İzlanda Balıkçısı

İzlanda Balıkçısı
Pierre Loti
Bir deniz destanı ve bir aşkın hikâyesi olan İzlanda Balıkçısı’nda, yoksul bir balıkçı olan Yann’ı seven zengin ve güzel Gaud’un saf ve masum aşkını, kısa süren bir mutluluğun ardından kopan fırtınanın yanı sıra deniz de daima varlığını onların yaşamlarında hissettirir. Zorlu bir aşk yolculuğunda eserin kahramanları kadar da okuyucu özlemenin ve hiç haber alamadan beklemenin ne denli acı ve zor olduğunu içinde hissedecektir. "Beklemek, hiçbir şey bilmeden, sürekli beklemek… Artık gerçekten bekleyemeyeceği an ne zaman gelecekti? Ya o zaman ne olacaktı? Bunu bile bilmiyordu, sadece o anın çabuk gelmesini istiyordu."

Pierre Loti
İzlanda Balıkçısı

BİRİNCİ BÖLÜM
BUZLU SUYUN ÜZERİNDE

I
BALIKÇI
Deniz ve salamura kokularıyla bezeli olduğu, loş bir kabinde beraber içen, dev misali beş adamdılar. Boylarına göre oldukça küçük kalan bu barınak, içi boşaltılmış koca bir martı gibi uçtan uca uzarken daralıyordu. Aynı hızda, yavaşça sallanıyorlardı.
Dışarıda bulunan deniz ve her yanı kaplayan gece bulundukları yerden görülmüyordu. Tavandaki tek açıklık da tahta bir kapakla kapatılmıştı, herkes yukarıdan sarkan tek bir lambanın titrek ışığıyla aydınlanıyordu. Mangalda ateş yanarken kurumakta olan giysilerin buharları, adamların pipo dumanına karışıyordu.
Tüm yaşam alanlarını bir masa kaplıyordu, geriye kalan tek yer geminin meşe duvarlarına yaslanmış dar sandıklara oturabilmek için dolanılması gereken o boşluktu. Hemen üzerlerinde, neredeyse kafalarına değen kocaman kirişler bulunuyordu. Arkalarında ise geminin iskelesine işlemiş, mezar oyuklarına benzeyen yataklar vardı. Ahşap doğramalar aşınmış hâldeydi, rutubet ve denizin suyu içlerine işlemişti. Yıpranmışlardı ve bu yıpranışla parıldıyorlardı.
Kaplarında şarap ve elma likörü; yüzlerinde yiğitlik ve yaşama se-vinci vardı. Şimdi ise masada oturmuş kadınlar ve evlilik hakkında erkeklere özgü bir sohbet çeviriyorlardı.
Odanın en görünen yerinde, duvarın üzerinde tahta bir çerçeve ile sabitlenmiş Meryem Ana tablosu asılıydı. Hepsinin koruyucu anası artık biraz eskimişti. Buna rağmen insanların yaptıkları tablolar, insanlardan daha uzun ömürlü olur.
Meryem Ana kırmızı, mavi elbisesi ile bu gri ortamda tüm yaşam enerjisini içinde barındırıyordu. Çok fazla içli ve hararetli dua işitmiş olduğu, önünde duran iki adet yapma çiçek ve çivilenmiş tespihten bile belli oluyordu.
Adamlar birbirlerinin tıpatıp aynı dar, kalın yünlü, mavi ve pantolonlarının içine iliştirilmiş kazaklar giymişlerdi. Hepsinin başında birer denizci şapkası da vardı.
Yaşları birbirinden farklıydı. Kaptan kırklarında, diğer üç tanesi de yirmi beş otuz yaşlarında gibi gözüküyorlardı. Sylvestre isimli beşincileri ise henüz on yedi yaşındaydı. Boyu, gücü itibariyle şimdiden gerçek bir erkek gibi görünüyordu, seyrek kıvırcık sakalları yanaklarını kaplıyordu. Sadece yumuşak bakışları ve saf, gri gözleri masumiyetini koruyordu.
Yerin dar olması onları rahatsız etmemişti, hatta yan yana oturmaktan memnun gözüküyorlardı.
Dışarıda bulunan gece ve denizin derin, karanlık suları ıssızlığı barındırıyordu. Duvarda bulunan bakır saat on biri gösteriyordu, ahşap tavandan da yağmurun sesi duyuluyordu.
Eğlenceli fakat edepsiz ifadelerin yer almadığı evlilikle alakalı bir sohbet dönüyordu aralarında. Konuşulanlar genç olanlar için birer hikâyeden ibaretti. Arada kahkahalarla sevgi konusunda açık ifadelerin yer aldığı birkaç söylem oluyordu. Fakat olgunlaşmış erkeklerin düşüncesine göre aşk daima temiz ve masumdur. Üzerinde kabaca konuşulsa bile iffetli olmalıdır.
Bu sıralarda Sylvestre’ın canı, sevdiği kız; Jean yüzünden sıkılıyordu.
Bu arada neredeydi bu Yann; hâlâ yukarıda işini mi görüyordu yoksa? Neden gelip de eğlenceye katılmıyordu?
“Artık, gece oldu.” dedi kaptan.
Ayağa kaktı ve tepelerinde bulunan tahta kapağı başıyla açarken içeri yayılan ışık eşliğinde seslendi.
“Yann! Yann! Hey! Adam!”
İçeriye hafifçe sızan ışık gün ışığını andırıyordu.
“Neredeyse gece yarısı…” Buna rağmen gerçekten de içeri sızan o ışık, gizemli aynalarca uzaklardan yansımış alaca karanlığın aksi gibiydi.
Delik kapandığı gibi tekrar gece oldu, tepelerindeki ampul yine sarı ışığını yaymaya başladı. Yann’ın kocaman botlarıyla aşağı indiği işitildi.
Kocaman bir ayı misali kapıdan iki büklüm girdi. İlk yaptığı keskin salamura kokusundan burnunu tıkayıp suratını ekşitmek oldu.
Özellikle, kazık yutmuş gibi duran dimdik sırtından dolayı, ortalama bir erkeğin boyutlarını fazlaca aşmaktaydı, Karşıdan bakıldığında mavi kazağından bile belli olan omuz kasları, kollarının üzerine yerleştirilmiş birer topu anımsatıyordu. Kendinden emin, vahşi bakan kahverengi iri gözleri vardı.
Kollarını Yann’a saran Sylvestre çocuksu bir hareketle onu kendisine şefkatle çekiverdi. Yann’ın kız kardeşiyle nişanlıydı ve kendini onun kardeşi olarak görüyordu. Yann ise sevilmek isteyen bir aslan gibi kendisini onun kollarına bırakırken bembeyaz dişleriyle gülümsedi.
Diğer erkeklere göre ağzı da daha büyük olduğundan dişlerinin önü biraz açık ve aralık kalıyordu. Bakıldığında dişleri küçücükmüş gibi gözüküyordu. Hiç kesilmemesine rağmen sarı bıyığı kısacıktı, zarif dudaklarının üzerinde simetrik iki bukle hâlinde kıvrılarak dağılıyordu. Bıyığından geriye kalan yerler tıraşlıydı. Daha önce kimsenin dokunmadığı, taze meyveler gibi hafif pembe ve körpe duruyordu.
Yann da oturunca herkes bardaklarını bir kez daha doldurdu, pipolar yakılsın diye miço çağırıldı.
Pipoları yakma işi miço için biraz da olsa tütün içebilmek anlamına geliyordu. Miço, oradaki herkesle uzaktan da olsa akraba sayılabilecek gürbüz, yuvarlak hatlı bir delikanlıydı. Görevi yeterince zor olmasına rağmen fazlaca da şımarıktı. Yann ona biraz kendi bardağından içki ikram ettikten sonra yatması için geri gönderdi.
Miço gider gitmez evlilikle ilgili sohbete kalınan yerden devam edildi.
“Eee Yann, senin düğününü ne zaman yapacağız?” diye sordu Sylvestre.
“Utanmıyor musun?” diye üsteledi kaptan. “Senin gibi kazık kadar olmuş, yirmi yedi yaşındaki bir adam hâlâ bekâr. Seni gören kızların aklından kim bilir neler geçiyordur?”
Yann ise son derece umursamaz ve kızlara yukarıdan bakan bir ifade ile omuz silkti.
“Ben düğünümü geceleri yaparım. Gerçi bazen gündüzleri de yaptığım oluyor. Ne zaman denk gelirse artık.” diye yanıt verdi.
Yann devlete olan borcunu henüz tamamlamıştı. Donanmanın topçu eri olduğu zamanda da Fransızca konuşmayı ve insanları kuşkulandıracak cümleler kurmasını öğrenmişti. Hemen ardından, söylediğine göre on beş gün süren düğününü anlatmaya başladı.
Nantes’ta bir şarkıcı ile birlikteydi. Akşamların birinde denizden döndüğünde, içindeki karamsarlıkla kabareye gitmişti. Mekânın girişinde yirmi Louis altınına devasa çiçek buketleri satan bir kadın duruyordu. Ne yapacağını düşünmeden hemen bir tane satın almış, içeri girer girmez de şarkıcının yüzüne doğru çiçekleri fırlatıvermişti. Aslında şarkıcıyı çok da güzel bulmamış, boyalı bir bebeğe benzetmişti. Bu da kendince bir itiraftı aslında; kadın anında çakılmış, takip eden üç haftada da ondan ayrılmak bilmemişti.
“Hatta yanından ayrılacağım zaman, bana bu altın saati hediye etti.” dedi ve herkes görsün diye saati oyuncakmış gibi masanın ortasına fırlatıverdi.
Hikâyeyi kabaca ve kendine özgü ifadelerle anlatmıştı. Sivil yaşamın bu sığ hâlleri, bizim denizin derin sessizliğiyle çevrili adamlar için fazla aykırı kaçıyordu. Tepelerinden yarımca gözüken gece, kutup yazının bitmekte olduğunun habercisiydi.
