Anne′in Hayaller Evi

Anne'in Hayaller Evi
Lucy Maud Montgomery
Serinin devamı olan bu romanda Anne’in hayatının aşkı Gilbert Blythe okulunu bitirip doktor olur. Bu mutlu çifti Four Winds Limanı sahillerinde artık yeni bir hayat bekler ve Anne’in hayallerinin evine birlikte adım atacaklardır. Bu yeni hayat, beraberinde iyi ve kötü pek çok şeyi de getirir. Anne ve Gilbert yeni arkadaşlar edinirler ve yeni komşularıyla tanışırlar. Kaptan Jim, deniz hikâyeleriyle; Bayan Cornelia Bryant, hazırcevaplılığıyla; Leslie Moore, içindeki tüm karanlığa rağmen aydınlık yüzüyle onlara katılır. …Çocukluğumda bir papazın, bir ev doğum, düğün ve ölümle kutsanmadıkça gerçek bir yuva olmaz minvalinde bir şeyler söylediğini hatırlıyorum. Bu evde ölümler oldu… Hatta doğum bile oldu… Ama hiç düğünümüz olmadı. Anne’in evleneceğini düşünmek çok tuhaf geliyor. Matthew’un on dört yıl önce getirdiği küçük bir kız çocuğuymuş gibi geliyor hâlâ…

Lucy Maud Montgomery
Anne’in Hayaller Evi

Lucy Maud Montgomery, 30 Kasım 1874 tarihinde, Prens Edward Adaları, Clifton’da doğdu. Annesi, daha o bebekken tüberkülozdan hayatını kaybetti. Kendisini annesinin ailesi büyüttü. Babası, onu büyütmesi için büyükannesine emanet ettikten sonra Cavendish’e taşındı. Cavendish’te yaşamaya başlayan Montgomery’nin çocukluğu yalnızlık içinde, hayalî arkadaşlarla geçti. 1890 yılında, burada eğitimini tamamladıktan sonra, babası ve üvey annesiyle yaşamak için Prens Albert şehrine yerleşti.
9 yaşındayken şiirlerini yazmaya ve günlük tutmaya başladı. İlk şiiri yerel gazetelerde yayımlandıktan sonra düzenli olarak kısa yazılar da yazmaya başladı. Charlottetown’daki Prince of Wales Üniversitesine girerek öğretmenlik lisansı aldı. Kısa süreliğine de olsa öğretmenlik yaptı. 1897’den itibaren yazmaya başladığı yüzlerce kısa öykü, haftalık dergilerde yayımlandı.
1908 yılında yayımlanan ilk kitabı Yeşilin Kızı Anne ile büyük bir başarı yakaladı. Yazarı yaşamı boyunca popüler eden Anne karakteri dünyada en çok sevilen kitap kahramanlarından biri oldu. İlk roman ile birlikte bir seri hâline geldi. Yazar hayatı boyunca birçok roman, otobiyografi, kısa hikâye ve şiir yazdı. Toronto’daki evinde 24 Nisan 1942’de hayatını kaybetti.

Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter
Eski günlerin hatırasına, Laura’ya.


BÖLÜM 1
GREEN GABLES’IN TAVAN ODASINDA
“Şükürler olsun ki geometri öğrenmekle ya da öğretmekle işim kalmadı artık.” dedi Anne Shirley hafif kızgınlık barındıran bir ses tonuyla. Öklid’in biraz yıpranmış eserini diğer kitaplarla birlikte kocaman bir sandığa koyup kapağı zafer kazanmışçasına sertçe kapattıktan sonra sandığın üzerine oturdu. Sabahyıldızını andıran gri gözleriyle Green Gables’ın tavan penceresinden Diana Wright’a baktı.
Tavan arası gölgeli, ilginç, keyifli bir yerdi. Tüm tavan aralarının olması gerektiği gibiydi yani. Anne’in yanına oturduğu açık pencereden tatlı, güzel kokulu, güneşin sıcaklığını da yanında taşıyan hafif bir Ağustos meltemi esiyordu. Dışarıdaki kavakların dalları rüzgârda hışırdıyor ve sallanıyordu. İleride, Âşık Yolu’nun büyüleyici patikasının kıvrımıyla gül rengi mahsullerini cömertçe taşıyan eski elma bahçesi vardı. Masmavi gökyüzünün güney tarafında pamuk gibi bulutların üzerinde süzüldüğü devasa dağ silsileleri tüm heybetiyle uzanıyorlardı. Mücevher misali ışıldayan mavi deniziyle dünya güzeli St. Lawrence Körfezi ise diğer pencereden göz kırpıyordu. İşte bu körfez Kızılderililerin koyduğu yumuşacık ve tatlı “Abegweit” ismi yerine uzun süredir “Prens Edward Adası” şeklinde alelade bir isimle tanınan bölgenin bir kuytusundaydı.
En son gördüğümüz zamankinden üç yıl daha yaşlı olan Diana Wright bu arada daha anaç bir hâl almıştı. Ancak gözleri her zamanki gibi siyah ve ışıltılı, yanaklarıysa gül pembesiydi. Gamzeleri büyüleyiciliğinden bir şey kaybetmemişti. Uzun zaman önce Anne Shirley ile birlikte Bostan Yamacı’nda verdikleri sonsuz dostluk yemininde olduğu gibiydi yani. Siyah kıvırcık saçları olan ufacık bir yavru uyuyordu kollarında. Bu ufaklık, tam iki yıldır “Küçük Anne Cordelia” olarak tanınıyordu Avonlea’de. Avonlea ahalisi Diana’nın çocuğuna neden “Anne” adını verdiğini pekâlâ bilseler de Cordelia ismi kafalarını karıştırıyordu. Wright ya da Barry ailelerinin Cordelia isimli bir akrabaları yoktu. Bayan Harmon Andrews, Diana’nın bu ismi ucuz bir romanda bulduğunu düşünüyordu ve Fred’in bu ismi kabul etmesine akıl sır erdiremediğini söylüyordu. Ancak Diana ve Anne birbirlerine tebessüm ettiler. Küçük Anne Cordelia’nın ismini nereden aldığını çok iyi biliyorlardı.
“Hep geometriden nefret etmişsindir.” dedi Diana hatıraları yâd edercesine gülümseyerek. “En azından geometri öğretmeyecek olmak seni mutlu eder diye düşünüyorum.”
“Öğretmenliği hep sevdim aslına bakarsan, geometri dersi dışındaki dersleri öğretmeyi yani. Summerside’da geçirdiğim son üç yıl oldukça keyifliydi. Eve geri döndüğümde Bayan Harmon Andrews, evlilik hayatını öğretmenlikten daha çok sevmeyeceğimi iddia etti. Belli ki Bayan Harmon, tıpkı Hamlet gibi kendi dertlerimize dayanmanın bilmediğimiz dertlerin ortasına düşmekten daha iyi olabileceği kanaatinde.”
Anne’in eski neşesinden bir şey kaybetmeyen ancak bir tutam tatlılık ve olgunluk serpilmiş kahkahası tavan arasında çınladı. Marilla mutfakta mavi erik reçeli yapıyordu ve Anne’in kahkahasını duyunca gülümsedi. Fakat bu dünya tatlısı kahkahanın ilerleyen yıllarda Green Gables’da daha az yankılanacağı düşüncesi derin bir iç çekmesine sebep oldu. Anne’in Gilbert Blythe ile evlenecek olması Marilla’yı çok mutlu etse de her mutluluk beraberinde hüznün gölgesini de getiriyordu. Anne, Summerside’da çalıştığı müddetçe tatillerde ve hafta sonlarında sık sık eve gelmişti. Ancak artık yılda iki kez gelecek olması bile Marilla’yı sevindirecekti.
“Bayan Harmon’ın söylediklerine aldırma sen.” dedi Diana. Dört yıldır evli olmanın getirdiği sakinleştirici bir teselli vardı sesinde. “Evlilik hayatının inişleri ve çıkışları tabii ki var. Her şeyin her zaman yolunda gitmesini beklememelisin. Ama seni temin ederim ki Anne, doğru kişiyle evlendiğinde evli olmak mutluluk demek.”
Anne gülümsemesini bastırdı. Diana’nın çok tecrübeliymiş gibi davranması onu hep eğlendirirdi.
“Eğer ben de dört yıl boyunca evli olsaydım muhtemelen öyle davranırdım.” diye düşündü. “Ama benim mizah anlayışım beni bundan koruyacaktır herhâlde.”
“Nerede oturacağınız belli mi?” diye sordu Diana. Küçük Anne Cordelia’ya eşsiz bir annelik hareketiyle sarıldığı sırada. Bu hareket Anne’in kalbini dile getirilmemiş tatlı hayaller ve ümitlerin iç içe geçtiği bir hisle, yarısı safi mutluluk, yarısı tuhaf ve manevi bir acıyla dolu bir ürpertiyle dolduruyordu.
“Evet. Bugün sana telefon edip çağırdığımda söylemek istediğim şey de buydu. Bu arada artık Avonlea’de telefon olmasına hâlâ alışamadım. Böylesine sevimli ve eski bir yer için akla hayale sığmaz bir yenilik ve modernlik ifade ediyor.”
“Bunun için A.K.G.T.’ye[1 - Avonlea Köy Geliştirme Topluluğu (ç.n.)] teşekkür etmemiz lazım.” dedi Diana. “Bu işe el atıp üstesinden gelmeselerdi, imkânı yok hat çekilmezdi. Hangi ekip olsa bu kadar olumsuzluk sonrası pes ederdi. Ama onlar bu işte sebat ettiler yine de. O topluluğu kurarak Avonlea’ye büyük bir iyilik yaptın Anne. Toplantılarımızda nasıl da eğlenirdik! Mavi belediye binasını ve Judson Parker’ın çitlerine ilaç reklamı koyma dalaveresini unutmak mümkün mü?”
“Telefon mevzusunda A.K.G.T.’ye ne kadar minnettarım bilemiyorum.” dedi Anne. “Bunun çok kullanışlı olduğunu biliyorum. Eski yöntemimiz olan mum ışığından çok daha kullanışlı hatta! Ayrıca Bayan Rachel’ın da söylediği gibi, ‘Avonlea yeniliklere uyum sağlamalı, o kadar!’ Ama ben Bay Harrison’ın da dediği gibi Avonlea’nin ‘modern kullanışsızlıklar’ tarafından bozulmasını istemiyorum. Buranın eski güzel yıllarda olduğu gibi kalmasını isterdim. Bunun aptalca, duygusal ve hatta imkânsız olduğunu biliyorum. Ben de akıllı, pratik ve imkânlı olmalıyım. Telefon, Bay Harrison’ın da hakkını teslim ettiği gibi, lanet olası bir güzellik. En az yarım düzine meraklının muhtemelen hatta olup dinleyeceği bilinse de.”
“En kötüsü de o zaten.” diye iç çekti Diana. “Birini aradığında alıcıların aşağı indiğini duymak çok asap bozucu. Dediklerine göre Bayan Harmon Andrews telefonun mutfağa koyulması konusunda ısrar etmiş ki hem yemeğini yapıp hem de telefon çalar çalmaz dinleyebilsin. Bugün beni aradığında Pyeların evindeki tuhaf saatin tıkırtılarını çok net duydum. Josie ya da Gertie’nin dinlediğinden hiç şüphem yok.”
“Ya… Demek onun için, ‘Green Gables’a yeni saat aldınız değil mi?’ dedin. Ne demek istediğini anlayamamıştım. Sen konuşur konuşmaz ‘çat’ sesi duydum. Sanırım Pyelar telefonu sertçe kapattılar. Neyse, Pyeları boş verelim biz. Bayan Rachel’ın dediği gibi, Pye ailesi böyle geldi, böyle gidecek. Ben daha güzel şeylerden bahsetmek istiyorum. Yeni evimizin nerede olacağı kesinleşti.”
“Öyle mi? Peki nerede? Umarım buraya yakındır.”
“Hayır… Kötü olanı da bu. Gilbert, Four Winds Limanı’nda görev yapacak. Buradan yüz kilometre kadar uzakta.”
“Yüz kilometre mi! Ha yüz kilometre ha bin kilometre.” diye iç çekti Diana. “Artık Charlottetown’dan daha uzağa gidemiyorum.”
“Four Winds’e gelmek zorundasın ama. Adanın en güzel limanı orada. Limanın hemen karşısında Glen St. Mary adında küçük bir köy var ve Doktor David Blythe elli yıldır orada görev yapıyor. Kendisi Gilbert’ın büyük amcası bildiğin üzere. Emekli olacak ve görevini Gilbert’a devredecek. Ama evinden ayrılmayacak yine de. Biz de kendimize kalacak yer bulmak zorundayız. Evin gerçekte nerede olduğunu ve nasıl olduğunu bilmesem de zihnimde dayayıp döşediğim bir hayaller evim var. İspanya’da küçücük, keyifli bir kale.”
“Balayını nerede geçireceksiniz?” diye sordu Diana.
“Hiçbir yerde. Bu kadar korkma sevgili Diana. Bu hâlinle Bayan Harmon Andrews’u andırıyorsun. Kendisi balayına güç yetiremeyenlerin hiçbir yere gitmemeleri gerektiğini söylerdi küçümseyerek. Sonra da bana Jane’in kendi balayını Avrupa’da geçirdiğini hatırlatırdı. Ben balayımı Four Winds’de kendi hayaller evimde geçirmek istiyorum.”
“Peki, nedimen olmaması konusunda kararlı mısın?”
“Nedimem olacak kimse kalmadı ki. Sen, Phil, Priscilla ve Jane evlilik konusunda benden önce davrandınız. Stella da Vancouver’da öğretmenlik yapıyor. Sizin dışınızda, ‘can dostum’ yok ve can dostum olmayan bir nedimeyi düğünümde istemem.”
“Peki ya duvak takacak mısın?” diye sordu Diana endişeyle.
“Evet, tabii ki. Yoksa kendimi gelin gibi hissedemem. Matthew’un beni Green Gables’a getirdiği akşamüstü ona gelin olacağımı zannetmediğimi ve yabancı misyonerlikte görevli biri dışında kimsenin evlenmek istemeyeceği kadar çirkin olduğumu söylemiştim. Yabancı misyonerlik görevlilerinin evlenecekleri kişinin dış görünüşü konusunda fazla titiz olmayacaklarını düşünüyordum, ne de olsa eşlerinin de yamyamlar arasında yaşarken hayatlarını tehlikeye atma ihtimali olacak. Priscilla’nın evlendiği misyonerlik görevlisini görmen lazım. Bir zamanlar evlenme hayalleri kurduğumuz yakışıklı ve esrarengiz adamlara benziyor Diana. Hayatımda gördüğüm en iyi giyimli erkek. Üstelik Priscilla’nın ‘büyüleyici, altın güzelliğine’ şiirler yazıyor. Ama tabii Japonya’da yamyam yok.”
“Neyse, gelinliğin rüya gibi…” diye iç çekti Diana kendinden geçercesine. “Âdeta bir kraliçe gibi görünüyorsun gelinliğini giydiğinde. Upuzun ve incesin. Bu kadar ince olmayı nasıl başarıyorsun Anne? Ben hiç olmadığım kadar şişmanladım. Yakında belim olmayacak.”
“Şişmanlık ya da zayıflık kader meselesi gibi görünüyor.” dedi Anne. “En azından Bayan Harmon Andrews, Summerside’dan döndüğümde bana söylediklerini sana söylememiştir. ‘Yani hiç olmadığın kadar zayıflamışsın Anne.’ demişti. ‘İnce’ kelimesi kulağa romantik gelse de ‘zayıf’ kelimesinin oldukça farklı bir tınısı var.”
“Bayan Harmon senin çeyizin hakkında konuşup duruyor. Jane’inki kadar iyi olduğunu kabul ediyor. Jane bir milyonerle evlenmiş ama sen ‘meteliksiz’ bir genç doktorla evlenecekmişsin.”
Anne güldü.
“Elbiselerim güzel. Ben güzel şeyleri severim. İlk güzel elbisemi hatırlıyorum. Matthew’un okul konseri için aldığı kahverengi elbiseydi. Öncesinde sahip olduğum her şey çok çirkindi. O gece yepyeni bir dünyaya adım atmıştım sanki.”
“O gece Gilbert, ‘Bingen on the Rhine’[2 - 19. Yüzyıl şairi Caroline Norton tarafından 1867 yılında yazılmış bir şiir. (ç.n.)] şiirini okumuştu ve Bir başkası var, kız kardeş değil. kısmını okuduğu sırada sana bakmıştı. Sense pembe kâğıt gülünü cebine koyduğu için öfkeden deliye dönmüştün. O zamanlar bir gün onunla evleneceğin aklının ucundan geçmezdi.”
“Bak işte bu da bir başka kader örneği.” dedi Anne kahkahalarla. Tavan arasından aşağı indiler.

