İsfahan′a Doğru

İsfahan'a Doğru
Pierre Loti
Bir deniz subayı olan Pierre Loti’nin Orta Doğu’ya yaptığı seyahatlerinden biri olan İsfahan’a yolcuğu esnasında edindiği deneyimlerini ve gözlemlerini edebî bir dille kaleme aldığı İsfahan’a Doğru eseri, kültür dünyası için önemli bir klasik sayılır. Onun için İran’ın geniş coğrafyası daima hayrete şayan olmuş ve her yeni günde güneş ışığının altında daha farklı parlamış bu kadim topraklar… “Kim benimle beraber İsfahan’da gül mevsimini görmeye gelmek isterse Orta Çağ’da olduğu gibi benim yanımda menzilden menzile ve yavaş yavaş yürümeye razı olsun. Kim benimle beraber İsfahan’da gül mevsimini görmeye gelmek isterse hayvanların düştüğü fena yollarda beygirle seyahat tehlikelerini ve kervansaraylarda toprak hücrelerde üst üste ve sineklerle bitler arasında yatmak rahatsızlığını göze alsın…”

Pierre Loti
İsfahan’a Doğru

ÖN SÖZ
Kim benimle beraber İsfahan’da gül mevsimini görmeye gelmek isterse Orta Çağ’da olduğu gibi benim yanımda menzilden menzile ve yavaş yavaş yürümeye razı olsun. Kim benimle beraber İsfahan’da gül mevsimini görmeye gelmek isterse hayvanların düştüğü fena yollarda beygirle seyahat tehlikelerini ve kervansaraylarda toprak hücrelerde üst üste ve sineklerle bitler arasında yatmak rahatsızlığını göze alsın…
Kim benimle beraber bu harabe ve esrarengiz eski şehri, kasvetli havasında, zaman ile bozulmamış bütün mineli mavi kubbe ve minareleriyle beyaz haşhaş tarlaları ve kırmızı gül bahçeleri ortasında görmek, benimle beraber bir eşsiz mayıs seması altında İsfahan’da bulunmak isterse yakıcı güneşte ve hadden çok yüksek mahallerin sert ve soğuk rüzgârları önünde dünyanın en yüksek ve en geniş yaylaları olan ve vaktiyle beşeriyetin beşiği iken bugün çöl hâlinde bulunan Asya’nın bu yaylalarında uzun uzadıya yürümeye ve harekete hazır bulunsun…
Eski sarayların harabeleri önünden geçeceğiz ki bunların kâffesi mermerden daha dayanıklı ve daha nazik kurşunî renkte bir cins çakmak taşından yapılmıştır. Orada vaktiyle dünyanın sahip ve hâkimleri ikamet ederlerdi. Methallerinde iki bin seneyi mütecaviz zamandan beri, insan çehreli ve bir hükümdar tacını hamil boğa şeklinde iki cesim heykel muhafızlık ediyor. Geçeceğiz, fakat etrafta yeşil arpa ve çiçekli otların sınırsız sükûtundan başka bir şey bulunmayacak.
Kim benimle beraber gül mevsimini görmeye İsfahan’a gelmek isterse karşısında Alp dağlarının en yüksek tepeleri kadar yüksek, renksiz tuhaf çiçeklerle ve kısa otlarla gizli olan bitmez tükenmez ovalar bulmaya hazırlansın ki orada ancak uzaktan uzağa harabe olmaya meyletmiş, ve en güzel firuzeden daha cazip mavi renkte kubbeli ufak camiyle koyu kumru renginde topraktan inşa edilmiş köyceğizler görünür.
Kim benimle beraber buralara gelmek isterse tenhalık, sıkıntı ve seraplar içinde geçecek bir çok günlere katlansın…

BİRİNCİ KISIM
YOLDA

    Salı, 17 Nisan
Bağları çözülen göçebe eşyamız gurup vakti toprak üzerinde karmakarışık, ıslak ve acınacak bir hâlde duruyor. Karanlık gökte bulutlar altında kuvvetli rüzgâr esiyor. Biraz sonra Allah’a sığınarak gideceğimiz uzak kum ovaları ufukta aydınlık görünüyor… Çöl gökten daha az karanlık. Buşir limanından kiralamış olduğumuz büyük bir yelken kayığı bizi buraya Acemistan Körfezi’nin yakıcı sahili üzerinde tenhalıklar eşiğine attı. Burada hava, bizim iklimlerin adamları için güçlükle teneffüs edilebilecek derecede sıtmalı. Burası Şiraz’a ve İran’ın merkezine doğru gidecek kervanların teşekkül ettikleri mahaldir.
Hint’ten hareket edeli üç hafta olmuştu ki bindiğimiz vapur sahil boyunca ağır ve sıcak sular üzerinde sürüklenerek bizi yavaş yavaş getirmişti. Ve birkaç günden beri şark tarafında, kâh mavi kâh pembe renkte ve bizi gözetliyor gibi görünen azim bir set görmeye başladık ki bu akşam da yanımızda dikilmiş duruyor: Seyahatimizin gayesi olan ve Asya’nın geniş yaylaları üzerinde iki üç bin metre irtifada bulunan İran’ın pervazı…
Acem toprağında gördüğümüz ilk muamele sert oldu: Veba hastalığı olan Dombay’dan geldiğimiz cihetle Fransız uşağımla beraber bataklık bir adacık üzerinde yalnız başımıza altı gün karantinada beklemek iktiza etti.
Her akşam bir kayık bize açlıktan ölmeyecek kadar nevale getirirdi. Hamam gibi sıcak bir yerde, yanımızdaki Arabistan’dan kopan sıcak kum fırtınaları ortasında, ne olduğu bilinmez, anlaşılmaz bir şekilde boralar içinde, uzun uzadıya azap çektik. Gündüz güneşin ateşiyle sinekler ve haşarattan, gece otlar içinde saklanan binlerce muzır böceklerden rahatsız oluyorduk.
Nihayet Buşir limanına kabul edildik. Burası keder ve ölüm memleketi, lanetli bir gök altında harabeler yığını bir memleket. Hemen hazırlıklarımızı yaptık. Çadırlar satın aldık. Atlar, katırlar ve katırcılar kiraladık. Onlar bize yetişmek için bu sabah küçük bir koyu dolaşarak hareket ettiler. Biz öldürücü bir güneş altında yürümemek için deniz yoluyla doğru bir hat istikametinde geçtik.
İşte bu çölün girişinde köye benzer bir enkaz yığını karşısında bulunuyoruz. Orada paçavralar giyen halk duvarların kenarına oturmuş bizi seyrederek tütün içiyor…
Sahil kumluk olduğundan kayığımız yüz metre uzakta durmaya mecbur oldu. Yarı çıplak kayıkçılar bizi sular akan omuzlarında karaya götürdüler. Onlarla uzun uzadıya muhavere, bize muhafız süvariler vermek için emir alan mahallî hâkimi ile ve nihayet hayvanları hâlâ gelmemiş olan kervanbaşımla uzun müzakereler…
Her tarafta rüzgârla kımıldayan sonsuz geniş alan… Çöl ve deniz genişliği… Sığınacak bir yer yok. Eşyamız karmakarışık, gün bizim karışıklığımızı seyrederek batmak üzere…
Birkaç damla yağmur… Lakin buralarda buna ehemmiyet veren olmuyor; biliyorlar ki yağmur yağmayacak ve yağamaz… Tütün içmek için yıkık duvarlara oturmuş olan adamlar akşam namazını kılıyorlar. Ve korkunç gece etrafı kaplıyor.
Biz hâlâ hayvanlarımızı bekliyoruz. Karanlıkta ara sıra çıngırak seslerinin yaklaştığı işitiliyor. Bu, bize her defasında ümit veriyor. Lakin hayır, bunlar geçen yabancı kervanlardır, yirmişer, otuzar katır yanımızdan geçiyor; eşyalarımızı ve bizi çiğnememeleri için adamlarımız haykırıyor. Onlar derhâl karanlık içinde kayboluyor. (Biz burada İran’ın en büyük yollarından biri olan Buşir-İsfahan yolunun ağzında bulunuyoruz ve bu harap hâlde bulunan limancık pek işlek bir geçittir.)
Nihayet bizimkiler de kuvvetli çıngıraklarla gelebildiler.
Basık ve fırtınalı bir gök altında gittikçe karanlıklaşan bir gece…
Her şey yere karmakarışık atılmış… Hayvanlar sıçrıyor, çifte atıyorlar… Vakit geçiyor, biz yola çıkmalıydık. Uyku kâbuslarında bazen böyle halledilemeyecek müşkülat ve gittikçe artan zulmetler arasından çıkılamayan karışıklıklar olur. Hakikaten Buşir’de acele ile satın alınan ve bağlanamayan silahlar, yorganlar, çanak, çömlek gibi kum üzerinde bırakılmış birçok eşyanın gece karanlığında toplanıp bu çıngıraklı katırlara yükletilmesi ve onların bizim arkamızdan sıra ile muzlim çöl içine dalmaları gayrikabil gibi görünüyordu.
Bununla beraber işe başlanıyor, ara sıra namaz için fasıla veriliyor. Eşyayı muhtelif renkli büyük yün heybeler içine koymak, sicimlerini sıkmak, sonra iple bağlamak, ağırlığını tahmin etmek ve her hayvanın yükünü dengeli yapmak… Bütün bunlar, karanlık bora içinde iki ufak fenerin ışığıyla yapılıyordu.
Bir yıldız görünmüyor… Gökte en ufak ziyanın düşmesine müsait bir boşluk yok. Sağanaklar, iniltili bir gürültü ile kumları kasırga hâlinde kaldırıyor. Ve muttasıl göze görünmeyen taraftan çıngırak sesleri işitiliyor, geçen meçhul kervanlar… Akşam benim muhafızlarımı teşkil edeceklerdir. Yerdeki daima o iki ufak fener ki hafif ışıklarıyla çekirgeleri celp ediyor, bu yeni gelenleri belirsiz surette aydınlatıyor; ince suratlar üzerine siyah yüksek külahlar; uzun saçlar, uzun bıyıklar, belleri sarkık uzun libaslar ve kanat gibi sarkan cepkenler… Nihayet, göçebelerin dostu olan ay, ufkun hizasında bir yırtık içinde geniş ve kırmızı şekilde görünerek bu karanlık boşluğu aydınlattı, aynı zamanda ziyası yakındaki suların üzerinde al bir örtü gibi uzandı. Basra Körfezi’nin bir köşesine ve yarın tırmanmaya başlayacağımız bu büyük dağlar silsilesine ait alanı yandan gösterdi.
Faydalı aydınlığı çöl üzerine yayıldı ve artık kâbus ihtimallerine son vererek ve bizi parlak kumlar üzerinde siyahımsı şekillerle birbirimize göstererek ve hususiyle aynı bir kervanın adamları olan bizleri diğer kafilelerden veya orada burada tutunan yağmacılardan ayırarak bizi içinden çıkılmaz karışıklıklardan kurtardı…
Dokuz buçuk… Rüzgâr sakinleşiyor; bulutlar taraf taraf yırtılıyor, yıldızlar görünüyor. Eşyamızın hepsi bağlanmış ve yüklenmiştir. Üç askerim at üzerinde duruyor ve uzun tüfeklerini doğru tutuyorlar… Atlarımızı getiriyorlar, biz de biniyoruz… Çıngırakların birlikte çıkardıkları neşeli sesle kervanın yerinden kımıldadı ve nihayet karışık ufak kümeler şeklinde o sonsuz sahranın içinde muayyen bir istikamette ilerlemeye başladık.
Kurşun renkli, çorak sahra, kumlardan sonra hemen başlıyor, güneşte kurumuş izlerden kalbura dönmüş bir toprak, uzun vakitlerden beri çiğnene çiğnene daha açık kurşunî rengi almış döküntü ve serpintiler bize yol hizmetini görüyor. Bunlar önde sonsuzluk içinde kaybolacaklar.
Kervanım yürüyor! Altı saat yolumuz var. Sabahın üçüne veya dördüne doğru ilk konak yerine varacağız.
Bütün cesareti kıracak surette başlayan bu azimet asla muvaffak olamayacak gibi görünmüşken, işte kervanım, hiçbir şeyin tehdit etmediği sonsuz çöl içinde hem de oldukça seri, hafif ve sakin surette ilerliyor. Şimdiye kadar asla gece vakti çölde seyahat etmemiştim. Fas’ta, Suriye’de, Arabistan’da daima guruptan evvel çadırlar kurulurdu. Lakin burada güneş o kadar öldürücü ki ne insanlar ne de hayvanlar gündüz seyahate tahammül edebilirler. Bu yollar yalnız gece hayatını bilirler.
Ay, gökte yükseliyor, hâlâ dağılmayan bulutlar onu zaman zaman gizliyorlar. Meçhul muhafızlar, pek acemice çehreler; ben bu yeni çehreleri, esvapları, eyer ve silah takımlarını, ilk defa olarak görüyorum.
Çıngırak seslerinin düzenli ahengiyle çölde ilerliyoruz: Kalın ses veren büyük çıngıraklar, katırların karnında asılı… Ufak çıngıraklar boyunlarında çelenk teşkil ediyor; maiyetimdekilerden bazılarının da rüya görüyorlarmış gibi pek hafif surette şarkı söylediklerini işitiyorum.
Kervanıma yalnız ve aynı şey oldu… Yalnız ve hatta bütün ki bazen sıra ile uzanıyor, ay aydınlığı altında, kurşunî sonsuzluk içinde, itidal haricinde seyrekleşiyor, sonra kendiliğinden sıklaşıyor, yeniden kesif bir küme hâlinde toplanıyor, o vakit dizler birbirine dokunuyor. Bu insiyakı ayrılmazlık emniyet sağlıyor. Ve yavaş yavaş hayvanları istedikleri gibi yürümeleri için serbest bırakıyoruz.
Gök gittikçe açılıyor; havada o kadar ağır görünen o bulutlar, bu iklimlere mahsus süratle yağmura dönmeden buharlaşıyor.
Şimdi dolunay tam, gökyüzünde tek başına mağrurane parlıyor. Bütün sıcak havayı latif rüzgârla, şualarla dolduruyor. Gözün görebildiği bütün açıklık beyaz aydınlığa gark olmuş…
Bazen inatçı bir katırın gizlice uzaklaştığı ve bilinmeyen bir sebeple bize yanlış bir istikamete saptığı çok vaki oluyor. Lakin ne bir kaya ne de bir ot demeti bulunan bu aydınlık ve parlak uzaklıklar arasında onu, sırtında büyük bir kambur gibi görünen yük ile ve siyah şekliyle teşhis etmek pek kolaydır. Adamlarımızdan biri arkasından koşuyor, yakalayıp burada katırcıların hayvanları çağırmak için çıkardıkları tuhaf ve uzun bir sesle haykırarak getiriyor.
Ve yol çıngıraklarımızın hafif musikisi, tatlı yeknesaklığıyla bizi avutmaya devam ediyor; mütemadi sükûnet içinde bu mütemadi çalgı bizi uyuşturuyor. Katırların boynuna uzanarak hareketsiz yatmış adamların bazıları tamamen uyuyorlar. Bunlar gayriihtiyari iki elleriyle hayvanların boynuna sarılmış ve vücutlarını tamamen bırakmış olduklarından ve uzun çıplak bacakları yere sarktığından en ufak bir şey kendilerini yuvarlamaya kifayet ederdi. Diğerleri dik durarak, şarkı söylemekte sebat ediyorlar. Fakat bunlar da belki uyuyorlar.
Şimdi garip bir intizam ile çizilmiş pembe kum mıntıkaları var; kuru ve balçık toprak üzerinde bunlar renkli çizgiler bıraktığından çölün sahası dalgalı bir örtüye benziyor. Ve ufukta, önümüzde, lakin henüz daha uzakta, daima dik bir duvar şeklindeki o dağ silsilesi aşağıdaki boğucu kıtayı sınırlıyor; o Asya’nın büyük yaylalarının pervazı, hakiki Acemistan’ın, Şiraz ile İsfahan pervazıdır; yüksekte bu öldürücü çöllerin iki üç bin metre üstünde seyahatimizin gayesi bulunuyor, arzu edilen, fakat güçlükle varılan memleket ki zahmet ve meşakkatlerimiz orada bitecek.
Gece yarısı… Birdenbire hafif bir serinlik çıktı. Gündüzün fırın gibi sıcağından sonra bu pek lezzetli idi. Vücudumuzu hafifletti. Pembe ve kurşunî dalgalı sonsuzluk üzerinde hipnoz edilmiş gibi yürüyoruz…
Sabahın saat biri, ikisi… Denizde pek güzel havalarda nöbet geceleri nasıl her şey kolaylıkla geçer ve gemiyi hareketine devam etmeye bırakmak kifayet ederse burada vakitler hakkında fikir kaybediliyor.
Kâh dakikalar saat gibi uzun, kâh saatler dakikalar gibi kısa görünüyor.
Bundan başka sakin denizde olduğu gibi çölde de katedilmiş yolu gösterecek bir nişane yoktur.
Şüphesiz uyuyorum, çünkü bu rüyadan başka bir şey olamaz! Yanı başımda çarşafı ve iki örgülü saçıyla, ayın fevkalade güzel gösterdiği bir genç kız, ufak bir eşek üzerinde gidiyor ve yanımda durabilmek için ufak bacaklarını sessizce kımıldatıyor.
Lakin hayır, bu güzel yolcu hakikaten yanımda… Uyanığım! Öyleyse, ilk bir korku dakikasında, atımın uyuklamamdan istifade ederek yoldan çıkmış ve yabancı bir kervana katılmış olacağı fikri hatırıma geldi..
Bununla beraber, iki adım ötede, muhafız askerlerimden birinin uzun bıyıklarını tanıdım ve önümdeki süvari de benim kervanbaşımdır. İşte eyerinin üstünden dönüp bana en sakin tavrıyla tebessüm ediyor. Sağda, solda başka ufak eşekler üzerinde başka kadınlar bizim aramızda yollarına devam ediyorlar. Bunlar sadece Buşir limanından gelen kadın erkek bir takım Acemlermiş ki, daha ziyade emin olmak için bu gece bizimle beraber seyahat etmek istemişler.
Sabahın üçü… Aydınlık saha üzerinde, önümüzde siyah bir leke zahir oluyor ve büyüyor. Bunlar geniş alanın ağaçları, hurmaları ve yeşillikleridir; bu konak yeridir, oraya geliyoruz.
Bir köyün önündeyiz, uykudaki kulübelerin önünde gayriihtiyari bir hareketle ayağımı yere koydum; ayakta uyuyorum. İyi ve sağlam yorgunluktan o kadar sarsılmışım. Üzeri otla örtülmüş ve içerisi ay ışığıyla dolmuş sanki bir samanlıkta Acem uşaklarım benimle Fransız hizmetçim için aceleyle ufak sahra yataklarımızı kurdular ve kaba parmaklıklı, fakat sağlam kapıyı üzerimize kapadılar.
Bunu hayal meyal görüyorum, yatıyorum ve kendimden geçiyorum.