Yann’ın bu davranışları Sylvestre’ı hem şaşırtıyor hem de üzüyordu. O Ploubazlanec adlı bir kasabada bir balıkçının dul eşi olan ninesi tarafından büyütülmüştü, inançlara saygılı, bakirliğini koruyan bir çocuktu.
Henüz küçükken bile her gün ninesi ile birlikte annesinin mezarına gider, dizlerinin üzerinde onun için saatlerce dua ederdi. Uçurumun tepesinde yer alan annesinin mezarından da bir zamanlar babasının kaybolduğu gemi kazasının yaşandığı Manş Denizi’nin gri suları gözüküyordu. Ninesi ile birlikte fakir hayatı sürdüğünden çok erken yaşta balıkçı teknesinde çalışmaya başlamıştı, tüm çocukluğu açık denizlerde geçmişti. Gözlerinde kalan masumiyet de her gece ettiği dualardan kaynaklanıyordu. O da yakışıklıydı, Yann’dan sonra güvertedeki en güçlü erkekti. Yumuşak sesi, küçük bir çocuğunkine benzer vurguları dış görünüşüyle tezat oluşturuyordu. Çok hızlı büyüdüğünden, iriliğinden utanır bir hâli vardı. Yakın zamanda Yann’ın kız kardeşiyle evlenmek istiyordu bunun için de hiçbir kızın yakınlaşmasına karşılık vermemişti.
Gemide, biri iki kişilik olan sadece üç yatak vardı. Adamları geceleri dönüşümlü uyuyorlardı.
Koruyucuları Meryem Ana’nın yükselişini kutladıkları bu eğlenceleri sonlandığında, saat gece yarısını epeyce geçmişti. Üçü, mezarı anımsatan, karanlık yataklarına giderken, diğer üçü ise avlanmak için güverteye çıktılar.
Dışarıda gün doğmuştu, sonsuzluğa varan bir aydınlık önlerinde uzanıyordu.
Fakat bu ışık öyle solgun, öyle gri bir ışıktı ki hiçbir şeye benzemiyordu. Etraflarında uzanan derin bir boşluk vardı. Geminin tahtaları hariç her şey düş izlenimi veriyordu, sanki ellerini uzatsalar tutacakları bir şey yokmuş gibi…
Gözleri denizi zar zor seçebiliyordu. Önce önü boş bir aynayı anımsatırken ardından buhardan bir vadiye dönüşüyordu. Ne ufuk ne de ötesi, hiçbir şey görünmüyordu.
Rutubetli havanın serinliği, içlerine ayazdan daha yoğun ve daha çok işliyordu. Her solumalarında yoğun bir tuz tadı alıyorlardı. Her şey fazlaca sakindi, artık yağmur dinmiş üstlerinde bulunan biçimsiz bulutlar sanki gizlenmiş bir ışıkla dolu gibiydi. Gece olmasına ve etraftaki tüm bu solgunluğa rağmen her şey net olarak görülüyordu artık.
Güvertede bulunan üç adam da çocukluklarından beri hayatlarını denizin üzerinde geçirmiş, tüm bu normal insanların görmekte zorlanacağı imgeleri görür hâle gelmişti. Dar, ahşap evlerinin çevresinde yer alan bu sonsuzluğun değişken oyunlarına alışmışlardı, tıpkı yıllarını denizlerde geçirmiş bir kuş gibi.
Gemi sakince, uykulu bir ananın çocuğuna söylediği ninni misali yavaş bir ritimle sallanıyordu denizin üzerinde. Yann ve Sylvestre hemen oltalarını ve iğnelerini hazırlamışlardı. Diğer adam da arkalarında bıçağını bilerken bir kova tuz açıp hazırda beklemek ister gibi arkalarına oturuvermişti.
Bu süreç çok da uzamadı. Sakin ve soğuk suyla oltaları birleşir birleşmez çelik gibi parlayan, iri balıklar yakaladılar.
Oltalarına durmadan yeni morinalar takılıyordu. Hızlıca ve sessizce sürdürdükleri bu balık avı aralıksız devam ediyordu. Arkalarındaki adam yakalanan balıkların karnını deşiyor, tuzluyor ve düzleştiriyordu. Saydığı her bir balık dönüşte keselerini dolduracaktı, adam da hepsini üst üste diziyordu.
Saatler aynı süratle ve işlerine odaklanarak geçti, gün iyice aydınlanıyordu. Uzak kuzey için yaz akşamı sayılabilecek bu görüntünün, bu renksiz ışıltıların yerini gece henüz çökmemişken denizin tüm aynalarından yansıyan ve arkasında pembemsi izler bırakan bir seher alıyordu.
“Kesinlikle evlenmen gerekir.” dedi Sylvestre birdenbire, önceki söyleyişinden çok daha ciddiydi bu tavrı. Yüzünü sudan bir an olsun çekmemişti.
“Ben, evet! Elbette bir gün ben de evleneceğim.” dedi tüm kibri ve hayat dolu gözleriyle Yann. “Ama bizim oradan biriyle değil. Ben denizle evleneceğim. Madem hepiniz buradasınız şimdiden hepiniz düğünüme davetlisiniz!”
Avlanmaya devam ettiler, daha fazla da sohbetle vakit kaybetmediler. İki gündür aralıksız yol alan bir balık sürüsünün ortasındaydılar şimdi.
Son gün içerisinde hiçbiri uyumamış buna rağmen otuz saatte oldukça iri, binden fazla morina yakalamayı başarmışlardı ta ki kolları yorgunluktan kalkmaz hâle gelene kadar…
Bedenleri avlanma işini kendiliğinden sürdürürken, zihinleri de arada dinlenmek için küçük şekerlemeler yapıyordu. Ne var ki, soludukları açık denizin insanı dirilten havası, öylesine canlandırıcıydı ki tüm yorgunluklarına rağmen ciğerlerindeki ferahlık ve yanaklarındaki tazelik hissi kaybolmuyordu.
Gerçekten sabahın geldiğini haber veren, sabahın ışıkları nihayet parladı. Tıpkı herkesin bildiği yaratılış öyküsündeki gibi, ufukta yığınlar hâlinde duran karanlığın arasından kendilerine yer açtılar. Dün geceki ışığın bir düşün habercisi olduğu çok belliydi artık.
Kapalı ve basık gökyüzünde, bir kubbenin tepesindeki delikler gibi delikler vardı, bunların arasında pembemsi ışık süzülüyordu.
Daha alçakta yer alan bulutlar gölge dizeleri oluşturarak, suları sarıyor, kendilerinden kalan hoş bir hava yaratıyordu. Kapalı bir alan misali, sınıra benziyorlardı. Sonsuzluktan dünyamıza çekilmiş bir perde, insanların hayal gücünü zorlayan bir yelken gibi.
O sabah, Yann ve Slyvestre’ı taşıyan yan yana tahta levhaların dizildiği bu alanın çevresinde değişen dünya, eski zaman tapınakları gibi ışık süzmelerinin suya yansıyışında bile sanki bir saygı duruşu vardı. Sonraları, uzaklardan yavaş yavaş başka bir düşün aydınlanışı görüldü. Karanlıklarla kaplı İzlanda’nın varlığını belirten pembe bir çıkıntı…
Yann’ın denizle düğünü! Sylvestre hiçbir şey demeden avlanmasını sürdürürken aklından sürekli bu düşünce geçiyordu. Ağabeyinin kutsal evlilik bağını bir dalga konusuna çevirmesinden dolayı kederliydi, üstelik durumdan dolayı da korkmuştu. Batıl inançları sağ olsun.
Yann’ın evleneceği günün hayalini uzun zamandır kuruyordu. Paimpollü sarışın Gaud Mevel ile evlenecekti ve kendisi de kalbini sıkıştıran, beş yıllık kaçınılmaz sürgüne gitmeden önce bu ana şahit olabilecekti.
Sabahın dördüydü. Aşağıda yatmakta olanlar güvertedekilerden görevi devralmak için geldiler. Hâlâ biraz uykulu görünüyorlardı. Bir yandan yukarı çıkmak için çabalarken bir yandan da botlarını giymeye çabalıyorlardı. Güneşin ilk ışıkları gözlerine vurunca, kamaşan gözlerini istemsizce kapattılar.
O sırada Yann ve Sylvestre tokmakla kırdıktan sonra bile, bu kadar sert oldukları için sesli sesli çiğnemek zorunda kaldıkları kurabiyelerle kahvaltılarını yaptılar. Aşağıya inip de sıcak yatağa kavuşma fikri iyice neşelerini yerine getirmişti. Birbirlerinin beline sarılarak ve eski bir şarkıyı mırıldanarak sallana sallana kapıya doğru gittiler.
Fakat delikten kaybolmadan hemen önce, iri patili Newfoundland cinsi yavru, sakar köpek Turc oynamak için onları durdurdu. Onlar köpeğin karnını kaşır ve elleriyle tüylerini severken, köpek bir kurt misali onları ısırmaya çalışmış, sonunda da canlarını yakmıştı. Bununla birlikte Yann, anlık bir öfkeyle köpeği yüzü yere gelecek şekilde yere yapıştırdı ve ayağıyla sertçe iteledi. Köpek acıdan bağırdı.
Yann’ın kalbi temiz olduğu kadar bedeninde yer alan vahşet sıradan bir sevgi gösterisini bile bir korku anına çevirebiliyordu.

II
İZLANDALILAR
Gemilerinin adı Marie, kaptanlarının adı ise Guermeur’du. Her yıl, gecesiz yazların yaşandığı bu soğuk ve ıssızlığa doğru yola çıkarlardı.
Gemi, duvarlarında asılı Meryem Ana tablosu kadar eskiydi. Kalın ana gövdesi bile pütür pütürdü. Nemle, denizin tuzuyla ve salamurayla bolca lekelenmiş olmasına rağmen hâlâ sert ve güçlüydü, insanı dirilten kokusunu yaymaya devam ediyordu. Hareket etmediğinde geminin som balıktan oldukça ağır bir kokusu vardı ama rüzgâr başladı mı martılar gibi canlı bir hafiflikle doluyordu. Modern işçilikle işlenmiş gemi, dalgalara ayak uyduruyor. Onlarla yükselip alçalıyordu.
