Pembe İncili Kaftan

Pembe İncili Kaftan
Ömer Seyfettin
Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

Ömer Seyfettin
Pembe İncili Kaftan

PEMBE İNCİLİ KAFTAN
Büyük kubbeli serin divan bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincabi bahar ziyaları, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar; uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan ihtiyar sadrazamın sönük gözleri; gayet uzak, gayet karanlık şeyler düşünüyor gibi mevcut olmayan noktalara dalıyordu.
“Cesur bir adam lazım paşalar…” dedi, “Biz, onun; sırmalara, altınlara, elmaslara gark ederek gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik ancak dizini öpmesine müsaade ettik. Şüphesiz o da mukabele etmeye kalkacak.”
“Şüphesiz.”
“Hiç şüphesiz.”
“Mutlaka…”
Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi fikrinde olduğunu anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi:
“O hâlde bizden elçi gidecek adamın çok cesur olması lazım! Öyle bir adam ki ölümden korkmasın. Devletin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin…”
“Evet.”
“Hay, hay…”
“Çok doğru.”
Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı:
“Haydi öyleyse… Bir cesur adam bulun.” dedi, “Hacegândan, enderundan, divandan benim aklıma böyle gözü pek bir adam gelmiyor. Siz de düşünün bakalım.”



Sofu, sulhperver, sakin padişahın koca devletine sessiz, küçük bir dimağ olan divan düşünmeye başladı.
***
Bu elçi, yedi sene sonra takdirin “Yavuz!” namındaki yaman sillesiyle; her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safevî’ye gönderilecekti! Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan ziyade kitapla geçiren Beyazıd-ı Veli’nin tabiatı son derece halimdi. Yalnız şiiri, hikmeti, tasavvufu sever; muharebeden, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının sükûnunu bozmamayı en büyük vazifeleri sanırlardı. Bununla beraber hudutlarda yine kavganın arkası alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini takip ediyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro fetholunuyordu. Sanki İstanbul’un Fethi’nin azmiyle dehası -tahta geçer geçmez babasının heykelini “Gölgesi yere düşüyor…” diye kırdırıp sevaba girmeye kalkan- zahit halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, ezelî bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe gaile gaile üstüne çıkıyordu! Hele Şark… Kan içinde, ateş içinde, zulüm içinde kıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunlu Hanedanı’nın enkazı üstünde Şah İsmail serserisi bir saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyükbabası Cüneyt’in intikamını aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu. Kendine iltica eden taraftarları bile çağırdığı ziyafette yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, mağlup ettiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bu gaddar şah dünyada hakikaten eşi görülmemiş bir zalimdi. Beyazıd divanının edip, sakin, haluk, dindar vezirleri, onun vahşetlerini hatırlamaya tahammül edemezlerdi. Bu zalim bir gün mutlaka bizim hududumuza da tecavüz edecek, Şark eyaletlerini zapta kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadiriye Hâkimi Alaüddevle’den nikâhla kızını istemişti. Alaüddevle kızını vermedi. İsmail uğradığı bu ret hakaretinden hiddetlendi; intikam için padişahın toprağından geçti. Müdafaasız Zülkadiriye arazisine girdi. Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle’nin oğluyla iki torunu eline esir düştü. Şah İsmail bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle bir vahşet Şark’ta yeni duyuluyordu. Cenk istemeyen padişah Ankara’ya Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, zalim olduğu kadar kurnazdı… Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O vakit Trabzon valisi bulunan Şehzade Yavuz, babası gibi sabredememiş; Tebriz hududunu geçmiş, Bayburt’a, Erzincan’a kadar her tarafı talan etmiş hatta şahın kardeşi İbrahim’i esir almıştı. İsmail’in elçisi şimdi bu tecavüzden de şikâyet ediyor, Osmanlı toprağına son akınlarının, padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle aleyhine olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, zalim, gaddar türediye gönderilecek münasip bir elçi bulunamıyordu çünkü kendini Osmanlı hakanıyla bir tutan hatta bütün Şark’ta cihangirliği kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama karşı şüphesiz birçok münasebetsizlikler edecek; münasebetsizliklerine mukabele edeni ihtimal kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik kaba bir vahşetle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi hareketsiz duran, kırmızı tuğlu kavuk yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:
“Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum.” dedi, “Babası benim yoldaşımdı ama devlet memuriyeti kabul etmez.”
“Kim?”
“Muhsin Çelebi.”
Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:
“Burada mı oturuyor?”
“Evet.”
“Ne iş yapıyor?”
“Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ülfet etmez. İkbal istemez.”
“Niye?”
“Bilmem ama belki zevali var diye.”
“Tuhaf…”
“Fakat çok cesurdur. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok defa gaza etmiştir. Yüzünde kılıç yaraları vardır.”
“Bize elçi olmaz mı?”
“Bilmem.”
“Bir kere kendisini görsek…”
“Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?”
“Nasıl gelmez?”
“Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şahla geda, nazarında birdir.”
“Devletini sevmez mi?”
“Sever sanırım.”
“O hâlde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.”
“Tecrübe buyurun efendim.”
Sadrazam o akşam kethüdasını Muhsin Çelebi’nin Üsküdar’daki evine gönderdi. Devlete, millete dair bir maslahat için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka tereddüt etmeyip gelmesini yazıyordu.
***
Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük, loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken sadrazama, Muhsin Çelebi’nin geldiğini haber verdiler.
“Getirin buraya!” dedi. İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı ceviz kapısından pala bıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce, siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının tekâpûsuna, secdesine alışan sadrazam; bir an, eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin daima öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı altından, içi boş, küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adam ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi gayet tabii bir sesle sordu:
“Beni istetmişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?”
“Şey…”
“Buyurunuz efendim.”
“Buyur oğlum, şöyle bir otur da…”
Muhsin Çelebi çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden gayet tabii bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu.
Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kâğıtlara bakarak içinden, Ne biçim adam? Acaba deli mi? diyordu. Hâlbuki… Hayır. Bu çelebi gayet akıllı bir insandı! Merde, namerde muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandıra ile büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah etmezdi. Fukaraya, zayıflara, gariplere bakar, sofrasında hiç misafir eksik olmazdı. Dindardı ama mutaassıp değildi. Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı. Devletinin büyüklüğünü, kutsiliğini anlardı. Yegâne mefkûresi, “Allah’tan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak”tı… İlmi, kemali herkesçe malumdu. İbni Kemal ondan bahsederken “Beni okutur…” derdi. Şairdi lakin ömründe daha bir kaside yazmamıştı hatta böyle methiyeleri okumazdı bile… Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan ikbal yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mina çiçekli, cenneti andıran nuranî yolların nihayetinde daima “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun nazarında çok yüksek, çok büyüktü. İnsan, arzın üzerinde Allah’ın bir halefiydi. Allah insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan her mevcudun fevkinde idi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe tabasbus pek yakışırdı ama insana… Muhsin Çelebi her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara harislerden, izzet-i nefissiz kölelerden, zahifeler gibi yerlerde sürünen mülevves esirlerden nefret ederdi hatta bunları görmemek için merdümgiriz olmuştu. Yalnız muharebe zamanları gureba bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı. Huzurda serbest, tabii oturuşu sadrazamı çok şaşırttı ama kızdırmadı:
“Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum?”
“Ben mi?”