    Çarşamba, 18 Nisan
Gün doğmadan evvel yanı başımda yavaş yavaş konuşan kadın erkek sesleriyle uyandım. Bunlar kapıyı açıp çıkmaya müsaade istemek için tercümanımla gizlice müşavere ediyorlar.
Köy, duvarlar ve kazıklarla âdeta gece hırsızlarına ve yabani hayvanlara karşı tahkim edilmiş gibi görünüyor. Hâlbuki biz tam girişte, yegâne girişte, kapının çatısı altında yatmıştık. Bizi istemeyerek uyandıran bu adamlar, çobanlar ve çoban kadınlarıdır. Sürülerini tarlalara götürmek saatidir. Çünkü şafak yakındır.
Müsaade verilip kapı açılınca hakiki bir keçi ve kara oğlak seli boşandı, dar yoldan geçerken bize sürünüyorlar, yataklarımız boyunca aramızdan akıyorlar. Ve mütemadiyen melemeleri ve toprakta binlerce ayaklarının hafif sesi işitiliyor; bunlar çöl kokuları olan ot ve ahır kokuyorlar. Bu çıkış çok uzun sürdü.
O kadar, o kadar çok ki nihayet kendi kendime sayıklıyor muyum, rüya mı görüyorum, diye sordum. Bunların hakikat olup olmadığını teftiş için kolumu uzatıyorum ve geçerken sırtlarına ve yuvarlak pöstekilerine dokunuyorum. Bundan sonra eşek ve yavrularının takımı geliyor. Onlar da bize dokunarak geçiyor; fakat ben bunu pek iyi fark edemiyorum. Çünkü tekrar uykunun gafletine dalıyorum.
İhtimal bir saat sonra, fakat bu sefer, şakaklarım yanıyor gibi bir hisle uyandım; ayın yerine göz kamaştırıcı güneş gelmişti; doğar doğmaz yakıyor, ellerimiz, yüzlerimiz şimdiden sineklerle simsiyah… Ve yataklarımızın etrafında esmer ve çıplak küçük çocuklar toplanmış, genç ve çok açık gözlerde şaşkın şaşkın bize bakıyorlar.
Hemen kalkmalı, ne olursa olsun gölgeli bir yer bulmalı.
Akşama kadar bir ev kiralıyorum. Bizim için acele boşaltıyorlar. Dövme topraktan yapılmış duvarları çöl rüzgârıyla toz hâline girerek yıkılıyor.
Kirişleri hurma dallarından, çatısı hurma yapraklarından ve bunların sazlarıyla örülmüş parmaklıklı kapı.
Çocuklar birçok defalar oraya bize bakmaya geliyorlar. Bunlar çok küçük, ancak beş altı yaşlarında vardırlar. Çırılçıplak ve bayılırcasına güzel… Bizi selamlıyorlar. Bir şeyler söylüyorlar ve gidiyorlar. Bunlar evin çocukları olacak ki biraz kendi evlerindeymiş gibi davranıyorlar. Tavuklar içeri girmekte ısrar ediyorlar. Nihayet onlara da ses çıkarmıyoruz. Öğle uykusu zamanında keçiler de gölgelenmek için içeri giriyorlar, onları da bırakıyoruz. Duvarda açılmış delikler pencere hizmetini görüyor, oradan ateş gibi bir hava esiyor. Bunlar bir taraftan göz alacak kadar parlayan çöle diğer taraftan biçilmeye başlanan buğdaylara ve gece zarfında orada gökte hissedilir derecede yükselmiş şeddi İran’a bakıyorlar. Uzun gece yürüyüşünden sonra öğlenin bu sükûneti ve cihanın tam ataleti içinde uyumak ne hoş olacaktı. Fakat fena sinekler orada sayılmayacak kadar çok… Biraz hareketsiz kalsanız onlar hücum ediyorlar, simsiyah oluyorsunuz, ne olursa olsun kımıldamak, yelpazeleri sallamak…
Kerpiçten ufak evlerin gölgesi uzamaya başladığı saatte kapımızın önüne oturmak için çıkıyoruz, bütün komşular da böyle yapıyorlar. Bu fakir çoban köyünde hayat tekrar başlıyor; erkekler oraklarını biliyorlar; hasırlar üzerine oturan kadınlar koyunlarının yününü örüyorlar; çok boyalı gözleri, ince simaları ve İran ırkının saf çizgileriyle bu çöl kızlarının hemen hepsi güzel…
Kan ter içinde bir at üzerinde güzel iri bir delikanlı geliyor, bizim evin çehrece ona benzeyen küçük çocukları ona koşuyor, soğuk su götürüyor ve onu öpüyorlar. Bu, onların kardeşi ve ailenin büyük oğludur. İşte beyaz saçlı bir ihtiyar da göründü, bana doğru ilerliyor. Herkes onun önünde hürmetle eğiliyor; onun oturması için mahallenin en güzel halısını yere sermeye can atıyorlar; kadınlar hürmeten yerden selamlarla çekiliyorlar ve onun yanındaki uzun tüfekli ve pos bıyıklı adamlar etrafı kuşatıyorlar. Bu ihtiyar bölgenin reisidir. Yarınki gece için ondan muhafız istemiştim. Akşamdan evvel bana üç süvari bulacağını söyledi.
Saat akşamın yedisi, gurubun bu parlak zamanında harekete karar vermiştim. Bir katır ve bir katırcı daha almaya beni mecbur eden kervanbaşımla uzun uzadıya ettiğimiz münakaşalara rağmen hareket için her şey hazırlanmış idi veya az bir şey lazımdı. Fakat vade-dilen süvariler henüz meydanda yok, onları arattırdım, gönderdiğim adamlar da gelmiyor. Dünkü gibi yola çıktığımız vakit gece olacak.
Yakında saat sekize gelecek. Üç süvari gelmezse gelmesin! Muhafızlardan vazgeçerim; atımı getirsinler, biz gidiyoruz! Lakin artık göze bir şey görünmeyen ve zaten benim adamlarımla dolmuş olan bu küçük köyün meydanı birdenbire meleyerek ağıllarına dönen sürülerin istilasına uğradı, binlerce koyun ve keçilerin neşeli ve zararsız hücumu bizi birbirimizden ayırıyor, şaşırtıyor. Kimi bacaklarımızın arasından, kimi katırların karnının altından geçiyor, her yere girip çıkıyorlar ve daima geliyorlar… Ve bu nihayet bulduğu, meydan boşaldığı ve hayvanlar yattığı vakit başka bir hadise çıkıyor: Atım nerede; onu tutan adam keçilerin hücumu esnasında elinden bırakmış, köyün kapısı açık olduğundan o da kaçmış; arkasında eyeri, boynunda yuları ile açık kumlara doğru dörtnala gidiyor… Bütün diğer hayvanlarımızı bırakarak on kişi peşinden koşuyor. Şimdi bunlar da karışmaya başlıyor. Biz hiç gidemeyeceğiz… Saat sekizi geçiyor. Sonunda kaçağı yakalamışlar, getiriyorlar. Pek hırçın ve sabırsız… Köyden çıktığımız vakit son gece uyuduğumuz kapının çatısının altından geçerken kirişlere çarpmamak için başımızı eğiyoruz.
Evvela etrafımızda büyük hurma ağaçları, her taraftan siyah yapraklarını yıldızlarla dolu göğün üzerine nakşediyor. Lakin bunlar çok geçmeden seyrekleşiyor; vasi ovalar bize yeniden boş muhitlerini gösteriyor. Bölgeden çıkmak üzere iken silahlı üç süvari zuhur etti ve beni selamladı; bunlar benim ümidimi kestiğim muhafızlarım; dünkülerin aynı şekillerde; güzel kıyafetler, yüksek külahlar ve uzun bıyıklar. Karmakarışık surette geçtiğimiz bir geçitten sonra kervanım, ucu bucağı olmayan bu genişlikte, gece hâliyle belirsiz çölün içinde az çok muntazam surette yeniden tamamen teşekkül ediyor.
Bu defaki çorak çöl dünkünden daha az misafirperver; toprak fena, artık emniyet telkin etmiyor; keskin ve göze görünmeyen taşlar hayvanlarımızı sendeletiyor. Yazık ki ayın doğmasına daha vakit var! Uzaktaki yıldızlar arasında yalnız Zühre yıldızı pek parlak ve gümüş gibi beyaz nur ile bizi biraz aydınlatıyor.
İki buçuk saat yürüdükten sonra diğer bir bölgeye geldik ki dünkünden daha çok büyük ve daha ağaçlı. İçerisine girmeden onun uzunluğunca ilerliyoruz. Bütün bu hurma ağaçlarının yakınında bize latif bir serinlik geliyor ve bu ağaçların altından derelerin aktığı işitiliyor.
Saat on bir… Nihayet öndeki dağın, bize her saat yaklaşan İran’ın o muazzam şeddinin arkasında bir aydınlık, kervanların dostu olan ayın doğmak üzere olduğunu haber veriyor. Pak ve güzel ay doğuyor ve dalgalarla nurlar saçarak bize görmediğimiz buharları gösteriyor. Evvelki günler gibi toz ve kum perdeleri değil, lakin hakiki ve kıymetli su buharları ki her şey kuraklık ve perişanlıktan nişan verirken bu ufak mümtaz mıntıkada güya insanların ve fidanların hayatını muhafazaya müvekkil. Onların pek sarih şekilleri var. Sanki karaya düşmüş bulutlardır ki el ile tutulabilir. Onların çevreleri gökte ayın yanında muallak duran havayı ipek çilelerinin uçuk sarı rengiyle münevver ve hurma ağaçlarının kökleri siyah demetler şeklinde dizilmiş bütün yapraklarıyla onun üstünde görünüyor. Artık buna geniş bir manzara denilemez, çünkü toprak kaybolmuştur; hayır, peri Morgane’in bahçelerinden biri ki göğün köşesinde yetişmiştir.
Bölgenin büyük köyü Boracun’a girmeyip, yanından geçiyoruz. Sedef renkli sislerle koyu hurma ağaçları arasında beyaz evleri görülüyor. O vakit bizimle beraber yolculuk etmeyi istemiş olan iki Acem yolcu burada duracaklarını haber verdiler ve müsaade alarak çekildiler. Ya benim üç süvari muhafızım ki o kadar güzel silahlarla kendilerini takdim etmişlerdi, neredeler; onları kim gördü? Kimse…
Onlar, farkına varılmasın diye ay doğmadan evvel kaçmışlar. İşte benim kervanım bu suretle tam lüzumu olan miktara indi: Kervanbaşım, dört katırcım, Buşir’de tutulan iki hizmetkârım, benim sadık Fransız hizmetçim ve ben… Boracun hâkimi için bir mektubum var, onda üç süvari muhafız talebine hakkım olduğu yazılı; lakin hâkim şimdi yatmış olmalıdır, çünkü saat on biri geçiyor ve bütün köy uyuyor gibi görünüyor; çölün ilk dönüm yerinde gene bizi terk edecek olan böyle kaçak adamları muhafız diye toplamak için ne kadar zaman kaybedeceğiz! Mademki dolunay tamamen bizi muhafaza ediyor biz de Allah’a güvenerek yalnızca yolumuza devam ederiz.
Arkamızda çöl arazi, onun yaldızlı bulutları ve esmer hurma dallarının hayalleri uzaklaşıyor. Yeniden çöl… Fakat gittikçe daha korkunç ve cesareti kaybettirecek derecede müthiş çukurlar, hendekler, uçurumlar; toprağı dalgalı görünen kamburlaşmış bir memleket; kırılmış ve yuvarlanan büyük taşlar memleketi ki orada ufak yollar yalnız iner çıkarlar, orada hayvanlarımız her adımda sendeliyor ve beyaz renkli olan bütün bu şey üzerine ayın tam beyaz ışığı düşüyor.
Bitti, derelerden ve yeşilliklerden gelen serinliğe benzer bir şey kalmadı; gece yarısı bile sakinleşmeyen yakıcı kuru sıcağa düşüyoruz.
Sinirlenen katırlarımız artık birbiri ardınca yürümüyorlar; bazıları kaçıyor, kayaların arkasında kayboluyor; diğerleri -ki arkada gecikmişlerdi- yalnız kalmaktan korkarak başa geçmek için koşmaya başlıyor ve geçerken yüklerde şiddetle bacaklarınıza çarpıp sizi yaralıyorlar.
Bununla beraber daima önümüzde duran müthiş Şeddi İran biz yaklaştıkça bütün teferruatıyla görünüyor, bize birbiri üzerinde birçok katlar arz ediyor, ilk katın temeline yakında erişeceğiz.
Burada düşüne düşüne sükûnetle yürümenin imkânı yoktur, hâlbuki düz ve yeknesakta çöllerin letafeti bundadır. Bu müthiş beyaz kayalar tufanında insan kendini kaybolmuş hissediyor, orada atını, katırlarını ve her şeyi gözetmek lazımdır, gözetmek ne olsa gözetmek… Hâlbuki dayanılmaz bir uyku gözlerinizi kapamaya başlıyor.
Birdenbire bir rehavet kollarınızı kaplar, ellerinizi yuları tutamayacak kadar gevşek yapar ve fikirlerinizi karıştırır, buna karşı mücadele etmek hakiki bir ızdırap olur. Her tedbire müracaat olunur, vaziyet değiştirmek, bacakları uzatmak veya hecinlerin üzerinde bedevilerin yaptıkları gibi eyer üstünde ayaklarını birbiri üzerine koymak tecrübe edilir. Yere inmek istenir, o vakit de bu acele yürüyüş esnasında sivri taşlar ayağınızı yaralar, at kaçar ve ancak birbirinizi görebildiğiniz o sonsuz büyük tenhalık içinde, o kaya yığınları arasında birbirinizden ayrı düşersiniz: Velhasıl her neye oturursa otursun at üzerinde kalmalı…
Tam gece yarısında Şeddi İran’ın yanındayız. Aşağıdan yukarıya ve bu kadar yakından bakılınca ne korkunç görünüyor. Siyaha çalan esmer renkte düz bir duvar, ay her deliğini, deşiğini, oyuklarını, mücessem ve hareketsiz heybetini ayrı ayrı meydana çıkarıyor. Bu sessiz ve ölü taş yığınlarından bize, ya gündüz onların güneşten aldıkları veya yanardağları besleyen yer altındaki büyük ateşten çektikleri daha ağır bir sıcak geliyor. Çünkü bunlar kükürt kokuyorlar.
Bir saat, iki saat, üç saat başımızın üstünde göğün yarısını dolduran bu cesim kayanın altında sürünüyoruz; o, beyaz taşlı ovaların önünde kırmızımtırak esmer rengiyle dikiliyor; çıkardığı kükürt ve kokmuş yumurta kokusu duvarın iri yarıkları ve arzın damarlarına kadar nüfuz ettikleri zannolunan açık deliklerinin önünden geçilirken tahammül edilmez dereceye geliyor. Bizim fakir kervanımızın ayak sesleri ve katırcılarımızın uzun uzadıya haykırışlarının kaybolduğu, söndüğü sonsuz bir sükûnet içinde bitişik durumda sürünüyoruz. Bu renksiz çölün hendeklerini, uçurumlarını geçiyoruz. Şurada burada birtakım siyah şekiller görünüyor ki ay bunların gölgelerini kayaların beyazlığı üzerine aksettiriyor; sanki insanlar ve hayvanlar bir araya toplanmış bizi gözetliyorlar. Hâlbuki bunlar çalılıktan ve yaklaşıldığı vakit, bükülmüş ve kıvrılmış ufak ağaçlardan başka bir şey değil. Her tarafta mangallar varmış gibi sıcak… İnsan nefes alamıyor ve susuzluk hissediyor.
Ara sıra cehennemi duvarın kayaları içinde sular aktığı işitiliyor. Hakikaten oradan seller fışkırıyor ki bunları geçmek için geçit yeri aramak lazım; lakin ayın ziyası altında beyazımsı görünen bu suda teneffüs edilemeyecek bir kükürt kokusu var. Bu dağlarda büyük ve zengin madenler olacak ki henüz bilinmiyor ve işletilmiyor.
Ekseriya özlenen yerin hurmalıkları görünüyor gibi tahayyül edilir ve nihayet uzanıp yatmak ve su içmek kabil olacağı sanılır. Lakin hayır; gene o mağmum çalılıktan başka bir şey değil. Artık kuvvet tükenir, yürürken uyunur, bir şey gözetmeye takat kalmamıştır. Hayvanların insiyakına ve tesadüfe nefis terk edilir…
Fakat hiç olmazsa bu sefer aldanmıyoruz. Bu sefer hakiki alana geldik. Bu koyu kütleler hurmalıklardan ve dört köşe ufak beyazlıklar köyün evlerinden başka bir şey olamaz ve henüz uzaktaki bu şeylerin gerçeğini teyit için işte bizim kokumuzu alan bekçi köpeklerin haykırmaları, işte sabahın üçünde büyük sükûnet içinde horozların bizi karşılayan berrak ötüşleri…
Biraz sonra güzel hurma ağaçlarının arasında köyün küçük yollarındayız. Nihayet önümüzde kervansarayın ağır kapısı açılıyor sanki nefis bir sığınakmış gibi karmakarışık içerisine dalıyoruz.