BÖLÜM 2
HAYALLER EVİ
Green Gables’da daha önce hiç olmadığı kadar büyük bir telaş vardı. Marilla bile aşırı bir heyecana kapılmıştı ve hissettiklerini yansıtmaktan kendini alamadı. Bu durum neredeyse doğaüstü bir şeydi.
“Bu evde daha önce hiç düğün olmadı.” dedi Marilla Bayan Rachel Lynde’e hitaben neredeyse özür dilercesine. “Çocukluğumda bir papazın bir ev, doğum, düğün ve ölümle kutsanmadıkça gerçek bir yuva olmaz minvalinde bir şeyler söylediğini hatırlıyorum. Bu evde ölümler oldu. Babam, annem ve Matthew burada vefat ettiler. Hatta doğum bile oldu. Uzun yıllar önce bu eve taşındıktan hemen sonra evli bir işçi adam tutmuştuk bir süreliğine. Karısı burada doğum yapmıştı. Ama hiç düğünümüz olmadı. Anne’in evleneceğini düşünmek çok tuhaf geliyor. Matthew’un on dört yıl önce getirdiği küçük kız çocuğuymuş gibi geliyor bana hâlâ. Büyüdüğünü anlayamıyor gibiyim. Matthew bir kız çocuğu getirdiğinde nasıl hissettiğimi asla unutamam. Yanlışlık olmasa gelecek olan oğlan çocuğuna ne oldu merak ediyorum. Acaba kaderi nasıl şekillendi?”
“Ama güzel bir yanlışlık oldu.” dedi Bayan Rachel Lynde. “Gerçi ne yalan söyleyeyim o akşamüstü Anne’i görmeye geldiğimde yaptıkları sonrasında böyle düşünmemiştim. O zamandan beri çok şey değişti, o kadar.”
Bayan Rachel şöyle bir iç çektikten sonra kendini toparladı. Düğün söz konusu olduğunda Bayan Rachel geçmişi geçmişte bırakmaya hazırdı.
“Anne’e iki pamuk yatak örtüsü vereceğim.” diye sözlerine devam etti. “Tütün yaprağı ve elma yaprağı modelli örtülerden. Bana bu örtülerin yeniden moda olmaya başladığını söylüyor. Moda olsun olmasın misafir odasında elma yaprağı desenli örtü olursa muhteşem olur, o kadar. Renklerini açmak lazım ama. Thomas öldüğünden beri pamuktan torbalarda duruyorlar. Kokuları da çok fenadır şimdi. Ama daha bir ay zamanımız var. Çiy zamanı güneşe sermek mucizeler yaratır.”
Sadece bir ay! Marilla derin bir nefes aldı ve sonra gururla konuşmaya devam etti.
“Tavan arasında sakladığım yarım düzine kadar örgü kilim vereceğim Anne’e. Onları istemez diye düşünüyordum. Ne de olsa modası geçeli çok oldu. Artık herkes dokuma halı istiyor. Ama Anne benden örgü kilimleri istedi. Evini o kilimler dışında bir şeyle kaplamak istemiyormuş. Güzellermiş. Kilimleri en güzel kumaş parçalarını kullanarak örmüştüm. Geçtiğimiz birkaç kış boyunca baya oyaladı beni. Bir de Anne’e bir sürü mavi erik reçeli yapacağım. Reçel büfesinde bir yıl boyunca başkasına yer olmayacak. Mavi erik ağaçları tam üç yıl çiçek açmadı, ben de kessek fena olmaz diye düşünüyordum. Ama geçen yaz bembeyaz açtılar. Daha önce Green Gables’da böylesi erik mahsulü görmemiştim ne yalan söyleyeyim. Çok tuhaf.”
“Neyse, Anne ve Gilbert nihayet evleniyorlar çok şükür. Hep dua etmiştim bunun için.” dedi Bayan Rachel. Dualarının çok işe yaradığından fazlasıyla emindi sanki. “Kingsport’taki adamla evlenmemesi gerçekten de çok iyi oldu. Adamın zenginliğine diyecek yok. Gilbert’sa fakir, en azından şimdilik fakir. Ama Gilbert bu adanın evladı.”
“O Gilbert Blythe.” dedi Marilla mutlulukla. Marilla zihninin hep bir köşesinde olan o düşünceyi, Gilbert’a çocukluğundan beri her baktığında aklına gelen o düşünceyi kelimelere dökmektense ölmeye bin kez razı gelirdi. Uzun zaman önceki o inatçı gururu olmasaydı Gilbert’ın kendi oğlu olabileceği düşüncesiydi bu. Marilla, Gilbert’ın Anne ile evlenecek olmasının bu eski mi eski hatayı düzelteceğini hissediyor gibiydi sanki. Eski acıların kötülüğünden iyilik doğmuştu.
Anne ise o kadar mutluydu ki neredeyse korkuyordu. Eski bir batıl inanca göre tanrılar çok mutlu fânilere bakmayı sevmezlermiş. En azından bazı insanların sevmediği kesindi. Bu fânilerden ikisi, menekşe rengi bir alaca karanlık vaktinde mutluluğuna gölge düşürmek için musallat oldular. Eğer genç Doktor Blythe’la evlenmenin bir ödül olduğunu ya da delikanlının kendisine toy zamanlarında olduğu gibi âşık olduğunu düşünseydi bu duruma çok başka bir yerden bakabilirdi. Ancak bu iki değerli hanım Anne’in düşmanı değildi. Tam tersine Anne’i çok severlerdi ve başka birinin saldırısı olsa kendi canlarındanmış gibi müdafaa ederlerdi. İnsan doğasının tutarlı olmak gibi bir mecburiyeti yok ne de olsa.
Evlenmeden önce Jane Andrews adıyla bilinen Bayan Inglis, -gazetede böyle yazardı- annesi ve Bayan Jasper Bell ile birlikte gelmişti Anne’in ziyaretine. Ama yılların evliliği Jane’in içindeki nezaketi yok etmemişti. Evlilik ona yaramıştı. Bir milyonerle evlendiği hâlde -Bayan Rachel’ın yaklaşımıydı bu- evliliği mutluydu. Zenginlik onu bozmamıştı. Hâlâ o uysal, sevecen, pembe yanaklı Jane’di. Eski dörtlünün bir parçasıydı. Arkadaşının mutluluğuna seviniyor, Anne’in çeyizinin ufak tefek detaylarını keyifle dinliyordu. Sanki ipekler ve mücevher işlemeli güzelliklerle dolu kendi çeyiziyle yarışabilirmiş gibi… Jane zeki değildi. Hayatı boyunca dinlenmeye değer tek bir ilginç söz söylememişti muhtemelen ama insanları incitecek sözler de söylememişti hiç. Bu edilgen bir yetenek olsa da nadir ve imrenilesi bir beceriydi aynı zamanda.
“Demek Gilbert seni bırakmadı.” dedi Bayan Harmon. Ses tonuna şaşkınlık ifadesi yüklemeyi başarmıştı. “Yani Blythelar sözünün eri insanlar. Ne olursa olsun laf ağızdan bir kere çıktıktan sonra ne yapıp edip sözlerini tutuyorlar. Sen yirmi beş yaşındaydın değil mi Anne? Bizim zamanımızda yirmi beş ilk sınırdı. Ama sen pek genç görünüyorsun. Kızıl kafalı insanlar hep genç görünüyorlar.”
“Kızıl saç artık çok moda.” dedi Anne. Her ne kadar gülümsemeye çalışsa da ses tonunda soğukluk vardı. Birçok zorlukla baş etmesini kolaylaştıran bir mizah anlayışı geliştirmeyi başarmış olsa da saçıyla ilgili yorumlara dayanmak onun için hâlâ çok zordu.
“Öyledir… Öyledir…” dedi Bayan Harmon. “Modanın ne tür tuhaflıklar getireceğini kestirmek mümkün değil. Neyse Anne, çeyizin senin konumundaki biri için çok güzel, öyle değil mi Jane? Umarım çok mutlu olursun. En güzel dileklerim seninle. Uzun süren nişanlılıklardan hayır geldiği görülmemiştir pek. Ama senin durumunda yapacak bir şey yoktu.”
“Gilbert bir doktor için pek genç görünüyor. Korkarım insanlar ona çok güvenmeyecekler.” dedi Bayan Jasper Bell kasvetli bir şekilde. Sonra çenesini kapattı. Sanki söylemeyi görev saydığı bir şeyi söyleyip vicdanını rahatlatmış gibi bir havası vardı. Şapkasında tiftik tiftik olmuş siyah bir kuş tüyü vardı. Topuzundan dağılan saçları ensesine dökülüyordu.
Anne’in çeyizine dair duyduğu yüzeysel sevinç geçici olarak gölgelenmişti. Ancak derinlerdeki asıl mutluluğunun bu şekilde hasar alması söz konusu değildi. Bayan Bell ve Bayan Andrews’un iğnelemeleri ise Gilbert geldikten sonra dere kenarındaki huş ağaçlarına doğru gezintiye çıkmalarıyla beraber sona erdi. Anne, Green Gables’a geldiğinde henüz fidan olan bu ağaçlar, alaca karanlığın ve yıldızların masalsı sarayının fil dişi sütunlarını andıran gövdeleriyle uzanıyorlardı gökyüzüne doğru. İki âşık, Anne ve Gilbert, işte bu ağaçların gövdelerinde yeni evleri ve yeni yaşamları hakkında konuşuyorlardı.
“Bize bir yuva buldum Anne.”
“Gerçekten mi? Nerede? Umarım köyün içinde değildir. Bu pek hoşuma gitmezdi.”
“Hayır. Köyde alabileceğimiz ev yoktu. Glen St. Mary ve Four Winds’in deniz feneri arasında, liman kıyısında küçük beyaz bir ev buldum. Pek merkezi değil. Ama telefon aldıktan sonra pek sorun olmaz. Konumu çok güzel. Gün batımı tarafına bakıyor ve önünde masmavi liman var. Kum tepeleri çok uzağında değil. Deniz meltemi üzerlerinden esiyor ve deniz köpükleri üzerlerini hafifçe ıslatıyor.”
“Peki, ev nasıl Gilbert? İlk evimiz nasıl? Neye benziyor?”
“Pek geniş değil. Ama ikimiz için yeterli genişlikte. Aşağı katta şömineli muhteşem bir salon, limana bakan güzel bir yemek odası ve muayenehane olarak kullanacağım küçük bir oda var. Ev yaklaşık altmış yıllık. Four Winds’deki en eski ev. Ama iyi bakılmış ve on beş yıl kadar önce baştan aşağı yenilenmiş. Çatısı elden geçirilmiş, dış cephe yeniden kaplanmış ve zemin yeniden yapılmış. Zaten inşa edildiğinde de çok iyiymiş. Anladığım kadarıyla evin inşasıyla ilgili romantik bir hikâye de var. Ama evi kiraladığım adam bir şey bilmiyor bu konuda.”
“Bu eski hikâyeyi anlatabilecek tek kişi Kaptan Jim’miş duyduğuma göre.”
“Kaptan Jim kim peki?”
“Four Winds’deki deniz fenerinin bekçisi. Four Winds’in deniz fenerini çok seveceksin Anne. Dönen fenerlerden ve alaca karanlık vakti geldiğinde muhteşem bir yıldız misali parlıyor. Işığını oturma odamızdan ve ön kapımızdan görebileceğiz.”
“Ev kime ait?”
“Ev, Glen St. Mary Presbiteryen Kilisesi’nin mülkü. Ben mütevellilerden kiraladım. Ama yakın zamana kadar Bayan Elizabeth Russell isimli çok yaşlı bir kadına aitmiş. Geçen bahar vefat etmiş. Yakın akrabası olmadığı için de evini St. Glen Mary Kilisesi’ne bağışlamış. Mobilyaları hâlâ evin içindeydi, ben de çoğunu satın aldım. Hem de çok az parayla çünkü mütevelliler ne yapıp edip eşyaları satmak istiyorlardı. Glen St. Mary sakinleri lüks brokarları, aynalı ve süslü konsolları tercih ediyorlar anladığım kadarıyla. Ama Bayan Russell’ın mobilyaları çok iyi. Senin de beğeneceğine eminim Anne.”
“Hiç yoktan iyidir.” dedi Anne kafasını onay anlamında sallarken. Yine de tedbiri elden bırakmıyor gibiydi. “Ama insanlar sadece mobilyalarla yaşamazlar. Çok önemli bir şeyden bahsetmeyi ihmal ettin. Bu evin etrafında ağaçlar var mı?”
“Hem de sürüsüne bereket! Arkasında kocaman çam korusu, giriş yolunda iki sıra karakavak ağacı, bahçenin etrafını çevreleyen beyaz huş ağaçları var. Ön kapımız hemen bahçeye açılıyor ama bir giriş daha var. İki çamın arasında duran küçük bir kapı var. Menteşe ve kapı kolu bu iki ağacın gövdelerine iliştirilmiş. Ağaçların dalları yukarıda kemer oluşturuyor.”
“İşte buna çok sevindim! Ağaçların olmadığı bir yerde yaşayamam. İçimdeki bir şey ölüverir yoksa. Pekâlâ, artık etrafta bir yerlerde küçük bir dere olup olmadığını sormaya lüzum yok. Bu kadarını beklemek fazla.”
“Ama dere var. Üstelik bahçenin bir köşesinden geçiyor.”
“O zaman…” dedi Anne, hâlinden memnun derin bir iç çekişle. “Bulduğun bu ev hayaller evimden başkası değil.” dedi.