Altı adam ve aralarında yer alan bir miço da İzlandalıydı.
Fransa’nın yazını neredeyse hiç yaşamamışlardı.
Her kış sonu Paimpol limanından diğer denizcilerle birlikte hareket etmeden önce, analarının hayır dualarını alıyorlardı. Bu bayram gününde de daima bir öncekini anımsatan mihrap, bol kayalıklı bir mağara gibi ve koruyucuları Meryem Ana, kiliseden onlar için dışarı çıkartılırdı.
Yaşama dair iz olmayan gözleriyle, nesillere, mutlu bir mevsim geçirip evlerine dönecek kadar talihli olanlara ve bir daha geri dönmeyecek olanlara bakar; çapa, kürek ve ağ karmalarının ortasında tatlıca gözüken bir kayıtsızlıkla dururdu.
Kadınlar ve anneler, nişanlılar ve kız kardeşlerden meydana gelen bu ayin alayı ağır ağır kutsal haçı izlerdi. Bayrakların donatıldığı, selama duran bütün İzlandalı denizcilerin beklediği limanın çevresini doldururlardı.
Ardından hep beraber, arkalarında tek bir sevgili, koca, erkek evlat, nişanlı bırakmadan liman terk edilirdi. Denizciler uzaklaşırken hep bir ağızdan, gür sesleriyle Denizlerin Meryem’i ilahisini söylerlerdi.
Her sene aynı tören, aynı vedalar, aynı ayrılışlar…
Ardından Kuzey Denizi’nin ucuna, soğuk sulara, dalgaların hareketlendirdiği denizin üzerinde, üç ya da dört kaba arkadaş yola koyulurlardı ve açık denizin onlara verdiği inziva başlardı.
Şimdi buraya kadar sağ salim gelebilmişlerdi. Adını taşıyan gemiyi Denizlerin Meryem Ana’sı korumuştu.
Ağustos sonu ise dönüşlerin zamanıydı. Marie de pek çok İzlandalının yerine getirdiği âdet olan önce Paimpol’e uğrama geleneğini gerçekleştiriyordu. Oradan hemen, avladıklarını satabilecekleri Gaskonya Körfezi’ne iniyor ve tuzlası bulunan kumsal adalara gidip bir sonraki avlar için tuz tedarik ediyorlardı.
Güneşin sıcaklığının hâlâ hissedildiği güney limanına vardıklarında, yazdan kalma ılık havadan, topraktan ve kadınlardan başları dönen mürettebat birkaç günlüğüne çevreye dağılırdı.
Ardından sonbaharda inen sisle birlikte bir Goelo ülkesinin her yanına dağılmış saman kulübelerine, yuvalarına, kısa bir süreliğine de olsa aile, aşk, evlilik, doğum mevzuları ile ilgilenilmek için geri, eve dönülüyordu.
Neredeyse daima karşılarına, geçen kış gebe kalan veya vaftiz olmak için babalarını bekleyen bebekler çıkıyordu. İzlanda’nın yuttuğu balıkçı soyuna yenileri gerekiyordu.

III
EVDEKİ KADINLAR
Paimpol’de o senenin güzel bir akşamüstü, haziranda bir pazar günü, mektuplarına son derece dikkat kesilmiş iki kadın vardı.
Kadınların yazma işi, ardına kadar açılmış camlar ve onların önüne sıralanmış çiçek saksıları önünde gerçekleşiyordu.
Masanın üzerinde görünen kadınların ikisinin de eğitimi iyi gibi duruyordu. Anlaşılan gençlerdi, birinin başlığının modeli eski moda ve kocamandı. Diğerininki ise Paimpol kızlarının kullandığı gibi küçücüktü. Uzaktan bakıldığında İzlandalı erkeklere aşk sözcükleri sıralayan iki genç kız gibi duruyorlardı.
Mektubu yazdıran, hani şu büyük başlıklı olan, düşünmek için başını kaldırdı. Nasıl? Arkadan bakıldığında kahverengi şalının altında gencecik gözüken bu kadın aslında oldukça yaşlıydı. Bayağı bir ihtiyardı. Hatta en az yetmişli yaşlarında olmalıydı. Buna rağmen bazı ihtiyarların muhafaza etmeyi başardığı pembe yanakları hâlâ dinç gözüküyordu. Alın ve tepe kısmı çok inik olan başlığı, müslinden yapılmıştı. Birbirinden kaçmak ister gibi görünen, alnına ve ensesine düşen birkaç külahtan oluşuyordu. Saygın ve inançlı bir ifadesi vardı, gözlerinden dürüstlük okunuyordu. Bir tane bile dişi kalmamıştı. Her güldüğünde onu biraz daha genç kıza benzeten yuvarlak diş etleri görünüyordu. Kendi deyimiyle “toynak burnu” gibi duran çenesine rağmen duruşu yıllara meydan okuyordu. Kilisedeki azizeler gibi tertemiz olduğu fark ediliyordu.
Torununu eğlendirmek için daha neler yapabileceğini düşünerek pencereden dışarı baktı.
Gerçekten de şu an tüm Paimpol’de onun kadar gülünç şeyler anlatabilecek tek bir kişi daha yoktu. Mektuba oldukça komik üç, dört tane hikâyeyi sıralamıştı bile. Fakat hikayelerinin hiçbir yerinde kötülükten eser yoktu çünkü kadının içinde bir gram bile kötülük yer almıyordu.
Artık yaşlı kadının aklına bir şey gelmediğini gören küçük başlıklı kız mektubun üzerine adresi yazmaya koyuldu.
Mösyö Moan Sylvestre, Marie Gemisi, Kaptan Guermeur; Reykjavik’ten İzlanda Denizi’ne…
Daha sonrasına sorusunu sormak için başını kaldırdı.
“Bitti mi, Büyükanne Moan?”
Soruyu soran oldukça genç, her erkeğin tapacağı kadar güzel bir kızdı. Herkesin kumral olduğu bu yörede kirpikleri simsiyah, saçları ise çok açık sarıydı. Saçları kadar sarı olan kaşları da ona güçlü bir hava katıyordu. Kızıl bir çizgi üzerine yeniden çizilmiş gibiydiler. Yunanlıların yüzlerindeki gibi alın çizgisini mükemmel tamamlayan burnuyla küçük profili oldukça asil duruyordu. Alt dudağının hemen altındaki çukur, dudaklarının kenarlarını zarif bir şekilde belirginleştiriyordu. Bazen bir şey kafasına takılmışsa bembeyaz dişleri alt dudağını ısırıyor, bu da porselen gibi olan cildinin kızarmasına yol açıyordu. Tüm bu naif görüntüsünün altında kendinden emin, atalarının soyundan geldiğini belli eden İzlandalı denizcilere ait gururlu ve ağırbaşlı bir ifadesi de vardı. Gözlerinde hem inatçılık hem uyum aynı anda yer alıyordu.
Alnının aşağısına doğru inen başlığı kavkı şeklindeydi neredeyse bir saç bandı kadar sıkıydı. Başlığı, kulaklarının üzerine sarılmış iri örgülerinin görülmesini sağlamak ister gibi iki yana kıvrılıyordu.
“Büyükanne!” diye seslenmesine rağmen uzaktan bir akrabası olan bu yaşlı kadıncağızın başından neler geçtiğini görüyor, kendisinden farklı yöntemlerle yetiştirildiğini hissediyordu.
Kurnaz, denizden çevirdiği riskli işlerle zengin olan Mösyö Mevel’in kızıydı. Bu mektubun da yazıldığı, kenarları dantelli perdeleri, şehrin yeni modasına uygun yatağı ve mermerin görüntüsünü yumuşatan açık renk duvar kağıtlarının serili olduğu bu oda ona aitti. Tepelerinde evin eskiliğini anlatan kirişler de kireçle boyanmıştı. Dışarıdan bakıldığında durumu gayet yerinde bir burjuva ailesinin eviydi burası, camdan bakıldığında Paimpol pazarının yapıldığı gri, büyük açık alan da görülüyordu.
“Bitti mi Büyükanne Yvonne, ekleyecek bir şeyiniz var mı?” diye sordu.
“Hayır kızım, tarafımdan ‘Gaos’un oğluna selam olsun.’ şeklinde de not düş lütfen.”
Gaos’un oğlu… Diğer adıyla Yann… Bu ismi gururla kaleme alırken utancından kırmızılara bürünmüştü genç kız.
Kıvrımlı el yazısıyla son eklemesini yapar yapmaz, sanki meydanda çok ilginç bir şeyler dönüyormuş gibi kafasını cama çevirip ayağa kalktı.
Ayaktayken daha uzun görünüyordu, böyle durunca da katlanmayan korsesinin üzerinden belinin zarif kadınlara özgü kıvrımı okunuyordu. Başlığına rağmen, hoş bir hanımefendiye benziyordu. Daha önce hiç ağır bir işle uğraşmadığını belli eden elleri, herkesin güzellik anlayışına uymasalar da küçücük ve beyazdı.
Onun hayatı, babasının balık seferleri için İzlanda’da olduğu zamanlarda, annesi olmadan, terk edilmiş gibi duran, şirin, pembe, saçları darmadağın, isteği gözlerinden okunan, inatçı, Manş Denizi’nin çetin rüzgârlarıyla karşılaşmış, güçlü bir kız çocuğu olarak çıplak ayaklarıyla serin sularda koşturan bir Gaud kızı olarak başlamıştı. O zaman Paimpol’de gündelikçi olarak çalışan Büyükanne Moan ona sahip çıkmıştı. Bakması için de Sylvestre’ı ona emanet etmişti.
Ondan sadece on sekiz ay büyük olmasına rağmen kendisine emanet edilen küçük çocuğa -ki ikisi her anlamda tamamen birbirlerine zıtlardı- karşı anne şefkati hissediyordu.