“Evet.”
“Ne münasebet?”
“Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da…”
“Ben şimdiye kadar devlet mansıbına girmedim.”
“Niçin girmedin?”
Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi:
“Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem!” dedi, “Hâlbuki zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip el etek hatta ayak öpüp bin türlü tabasbusla, riyayla, tekâpuyla çıktıklarından etraflarına daima hep bu zelil mazilerinin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimleri, himaye ettikleri, hep deni riyakârlar, ahlaksız müdahinler, namussuz maskaralar, haysiyetsiz dalkavuklardır! Mert, doğru, izzet-i nefis sahibi, hür, vicdanın sesine kulak veren bir adam gördüler mi hemen garaz olur, mahvına çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi paşam?”

Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdı buruşturdu. Hiddetlenemiyordu ama hiddetlendiği zamanlarda olduğu gibi yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil hatta daha beylerbeyi iken bile karşısında akranlarından kimse böyle dümdüz laf söyleyememişti. Tekrar Acaba deli mi? diye düşündü. Deli değilse… Bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, “nizam-ı âleme” muhalif değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden, Şunun başını vurdursam… dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: “İşte sen de tabasbus, riya, tekâpu yollarından yükselenler gibi serbest, düz bir lafı çekemiyorsun! Sen de karşında mert bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, zilletinin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!” Süzük gözlerini açtı. Avcunda sıktığı kâğıdı yanına koydu. Tekrar Muhsin Çelebi’ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı… Al yanakları… Yeni tıraşlı, beyaz, kalın boynu… Biraz büyücek, eğri burnu… İnce sarığı… Tıpkı, “Şehname” sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhuna akseden sesini, gururunun karanlığı ile boğmadı. “Tam bizim aradığımız adam işte!” dedi. Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğunu hafifçe salladı:
“Seni Tebriz’e elçi göndereceğiz.”
Muhsin Çelebi sordu:
“Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan intihab etmiyorsunuz?”
“Sen Şah İsmail denen habisin kim olduğunu biliyor musun?”
“Biliyorum.”
“Devletini seviyor musun?”
“Seviyorum.”
Hakîm sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:
“Pekâlâ öyleyse…” dedi, “Bu habis ‘elçiye zeval yok’ kaidesini kabul etmez. Bizimle rekabet davasındadır. Er meydanında, hakkımızda yapamadıklarını bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister.
İhtimal işkenceyle idam eder çünkü Allah’tan korkusu yoktur. Hâlbuki elçimize yapılacak hakaret devletimize yapılmış demektir. Bize öyle bir adam lazım ki hakaret görünce başından korkmasın… Bu hakareti aynıyla o habise iade etsin… Devletini seversen sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!”
Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:
“Ettim efendim fakat bir şartla…” dedi.
“Ne gibi?”
“Mademki bu bir fedakârlıktır, fedakârlık ücretle olmaz. Hasbî olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, hakikatte şahsi bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, mansıb, ücret falan istemem. Fahri olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!”
“Fakat oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi gayet ağır giyinmişti. Atları, hademeleri mükemmeldi. Bizim elçimizin atları, hademeleri, esvabı daha muhteşem, daha ağır olmak icap eder… Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz.”
Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:
“Hayır.” dedi, “Hazineden bir pul almam. İcap ederse muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri ben kendi paramla düzeceğim. Hatta…”
(....)
Sadrazam gözlerini açtı.
“Hatta sırtıma Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.”
“Ne giyeceksin?”
“Sırmakeş Toroğlu’ndaki, dibası Hint’ten, harcı Venedik’ten gelme ‘Pembe İncili Kaftan’ı alacağım…”
“Ne… O kadar parayı nereden bulacaksın oğlum?”
Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay evvel tamamlanan, üzeri en nadir pembe incilerle işlemeli bu kaftanın namını İstanbul’da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha hediye etmek için Toroğlu’na müracaat ettikçe o, fiyatını arttırıyordu. Muhsin Çelebi bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı:
“Çiftliğimle mandıramı, evimi rehine vereceğim; tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım. İki bin altın atlarla hademelere sarf edeceğim. Geriye kalan sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım.”
Sadrazam bu hareketi makul bulmadı:
“Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir debdebe aletidir. Mallarını elinden çıkaracaksın. Fakir düşeceksin.”
“Hayır. Sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!”
Muhsin Çelebi ile konuştukça sadrazamın hayreti büyüyordu. Kalbi rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek tam bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse devletinin haysiyetinden ziyade alacağı ihsanı düşünecek, hakkında reva görülen her hakareti kabul edecekti. Sadrazam Muhsin Çelebi’yi yemeye de alıkoymak istedi. Muvaffak olamadı, giderken onu ta sofaya kadar teşyi etti.
***
(…) Altı ay içinde Muhsin Çelebi, büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını, hademelerini düzdü. Bunların hepsi hakikaten emsali görülmedik derecede muhteşemdi. Dönüşte yedi bin liraya iade etmek şartıyla Toroğlu’ndan meşhur Pembe İncili Kaftanı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın namesini koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin debdebesi, daratı, hele incili kaftanının şöhreti bütün Anadolu’dan geçerek Şah İsmail’in diyarına taşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi’ne büyük bir ihtişamla girdi. Bu küçük payitahtın süse, darata, renge, ziynete meftun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdı. Şehir, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail “pembe inci”yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl bir şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı nefsinde derin bir garaz duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden evvel tahtının arkasına cellatlarını hazırlattırdı. Tahtının önündeki diba şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda muharipleri duruyorlardı.
(…) Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan serbest adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her vakitki gibi yukarıda, göğsü her vakitki gibi ileride idi. Koynundan çıkardığı name-i hümayunu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstünde -allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sırmalarla, tuğlarla, sancaklarla bağlanmış gibi- garip bir yırtıcı kuş sükûnuyla tüneyen şaha uzattı. Ayağı öpülmeyen şah gazabından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Nameyi aldı. Muhsin Çelebi tahtın önünden çekilince şöyle bir etrafına baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, Beni mecburen ayakta, hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar galiba… dedi. Bir an düşündü. Bu hakarete nasıl mukabele etmeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili Kaftan’ı çıkardı. Tahtın önüne, yere serdi. Şah İsmail, vezirleri, kumandanları aptallaşmışlar, hayretle bakıyorlardı. Sonra bu kıymettar kaftanın üzerine bağdaş kurdu. İnce, dev ejderha resimleri nakşolunmuş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sedasıyla:
“Namesini verdiğim büyük padişahım Oğuz Kara Han neslindendir.” diye haykırdı, “Dünya yaratıldığından beri onun ecdadından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ecdadı hilkatten itibaren hükümdar olan bir padişahın elçisi hiçbir ecnebi padişah karşısında divan durmaz çünkü kendi padişahı kadar dünyada asil bir padişah yoktur. Çünkü…”
Muhsin Çelebi kaba Türkçe nutkunu bağırdıkça Farisi bilmeyen şah kızarıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı name, tir tir titriyordu. Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı çağırdı. Mukarribler, vezirler, cellatlar, muharipler; hükümdarlarının sabrına, tahammülüne şaşıyorlardı hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince müsaade falan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail donmuş, taş kesilmişti. Çaldıran’da kırılacak gururu bugün, bu tek Türk’ün ateş nazarları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken kendi gibi hayretten donan nedimlerine:
“Şunun kaftanını veriniz.” dedi.