    Perşembe, 19 Nisan
Uyanık mıyım, uyuyor muyum, iyi bilmiyorum… Bir zamandan beri tayin edemediğim tesir altında yanı başımda öten ve uçuşan kuşların arasında olduğumu hissediyorum. Bunlar bana o kadar yakın geçiyorlar ki tüylerinin rüzgârını duyuyorum. Vakıa alçak tavanın kirişleri arasındaki yuvaları yavrularıyla dolu olan bu kırlangıç kuşlarına elimi uzatsam hemen hemen dokunacağım.
Ne camları ne ne kapanacak kapakları olan pencerelerimden neşeli sesleriyle girip çıkıyorlar; güneş doğuyor ve şimdi hatırlıyorum ki, Daliki köyündeyim. Kervansarayın en itibarlı ufak odasını işgal ediyorum. Dün akşam beni bu ufak meskene harici bir merdivenle çıkardılar. İçi boş idi. Kireçle badanalanmış toprak duvarlardan başka bir şey yoktu. Orada Acem hizmetkârlarım Yusuf ile Yakup yataklarımızı kurmak, halılarımızı yaymakla uğraşıyorlardı. Ben de Fransız uşağımla beraber uykusuzluktan harap bir hâlde ve hararetle bir ibrik su içerek bekliyorduk.
Burada sıcak o müthiş körfez sahili kadar ağır değil. Ve parlak bir güzel hava var. Benim odam köyde zemin katında olmayan yegâne odadır ve etrafa oldukça nezareti vardır. Dört tane ufak penceresiyle dört taraftan rüzgâra açıktır. Sabahın keten mavisi renginde göğü altında yeşil ve taze hurma ağaçlarının ortasında bulunuyorum. Gökyüzüne beyaz pamuk gibi pek hafif bulutlar serpilmiş. Bir tarafta karanlık ve gayet geniş bir şey, esmer ve kırmızı bir şey o kadar yükseliyor ki onun nihayetini görmek için başı dışarıya çıkarmak ve havaya bakmak iktiza ediyor: İran’ın büyük dağ silsilesi ki orada pek yakında ve hemen yıkılacak gibi duruyor.
Diğer tarafta, uzakta görünen biraz çöl ile bütün hurma ağaçlarının birbirine benzeyen ince sakları arasında köy… Horozlar kırlangıçlarla beraber ötüyorlar. Kerpiçten yapılmış evlerin kubbeli kapıları vardır ki saf Arap resmindedir ve damları düz ve taraça şeklindedir. Üzerlerinde tarlalardaki gibi ot bitiyor. Yörenin genç kızları açık havada tuvaletlerini yapmak için örtünmeden evlerinin önüne çıkıyor, bir taş üzerine oturuyorlar ve siyah saçlarını taramaya başlıyorlar. Dokumacıların tezgâhlarının gürültüsü işitiliyor.
Yer çok işlek ve şimdi her gece yollarda yavaş yavaş yürüyen yük kervanlarının geleceği saat olduğundan işte her taraftan kervansaraya doğru acele ile gelen katırların çıngırakları, ince ve esmer kafaları üzerine pek arkaya doğru konmuş yüksek siyah Acem külahlarıyla kuvvetli ve neşeli katırcıların haykırmaları işitilmeye başlıyor.
Öğleüstü kervanbaşımla aramızda uzun münakaşa, Buşir’de iken haritaya bakarak bu akşamki konak menzilinde durmayıp yola devama karar vermiştim. O reddetmişti, hiddetlenmiş ve mukaveleyi imzalamadan gitmeye davranırken tehdidim üzerine kalmıştı. Bugün yolların hâli karşısında onun iptida ısrar ettiği gibi yalnız altı saat yürümeyi ve Konor-Takte köyünde gece kalmayı tercih ediyorum. Şimdi de o istemiyor.
Mamafih, sabrım tükenerek: “Bu böyle olacak, çünkü ben istiyorum, münakaşa bitti.” dediğim vakit birdenbire güzel çehresi yumuşadı. Gülümseyerek, “Mademki ben istiyorum diyorsun, ben de o hâlde öyle olsun, demekten başka bir şey söylemeyeceğim.” dedi.
O sırf sohbet etmek, vakit geçirmek için mübahase ediyordu, başka bir şey değil.
Akşamın altısı… Buranın hâkimi tarafından verilen üç yeni muhafız süvarim geldi; güzel çiçekli pamuk esvapları ve ellerinde pek eski zamanın tüfekleri var. Azimetimizden beri ilk defa kervanım gündüz ve güneşin son kırmızı şuaları henüz meydanda iken toplanıyor ve rahatça yöreden çıkıyoruz. Orada yüksek hurma ağaçları altında, berrak dereler kenarında hemen hepsi güzel birçok kadınlar çocuklarıyla beraber oturmuş akşam garipliğinde vakit geçiriyorlar.
Derhâl kum ve taş beyabanları başlıyor. Nihayet bu gece varacağımız uzun Şeddi İran göz görebildiğine, ufkumuzun nihayetine doğru uzanıyor; sanki onu mübalağalı renklerle istedikleri gibi boyamışlar… Portakal sarısı ile yeşilimtırak sarı birbirine garip çizgilerle ve güneşin korkunç ve imkânsız dereceye varan esmer kırmızı renklerde karışıyor, uzaklarda bu renkler hale olarak parlak menekşeye, piskopos libası rengine dönüyor. İran’ın bu muazzam siperi dün geceki gibi kükürt ve fırın kokuyor. Hayata zararlı maddeler ve zehirli tuzlarla dolu olduğu tesirini veriyor.
Zehirli şeylerin renklerini alıyor ve korku verecek şekiller arz ediyor. Bir de arkada korkunç bir zeminden ayrılıyor. Çünkü göğün yarısı siyah, bir tufan veya felaket siyahı… Gene sahte boralardan biri ki bu diyarda her şeyi mahvetmek ister gibi görünür, fakat bir damla su akıtmaksızın, bilinmez nasıl olur, kaybolur. Hakikat, bizim iklimleri asla terk etmemiş biri, evvelce hazırlanmadan buraya getirilse, böyle azametli ve şiddetli manzaralar karşısında ne olduğu bilinmeyen bir şeyin helecan ve ızdırabından, artık yer yüzünde olmadığı hissinden veyahut dünyanın sonu geldiği dehşet ve korkusundan kendini kurtaramaz..
İki günden beri içinde yürüdüğümüz eğri büğrü çöl şimdi tepemizden bakan bu dağların eteğine kadar bir yokuş takip ediyor. Bulunduğumuz noktadan çölün beyaz renkte yayılması bize nazaran zaten yukarıdan aşağıya doğrudur. Korkunç gök üzerinde soluk rengiyle çöl sonsuz uzanıyor ve uzaktaki iki üç vaha onun üzerinde çok yeşil, Çin sulu boya resimlerindeki gibiçiğ yeşil renkli lekeler bırakıyor. Ne kadar harap olursa olsun veda edeceğimiz bu çöl önümüzde dikilen ve kara bulutlar altında kendilerine nüfuz edilmesini istemez gibi tehdit karışık ve hafi esrarı havi duran bu kayalara nispetle bize daha kolay ve daha garip bir şekilde iyi görünüyor!
Kan rengindeki güneş kursunun ovaların ufku arkasında kaybolduğu saatte birdenbire önümüzde, Şeddi İran’ın iki, üç yüz metre yüksekliğinde amudî duvarları arasında bir büyük yarık açılıyor.
Oraya giriyoruz. Ansızın üzerimize eğilmiş kayalardan bir akşam karanlığı düşüyor, sanki birdenbire bir örtüye sarılmış gibiyiz. Sessizlik ve çınlama kükürt kokusu ile beraber artıyor. Ve önce görülmeyen yıldızlar, fırtına bulutlarının henüz erişmediği yüksek aydınlığından sanki hep birden yanmış ve bir kuyunun dibinden görülüyormuş gibi derhâl zuhur ediyor.
Gece oluncaya kadar bir saat müddet bin zahmetle, bu dehşetler memleketinde ve taşlar kasırgasında ilerliyoruz, daima aynı yarığı ve dağın derin kanatlarında dolaşık ve nihayetsiz bir geçit gibi açılmakta devam eden aynı uçurumu takip ediyoruz. Hendekler ve yığıntılar var; dik yokuşlar, sonra birdenbire uçurumlu ve dönerek inişler… Bütün bunların ortasında asırlardan beri kervanlar geçerek belirsiz yollar kazmış ki hayvanlarımız karanlığa rağmen izini kaybetmiyorlar. Ara sıra isimler çağrılıyor ve Daliki süvarileri ve biz de dâhil olarak mevcutlar sayılıyor. Sıralar sıkıştırılıyor ve nefes almak için duruluyor.
Etrafın karanlığı içinde yer altından suların gürültüsü, sellerin gürlemesi ve şelalelerin düştüğü işitiliyor.
Her taraftan sıcak taş yığınları ile çevresi kuşatılmış bu boğazlarda bir hamam, bir fırın havası var, kükürt madenlerinin kokusunu teneffüs ederek bazen boğulanlar oluyor. Daha tehlikeli geçitler var ki orada granit safhalarından masa biçiminde yarı gömülü taşlar sıralanmış ve aralarında kalan dar ve derin çukurlara bir katırın ayağı kazara girecek olursa, tuzağa tutulmuş gibi kalıyor. İşte bunların üstünden karanlıkta geçmek lazım. Ağır bir dere boyunca beyazımsı toprak üzerinde yürümek için bir saat istirahat… Uğursuz dere ki ne ağaç biliyor, ne saz ne ne çiçek… O ancak, gizli ve lanetli gibi sürünüyor, o kadar derin ki güneş asla oraya inmiyor. O bu saatte yüksek siyah tepelerin baş aşağı görünen hayalleri arasında dar bir gök parçası ve birkaç yıldız aksediyor.
Ve şimdi işte önümüzde geçit kapanıyor, işte vadi üç dört yüz metre yüksekliğinde amudî bir duvarla bize tamamıyla kapanmış…
Haydi bakalım, muhakkak yolumuzu şaşırmışız. Geldiğimiz gibi dönmekten başka çare yok. Benim kervanbaşım şüphesiz deli olmuş ki oraya tırmanmak istiyor ve atını ancak keçilerin çıkabileceği bir nevi merdivene sürüyor ve bunun yol olduğunu iddia ediyor!
Burada benim üç süvari muhafızım kemali nezaketle selamlayarak benden izin aldılar. Daha uzağa gidemezlermiş, çünkü onların yerlerinin hududu burada bitiyormuş. Dünküler gibi bunların da beni bırakacaklarından şüphe ediyordum. Tehdit veya vaat hiç fayda etmiyor. Onlar bizi bırakarak dönüyorlar.
Vakıa hatır ve hayale gelmeyen bu merdiven bizim yolumuz imiş: buna inanmak lazım. Çünkü herkes böyle söylüyor. Tepeye ve o yaklaşması imkânsız ve esrarengiz Şiraz’a yalnız bu yol varmış, daha üç gece mütemadi yürüyüşten sonra nihayet tepelerin serin ve sıhhi havası içinde belki dinlenebileceğiz. İşte Basra Körfezi’nden İsfahan’a giden büyük cadde!
Seyahatler ve yollar hakkında biz Avrupalıların fikrinde bulunan aklıselim sahibi bir adama bir kaç at ve katırdan mürekkep bu küçük kafilenin böyle muazzam bir dağın dik duvarına asılmak ve tırmanmak teşebbüsünde bulunduğu gösterilecek olsa Sabbat için Brocken’e doğru yapılan hayali bir hücuma şahit olduğunu zannedecektir.
Kemikleri kıran bu çıkış ve tırmanış iki meşakkatli saatten ziyade sürdü. Yalnız eyerde tutunabilmek için mütemadiyen jimnastik yapmak lazım ve bir de sevki tabii ve ihtiyat cihetleri fevkalade olan hayvanlarımız devamlı ayakta; ön ayaklarıyla karanlıkta araştırıyorlar, başlarından yukarı yokluyorlar. Sanki pençeleri varmış gibi asılmak için bir çıkıntı arıyorlar ve sonra bir yele hareketiyle kendilerini çekiyorlar. Ve böylece her dakika, bizi kazılan uçurumun üstünde daha ziyade yükseltiyor. Takip ettiğimiz dar yollar pek kısa dolambaçlı ve sert dönüşlü, olduklarından birimiz doğrudan doğruya ötekilerin üstünde ve hepimiz yalçın duvara yaslanmış bulunuyoruz. Şayet öndekilerden biri kurtulup da uçuruma düşecek olsa ötekilerini de beraber sürükleyecek ve bu suretle birçoğu birlikte düşecekler.
Ayaklarımızın altından kopan ve aşağıdaki boşluk ne kadar ziyade derin ise o nispette uzun çığlar ve şelaleler şeklinde inen bütün bu çakıllar; taşları yırtan, kayan ve tekrar tutunan bütün bu demirli kunduralar umumi sükûnetler arasında büyük gürültü yapıyorlar. Eğer bu memlekette pusuya yatmış haydutlar varsa bizi çok uzaktan işitmiş olacaklar. Hayatı bana emniyet edilmiş olan Fransız hizmetkârımı hiç olmazsa önümde gördükçe atıyla beraber arkamda, aşağıdaki vadilere yuvarlanmadığından emin olmak için öne geçirdim. Bazen bir yük katırı sallanıyor ve düşüyor, o vakit adamlarımız büyük telaşla kaçışın diye haykırıyorlar: Eğer bayırda yuvarlanırken arkasındakileri de beraber götürürse o vakit çiğ bizden ve katırlarımızdan ve bütün hayvanlarımızdan teşekkül edecek.
Bu yollar asırlarca müddet gece kervanları tarafından kazılmıştır ve izlerinden ayrılmak caiz değildir; bunlar o kadar dar ki iki taraftan sizi sıkıştıran ve dizlerinizi bereleyen kayalar arasında mahsur kalınmış gibidir. Bu müthiş merdivenin en ufak bir kenarı bile yoktur. O vakit bakmamak daha iyidir. Çünkü karanlık uçurumlar hemen ayaklarımızın dibinde açılıyorlar. Bu uçurumların dibi şimdi o kadar uzaktır ki tam boşIuk denebilir. Biz çıktıkça manzaralar yıldızların değişken ziyalarıyla şekillerini kaybediyorlar, değişiyorlar. Kenarları çökmüş geniş sırıklar, büsbütün eğilmiş ve geceleyin her an düşmek tehlikesi gösteren kayalar var. Zaman zaman ağır ve yakıcı havayı bir leş kokusu dolduruyor ve yerde bir ceset yolu kapıyor, evvelki kervanın atı veya katırı ki beli kırıldığından orada kalmış ve kokmuştur. Ya onu atlayıp geçmeli veya tehlikeli bir dolaşma yapmalı.
İki saat eziyet çektikten sonra nihayet şark tarafında gökte bir aydınlık başladı, Allah’a şükür, ay doğacak ve bizi bu zulmetlerden kurtaracak.
Ve birdenbire kendimizi yukarıda bularak kurtuluşumuzu ve ansızın serbest ve emin bir toprak üzerinde kavuşulan büyük sükûneti nasıl anlatmalı! Baş döndürücü uçurumlara düşmek tehlikesinden kurtulmak ve aynı zamanda kayalık vadilerin bunaltıcı havasından çıkarak nefis bir serinlikte daha saf bir hava teneffüs etmek! Ovadayız, bin iki yüz metre irtifada bir ova ve aşağıdaki çöl yerine şimdi çiçek açmış kırlar, buğday tarlaları ve iyi kokan otlar var. Yükselen ay bize her yerde haşhaş ve papatya çiçekleri gösteriyor. Geniş yollarla yumuşak toprak ve çimenler üzerinde bir sürü ateş böcekleriyle rahatça gidiliyor. Sanki yakmayan kıvılcımlar arasından geçiliyor.
Biz burada birinci katta, İran’ın birinci taraçasındayız. Ve ne vakit ileride göğe karşı göğüs veren ikinci Cibal dağlarını aşarsak nihayet Asya’nın yüksek yaylalarına varmış olacağız. Zaten o korkunç merdivenin inilmeyeceğini düşünmek bile bir tesellidir. Çünkü avdetimiz şimalin daha işlek yollarından Tahran ve Bahri Hazer yoluyla olacaktır.
Bizim önümüzde küçük büyük katır çıngırakları sesleri var: Aksi istikamete giden başka bir kervan ile karşılaşacağız. Konuşmak ve ayın güzel ziyası altında tanışmak için duruyoruz; ve gelen bu yeni kervanbaşı benimkini kendi ismiyle çağırıyor ve sevinçle “Abbasi!” diye haykırıyor.
O vakit iki adam kucaklaşıyor ve çok zaman öyle kalıyorlar: Bunlar ikiz kardeşlermiş ki hayatlarını yollarda kervan sürmekle geçirirlermiş ve çok zamandan beri birbirine tesadüf etmemişler.
Bu kadar yorgunluktan sonra şimdiki düzenli hâl ve tam emniyet bizi dayanılmayacak surette uykuya sevk ediyor, hakikaten atlarımızın üzerinde uyuyoruz…
Sabahın ikisi, kervanbaşım bu gece konak yeri olan Konor Takte’ye geldiğimizi haber verdi.
Bir hurma ormanı içinde sağlam bir köy; bizim önümüzde açılan kervansaray kapıları, biz içeri girdikten sonra kapanıyor: Bütün bunlar gayrimuayyen surette ve rüyada gibi görünüyor… Ve sonra hiçbir şey; kendini kaybediş ve istirahat…