BÖLÜM 3
HAYALLER DİYARI
“Düğüne kimleri çağıracağınıza karar verdiniz mi Anne?” diye sordu Bayan Rachel Lynde. Bir yandan da harıl harıl mendil kenarlarını işliyordu. “Davetiyeleri yollamanın zamanı geldi. Resmi davetiye olmasa bile.”
“Çok kişi çağırmayı düşünmüyorum.” dedi Anne. “Sadece en çok sevdiğimiz insanlar şahit olsunlar istiyoruz düğünümüze. Gilbert’ın ailesi, Bay ve Bayan Allan ile Bay ve Bayan Harrison olacak.”
“Bay Harrison’ı arkadaş bile saymadığın zamanlar olmuştu.” dedi Marilla soğuk bir şekilde.
“Yani, ilk görüşmemizde kendisine pek de kanım ısınmamıştı.” diyerek Marilla’yı onayladı Anne. Bu hatırası kahkaha atmasına sebep oldu. “Ama Bay Harrison’ı tanıdıkça sevdim. Bayan Harrison ise dünya tatlısı bir insan. Tabii bir de Bayan Lavendar ve Paul var.”
“Bu yaz adaya gelmeye karar verdiler mi? Avrupa’ya gideceklerini sanıyordum.”
“Evleneceğimi yazınca fikir değiştirdiler. Bugün Paul’dan bir mektup aldım. Düğünüme gelmek zorundaymış, Avrupa’ya ne olacağı umurunda bile değilmiş.”
“O çocuk sana hep tapardı.” dedi Bayan Rachel.
“O ‘çocuk’ artık on dokuz yaşında bir delikanlı Bayan Lynde.”
“Zaman nasıl da akıp geçiyor!” Bayan Lynde’in zekice ve ona özgü cevabıydı.
“Dördüncü Charlotta da onlarla gelebilirmiş. Kocası izin verirse geleceğini haber etmiş Paul’a. O kocaman mavi kurdeleleri hâlâ takıyor mu merak ediyorum. Acaba kocası ona Charlotta mı yoksa Leonara mı diye hitap ediyor? Charlotta’nın düğünümde olmasını çok isterim. Uzun zaman önce Charlotta’yla beraber bir düğüne katılmışlığımız var. Gelecek hafta Echo Lodge’da olmayı planlıyorlar. Sonra Phil ve Papaz Jo…”
“Bir papaz hakkında bu şekilde konuşman hoş değil Anne.” dedi Bayan Rachel sertçe.
“Karısı ona bu şekilde hitap ediyor.”
“Kutsal bir makama daha çok saygı duyması gerekir onun da.” diyerek sertçe çıkıştı Bayan Rachel.
“Ben senin papazları sert bir şekilde eleştirdiğini duydum ama.” diyerek şaka yaptı Anne.
“Evet ama ben bunu saygıyla yapıyorum.” diyerek itiraz etti Bayan Lynde. “Benim bir papaza takma ad taktığımı duymamışsındır hiç.”
Anne gülmemek için kendini tuttu.
“Neyse, Diana, Fred, Küçük Fred ve Küçük Anne Cordelia ve Jane Andrews da gelecek. Keşke Bayan Stacey, Jamesine Teyze, Priscilla ve Stella da gelebilselerdi düğüne. Ama Stella Vancouver’da, Pris Japonya’da, Bayan Stacey evlenip Kaliforniya’ya yerleşti. Jamesine Teyze ise her ne kadar yılanlardan korksa da kızının görev yerini görmek için Hindistan’a gitti. İnsanların bu şekilde dünyanın dört bir tarafına dağılmış olması gerçekten de korkunç.”
“Tanrı’nın dileği bu değildi, o kadar.” dedi Bayan Rachel yetkin bir havayla. “Bizim zamanımızda insanlar doğdukları yerde ya da yakınlarda büyür, evlenir ve yerleşirlerdi. Şükürler olsun ki sen adaya bağlı kaldın Anne. Gilbert mezun olunca dünyanın bir ucuna gitmek isteyip seni de peşinden sürükler diye korkuyordum.”
“Eğer herkes doğduğu yerde kalsaydı, her yer insanla dolup taşardı Bayan Lynde.”
“Seninle tartışmayacağım Anne. Ne de olsa üniversite mezunu değilim ben. Düğün töreni hangi gün yapılacak?”
“Öğlen ya da öğleden sonra diye karar aldık. Böylece Glen St. Mary’e giden akşam trenine yetişebileceğiz.”
“Peki, salonda mı evleneceksiniz?”
“Yağmur yağmadığı müddetçe hayır. Bostanda, masmavi gökyüzü yukarıda uzanırken ve güneş etrafımızı ışıl ışıl aydınlatıyorken evlenmek istiyoruz. Eğer elimden gelse nerede ve nasıl evlenmek isterdim biliyor musun? Şafak vaktinde, bir haziran gününün şafağında. Güneş tüm görkemiyle yükselirken ve güller tomurcuklanırken, Gilbert’la buluşup kayın korusunun tam ortasına giderdik. Yemyeşil dalların meydana getirdiği kemer muhteşem bir katedral gibi olurdu ve biz orada evlenirdik.”
Marilla ayıplarcasına burun kıvırdı. Bayan Lynde şoka girmişti sanki.
“Ama bu çok tuhaf olurdu Anne. Ayrıca pek de yasal gibi görünmüyor. Hem Bayan Harmon Andrews ne der sonra?”
“Bu da bir dert işte.” diyerek iç çekti Anne. “Bayan Harmon Andrews ne der korkusuyla yapamadığımız bir sürü şey var hayatta. ‘Bu doğru, bu kötü, bu iyi, bu yanlış.’ Eğer Bayan Harmon Andrews olmasaydı ne kadar güzel şeyler yapabilirdik kim bilir.”
“Öyle zamanlar oluyor ki seni hiç anlayamıyorum Anne.” diye şikâyet etti Bayan Lynde.
“Anne hep bir romantikti, biliyorsun.” dedi Marilla özür dilercesine.
“Ne diyeyim, evlilik hayatı buna deva olacaktır.” dedi Bayan Rachel teselli edercesine.
Anne güldü ve Gilbert’la karşılaştığı Âşık Yolu’na kaçtı. İkisi de evlilik hayatının romantizme deva olacağı endişesini ya da temennisini taşıyor gibi görünmüyorlardı.
Echo Lodge ahalisi bir sonraki hafta geri döndü ve Green Gables onları görmenin getirdiği keyifle cıvıldadı. Bayan Lavendar, adayı en son üç yıl önce ziyaret etmişti ve o zamandan bu zamana çok da değişmemişti. Ancak Anne, Paul’un geçirdiği değişim karşısında hayretler içinde kaldı. 1.80’lik bu delikanlı Avonlea’de öğretmenlik yaptığı Paul olabilir miydi?
“Bana kendimi gerçekten yaşlı hissettiriyorsun Paul.” dedi Anne. “Sana bakarken başımı kaldırmak zorunda kalıyorum!”
“Siz asla yaşlanmazsınız öğretmenim.” dedi Paul. “Gençlik Çeşmesi’ni bulup kana kana içmiş az sayıda insandan birisiniz. Siz ve Lavendar Anne. Baksanıza! Evlendikten sonra size Bayan Blythe diye hitap etmeyeceğim. Siz benim için hep ‘öğretmenim’ olacaksınız. Öğrendiğim en güzel derslerin öğretmeni… Size bir şey göstermek istiyorum.”
Gösterdiği şey, küçük bir defter dolusu şiirdi. Paul güzel hülyalarının bir kısmını dizelere dökmüştü ve dergi editörleri bazen o kadar kıymet bilmez olmuyorlardı. Anne, Paul’un şiirlerini keyifle okudu. Şiirler büyüleyiciydi ve gelecek vaat ediyordu.
“Bir gün ünlü olacaksın Paul. Hep ünlü bir öğrencim olmasını hayal etmişimdir. Bir üniversite rektörü olacağını düşünürdüm ünlü öğrencimin. Ama şair bundan çok daha iyi. Bir gün meşhur Paul Irving’e şaplak atmış olmakla övüneceğim. Ama seni hiç dövmedim ben. Değil mi Paul? Nasıl da büyük bir fırsatı kaçırmışım öyle! Ama sanırım sana teneffüs cezası vermiştim.”
“Siz de bir gün ünlü olabilirsiniz öğretmenim. Geçtiğimiz üç yılda sizin çok çalışmanızı gördüm.”
“Hayır. Ben ne yapabileceğimi biliyorum. Ben çocukların sevdiği, editörlerin teşekkür parası yolladığı ufak tefek masalsı, güzel hikâyeler yazabiliyorum. Ama büyük şeyler yapamam. Bu dünyada sonsuzluğu, senin hatıratının bir parçasında yer alarak elde edebilirim ancak.”
Dördüncü Charlotta mavi kurdeleleri artık takmıyordu. Ancak çilleri her zamanki gibi belirgindi.
“Ben bir Yanki’yle evleneceğime hiç ihtimal vermezdim Bayan Shirley Hanımım.” dedi. “Ama kaderde ne olduğunu bilmek imkânsız, kabahat benim değil. O da o şekilde yaratılmış.”
“Sen de bir Yanki’sin Charlotta, ne de olsa onlardan biriyle evlendin.”
“Ben değilim Bayan Shirley! Bir düzine Yanki’yle evlensem de olmam! Tom iyi sayılır. Ayrıca başka bir şans yakalayamam diye çok da seçici olmamam gerektiğini düşündüm. Tom içmiyor ve öğünler arası çalışmak zorunda olduğunda homurdanmıyor. En nihayetinde hâlimden memnunum Bayan Shirley Hanımım.”
“Sana Leonara diye mi hitap ediyor?” diye sordu Anne.
“Aman Tanrı’m. Hayır, Bayan Shirley. Eğer beni öyle çağırsaydı kimden bahsettiğini bilemezdim. Tabii ki evlenirken, ‘Seninle evlenmeyi kabul ediyorum Leonora.’ dedi. Ama bunu söylerken kastettiği kişi ben değilimdir de aslında hiç evlenmemişimdir diye ölüp ölüp diriliyorum Bayan Shirley Hanımım. Demek siz de evleniyorsunuz Bayan Shirley Hanımım. Ben sizin hep bir doktorla evleneceğinizi düşünmüşümdür. Çocuklar kızamığa yakalandığında ya da soğuk aldığında çok işinize yarar. Tom duvar ustası sadece ama huyu suyu iyi. ‘Tom, Bayan Shirley’nin düğününe gidebilir miyim? Her türlü gideceğim zaten ama senin rızanı almak istiyorum.’ dediğimde, ‘Sana ne uygunsa öyle yap Charlotta, sen de bana uyuyorsun.” dedi. Böyle bir kocamın olması çok iyi Bayan Shirley Hanımım.”
Philippa ve Papaz Jo düğünden bir gün önce Green Gables’a geldiler. Anne ve Phil birbirlerini coşkuyla karşıladıktan sonra sakin, rahat, güven dolu bir sohbete dalıp ne var ne yok konuştular.
“Kraliçe Anne, hiç olmadığı kadar kraliçesin bakıyorum. Bebeklerden sonra aşırı zayıfladım. Eskiden olduğumun yarısı kadar bile güzel değilim ama sanırım Jo beni bu hâlimle beğeniyor. Aramızda büyük zıtlıklar yok senin anlayacağın. Senin Gilbert’la evlenmense muhteşem bir şey. Roy Gardner’la olmazdı. Bunu şimdi çok iyi anlayabiliyorum. Her ne kadar Roy’la ayrılman beni o zamanlar büyük hayal kırıklığına uğratsa da. Roy’a çok kötü davrandığını biliyorsun değil mi Anne?”
“Anladığım kadarıyla kendini toparlamış.” diyerek gülümsedi Anne.
“Öyle öyle. Evlendi. Karısı da dünya tatlısı bir kızcağız ve birlikte çok mutlular. Jo ve İncil’e göre her şey yoluna girer. İkisi de oldukça yetkinler bildiğin üzere.”
“Alec ve Alonzo ne âlemde? Evlendiler mi?”
“Alec evlendi ama Alonzo evlenmedi. Seninle konuşunca Patty’nin Yeri’ndeki güzel günlerimiz aklıma geldi Anne! Nasıl da eğlenirdik!”
“Yakın zamanda Patty’nin Yeri’ne uğradın mı hiç?”
“Evet, sık sık gidiyorum. Bayan Patty ve Bayan Maria hâlâ şöminenin yanına oturup örgü örüyorlar. Aklıma gelmişken, sana düğün hediyesi yolladılar. Bil bakalım ne?”
“Asla tahmin edemem. Evleneceğimi nereden öğrendiler?”
“Ben anlattım. Geçen hafta oradaydım. Çok ilgilendiler. İki gün önce Bayan Patty kendisine uğramamı rica ettiği bir not yolladı. Sonra da hediyesini sana getirmemi istedi. Patty’nin yerinden en çok ne isterdin Anne?”
“Bayan Patty bana porselen köpeklerini mi yolladı yoksa?”
“Tam üstüne bastın. Şu anda sandığımın içindeler. Sana da bir mektup getirdim. Bir saniye bekle de getireyim.”
“Sevgili Bayan Shirley…” yazmıştı Bayan Patty. “Maria ve ben yakında evleneceğinizi duyduk. Size en iyi dileklerimizi yolluyoruz. Maria ve ben hiç evlenmedik ama başka insanların evlenmelerine karşı değiliz. Porselen köpekleri size yolluyoruz. Onları çok sevdiğiniz için vasiyetimde size miras bırakmayı düşünüyordum. Ama Maria ile birlikte uzun süre daha yaşamaya kararlıyız ve siz hâlâ gençken köpekleri size vermek istiyoruz. Gog’un sağ tarafa, Magog’un sol tarafa baktığını unutmayınız.”
“O eski köpeklerin hayaller evimin şöminesinin hemen yanında oturduğunu düşünüyorum da…” dedi Anne kendinden geçercesine. “Bu kadar güzel bir şey beklemiyordum.”
O akşam Green Gables’ı ertesi günün telaşı sardı. Ama Anne, alaca karanlıkta sıvışmayı başardı. Genç kızlığının son gününde ziyaret etmesi gereken bir yer vardı ve bunu tek başına yapmalıydı. Matthew’un mezarına gitti. Matthew ebedî uykusuna kavakların gölgelediği Avonlea mezarlığında yatmıştı. Eski hatıralar ve ölümsüz sevgilerle dolu bir buluşma oldu.
“Eğer Matthew burada olsaydı kim bilir ne kadar mutlu olurdu.” diye fısıldadı. “Ama sanırım biliyor ve mutlu oluyor. Başka bir yerlerde sadece. ‘Ölülerimiz biz onları unutmadan ölmüş sayılmazlar.’ diye bir şey okumuştum. Matthew benim için asla ölmeyecek çünkü onu asla unutmayacağım.”
Yanında getirdiği çiçekleri Matthew’un mezarına bıraktı ve uzun yamaçtan aşağı doğru yavaş yavaş yürümeye başladı. Hoş gölgeler ve ışıklarla dolu tatlı bir akşamdı. Batı taraflarında, kızıl ve kehribar tonlarında bulutlar vardı, elma yeşili gökyüzü şerit şerit aralarından geçiyordu. Deniz, alaca karanlık güneşinin ışığıyla parlıyordu ve dalgaların bitmez tükenmez sesleri geliyordu. Kırsalın güzel sessizliği ve uzun zamandır tanıyıp sevdiği ağaçlar çevrelemişti etrafını.
Anne, Blytheların bahçe kapısından geçerken “Tarih tekerrürden ibarettir.” diyen Gilbert, nişanlısına eşlik etti. “Bu yamaçtan ilk kez yürüdüğümüz zamanı hatırlıyor musun Anne? Yani ilk beraber yürüyüşümüzü?”
“Alaca karanlık vaktinde Matthew’un mezarından eve dönüyordum. Sen dış kapıdan çıktın ve ben gururumu bir kenara bırakıp seninle konuştum.”
“Ve bana cennetin kapılarını açtın.” diye devam etti Gilbert. “O andan sonra yarını dört gözle bekledim hep. O gece seni evine bırakıp eve döndüğümde dünyadaki en mutlu kişiydim. Sen beni affetmiştin.”
“Sanırım asıl affetmesi gereken sendin. Ben çok nankör bir haylazdım. Hele de gölette hayatımı kurtardıktan sonra. O mecburiyetten ilk başlarda nasıl da tiksinmiştim hâlbuki! Ben bu mutluluğu hak etmiyorum.”
Gilbert güldü ve nişan yüzüğünü takan çocuksu eli sıkıca tuttu. Anne’in nişan yüzüğü incilerle çevrelenmişti. Elmas yüzük takmayı reddediyordu.
“Elmasların hayal ettiğim gibi mor renkli olmadıklarını öğrendiğimden beri elmas sevmiyorum. Bana hep uğradığım hayal kırıklığını hatırlatacaklar.”
“Ama eski bir efsaneye göre inciler gözyaşları içindir.” diyerek itiraz etti Gilbert.
“Ben bundan korkmuyorum. Ayrıca gözyaşları hüzün kadar mutluluk ifadesi de olabilirler. Hayatımdaki en mutlu anlarımda gözlerim yaşlarla doluydu hep: Marilla Green Gables’da kalabileceğimi söylediğinde, Matthew bana ilk güzel elbisemi hediye ettiğinde, senin ateşi atlattığını duyduğumda gözlerimde yaşlar vardı. Sen de nişan yüzüğü olarak inci vermiş oldun. Ben de hayatın hüznünü de neşesiyle birlikte kabul etmeye seve seve razıyım.”
Ancak o gece âşıklar sadece neşeyi düşündüler ve hüzün akıllarının ucundan bile geçmedi. Çünkü yarın düğün günleriydi ve hayallerin evi Four Winds Limanı’nın menekşe rengi puslu kıyılarında onları bekliyordu.

BÖLÜM 4
GREEN GABLES’IN İLK GELİNİ
Anne düğün sabahı uyandığında odasının penceresinden güneşin göz kırptığını ve Eylül esintisinin perdelerini hareketlendirdiğini gördü.
“Güneşin üzerimde parlayacak olması beni mutlu ediyor.” diye düşündü sevinçle.
Anne, veranda üzerindeki küçük odasında uyandığı ilk günü hatırladı. Güneş ışığı, Kar Kraliçesi’nin tomurcukları arasından süzülerek içeri vuruyordu. O sabah mutlu bir sabah değildi çünkü bir önceki gecenin burukluğunu da yanında getirmişti. Ama küçük odası, o zamandan beri birçok çocukluk hayali ve genç kızlık düşleriyle kutsanmıştı. Evden ayrı kaldığı zamanlarda odasına her dönüşü coşkulu bir kutlama anıydı. Gilbert’ın öleceğini sandığı gece pencere kenarında acıyla diz çöküp beklemişti. Nişan gecesi o pencerenin kenarında büyük bir mutlulukla oturmuştu. Bazen neşeden bazen de hüzünden uyuyamadığı gecelerde hep o odadaydı ve o sabah sonsuza kadar ayrılmak zorunda kalacaktı odasından. Artık odası onun olmayacaktı. Anne evlenince odası on beş yaşındaki Dora’nın olacaktı. Anne de başka türlüsünü istemezdi zaten. Çünkü oda Anne’in çocukluk ve genç kızlık anılarıyla kutsanmış bir odaydı. Hayatında o gün itibariyle kapanacak bir sayfaya aitti. Artık evlilik sayfasını açıyordu.
O gün Green Gables hem neşeli hem de meşgul bir yerdi. Diana, küçük Fred ve minik Anne Cordelia ile beraber erkenden gelmişti yardım etmek için. Green Gables ikizleri Davy ve Dora, çocukları bahçeye kaçırmışlardı.
“Anne Cordelia’nın elbisesini kirletmesine izin vermeyin.” diye uyardı Diana endişeyle.
“Çocuklarını Dora’ya gözü kapalı emanet edebilirsin.” dedi Marilla. “Dora tanıdığım birçok anneden daha aklı başında ve dikkatli. Bazı konularda olağanüstü. Yetiştirdiğim diğer vurdumduymazın aksine…”
Marilla, vurdumduymazları daha çok sevdiğini düşündürürcesine Anne’e gülümsedi.
Bayan Rachel, çocuklar uzaklaşınca, “İkizler çok iyiler.” dedi. “Dora çok anaç ve yardımcı. Davy ise aklı başında bir delikanlı olmaya başladı. Eskiden olduğu gibi ele avuca sığmaz bir haylaz değil.”
“Buraya geldiği ilk altı ay boyunca o kadar yoğundum ki böylesini daha önce hiç yaşamadım.” dedi Marilla. “Ama sonrasında ona alıştım sanırım. Bugünlerde çiftçiliğe iyice merak saldı ve gelecek yıl çiftliği yönetmesine izin vermemi istiyor. Herhâlde ona emanet ederim diye düşünüyorum çünkü Bay Barry artık çiftliği kiralamak istemiyor. Yeni düzenlemeler yapmamız lazım.”
“Neyse, düğünün için gerçekten de çok güzel bir gün.” dedi Diana. İpek elbisesinin üzerine kocaman bir önlük taktığı sırada. “Eaton’s’dan sipariş etsen bu kadar güzel olmazdı herhâlde.”
“Gerçekten de Eaton’s denilen yere adadan çok para gidiyor.” dedi Bayan Lynde öfkeyle. Çok şubeli dükkânlara dair keskin fikirleri vardı ve fırsatını buldukça rahatsızlığını dile getirmekten geri kalmazdı. “Hele bir de katalogları yok mu… Avonlea kızları kutsal kitap niyetine o katalogları okuyacak neredeyse. Pazar günleri İncil okumak yerine kataloğa gömüyorlar kafalarını.”
“Ama çocukları iyi oyalıyor.” dedi Diana. “Fred ve Anne Cordelia gelip gidip katalogdaki resimlere bakıyorlar.”
“Ben Eaton’s kataloğu olmadan on çocuk oyaladım.” dedi Bayan Rachel sertçe.
“Hadi ama Eaton’s kataloğu yüzünden kavga etmeyin şimdi.” dedi Anne neşeyle. “Bu benim en güzel günüm biliyorsunuz. Ben çok mutluyum ve herkesin de mutlu olmasını istiyorum.”
“Umarım mutluluğun daim olur yavrum.” diye iç çekti Bayan Rachel. Bu temennisinde gerçekten samimiydi ve gerçekleşeceğinden şüphesi yoktu. Ama mutluluğu göstere göstere yaşamanın kadere meydan okumak olacağını düşündüğü için korkuyordu. Anne’in kendi iyiliği için biraz durulması lazımdı.
Ne var ki o eylül gününde, ev dokuması eski kilimlerle kaplı merdivenlerden mutlu ve güzel bir gelin iniyordu. Green Gables’ın ilk gelini… Narin ve ışıl ışıldı. Yüzünde duvağı, kollarında güller vardı. Aşağıda, salonda bekleyen Gilbert hayran gözlerle seyretti müstakbel eşini. Anne nihayet Gilbert’la birlikteydi. Uzun süre peşinden koştuktan sonra evleniyorlardı sonunda. Gilbert ona layık olup olmadığını düşündü. Acaba onu yeterince mutlu edebilecek miydi? Başarısız olmaktan, ona layık bir eş olamamaktan endişelendi. Ancak Anne’in elini tutup da göz göze geldikleri sırada zihnindeki tüm kuşkular yok oldu ve yerini mutluluğa bıraktı. Onlar birbirlerine aittiler. Hayatın getirecekleri ne olursa olsun bu değişmeyecekti. Mutlulukları birbirlerine bağlıydı ve hiçbir şeyden korkmuyorlardı.
Eski bostanda, güneş ışıl ışıl parıldarken evlendiler. Uzun zamandır hayatlarında olan çok sevdikleri dostlarının sevimli yüzleri sarmıştı etraflarını. Nikâhı Bay Allan kıydı ve Papaz Jo, Bayan Rachel Lynde’in “duyduğu en güzel düğün duası” ilan ettiği duayı okudu. Eylül geldiğinde kuşlar şarkılarını söylemeyi bırakırlar genelde ancak kuytu bir dala saklanmış bir kuş Gilbert ve Anne ölümsüz yeminlerini ederlerken cıvıldamaya başladı. Bu şarkı Anne’in tatlı bir ürpertiye kapılmasına sebep oldu. Gilbert ise dünyadaki tüm kuşların onlar için şakımaya başlamaları gerektiğini düşündü. Paul o kuşun ötüşüyle ilgili bir şiir yazdı ve yayımlanan ilk şiir kitabının en sevilen şiirlerinden biri oldu. Dördüncü Charlotta ise bu kuşun şarkısının çok sevdiği Bayan Shirley’e iyi şans getireceğini düşündü. Kuş, törenin sonuna kadar şakımaya devam etti. Şarkısını titrek ve heyecanlı bir şakımayla sonlandırdı. Gri-yeşil eski evin bostanı daha neşeli, daha sevinçli bir gün hiç yaşamamıştı. En eskilerden beri süregelen düğün şakaları Anne’le Gilbert’ın düğününde yepyeni gibiydi ve hiç olmadıkları kadar neşeye sebep oluyorlardı. Kahkahadan ve şamatadan geçilmiyordu. Yeni evliler Carmody trenini yakalamak üzere ayrıldıklarında ikizler pirinçleri ve eski ayakkabıları hazır etmişlerdi. Dördüncü Charlotta ve Bay Harrison fırlatma işini hakkıyla yerine getirdi. Marilla, düğün arabası altın başakların etrafını süslediği yoldan uzaklaşırken bahçe kapısında öylece bakakaldı. Anne arkasını döndü ve son kez el salladı. Artık gitmişti. Green Gables artık Anne’in evi değildi. Marilla, Anne’in tam on dört yıl boyunca, yokluğunda bile ışık ve hayatla doldurduğu eve döndüğünde yüzü solgundu ve hiç olmadığı kadar yaşlıydı.
Ancak Diana, küçük çocukları, Echo Lodge ahalisi ve Allanlar iki yaşlı kadına bu ilk yalnızlık akşamlarında yardım etmek üzere kaldılar. Keyifli ve sakin bir akşam yemeği yediler. Masanın etrafında oturup düğün gününe dair ufak tefek detaylardan bahsettiler. Onlar otururlarken Anne ve Gilbert, Glen St. Mary treninden iniyorlardı.