Muhariplerden biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:
“Buyurun. Kaftanınızı unutuyorsunuz.”
Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle:
“Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz?” dedi.
***
(…) Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar’a girdiği zaman, Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hademelerine dedi ki:
“Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdeki esvapları, belinizdeki murassa hançerleri size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?”
“Ediyoruz!”
“Ediyoruz!”
“Ananızın ak sütü gibi.” cevabını alınca onları başından savdı. Geniş bir nefes aldı. Evine uğramadan deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Nameyi şaha verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, şahın müsaadesine tenezzül etmeden habersizce kalkıp İstanbul’a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam onun vazifesini hakkıyla ifa edeceğinden son derece emindi. Yollara, derebeylerine, aşiretlere dair bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:
“Ben satın almak istiyorum oğlum, kaftanın burada mı?” dedi.
“Hayır, getirmedim.”
“Acemistan’da mı sattın?”
“Hayır, satmadım.”
“Çaldırdın mı?”
“Hayır.”
“Ya, ne yaptın?”
“Hiç…”
Sadrazam ısrar etti, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığıyla iftihar edecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar’a döndü. Ertesi günü yedi bin altına geri almak için kendisini bulan Sırmakeş Toroğlu’na da kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul’da hiç kimse meşhur Pembe İncili Kaftan’ın “nasıl, nerede, niçin” bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz sarayındaki macera tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Fakat eski zengin Muhsin Çelebi bu kaftan için girdiği borçları verip çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atıyla murassa takımını satıp Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar pazarında sebzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi. Ama “yine” ne kimseye boyun eğdi ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı!

İRTİCA HABERİ

Bir Zabitin Cep Defterinden
1 Nisan 1325, Köprülü
Akşam taliminden sonra gülüşerek aşağıya indik. Hava biraz rüzgârlı idi. Ben arkadaşları sattım. Selanikli Akil’i buldum. Bu, kırmızı saçlı, çalışkan, faal bir çocuk. Üç gündür kendisini tanıyorum. Gazetesinin işi için buraya gelmiş. Görüştük. Fakat bu akşam vapurdumanı gözlüğü altında parlak ve faal gözleri sanki biraz gölgelenmiş, daha ziyade koyulaşmıştı. Üç gündür ne güzel hasbihâller ettik. Tam benim fikrimde! Bu akşam yine konuşmak için onu tenha bir yere çekmek istedim.
“İstasyona gidelim.” dedim, “Hava fena değil.”
Kabul etti. Koluna girdim. Sarı boyalı yeni otelin dairevi ve fakir burnundan inerek soldaki bozuk kaldırımlı, dik ve kısa yokuşa saptık.
Dönerken, “Haberin yok mu?” dedi.
Hayret ettim, “Neden?”
“Yirmi dört saattir İstanbul’la muhabere münkatı.”
“Acayip!”
Ve düşündüm. Tam Vardar’ın kenarına çıkan dar yolun üstündeki şimendifer köprüsünün önünde süvari mülazımı Emin Bey’e rast geldik. Yanında eşraftan iki üç kişi, bir de Bulgar vardı. Selamlaştık. Emin Bey gülerek, “Siz de Ahrar’dan mısınız?” dedi. Ben ve Akil “Evet, evet…” diye gülüştük ve geçtik. Vardar’ın çamurlu, yıkık sahilini takip ederken maktul Serbesti muharririnden, alçak Murat Bey’in deni taassubundan bahsediyorduk. Demir yolunun etrafında bihaber çocuklar oyunlarını bırakıyorlar, “Bu yabancı kimdir?” der gibi Akil’e bakıyorlardı. Müphem bir sıkıntı hissediyordum. Laf olsun diye ona çocukları gösterdim.
“Saçlarına bakıyorlar!” dedim. O katiyen kırmızılık kabul etmiyor, saçlarının gayet sarı, gazetesindeki müstearı gibi “asfar” olduğunu iddia ediyordu. Ben bilakis kırmızı olduğunu ve onun için dikkati calip olduğunu hatta bütün Köprülü’de bir eşi bulunmadığını söylüyordum. Nehrin demir yoluyla ayrıldığı yerdeki mezarlığın içine girdik. Tarladan dönmüş birkaç rençber orada oturuyorlardı. Onlar da sanki yine Akil’in saçlarını seyretmek için gözlerini diktiler. Bunu yine ona söyledim. Gülüştük. Tozlu yollardan geçtik. Güneş renksiz bulutlar altında batıyordu. Sincabi dağlar, dağların arkasındaki mavi ve müphem sisler gittikçe koyulaşıyor, yakınlaşan görünmez gölgeler gibi dağılarak yükseliyordu. Çamur rengindeki sefil ve hasta Vardar’ın sedası akşamın sükûtu içinde duyuluyor, bahçelerin üstündeki süvari ahırlarının gübreliklerinden kalkan karga sürüleri ratıp havada ani bir maça onlusu hayalini uyandırarak süratle geçiyorlar, karşı sahilin sık ve yeşil yapraklı ağaçları arasında kayboluyorlardı. İstasyona geldik. Kimse yoktu. Kahvenin bahçesinde memur oturmuş rakı içiyor, kahvecinin köpeği karşısında onun mezeleri nasıl yediğini seyrediyordu. Oturduk. Akil bira istedi. Ben bir gazoz. Ve onun mezelerini yedim. Gelen gece serindi. Ben pelerinime daha ziyade büründüm. Ayaklarım üşümeye başladı. Ruhumuzdaki müphem azabı unutmak için istikbal ve edebiyattan bahsettik. Ben belki onuncu defa ona emellerimi anlattım. On iki sene askerlik ettikten sonra istifa edecek ve hoca olacaktım. Gençliğimi orduda geçirdikten sonra ihtiyarlığımı mektepte, dershanelerde geçirmek istiyordum. En birinci emelim tarih okutmak, muhakeme etmesini öğretmek; mütebeddil ve fâni hakikatleri kati bir surette ihsas ve talim etmekti. Akil, müstakbeli pek aciz ve mütevazı düşünüyor yahut öyle görünüyordu. Bir saat sonra geldiğimiz yollardan dönerek, bu sıkıntılı gecenin kuru ve muzlim gölgeleri içinden geçerek aşçı dükkânına geldik. Bizden başka kimse yoktu. Birkaç dakika sonra bir süvari zabiti geldi, selamlaştık. Akil ile gülüşüyorduk. Süvari müteessif bir tavırla:
“Mutlaka haberiniz yok.” dedi. İkimiz de hayret ettik:
“Neden?”