    Perşembe, 20 Nisan
Konor-Takte kervansarayının beyaz kireç badanalı odasında uyandım. Bir ocak bizim ezelî sıcaklar memleketinden çıkıp kışı olan iklimlere girdiğimizi bildiriyor. Tavanda birçok küçük pembe kertenkeleler uyuyor gibi hareketsiz duruyor. Diğerleri zararsız ve emin bir hâlde yorganlarımızın üzerinde dolaşıyor. Dışarıda kırlangıçların bizim memleketlerde yavru yaptıkları mevsimde olduğu gibi neşe ile haykırdıkları işitiliyor. Pencerelerden bahçelerimizin ufak ağaçları, zakkumlar, çiçek açmış narlar ve yetişmiş buğdaylar ve bizdeki gibi tarlalar görülüyor. Ne boğucu ağırlıklardan ne de sıtmanın pis havası ve fena sineklerden eser var; o uğursuz körfezden kurtulunduğu duyulur, bizde kırda ilkbaharın güzel sabahlarında olduğu gibi teneffüs ediliyor.
Gündüzün bir kısmını uyku ile geçirdikten sonra akşamın beşinde hareket ediyoruz. Bu çoban yaylasını geçmek için bir saat kadar lazım oldu. Orada hasat olmuş buğdaylar sararmış, kadın erkek ellerinde gelincik çiçekleri, aslanağızları gibi bin metre yükseklikte birdenbire tesadüf olunan bütün Fransa çiçekleri arasında ot kesiyorlar. Bu cennet levhasına zemin olarak Şeddi İran’ın ikinci katı düşey vaziyette dikili duruyor. Bir nevi yüksek ve karanlık duvar, bir siper ki bu gece zapt için ona doğru ilerliyoruz.
Kırmızı ve sarı renkli kayalar arasında bir cehennem kapısına benzeyen dar bir yarıktan bu yeni şeddin kalınlığı içine daldığımız vakit güneş batmaya başlamıştı. Birdenbire etrafımızda düşman bir âlem, korkunç bir muhit bulduk ki orada hiçbir ağaç yok. Fakat her yanda etrafı keskin, açık sarı veya esmer kırmızı renkte büyük taşlar yükseliyor. Bir dere, bu dehşet mıntakasından kaynayarak geçiyor. Bulanık ve tuzlu suyu madenî yeşil lekeleri içeriyor… Sanki bir bakır eriğiyle sabun köpüğü akıyor. Burada madenî âlemin esrarına nüfuz etmiş olmak ve uzvî bayatı hazırlayan ve ona öncelik arz eden gizli teşkilatı elde etmek arzusu duyuluyor.
Güneşin batmış olacağı bir saatte bu zehirli dere boyunca yürüdüğümüz sırada işte berbat bir köy, daha doğrusu bir kaya ve kara kulübeler yığını… Etrafında ne bir ot, ne bir yeşil yosun görülüyor. Oradan çıkan kadınlar bizi seyretmek için alaycı ve saldırgan bir tavırla başlarında saçlarını saklayan koyu renkli bir örtü ile ilerliyorlar. Bunların hepsi çok güzel ve gözleri çok boyalı…
Vahanın güzel orakçı kadınlarından daha esmer ve daha başka bir tipte, ilk tesadüf ettiğimiz bu göçebeler İran’ın cenubunda yüksek yaylalar üzerinde binlerce yıldır yaşarlar. Bunlar hükûmete muti değillerdir ve hırsızlıkla geçinirler. Civardaki köyleri ve bazen sağlam şehirleri silahla kuşatarak onları fidyeye bağlarlar.
Sürülerin dönme zamanı… Bunlar her taraftan ağıllarına doğru koşuyorlar. Şüphesiz meralar bulunan daha yüksek yerlerden iniyorlar. Büyük kayaların çeşitli yarıklarından takım takım öküz ve keçilerin baş aşağı kara dereler gibi aktıklarını görüyoruz. Göçebelerin bu hayvanları fakir kulübelerinin damları ve kadınlarının esvabı gibi umumiyetle siyahtır. Onlarla beraber gelen çobanlar da iri, yabani ve mağrur adamlardır. Değnekten başka omuzlarında bir tüfek, kuşaklarında kılıç ve bıçak taşıyorlar. Gurup vakti bu çirkin dere boyunca pek dar ve pek eğri bir vadide bütün bu adamlara ve hayvanlara tesadüf ediyoruz. Bu karşılaşma bizim kervanı bir an karıştırıyor ve yük katırlarından birine bir öküz boynuzuyla çarparak yüküyle beraber onu yere seriyor.
Gece, dünkünden daha müthiş daha tehlikeli bir karışıklık içinde kalıyoruz. Çünkü bu öyle bir karışıklık ki çözülüyor, bozuluyor, her yerde yeni yığınlar, taze yarıklar var. Bazen dün yerinden kopup da düşerken ilişmiş gibi görülen koca kayalar başımızın üzerinde eğilmiş duruyorlar. O vakit kervanbaşı, bir laf söylemeden, parmağının ucunu kaldırarak işaret ediyor ve bu tehlikeler altında zaruri bir sükûnet muhafaza ederek daha yavaşça geçiyoruz.
Derelerin, şelalelerin mecrasını takip ederek yükseliyoruz. Bunlar zaman ile kendilerine bir yatak kazmışlar yahut kervanların bıraktıkları ufak izlerden istifade etmişler; her vakit geçtikçe artan karanlık içinde hayvanlarımızın gürültülü ayakları altında su çırpıntılarını işitiyoruz ve kurbağaların sert haykırışları yer yer aksediyor. Yan yana gitmekte bir fayda olmuyor. Dev gibi kayalar arasında birbirimizi devamlı kaybediyoruz.
Gök yıldızlarla dolu… Fakat hususiyle Zühre hayrete mucip surette parlıyor ve bizi biraz aydınlatıyor. Gece yarısında çok yükseğe çıktık, eğilen ve cam gibi kayan belirsiz yol nişanelerinde uçurumların üstünde, kenarında ve hizasında yürüyoruz.
Nihayet işte bir dağın eteğine geldik ki evvelki gibi dik, aynı basamaklı ufak ve korkunç döner merdivenler, beygirlerimiz bütün ayağa kalkarak keçiler gibi tırmanıyorlar, gene bir saatten ziyade bu baş döndürücü tırmanmaya başlamak lazım, ölmüş katırların bu duvar boyunca dizilmiş leşlerinden çıkan iğrenç koku içinde bu hücum inanılmayacak bir şey…
Dünkü gibi kendimizi birdenbire tepede bulup sevindik. Birdenbire topraklı ve çimenli bir ovaya kavuşmak sevinci, evvelki konak yerinden altı yüz metre kadar daha yükseğe çıkmışız. Hareketimizden beri ilk defa hakiki bir serinlik duyduk. Lezzetle dinleniyoruz.
Lakin bu akşamki ova önümüzde görünen dağların üçüncü katının eteğinde uzun bir taraçadan başka bir şey değil. Bir nevi balkon ki ancak yarım fersah derinliği var denilebilir; arzı bazı hadiselerden husule gelmiş eski yarıklar hesapsız asırlar devamınca çürümüş, bitkiler ve kıraç topraklar ile dolarak havaî bir cennet olmuş, dünyanın artan kısımlarından ayrı ufak bir Arcadi yaylası… Haşhaş tarlalarından geçiyoruz ki çiçekleri beyaz ipekten büyük kâselere benziyor. Sonra buğday tarlaları geliyor. Aşağıdakileri daha henüz yetişmemiş. Gündüz ne güzel bir yeşillik olacaktır.
Rahatça bir saat yürüdükten sonra ağaçlar arasında ışıklar görünüyor ve uzakta bekçi köpekler havlamaya başlıyor: Burası Konorice’dir. Geceyi geçireceğimiz köy… Biraz sonra etrafını gölgelendiren güzel hurma ağaçları, ufak cami, bütün beyaz taraçaları fark ediliyor ki yıldızların ziyası bunları mavimsi yapıyor. Köyde bir gece eğlentisi olmalı. Çünkü darbuka ve zurna sesleri ve ara sıra kadınların sevinç haykırışları işitiliyor. Cezayir’deki Arap kadınlarının sesi gibi sert ve keskin…
Gece yarısı birdenbire yüksek hurma ağaçları altında bastığımız bu pek ücra, eski ve saf musikileriyle dolmuş küçük köyü Şark’ın ve mazinin nasıl bir sihir ve letafet ile çevirmiş olduğunu tarif edemem. Lakin benim uşağım ki mecazdan anlamaz ve kelimeleri yalnız hakiki manalarında kullanır bir gemicidir, korkarak kendi meftuniyetini bana şu sade tabirlerle ifade ediyor: “Bu köyde bir hâl var… Sihirli bir hâl!”