BÖLÜM 5
EVE GELİŞ
Doktor David Blythe, onları karşılamak için at arabası yollamıştı ve arabayı süren afacan, anlayışlı bir sırıtmayla arabayı onlara bıraktı. Yeni evliler, o güzel akşamda yeni evlerine baş başa gitmenin keyfini çıkardılar.
Köyün arkasındaki yamaçtan arabayla indikleri sırada Anne, gördüğü güzel manzarayı bir daha hiç unutmadı. Yeni evi hâlâ görünürlerde değildi ancak Four Winds Limanı gül ve gümüş rengiyle ışıl ışıl parlayan bir ayna gibiydi sanki. Anne, bir tarafında kum tepeleri, diğer tarafında yüksek, dik, kasvetli kızıl kum taşları olan girişi görebiliyordu. Kum tepelerinin ötesinde, sakin ve pürüzsüz deniz düşlere dalmıştı. Kum tepelerinin liman kıyısıyla buluştuğu koya yuvalanmış küçük balıkçı köyü hafif pusta opal taşı gibi görünüyordu. Üzerlerindeki gökyüzü alaca karanlığın döküldüğü mücevherlerle donatılmış bir kadeh gibiydi. Denizin serinliği havayı biraz soğutmuştu ve deniz tüm manzaraya hükmediyordu. Loş renkli yelkenliler köknarlarla kaplı liman sahillerinden ötelere süzülüyorlardı. Bir kilise kulesinden çan sesleri geliyordu. Yumuşacık, hülyalı bir sesti bu. Çanın zarif melodisi dalgaların sesiyle harmanlanıp süzülüyordu. Kayalıkların üzerindeki devasa deniz feneri, berrak kuzey göğünün üzerine yansıtıyordu altın rengi sıcacık ışığını. Titrek bir yıldız gibiydi âdeta… Uzaklardan geçen buharlı geminin dumanı ufuk çizgisinde kırışık bir kurdele misali uzanıyordu.
“Ah ne kadar da güzel, çok güzel…” diye söylendi Anne. “Four Winds’i çok seveceğim Gilbert. Evimiz nerede?”
“Henüz görünürlerde değil. Şu küçük koydaki huş ağaçları evi gizliyor. Glen St. Mary’e üç, deniz fenerine bir buçuk kilometre mesafede. Çok komşumuz olmayacak Anne. Evimizin yakınlarında sadece bir ev var ve ben orada kim yaşıyor bilmiyorum. Ben evde olmadığımda yalnız kalır mısın?”
“Deniz feneri ve güzellik bana yarenlik ettiği müddetçe yalnız kalmam. O evde kim yaşıyor Gilbert?”
“Bilmiyorum. Ama ev sakinleri kafa dengi olabilecek gibi görünmüyorlar, değil mi?”
Ev kocamandı ve zengin bir görünüşe sahipti. Öylesine canlı bir yeşile boyanmıştı ki manzarayı solgun gösteriyordu. Arkasında bir bostan, önünde ise bakımlı bir çimenlik alan vardı. Ama her nasılsa bir eksiklik var gibiydi. Bu durumun sebebi her şeyin aşırı düzenli olması olabilirdi. Tüm yapı, ev, ahırlar, bostan, bahçe, çimenlik ve giriş yolu aşırı düzgündü.
“Bu renk boyayı tercih eden birinin kafa dengi olması pek olası değil.” diyerek Gilbert’ın tahminini onayladı Anne. “Tabii bizim belediye binasını yanlışlıkla maviye boyadığımız gibi bir yanlışlık olmadıysa. Orada çocuk olmadığından eminim. Tory Caddesi’ndeki evden çok daha düzenli görünüyor ve ben oradan daha düzenli bir yer olabileceğine ihtimal vermezdim.”
Sahile paralel uzanan nemli, kırmızı yolda hiç kimseyle karşılaşmadılar. Ancak evlerini gizleyen huş ağaçlarına henüz ulaştıklarında Anne, sağ taraftaki kadifemsi yeşil yamacın tepesinde kar beyazı kazları gezdiren bir kız gördü. Tepenin etrafına yer yer çam ağaçları serpilmişti. Bu ağaçların arasından ekin tarlalarını, altın rengi kum tepelerini ve denizi kısmen görmek mümkün oluyordu. Uzun boylu bir kızdı ve solgun mavi desenli bir elbise giyiyordu. Yürüyüşünde bir esneklik vardı, duruşu ise dimdikti. Kız ve kazları, Anne ve Gilbert geçtiği sırada tepenin aşağı kısmındaki kapıdan çıkıyorlardı. Kız kapının kilidine elini koymuş vaziyette ayakta beklerken gözlerini onlardan ayırmıyordu. Bakışlarında hafif bir ilgi olsa da merak yoktu. Anne, kısa bir an için bu bakışlarda örtülü bir düşmanlık ifadesi görür gibi oldu. Ancak Anne’in dikkatini asıl çeken kızın güzelliğiydi. Nerede olsa ilgi çekecek türden aşırı belirgin bir güzellikti bu. Kız şapka takmasa da olgun başak renginde saçlarının ağır örgülerini taç misali başının etrafında çevrelemişti. Gözleri maviydi ve yıldızları andırıyordu. Sade desenli elbise içindeki vücudu görkemliydi ve dudakları kemerine taktığı kan kırmızısı gelincikler kadar kızıldı.
“Gilbert, az önce yanından geçtiğimiz kız kimdi?” diye sordu Anne alçak sesle.
“Ben kız falan görmedim.” dedi gözlerini eşinden ayıramayan Gilbert.
“Şuradaki dış kapının yanında duruyordu. Dönüp bakma şimdi. Hâlâ bizi izliyor. Ben böylesine güzel bir yüzü daha önce hiç görmedim.”
“Ben buradayken güzel bir kız gördüğümü hatırlamıyorum. Glen taraflarında eli yüzü düzgün kızlar var ama ben onlara güzel demezdim.”
“Bu kız güzel. Onu görmedin demek ki. Görseydin hatırlardın. Onu kimse unutamaz. Ben böylesine güzel bir yüzü sadece resimlerde gördüm. Hele saçları! Browning’in ‘altın sicim’ ve ‘görkemli yılan’ çalışmalarını düşündürdü bana.”
“Muhtemelen Four Winds’in misafirlerinden biridir. Limanın karşısındaki büyük yaz otelinde kalan biridir herhâlde.”
“Beyaz bir önlük giyiyordu ve kazları otlatıyordu.”
“Bunu eğlencesine yapıyor olabilir. Baksana Anne, evimiz orada.”
Anne eve bakınca kızın muhteşem ve haşin gözlerini bir an için unuttu. Ev ilk bakışta hem göze hem de ruha hitap ediyordu. Liman kıyılarına serpilmiş krem rengi deniz kabuklarına benziyordu. Giriş yolunun kenarlarını süsleyen upuzun karakavakların heybetli ve mor silüetleri oldukça belirgindi. Karakavakların arkasındaysa bahçeyi denizin hevesli rüzgârlarından koruyan köknar korusu vardı. Rüzgârlar burada, dinleyene musallat olan tuhaf müzikler çalıyorlardı. Bu koru, tıpkı diğer korular gibi sayısız gizem barındırıyordu sanki. Bu gizemler, sadece içine dalıp da sakince dinlendiğinde keşfedilebilirdi. Koyu yeşil kocaman kollar bu sırları sımsıkı sararak dışarıdaki meraklı gözlerden koruyorlardı.
Gece rüzgârları ötelerden vahşi danslarına başlamışlardı. Anne ve Gilbert, kavakların çevrelediği yoldan evlerine doğru ilerlediklerinde limanın karşısındaki küçük balıkçı köyü ışıldamaya başlamıştı. Küçük evin kapısı açıldı ve şömine ateşinin sıcak ışığı karanlıkta parladı. Gilbert, Anne’i arabadan indirdi ve bahçeye girdiler. Köknarların arasındaki küçük kapıdan geçip kum taşı basamağa çıkan kızıl patikadan geçtiler.
“Evimize hoş geldin.” diye fısıldadı Gilbert ve hayallerinin evlerinin eşiğinden ilk adımı attılar.