Hayata nasıl bir başlangıç yaptığını, zenginlik ve şehir hayatına kapılmadan önceki o kızı anımsıyordu. Yalıların daha büyük, kumsalların daha sakin olduğu belirsiz ve gizemli dönemleri de hatırlıyor; her şey zihninde yabanlığın özgürlük düşü gibi canlanıyordu…
Henüz çok küçükken hatta belki beş, altı yaşlarındayken, gemi mallarını alıp satarak zenginleşen babası tarafından, önce Saint-Brieuc’e ardından Paris’e götürülmüştü.
O da evlerinin küçük Gaud kızından, yetişkin, ağırbaşlı, ciddi Matmazel Marguerite’e dönüşmüştü. Bretagne kumsallarındaki yalnızlıklardan farklı olsa da az çok kendi başının çaresine bakan biri olmuştu. Bununla birlikte çocuksu inatçılığını da korumuştu. Öğrendiklerini hayat ona kendiliğinden sunmuştu, o da hayatının başından beri onunla olan onurlu duruşunu korumayı başarmıştı. Elbette arada cüretkârlığı tutuyor, fazla dobra konuşabiliyordu insanların yüzüne karşı. Diğer kızlar gibi ne zaman bir delikanlıyla karşılaşsa bakışlarını hemen yere çevirmezdi hatta bazen hiç bakışlarının yerini değiştirmeden gözlerine bakardı, fakat bakışları o kadar dürüst o kadar kayıtsızdı ki genç adamlar ondan, yüreğinin temizliğinden bir an olsun şüphe etmezlerdi.
Bu büyük şehir, kendisinden çok kılık kıyafetini değiştirmişti. Breton kızlarının güçlükle vazgeçtikleri başlık modasını korumasına karşın, başka türlü giyinmesi gerektiğini de anlamıştı. Eskiden bir balıkçı kızının dolgun hatlarına sahip olan bedeni, zaman içerisinde bir hanımefendinin korselenmiş, zarif hatlarına dönüşmüştü.
Her sene babası ile birlikte Bretagne’e geri geliyordu. “Papatya” anlamına da gelen eski ismi Gaud’a kavuşuyordu. Belki de haklarında çok fazla konuşulan, her sene biraz daha eksilen İzlandalı Balıkçıları merak ettiğinden, belki de kendisine çok uzak görünmesine rağmen, sevdiği adamın yaşadığı İzlanda’yı ziyaret etmek için yapıyordu bunu…
Sonunda bir gün, ömrünün geri kalanını Paimpol’de bir burjuva gibi geçirmek isteyen babasının isteği üzerine memleketine geri dönmüştü.
Fakir ama tertemiz, iyi yürekli büyükanne mektubu son bir kez daha okuyup zarfa yerleştirince teşekkür edip kızın yanından ayrıldı. Hâlâ, fazlaca uzakta yer alan Ploubazlanec ülkesinin girişinde yer alan küçük bir kıyı köyünde, oğullarını doğurduğu, torunlarını büyüttüğü o eski kulübede yaşıyordu.
Şehirden geçerken kendisine selam veren kimsenin selamını geri çevirmeden yoluna devam etti. Ülkelerinin en cesur, en köklü ailelerinden birinin başlıca büyüğüydü.
Tertemiz, düzenli ve kendine bakan hâli, üzeri yamalı elbiselerle bile hâlâ hâli vakti yerindeymiş gibi gözükmesini sağlıyordu. Şık kıyafetlerinin bir parçası olan ve şehrin köklü ailelerine özgü kahverengi şalını hâlâ kullanıyordu. Şalının üzerinde belki de altmış yıllık başlığının külahları düşüyordu. Kendi düğününde taktığı, pek de zarif olan mavi şalını ise oğlu Pierre’in nikâhı içi saklamıştı. Düğününden sonra da sadece pazar günleri kullanmak için evinde özellikle muhafaza ediyordu.
Dik ve gururlu yürüyüşüyle hiç de yaşlı gibi durmuyordu. Sahiden de hafif öne çıkmış çenesine karşın, yürüyüşü ve yüzündeki dürüstlükle insan onu güzel bulmaktan kendisini alamıyordu.
Çevredekilerin tamamı ona saygı duyuyordu, bunu yanından geçen herkesin ona verdiği selamdan bile anlamak mümkündü.
Yol üstünde bulunan eski âşığının dükkânının önünden geçti. Eskilerin çapkın, yakışıklı marangozu; şimdilerde oğulları içeride çalışırken kendisi hep kapıda oturan seksenli yaşlarındaki adam. İki defa bizim büyükanneye evlenme teklif edip reddedilince hâlâ kendine gelemediği söyleniyordu. Artık yaşı da gereği bu olay komik bir kine dönüşmüştü. Ne zaman yaşlı kadın kapının önünden geçse ona “Hey güzellik! Ne zaman ölçülerini almaya gelelim?” diye sesleniyordu.
Büyükanne Moan da her seferinde hazır olmadığını söyleyip zarifçe teklifi geri çeviriyordu.
Aslında yaşlı adam yaptığı şakayla, herkesin sonunda giymek zorunda olduğu kefen ve tahta tabutu kastediyordu.
“Pekâlâ, siz bilirsiniz güzellik, aman ha rahatınızı bozmayın!” diyordu adam.
Aynı saçma şakayı yaşlı kadını ne zaman görse yapardı fakat bugün Büyükanne Moan’ın gülmeye hâli yoktu. Kendini oldukça yorgun, aralıksız üzerine binen yüklerden ezilmiş hissediyordu. İzlanda’ya döndüğü zaman askere gidecek olan en küçük torununu düşünüyordu. Beş sene! Dile kolay… Belki Çin’e savaşa gidecek… Peki ya küçük torunu geri döndüğünde kendisi hâlâ hayatta olacak mıydı?
Ne zaman bunlar aklına gelse içini geçmek bilmeyen bir sıkıntı kaplıyordu. Hayır, kesinlikle kendini göstermeye çalıştığı kadar neşeli değildi bu ihtiyar kadın. Yine yüzü, ağlayacakmış gibi büzülmüştü.
Gerçekti bu, olacaktı. Sonunda kalan son torununu da koparıp alacaklardı ondan. Ne vahim! Belki de onu bir kez daha göremeden tek başına ölüp gidecekti.
Torununun gitmesini engellemek için, tek dayanağı o olan ve artık çalışamayan büyükanne sebep olarak kendisini göstermişti. Fakat dul bir balıkçı karısı olmasına rağmen yaşadığı evle yeterince fakir bulunmamış bir de asker kaçağı diğer torunu Jean Moan hesaba katılınca isteği geri çevrilmişti.
Eve geldiğinde oğulları, torunları ve tüm ölmüşler için dualar okudu. Ardından gönlünden kopan her sözcüğü sıralayarak küçük torunu için dua etti. Bir yandan uyumaya çalışırken bir yandan da yakın zamanda giyeceği tahta kostümü düşününce yüreği sıkıştı.

IV
İLK KARŞILAŞMA
Genç kız ise yaşlı kadın gittikten sonra pencereden dışarıyı izlemeye dalmış, batan güneşin sarı ışıklarının granit duvarlara nasıl yansıdığını seyrediyordu. Paimpol, her zamanki gibi, uzun mayıs akşamları ve pazar günleri bile cansızdı. Kendilerine birazcık bile kur yapacak kimsesi olmayan genç kızlar, İzlandalı yakışıklıları düşleyerek gruplar hâlinde gezilere çıkmışlardı…
“Gaos’un oğluna selamlar olsun…” bu cümleyi aklından çıkaramıyordu genç kız, bu ismi yazmak onu fazlaca sarsmıştı.
Akşamüzerleri, genellikle bir hanımefendi gibi penceresinin önüne geçerdi. Babası eskiden beri onun yaşıtı olan kızlarla dolaşmasından pek hoşlanmıyordu. Ayrıca, kafeden çıkıp da eskiden beri arkadaş olduğu denizcilerle piposunu tüttüre tüttüre evine yürürken kızını yukarıdan camdan bakarken görmek, hoşuna gidiyordu.
Gaos’un oğlu! Kendisini tutamıyordu, göremeyecek olmasına rağmen, gemicilerin çıktıkları dar sokaklara, yakınlarda olduğu hissedilen denize doğru bakıyordu.
Onu büyüleyen, daima ilgisini çekmeyi başaran ve her şeyi saran o şeyin uçsuz bucaksız oluşunu düşünüyordu. Marie, Kaptan Guermeur’un ilerlediği uzak kuzey denizini düşünüyordu.
Ne tuhaftı şu Gaos’un oğlu! Cesurca ve oldukça tatlı ifadelerle kendisine yanaştıktan sonra şimdi kaçan, ele geçirilmez biri olmuştu.
Uzun süren düşü sırasında, geçen sene buraya gelmeden önce bulunduğu Bretagne’yi anımsadı.
Bir aralık akşamında, Paris’ten gelen bir tren onu ve babasını bembeyaz sislerin örttüğü buz gibi bir geceye bırakmıştı. Tam o anda hiç bilmediği bir şeyi hissetmişti. Sadece yazlarını geçirdiği bu kenti tanıyamıyordu. Birdenbire köy denen yerlerden birine sürüklenmiş gibi hissetmişti. Hatıralar vardı… Geçmişin uzak hatıraları… Paris’ten hemen sonra gelen bu sessizlik! Sis yere kadar inmişken, işlerine yetişmeye çalışan bilinmeyen bir şehrin, sakin insan toplulukları… Karanlık, mermerden, rutubetten ve gecenin siyahlığından köhne duran evler, Bretagne’ye dair artık Yann’a âşık olduğundan hayran olduğu her şey, o sabah ona çok perişan görünmüştü.