    Cuma, 21 Nisan
Doğan güneşin parlak ziyalarına karşı kırlangıçların, serçelerin ve çayır kuşlarının çılgın konseri var. Gök ve uzaklar tamamen berrak, köyde ve tarlalarda cennet gibi bir sükûnet… Burada bin beş yüz veya bin sekiz yüz metre yüksekliğinde, o kadar saf bir hava içindeyiz ki insan hayata ve gençliğe tekrar kavuştuğunu hissediyor ve böyle bir havada uyanmak ve çıkmak bir zevktir.
Katırcılarımızın hayvanlarımızla beraber yattıkları kerpiçten hücrelerin üstünde bulunan yegâne bir odada -tabii toprak duvarlar arasında- uyuduk. Kervansarayın bir çayır gibi otla kapanmış çatısı bu sabah bize bir gezinti mahalli oluyor. Yanımızdaki taraçada da otlar aynı suretle bitmiş ve orada insanlar sabah namazı kılıyorlar. Belleri sıkı uzun libasları ve havalanan cepkenleri ve taç gibi külahlarıyla mütevazı kıyafetlerinde eski kralların eşkâli var. Kalın duvarlı ve kemerli kapılı eski evlerin öte tarafında mahdut ve sakin ovanın develeri, uzun yeşil buğday ekinleri ve arada beyaz mermer lekeleri bırakan bazı haşhaş tarlaları ve her vakit İran’ın bu Cibal dağları ki biz çıktıkça göğe yükseliyor gibi görünüyor ve her defasında önümüze yeni bir tabaka arz ediyor.
Bütün gece yürüyerek Şiraz’dan inen veya bizim gibi Buşir limanından çıkan kervanlar geliyorlar; muhtelif cihetten katırların çıngırak sesleri kuşların şarkılarına karışıyor. Çobanlar dağa doğru karakeçi sürülerini götürüyorlar. Köyün yollarında ince yapılı ve bıyıklı süvariler çakmak taşıyla ateş alan uzun eski tüfekleriyle dörtnala koşuyorlar. Burada hayat eski zamanlardaki gibidir. Evvela yakıcı çöllerin, sonra iki üç kat uçurumların ve vahşi dağların muhafaza ettiği bu küçük ve tenhalıklar ortasında kaybolmuş köy mesut bir hareketsizlik muhafaza etmiştir.
Oh! Bunun rahatı! Hele yakında terk ettiğimiz Hindistan, büyük sanat işleriyle kutsallarına tecavüz ve nesi varsa yağma edilmiş zavallı Hindistan ile aralarındaki tezat! Birinde mutlak istirahat ve sükûnet, ötekinde fabrikalar ve demir işlerinin uğursuz sirayeti yüzünden şehirlerin halkı hâki rengi esvap ve mantarlı kasket giyen o hırçın Garp efendilerinin kırbaç darbesi altında koşuyor ve eziliyorlar.
Akşamın saat beşine mahsus güzel bir aydınlıkta bu sihir ve letafet memleketini terk ediyoruz ve arkadaki dağlığa doğru ilerliyoruz. Sanki her taraftan kapalı olan sakin ve şairane yaylayı geçiyoruz.
Bizi daha yüksek bir kata çıkaracak olan boğazların içine girdiğimiz anda güneş artık bizim için batmıştır. Lakin etraftaki tepeler, pek güzel bir pembe renktedirler. Ve orada bu geçidi muhafaza etmek için duvarları mazgallı eski bir kale vardır ki kulelerinin üstünde uzun Acem esvaplı nöbetçiler de Haçlılar zamanına ait bir levhayı andırıyor. Bu seferki yürüyüş evvelki gecelerden daha az korkunçtur; ağaçlar, otlar ve çiçeklerle bezenmiş duvarlar arasında yolumuz yokuş çıkıyor, fakat ne dik ne ne tehlikeli…
Ve çok zahmet çekmeden işte geniş bir yaylaya varıyoruz ki bütün ot kokularıyla doludur. Orada teneffüs edilen ve bizde güzel mayıs akşamlarının serinliğine benzeyen o hafif serinliğe henüz tesadüf etmemiş idik. Azimetimizden beri daima yükselen bu yol ile sanki şimale doğru dev adımlarla ilerliyoruz. Bu yüksek ovada, konak yerine varmadan evvel, dört saat kadar yürüyeceğiz ve geçen akşamlarda dövüştüğümüz kayalıklardan sonra şimdi kolay yollardan pembe çiçekli yonca ve yulaflar içinde yürümek hayretimize mucip oluyor. Mamafih gece olunca pek büyük bir tenhalık içinde bulunduğumuz hissi yavaş yavaş bizi kaplıyor; Avrupa kırlarında böyle fersahlar imtidadınca boş saha ve o kadar sükûnet asla yoktur. Ve birdenbire hatırlıyoruz ki bulunduğumuz yer emin değildir.
Akşam saat dokuz… Bir sevki tabii ile altıpatlarlarımızı muayene ettik: Yolun kenarında otların içinde oturup bekleyen tüfeklerle silahlanmış beş kişi hemen ayağa kalkıyor ve bizi kuşatıyorlar. Bunlar, seyahat eden eşhası muhafaza için Kazerun köyünden gönderilmiş namuslu bekçiler olduklarını söylüyorlar. Bize anlattıklarına göre, birkaç zamandan beri her gece kervanları soyuyorlarmış, hatta dün gece tam burada altı katırcı soymuşlar. İster istemez iki üç fersah bizimle geleceklermiş.
Bu bana biraz garip göründü. Bir de yıldızlar onların çehrelerini görmek için kâfi derecede aydınlık yapmıyorlardı. Mamafih onlar daha ziyade namuslu adamlara benziyorlar; birlikte yürümek tekliflerini kabul ettik. Onlar yayan, biz hayvanlarımızın üzerinde adım adım yürüyecektik. Burada nezaket icabı olarak aynı sigarayı ikişer kişi içtik ve konuştuk.
Bir buçuk saat sonra aynı suretle silahlı ve pusuda yatmış diğer beş kişi otların içinden çıkıp bize geliyorlar. Demek bunlar hakikaten bekçi imişler. Birinciler her biri ücret olarak ikişer kıran[1 - Kıran tahminen bir frank kıymetinde gümüş bir paradır.] aldıktan sonra bizi yeni gelenlere emanet ettiler ve sonra büyük selamlarla çekildiler.
Vakit vakit, sert akan bir dere, takip ettiğimiz yolu daima yeşil otlar içinde bir yandan öte yana geçiyor, o vakit duruyoruz; hayvanların yüklerini indiriyoruz ve onlara su içiriyoruz. Gökte milyarlarca yıldız var ve hava ateş böcekleriyle dolu. Bunlar kıvılcımlara o kadar benziyorlar ki birden her taraftan çıktıklarını görünce hafif ateş çıtırdısı işitilmediğine şaşılıyor.
Gece yarısına doğru büyük çiçekleri bize temas eden beyaz haşhaşlar ortasında sıra ile yürürken uzakta bazı ışıklar görüyoruz. Sonra duvar çevrilmiş gayet büyük bahçeler; nihayet Kazerun’a geliyoruz. Ve ilk kavak ağaçlarını selamlıyoruz ki onların yüksek dalları gece gökte pek tanıdık surette sallanıyor ve bize nihayet orta mıntakalara vardığımızı bildiriyor.
Burada kervansaraylara bahçe diyorlar ve ezelî güzel havalı bu cennet gibi havalide seyyahlara istirahat mahalli olarak hakikaten bu bahçeleri arz ediyorlar.
Kemerli bir büyük kapı bizi geceyi geçireceğimiz duvarla muhat bahçeye sevk ediyor; burası düz yollar ve bütün çiçek açmış portakal ağaçlarıyla hemen bir ormandır. İlk safta şurada burada ikisi bir araya toplanmış ve halılar üzerine oturmuş kervan yolcuları yaktıkları dalların ateşi üzerinde çaylarını pişiriyorlar ve iç taraftaki yollar karanlıkta kayboluyor. Bununla beraber hane sahibi, Avrupalıların yerliler gibi açık havada portakal ağaçları altında uyuyamayacaklarını takdir ederek kurma karyolalarımızı girişteki büyük kemerli kapının üstünde ufak bir odaya çıkartıyor ve orada uyku hemen bizi kendimizden geçiriyor.