BÖLÜM 6
KAPTAN JIM
“Yaşlı Doktor Dave” ve eşi yeni evlileri tebrik etmek için gelmişlerdi küçük eve. Doktor Dave kocaman, neşeli, beyaz bıyıklı bir ihtiyardı ve eşi gül yanaklı, ak saçlı ufak tefek bir kadındı. Anne’i hem mecazen hem de fiilen bağrına bastı.
“Seni gördüğüme çok sevindim canım. Çok yorulmuş olmalısın. Bir lokma yemek hazırlayacağız. Kaptan Jim de size alabalık getirecek. Kaptan Jim neredesin? Sanırım atı görmek için sıvışmış. Hadi yukarı gel de üstündekileri çıkar.”
Anne minnet dolu ışıl ışıl gözlerle etrafına bakarken Bayan Dave ile birlikte yukarı çıktı. Yeni evinin görünüşünü çok beğenmişti. Green Gables havası ile eski geleneklerden bir tutam serpilmişti.
“Bayan Elizabeth Russell muhtemelen kafa dengi biriydi.” dedi odasında yalnız kaldığı sırada kendi kendine. Odada iki pencere vardı. Pencerelerden biri limanın aşağı tarafına, kum tepelerine ve Four Winds deniz fenerine bakıyordu. Diğer pencereyse dereciğin içinden geçtiği ekin rengi vadiye bakıyordu. Görünürdeki tek ev, dereciğin bir kilometre kadar yukarısında eski, başıboş, gri bir evdi. Etrafını çevreleyen söğüt ağaçlarının arasından, utangaç ve meraklı gözlerle alaca karanlığa bakıyordu pencereleri. Anne orada kimin yaşadığını merak etti. En yakın komşuları onlar olacaktı ve Anne iyi insanlar olmalarını diledi. Aniden kazları güden güzel kızı düşünürken buldu kendini.
“Gilbert onun buraya ait olmadığını düşündü.” diye aklından geçirdi Anne, “Ama ben buralı olduğuna eminim. Denize, gökyüzüne ve limana ait olduğunu düşündüren bir şeyler var onda. Four Winds onun kanında var.”
Anne aşağı indiğinde Gilbert’ın şöminenin yanında biriyle konuştuğunu gördü. Anne girince ikisi de döndü.
“Anne, Kaptan Boyd. Kaptan Boyd, eşim.”
Gilbert ilk kez Anne’i “eşim” diye tanıtıyordu ve bununla gurur duyduğu belliydi. Yaşlı kaptan güçlü kuvvetli elini Anne’e uzattı. Birbirlerine gülümsedikleri o ilk andan itibaren arkadaş oldular. Kafa dengi dostlar birbirlerini derhâl tanıdılar.
“Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum Bayan Blythe. Umarım bu eve gelen ilk gelin kadar mutlu olursunuz. Sizin için bundan daha güzel bir şey dileyemezdim. Ama eşiniz beni tam olarak doğru tanıtmadı. Bana ‘Kaptan Jim’ derler ve siz de bu şekilde hitap ederseniz iyi olur. Çok hoş bir gelinsiniz Bayan Blythe. Size bakmak sanki evlenen benmişim gibi hissettiriyor.”
Herkes kahkahalarla gülerken Bayan Dave, Kaptan Jim’i yemeğe davet etti.
“Çok teşekkür ederim. Gerçekten çok naziksiniz Bayan Doktor. Yemeklerimi çoğu kez tek başıma yemek zorunda kalıyorum. Karşımdaki aynada gördüğüm çirkin ihtiyar yüz dışında bana eşlik edecek kimse olmuyor. Sizin gibi tatlı ve hoş bayanlarla yemek yeme fırsatı kolay ele geçmiyor.”
Kaptan Jim’in iltifatları kâğıt üzerinde çok cüretkâr gibi gelse de söyleyiş tarzındaki incelik ve görünüşü iltifatı alan kadınlarda bir kralın övgüsüne mazhar oluyorlarmış hissini yaşatırdı.
Kaptan Jim yüce ruhlu, saf bir ihtiyardı. Gözlerinde ve kalbinde sonsuz gençlik ateşi yanıyordu. Uzun, biçimsiz bir vücudu vardı, hafiften kamburdu. Ancak yine de muazzam bir güç ve dayanıklılık izlenimi uyandırıyordu. Sinekkaydı traşlı bronz yüzünde derin çizgiler vardı. Demir grisi saçları omuzlarına dökülüyordu ve keskin mavi çukur gözleri zaman zaman ışıldıyor, zaman zaman düşlere dalıyor, zaman zaman da kaybettiği değerli bir şeyi arayan bir hevesle denize doğru bakıyordu. Anne, Kaptan Jim’in neye baktığını yakında öğrenecekti.
Kaptan Jim’in çirkin bir adam olduğu inkâr edilemezdi. Kısa çenesi, kaba ağzı ve kare kaşları “güzel” denilebilecek bir bütün oluşturmuyordu. Bedeninde olduğu kadar ruhunda da etkiler bırakan bir sürü zorluk ve hüzün yaşamıştı. Ancak Anne, her ne kadar onun dış görünüşünün ilk bakışta “yavan” olduğunu düşünse de bu meseleye daha sonra kafa yormadı. Derinlerden ışıldayan o ruh, kaba saba bedeni de güzelleştiriyordu.
Neşeyle oturdular yemek masasının etrafına. Şömine ateşi eylül serinliğini kovalasa da yemek odasının açık penceresinden içeri giren deniz meltemleri kafalarına estiği gibi süzülüyorlardı tatlı tatlı. Limanın ve arkasındaki mor yamaçlarla beraber manzara muhteşemdi. Masa Bayan Dave’in hazırladığı leziz yiyeceklerle doluydu. Ancak yemeğin yıldızı denizden yakalanan kocaman alabalıktı.
“O kadar yoldan sonra lezzetli olur diye düşündüm.” dedi Kaptan Jim. “Alabalık ne kadar taze olabilirse o kadar taze Bayan Blythe. İki saat önce Glen Göleti’nde yüzüyorlardı.”
“Bu akşam deniz fenerine kim bakıyor Kaptan Jim?” diye sordu Doktor Dave.
“Yeğenim Alec. Benim kadar iyi anlıyor bu işten. Aslında beni yemeğe davet ettiğinize çok sevindim. Çok açım ve bu akşam için pek yiyeceğim yok.”
“Bence o deniz fenerinde epey aç kalıyorsunuz.” dedi Bayan Dave sertçe. “Doğru düzgün yemek yeme zahmetine girmiyorsunuz.”
“Hayır, Bayan Dave, o zahmete giriyorum.” diyerek itiraz etti Kaptan Jim. “Çoğu zaman krallar gibi yaşıyorum. Dün gece Glen’e uğradım ve bir kilo pirzola aldım. Bugün ziyafet çekecektim kendime.”
“Peki pirzolaya ne oldu?” diye sordu Bayan Dave. “Gelirken yolda mı kaybettiniz acaba?”
“Hayır.” dedi Kaptan Jim. Yüzünde mahcup bir ifade vardı. “Uyuma vakti geldiğinde zavallı, huysuz bir köpekçik yanıma geldi ve bu akşam için misafir olmak istedi. Sanırım kıyıdaki balıkçılardan birinin köpeğiydi. Zavallıcığı geri çevirmek istemedim, ayağı yaralıydı. Ben de onu verandaya yerleştirdim. Uzanması için eski bir minder verdim ve yatağa girdim. Ama bir türlü gözüme uyku girmedi. Düşününce köpeğin aç göründüğünü fark ettim.”
“Sonra da kalkıp pirzolayı köpeğe verdiniz, hepsini verdiniz hem de.” dedi Bayan Dave gururlu bir serzenişle.
“Ama verecek pek bir şey yoktu.” dedi Kaptan Jim utanarak. “Bir köpeğin yemek isteyeceği bir şey yoktu en azından. Sanırım çok aç olmalıydı çünkü pirzolayı silip süpürdü. Ben de güzel bir uyku çektim ama ertesi günü yemeğim biraz yetersiz olacaktı. Patates yiyecektim. Köpek bu sabah evine döndü. Sanırım vejetaryen değildi.”
“Değersiz bir köpek için kendinizi aç bırakmanıza diyecek söz yok!” diyerek burun kıvırdı Bayan Dave.
“Orasını bilemeyiz. Belki birileri için çok değerlidir.” diyerek itiraz etti Kaptan Jim. “Görünüşü çok da iyi değildi ama bir köpeği dış görünüşüne göre yargılamak olmaz. Benim gibi onun da gerçek güzelliği içindedir belki. Benim İkinci Kaptan (Kaptan Jim’in kedisi) onu onaylamadı. Dili çok sertti. Benim Kaptancık ön yargılı bir kedi ama köpek söz konusu olduğunda kedinin fikrinin önemi olmaz. Öyle ya da böyle ben yemeğimi kaybettim. Güzel insanlarla birlikte yediğim bu leziz yemek şahane benim için. Komşuların iyi olması çok güzel.”
“Derenin yukarısında, söğütlerin arasındaki evde kim yaşıyor?” diye sordu Anne.
“Bayan Dick Moore.” dedi Kaptan Jim. “Ve kocası.” diye ekledi sonradan aklına gelmiş gibi.
Anne gülümsedi. Kaptan Jim’in konuşma tarzından Bayan Dick Moore’un nasıl biri olduğunu zihninde canlandırabiliyordu. Belli ki ikinci bir Rachel Lynde vakasıyla karşı karşıya kalacaktı.
“Çok fazla komşunuz yok Bayan Blythe.” diye devam etti Kaptan Jim. “Limanın bu tarafında çok az yerleşim yeri yar. Arazinin çoğu, Glen bölgesininin ötesinde yaşayan Bay Howard’a ait. Evini otlak olarak kiralıyor. Limanın diğer tarafıysa oldukça kalabalık. En çok MacAllisterlar yaşıyor o taraflarda. Elini atsan MacAllister’a çarpacağın bir bölge var. Geçen gün Leon Blacquiere’la konuşuyordum. Tüm yaz limanda çalıştı kendisi. ‘O tarafta hep MacAllisterlar dolu.’ dedi bana. ‘Neil MacAllister, Sandy MacAllister, William MacAllister, Alec MacAllister ve Angus MacAllister var. Bir de sanırım İblis MacAllister var.’ ”
“Bir o kadar da Elliott ve Crawford var.” dedi Doktor Dave kahkahasını zapt ettikten sonra. “Four Winds’in bu taraflarında yaşayanlar olarak şöyle bir deyişimiz var Gilbert, ‘Elliottların kibrinden, MacAllisterların gururundan ve Crawfordların kendini beğenmişliğinden Tanrı bizi korusun.”
“Ama içlerinde çok sayıda iyi insan da var.” dedi Kaptan Jim. “William Crawford’la senelerce denize açıldım. O adamın cesareti ve dayanıklılığı kimsede yok. Four Winds’in o taraflarındakilerin kafaları çok çalışıyor. Belki de bu taraftakilerin onlara sataşmasının sebebi de budur. Bazı insanların az biraz daha zeki dünyaya gelmelerinin diğerlerini bu kadar gücendirmesi tuhaf bir şey.”
Limanın karşı tarafında yaşayanlarla kırk senedir kavgalı olan Doktor Dave bir kahkaha patlattı.
“Yolun bir kilometre yukarısındaki zümrüt yeşili muhteşem evde kim yaşıyor peki?” diye sordu Gilbert.
Kaptan Jim keyifle gülümsedi.
“Bayan Cornelia Bryant. Presbiteryen olduğunuzu görünce yakında sizi ziyaret edecektir zaten. Eğer Metodist olsaydınız zahmet buyurmazdı. Cornelia, Metodistlerden ölümüne haz etmez.”
“Çok tuhaf biridir kendisi.” diye kıkırdadı Doktor Dave. “Erkeklerden nefret etme müptelası!”
“Kız kurusu mu?” diye sordu Gilbert gülerek.
“Hayır, kız kurusu değil.” diye cevap verdi Kaptan Jim ciddiyetle. “Gençliğinde istediği kişiyle olabilirdi. Şimdi bile tek bir sözüyle buranın dullarını sıraya dizer. Ama nedense erkeklere ve Metodistlere karşı kronik bir nefretle doğmuş sanki. Four Winds’deki en sivri dile ve en nazik kalbe sahiptir. Nerede bir sıkıntı olsa hemen yardıma koşar ve elinden geleni nazikçe yapmaya çalışır. Diğer kadınlar hakkında tek bir kötü söz söylemez. Ama bizim gibi ihtiyar keratalara gelince demediğini bırakmaz.”
“Sizden hep iyi bahseder Kaptan Jim.” dedi Bayan Dave.
“Evet, korkarım öyle. Bu durum hiç de hoşuma gitmiyor açıkçası. Sanki bende doğal olmayan bir şeyler varmış gibi geliyor.”