Erkenci ev kadınları çoktan kapılarını açmışlardı, genç kızsa yanından geçtiği büyük şömineli evler ile yaşlı dede ve başlıkları eskimiş ninelere bakıyordu. Hava aydınlanır aydınlanmaz kiliseye gidip dua etmişti, orta alan ona o anda nasıl da muhteşem ve kocaman görünmüştü! Paris’in, temelleri yüzyıllar önce atılmış kaba ve yıpranmış, kendilerine has kokusunun her yana dolduğu kiliselerinden ne kadar da farklıydı burası! Arkalarda bir yerlerde, bir mum yanıyordu. Önünde dileğini tutmak üzerine bir kadın diz çökmüş duasını ediyor, mumun cılız ışığı her yana yayılıyordu. Tam o anda eskide kaldığını düşündüğü o duyguyu anımsadı. Paimpol kilisesinde ilk ayinlerine giden küçük bir kızken hissettiği acı ve üzüntüydü bu.
Paris birçok eğlenceli ve güzel şeyle dolu olmasına rağmen bu şehri özlemediğine karar verdi. Her şeyden önce damarlarında denizci kanı aktığından kendini orada bir yabancı, yurdundan koparılmış biri gibi hissediyordu. Parisli kadınlar, daracık korselerinin içlerinde saklı ince belleri, göğüslerindeki yapaylaşmış kavisleri, herkesten farklı yürüyüşleri ile tamamen farklılardı. Genç kız ise bu tür şeyleri denemeyecek kadar akıllıydı. Her geçen yıl Paimpol’den sipariş ettiği başlığıyla Paris sokaklarında yürürken kendini daha da rahatsız hissediyordu. Kendisine sürekli dönüp bakan insanların gerçekten de güzelliğinden bunu yaptığını da fark etmiyordu.
Duruşları hoşuna giden bazı Parisli kadınlar dikkatini çekiyordu kızın ama onları da ulaşılmaz sanıyordu. Onunla iletişime geçmeye çalışan diğerlerini ise hor görüyor, kendisine layık bulmuyordu. Çoğunlukla işiyle ilgilenen babası evde olmazdı o da bu sebepten hayatını yapayalnız geçirmişti. Arkadaşı yoktu. Öylesi kimsesiz bir yaşamı da hiç özlemiyordu.
Yine de şehre döndüğü gün farksızdı. Bretagne’nin kışın ortasındaki bu çetin havaları onu pek bir üzmüş ve Paimpol’un içine girmek için bu kavisli topraklarda yapacağı dört, beş saatlik yolculuk ona eziyet gibi gelmişti.
O günün devamında babasıyla beraber her yanı külüstür, rahatsız bir arabada saatlerce yolculuk etmişti. Gece çöktüğünde sisin üzüntülü bir hava verdiği kasabalardan geçmişlerdi. Sonrasında fenerleri yakmaları gerekmişti ama Bengal ateşi gibi iki yandan koşuyor izlenimi veren bu fenerler görüş alanlarını tamamen yok etmişti. “Aralık ayında böylesine yemyeşil bir doğa nasıl olabilirdi?” Önce şaşırdı ama sonra hatırladı, öne doğru uzandı; katırtırnakları. Aynı anda yine aşina olduğu ılık bir deniz rüzgârı esmeye başlamıştı.
Yolun sonunda ise düşünceleri değişmiş ve aklına gelen yeni fikirler onu eğlendirmişti.
“Kış mevsiminde olduğumuza göre, şu çok ünlü, İzlandalı denizcileri görebileceğim.”
Aralık ayında olduklarına göre, her yaz akşam gezintileri sırasında hoş vakit geçirdikleri, arkadaşları, kardeşleri, nişanlıları ve sevgililerini topladıkları bir alana dönmüş olmalıydılar. Duran arabanın içerisinde ayaklarına dolan soğuk onu dondururken bu düşünce ile oyalanmaya çalıştı.
Gerçekten de onları görmüş ve sonunda birine âşık olmuştu.
Geldikten bir gün sonra, ayinin hemen ardından üzerlerine bol kokulu çobanpüskülleri, kış çiçekleri ve yaprakların serili olduğu gerilmiş çarşaflar hâlâ sokakta duruyordu. Yann’ı ilk kez 8 Aralık’ta, yani balıkçıların koruyucu günü olan Notre Dame de Bonne Nouvelle gününde görmüştü.
Gökyüzünün hüznünün altında gerçekleşen bu tören, aşırı ve ilkel bir mutluluğu barındırıyordu. Diğer her yerden daha yoğun hissedilen ölümün tehdidi altında, fiziksel güç ve alkolle harmanlanmış neşesiz bir mutluluk hâkimdi her yana.
Paimpol’e yayılmış büyük gürültü başlıca rahiplerden ve çanlardan geliyordu. Meyhanelerden de kabaca ve tekdüze ilerleyen şarkılar yükseliyordu. Mürettebatı havalandırmaya çalışan şarkılar duyuluyordu. Denizin en dibinden, belki de başka bir zamandan gelmiş zamansız yakarışlardı bunlar. Açık denizde mecburi yaptıkları orucun ardından denizciler kadınlara daha bir iştahla bakıyordu. Hepsi kol kola girmiş, zil zurna sarhoş olmuş, yalpalayarak ilerliyorlardı.
Beyazlarla bezenmiş bakirelerin başlıkları, dolgun göğüsleri, tüm yazı yanarak geçirmiş istekli gözleri ile kızlar da çevrede geziniyordu.
Dünyaya kapılarını kapatmış, batının rüzgârları, savurup denize attıkları, yağmurları karşısında yüzyıllardır süren mücadeleleri anlatan çatıların, eski aşk ve kahramanlık hikâyelerini anlatan sıcacık, köhnemiş evler vardı.
Eskilerin bolca saygı duyduğu ibadet şekilleri, sembolleri, bembeyaz giyinmiş bakire Meryem Ana tasviri üzerinden gözleniyor; hepsinin üzerinde hüküm süren dindarlık ve geçmişten kalan izler hissediliyordu.
Meyhanenin hemen yanı başında basamaklarına yapraklar serilmiş, her yandan duyulan buhar kokusu ve kutsal kubbelerden sarkan denizcilere adanmış adakların kapılarını açtığı kuytu bir mağaraya benzeyen kilise… Âşık kızların hemen yanından, yaşamı hissettiren bu gürültüyü yarıp geçen uzun matem şalları ve sade başlıklarıyla boğulmuş denizcilerin dul eşleri, denizde kaybolmuş adamların nişanlıları kafaları önde ve sessizce geçiyordu. Bu olayların hemen yanında hepsinin sebebi deniz, dalga sesleriyle kutlamalara katılıyordu…
Her şeyin bu kadar birbirinin içine geçmiş olması, Gaud’un kafasını allak bullak ediyordu. Tekrardan bu ülkenin, bu toplumun bir parçası olacağı için heyecanlansa da içten içe yüreği sıkışıyordu. Oyunların oynandığı, cambazların dolandığı ana meydanda, kendisinin çevresinden geçmekte olan Paimpollü ve Plouzbazlanecli delikanlıların isimlerini heyecanla saymakta olan bir sürü kız vardı. Bir alanda da ağıt yakanlar ve hemen önlerinde bir grup İzlandalı vardı. Aralarından biri, geniş omuzlu, devasa uzun ve büyük görünen biri çekmişti dikkatini, biraz da alaycı bir ifadeyle “Ne kadar da uzun boylu biri!” demişti içinden.
Lafının altındaki gizli ima şunu söyler gibiydi: “Bu cüssede biriyle evlenecek kadının evdeki hâli zor!”
Adam ise sanki onu duymuş gibi arkasını dönmüş ve “Paimpollülere özgü başlığı takmasına rağmen daha önce hiç görmediğim bu kız da kim?” der gibi onu süzmüştü.
Ardından sadece kibarlık olsun diye gözlerini kaçırmış, sadece ensesine dökülen siyah saçları görünecek şekilde sırtını dönmüş ve ağıt yakanlarla ilgileniyormuş gibi yapmıştı.
Diğer erkeklerin adını merak eder etmez sorabilmesine karşın Gaud bu adamın ismini cesaret edip de soramamıştı. Az da olsa görebildiği mavi, opak gözlerine gizlenmiş kibir ve yabanilik ile yakışıklı profili onu hemen etkilemiş ve utandırmıştı.
Moanların evine gittiği bir zamanda adının Sylvestre’ın bir arkadaşı olarak söylendiğini duydu. Bu adam hakkında “Gaos’un oğlu.” diye söz ediliyordu. Yine kutlamanın olduğu akşam babasıyla kol kola yürürken onu görmüş ve selam vermek için durmuşlardı.
Ufak Sylvestre, onun için yeniden bir erkek kardeş gibi olmuştu. Kuzen de olduklarından birbirleriyle senli benli konuşmayı sürdürmüşlerdi. Gerçi genç kız başta bu uzun, siyah sakallı adamı karşısında bulunca biraz şaşırmış ve kendini geri çekmiş fakat gözlerindeki masumiyeti koruduğunu gördüğünde tekrardan yakın olmuşlardı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, o gece Yann ona pek de yakın davranmamıştı. Asil bir davranış olmasına karşın sadece utana sıkıla şapkasını çıkarmıştı. Ardından hemen gözlerini başka yöne çekmiş, rahatsız olduğunu ve ortamdan uzaklaşmak istediğini hissettirmişti. Karşılaşmaları sırasında batıdan esen sert rüzgâr, dalları yere savurmuş ve gökyüzü, siyah gri renklerle dolmuştu.
Gaud ne zaman dalıp gitse bu anılar zihninde tekrar canlanıyordu. Kutlamaların ardından gecenin hüznünün çöküşü, duvarın her yanına yayılan çiçekli desenleri olan beyaz çarşaflar, fırtına, bol sesli İzlandalı grupların şarkıları eşliğinde hanlara girişleri, özellikle de onunla karşılaşmaktan sıkılmış, rahatsız olmuş o uzun boylu, genç adam…
O zamandan beri neler oluyordu içinde!
O kutlamaların olduğu zamanki heyecan ve şehrin her yanına yayılmış hararetle şu zaman arasında ne kadar da çok şey değişmişti. Onu şu mayıs ayında, penceresinin önünde âşık âşık düşünmeye sevk eden aynı Paimpol ne kadar da ıssızdı şimdi!