    Cumartesi, 22 Nisan
Ufak odam bütün kervansaraylarınki gibi bomboş ve tarif olunamayacak derecede pisti. Doğan güneş onun dumanı ile siyahlanmış ve Acemce yazılarla doldurulmuş duvarlarını meydana çıkarıyor; zemine her türlü süprüntüler, salata yaprakları ve baykuş tüyleri dökülmüş. Lâkin üzerinde ot biten çatının aralıklarından, harap duvarların deliklerinden, altın ışıklar, portakal çiçekleri kokuları ve kırlangıçların şarkıları giriyor… O vakit yerin ne ehemmiyeti var? Mademki hemen aşağı inmek ve bu letafete kavuşmak mümkündür.
Aşağıda çok güzel bahçe çalı kuşlarının çılgın nağmelerinin aksettiği eşsiz göğün altında sabahın bütün ihtişamıyla parlıyor… Hayat verici ve aynı zamanda ılık ve nefis bir hava teneffüs ediliyor. Kaba yapraklı büyük portakal ağaçları siyahımsı mavi renkteki gölgelerini yayıyor ve toprağı çiçekleriyle süslüyorlar. Bu gece bahçede, yollarda güzel Yezd ve Şiraz halıları üzerinde yatmış olan bütün kervansaray halkı neşeyle uyanıyor. Onlar da bizim gibi ancak güneş batınca yola çıkacaklar. Demek ki bütün günü bu kapalı, serin ve güzel bahçede geçirmek ve birbirimizi tanımak zaruretindeyiz.
Çok geçmeden şehirden börekçiler ve çaycılar geliyor. Semaverlerini, ufacık yaldızlı kadehlerini gölgeye yerleştiriyor, uzun marpuçlu kalyanları hazırlıyorlar. Bunlar İran’a mahsus nargilelerdir ki dumanı uyutucu bir koku neşreder.
Civarda atlarımız ve katırlarımız otlarken biz ve tesadüfi yol arkadaşlarımız, dallar altında tütün içmek ve yarı uyku hâlinde tefekkürata dalmakla büyük bir istirahat içinde vakit geçiriyoruz, birbirimize çay ikram ediyoruz. Bu çok şekerli çay, Acemlerin alışık olduğu içkileridir. Hele dışarıda güneşin parladığı ve Kazerun’u kuşatan dağları ateşle kavurduğu sırada burada loş yeşillikleri muhafaza eden portakal ağaçları altında öğle vaktinin sükûneti pek latiftir.
Ufak kervanımın adamlarıyla hep birbirimizi tanımıya başlıyoruz; kervanbaşım Abbas ve kardeşi Ali benim yol ve sohbet arkadaşım oldular; her şey gittikçe kolaylaşıyor, her akşam toplanma ve hareket hazırlıkları daha kolay oluyor ve bu sağlam göçebe hayatına, daima karanlık gece yarısında yorgun ve bitap geldiğim sefil ve her vakit değişen barınacak yerlerde bile ne çabuk alışılıyor!
Saat dörtte bu portakal ağaçları altında rahatça tekrar hareket tedariklerine başlıyoruz.
Bizi seyredenler yerde kaylanlarını içen iki üç kişi ile bir o kadar meraklı çocuk ve hesapsız kırlangıç kuşlarıdır. Haydutlardan dolayı, köyden verilen iyi silahlanmış dört muhafız bizimle beraber ve sıra ile birbiri peşinden yürüyorlar. Bu güzel bahçenin girişi olan yıkık ve kara kemerin altına giriyoruz.
Öncelikle dün akşam görmediğimiz Kazerun’u boydan boya geçmek lazım. Eski zamanın bu ufak şehri, kavak ağaçları ve hurmalıkları ortasında kımıldamaksızın duruyor. Giderken çiçek açmış yüksek otlar arasında çocuklar, büyük adamlar gibi uzun esvap ve yüksek siyah külahlar giymiş, küçücük oğlanlar, karaca yavrularıyla oynuyor, papatya ve yulaflar içinde yuvarlanıyorlar. Birkaç ufak beyaz cami kubbeleri, evler çok kapalı ve damlar, çayırlar gibi çiçekler, otlarla bezenmiş taraça şeklinde… Eski kemerli kapılar ve yüksek duvarlar ile bahçeler bahusus portakallıklar, yollarda dolaşan silahlı güzel süvariler var. Lakin kadınlar esrarlı ve matemli hayaletlerdir. Çehrelerini ve vücutlarını örten siyah çarşaf daima sarı veya yeşil renkte bol şalvarlarını ve aynı renkte çoraplarını ancak gösteriyor. Şimdiye kadar yalnız yüzleri açık gezen köylü kadınları görmeye alışmıştık.
İlk defa olarak biraz zarif kadınlar tanımak için bir şehre giriyoruz.
Hâlâ yeryüzünde öyle memleketler vardır ki buhar nedir; fabrika nedir; duman nedir bilmezler, acele ve sürat ve demir onların meçhulüdür.
Gelişim musibetinden kurtulmuş bütün bu gizli köşelerden en sevimlileri biz Avrupalıların nazarında Acemistan’da bulunur. Çünkü orada ağaçlar, fidanlar, kuşlar ve ilkbahar bizim memleketteki gibidir. Çoğunda memleket değişikliğinin farkına varılmaz, ancak şurası var ki asırlarca geriye gidilmiştir.
Bulunduğumuz mevkinin yüksekliğini unutmuştuk birdenbire sağımızda uçurumlar açıldı. Bizden çok alçakta diğer geniş bir ova ve gök yakutî renginde güzel bir göl, bunların hepsi evvelki günler gördüklerimizden daha az korkunç dağlarla çevrili… Bizim Pirene dağlarının en vahşi kısımlarını hatırlatıyor.
İsfahan deresi bu göle akıyor; eski debdebe ve ihtişam şehrini diğer yerlerden daha ziyade ayırmak için oradan geçen dere başka hiçbir nehir veya körfeze akmıyor, doğruca bu sahiller gayrimeskûn ve hiçbir yere akmayan bu durgun su sathına atılıyor.
Denizden şüphesiz iki bin metre kadar yüksekte olmakla beraber biz bu göle ve bu ovaya çok yüksekten hâkimiz. Orada otlar içinde siyahımsı garip bir hareket görünüyor; öncelikle küçük kervanımızın geçtiği yüksek yerden bu, bir böcek sürüsü zannediliyor; lakin bunlar kiralık yük hayvanlarıyla beraber karmakarışık ve orada küme küme toplanmış göçebelerdir. Daima olduğu gibi siyah libaslar, siyah çadırlar, binlerce koyun ve keçi ki yünleri Acem halılarının, örtülerinin, torbalarının, heybelerin ve bol levazımının dikiminde kullanılır. Her sene, nisan ayında bütün göçebe aşiretlerin şimalin otlu yüksek yaylalarına doğru büyük bir hicreti başlar. Bunlar sonbaharda tekrar Basra Körfezi civarlarına inerler. Umumi hareketle başlamıştır; onların önderlerinin Şiraz’a çıkan boğazlarda bizden evvel bulunacaklarını kervanbaşım söyledi; öyle ise onların ortasından geçmeye intizar etmeli: Fena adamlar ve fena tesadüfler…
Gece basar basmaz gene dağlara çıkmalıyız. Yakındaki konak yerine varmak için daha altı veya sekiz yüz metre yükselmeliyiz. Aşağıdan, o kadar otlayan hayvanlar, o kadar yabani çobanlar tarafından istila edilmiş ovadan şiddetli ve ilkel bir hayat sesi bize doğru gelmeye başlıyor: Koyunların melemeleri, öküzlerin böğürmeleri, kısrakların kişnemeleri işitiliyor. Bekçi köpekleri uzun uzun havlıyorlar; adamlar da bağırıyorlar ve hayvanların bağırtıları gibi boş yere bol bol haykırıyorlar. Akşamın alaca karanlığı, bizi sardıkça havada gittikçe çınlama artarak bu müthiş sedalarla doluyor.
Her tarafta dallardan ateş yakıyorlar. Bu ateşler uzaklarda ve göçebelerin toplandıkları yerlerde bize insan bulunduğunu haber veriyor. Hâlbuki bütün boğazlarda ve bütün yaylalarda bundan şüphe edilmiyordu. Göçebe aşiretlerin tam merkezinden geçiyoruz ve altımızda kararan ovaya, göle son bir nazar attığımız vakit nihayetsiz bir şehir zannı hasıl eden binlerce ateşin parladığı görülüyor.
Lâkin bir kere karanlık boğaza iyice girildi mi artık ne ışık, ne ses gürültüsü, hiçbir şey yok: Göçebeler henüz gelmemişler; her zamanki tenhalığa kavuşuldu. Başlarımızın üstünde delik deşik garip kayalar, gölgede taşların kireçlenmişine, beyaz mercanlara gayet geniş siyah süngerlere benziyorlar. Ve iki saat içinde evvelki gecelerin korkunç jimnastiğine gene başlamak lazım oluyor. Yıkılan taşlar arasında hemen dikey çıkış, atlarımız ve katırlarımız uçurumlar üzerinde, merdivenlerde ayakta; kopan kayalar üzerinde sağlam çıkıntılara ilişmek isteyen hayvanların tırnaklarının çıkardığı çılgın gıcırtıyı yeniden işitmeli, onların uçurumun dibine kadar, kayıp yuvarlanmak korkusuyla ön ayaklarının kuvvetiyle yaptıkları mütemadi hareketin sarsıntısına dayanmalı.
Saat onda nihayet tatlı bir yokuşta, otlu bir vadi girişinde, bu sıkıntılara fasıla verdik. İşte dört köşe bir kule ki içinde bir ışık parlıyor. Burası haydutlar ve göçebelere karşı nöbetçi askerlere mahsus bir karakol mevkisi… Durduk ve içeri girdik. Zaten burada muhafızlarımızı değiştirmek ve Kazerun’da aldğımız dört adamı bırakıp onların yerine daha tetik ve dinlenmiş başka dört kişi almak iktiza ediyor.
Bu ücra kulenin içinde eğlenceli vakit geçiriyorlardı; kaynayan semaverin etrafında tütün içiyorlar, şarkı söylüyorlardı; bize de mini mini kadehlerde çay ikram ettiler. Orada bizim gibi Şiraz’a giden üç yolcu, uzun tüfekli üç süvari vardı. Bizim refakatimizde bulunmayı teklif ettiler. Hep beraber çok sayıda atlılar ile hareket ediyoruz.
Henüz çıktığımız korkunç karışıklıktan sonra bu yeni vadide çiçek ve yosunlarla kaplı düz bir zemin üzerinde yol almak pek zevkli bir surette insanı dinlendiriyor. Yol, gece yarısının büyük sükûnetinde o kadar güzel idi ki tatlı bir yokuştan çıkarken hemen sihirli saraylara doğru gidiliyor, gibiydi. Bu yol sanki peri prenseslerinin gezinmeleri için pek dikkatle tanzim olunmuş bir cadde idi. İki tarafı bolca çiçeklerle örtülmüş, duvarlar arasında bitmez tükenmez bir cadde… Birçok ağaçlar gece karanlıkta bizim meşelere benziyor; gayet büyük ağaçlar ki asırlardan beri orada yaşamakta olmalıdırlar. Bu kaba yeşil halı üzerinde kervanların yürüdüğü artık duyulmuyor Şurada burada dalların üstünden, yarasaların ufak ve tek tük haykırışları işitiliyor. Bu ses sanki bir saz kamışından çıkmışa benziyor.
Hava serinliyor, gittikçe daha ziyade serin oluyor. Cenubun sıcak mıntakalarından yeni geldiğimizden bu serinlik bizim için biraz çok gelmekle beraber kanı uyandırıyor, hayat veriyor. Bütün beyaz çiçekler açmış, ufak ağaçlar havada koku izleri bırakıyorlar. Bütün bunların fevkinde yıldızların sükûnetli büyük şenliği, büyük şaşaa israfı var. Sonra bir yıldız yağmuru başlıyor; şüphesiz burada göğe daha yakın bulunduğumuzdan bize daha parlak görünüyorlar. Ufak şimşek gibi çakıyorlar, epey müddet duran izler bırakıyorlar ve bazen geçtikleri vakit bir havai fişek gürültüsü çıkarıyorlar sanılıyor.
Gece geçilen ve ertesi gün bir daha görülmesi ve aydınlıkta anlaşılması mümkün olmayan bu kadar yerlerden hiçbiri şimdikine benzemiyor. Bu türlü sükûnete, bu şekilde esrarlı hâle asla tesadüf etmemiştik. Hiçbir rüzgârın kımıldatmadığı bu ağaçların azameti, bitmek bilmeyen bu vadi, karanlıkların bu mavi şeffaflığı yavaş yavaş zihne eski Yunan efsanesini telkin ediyor… Mesut gölgelerin bulunduğu yer burası olmalıydı; vakit geçtikçe Şanzelizeli ruhu ermişler ve ölülerin konuştukları pek asude ağaçlıklar; gittikçe daha ziyade hatırlanıyor.
Lakin gece yarısı sihir birdenbire zail oluyor; yeni bir kaya tufanı yolumuzu kesiyor; pek yüksekte güçlükle görülebilen ufak bir ışık varacağımız kervansarayı işaret ediyor. Kopan, dökülen ve yuvarlanan taş parçaları arasında tekrar çılgınca tırmanmaya başlamalı…
Bazen dört ayağı birden kayan, fakat gene düşmeyen, yorulmak bilmez hayvanlarımızın üstünde bütün bu sarsılışlara, bu çarpmalara tahammül etmeli.
Çıkmak, daima çıkmak! Hareketimizden beri farkına varmadan arada bir inmeye de mecbur olmalıydık, çünkü böyle olmasa beş altı bin metre yükseklikte bulunacaktık. Hâlbuki zannıma göre nihayet üç bin metre yükseklikteyiz.
Bu gece barınacağımız Myan-Kotal adında bir yer; bu bir köy değil, bir kaledir ki tenhalıklar ortasında, tepelerde kartal yuvası gibi muallak duruyor. Yolcular ve yük hayvanları için haydutlara karşı sağlam bir sığınak… Kalın duvarlar, fakat başka bir şey yok…
Mazgallı avluya girer girmez kapı tekrar kapanıyor, atlar, katırlar, develer, kervanın heybeleri, hepsi yerde karmakarışık duruyor. Kervansarayların odaları olan dövülmüş topraktan hücrelerin yalnız bir tanesi boş. Bu sefer adamlarımızla beraber hep orada uyumak lazım; yataklarımızı kuracak yer bile yok. Uzanacak yer bulalım da bizce yeterli. Başımızın altında bir bavul, üstümüze bir de yorgan, çünkü hava buz gibi soğuk, Ali, Abbas ve Acem hizmetçilerle hep beraber karmakarışık yatıyoruz. Dayanılmaz bir uyku hepimizi aynı zamanda yere seriyor ve başka bir şey aramaksızın kendimizden geçiyoruz.