Lokmalarımız boğazımızda kaldı, iştahımız birdenbire kesildi, zabitin cevabı pek müthişti:
“Harbiye nazırıyla sadrazamı vurmuşlar. Ahmet Rıza tehlikeli surette mecruh…”
Hemen yerimizden kalktık. Otelin altındaki büyük kahveye girdik. Köşeye, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin azasından olan yahut olması lazım gelen eşraf ve başıbozuklar toplanmışlardı. Aralarında birkaç zabit vardı. Çehrelerde soğuk bir ihtizar sükûtu hüküm ferma idi. Ne yapacağımızı şaşırarak muhterem bir ölü karşısında bulunan sebepsiz bir tereddüt ve bir ihtiram ile kapının yanına oturduk. Köşedekilerin hepsi bir haber bekliyorlarmış gibi kapıya bakıyorlardı. Biz de sustuk. Beş on dakika öyle kaldık. Nihayet köşedekilerin arasından telgraf müdürü -bu gayet sevimli ve sahih bir Selaniklidir- kalktı. Yanımıza geldi. Felaketi anlattı. Zaten dünden beri böyle bir haber bekleniyormuş. Cemiyetin kaza merkezi, Merkez-i Umumi ile muhabere ediyormuş, ordu ve ahali ile İstanbul’a gidilecek ve Meşrutiyet iade olunacakmış. “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti” avcı taburu efradını iğfal etmiş. Onlar da “Şeriat isteriz!” diye meclise hücum ederek adliye nazırını falan katletmişler…
Birden o kadar derin ve muzlim bir ümitsizlik duydum ki ihtiyarsız:
“Eyvah azizim, mahvolduk! Bu sefer mutlaka mahvolduk!” dedim. Kalbimde sarih bir acı sızlamaya başladı. Artık konuşamıyor, Akil’le müdürün konuştuklarını duymuyordum. Gözlerimin önüne dumanlı bir Balkan haritası geliyor. Türkiye’nin parçalandığını, bu müthiş ve namevcut haritanın kırmızı ve ateşin çizgili hudutlarının hafi ve çirkin bir el ile bozulduğunu, değiştirildiğini görüyor gibi oluyordum. Izdırap dakikaları her felaket zamanında olduğu gibi yine bir azap ifriti uzunluğuyla geçiyor; aklıma iki üç sene evvel okuduğum Roland de Mares’ın “Mal Ottoman” makalesi geliyor. Bazen biraz kehanet taslayan ve ekseriya sözleri çıkan bu bedbin, bununla beraber meşhur muharririn; bizim için, zavallı Türklerin istikbali için verdiği insafsız ve kati hükümleri derhatır ediyordum. Kahveye her girenin yüzüne “bir havadis” gibi umumiyetle bakılıyordu. Akil sabredemedi. Müdürle beraber telgrafhaneye gitmeye kalktı.
“Bana müsaade…” dedim, “Kışlaya gideceğim.”
Onlardan sonra ben de çıktım. Yalnız ve yavaş yavaş tenha ve karanlık sokaktan yürüyordum. Şehrin saati dördü vuruyordu. Çeşmeyi geçtim. Büyük Kavaklı Meydanı’nda her vakitki gibi köpekler yine havlamaya başladı. Köşenin öbür tarafında bir dükkânın peykesine oturmuş olan bekçi, yıldızlarla aydınlanan bu kamersiz gece içinde bir karanlık yığını hâlinde duruyor, ara sıra çektiği sigarası yetim ve muhtazır bir ateş böceği gibi parlıyordu. Mezarlığın arasından geçiyordum. Beş altı ay evvel irtica ve taassubun feveranıyla bir saat içinde öldürülenleri nasıl alayla buraya gömdüğümüzü hatırladım. Daha hâlâ katiller, müşevvikler tecziye olunmadı. Belki affolunacaklar. Evet, doğrudan doğruya, sarahaten, amden Meşrutiye’te kasteden, payitahtı ayağa kaldıran “Kör Ali”ye ilişmeyen hatta bu haini okşayan adalet eli onların mı canını yakacaktı? Heyhat!.. Zavallı Remzi… Şimdi acaba ruhun, seni ümit ve şebabının en hisli ve acınacak bir anında söndüren o galeyanın, o müstekreh pişdarın kısm-ı küllisini İstanbul’da kanlar akıtırken görüyor mu? Yoksa… Yavaş yavaş yürüdüm. Mezarlığa girilen yolun karşısındaki fener sönmüştü. Ebkem mezar taşları sanki fikren meşgulmüş gibi vehmî bir hayatla sakin ve muzlim duruyorlardı. Yavaş yavaş yürüdüm… Aşağıdan tarih-i mukaddesin icat ve ızlal edemediği meçhul asırların bilinmez bir gününden beri akan Vardar, değinilen setlerine çarparak çağlıyor ve çarpıntısı bu matemî geceyi görünmez ürpermelerle titretiyordu. Artık kışlaya yaklaşmıştım. Çingenelerin boş demirci dükkânları tuhaf bir hayat arz ediyordu. Peykelerinin aralarından kuvvetsiz aydınlıklar akıyordu. Evet, Allah’ın bütün peygamberlerine vatan olan, bütün dinlerine cidal sıtması yağdıran bu memleketin, Türkiye’nin Çingeneleri bile mutaassıptır! Yarın cuma… Hepsi örslerinin üzerine birer mum yakmışlar, pederlerinin ruhunu şad ediyorlar!..
Odaya geldim. Masanın üzerindeki lamba kısılmış, yüzbaşım kırmızı velensesi altında, Şişman Galip köşede karyolasında, nöbetçi zabiti yatağında uyuyorlardı. Onları uyandırdım. Vakayı anlattım. Heyecanla biraz mübalağa ettim fakat yine pek ehemmiyet vermediler. İşte daha bir saat olmadı. Ben şunları yazarken onlar müsterih ve asude uyuyorlar. Hâlbuki ben… Sinirlerim o kadar müteheyyiç ki bu gece uyuyabileceğimi ümit etmiyorum, yalnız Arnavutçanın Latin hurufatıyla yazılması fikrinde bulunan yüzbaşım ihtiyarsız:
“Ah bu hocalar!” dedi, “Bizim harflere de mâni olan onlar değil mi ya?..”
Nöbetçi zabiti Hüsnü sesini çıkarmadı.
Şişman Galip uzun ve okkalı bir küfür salladıktan sonra:
“Ah bu softalar… Asker kaçağı …ler. Hepsini kesmeli…” dedi ve gözlerini kapadı. “İşte hepsi şimdi uyuyor!”
Ben, zavallı defterciğim, yine seni kitaplarımın altından bulup çıkarıyorum. Altı aydır boş duruyordum. İhtimal yine sana tevdi edilecek mühim vakalar hudus edecek. Bir “sui tefehhüm” korkusuyla kimseye, en genç fikirli, en yeni kafa bir arkadaşa söylenemeyecek şeyleri senin bitaraf ve taassuptan ari, pak ve beyaz sahifelerine yazabilir ve müteselli olurum. Yüzlerce sahifelerin doldu. En kanlı ve feci sahneleri sana yazdım. Müteessir olmak için seni okudum. Yaşadıkça benim refikim olacaksın. Öldükten sonra bir mutaassıbın, bir vatandaşın eline geçersen tahkir etmek için, tekfir etmek için beni bulamayacak, belki seni parça parça edecektir!.. Gece yarısı geçti. Artık yatıyorum. Bakalım sabah ne olacak?
....
2 Nisan 1325
Henüz yatmış ve uyumamıştım. Kapı açıldı. Süvari Yüzbaşısı Arif Bey içeri girdi. Bu; şişman, daima şen, alaycı bir arkadaştır. Herkese karşı “Hayatım!” diye hitap eder. Lakabı, “hayatım” kalmıştır. Benim yatağıma doğru yürüdü ve müteheyyiç bir sesle:
“Haydi canım kalk, çabuk!” dedi, “Zabitler kulüpte toplanıyorlar. Müzakere olacak, giyin. Arkadaşları da uyandır. Ben süvarileri uyandırmaya gidiyorum.”