V
İKİNCİ BULUŞMA
Birbirlerini tekrar bir düğünde gördüler. Koluna giren Gaos’un oğlu ona eşlik etmek için görevlendirilmişti. En başında bu durum canını sıkacak sanmıştı, kendine tek kelime etmeyecek bir delikanlıyla dolaşacak, üstüne birde sokakta herkes sürekli kendilerine bakacaktı ve onları birlikte görecekti! Adamın vahşi havası kesinlikle onu ürkütüyordu.
Herkes anlaşılan saatte alanda toplanmışken Yann görünürlerde yoktu. Zaman geçmesine rağmen bir türlü gelmiyordu. Herkes onu daha fazla beklememek üzerine konuşmaya başlamıştı, tam o anda Gaud bir şeyin farkına vardı. Bu gece onun için bu denli süslenmişti. O dansa başka kiminle giderse gitsin yeterli gelmeyecekti, keyifsiz geçecekti.
Sonunda Yann oldukça kendinden emin, güzelce giyinmiş bir hâlde gelip gelinin anne babasından özür dilemişti. Ardından İngiltere Alderney açıklarında hiç beklenmeyen bir yerden büyük bir balık sürüsünün geleceğini duyurmuştu. Bundan dolayı Ploubazlanec’te ne kadar gemi varsa hızlıca hazırlıklara koyulmuştu. Kasaba hemen coşkuyla dolmuş, kadınlar kocalarını yolcu etmek için meyhanelere gitmiş, yelkenleri kaldırmak, manevrada yardımcı olmak için kendilerini paralamışlardı. Kısacası memleketi çok hızlı bir şekilde telaşlı hava sarmıştı.
Yann, kendisine has karizması, göz devirmeleri ve parlak dişleriyle kalabalığın ilgisini çeker biçimde anlatıp duruyordu. Yola çıkmak için hissettiği telaşı belli etmek istercesine arada cümlelerinin ortasına bir “Hu!” ekliyordu. Çıkardığı bu ses tayfanın işi yaparken çıkardığı sesin aynısıydı, rüzgârın ıslık sesine benziyordu. Yerine çabucak birini bulması ve bu bulduğu kişiyi kabul etmesi için de kış için anlaştığı geminin kaptanıyla konuşması gerekmişti. Yani, aslında gecikmesinin sebebi buymuş. Düğünü kaçırmak istemediğinden, avdan payına düşeni kaybedecekmiş.
Sebepleri, tüm balıkçılar tarafından anlaşılmış ve kimsenin kızgınlığıyla yüzleşmek zorunda kalmamıştı. Hayatlarında her şeyi denizin beklenmedik olaylarına, balıkların gizemli göçlerine göre ayarlamaları gerekmişti hep, herkes bunu biliyordu. Diğer İzlandalılar bu göçten daha erken haberdar olamadıkları için üzülmüşlerdi o kadar.
Artık yapacak bir şey kalmamıştı, geç kalmışlardı. Kol kola girdiler, dışarıdan gelen keman sesleri eşliğinde yola koyuldular.
En başında Yann, her düğünde, her kıza söylenen sıradan iltifatları sıralamıştı ona, düğündeki tüm çiftler arasında birbirlerine yabancı olan sadece ikisiydi. Alandakilerin geri kalanı ya kuzen ya da nişanlıydı. Elbette birkaç sevgili de vardı aralarda, malum Paimpol’de bu basit aşk hikayeleri çok hızlı ilerleyebiliyordu.
Fakat akşam konu yine, birden balık sürüsüne gelince Yann genç kızın gözlerinin içine bakarak “Paimpol’de, hatta tüm dünyada bir tek sizin için bu hazırlıkları kaçırırdım Matmazel Gaud, başka kimse için avımdan vazgeçmem.”
Genç kız başta bir düğüne kraliçe gibi hazırlanarak gelmiş olmasına karşın, bir balıkçıdan duyduğu bu sözlerle biraz afallamış ama hemen ardından tatlılıkla yanıtlamıştı.
“Teşekkür ederim Mösyö Yann, ben de bir başkasıyla değil sizinle olmayı yeğlerim.”
Bu kadardı ama o andan itibaren şarkı bitene kadar kendi aralarında kısık ve hoş bir tonla sohbete başlamışlardı.
Keman ve viyel sesleri eşliğinde hep aynı simalar dansa katılıyordu. Yann her uzaklaşıp genç kıza döndüğünde sohbete aynı dostane gülümseme ve samimiyetle devam ediyorlardı. Aralarda Yann, tüm saflığıyla balıkçı yaşamından da söz ediyordu elbette. Yorgunluğundan, aylığından, en büyüğünün kendisi olduğu dört küçük kardeşini daha yetiştirirken ailesinin ne kadar zorlandığından bahsediyordu. Tabii, şimdilerde sıkıntılardan kurtulmuşlardı, Manş Denizi’nde babasının bulduğu ve on bin frank elde ettiği batık sayesinde. Bu sayede Ploubazlanec sınırında bulunan, Manş Denizi manzaralı evlerinde bir kat daha çıkma imkânı bulmuşlardı.
“Şubat ayı gelir gelmez çok zor oluyor hayat, zor İzlandalı mesleği çok zor. Ayrıca kışın o soğukta, karda, kışta oralara gitmek de istemiyor bazen insan.”
Gaud, Paimpol’un gecesini izlerken, baloda aralarında dönen sohbeti tıpkı dünmüş gibi tekrar zihninde canlandırıyordu. Sanki her şey daha dünmüş gibi en baştan tekrar ve tekrar düşlüyordu. Madem Yann evlenmek istemiyordu, neden kendi hayatıyla, sorunlarıyla ilgili bir nişanlıya anlatılacak onca şeyi kıza anlatmıştı? Hayatının tüm detaylarını önüne gelen herkese döken birine de hiç benzemiyordu.
“Mesleğimiz oldukça iyi, kazancı da öyle” demişti. “Ben de asla değiştirmeyi düşünmüyorum, yıllar sonra sekiz yüz frank ve en sonunda ise döndüğümüzde bana ödenen ve anneme vereceğim on iki bin frank daha.”
“Annenize mi veriyorsunuz Mösyö Yann?”
“Elbette, hepimiz bu parayı annemize veririz. Biz İzlandalılarda âdet böyledir Matmazel Gaud.” Bunu o kadar içtenlikle ve o kadar inanarak söylemişti ki bunu normal gördüğü çok açıktı.
“İnanmazsınız ama benim neredeyse hiç param olmaz. Ne zaman Paimpol’e gelecek olsam annem biraz para verir, hepimizde de aynı şey geçerlidir. Bu sayede bugün yanınıza gelirken giydiğim bu giysileri annem diktirebildi, şüphesiz ki geçen seneki elbisemle yanınıza gelip kolunuza giremezdim.”
Sürekli Parisli erkekleri görmeye alıştığından Yann’ın kıyafeti ona göre pek de şık sayılmazdı. Buna rağmen kısacık ceketi, altına giydiği modası geçmiş yeleği bedeninin güzelliğini etkilemiyor, her dans hareketinde kendisine karizmatik bir hava katmaktan geri durmuyordu.
Yann gülümseyerek genç kızın gözlerinin içerisine bakıyor, ne istediğini ve ne düşündüğünü çözmeye çalışıyordu. Zengin olmadığını özellikle anlatan konuşmalarına rağmen, delikanlının dürüstlüğü ve iyi niyetli olduğu gözlerinden anlaşılıyordu.
Neredeyse söylediğine hiçbir karşılık vermeden ama tüm ruhuyla dinleyerek ve her ifadede daha çok şaşırarak genç kız da ona bakıp gülümsüyordu. Yabani bir kabalık ile çocuksu bir yakınlık karışımı ilişkileri vardı. Ne zaman başkasıyla konuşsa daha da kabalaşan ve sertleşen sesi Gaud’un karşısında her sözcükte daha da yumuşuyordu. Yaylı çalgılardan oluşan bir müzik ekibi gibi kendi sesini onun için istemsizce yumuşatıyor ve titretiyordu.
Umursamaz tavırlarından, evden sürekli çocuk muamelesi görüp bunu normal karşılamasına, dünyayı dolaşıp birçok maceraya atılmasına ve tüm bunlara rağmen hâlâ ailesine yakından bağlı olmasına… Onda farklı bir şeyler vardı.
Gaud zihninde sürekli onu önceden tanıdığı erkeklerle kıyaslıyordu hani şu onun peşinde parası için koşan üç beş tane Parisli hayta, kendini yazar diye tanıtan gençler, tezgâhtarlar… Bu adam hepsinin arasında en yakışıklı olmasının yanı sıra kesinlikle aralarında en ilgi çekici olandı.
Yann’ın kendi seviyeleri arasında pek bir fark görmemesi için genç kız küçükken çektiği sıkıntıları, babasının da eskiden balıkçı olduğunu ve hatta bu yüzden İzlandalı balıkçılara oldukça değer verdiğini, annesinin küçükken öldüğünde yapayalnız kaldığını, kumsalda çıplak ayak koşturmalarını… Her şeyini anlattı.
Ah! O düğün gecesi, asla unutamayacağı, her zaman mükemmel hatırlayacağı, hayatının dönüm noktası olan o gece! Fakat geride kalalı çoktan aylar olmuştu. Aralıktan, mayısa… O gün düğünde bulunan tüm İzlandalı balıkçılar şimdi uzak kuzey denizinin bir yerlerine dağılmış, balık avlıyorlardı. Bretagne toprakları güneşe karışırken ve yavaşça gün kararırken şimdi onlar yapayalnızdı.