    Pazartesi, 23 Nisan
Ölü gibi yattığımız alçak tavanlı, dumanla simsiyah olmuş biçimsiz ufak bir nevi mağaranın dibinde çok zamandan beri güneşin ziyası deliklerden ve aralıklardan süzülüyor. Fakat hiçbirimiz yerimizden kımıldamıyoruz. Avluda daima alıştığımız gürültüleri sabahları erken kalkan kervanların hareketini, katırcıların uzun haykırmalarını ve duvarların üstünde bu defa sayısız kırlangıçların âdeti haricinde şevkle ötüşlerini uyku arasında duyuyoruz. Fakat yerimizde hareketsiz kalıyoruz. Bir tembellik dün akşam düştüğümüz yerlere hepimizi sanki çivilemiş.
Lakin inimizin gölgesini terk edip de dışarıya bir göz attığımız vakit birdenbire korku ve baş dönmesi hissettik. Gece vakti geldiğimizden böyle bir şey aklımızdan geçmemişti. Bir gece yükseldikten sonra sabahleyin uyanan baloncular bu pek hakiki ve hemen korkunç denilebilecek şaşkınlıkları hissetmiş olacaklardır.
Etrafımızda gözün alabildiğine bakılacak hiçbir şey yok; burada yalnız bir bakışta o kadar boğazlar ve uçurumlar içinden kaç gecedir yüksele yüksele eriştiğimiz sınırsız yüksekliğin derecesini anlıyoruz. Biz bir kartal yuvasında uyumuşuz. Çünkü cihana hâkim bulunuyoruz. Ayaklarımızın altında birçok tepelerin karışıklığı var. Bunların hepsi büyük fırtınalar tesiriyle aynı cihete baş eğmişler. Gökten korkunç, saf ve kesici bir ziya iniyor. Gök şimdiye kadar asla bu kadar derin görünmemişti. Ziya, bütün bu eğilmiş dağların kasırgasını kaplıyor, gözün alabildiği kadar aynı katiyetle kayalar ve cesim zirveleri en ufak teferruatıyla gösteriyor. Bu kadar yükseklikten, bir arada görülen ve sanki rüzgârla yatmışa benzeyen bu sıralanmış tepeler aynı istikamette kaçıyor gibi görünüyorlar, bir kaya deniz üzerinde kalkan gayet geniş bir dalgayı taklit ediyorlar ve bu da harekete o kadar iyi benziyor ki bu derece hareketsizlik ve sükûttan âdeta insan şaşırıyor. Lakin yüz binlerce yıldan beri bu fırtına bitmiştir, durmuştur ve artık gürültü yapmıyor. Bundan başka da hiçbir yerde canlı bir şeyden alamet yok. Ne insan eseri, ne orman ve yeşillik nişanesi… Yalnız kayalar mevcut ve onlar hâkim. Biz, ölümün, fakat aydınlık ve parlak ölümün üstünde duruyoruz…
Kale şimdi sessiz ve hemen boş gibi… Öteki kervanlar gittiler. Duvar içindeki avlunun bir köşesinde yalnız bizim takımlarımız ve eşyalarımız duruyor, buranın bekçileri olan uzun libaslı iki adam gözleri yerde ve bir lakırdı söylemeden kaytanlarını içiyorlar. Bu sınırsızlık manzaralarına karşı lakayıt bulunuyorlar. Eğer kırlangıçların da sesi olmasa bu büyük seda boşluk içinde hiçbir şey işitilmeyecekti.
Havada asılı gibi duran bu kervansarayda her şey sağlam, sarp, fakat yıpranmıştır; harap hâlde bulunan duvarlar beş altı ayak kalınlığındadır; tahtaları ayrılmış, demirlerle bağlanmış eski kapılar, kol gibi kalın kilitlerde kuşatma ve müdafaa hikâyelerini anlatıyorlar. Bir de burası garip bir kırlangıç memleketidir: Bütün çatıların ve kornişlerin boyunca yuvalar iki sıra dizilmiş, hakiki ufak yollar teşkil ediyor; pek kapalı ve yalnız ufacık bir delikli yuvalar. Ve şimdi yumurtlamak mevsimi olduğundan küçük hayvancıklar çok meşgul görünüyor. Her biri meskenine bir şey getiriyor ve aldanmadan doğruca kendi evine giriyor.
Daima mağmum olan, öğle vakti, bize yabancı arkadaşlar, baştan aşağı silahlı süvariler geliyor; bunlar geçerken kalede biraz dinlenmek ve gölgelikte tütün içmek için durmuşlar. Bizi nezaketle selamlayarak yanı başımızda, taş kemerler altında oturdular. Siyah külahlı, siyah sakallı, dağların rüzgârıyla kavrulmuş karanlık Asurî çehreli, bu adamların uzun mavi libasları, bellerinin alt tarafı silahlık kemeriyle sıkılmış. Yabani hayvan tavırları var. Oturmak veya uzanmak için yanlarında gayet güzel halıları hayvanlarının kemeri altında bükülmüştü; yünü böyle dokuyan ve boyayanların Şirazlı kadınlar olduklarını söylediler, o çok yüksek ve bize bir hülya gibi görünen Şiraz’a şüphesiz yarın akşam kavuşacağız. Çok geçmeden kaylanların uyuşturucu dumanı bizi kaplıyor ve tepelerin sert ve saf havası içinde yükseliyor.
Avlunun ortasında, güneşin ziyaya gark ettiği boş murabbada devamlı kırlangıçlar uçuşup duruyor, onların ufak ve süratli gölgeleri toprağın beyazlığı üzerine binlerce hiyeroglif şekilleri çiziyor. Üst tarafımızda ise baş döndürücü tepelerle, taş kesilmiş geniş dalga, var ki, hâlâ harekette ve geçip kaçıyor gibi görünmektedir.
Saat dörtte yola çıkmalıydık; lakin Abbas nerede? Yakındaki kayalıklarda otlayan hayvanlarımızı aramaya gitmiş bir daha görünmemişti. Bunun üzerine adamların hepsi telaşla çeşitli istikametlerde, dağda onu aramaya çıkıyorlar; pek az sonra onların haykırmaları, uzun uzadıya bağrışmaları tepelerin alışılmış sükûnetini ihlal ediyor. Nihayet onu buluyorlar, bu sefer kaybolan Abbas’tı… Kaçan bir katırı uzaktan getiriyordu. Ancak dört buçukta hareket edebildik. Buşir valisinin emri gereğince yolda beraber almaya hakkım olan üç muhafız askeri istemiştim; lakin köyde asker olmadığından onların yerine civardaki üç çobanı kabul ettim. İşte onları getirmişler bana gösteriyorlar. Bunlar vahşi suratları, omuzlarına düşmüş saçları ile tam haydut tipiydiler; yamalı eski kumaşlardan kadim tarzda giysileri, çakmak taşlı ve üzerlerinde muskalar asılı uzun tüfekleri ve bellerinde birçok bıçak cinsinden silahları vardı.
Biz yıkıntılar üzerinden başımızı, gözümüzü sakınarak sıra ile yürüyoruz. Bir sürü manda da bizimle beraber gelmekte ısrar ediyor. Bunların boynuzları her an bize dokunuyor. Sahanın mutlak saflığı içinde en uzaktaki şeyler ayrı ayrı görünüyor; dağların ve uçurumların büyük kasırgası bize tamamen ayan oluyor ve gözlerimizin altında itaatkârca yayılıyor. Şurada burada arzı büyük dalgalanmaların, akşam güneşinde biraz pembe görünen büklümlerinde fevkalade güzel mavi su satıhları uyuyor ki bunlar göllerdir. Bunların hepsine hâkimiz. Gözlerimiz havada duran kartallarınki gibi sonsuzlukla doluyor; göğüslerimiz daha saf hava teneffüs etmek için genişliyor.
Gurup vaktine doğru tahminen beş yüz metre aşağı indiğimizden dağların duvarları arasında birdenbire önümüze otlu, geniş ve ufak bir deniz gibi düz bir vadi çıktı. Yeşil çimen orada siyah noktalarla kalburlanmış gibidir, sanki sinek bulutları gelip oraya düşmüştür. Bunlar göçebelerdi, sesleri bize kadar yükselmeye başlıyor.
Orada sayısız siyah çadırları, sayısız siyah öküzleri, mandaları ve siyah keçilerde binlercesi bir arada duruyor. Bunların arasından geçmeye mecburuz.
Bu ovayı güçlükle bir buçuk saatte geçebildik. Hayvanlarımızın ayakları yumuşak ve özlü toprağa gömülüyor. Ot kalın ve boldur; toprak, su birikintileri ve bataklıklarla ayrılmış; göçebeler bizim etrafımızı kuşatmaktan geri durmuyorlar. Kadınlar bizi seyretmek için toplanıyorlar. Gençler vahşi hayvanlara benzeyen atları üzerinde etrafımızda dolaşıyorlar. Her tarafı pek güzel kaplayan bu yeşil halı ne kadar zengin olsa da bu kadar sığıntı hayvanı beslemeye nasıl yetişebilecektir. Bunlar yalnız bu otla yaşıyor ve çeneleri devamlı onları çiğnemekle meşgul oluyor. Bu yeşilliği muhafaza eden bol ve gizli su, ince sazlar ve otlar içinde saklıdır ve ayağımızın altında sürekli parıldıyor.
Birdenbire katırlarımızdan birinin ön ayakları dizlerine kadar çamura batıyor. Hayvan yüküyle beraber yuvarlanıyor. O vakit bir sürü göçebe delikanlılar, siyah libaslarıyla ölen bir hayvan üzerine üşüşen kargalar gibi haykırarak atılıyorlar. Lakin bu bize yardım etmek içindir, hemen maharetle bağları çözüyorlar, düşmüş hayvanı yükünden kurtarıyorlar ve ayağa kaldırıyorlar. Ben bu adamlara büyük teşekkürler ettim ve gümüş paralar dağıttım. Almak istemiyorlardı. Kibirlerine dokunuyordu. Bunların fena ve yolda tehlikeli adamlar olduğunu kim iddia ediyordu?
Yeşil ve rutubetli ovanın nihayetine vardığımız vakit gece olmuştur. Burası geniş ve eğri bir kaya duvarının eteğinde idi. Orada kaynayarak bir dere akıyordu. Bunu geçmek için hayvanlarımız göğüslerine kadar suya girdiler.
Karşıda ufak bir köy, ağaçlı dağın tam altına sıkışmış idi. Köy taştandı ve mazgallı kulesi vardı. Bu müthiş kayaların altında birdenbire o kadar karanlık bastı ki eğer kırmızı renkte sevinç ateşleri, evleri, cami ve duvarları aydınlatmasaydı, hiçbir şey görmek kabil olmayacaktı. Bu ateşlerin etrafında kaval ve darbuka çalınıyor ve kadınların keskin sesleri de duyuluyor. Bir düğün vardı, büyük bir düğün…
Burada muhafızımızı değiştiriyoruz. Myan Kotal kartal yuvasından bizimle beraber gelen üç silâhlı çobanı bırakıp düğün halkından üç kişi aldık ki bunlar ata bininceye kadar hayli güçlük gösterdiler. Hareket ettiğimiz vakit büsbütün gece olmuştu. Karanlık bir orman içinde hiç olmazsa dört saatlik yolumuz var.
İşte soğuk, hakiki soğuk ki bunu evvelden düşünmemiştik ve hafif libaslarımızın altında ızdırap çekmeye başlıyoruz.
Yeni muhafızlarımızdan ikisi karanlıktan istifade ederek atlarını çeviriyor ve kayboluyorlar; bir tanesi bizimle kalıyor ve yanımda yürüyor. Şüphesiz konak yerine kadar beraber gelecektir. Bu orman korkunç ve haydut yatağıdır, adamlarımız konuşmuyor ve sık sık arkalarına bakıyorlar.
Cılız ve bükük ihtiyar ağaçlar, bu saat kapkara şekilleriyle kayalar arasında garip surette toplanıyorlar; yıldızların hafif ziyasında kül rengi toprakta beyazımsı belirsiz yolları takip ediyoruz: Bazı ağaçsız kötü yerler var ki ormanın içine tekrar girmeyi daha korkulu yapıyor; çukurlar, hendekler dolu. Çıkılıyor, iniliyor; her taraf saklanmaya ve tuzaklar kurmaya müsait…
Saat onda bir bekleme: Bize mensup olmayan süvariler arkamızdan koşuyor ve bizi takip ediyorlarmış gibi yaklaşıyorlar. Duruyoruz ve silaha davranıyoruz. Sonra sesten tanışıyoruz. Bunlar dün akşam bizi refakatlerine alan aynı yolcular. Bütün gün niçin kaybolmuşlardı ve şimdi nereden çıkıyorlardı? Bununla beraber dünkü gibi birlikte seyahat etmeyi kabul ediyoruz.
Gece yarısına doğru ormandan çıkıyor ve bir kıra giriyoruz ki ucu bucağı görünmüyor; şiddetli bir kış rüzgârı esiyor. Toprak üzerine yayılmış pek beyaz şeyler var: Masa taşları mı, kefen bezleri mi, nedir?
“Aa, kar, her tarafta kar parçaları!”
Nihayet Asya’nın o yüksek yaylaları üzerindeyiz ki yedi günden beri oraya doğru çıkıyorduk; bu geniş araziyi ipekten siyah bir örtü manzarası alan gök ile komşuluk ediyor gibi görüyoruz ve gittikçe büyükleşen yıldızlar sanki bizimle kendi aralarına pek hafif ve pek şeffaf bir şey bile giremezmiş gibi ışıksız denebilecek surette parlıyor.
Ayaklarımızın; ellerimizin ucu donmuş; bizde evvelki gecelerin bütün birikmiş yorgunluğu var; yenilmeyen bir uyku ile uyuşmuşuz; hareketimizden beri birinci defa olarak hakiki bir ızdırap hissediyoruz; her an, dizginler sertleşmiş ve istemediğimiz hâlde açılan parmaklarımızdan kaçıyorlar. Sanki bunlar ölü parmaklarıdır.
Sabahın saat biri… Uyuşmuş ve donmuş olmakla beraber at üzerinde uyuyorduk sanıyorum, çünkü pek yakın ve önümüzde duran kervansarayı görmemiştik. Duvarları mazgallı sağlam bir kale ki bu düz ve çıplak tenhalığın ortasında yalnız başına kurulmuş gayet geniş ve hayali bir şey hissi veriyor; etrafta dikilmiş büyük taşlara benzeyen yüzlerce koyu renkte şekiller görünüyor. Lakin bunlardan belirsiz bir teneffüs gürültüsü ve bir hayat kokusu duyuluyor. Bunlar yatmış develer ve bekçi deveciler ki yorganlara sarılıp sayısız eşya denkleri arasında uyuyorlar.
Bu sağlam kervansarayın eteğinde iki üç kervan yolu karşılaşıyor; burada daimi bir gelme gitme hareketi varmış. Şüphesiz içerisi tamamen dolu olacak. Maamafih demir kakılı kapıların ağır tokmağını çaldığımız vakit kapıyı açtılar. Bir avluya giriyoruz, orada yenilgiden sonra bir muharebe meydanındaki gibi insanlarla hayvanlar karmakarışık yatıyorlar ve bizim uykuya düşmemiz dünkünden daha çabuk oluyor. Kerpiçten yapılmış bir hücrenin nihayetinde pisliklerin ve belki de bitlerin vücuduna ehemmiyet vermeyerek, hiçbir şeye bakmadan uzanıp kalıyoruz.