BÖLÜM 7
OKUL MÜDÜRÜ’NÜN EŞİ
“Bu eve gelin gelen ilk kişi kimdi Kaptan Jim?” diye sordu Anne yemekten sonra şöminenin etrafına oturduklarında.
“Sanırım bu evle alakalı bir hikâyenin parçasıydı.” dedi Gilbert. “Bana bu hikâyeyi sizin anlatabileceğinizi söylediler Kaptan Jim.”
“Evet, biliyorum o hikâyeyi. Sanırım Four Winds’de okul müdürünün gelininin buraya gelişini hatırlayabilecek yaşta olan tek kişiyim. Kendisi otuz yıl kadar önce öldü. Ama insanın asla unutamayacağı türde bir kadındı.”
“Bize hikâyesini anlatın.” diye rica etti Anne. “Benden önce bu evde yaşayan tüm kadınların hikâyelerini bilmek istiyorum.”
“Sadece üç kadın yaşadı sizden önce: Elizabeth Russell, Bayan Ned Russell ve Okul Müdürü’nün eşi. Elizabeth Russell iyi huylu aklı başında bir kadıncağızdı. Bayan Ned de iyi bir kadındı. Ama ikisinin de Okul Müdürü’nün geliniyle uzaktan yakından alakası yoktu.”
“Okul müdürünün adı John Selwyn’di. Ben on altı yaşında bir delikanlıyken ana vatandan buralara öğretmenlik yapmaya gelmişti. O zamanlarda Prens Edward Adası’na öğretmenlik yapmaya gelen avarelere benzemezdi hiç. Buraya gelen öğretmenlerin çoğu ayyaş heriflerdi ve ayık zamanlarında öğrencilere okuma yazma öğretir, sarhoş olduklarında da çocukları azarlarlardı. Ama John Selwyn iyi ve yakışıklı bir delikanlıydı. Kendisi babamın evinde kalırdı ve benden on yaş büyük olduğu hâlde kanka gibiydik. Birlikte kitap okur, sohbet eder, yürüyüş yapardık. Sanırım yazılmış tüm şiirleri bilirdi. Akşamları sahilde yürürken şiirlerden alıntılar yapardı. Babam bunun büyük vakit kaybı olduğunu düşünse de müsaade ederdi. Beni denizci olma fikrinden vazgeçireceğini ümit ederdi. Ama bunu hiçbir güç başaramaz çünkü annem denizci ırkından geliyor ve bu benim doğuştan sahip olduğum bir şey. Ama ben John’un bir şeyler okumasını dinlemeyi severdim. Neredeyse altmış yıl önceydi. Ama ondan öğrendiğim çok sayıda şiir bugün bile aklımda. Neredeyse altmış yıldır!”
Kaptan Jim bir an için sessiz kaldı. Geçip giden zamanı ararcasına parlayan ateşe daldı. Sonra derin bir iç çekip hikâyesini anlatmaya devam etti.
“Bir ilkbahar akşamı onunla kum tepelerinde buluştum. Keyfi çok yerindeydi, tıpkı sizin Bayan Blythe’ı eve getirdiğiniz şu geceki hâliniz gibiydi Doktor Blythe. Sizi görür görmez aklıma o geldi. Memleketinde bir sevgilisi olduğunu ve yanına geleceğini söyledi bana. Ben bu duruma pek de sevinmemiştim. O zamanlar gençliğin getirdiği bir bencillik vardı bende. Eşi geldikten sonra beni eskisi gibi umursamaz diye düşünüyordum. Ama bunu ona belli etmeyecek nezaketim vardı. Bana sevgilisi hakkında her şeyi anlattı. İsmi Persis Leigh’miş. Eğer ihtiyar amcası olmasaymış yanına gelecekmiş. Amcası hastaymış ve Persis’in anne babası vefat edince ona amcası baktığı için onu bırakamıyormuş. Nihayet amcası ölünce de John Selwyn’le evlenmek için gelecekmiş. O zamanlarda seyahat etmek bir kadın için kolay bir şey değildi. Hatırlarsanız buharlı gemi yoktu ozamanlarda.”
“ ‘Ne zaman gelecek peki?’ diye sordum.”
“ ‘Royal William’la 20 Haziran’da gelecek.’ dedi. ‘Temmuz ortalarında burada olur. Marangoz Johnson’a onun için bir ev yaptırtmalıyım. Mektubu bugün ulaştı. Mektubu daha açmadan iyi haberler getirdiğini biliyordum. Birkaç gece önce gördüm onu.”
“Ne demek istediğini anlamamıştım. Ama sonra açıkladı bana. Gerçi onu da anlamadım ya… Kendisinin Tanrı vergisi bir yeteneği ya da laneti varmış. Öyle söyledi işte Bayan Blythe. Yetenek ya da lanet. Hangisi olduğunu kendisi de bilmiyordu. Söylediğine göre büyük büyük ninesinde de varmış bundan ve bu yüzden cadı diye yakmışlar kadını. Tuhaf nöbetlere -sanırım trans demişti- kapılıyordu ara ara. Böyle şeyler var mıdır Doktor?”
“Trans hâlini yaşayan insanlar kesinlikle var.” diye cevapladı Gilbert. “Ama bu mesele tıbbi olmaktan çok psişik. John Selwyn’in transları nasıldı?”
“Rüya gibiydi.” dedi ihtiyar Doktor şüpheci bir şekilde.
“Rüyasında bir şeyler gördüğünü söylerdi.” dedi Kaptan Jim yavaşça.
“Dikkatinizi çekerim, size sadece söylediklerini aktarıyorum. Dediğine göre yaşananları, yaşanacakları görüyordu. Gördükleri onun için bazen rahatlama, bazen de dehşet anlamı taşıyormuş. Dört gece öncesinde de bir şeyler görmüş. Oturmuş ateşe bakarken transa girmiş. İngiltere’de çok iyi bildiği eski bir odayı görmüş. Persis Leigh de odanın içindeymiş. Ellerini ona doğru uzatıyormuş. Hâlinden memnun ve mutlu görünüyormuş. Gördüğü bu imgeden dolayı da güzel haberler alacağını biliyormuş.”
“Bir düş sadece, düş…” diyerek burun kıvırdı ihtiyar Doktor.
“Belki de, muhtemelen.” dedi Kaptan Jim. “O zamanlar ben de ona böyle demiştim. Böyle düşünmek çok rahatlatıcıydı. O şekilde bir şeyleri görüyor olma fikrinden hoşlanmamıştım. Çok esrarengiz geliyordu bana.”
“ ‘Hayır.’ dedi. ‘Rüyamda görmedim. Ama bir daha bu konudan bahsetmeyeceğiz. Eğer bu konuya çok kafa yorarsan benim arkadaşım olmazsın.”
“Ben de ona hiçbir şeyin beni, onun arkadaşı olmaktan alıkoyamayacağını söyledim. Ama o sadece kafasını salladı ve şöyle dedi:
“Biliyorum. Ama bu yüzden çok arkadaş kaybettim. Onları suçlayamıyorum da. Benim bile bu mesele yüzünden kendime dayanamadığım zamanlar oldu. Böylesi bir gücün içinde bir miktar doğaüstülük de var. Ancak iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilemiyorum. Biz ölümlüler Tanrı’yla ya da şeytanla yakın ilişkiden fazlasıyla korkarız.”
“İşte bunları söyledi. Dün gibi hatırlarım hâlâ her ne kadar ne demek istediğini bilemesem de. Sizce ne demek istedi Doktor Bey?”
“Ne demek istediğini kendisinin bile bildiğini zannetmiyorum.” dedi Doktor Dave asabi bir şekilde.
“Sanırım ben biliyorum.” diye fısıldadı Anne. Dinlerken o eski hâline bürünmüştü. Dudakları sımsıkı kapalıydı ve gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Kaptan Jim, genç kızın hayran olunası tebessümü ile biraz şımardıktan sonra hikâyesine devam etti.
“Kısa süre sonra Glen ve Four Winds’in tüm sakinleri Okul Müdürü’nün müstakbel eşinin geleceğinin haberini aldılar. Herkes bu duruma seviniyordu çünkü Okul Müdürü’nü çok seviyorlardı. Dahası onun evini çok merak ediyorlardı, yani bu evi. Bu araziyi özellikle seçti çünkü buradan hem limanı görmek hem de arkasındaki denizin sesini duymak mümkündü. Müstakbel eşi için bahçeyi hazırladı ancak karakavak fidanlarını o dikmedi. Bayan Ned Russel dikti. Fakat bahçedeki çift sıra gül çalılarını Glen okulunda öğrenim gören küçük kızlar dikti müdürün eşi için. Pembe güller müstakbel gelinin yanakları, beyaz güller kaşları, kırmızı güller de dudakları içinmiş. John böyle söyledi. O kadar çok şiir okurdu ki en sonunda şiir okur gibi konuşmaya başladı.”
“Hemen herkes yeni evini kurmasına yardımcı olmak için ufak tefek hediyeler yolladı. Sizin de gördüğünüz üzere Russellar bu eve taşındıklarında evi en güzel mobilyalarla dayayıp döşediler. Ancak bu eve giren ilk mobilyalar çok sadeydi. Ne var ki bu ev sevgi bakımından çok zengindi. Kadınlar yorganlar, masa örtüleri, havlu gibi şeyler yolladılar. Bir adam gelin için bir sandık, bir başkası masa yaptı ve böyle devam etti. Hatta gözleri görmeyen ihtiyar Margaret Boyd Teyze yeni gelin için tatlı kokulu kum tepesi çimenlerinden bir sepet ördü. Okul Müdürü’nün eşi bu sepeti yıllar boyunca mendillerini koymak için kullandı.”
“Nihayet her şey tamamlanmıştı. Koca şöminedeki kütükler bile yakılmaya hazırdı. Tam olarak bu şömine olmasa da aynı yerdeydi. Bayan Elizabeth on beş yıl önce evi elden geçirdiğinde şömineyi değiştirdi. İlk şömine, içinde öküz pişirilebilecek büyüklükte eski model bir şömineydi. O zamanlarda bu gece olduğu gibi şöminenin yanına oturur hikâyeler anlatırdım.”
Bir kez daha sessizlik çöktü. Kaptan Jim, Anne ve Gilbert’ın göremediği ziyaretçilerle haşır neşirdi. Kaybolan yıllarda birlikte şömine etrafına dizildikleri insanlardı bunlar. Taze gelin olmanın neşesi ve coşkusuyla ışıldayan gözler bir kilise avlusunun çimenlerinin altında ya da denizin fersah fersah derinlerinde sonsuzluk uykusuna yatmışlardı. Burada, eski gecelerde çocuklar ileri geri kahkahalarla koşuşturmuşlardı. Kış gecelerinde dostlar burada toplanmışlardı. Danslar burada edilmiş, şarkılar burada çalınmış, şakalar burada yapılmıştı. Gençler burada hayallere dalmışlardı. Kaptan Jim için bu küçük ev, hatıralarla doluydu.
“Ev temmuzun ilk gününde tamamlandı. O zamanlarda Okul Müdürü günleri sayardı. Onu sahilde yürürken gördüğümüzde birbirimize şöyle derdik, ‘Nişanlısı yakında onunla olacak.’ ”
“Müstakbel gelinin temmuz ortasında gelmesi beklense de o tarihlerde gelmedi. Ama kimse endişeye kapılmadı. Gemilerin günlerce hatta haftalarca geciktiği olurdu. Royal William bir hafta, iki hafta, sonra da üç hafta gecikti. En sonunda korkmaya başladık ve her şey daha da kötüye gitmeye başladı. Artık John Selwyn’in gözlerine bakmaya dayanamıyordum. Biliyor musunuz Bayan Blythe.” Kaptan Jim sesini alçalttı. “O günlerde John’un, yakarak öldürdükleri büyük büyük ninesinin son anlarında baktığı gibi baktığını düşünürdüm. Pek konuşmamaya başladı. Hayalet misali dersini anlattıktan sonra sahile koşardı. Birçok sefer akşamdan sabaha yürüdüğünü bilirim. İnsanlar aklını kaybetmeye başladığını söyler oldular. Herkes ümidini yitirmişti. Royal William sekiz hafta boyunca gecikmişti. Eylül’ün ortasıydı ve Okul Müdürü’nün müstakbel eşi gelmemişti. Asla da gelmeyeceğini düşündük.”
“Sonra üç gün süren büyük bir fırtına koptu. Fırtınanın sona erdiği günün akşamında sahile gittiğimde Okul Müdürü’nü kollarını koca bir kayaya dolamış vaziyette denizi seyrederken gördüm.”
“Onunla konuştuğumda cevap vermedi. Gözleri benim göremediğim bir şeye bakıyor gibiydi. Yüzü ölü bir adamın yüzü gibi çökmüştü.”
“ ‘John! John!’ diye bağırdım. Korkmuş bir çocuk gibiydim. ‘Uyan hadi, uyan!’ ”
“Gözlerindeki o tuhaf, korkunç bakış azalır gibi oldu. Kafasını çevirip bana baktı. O anki yüzünü hiç unutmadım. Son yolculuğuma yelken açıncaya dek de unutmayacağım.”
“ ‘Her şey yolunda delikanlı.’ dedi. ‘Royal William’ın East Point’ten geldiğini gördüm. Şafak vakti burada olacak. Yarın gece şömine ateşimizin yanında müstakbel eşimle baş başa oturuyor olacağız.”
“Sizce bunu önceden görmüş müydü?” diye sordu Kaptan Jim aniden.
“Tanrı bilir.” dedi Gilbert usulca. “Büyük aşklar ve büyük acılar bizim bilemeyeceğimiz mucizelere sebep olabilirler.”
“Bence kesinlikle gördü.” dedi Anne içtenlikle.
“Saç-ma-lık.” dedi Doktor Dave. Ama sesinde her zamankinden daha fazla tereddüt vardı.
“Biliyor musunuz…” dedi Kaptan Jim ciddiyetle, “Royal William ertesi sabah gün doğumunda Four Winds limanına geldi.”
“Glen’de ve sahil kıyısında yaşayan herkes eski iskelede onu beklemeye koyuldu. Okul Müdürü bütün gece sahildeydi. Yaklaştığında okadar neşelendik ki anlatamam.”
Kaptan Jim’in gözleri ışıl ışıldı. O gözler altmış yıl önceki Four Winds limanında, gün doğumunun güzelliğinde yaklaşan eski gemiye bakıyorlardı.
“Peki Persis Leigh gemide miydi?” diye sordu Anne.
“Evet, o ve kaptanın eşi gemidelerdi. Felaket bir yolculuk geçirmişlerdi. Fırtına üstüne fırtınaya kapılmışlardı. Üstelik erzakları da tükenmişti ama en nihayetinde vardılar. Persis Leigh eski iskeleye adımını attığında John Selwyn onu kollarına aldı ve ahali tezahüratı bırakıp ağlamaya başladı. Ben bile ağladım. Ama bunu itiraf etmem yıllar sürdü. Erkeklerin ağlamaktan bu kadar utanmaları tuhaf değil mi?”
“Persis Leigh güzel miydi?” diye sordu Anne.
“Aslına bakarsan güzel miydi değil miydi bilemiyorum, bilmiyorum.” dedi Kaptan Jim yavaşca. “Nedense güzel mi değil mi diye soracak noktaya gelmiyordu insan. Bunun bir önemi yok. Onda çok sevimli ve cana yakın bir şeyler vardı. Onu sevmemek mümkün değildi. Ama hoş bir görünüşü vardı. Kocaman berrak ela gözleri, parlak kahverengi gür saçları ve İngiliz teni vardı. John’la akşamın erken saatlerinde bizim evde evlendiler. Uzak yakın herkes düğüne katıldı. Sonra da onları buraya getirdik. Bayan Selwyn ateşi yaktı, sonra da biz ayrılıp onları burada bıraktık. Tam da John’un önsezisinde olduğu gibiydi. Çok tuhaftı, çok tuhaf! Ama ben çok fazla tuhaf şey görmüşümdür hayatımda.”
Kaptan Jim kafasını bilgece salladı.
“Çok güzel bir hikâye.” dedi Anne. Belki de ilk kez romantizme doymuştu. “Burada kaç yıl yaşadılar?”
“On beş yıl. Onlar evlendikten sonra ben denizlere kaçtım. Tam bir fırlamaydım. Ama her dönüşümde kendi evime bile uğramadan buraya gelir, Bayan Selwyn’e yolculuğumu anlatırdım. On beş mutlu yıl! O ikisinin mutluluk konusunda özel bir yeteneği vardı sanki. Bazı insanların öyle olduğunu siz de fark etmişsinizdir. Ne olursa olsun uzun süre mutsuz kalamazlar. Arada bir kavga ederlerdi. Ama ikisi de şen şakrak insanlardı. Bir keresinde Bayan Selwyn kendine has o güzel kahkahasıyla şöyle demişti, ‘John’la kavga ettiğimizde çok kötü hissediyorum. Ama içten içe kavga edip barışabileceğim dünya iyisi bir kocam olduğu için de çok mutluyum.’ Sonra Charlottetown’a taşındılar. Sonra Ned Russell evlenip eşiyle buraya geldi. Hatırladığım kadarıyla çok neşeli bir çifttiler. Bayan Elizabeth Russell, Alec’in kız kardeşiydi. Bir iki yıl sonra onlarla yaşamaya geldi. O da çok neşeli biriydi. Bu evin duvarları kahkahalar ve güzel zamanlarla kaplanmış gibidir. Buraya gelen üçüncü gelinsiniz Bayan Blythe, aynı zamanda da en güzeli…”
Kaptan Jim elindeki yavan iltifatı allayıp pullayıp güzelleştirmişti. Anne de bu iltifatı gururla kabul etti. O gece hiç olmadığı kadar güzel görünüyordu. Yanaklarında güller açıyordu ve gözleri aşkla ışıldıyordu. Huysuz ihtiyar Doktor Dave bile takdir edercesine bakmıştı Anne’e ve eve dönüş yolunda eşine, oğlanın kızıl saçlı eşinin çok güzel olduğunu söylemişti.
“Benim fenere dönmem lazım.” dedi Kaptan Jim. “Bu geceden çok keyif aldım.”
“Bizi sık sık ziyaret etmelisiniz.” dedi Anne.
“Bu daveti kabul etme ihtimalimin ne kadar yüksek olduğunu bilseydiniz acaba yineler miydiniz diye merak ediyorum.” dedi Kaptan Jim muzipçe.
“Bu da sizi davet ederken samimi olup olmadığımı bilmek istediğiniz anlamına gelir.” diye gülümsedi Anne. “Samimiyim, hem de tüm kalbimle.”
“O zaman geleceğim. Her an başınıza bela olabilirim. Arada bir sizin de ziyaretime gelmeniz benim için bir şereftir. İkinci Kaptan dışında konuşabileceğim kimse yok genelde, Tanrı onun sokulgan ruhunu kutsasın. Kendisi iyi bir dinleyicidir ama çok iyi bir konuşmacı değil. Siz genç ben yaşlı olsam da sanırım ruhlarımız aynı yaşta. Cornelia Bryant’ın dediği gibi Joseph’i tanıyan ırka mensubuz ikimiz de.”
“Joseph’i tanıyan ırk mı?” dedi Anne. Hiçbir şey anlamamıştı bu sözden.
“Evet. Cornelia dünyadaki herkesi ikiye ayırır. Joseph’i tanıyan ırk ve tanımayan ırk. Eğer bir kişi seninle iyi anlaşır ve meselelere dair aşağı yukarı aynı fikirlere sahip olur, aynı mizah anlayışını paylaşırsa ozaman Joseph’i tanıyan ırka mensup demektir.”
“Şimdi anladım.” diye haykırdı Anne. Bu ifadenin anlamı aniden dank etmişti. “Ben de eskiden bu tür insanlar için ‘kafa dengi’ ifadesini kullanırdım. Hâlâ da kullanırım aslına bakarsanız.”
“Öyle, öyle.” dedi Kaptan Jim. “O şey her neyse biz oyuz işte. Bu gece geldiğinizde sizin için, ‘Evet, o Joseph’i tanıyan ırktan.’ demiştim kendi kendime. Bu da beni inanılmaz mutlu etti. Çünkü öyle olmasaydı birbirimizle vakit geçirmekten hiç keyif almazdık. Joseph’i tanıyan ırk dünyanın tadı tuzudur bence.”
Anne ve Gilbert misafirlerini uğurlamak için kapıya çıktıklarında ay yükselmeye başlamıştı. Four Winds limanı ihtişamlı, düşsel, büyüleyici bir şeye benzemeye başlamıştı. Hiçbir tılsımın bozamayacağı bir büyü gibiydi. Yolun aşağı kısmındaki karakavaklar, uzun boyları ve koyu renkleriyle mistik bir ayinin papazları gibiydiler.
“Ben karakavakları hep çok sevmişimdir.” dedi Kaptan Jim ağaçları selamlarcasına elini sallarken. “Onlar ağaçların prensesidirler. Artık modaları geçti. İnsanlar üst kısımlarının solduğundan ve kaba saba göründüklerinden şikâyet ediyorlar. Her bahar merdivenle çıkıp üst kısımlarını kırpmazlarsa olacak olan budur tabii. Ben Bayan Elizabeth’in karakavaklarını hep kırptığım için onunkiler yıpranmazdı. Kendisi karakavaklara pek düşkündü. Onların azametini ve seçkin görünüşlerini severdi. Önüne gelenle samimi olmaz karakavaklar. Eğer akçaağaçlar misafirse karakavaklar sosyetedir Bayan Blythe.”
“Ne güzel bir gece.” dedi Bayan Dave, doktorun at arabasına binerken.
“Çoğu gece güzeldir.” dedi Kaptan Jim. “Ama Four Winds’deki ay ışığı öylesine muhteşem ki ‘cennete ne kaldı’ diye düşündürüyor bana. Ay benim yakın dostumdur Bayan Blythe. Kendimi bildim bileli çok severim onu. Sekiz yaşındayken bir akşam vakti bahçede uyuyakalmıştım. Gece vakti uyandığımda ölümüne korkmuştum. Gölgeler ve tuhaf seslerle doluydu gece. Yerimden kıpırdayamadım. Öylece sızlanarak durdum çömelmiş vaziyette. Sanki dünyada benden başka kimse yok gibiydi ve dünya kocamandı. Sonra bir anda ayın elma ağacının dalları arasından eski bir dost misali bana baktığını gördüm. Hemen içime su serpildi. Ayağa kalktım ve aya bakarak cesurca eve doğru yürüdüm. Çoğu geceler gemimin güvertesinde, uzak ya da yakın denizlerde onu seyretmişimdir. Peki, neden çenemi kapatıp eve gitmemi söylemiyorsunuz bakalım?”
Gecenin kahkahaları sona erdi. Anne ve Gilbert el ele tutuşup gezindiler bahçelerinde. Köşeden geçen dere, tüm berraklığıyla akıp gidiyordu huş ağaçlarının gölgesinde. Kıyılarındaki gelincikler ay ışığıyla dolu fincanlara benziyorlardı. Okul Müdürü’nün eşinin kendi elleriyle diktiği çiçekler, tatlılıklarını yayıyorlardı geceye. Kutsal dünlerin güzelliğiyle dopdoluydular. Anne bir dal çiçek almak için karanlıkta durdu.
“Karanlıkta çiçek koklamayı seviyorum.” dedi. “O zaman onların ruhunu yakalamak mümkün oluyor. Ah, Gilbert, bu küçük ev tam da hayal ettiğim gibi. Burada düğün kaçamağı yapan ilk kişiler olmadığımız için de çok mutluyum!”