Gaud pencereden bir an olsun ayrılmamıştı, her yanı eski evlerle kaplı Paimpol meydanı gece çöktükçe daha da hüzünlü bir hâl alıyordu, hiçbir yerden ses gelmiyordu. Evlerin üzeri hâlâ aydınlıkken, yan boşluklarında alaca karanlık çöktükçe daha da üçgenleşen bir gölge oluşuyordu. Siyah silüet sonunda gökyüzü ile bağlarını koparırcasına yere iniyordu. Arada bir kapı ya da pencere kapanma sesi geliyordu. Geç kaldığı belli olan genç kızlar ellerinde mayıs çiçekleriyle dönüyorlardı. Gaud’u tanıyan bir kız elindeki hanımelini sanki ona koklatmak istercesine havaya kaldırmış aynı anda da ufak bir selam vererek yoluna devam etmişti. Karanlığa rağmen güzelim çiçek buketleri hâlâ biraz seçilebiliyordu. Bunlar hariç sokakları denizden gelen yosun kokusu ve duvarlardan yükselen hanımellerinin kokusu sarmıştı. Yarasalar masallardan çıkmış gibi sakince tepelerden süzülüyordu.
Gaud kasvetli meydana gözlerini dikerek giden İzlandalı balıkçısını düşlüyordu. Aynı pencere kenarında hep aynı gece zihninde canlanıyordu.
Düğünün sonuna geldiğinde hava iyice ısınmış, vals yapanların hafifçe başları dönmeye başlamıştı. Sevdiği adamın ona nasıl olduysa âşık olan diğer kızlarla da dans edişini hatırladı. Onlara yanıt vermesi gerektiği zaman değişen kibirli bakışlarını… Hayır kesinlikle, ona farklıydı!
Dans edişi çok etkileyiciydi, dimdik uzun sırtı ve soylu hareketlerle her dönüşünün ardından başının zarifçe eğilmesi… Dalgalı, kumral saçları her hareketinde yavaşça alnına değer, dansın rüzgârı ile tekrar havalanırdı. Gaud’a göre çok uzun kalan Yann’ın hızlı hareketlerde onu tutmak için öne eğilmesiyle kızın başlığı ve oğlanın alnı temas ediyordu. Gaud her detayı anımsıyordu.
Arada dans ederlerken iki nişanlıyı işaret ediyordu. Kız kardeşi Marie ve Sylvestre. Onları oldukça mesafeli, birbirlerine ne zaman hoş şeyler söylemek isteseler takındıkları hafif utanç hâlleriyle görünce gülümsüyordu. Elbette zaten başka şekilde hareket etmelerine de izin vermezdi ya, yine de kendisi çapkın bir delikanlı olan Yann onların bu hâllerindeki masumiyeti görmeyi seviyordu. Onlardan sonra gözlerini Gaud’a kaydırmış “Ufak kardeşlerimize bakmak ne kadar da keyifli!” der gibi gülümsemişti.
Gecenin sonu gelince herkesin öpüştüğü bir zaman dilimi oldu. Kuzen öpücükleri, nişanlı öpücükleri, her şeye rağmen dürüst davranarak herkesin içerisinde öpüşen sevgililerin aşk dolu öpücükleri…
Kendisi ise onu elbette öpmemişti. Kimse Mösyö Mevel’in kızıyla öyle kolay kolay öpüşmeye cesaret edemezdi. Sadece son valsler sırasında onu daha sıkı kavramış, genç kız da bu delikanlının verdiği güvene karşı koyamayıp daha da kollarına sokulmuştu. Belki, sadece bir an tüm ruhunu delikanlının kollarında bırakmıştı.
Gaud’un yaşadığı bu hafif baş dönmeleri, yanak kızarmalarında elbette ki yirmili yaşlarında yer alan her genç kızın hissettikleri mevcuttu. Nasıl olsa her şeyi de kalbi başlatmıştı.
“Şu utanmaza bakın, nasıl gözlerini dikmiş bakıyor ona!” diyordu sarı ya da esmer kaşlarının altından sevgilisi olan üç beş kız. Doğruydu dedikleri ama Gaud’un bir özrü vardı, karşısındaki delikanlı bugüne kadar dikkatini çekmiş tek erkekti.
Sabahın ayazında herkes vedalaşırken onlar da ertesi gün kaçak bir şekilde buluşacak iki yaren gibi birbirlerine veda etmişlerdi. Bundan sonra eve dönmek için babasının kolunda ana meydandan geçerken en ufak bir yorgunluk belirtisi göstermedi, ciğerlerini yakan temiz havayı bile seviyor gibiydi. Heyecanı taptazeydi. Sanki her şey de onun içinde açan çiçekler gibi pek bir güzeldi.
Mayıs akşamı çoktan çökmüştü, pencerelerin neredeyse hepsi eskimiş panjurlardan çıkan gıcırtılı sesler eşliğinde tek tek kapatılmıştı. Gaud ise olduğu yerden hiç kıpırdamamış hâlâ dışarıyı seyrediyordu. Yoldan geçip de genç kızın beyaz başlığını gören herkes “İşte şu genç kız sevdiği gencin hayalini kuruyordur.” diye düşünüyor olmalıydı. Kim bunu düşünüyorsa, haklıydı. Sevdiğini düşlüyordu hem de artık içi ağlama isteği ile dolarak. Beyaz, ufak dişleriyle alt dudağının çizgisini bozarak dudaklarını ısırıyor, ufuğa diktiği gözleri ile gerçek olan hiçbir şeye bakmıyordu.
Neden düğünden sonra ona geri dönmemişti? Neydi gerçekten değişen şey? Tekrar karşılaşmışlardı ama genç adam hemen gözlerini başka yana çevirmişti sanki ondan kaçıyordu. Bu konuyu defalarca Sylvestre ile konuşmuş dertleşmişti ama o da bu konudan hiçbir şey anlamıyordu.
“Gaud, baban da izin verirse kesinlikle onunla evlenmelisin. Bu ülkede ondan daha çok yanına yakışacak kimse yok. Öyle görünmeyebilir ama çok aklı başında bir delikanlıdır. Pek de sarhoş olmaz. Arada inatçılığı tutsa da normalde pek ılımlıdır. Kimse onun ne kadar iyi biri olduğunu bilemez. Üstelik de harika bir denizci, ne zaman av mevsimi gelse kaptanlar onu kapabilmek için yarışırlar…”
Gaud babasından izin alabileceğini zaten biliyordu, babası bir kez bile isteklerini geri çevirmemişti. Bu yüzden genç adamın zengin olmayışı da umurunda değildi. Zaten böylesi yetenekli bir denizci için altı aylık kıyı balıkçılığı eğitimi fazlasıyla yeterdi, az biraz sermaye de bu işi çözerdi. Ardından tüm gemi sahiplerinin teknelerini emanet etmek istediği bir kaptan olurdu.
Biraz dev gibi olması da kusur sayılmazdı. Elbette fazla cüsse bir kadında kötü durabilirdi fakat bir erkeğin yakışıklılığından hiçbir şey eksiltmezdi.
Ayrıca, elbette onlara belli etmeden tüm aşk hikâyelerini bilen kızlardan bilgi de toplamıştı. Kimseyle nişanlandığı, sözlendiği olmamıştı. Hiçbirine özel bir alaka göstermeden, Lezardrieux’tan Paimpol’e, tüm şehirde onu arzulayan her kadına uğruyordu.
Bir pazar akşamı, oldukça da geç bir saatte penceresinden bakarken onu adı pek yoldan çıkmış Jeannie Caroff adında bir kızla sarmaş dolaş geçerken görmüştü ve bu durum ise canını pek yakmıştı.
Onun çok öfkeli olduğunu söylüyordu herkes, hatta bir gece Paimpol’de bir barda kendisine açılmayan bir kapıya koca mermer bir masa fırlattığı da söylentiler arasındaydı.
Tüm bu yaptıkları için onu affediyordu. Denizcilerin kafalarına nasıl eserse öyle davrandığı herkes tarafından bilinirdi. Fakat anlamadığı şey şuydu ki eğer kötü bir niyeti yoksa neden önce yanına gelip ilgi göstermiş, âşığı gibi davranmış sonra da tüm ilgisini çekerek kendisini görmezden gelmişti? Dürüst bir adamın gülümseyişini takınıp bir erkeğin yalnızca nişanlısı ile konuşacağı konuları neden onunla konuşmuş ve neden o tatlı ses tonu ile onun başını döndürmüştü? Gaud, artık başka birine bağlanamaz ve değişemezdi. Bu memlekette henüz küçükken bolca azarlanır ve neden diğer kızların aksine bu denli inatçı olduğu sorgulanırdı. Bu huyu bugün de değişmemişti. Bu genç, güzel kız kimse tarafından işlenmediğinden ve hisleri hiç olgunlaşmadığından içten içe hep aynı kalmıştı.
Düğünden sonraki kış, belki sevdiği adamı görebileceği umuduyla geçip gitmişti. Yann ise gitmeden önce ona bir kez bile veda etmemişti. Şimdi ise burada değildi ve Gaud hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını hissediyordu. Zaman ne kadar yavaş akarsa aksın Gaud kararını vermişti, ne olursa olsun sonbaharda bu işi çözecekti.

Çanların sessiz bahar gecelerine özgü vuruşu belediye binasının üzerinde bulunan saatin on bir olduğunu gösteriyordu.
Paimpol’e göre on bir geç bir saatti. Artık Gaud penceresinden ayrılıp lambasını yakarak yatağına yatmaya hazırdı.
Yann’ı düşününce belki bu durumu klasik yabanıl hareketleri ile açıklayabilirdi. Kendisi gibi onun da oldukça gururlu olup bir de kızın zengin olması sebebiyle onu reddettiğini düşünmüştü. Aslında bunların hepsini direkt Yann’a sormak istemiş fakat Sylvestre bunun genç bir hanım için fazla cüretkâr olacağını savunmuştu. Zaten Paimpol’de kıyafetleri ve tavırları ile yeterince eleştiri alıyordu bir de böyle bir şey yaparsa hiç hoş karşılanmazdı.