    Salı, 24 Nisan
Sabahın saat dokuz güneşinde kervanbaşımla beraber kalede çölün kemerleri altında bir meclis aktediyoruz. İkimizin arasında münakaşa bitmiştir. Tamamen iyi dostuz. O bana biraz duman takdim etmeden kaytanını asla yakmaz. Avluda dün akşamki aynı sıkışıklık… Katırlar yatmış, katırcılar ayakta, hep birbirine benzeyen, daima sincabı yünden beyaz-siyah ve beyaz çizgili heybeler ki yolların toprağı onlara kırmızımsı bir renk atmış. Heyeti mecmuası kirli bir renk arz ediyor. Lakin şurada burada pek güzel birkaç seccade adi bir şey gibi birtakım tütün içen lakayıt adamların altına serilmiş…
Abbas ile müzakeremiz neticesi, Şiraz’a kadar on veya on iki fersahlık yolu katetmek için bu Khanı-Simiane kalesini güpegündüz terk etmeye karar verdik. Hava serin, güneş aşağıdaki kadar öldürücü değil. Ben de gece yolculuğundan artık bıktım.
Bundan dolayı öğle kaytanından sonra kervan hazırlanıyor; mazgallı büyük duvarlardan çıktığımız vakit saat daha ikiye gelmemişti. Masmavi bir gök altında ve pek kuvvetli bir aydınlık içinde çetin tenhalık gene çorak ve mağmum bir hâlde yayılıyor. Şurada burada bazı kar safhaları toprak üzerine uzanmış beyaz yapraklara benziyor. Havada bir kartal duruyor. Güneş yakıyor ve rüzgâr donduruyor. Tahminen üç bin metre yükseklikte bulunuyoruz.
Arazinin bir dönümünde yabani bir köyceğiz var. Yüksek yaylaları silip süpüren boraların dehşetiyle toprakta parçalanmış kayaların akşamından inşa edilmiş on kadar alçak kulübe… Etrafta birkaç söğüt ağacı, ancak birkaç yaprağı var, cılız ve rüzgârla yatmış. Ondan sonra ve nihayete kadar bu aydınlık sahrada bir şey, hiçbir şey yok.
Nihayet akşama doğru Şiraz’a varacağız. Yolda hissedilmeyecek kadar hafif bayırlardan rahatça iniyoruz.
Güneş etrafımızı ziyaya gark ediyor. Karlar azar azar kayboluyor ve saatten saate havanın ısındığını hissediyoruz. Canlı hiçbir şeye tesadüf etmiyoruz; yalnız kervan yolu üzerine konmuş büyük ve tüysüz yırtıcı kuşlar var ki yorgunluktan düşüp yolda kalan hayvanları gözlüyorlar. Biz yaklaşınca onlar ürküp yerlerinden kalkıyor ve biraz sonra tekrar konarak gözleriyle bizi takip ediyorlar. Bu çöllerde ilk defa tek tük görünen renksiz ufak çiçekler, bodur bitkiler gittikçe çoğalıyor, birbirlerine karışıyor ve nihayet ayaklarımızın altında güzel kokulu halılar teşkil ediyor. Daha sonra bizim memleketlerdeki çalılar, demirhindiler, gonca hâlinde yabani güller ve çiçek açmış çakal erikleri başlıyor. Kuğu kuşu ötüyor. Ufuklar bu kadar geniş ve ilkel bir hâlde olmasa insan kendini Fransa kırlarında zannedecek. Eski ilkbaharlarda eski Fransa dahi böyle asude latif manzaralar arz etmiş olmalıdır.
İşte şimdi de bir dere, o kadar berrak ki sanki billurdandır. Kenarında sazlar perde çekmiş ve birkaç ufak söğüt ağacı yetişmiş, beyaz çakılı yatağı üzerinde yalnız başına ve sazlarının mahçup yeşilliği içinde kimsenin haberi olmadan akıp gidiyor; bu vahşi Füshetabad’ı geçiyor; şüphesiz sonunda daha az yüksek ve daha temiz yerlerde şelale şeklinde dökülecek ve bin temasla kirlenecektir; fakat burada, çok eski ve ilkel yaratılıştan beri değişmemiş olan şu geniş levhanın ortasından geçerken bu berrak suyun vasf ve tarif olunamaz bir bekâret ve mahremiyeti var.
Üç saat yürüdükten sonra yolumuzun kenarında mazgallı ve tek başına ufak bir kule zuhur etti. Burası bir karakol mevkisi idi ki oradan iki muhafız asker alacaktık. Geçerken durduk. Seslendik, bağırdık, aldıran olmadı. Kapı kapalı kaldı. Nihayet kulenin tepesinde iki mazgal deliği arasında beyaz saçlı ve uzun sihirbaz külahlı bir ihtiyar kafası dikildi. Müstehzi bir seda ile: “Asker mi?” dedi. “Asker mi istiyorsunuz? Buradakilerin hepsi eşeklerimizi çalan haydutları takip için kıra gittiler. Burada başka kimse kalmadı. Siz de vazgeçiniz. Uğurlar olsun!”
Güneş battığı esnada yeni bir ovanın girişine hâkim ve Kham-Simiane gibi tenha ve kaleye benzer bir kervansarayın kapısında eski peykeler üzerinde akşam yemeği için bekledik. Nihayet vaktiyle birçok şairlerin terennüm ettikleri Şiraz ovasına gelmiştik. Burası Sadi’nin vatanı. Gül memleketi idi… Buradan bakınca akşam karanlığında dâhil olacağımız bu yüksek vaha, letafetine doyulmaz derecede sakin ve vahşi görünüyor. Orada otlar sık ve çiçeklerle doludur. Top top kavak ağaçları, hafif yeşil renkli çardakları andırıyor. Ağaçlarda, çimenlerde nisan ayında bizim memleketlerde görülen aynı renkler görünüyor. Lakin temiz havada bilmediğimiz bir saflık var ve karanlığa gömülen yeşillik cennetinin üstünde etrafı sıkıştıran yüksek dağlar, bu saatte bizim iklimlerimize büsbütün yabancı olan mercan gibi kırmızı bir renk alıyor.
Hafif meyilli olan bu ovada hava gittikçe daha az sert olduğundan hareketimiz kolaylaşıyor ve dört fersah kadar uzakta serin ve yıldızlı bir gecede yolun her tarafında bahçelerin uzun duvarları sıra ile görünmeye başlıyor: Şiraz’ın mahalleleri! Ses seda yok… Ne bir ışık var, ne gelip geçen…
Karanlık basar basmaz eski İslam şehirlerinin etraf ve cevanibi Avrupa’da bizim fikir edinemeyeceğimiz böyle fevkalade latif bir sükûnet ve asudeliğiyle sarılır.
Bu duvarlar yalnız kavak ağaçlarını muhafaza ediyor gibi görünüyorsa da bunlar kervansarayların duvarlarıdır; orada iki üç büyük kemerli kapıyı sıra ile çalıyoruz, yarı açılan aralıktan bir seda boş yer olmadığını söylüyor. Yüksek otlar, beyaz papatyalar, yolları kaplamış. Bu karanlıkta ve bu sessizlikte her şey ilkbahar kokuyor.
Nihayet uğraşmadan usanarak fukaraya mahsus bir kervansaraya kanaat ediyoruz ve orada ahırların üstünde dökülmüş topraktan bir hücreye sokuluyoruz ki eski ve sefil meskenlerden hiç de farklı değil.
Bu akşam giremeyeceğimiz bu kapalı şehirde kimseyi tanımadığım gibi otel namına bir şey bulunmadığını da biliyorum. Buşir limanında iken bana mühürlü bir zarf içinde Şiraz saygınlarından tüccarbaşıya bir tavsiyename vermişlerdi. O elbette bana bir mesken tedarik edecektir.

    Çarşamba, 25 Nisan
Şiraz’ın ağır ve kasvetli sükûneti ortasında ilk akşam ve ilk gece nüfuz ediyor. İçine kapandığım boş ve erkenden kapıları kapanmış büyük evin tam nihayetinde bulunan odam bir avluya nazırdır. Orasını şimdiden karanlık basmış; baykuşların fasılalı haykırmalarından başka bir şey duyulmuyor. Şiraz üç kat duvarlarının ve kapalı evlerinin esrarı içinde uyuyor. Sanki karanlıkta altmış veya seksen bin nüfusun yaşadığı bir şehirden ziyade harabeler içinde bulunuyorum. Lakin İslam memleketleri bu derin uykuların ve sessiz gecelerin esrarını bilirler.
Kendi kendime tekrarlıyorum: “Ben Şiraz’dayım!” ve bunu tekrardan bir haz duyuyorum. Hem haz ve hem de ufak bir ızdırap! Çünkü bu şehir geçmiş asırların bozulmamış tam bir döküntüsü şeklinde kalmakla beraber aynı zamanda en az munis ve en ziyade ayrı beşeri kütleleri cami bulunmaktadır.
Orada eski yolcuların alışık oldukları ve lakin bütün dünya üzerinde seri taşıma vasıtaları ortaya çıkınca torunlarımızın bilmeyecekleri yabancılık korkusu hâlâ duyuluyor. Buradan nasıl gitmeli, nereden kaçmalı, birdenbire bir vatan arzusu hasıl olduğu, insan kendi vatanını demem yalnız kendi cinsinden adamları ve bizim memleketimizdeki gibi hayatı, biraz asrileşmiş bir yeri görmek ihtiyacını hissettiği vakit buradan nasıl gitmeli? Tahran’a ve Hazar Denizi’ne varmak için yirmi, otuz gün kervanla tenha ve ıssız şimal tarafı aşarak mı, yoksa gene geldiğimiz yoldan İran dağlarının korkunç basamaklarını birer birer inmek, Basra Körfezi dedikleri fırına varıncaya kadar daima artan hararet içinde yalnız geceleri geçilebilen uçurumların içine bir daha dalmak ve sonra kızgın kumları tekrar aşarak sıtma ve sürgün mahalli olan Buşir’e ve oradan Hindistan’a geçmek suretiyle mi?
Bu yolların ikisi de uzun ve meşakkatli; işte bizim Pirene dağlarının doruklarından daha yüksek bir mevzide ve bu saatte berrak ve fakat ne kadar sakin soğuk bir gece ile çevrilmiş olan Şiraz’da insan hakikaten kaybolduğunu hissediyor…
Bu şehirde her yer duvarla kapalı olduğundan henüz bir şey görmedim ve ikametimi uzatırsam bir şey görebilecek miyim, diye kendi kendime soruyorum. Buraya biraz masallardaki gibi gözlerini bağlayıp yer altında saraylara götürülen kahramanlar tarzında girdim.
Bu sabah vürudumuzdan mektupla haberdar olan Tüccarbaşı Hacı Abbas hemen kervansaraya geldi. Yanında şehrin ileri gelenlerinden birkaç kişi vardı. Bunlar uzun libaslı, büyük yuvarlak gözlüklü ve yüksek kuzu derisi kalpaklı, hepsi teşrifata riayet eden kibar tavırlı zevat idi. Dışarıda karanlık hücrenin önündeki tarasada oturduk. Gelincik çiçekleri açmış, otlar etrafı kaplamıştı. Türkçe selamlaştıktan ve hoşbeşten sonra sohbet, seyahat engellerine intikal etti. Bundan biraz müteessir görünerek, “Ne yazık ki sizin şimendiferleriniz henüz bizde yok.” dediler, ben ise kendilerini bundan dolayı tebrik ettiğimden bu icadımın faydası hakkında ne kadar aynı fikirde olduğumuzu tebessümlerinden anladım.
Kavak ağaçları ve bütün çiçek açmış yemiş ağaçları önümüzde perde gibi yükselerek henüz bir şey anlayamadığımız şehri görmemize engel oluyorlardı. Yalnız bostanlar, otlar, yeşil buğdaylar ve güzel Şiraz ovasının bir köşesi fark ediliyordu. O şehrin ki dünyanın diğer kısımlarıyla muhaberesi yok hükmünde ve bin sene evvelki hayat bugün orada aynı suretle geçerli olmaktadır. Bütün dallarda kuşlar şakrak yuva şarkılarını söylüyorlar. Aşağıdaki hayvanlarımızın dinlendiği avluda katırcılar, yanakları açık havada yanmış halk çocukları, sıhhatli ve sükûnetli bir tavırla yaşamak için vakitleri olan adamlar gibi, kayıtsızca güneşte tütün içiyor veya top oynuyorlar. Ve onların kahkahayla gülmeleri işitiliyor.
Ben büyük şehirlerimizin karanlık civarlarını, şimendifer duraklarımızı, fabrikalarımızı, düdük seslerimizi ve demir gürültülerimizi düşünüyor ve kömür tozuyla kirlenmiş ve gözleri yorgun ve meşakkat izleri gösteren soluk benizli amelemizi bu neşeli adamlarla mukayese ediyordum.
Tüccar başı dönmek için müsaade talep ettiği vakit Şiraz’daki çok sayıda hanelerinden birinde ikamet etmemi teklif etti. Anahtarını hemen göndere çekti. Ben terasımda nargile içerek anahtarın gelmesini çok bekledim. Herkes bilir ki Şarklılar, zamanın kıymetini bizim gibi takdir etmezler.
Nihayet akşam saat dörde doğru anahtar geldi, bir kadem iki parmak uzunluğunda idi. O vakit benim kervanbaşımla adamlarına paralarını ödeyip yol vermek icap etti. Onları sıra ile dizmek, ellerine birçok gümüş para saymak, kendileriyle vedalaşmak ve el sıkmak gibi muamelelerden sonra nihayet birkaç hamal bulup -uzun saçlı Yahudiler- eşyamızı onların sırtına yüklettik ve artları sıra pek yakın olduğu hâlde göze görünmeyen şehre doğru yürümeye başladık…
Koyu sincabi tuğla ve dövülmüş topraktan inşa edilmiş pek yüksek duvarlar arasında düşünerek gidiyorduk. Bu duvarlarda uzaktan uzağa fasılayla demir parmaklıklı bir delik, gizli bir kapı açılıyordu. Gittikçe darlaşan duvarlar nihayet başımızın üstünde birleşerek bir kümbet teşkil ettiler ve birdenbire bir mahzen loşluğu etrafımızı sardı. Bu dar geçitlerin ortasında tezek, süprüntü ve pislik arasından ufak dereler akıyor, lağım ve ölü fare kokusu duyuluyordu. Şiraz’a girmiştik.
Karanlık daha kesafet peyda ettiği zaman demir çivi kakılı ve büyük halkalı eski bir kapının önünde durduk. Burası benim meskenimdi. Evvela loş bir dehliz, tozlu ve harap bir bina, sonra güneşli bir avlu, akar bir havuzun etrafında çiçek açmış güzel portakal ağaçları ve nihayetinde iki katlı yepyeni ve bembeyaz bir küçük ev ki işte orada kapanıp kalacağım. Fakat ne kadar zaman için bilmiyorum. Çünkü bir Acem darbı meseli “Şiraz’a girmek çıkmaktan daha kolaydır.” der.

İKİNCİ KISIM

    Çarşamba, 25 Nisan
Hacı Abbas’ın evindeki odalarda yalnız boş dört duvar bulunduğundan halılar ve yastıklar satın almak için ilk defa şehirde alelacele çarşılara çıktığımız vakit güneş guruba başlamıştı. Bu şehirde dolaşmak yer altı dolambaçlı yerlerde yürümeye benziyor. Üstleri kapalı, süprüntü dolu sokaklar insanı şaşırtacak surette dönüyor, dolaşıyor ve yekdiğerini katediyorlar. Bazı yerlerde o kadar daralıyor ki karşıdan bir atlı hatta ufak bir eşek gelse çarpmaması için iki omzunuzla duvara yapışmak icap ediyor.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/per-loti/isfahan-a-dogru-69429007/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kıran tahminen bir frank kıymetinde gümüş bir paradır.
İsfahan′a Doğru Пьер Лоти
İsfahan′a Doğru

Пьер Лоти

Тип: электронная книга

Жанр: Книги о путешествиях

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bir deniz subayı olan Pierre Loti’nin Orta Doğu’ya yaptığı seyahatlerinden biri olan İsfahan’a yolcuğu esnasında edindiği deneyimlerini ve gözlemlerini edebî bir dille kaleme aldığı İsfahan’a Doğru eseri, kültür dünyası için önemli bir klasik sayılır. Onun için İran’ın geniş coğrafyası daima hayrete şayan olmuş ve her yeni günde güneş ışığının altında daha farklı parlamış bu kadim topraklar… “Kim benimle beraber İsfahan’da gül mevsimini görmeye gelmek isterse Orta Çağ’da olduğu gibi benim yanımda menzilden menzile ve yavaş yavaş yürümeye razı olsun. Kim benimle beraber İsfahan’da gül mevsimini görmeye gelmek isterse hayvanların düştüğü fena yollarda beygirle seyahat tehlikelerini ve kervansaraylarda toprak hücrelerde üst üste ve sineklerle bitler arasında yatmak rahatsızlığını göze alsın…”

  • Добавить отзыв