BÖLÜM 8
BAYAN CORNELIA BRYANT ZİYARETE GELİYOR
O eylül Four Winds Limanı altın renkli puslarla ve mor sislerle doluydu. Güneş parlaklığını esirgememişti. Gecelerse ay ışığı şöleniyle coşuyor, yıldızlar gökleri süslüyordu. Fırtına ya da sert rüzgârlar göstermemişlerdi yüzünü. Anne ve Gilbert yuvalarını düzenliyor, sahilde yürüyüş yapıyor, denize açılıyor, Four Winds ve Glen’de at arabası gezintisine çıkıyorlardı. Bazen de limanın etrafını saran ormanların kuytularında dolaşıyorlardı. Kısacası dünyadaki tüm âşıkları kıskandıracak bir balayı geçirdiler.
“Eğer aniden zaman duracak olsaydı şu son dört haftaya değerdi, öyle değil mi?” dedi Anne. “Bir daha böylesine mükemmel dört hafta geçireceğimizi sanmıyorum. Ama onları yaşadık. Her şey, rüzgâr, hava, insanlar, hayaller evi… Her şey balayımızı keyifli yapmak için iş birliği yapmıştı sanki. Buraya geldiğimizden beri bir kez bile yağmurlu bir gün yaşamadık.”
“Ayrıca bir kez bile kavga etmedik.” diyerek şaka yaptı Gilbert.
“Ne kadar geç olursa o kadar iyi.” dedi Anne. “Balayımızı burada geçirmeye karar verdiğimiz için çok mutluyum. Hatıralarımız yabancı yerlere değil buraya, hayaller evimize ait olacak hep.”
Yeni evlerinde, Anne’in Avonlea atmosferinde bulamadığı türden bir romantizm ve macera kokusu vardı. Her ne kadar deniz manzaralı bir evde yaşıyor olsa da denizi henüz hayatına tam olarak almamıştı. Deniz, etrafını kuşatmıştı ve sürekli onu çağırıyordu. Yeni evinin her bir penceresinde denizin farklı bir özelliğini keşfediyordu. Liman kentinin insana musallat olan uğultusu bir türlü gitmiyordu kulaklarından. Gemiler her gün iskeleden denize açılıyordu. Bunlardan bazıları uzak limanların yolcusuydu. Balıkçı tekneleri sabahları kanaldan geçiyordu ve akşamları avlarıyla birlikte dönüyordu. Denizciler ve balıkçılar kıvrım kıvrım liman yollarından kaygısızca ve neşeyle geçiyorlardı. Yepyeni maceralar ve seyahatlerin kapıda olduğu hissi hiçbir zaman yok olmuyordu. Four Winds yolları Avonlea yollarından daha düzensiz ve pürüzlüydü. Deniz, ahaliyi kıyılarına çağırma işine aralıksız devam ediyordu. Bu davete icabet etmek istemeyenler bile gerilimi, huzursuzluğu, gizemi ve olasılıkları hissedebiliyorlardı.
“Bazı insanların neden denize açılmak zorunda olduklarını şimdi anlayabiliyorum.” dedi Anne. “Hepimiz zaman zaman ‘gün batımının ötesindeki diyarlara’ açılma arzusunu hissediyoruz. Bu duyguyla dünyaya gelenler içinse mecburi bir şey olmalı. Kaptan Jim’in bu duygunun tesiriyle kaçtığından hiç şüphem yok. Ne zaman denize açılan bir gemi ya da kum yığınlarının üzerinde süzülen bir martı görsem o gemide yolculuk yapmayı ve kanatlarım olmasını dilemekten kendimi alamıyorum. Ama bir kumru gibi uzaklaşıp huzur bulmak istemiyorum. Fırtınanın tam ortasına kanat çırpmak istiyorum.”
“Sen burada benimle kalıyorsun Anne.” dedi Gilbert tembel tembel. “Benden uzaklaşıp fırtınaların ortasına uçamazsın.”
İkindi vakti kapılarının önündeki kızıl kum taşının üzerinde oturuyorlardı. Etrafları muazzam bir huzurla kaplıydı. Hem karada, hem denizde hem de gökyüzünde dinginlik vardı. Gümüşi martılar üzerlerinde uçuşuyordu. Narin, pembemsi bulutlar dantel misali süslüyorlardı ufukları. Dalgaların ve rüzgârların uğultusu şiirsel bir güzellik katıyordu havaya. Beyaz papatyalar, limanla âşıkların arasındaki puslu çayırlara yayıyorlardı leziz kokularını.
“Tüm gece hastaların başında beklemek zorunda olan doktorlar pek maceracı hissetmiyorlar galiba.” dedi Anne anlayışlı bir şekilde. “Eğer sen de dün gece benim kadar iyi uyumuş olsaydın ufak bir hayal gücü kaçamağına benim kadar hazır olurdun.”
“Dün çok iyi bir iş yaptım Anne.” dedi Gilbert sessizce. “Tanrı’nın da yardımıyla bir hayat kurtardım. İlk kez bu iddiada bulunabiliyorum. Diğer zamanlarda hayat kurtarılmasına yardım etmişimdir en fazla. Eğer dün gece Allonby’nin yanında kalıp ölümle savaşmasaydım o kadının sabaha çıkması imkânsızdı. Four Winds’de daha önce hiç tecrübe edilmemiş bir deneye teşebbüs ettim. Bu yöntemin daha önce hastane ortamı dışında gerçekleştirildiğini hiç sanmıyorum. Geçen kış Kingsport’ta ilk kez denenmişti. Başka bir şansımızın olmadığından kesinlikle emin olmasaydım asla cesaret edemezdim buna. Bir riske girdim ve başarılı oldu. Bunun sonucu olarak da iyi bir anne ve eş uzun yıllar daha ailesiyle mutlu olmaya devam edebilecek. Bu sabah, güneş limanın üzerinde yükselirken at arabasıyla eve doğru geldiğimde bu mesleği seçtiğim için Tanrı’ya şükrettim. İyi bir savaş vermiştim ve bu savaşı kazandım. Düşünsene Anne, ölüme galip geldim. Uzun zaman önce hayatta ne yapmak istediğimizi konuşurken hayal ettiğim şey işte buydu. Bu sabah hayalim gerçekleşti.”
“Gerçekleşen tek hayalin bu muydu peki?” diye sordu Anne. Gilbert’ın vereceği cevabı çok iyi bilse de bir kez daha duymak istiyordu.
“Çok iyi biliyorsun Anne Hanım.” dedi Gilbert eşinin gözlerinin içine gülümserken. İşte tam o sırada, Four Winds Limanı’nın kıyısındaki küçük beyaz evin kapısının önünde mükemmel mutluluğa erişmiş bir çift vardı.
Gilbert, ses tonu değişerek şöyle dedi aniden, “Büyük yelkenli bir gemi evimize doğru yaklaşıyor mu yoksa ben mi yanlış görüyorum?”
Anne’in kafasını kaldırmasıyla ayağa fırlaması bir oldu.
“Bu gelen Bayan Cornelia Bryant ya da Bayan Moore olmalı.”
“Ben ofisime geçiyorum ve eğer gelen Bayan Cornelia ise sohbetinize kulak misafiri olacağım konusunda seni uyarıyorum.” dedi Gilbert. “Bayan Cornelia hakkında duyduklarıma bakılırsa bu sohbet hiç de sıkıcı olmayacaktır.”
“Bayan Moore da olabilir.”
“Bayan Moore’un silüetinin böyle olduğunu sanmıyorum. Geçen gün bahçesiyle uğraşırken görmüştüm onu. Her ne kadar çok uzakta olsam da kendisinin aşırı zayıf olduğunu düşündüm. En yakın komşusu olduğumuz hâlde henüz ziyarete gelmemiş olması sosyalleşmeye pek de meyilli olmadığını gösteriyor.”
“En azından Bayan Lynde gibi değildir. Öyle olsaydı merakı çoktan kapımıza getirirdi onu.” dedi Anne. “Bence bu ziyaretçi Bayan Cornelia.”
Ziyaretlerine gelen kişi Bayan Cornelia’ydı. Üstelik kısa ve münasip bir düğün tebriği için de gelmemişti. İçinde el işinin olduğu büyükçe bir paketi kolunun altında taşıyordu. Anne kendisini buyur edince güneş koruması sağlayan kocaman şapkasını derhâl çıkardı. Hâlden anlamaz eylül esintilerine rağmen şapkasını küçük topuzuna lastik tokayla tutturmuştu. Bayan Cornelia şapka iğnesi kullanmıyordu. Lastik tokalar annesi için yeterince iyiydi. Bayan Cornelia için de yeterince iyiydi. Taptaze, yuvarlak, pembe beyaz bir yüzü ve kahverengi neşeli gözleri vardı. Bilindik yaşlı kız kurularına hiç ama hiç benzemiyordu. Yüz ifadesindeki bir detay Anne’in kalbini derhâl kazandı. Kafa dengi olacak dostları tanıma konusunda oldukça çevik olan o eski sezgisi Bayan Cornelia’yı seveceğini söylemişti ona. Fikirlerindeki ve giyimindeki tuhaflığa rağmen.
Bayan Cornelia dışında kimse mavi beyaz şeritlerle süslenmiş bir önlük, kocaman pembe gül desenli kahverengi bir şalla misafirliğe gelmezdi. Muhtemelen Bayan Cornelia dışında kimse bu kıyafetler içinde azametli ve düzgün görünemezdi aynı zamanda. Eğer Bayan Cornelia bu kılıkta bir prensin eşini ziyaret etmek için bir saraya uğrasaydı da aynı şekilde vakur ve vaziyete hâkim olurdu. Gül desenli şalını mermer zemine aynı kaygısızlıkla atardı ve ister prens ister köylü olsun bir erkeğe sahip olmanın gurur duyulacak en son şey olduğu fikrini aşılamaya aynı sakinlikle devam ederdi.
“El işimi de yanımda getirdim Bayan Blythe canım.” dedi zarif bir kumaşı açmaya koyulduğunda. “Bunu bitirmek için acele ediyorum. Kaybedecek zamanım yok.”
Bayan Cornelia’nın heybetli kucağına yayılmış beyaz elbiseye hayretle baktı Anne. Minik fırfırları ve pilileriyle bu özenle dikilen bir bebek elbisesiydi. Bayan Cornelia gözlüklerini ayarladıktan sonra zarif dikişlerle elbiseyi süslemeye başladı.
“Bu elbise Glen’de ikamet eden Bayan Fred Proctor için.” dedi. “Sekizinci çocuğu her an dünyaya gelebilir ve çocuğun hiçbir giysisi henüz hazır değil. İlk çocuğu için diktiği her şeyi diğer yedisi iyice yıpratmış. Kendisi de yeni elbise hazırlayacak zamana, güce ya da enerjiye sahip değil. O kadın âdeta bir azize Bayan Blythe, buna inanın. Fred Proctor’la evlendiğinde neler olacağını çok iyi biliyordum. Hem cazibeli hem de fena olan o adamlardan biriydi işte. Ama evlendikten sonra cazibeli olmayı bıraktı ve sadece fena biri oldu. İçki içiyor ve ailesini ihmal ediyor. Tam bir erkek gibi, değil mi? Eğer komşuların yardımı olmasaydı Bayan Proctor çocuklarını doğru düzgün giydirebilir miydi acaba?”
Anne’in daha sonra öğrendiği üzere Bayan Cornelia, küçük Proctorların iyiliğini kendine dert edinen tek komşuydu.
“Sekizinci bebeğin yolda olduğunu öğrenince bir şeyler yapmak istedim ben de.” diye devam etti Bayan Cornelia. “Bu sonuncusu ve bugün bitirmek istiyorum.”
“Kesinlikle çok güzel.” dedi Anne. “Ben de el işimi getireyim de iki kişilik ufak bir dikiş partisi yapalım. Siz çok iyi bir dikişçisiniz Bayan Bryant.”
“Evet, buralardaki en iyi dikişçi benim.” dedi Bayan Cornelia kesin bir olgudan bahsedercesine. “Öyle olmalıyım! Tanrı biliyor kendime ait yüz çocuğum olsaydı anca bu kadar dikiş dikmiş olurdum, inan ki! Sekizinci bebek için bu elbiseye nakış işlediğim için aptalımdır belki. Ama Tanrı biliyor Bayan Blythe, sekizinci çocuk olmak onun kabahati değil. Dünyaya gelmesi isteniyormuşçasına güzel bir elbisesi olsun istedim. Zavallı ufaklığı kimse istemiyor. Ben de tam olarak bu sebepten onun ufak tefek elbiselerine daha bir özeniyorum.”
“Hangi bebek olsa o elbiseyi severdi.” dedi Anne. Bayan Cornelia’yı seveceğine dair daha güçlü bir his vardı içinde.
“Sanırım seni neden şimdiye kadar ziyaret etmediğimi merak ediyorsundur.” diye devam etti Bayan Cornelia. “Ama bu hasat ayı senin de bildiğin gibi ve ben çok meşguldüm. Etrafta çok fazla çalışan kişi olduğundan daha çok yemek yiyorlar, tam erkek gibi. Dün de gelirdim ama Bayan Roderick MacAllister’ın cenazesine gittim. Aslında başım çok ağrıyordu ve gidersem hiç keyif almam diye düşünüyordum. Ama kendisi yüz yaşındaydı ve onun cenazesine mutlaka gideceğime dair kendime söz vermiştim hep.”
“Peki iyi bir merasim miydi?” diye sordu Anne. Ofis kapısının hafif aralandığı da gözlerinden kaçmadı.
“Nasıl? Ah, evet, muazzam bir cenazeydi. Kendisinin çok tanıdığı vardı. Cenaze alayında yüzden fazla araba vardı. Bir iki tuhaf şey de yaşandı. Joe Bradshaw isimli kâfiri ömrüm boyunca bir daha görmem diye düşünüyordum. Kendisi kilise kapısından içeri adım atmazdı ama dün kendisi büyük bir coşkuyla ve hararetle ilahi söylüyordu. Kendisi şarkı söylemeyi pek sevdiğinden hiçbir cenazeyi kaçırmaz. Zavallı eşi Bayan Bradshaw şarkı söyleyecek hâlde değildi. Kadıncağız köle gibi çalışmaktan tükenmişti. İhtiyar Joe arada bir ona hediye alır, bazen de çiftlik için yeni bir ekipman getirirdi. Tam da bir erkek gibi değil mi? Ama Metodist bile olsa kiliseye gitmeyen bir adamdan fayda gelir mi? Buraya geldiğiniz ilk pazar gününde sizi ve genç doktoru Presbiteryen kilisesinde gördüğüm için şükrettim. Presbiteryen olmayan doktorla işim olmaz.”
“Geçen pazar akşamı Metodist kilisesindeydik.” dedi Anne muzipçe.
“Sanırım Doktor Blythe Metodist kilisesine de gitmek zorunda. Yoksa Metodistler ona tedavi olmazlar.”
“Vaazı çok beğendik.” dedi Anne cesurca. “Metodist papazın duası bugüne kadar işittiğim en güzel duaydı.”
“O papazın iyi dua edebildiğine hiç şüphem yok. İhtiyar Simon Bentley’den daha güzel dua eden kimseye rastlamadım henüz. Kendisi her zaman sarhoştu ya da sarhoş olmak isterdi. Çünkü ne kadar çok sarhoş olursa o kadar iyi dua ederdi.”
“Metodist papaz çok yakışıklıydı.” dedi Anne, bir yandan aralanmış ofis kapısına göz atarken.
“Evet, pek süslü kendisi.” dedi Bayan Cornelia. “Oldukça da kadınsı. Kendisine bakan her kızın âşık olduğunu zannediyor. Bir Yahudi misali oradan oraya gezinen Metodist papazından iyi bir kısmet olabilir mi sanki? Size ve genç doktora tavsiyem Metodistlerle çok içli dışlı olmayın. Benim mottom eğer Presbiteryensen, Presbiteryen olarak kal.”
“Peki, sizce Metodistler de Presbiteryenler gibi cennete gitmeyecekler mi?” diye sordu Anne gülümsemeden.
“Buna karar verecek olan biz değiliz. Bunu yüceler yücesi bilir.” dedi Bayan Cornelia ciddiyetle. “Ama cennette ne olacaksa olsun bu dünyada onlarla muhatap olmayacağım. Buradaki Metodist papazı evli değil. Ondan önceki papaz evliydi ve karısı hayatımda gördüğüm en şapşal, en uçarı yaratıktı. Bir keresinde kocasına onunla evlenmeden önce büyümesini beklemesini söylemiştim. Bana karısını kendisinin eğitmek istediğini söyledi. Tam erkek gibi, değil mi?”
“İnsanların tam olarak ne zaman yetişkin olduklarına karar vermek oldukça zor.” dedi ve güldü Anne.
“Çok güzel söyledin canım. Bazıları doğduklarında yetişkin olarak geliyorlar dünyaya. Bazıları da seksen yaşına gelseler çocuk gibiler, inan bana. Bahsettiğim Bayan Roderick hiç büyümedi. Yüz yaşındayken de on yaşındayken olduğu gibi şapşaldı.”
“Belki de uzun yaşamasının sebebi budur.” dedi Anne.
“Belki de öyledir. Ama ben bir şapşal olarak yüz yıl yaşayacağıma aklı başında biri olarak elli yıl yaşamayı tercih ederim.”
“Eğer herkes aklı başında olsaydı dünyanın ne kadar sıkıcı olacağını düşünsenize.”
Bayan Cornelia, saygısız şakacılık konusunda tartışmaya açık değildi.
“Bayan Roderick bir Milgrave’di ve Milgravelerde bir gram akıl yoktur. Yeğeni Ebenezer Milgrave yıllarca akıl hastası olarak yaşadı. Ölü olduğuna inanıyordu ve karısına kendisini gömmediği için öfkeliydi. Ben olsam gömerdim.”
Bayan Cornelia o kadar kararlı görünüyordu ki Anne onu elinde kürekle görecekti neredeyse.
“Hiç iyi bir koca biliyor musunuz Bayan Bryant?”
“Evet tabii ki… Çok fazla tanıyorum hem de. Öbür taraftalar.” dedi Bayan Cornelia. Açık pencereden limanın karşısındaki kilisenin mezarlığını işaret ediyordu.
“Hayatta olan, kanlı canlı birini tanıyor musunuz peki?” diye ısrar etti Anne.
“Birkaç tane var. Ama Tanrı’nın nelere kadir olduğunu göstermek için.” diyen Bayan Cornelia, iyi kocaların olduğunu gönülsüzce kabul etti. “Orada burada birkaç tane tuhaf adamın olduğunu inkâr etmem. Eğer gençken yakalanıp iyi terbiye edilirse, annesinden zamanında güzel dayak yediyse düzgün biri olabiliyor. Sizin kocanız çoğu erkek gibi fena biri değilmiş duyduğum kadarıyla.” Bayan Cornelia gözlüklerinin üzerinden sertçe baktı Anne’e. “Kimsenin onun gibi olmadığını düşünüyorsunuz.”
“Aynen öyle.” dedi Anne derhâl.
“Pekâlâ, bir keresinde bir başka yeni gelinin de aynısını söylediğini duymuştum.” diye iç çekti Bayan Cornelia. “Jennie Dean yeni evlendiğinde kimsenin kendi kocasına benzemediğini düşünüyordu. Aslına bakarsan haklıydı da. Kimse ona benzemezdi! İnan bana bu çok da iyi bir şeydi! Karısına çok kötü bir hayat yaşattı. Jennie ölüm döşeğindeyken ikinci eşiyle görüşüyordu.”
“Tam da erkek gibi işte. Ama umarım sen kocandan emin olmak konusunda haklısındır canım. Genç doktor pek seviliyor. İlk başlarda öyle olmamasından korkmuştum çünkü buranın insanı Doktor Dave’in dünyadaki tek doktor olduğunu düşünürdü hep. Doktor Dave pek ince düşünceli bir adam değildi, orası kesin. İnsanların evlerinde kendilerini astıklarından bahsederdi. Ancak karınları ağrıdığında incinen duygularını unutuveriyor insanlar. Eğer doktor değil de papaz olsaydı insanlar onu asla affetmezlerdi. Ruh ağrısı insanı karın ağrısı kadar endişelendirmiyor. Madem ikimiz de Presbiteryeniz ve civarlarda da Metodist yok, papazımız hakkındaki samimi düşüncelerini öğrenebilir miyim?”
“Neden ama ben…” diye tereddüt etti Anne.
Bayan Cornelia kafasını salladı.
“Kesinlikle. Sana katılıyorum canım. Onu alarak yanlış yaptık. Yüzü mezardaki dar enli taşlara benzemiyor mu? Alnına, ‘Ruhu şad olsun.’ yazılsa sırıtmaz. Buraya geldiğinde verdiği ilk vaazı asla unutamam. Herkesin iyi olduğu işi yapmasıyla ilgili bir vaazdı. Konu tabii ki çok iyiydi. Ama kullandığı örnekler yok mu!.. Şöyle demişti, ‘Diyelim ki bir ineğiniz, bir de elma ağacınız var. Elma ağacınızı ahıra bağlayıp ineğinizi meyve bahçesine ayakları havada dikecek olursanız. Elma ağacından ne kadar süt, inekten ne kadar elma alabilirsiniz?’ Siz böylesini hiç duydunuz mu hayatınızda? O gün hiçbir Metodist olmadığına çok sevindim. Bu konuda çenelerini kapatmazlardı asla. Ona dair en rahatsız olduğum nokta ise herkesle hemfikir olma alışkanlığı. Eğer ona, ‘Sen tam bir alçaksın!’ dersen, yüzünde tebessümle, ‘Evet, aynen öyle.’ diye cevap verir. Papaz olacak adamda daha fazla omurga olmalı. Uzun lafın kısası ben kendisinin sayın papaz değil sayın eşek olduğunu düşünüyorum. Ama tabii ki bu dediklerim seninle benim aramızda kalsın. Etrafta Metodistler varken onu öve öve bitiremiyorum. Bazıları eşinin çok canlı kıyafetler giydiğini düşünüyorlar. Ama ben böylesi bir yüzle yaşamak zorunda olduğu için kendisini neşelendirecek bir şeylere ihtiyaç duyduğunu söylüyorum hep. Siz benim bir kadını elbisesinden dolayı kınadığımı asla duyamazsınız. Kocasının böyle giyinmesini engelleyecek kadar pinti ve kötü olmadığına seviniyorum sadece. Tabii ben giyim kuşam işlerini kafama takmam pek. Kadınlar erkekleri memnun etmek için giyiniyorlar ve ben asla o seviyeye inmem. Oldukça sakin ve rahat bir hayata sahip olmamın sebebi erkeklerin ne dediğini zerre umursamıyor olmam canım.”
“Erkeklerden neden bu kadar nefret ediyorsunuz Bayan Bryant?”
“Aman Tanrı’m. Onlardan nefret etmiyorum. Nefrete bile değmezler. Onlara dair tiksinti benzeri bir şey hissediyorum. Ama eğer kocanız başladığı gibi devam ederse muhtemelen ondan hoşlanırım. Onun dışında bu dünyada takdir ettiğim iki erkek ihtiyar Doktor ve Kaptan Jim.”
“Kaptan Jim kesinlikle muhteşem.” dedi Anne içtenlikle.
“Kaptan Jim iyi bir adam ama bir konuda çok rahatsız edici. Onu sinirlendirmek mümkün değil. Tam yirmi senedir onu kızdırmaya çalışıyorum ama efendiliğini hiç bozmuyor. Bu da benim asabımı bozuyor. Evlenmek üzere olduğu kadınsa günde iki kez öfke nöbetine kapılan aksi bir herifle evlendi.”
“O kadın kimdi peki?”
“Ah, bilmiyorum canım. Kaptan Jim’in birilerine kur yaptığını görmedim hiç. Hatırladığım kadarıyla hep sıra dışı biriydi. Bildiğin gibi kendisi yetmiş altı yaşında. Bekâr kalmasının sebebini hiç öğrenemedim ama mutlaka bir sebebi vardır, bana inan. Beş sene öncesine kadar hep denizlerdeydi. Burnunu sokmadığı bir köşe yoktur şu koca dünyada. Elizabeth Russell ile yaşadıkları sürece hep sıkı fıkıydılar. Ama romantik bir şeyler yaşadıklarını sanmıyorum. Elizabeth bir sürü talibi olduğu hâlde hiç evlenmedi. Elizabeth gençliğinde dünya güzeliydi. Galler Prensi adayı ziyaret ettiği Charlottetown’daki amcasını ziyarete gitmişti. Amcası devlet görevlisi olduğundan Elizabeth büyük baloya davet edildi. Balodaki en güzel kızdı ve Prens’le dans etti. Prens’le dans etme fırsatı yakalayamayan diğer kızlar öfkeden deliye döndüler. Çünkü sosyal statüleri Elizabeth’inkinden çok daha iyiydi ve Prens’in kendilerini ihmal etmemesi gerektiğini söylediler. Elizabeth bu dansla ömür boyu gurur duydu. Kötü niyetli insanlar evlenmemesinin sebebini o dansa bağladılar. Bir prensle dans ettikten sonra sıradan bir adama dayanamazmış. Ama gerçek bu değildi. Bana evlenmeme sebebini söylemişti bir keresinde. O kadar sinirli bir kadınmış ki herhangi bir erkekle huzur içinde yaşayamamaktan korkuyormuş. Çok feciydi öfkesi. Bazen merdivenlerden yukarı çıkıp çalışma masasını ısırırmış sakinleşmek için. Ama ben bunun evlenmemek için bir gerekçe olmadığını söyledim ona. Öfkelenme işini sadece erkeklerin tekeline almalarına müsaade edemeyiz, öyle değil mi Bayan Blythe canım?”
“Bende de biraz sinirlilik var.” diye iç çekti Anne.
“İyi ki de var canım. Ezilme ihtimalini fazlasıyla düşürmüş olacaksın bu sayede, bana inan! Aman Tanrı’m! Senin ortancalar nasıl da çiçek açmış öyle! Zavallı Elizabeth çiçeklerine hep çok iyi bakardı.”
“Bahçeyi çok seviyorum.” dedi Anne. “Eski usul çiçeklerle dopdolu olduğu için o kadar mutluyum ki! Bahçeden bahsetmişken… Köknarların ötesindeki küçük araziyi kazıp bizim için çilek ekecek birini arıyoruz. Gilbert o kadar yoğundu ki bir türlü fırsat bulamadı. Tanıdığınız biri var mı?”
“Bir bakalım… Glen’deki Henry Hammond bu tür işler yapıyor. O ilgilenir belki. Ama kendisi alacağı ücreti işinden daha çok umursar. Tam da bir erkek gibi. Ayrıca kavrayışı çok yavaştır ve durduğunu anlaması için beş dakika hareketsiz kalması gerekir. Küçükken babası kafasına kütük fırlatmış.”
“Ufacık, nazik bir darbe değil mi? Tam da bir erkek gibi. Tabii ki zavallı oğlan bir türlü atlatamadı. Ama tavsiye edebileceğim tek kişi o.Geçen baharda evimi boyamıştı. Çok güzel görünüyor, değil mi?”
Anne saatin beşe vurmasıyla kurtuldu.
“Aman Tanrı’m, o kadar geç oldu mu?” diye haykırdı Bayan Cornelia. “Keyifliyken zaman nasıl da akıp gidiyor öyle! Neyse ben evin yolunu tutayım.”
“Hayır olmaz! Burada kalıp bizimle yemek yiyeceksiniz.” dedi Anne hevesle.
“Bunu daveti yapman gerektiğini düşündüğün için mi soruyorsun yoksa gerçekten benimle yemek yemek istediğin için mi?” diye sordu Anne.
“Gerçekten istediğim için.”
“O zaman kalayım. Sen Joseph’i tanıyan ırka mensupsun.”
“Arkadaş olacağımızı biliyorum.” dedi Anne, yüzünde sadece inananlarda görülecek türde bir gülümseme vardı.
“Aynen öyle canım. Şükürler olsun ki arkadaşlarımızı seçebiliyoruz. Aynı seçenek akrabalarımız için mevcut değil maalesef. Eğer akrabalarından hapishane kuşu yoksa hâline şükret. Tabii benim en yakın akrabalarım ikinci dereceden kuzenlerim. Ben yalnız ruhlardan biriyim Bayan Blythe.”
Bayan Cornelia’nın sesinde hafif bir hüzün vardı.
“Bana Anne demenizi istiyorum.” diye haykırdı Anne istemsizce. “Bana kendimi evdeymişim gibi hissettirir. Kocam dışında Four Winds’deki herkes bana Bayan Blythe diyor. Bu da bana kendimi yabancıymışım gibi hissettiriyor. İsminiz çocukken taşımak için can attığım isme çok benziyor. ‘Anne’ isminden nefret ederdim ve hayallerimde kendime ‘Cordelia’ derdim.”
“Anne ismini severim. Benim annemin ismiydi. Eski usul isimler en iyisi ve en tatlısı bana sorarsan. Eğer yemek hazırlamaya gideceksen genç doktoru benim yanıma yolla konuşması için. Buraya geldiğimden beri oradaki koltuğa uzanmış hâlde söylediklerime gülmemek için zor tutuyor kendini.”
“Nereden biliyorsunuz?” diye haykırdı Anne. Bayan Cornelia’nın esrarengiz önsezisi karşısında kibarca inkâr etme yolunu seçemeyecek kadar şaşkındı.
“Buraya doğru yürürken onun senin yanında oturduğunu gördüm ve ben erkeklerin hilelerini iyi bilirim.” diyerek cevap verdi Bayan Cornelia. “İşte oldu. Küçük elbiseyi bitirdim ve sekizinci bebek canı ne zaman isterse teşrif edebilir.”