Hemen kalktım. Arkadaşları uyandırdım. Galip kalkamadı. Nöbetçi Zabiti Hasan’la beraber Süvari Beşinci Bölük odasına gittik. Orada zabitlerle beraber kulübe indik. Geceleri kapalı olan kulübün şık ve biraz kibarca salonu aydınlanmıştı. Kapıdan girince soldaki oyun odasında kumandan paşa ayakta duruyor, erkân-ı harbî yanında şifre hallediyordu. Salonda yirmi kadar zabit vardı. Hepsi birbirleriyle konuşuyor, Sultan Hamit’in ismi diş gıcırtıları arasında sık sık geçiyordu. Anladım ki sabahleyin miting akdolunacak, protesto olunacak; redif taburu toplanacak, Hristiyanlardan gönüllü yazılacakmış.
Neler konuştuk… Saatler geçti. Sabahı bekliyorduk. Kimse uyumasını düşünmüyordu. Kapı açıldı. Akil ile belediye doktoru geldi. Çay içtiler. Akil de hiç uyumamış, postanede, mitingde müdürün okuması için nutuk yazmış. Yavaş yavaş zabitler gelmeye başladı. Kumandan yukarı çıktı.
Süvari alay kumandanıyla bizim taburun kumandanı Erkân-ı Harp Müfit Bey de geldiler. Lafa Müfit Bey başladı. Bu zaten asabi ve zannedersem isterik, maahaza kuvvetli ve müteşebbis, çekinmez bir adamdır. Doğrudan doğruya Sultan Hamit’i itham etti:
“Arkadaşlar!” diye başladı, “Emin olunuz ki Meşrutiyet’e, milletin ümidine vurulan bu yeni ve tahammül olunmaz darbe Sultan Hamit’tendir! Başka cani, başka katil aramayınız! Meşrutiyet onun için ölümdür; o zulmetmeden, öldürtmeden, ağlatmadan, kan ve gözyaşı döktürmeden yaşayamaz, ölür.”
Ve daha şedit devam etti. Miralaylığına kadar İstanbul’dan çıkmamış olan paşa, şüphesiz eskiden geçirdiği sakin ve tatlı ubudiyet günlerini derhatır ediyordu, susuyordu. Müfit Bey: “Hallini isteyelim, ısrar edelim, bu seferki hareketimiz son ve kat’î olsun!” diye, hiddet ve teessüften muhakemelerini kaybetmiş olan genç zabitleri tehyiç ettikçe o sıkılıyor ve şu müteheyyiç mevkiyi teskin için bir “idare-i maslahat”, bir “üslub-u hâkimane” mucizesi düşünüyordu.
Müfit Bey’in lafı bitince Akil ve doktor -sivil oldukları için- kalkıp gittiler. Kısa, bununla beraber şedit münakaşalar oldu. Paşa sükûneti tavsiye ediyor, acele işe şeytan karışacağını söylüyordu. Temmuz inkılabında mühim bir rol oynamış olan Süvari Alay Kumandanı Hasan Bey’in mitingde askerler namına nutuk irat etmesi kararlaştırıldı ve herkes dağıldı. Belki birçokları oyuna gittiler. Ben Yeni Otelin bahçesine geldim. Orada Akil’i buldum. Telgrafhaneye gittik. Müdür, nutkunu iyi okumak için şimdi gözden geçiriyor, okuyamadığı yerleri Akil’den soruyordu. Memurlar telgraf odasında mütemadiyen meşgul idiler. Ben pencerenin kenarında oturuyordum. Karşıdaki evin kızları henüz çıkan güneşin tatlı ve serin hararetleri karşısında birbirleriyle konuşuyorlar, kapılarının önünden geçen diğer kızları da tutuyorlardı. Dün geceden beri devam eden heyecanın ne olduğunu şüphesiz anlayamamışlardı. Fakat bir fevkaladelik hissettikleri hâllerinden belli idi. İki tanesi başlarına, saçlarının arasına “hürriyet kurdelesi” dediğimiz beyaz kırmızı şeyleri takmışlardı. Konuşuyorlar hatta gülüşüyorlardı: “Acaba ne var?” der gibi itimatsız İslav gözleriyle bana bakıyorlardı. Bir telgrafçı odaya girdi:
“Miting başladı.” dedi. Müdür geç kaldığımızı söylerken biz hızla ayağa kalktık, dik yokuşu biraz şiddetle indik. Sırp mektebinin önünde müdür:
“İyi okumak için iki konyak atmalıyım!” diye bizi bıraktı ve Merkez Otelinin yanından saptı. Biz yavaş yavaş hükûmete doğru ilerledik. Küçük ve intizamsız meydan tamamıyla dolmuştu. Köprüden zor geçtik. Ahalinin en arkasında duran kazanın tahrirat kâtibi genç bir çocuk, hükûmet kapısının yanındaki sütunun kenarında bir sandalye üzerine çıkmış, avazı çıktığı kadar bağırarak elindeki kâğıdı okuyor, istibdada lanetler ediyordu. Ondan sonra bir genç ve sevimli avukat mevki-i hitaba çıktı… Pek uzun söyledi. Bazen cebinden çıkardığı kâğıda bakıyor ve münasebetsiz bir yerde, mesela istibdat kelimesi geçerken alkışlar içinde kalıyordu. Ahalinin bir kısmı hakaret ve lanet makamında da el çırpıyordu. Hatipler teakup etti. Siyah gözlüklü bir Bulgar çıktı. Sonra bir şapkalı, ondan sonra bir daskal…[1 - Bulgarca “erkek öğretmen”] Bunlar da uzun ve mübalağalı söylüyorlardı. Yalnız nutuklarından “Çarigrad” kelimesini anlıyordum ki “İstanbul” demektir. Daha sonra kaza kaymakamı çıktı. İrticai ile söylemeye başladı. Taşra Rumeli şivesiyle oldukça kıymettar, haykırıyordu. Dinin, mezhebin, cinsiyetin hükûmetle hiç münasebeti olmadığını; hükûmetlerin din, mezhep, cinsiyet için değil, menfaat üzerine tesis edilmiş olduğunu ve hükûmetlerin diyanet ve kavmiyetle değil menfaatle kaim bulunduğunu çekinmeden tekrar ediyordu. Hakkıyla alkışlandı. Jandarma karakolunun pencerelerinden ihtiyar zaptiyeler kaymakamlarının bu talakatine gülerek bakıyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti Kaza Merkez-i İdaresi’nin pencereleri kapalı idi. Yanındaki medrese odalarından ihtiyar ve genç hocalar, sarıklı adamlar bozuk çehrelerle bu kalabalığı seyrediyorlar, katiyen alkışlara iştirak etmiyorlardı. Güneşin harareti tezayüt etmişti. Arkadan gazozcu çocuk el arabasını kalabalığa sokmaya çalışıyor, nutukları iyice işitmek isteyen bir arabacı atlarını daha ileri sürmeye gayret ediyordu. Medrese pencerelerinden bakan sarıklıların neşesizlikleri bende edebî bir hatıra uyandırdı. On sene evvel Pierre Loti’nin eserlerini tetebbuya yeltenirken “Aziyade”yi de okumuştum. İlk Osmanlı Meşrutiyeti’ne dair orada birkaç sahife vardır. Yağmurlu bir gün tasvir olunur. Sözde Beyazıt Meydanı’nda toplar atılır. Loti eski bir Türk kahvesine girmiş. Oradaki sarıklı ihtiyarlar Mithat Paşa’nın Kanun-i Esasi’si ile eğlenmişler, atılan toplara karşı müsterihane çubuklarını çekerek gülmüşler… Belki vehmin tesiri… Fakat ben de medrese odasından bakan sarıklılarda Meşrutiyet’e ve içtima-ya karşı aynı tahkir ve garazı gördüm. Zaten tarih bize göstermiyor mu ki hürriyet ve serbestinin her tarzına ancak rahipler karşı gelmiş ve nihayet mağlup olmuşlardır.
