir periye benziyordu. Sevinçten küçük dilini yutmuş gibiydi.
Oradan uzaklaşır uzaklaşmaz, “Kıpır kıpır ve heyecanlı hissediyorum kendimi Bayan Shirley. Şu anda Betty’im. Böyle hissettiğim zamanlarda hep Betty oluyorum.”
Elizabeth’in dünyanın sonu olduğunu düşündüğü yere, yani yolun aşağısına kadar gittik. Kızıl gün batımının dibinde kapkaranlık hâlde uzanan liman “peri diyarlarının ıssızlığı” ve meçhul denizlerin gizemli adalarını çağrıştırıyordu. Bu benim de elinden tuttuğum miniğin de içini ürpertti.
“Eğer yeterince hızlı koşarsak gün batımına yetişebilir miyiz Bayan Shirley?” diye sordu bana Elizabeth. Bu da bana Paul ve “gün batımı diyarları” hakkındaki hayallerini hatırlattı.
“Bunu yapabilmemiz için yarına kadar beklememiz gerekiyor.” dedim. “Liman ağzının hemen üzerindeki altından bulut adasına baksana Elizabeth. Hadi oranın senin Mutluluk Ada’n olduğunu hayal edelim.”
“Aşağıda bir yerlerde bir ada var.” dedi Elizabeth hülyalı bir şekilde. “İsmi Flying Cloud (Uçan Bulut). Çok güzel bir isim değil mi? Yarına ait bir isim. Orayı çatı katındaki pencerelerden görebiliyorum. Orası Bostonlu bir beyefendiye ait ve orada yazlık evi var. Ancak ben orası benimmiş gibi yapıyorum.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lusi-mod-montgomeri/ruzgarin-kizi-anne-69429025/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
“Korkunç”, “hayalet” anlamlarına gelen bir kelime. (ç.n.)

2
İncil, Mezmurlar, 148: 8.
Rüzgârın Kızı Anne Люси Мод Монтгомери
Rüzgârın Kızı Anne

Люси Мод Монтгомери

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Anne Shirley, Summerside Lisesinde öğretmen olarak geçirdiği üç yılını Gilbert Blythe’a gönderdiği mektuplarında anlatıyor ve bu süreçte Windy Poplars adlı büyük bir evde iki yaşlı dul, Kate ve Chatty teyze, Rebecca Dew ve kedileri Dusty Miller ile birlikte yaşıyor. Green Gables’la bağını koparmayan Anne, yabancı bir yerde geçirdiği bu üç yılla birlikte yeni tecrübeler de ediniyor. "İstediğim zaman burada yapayalnız olabilirim. Arada bir yalnız kalmanın iyi olduğunu sen de bilirsin. Rüzgârlar bana yarenlik ederler. Feryat figan eser, iç çeker ve şarkılar mırıldanırlar kulemin etrafında. Kışın beyaz rüzgârları, ilkbaharın yeşil rüzgârları, sonbaharın kızıl rüzgârları ve tüm mevsimlerin yaban rüzgârları… ′Onun buyruğuna uyan fırtınalı rüzgârlar.′ Bu İncil ayeti hep beni ürpertmiştir. Sanki her bir rüzgârın bana bir mesajı varmış gibi… George MacDonald’ın o eski hikâyesinde kuzey rüzgârı ile beraber uçan o çocuğa hep imrenmişimdir."

  • Добавить отзыв