Rüyadaymış gibi sakince zamandan kopuk bir şekilde üzerindekileri çıkardı. Önce başlığını ardından modaya uygun elbisesini bir sandalyenin üzerine attı. Son olarak da Paris modasına uygun uzun korsesini, hani şu herkesin eleştirilerine malzeme olan korse… O an tüm çıplaklığıyla kendini gösteren bedeni her zamankinden daha zarif duruyordu. Ne sıkıştırılmış ne de aşağı doğru gereksiz inceltilmişti, mermer heykeller gibi dolgun ve yumuşak hatlı, doğal hâline kavuşmuştu. Hareketleri, duruşu… Her hâli bakmaya insanın doyamayacağı kadar güzeldi.
Bu saatlerde etraftaki tek ışık kaynağını oluşturan lambası kıvrılarak yükselen göğüslerini, gizemli omuzlarını ve kimsenin görmediği, Yann da istemediğine göre kuruyup gidecek olan enfes güzelliğini, tüm bedenini zarif bir hava ile aydınlatıyordu.
Yüzünün güzel olduğunu bilse de bedeninin ne denli güzel olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Zaten buralarda Bretagne kızlarının güzelliği kalıtsaldı. Artık bu fark edilmiyordu çünkü aralarında en edepsiz sayılanlar bile bunu teşhir etmiyordu. Yine de sadece şehrin seçkinleri bedenlerini abartılı bir şekilde allayıp pullayarak, abartılı süslenerek dolaşıyordu.
Kulaklarının üzerinde birer salyangoz gibi duran örgülerini çözdü, örgüleri büyük iki yılan gibi omuzlarından sırtına kıvrılarak yayıldı. Rahatça uyuyabilmek için onları taç gibi başının üzerinde toparladı. O an dışarıdan ona bakan biri Romalı bir bakire gibi göründüğünü söylerdi.
Bu arada kolları hâlâ havada ve buklelerini karıştırıyorken, dudaklarını dişleyerek küçük bir çocuk gibi düşünüyordu. Saçlarını tekrar saldığında sırf eğlenmek için onları hızlıca düzleştirmeye çalıştı. Şimdi ise beline kadar inen altın rengi saçlarıyla Galyalı rahibeler gibi duruyordu.
Sonrasında aşka ve ağlama isteğine galip gelen uykusuna engel olamamış, kendini yatağa atarak çevresine yayılan ipeksi saçlarının altına gizlenmişi.
Ploubazlaneec’te ise hayatının en karanlık zamanlarında bulunan Moan Nine, torununu ve ölümü düşünerek buz gibi yatağında uykuya daldı.
Aynı anda Kuzey Denizi’nin bir ucunda sevilen ve düşünülen iki genç Yann ve Sylvestre şarkılar söyleyerek avlanıyorlardı.

VI
EVDEN HABERLER
Yaklaşık bir ay geçmişti ve haziran olmuştu.
İzlanda kıyılarında, denizcilerin “beyaz sakinlik” dedikleri bir hava vardı. Ne bir hareket ne de bir rüzgâr sadece dinginlik vardı.
Gökyüzü her zamanki rengini kaybetmiş metalimsi bir griye bürünmüştü. Aynaya verilen buharın arta kalan hâli gibi duruyordu. Tüm deniz birdenbire yok olan, dengesiz ama sakin bir ağ ile örtülmüş gibiydi.
Yaşadıkları sonsuz bir akşam mı yoksa sonsuz bir sabah mı ayırt edemiyorlardı. Güneş saatin kaç olduğunu saklıyor, sadece varlığını belli ediyordu. Sanki tüm ışınlarından arınmış soluk renkli bir halka gibi duruyordu…
Yann ve Sylvestre her zamanki gibi yan yana şarkı söyleyip avlanıyorlardı. Bitmek bilmeyen şarkının adı Jean-François de Nantes’ti ve şarkının sıkıcı hâli ile bile eğleniyorlardı, her defasında sanki daha eğlenceli olabilirmiş gibi nakarat kısmını baştan alıyor ve birbirlerine bakıp çocukça bir espri yapılmış gibi aralarında gülüyorlardı. Yanakları artık bu serinlikte hafif pembe olmuştu, ciğerlerine çektikleri nefes tertemiz ve insanı dinçleştirici özelliğe sahipti.
Etrafları henüz var olmamış bir dünya ile çevrelenmiş gibiydi. Işık ya da ışığın verdiği sıcaklık yoktu. Güneş bile sonsuza dek durmuş gibi kıpırtısızdı.
Gökyüzünün bembeyaz hâlini almış deniz, cilalanmış ya da üzerine devasa bir çarşaf atılmış gibi sakindi. Su o kadar şeffaftı ki içinde neler olduğunu yukarıdan bakan gözler bile görebilirdi. Birbirlerinin aynı, sayılamayacak kadar çok göç eden balık sürüleri… Morinaların çokluğu ve birlikte düzenledikleri gösteri denizi hafifçe dalgalandırmak ve grimsi bir çember oluşturmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Zaten bulutların arkasında varlığı belli olmayan güneş daha da batıyordu. Artık akşam olmuştu, güneş battıkça farklı renklere bürünmüş ışıkları daha çok yayılıyor, varlığını belirginleştiriyordu. Şimdi, aya nasıl doğrudan bakılabilirse güneşe de bakılabiliyordu. Sanki normalde göründüğü kadar uzakta da değil gibiydi. Sanki gemilerini ufka sürseler ulaşabilirlerdi ona…
Ay da oldukça hızlı ilerliyordu. Durgun suya da dikkat edildiğinde işlerin yürüdüğü görülebilirdi. Morinalar hızlıca gelip yemi yutuyor ve sonra sanki kendi istekleri buymuş gibi oltanın ucuna takıyorlardı. Balıkçılar sürekli iki elleriyle oltaları hızlıca çeviriyor, yeni balıklarla karşılaşıyorlardı. Ardından salamuraya yatırması gereken arkadaşlarına doğru fırlatıyorlardı iri balıkları.
Paimpollülerin her yana yayılmış gemileri bu ıssız sonsuzluğa renk katıyordu. Uzaktan bakıldığında yelkeni dahi açılmamış ufka yönelmiş birçok gemi göze çarpıyordu.
O gün bir balıkçının mesleği, hanımefendilere yaraşır bir şekilde, dingin ve kolay görünüyordu.
Jean-François de Nantes
Jean-François
Jean-François
İki kocaman çocuk şarkılarını söylüyorlardı.
Yann, asil duruşu ve bu denli yakışıklı olmasını önemsiz görüyordu. Her ne kadar Sylvestre’ın yanında çocuklaşıp şarkılar da söyleyebilse başkalarının yanında içine kapanıyor ve aksileşiyordu. Ne zaman biri ona ihtiyaç duysa ılımlı hâli geri dönüyor ve kızdırılmadığında da iyi ve yardımsever bir adam oluyordu.
İkisi önde durup kendi şarkılarını söylerken, arkalarında iki adam daha hüzne kapılmış kendi şarkılarını mırıldanıyordu.
Sıkılmıyorlardı böyle olunca, zaman geçiyordu.
Aşağıda bulunan kamarada, sobanın dibinde hâlâ ateş vardı, sobanın kapağı belki ihtiyaçları olur diye de sadece çok az hava içine girecek şekilde kapalı tutuluyordu. Gerçi uyumak için bile çok az havaya ihtiyaç duyuyorlardı.
Şehirde büyümüş olanlar, daha fazla havaya ihtiyaç duyarlardı. Fakat bizim balıkçıların güçlü göğüsleri az bir havada bile uykuya dalar ve bir daha kolay kolay uyanmazlardı. Tıpkı bir hayvan gibi yerlerinde kıvrılırlardı.
Sürekli aydınlığa ya da sürekli uykuya ihtiyaçları yoktu ama dört saatte bir yatılabiliyordu. Genelde hareketsiz, sessiz, günün tüm yorgunluğunu üzerlerinden alan kısa uykulardı bunlar. Akılları kadınlarda olanlar hariç, onların gözüne uyku girmiyordu. Belki eski yarenleri ile kavuşmak belki de yenisini bulmak için altı haftanın geçmesini bekliyorlardı.
Akıllarında eşleri, kuzenleri, nişanlıları, akrabaları geliyordu. Gerçi bu kadar uzun zaman üzerine düşülmeyince hisler de uykuya dalıyordu.
Jean-François de Nantes
Jean-François
Jean-François
Gri ufukta normal gözlerin görmesinin imkânsız olduğu bir şeye bakıyorlardı. Gökyüzünden daha koyu, yine de gri, kuyruk gibi sulardan yükselen bir dumandı bu. Derinleri taramaya alışık gözler bunun hemen ne olduğunu fark etmişlerdi.
“Bu bir vapur! Bakın, şurada!”
“Sanırım…” dedi kaptan. “Devlete ait, devriyeye çıkmış bir vapur olmalı bu.”
Bu belli belirsiz duman, Fransa’dan haberler getiriyordu. En önemlisi de genç bir kızın kaleme aldığı ama yaşlı bir kadının sözlerini taşıyan o güzel mektubu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/pierre-loti/izlanda-balikcisi-69428857/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
İzlanda Balıkçısı Пьер Лоти
İzlanda Balıkçısı

Пьер Лоти

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bir deniz destanı ve bir aşkın hikâyesi olan İzlanda Balıkçısı’nda, yoksul bir balıkçı olan Yann’ı seven zengin ve güzel Gaud’un saf ve masum aşkını, kısa süren bir mutluluğun ardından kopan fırtınanın yanı sıra deniz de daima varlığını onların yaşamlarında hissettirir. Zorlu bir aşk yolculuğunda eserin kahramanları kadar da okuyucu özlemenin ve hiç haber alamadan beklemenin ne denli acı ve zor olduğunu içinde hissedecektir. "Beklemek, hiçbir şey bilmeden, sürekli beklemek… Artık gerçekten bekleyemeyeceği an ne zaman gelecekti? Ya o zaman ne olacaktı? Bunu bile bilmiyordu, sadece o anın çabuk gelmesini istiyordu."

  • Добавить отзыв