Kaymakamdan sonra Süvari Alay Kumandanı Hasan Bey çıktı. Biraz tutuk ve pek resmî idi. Elinde beyaz eldivenleri vardı. Kılıcına dayanıyor ve ikide bir haricî bir vaziyetle “Efendiler…” hitabını tekrar ediyordu. Kaymakamdan daha serbest söyledi. Bu hükûmeti her ne kadar Türkler teşkil etmiş ise de tevsi ve terakkisi için bütün bu memleketteki kavimlerin yani Arnavutların, Arapların, Bulgarların, Rumların, hasılı bütün unsurların çalıştığını, vatanın bütün unsurlara ait olduğunu söyledi. Hatta, “Bizim vatanımız, efendiler!” dedi, “Bağdat’tan ta Viyana’ya kadar olan yerlerdir. Orada bizim ecdadımızın kemikleri vardır. Biz terakki edip hatta oralarını istirdat etmeye gayret etmeliyiz. Bunun için mutlaka Meşrutiyet, müsavat lazımdır…”
Birkaç kişi daha çıktı, güneşin harareti yakmaya başladı. Akil’e, “Haydi gidelim.” dedim. Kalabalığı yararak çıktık. Küçük köprünün üzeri tenha idi. Oradan geçtik. Ben kışlaya gelmek üzere onu terk ettim çünkü şimendifer hattındaki karakollar toplanacak. İhtimal bizim tabur da hareket edecek. Kışlaya geldim.
Odada kimse yoktu. Hepsi dışarıda oturuyorlardı. Üsküp’ten tren-i mahsus gelecekmiş. Burada bir manastır var! Onun günü imiş… Ben içeride bugünkü intibaları yazdım. Şimdi onların yanına giderek zairlerin geçişini seyredeceğim. Hava o kadar sıcak o kadar sıcak ki ceketle oturamıyorum.
3 Nisan 1325
Bugün cuma… Gönüllüler geliyor. Redif taburu toplanıyor. Emsalsiz bir faaliyet! Bütün tabur arkadaşları hareket edeceğimizi ümit ediyorlar. Neferlerimiz hep beyaz külah giydi. Depodaki beyaz dolakları dağıttık. Biz de beyaz külah giyeceğiz. Çarıklarımız yağlandı. Ben kitapları, kâğıtları topladım. Büyük sandığa yerleştirdim. Bir kat çamaşır, esvap ayırdım bavula. Beş senedir bir gün yanımdan ayrılmayan sevgili köpeğim Koton’u, Baytar Mazlum Bey’e bırakacağım. Tamamıyla hazırım. Cuma namazından gelen tabur imamı gayet mühim bir haber verdi. Camide hutbe okunurken Sultan Hamit’in ismi okunmamış. Müftünün emri varmış. Artık onun ismi katiyen hutbelerde geçmeyecekmiş… Bu tuhaf emir beni düşündürdü. Düşündüm ki şimdi İstanbul’da ne kadar vezirler, ne kadar müşirler, ne kadar ferikler, ne kadar paşalar, ne kadar yaverler, ne kadar askerler selamlık resmini ifa ediyorlar; ona, o meşum ve yıkılmaz kuvvete, Allah’ın memleketimizde otuz iki senedir sönmeyen o korkunç ve kırmızı gölgesine perestiş ve tekâpu ediyorlar.
....

PRİMO TÜRK ÇOCUĞU

Yeni Lisan’la Hikâye
Vatan; ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan…
    Ziya Gökalp
Bu serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında meyus ve musdarip Selanik, sanki gündüzki nümayişlerden, heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş gibi baygın ve sakin uyuyordu.
Rıhtım tenha idi… Olimpos Palas’ın, Kristal’in, Splandit Palas’ın, diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştü. Katolik kilisesinin hâkim ve müstevli çanı saat üçü vuruyor, hiddetli bir ahenkle bazı yavaşlayarak bazı coşarak devam eden haris tanini karanlıklara yayılıyor, altınlı iktisat ve menfaat rüyaları gören müsterih Yahudi mahallelerinin üzerinde dalgalanıyor, sonra ta yukarılara, mert ve sessiz Türk mahallesinin sık ve geniş çatılarına doğru yükseliyordu. Kenara çarpan siyah köpüklü deniz, hava gazlarının donuk ziyalarından uçan ölüm renginde tenevvürlerin içinde, keder ve elem sedaları çıkararak ağlıyor; sanki bu nihayeti görünmeyen, bu, sabahın açık ve mavi utkusunu, beyaz ve mor sisli Olimp Dağları’nı, o mazi ve esatir vatanını yutan, yok eden muvakkat ademin, bu siyah ve müfteris gecenin gizli kinlerini faş etmek istiyordu… Biraz ötede, tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının ilerisinde, denize inen küçük merdivenin başında, hareketsiz ve mücessem bir gölge dimdik duruyor; önündeki korkunç karanlığın derinliklerinde fennin, bir hayat ve cesaret nuru gibi dolaşan, görünmez düşmanları arayan büyük gözünü, Karaburun’un projektörünü seyrediyordu. O kadar dalgındı ki… Bekçinin İkinci Cadde’deki yaya kaldırımına intizamsız fasılalarla inen sopasını, geç vakit yeşil masadan dönen zengin ve ecnebi kumarcıların acul arabalarını duymuyor; lastik tekerlekli landolar içinde geniş ve yüksek şapkalarının altına üşümüş gibi büzülen yarım gecelik sarhoş âşıklarıyla dudak dudağa öpüşerek geçen artistlerin, medeni ve necip Garp’ın vahşî Türkiye’ye bir hediyesi olan bu kibar ve mümtaz orospuların arsız kahkahalarını işitmiyordu. Güya bir kısmı eriyerek deniz hâlinde, ayaklarının dibinde fısıldayan bu kesif ve umumi karanlık gözlerinden ruhuna giriyor, bütün damarlarına yayılıyor, kalbine doluyor, şuurunu müphem bir yokluğa döndürüyordu. Bu yokluk içinde bir an, sersem ve hissiz, kaybolurken Karaburun projektörünün birden zuhuru uyuşuk dimağında yeni ve beklenilmez lemalar alevlendiriyor, onu düşünmeye sevk ediyordu. Bu zavallı mütefekkir gölge, gayet muhterem bir genç, Mühendis Kenan Bey’di… Ecnebi ve levanten mahfillerinde, taassup ve hayvanlık denilen Türklükten nefretiyle, Türklüğe yani medeniyetsizliğe karşı olan garazıyla, Avrupa muaşeret kaidelerindeki vukuf ve maharetiyle, nazikliğiyle, şen ve şuhluğu ile meşhurdu. Tahsilini Paris’te bitirmişti. On on bir sene evvel memleketine dönünce -her Paris’ten gelen gibi o da- dolgun bir maaşla İzmir’e gitmiş, orada âşık olduğu güzel bir İtalyan kızıyla izdivaç etmişti…
***
İşte bu gece ne yapacağını bilemiyordu! Kırk sekiz saatin feci ve inanılmaz tarihi sinirlerine dokunmuştu. İki defa Depo’daki yalısının önüne kadar gitti. Fakat içeri giremedi, tekrar arabaya atladı. Döndü, lanetlerden kaçan bir hain, arkasından koşulan bir mücrim gibi karanlık sokaklarda kaybolmak istedi. Dolaştı, dolaştı… Tekrar rıhtıma çıktı. Hırsız adımlarla deniz kenarına geldi. Uykuda gezen bir adam tavrıyla, “Bu nasıl olur? Bu nasıl olur?” diye sayıklıyor; işittiklerinin, gördüklerinin, gazetelerde, ilavelerde okuduklarının sahih olmasına akıl erdiremiyordu. Acaba bunlar bir rüya, bir kâbus mu idi? Fakat uyanıktı. Bunu duyuyordu. Şişen kalbi göğsünü acıtıyor, rutubetli bir hararet şakaklarını yakıyor, ateşli bir sıtma insafsız ve görünmez birer zehirli kelepçe gibi bileklerini sıkıyordu. Yirminci asrın orta yerinde; fertlerin, cemiyetlerin, devletlerin ve milletlerin hakları tamamıyla taayyün etmiş ümit olunurken bu korsan hücumu beklenilir miydi? Bu ne kadar şeni bir cinayetti… Düşüncelerini daha ziyade ilerletemiyor, beyni uyuşuyor, dizleri kesiliyor, görmek için bir şey arıyormuş gibi karanlıklara bakıyordu.