BÖLÜM 9
FOUR WINDS FENERİNDE BİR AKŞAM
Anne ve Gilbert, Four Winds’i ziyaret etme sözlerini nihayet tuttuklarında eylülün sonlarına gelmişlerdi. Yeni dostlarını ne zaman ziyaret etmeye niyetlenseler hep bir engel çıkıyordu. Bu süre boyunca Kaptan Jim sık sık “çat kapı” geliyordu ziyaretlerine.
“Ben merasim sevmem Bayan Blythe.” demişti Anne’e. “Buraya gelmek benim için büyük zevk. Sizler henüz beni ziyaret etmediniz diye kendimi bu zevkten mahrum edecek değilim. Joseph’i tanıyan ırk arasında böyle şeylerin lafı bile olmaz. Ben müsait olduğumda geleceğim, siz de müsait olduğunuzda geleceksiniz. Keyifli sohbetimizi etmeye devam ettiğimiz sürece kimin çatısının altında olduğumuzun bir önemi yok.”
Kaptan Jim, Gog ve Magog’u çok beğenmişti. O ikisi küçük evin şöminesinin yanında Patty’nin Yeri’nde oldukları gibi azametle ve gururla duruyorlardı dimdik.
“Bu keratalar çok tatlılar, değil mi?” derdi keyifle. Ev sahiplerine yaptığı gibi her gelişinde onları selamlar, her ayrılışında ciddiyetle veda ederdi onlara. Kaptan Jim, evdeki ilahlara saygıda kusur etmekten kaçınıyordu.
“Bu küçük evi mükemmel hâle getirmişsiniz.” dedi Anne’e. “Hiç bu kadar güzel olmamıştı bu ev. Bayan Selwyn de sizin gibi zevk sahibiydi ve mucizeler yarattı burada. Ama o zamanlarda sizdeki gibi küçük perdeler, resimler, ıvır zıvırlar yoktu. Elizabeth ise geçmişte yaşardı. Sizin bu eve gelecek getirdiğinizi düşünüyorum. Buraya geldiğimde hiç konuşmasak bile mutlu olurdum. Sadece oturup size, resimlerinize ve çiçeklerinize bakmak yeter de artardı bile. Çok güzel, çok…”
Kaptan Jim, güzelliğe tutkuyla tapardı. Duyduğu ya da gördüğü tüm hoş şeyler onda derin, gizli ve içsel bir neşeye sebep olurdu, işte bu neşe yaşamını ışıl ışıl aydınlatırdı. Kendi dış görünüşünün yeterince iyi olmayışının fazlasıyla farkındaydı ve bu durum onu üzüyordu.
“Herkes iyi biri olduğumu söylüyor.” demişti bir keresinde “Ama bazen Tanrı’nın bana diğer insanlara verdiği güzelliğin yarısını vermiş olmasını diliyorum. Ama sanırım Tanrı nasıl olması gerektiğini biliyor. Tıpkı iyi bir kaptan gibi… Bazılarımız çirkin olmalıydık ki Bayan Blythe gibi güzelliklerin kıymeti daha iyi bilinsin.”
Anne ve Gilbert, bir akşam nihayet Four Winds deniz fenerine doğru yürümeye başladılar. Yürümeye başladıklarında gri bulutlar ve sis tarafından karşılansalar da daha sonra gelen altın kızıl görkem ufak yolculuklarını güzelleştirdi. Batı tepelerinin arkasında ve limanın ötelerinde gün batımının ateşi kehribar rengi derinlikler ve kristal sığlıklar meydana getirmişti. Kuzey gökyüzü ufak tefek kızılımsı bulutlarla pul pul olmuştu. Boğazdan âdeta süzülürcesine geçen beyaz yelkenliler kızıl gün batımı ışığıyla parlıyordu. Belki de bu gemi, palmiyelerle dolu bir güney limanının yolcusuydu. Aynı güneş geminin ötesindeki kumulların bembeyaz, çimensiz yüzlerini pembeye boyuyordu. Aydınlık güne vedasını etmeden önce küçük derenin yukarısındaki eski evi de selamlamayı ihmal etmemişti. Kızıl rengi alaca karanlık güneşi bu evin pencerelerine eski bir katedralin vitraylı pencerelerinden süzülen ışıktan daha nefis bir ışıkla aydınlatıyordu. Akşam güneşi bu evin sessizliğini ve griliğini, yavan bir çevreye hapsedilmiş bir ruhun capcanlı, kan kırmızı düşünceleriyle aydınlatıyordu sanki.
“Derenin yukarısındaki eski ev hep çok yalnız görünüyor.” dedi Anne. “O evin hiçbir zaman ziyaretçisi olmuyor. Giriş yolunun yukarı caddeye açıldığını biliyorum. Ama pek bir gelen giden olduğunu sanmıyorum. Moorelarla henüz tanışmamış olmamız çok tuhaf. Sadece on beş dakikalık yürüme mesafesindeler hâlbuki. Onları kilisede görmüşümdür belki ama kim olduklarını bilmiyorum. En yakınımızdaki komşularımızın bu kadar içine kapanık olmaları üzücü.”
“Belli ki Joseph’i tanıyan ırka mensup değiller.” dedi Gilbert kahkahalarla. “Çok güzel bulduğun o kızın kim olduğunu öğrenebildin mi?”
“Hayır. Nedense onu sormayı hep unutuyorum. Ama onu hiçbir yerde görmedim bir daha. Sanırım buraların yabancısı. Bak işte güneş gitti. Ve deniz fenerine gelmiş bulunmaktayız.”
Gece iyiden iyiye kendini göstermeye başlasa da devasa fener karanlığı upuzun bir şeritle bölüyordu. Tam tur dönüşüyle tarlaları, limanı, sahil kordonunu ve körfezi aydınlatıyordu.
“Sanki beni aniden yakalayıp denizin fersah fersah ötelerine fırlatacakmış gibi geliyor.” dedi Anne. İyice ışığa bulanmıştı. Deniz fenerine yaklaşmak onu rahatlatmıştı. Göz kamaştıran ve sürekli devam eden o ani parıltıların etki alanındaydı artık.
Deniz fenerinin bulunduğu araziye çıkan o küçük yola döndüklerinde sıra dışı görünüme sahip bir adamın fener kulesinden çıktığını görmek ikisinin de gözlerini dikip bakmasına sebep olmuştu. Bu adam kesinlikle hoş bir dış görünüşe sahipti. Uzun boylu, geniş omuzlu biriydi. Hatları çok düzgündü. Burnu kancalıydı ve gri gözlerinde samimiyet vardı. Zengin bir çiftçinin pazar kıyafetlerini giyinmişti. Four Winds’de yaşama ihtimali Glen sakini olma ihtimaline denkti. Adamın neredeyse dizlerine kadar uzanan kırışık bir sakalı vardı ve sırtından aşağıya doğru sıradan şapkasının altından kalın, dalgalı, kahverengi saçlar dökülüyordu.
“Anne.” diye mırıldandı Gilbert adamın duyamayacağı bir mesafeye geldiklerinde. “Evden çıkarken bana verdiğin limonatanın içine tuhaf bir şeyler koymadın, değil mi?”
“Hayır, koymadım.” dedi Anne kahkahasını bastırmaya çalışırken. Yanlarından geçip giden bilmecenin güldüğünü duymasını istemiyordu. “Bu adam da kim Tanrı aşkına?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lusi-mod-montgomeri/anne-in-hayaller-evi-69428962/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Avonlea Köy Geliştirme Topluluğu (ç.n.)

2
19. Yüzyıl şairi Caroline Norton tarafından 1867 yılında yazılmış bir şiir. (ç.n.)
Anne′in Hayaller Evi Люси Мод Монтгомери
Anne′in Hayaller Evi

Люси Мод Монтгомери

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Serinin devamı olan bu romanda Anne’in hayatının aşkı Gilbert Blythe okulunu bitirip doktor olur. Bu mutlu çifti Four Winds Limanı sahillerinde artık yeni bir hayat bekler ve Anne’in hayallerinin evine birlikte adım atacaklardır. Bu yeni hayat, beraberinde iyi ve kötü pek çok şeyi de getirir. Anne ve Gilbert yeni arkadaşlar edinirler ve yeni komşularıyla tanışırlar. Kaptan Jim, deniz hikâyeleriyle; Bayan Cornelia Bryant, hazırcevaplılığıyla; Leslie Moore, içindeki tüm karanlığa rağmen aydınlık yüzüyle onlara katılır. …Çocukluğumda bir papazın, bir ev doğum, düğün ve ölümle kutsanmadıkça gerçek bir yuva olmaz minvalinde bir şeyler söylediğini hatırlıyorum. Bu evde ölümler oldu… Hatta doğum bile oldu… Ama hiç düğünümüz olmadı. Anne’in evleneceğini düşünmek çok tuhaf geliyor. Matthew’un on dört yıl önce getirdiği küçük bir kız çocuğuymuş gibi geliyor hâlâ…

  • Добавить отзыв