O harbi hiç sevmezdi. “Harp, hayattır!” diyen feylesofun kırmızı bir canavardan başka bir mahluk olamayacağını iddia eder, uzviyetteki “mücadele” fiilinin içtimaiyatta, insanlıkta da lazım ve mecburi bulunduğunu fenle, tecrübe ile gösteren Darwin’den nefret ederdi. Hakikate dokunmayarak daima hayal içinde yaşayan o tembel, korkak ve hasta mütefekkirlerin müşterek şiiri, “insaniyet” hülyası onun mezhebi idi. Asıllarını, menşelerini, ikinci sebeplerini bilmediği bir sürü “fazilet” hayalindeki seraptan mabette, dumandan yontulmuş büyük ve vücutsuz putlar gibi yükselir; bu ismi var cismi yok ilahların karşısında o daima ruhuyla secde ederdi. Dokuz senedir masondu… Müfrit ve muhakeme kabul etmez bir saliki olduğu farmasonluktan başka dünyada bir hakikat olamayacağına bütün vicdanıyla kanaat ederdi. Ne anane, ne mazi, ne vatan, ne kavmiyet tanırdı. Irk ve muhit nazariyesini, ruhu ve fikri hasta bütün zavallılar gibi inkâra kalkardı. Ne olduğunu vuzuhla bilmediği bir gaye, “fazilet ve insaniyet” fikri, muayyen ve sabit manası olmayan bu umumi ve müphem iki kelime; bütün mantıklara, bütün muakalelere, bütün fenlere, bütün hakikatlere isyan eden yırtıcı ve vahşi bir din gibi dimağını dumura uğratmış, ruhunu katletmiş, onu müteharrik ve yaşar bir ceset hâlinde bırakmıştı. Evet o, dörtte üç buçuğu Yahudi ve levanten olan sadık kardeşler ve kamarad’ları arasında mühim bir nüfuz ve itibara malik, gayet mutaassıp bir masondu! Yakında “grandmetr” bile olacaktı!
Birden, “Oh…” dedi. Sanki bu karanlıklardan çıkan görünmez bir el kalbine ateşten bir hançer saplamıştı; hem Selanik’teki İtalyan Mason Locası’na mensuptu… Bunu hatırlamak bütün mevcudiyetini sarstı. Sonra yine düşünmeye başladı. Öleceğini zannetti. Yalnız kalbinin yeniden sıcak bir zehirle dolduğunu, göğsünün parçalanacak gibi acıdığını duyuyordu. Hâl ve tarih birbirine karışarak hezeyan hâlinde dimağına hücum ediyor, meçhul bir ağız tarafından kulaklarına fısıldanıyormuş gibi rabıtalı rabıtasız birçok vakalar aklından geçiyor; birden ruhu, hissi, fikri, vicdanı, idraki değişiyor, tutuşturucu bir humma nöbeti varlığını eritiyor, “Ah, insaniyete hizmet eden Avrupalılar!” diye söyleniyordu. Avrupalıların evvelden ehemmiyet vermediği hatta bazı pek tabii bulduğu hareketleri ansızın aklına geliyordu. İlk defa Fransa’yı hatırladı. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet yüz senedir Afrika’yı kana boyuyor, sahranın silahsız, saf, masum, munis, haluk ve asil evlatlarını mitralyözlerle öldürüyor, asude şehirleri, sakin yuvaları seri ateşli toplarla yıkıyor hiçbir kabahati olmayan koca bir milleti esir yapıyor; vatanlarını, mallarını çalıyor; ırzlarını, hayatlarını, ruhlarını zapt ediyordu. Cezayir, Tunus, Sahra-yı Kebir, Senegambia, Madagaskar ve ilh… Son fethettikleri yerle, zavallı Fas’la Avrupa’daki kendi vatanlarının yirmi mislinden ziyade bir araziye sahip olmuş bulunuyorlardı. Bu gaddar Avrupa’nın sathı ancak on milyon kilometre murabbasıydı. Hâlbuki Afrika’daki Fransız müstemlekesi on milyon üç yüz bin kilometreyken insaniyete Fransızlardan daha ziyade hizmet etmek fikrinde bulunan İngilizlerin yalnız Afrika’daki müstemlekesi on milyon kilometre murabbasından biraz eksikti. Bir vakitler, umumi sulhtan en çok bahsedildiği zaman, meşrutiyete, hatta cumhuriyete malik en muntazam idareli, küçük fakat gayet namuslu hükûmetçeğizin üzerine aç ve kudurmuş bir hayvan gibi atılmış, onu çatır çatır paralayarak yutmuştu. Zavallı Transvaal’in yalnız bir günahı vardı: Zenginliği, altın madenlerinin bol bulunması!.. Almanya, İspanya, hatta Portekiz ve Belçika’nın da cesim müstemlekeleri vardı. İşte Afrika taksim olunmuştu. Bu, o kadar aşikârdı ki… Koca kıtada ancak Habeşistan ve Liberya gibi bir iki yerli ve müstakil hükûmetçeğiz kalmıştı. İtalya’ya da müstemlekesi dar gelmişti… Şimdi beklenilmeyen, ümit ve tahayyül olunmayan bir dakikada Trablus’a saldırıyor, elli senedir süren “Afrika’yı Latinleştirmek” faciasının son perdesini açıyor… Yahut kapıyordu! Bu nasıl insaniyet idi? Bu insaniyetin vahşilikten, barbarlıktan, yamyamlıktan ne farkı vardı!.. Silahsız Afrika’yı tamamıyla zapt eden bu yırtıcı, insafsız, müthiş Avrupalılar; Asya’yı da paylaşıyorlar, bu tecavüzlerine soğukkanla, “Şark Meselesi!” diyorlardı. Milyonlarca adamı insan yerine saymıyorlar, onlara hayvanlardan daha aşağı muamele ediyorlardı. Kendi memleketlerinde yalancıktan gülünç insaniyetler gösteren, şefkat pazarları, şefkat müesseseleri tesis hatta hayvanları himaye cemiyetleri teşkil eden bu dolandırıcı, alçak Avrupalılar; zavallı Çin ahalisinin sıhhat ve afiyetini, neslinin istikbalini muhafaza için afyonu menedince, birden kuduruyorlar, bütün alacalarını meydana çıkarıyor, “Ticaretimize ziyan gelir!” diye bu talihsiz hükûmeti sıkıştırıyor, korkutuyorlar, tekrar afyonu müsaade ettiriyorlardı… Ticaretlerini üç yüz milyon insanın sıhhat ve afiyetinden, istikbalinden daha kıymetli görüyorlar, üç yüz milyon Çinliye memleketlerindeki köpekler kadar ehemmiyet vermiyorlardı. İngiltere; Hindistan’ın kanını emiyor, bütün hazinelerini Avrupa’ya taşıyor, iki yüz doksan beş milyon insanı hizmetçi hayvanlar, yani at ve eşek gibi her haktan mahrum, kendi hesabına çalıştırıyor; Rusya, Türk yurdunu akla gelmez gaddarlıklarla çiğniyor; İngiltere ile üç bin senedir yaşayan kadim bir milleti, viran olan İran’ı haritadan silmek, yeryüzünden kaldırmak için ittifak ediyordu… Türkiye’nin taksimi de muhakkaktı! Çünkü Asya yağmasına onu engel görüyorlardı. Evvela onu zayıf bırakmak, mahvetmek lazımdı. Hemen bir asır evvel Avrupalılar aleyhimize kalkmışlar, Navarin’de donanmamızı yakarak Yunanistan’ı icat etmişlerdi. Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Şarki Rumeli; Cezayir, Tunus, Kıbrıs, Mısır, Sudan yağmaları birbirlerini takip etmiş, nihayet son idam kararımız Reval Mülakatı’nda verilmişti. Meşrutiyet ilan edilince sözde bu karar tehir edildi. Hâlbuki bu tehir tamamıyla yalandı… Bizi dünya yüzünden kaldırmak için çizilen plan duruyordu; Bosna-Hersek zorla alındı. Meseleler yine bakiydi: Makedonya meselesi, Arnavutluk meselesi, Girit meselesi, Boğazlar meselesi, Şarki Anadolu meselesi, Mezopotamya meselesi, Irak meselesi, Suriye’nin istiklali meselesi, Arabistan meselesi ve ilh… Bu meseleleri Avrupalılar birer birer halledeceklerdi. Yalnız hepsinin münasip vakitlerini bekliyorlardı… Bunları süratle düşünmek beynini donduruyor, onu asılmak için ipe doğru yürüyen, celladın satırı altında başını uzatan masumun duyduğu o mütevekkil, ümitsiz fakat necip korku ile titretiyordu. Vücudunda hiç kuvvet kalmadığını hissediyor, sebepsiz gözyaşlarıyla ağlamak, denize, bu erimiş adem gecesine atılmak, mahvolmak istiyordu, işte Trablus meselesinin halli zamanı gelmişti. O da herkes gibi bunun farkında olmamış, uyurken hançerlenen bir adamın uyanarak, lakin ne olduğunu anlamayarak ölmesi gibi, his ve muhakemesini birden kaybetmişti. Başı fena hâlde ağrıyor, şakaklarından kanlarının uğuldayarak geçtiğini işitiyor, karşısındaki kuzguni ve nihayetsiz karanlığa bakıyordu. Karaburun’un projektörü tekrar doğdu. Bu, uzun ve münevver bir hattı. Seri bir daire çizdi. Olimp’e dikildi. Şimdi gözleri bu ufki nura dalıyor, bu nurun içinde mavi deniziyle, açık semasıyla, sevimli kalesiyle, beyaz minareleriyle, latif ve sade evleriyle, yüksek hükûmet sarayıyla, Münşiye Mahallesi’nin sağındaki yeşil hurma ormanıyla Trablus’un hayalini görüyordu.
Alçak düşman bu güzel memleketi topa tutmuş, zapta kalkmıştı. Ve ortada hiçbir sebep yoktu. Bu derecede kaba ve deni bir tecavüze kimler cesaret ediyorlardı? Bu milletin içinde namuslu insan yok muydu? Bu millet baştan aşağıya kadar korsan mıydı? Hükûmetleri bir ahlaka, bir vicdana sahip insanlardan mürekkep değil miydi?.. Düşünüyordu… Projektörün nuru tekrar söndü. Ufki ve beyaz Trablus hayali kayboldu. Gözleri yine karanlıklarda kaldı… İtalyan Başvekili Gioletti, Hariciye Nazırı San Julianos da Avrupa’da hükûmet adamlarının çoğu gibi mason değil midirler?.. Şöhretli grandmetr’leri, mason hükümdarları, mason prensleri, mason lordları, mason milyonerleriyle “Yalnız insaniyet, başka bir şey yok!” diyen farmasonluk şimdi neredeydi?.. Başı dönüyordu. Düşeceğini zannetti. Biraz geri çekildi. Yukarı doğru yürümeye başladı. Yanından geçen devriye polisi, “Kimdir bu?” der gibi yüzüne bakıyordu. Bütün hayatında ne kadar yanlış ve çürük fikirlerle aldandığını, kavmiyetsizliğin, milliyetsizliğin, “beynelmileliyetçilik ve masonluk” hülyasının biraz düşünebilen bir adamı hüngür hüngür ağlatacak derecede gülünç bir budalalık olduğunu anlıyor, istemeyerek içinden, “Ben neyim?..” diye kendi kendine soruyor fakat “Türk’üm!..” demeye cesaret edemiyor, şimdiye kadar ruhu zapt olunmuş kıymetsiz bir cesetten başka bir şey olmadığını idrak ile hiddetinden ve utanmasından ağlamak istiyordu. O da Türkleri dünya yüzünden kaldırmak için birbirleriyle tamamıyla ittifak etmiş olan Avrupalıların naçiz bir kulu, muti bir hizmetçisi, memluk bir kölesi değil miydi? Avrupalılara, Avrupalıların âdetlerine, ananelerine, terbiyelerine, muaşeretlerine, muhitlerine, cemiyetlerine tapmıyor muydu? Ecnebilerden aldığı ehemmiyetsiz bir nişan, bir madalya onu nasıl deli gibi sevincinden çıldırtır ve iftihar ettirirdi?..
Türkleri, Türklerin vatanını mesele mesele taksim edip taksit ile maddi olarak parçalamaya çalışan bu yağmacı ve doymaz Avrupalılar manevi hücumlarını da ihmal etmiyorlardı. Lisanlarını, maariflerini, ahlaklarını, terbiyelerini, âdetlerini neşir ile bir asırdan beri içimizde yalnız isimleri “Türk ve Şarklı” kalmış müthiş bir “renksiz ordusu” teşkil ediyorlar; bu renksizlerle şekimemize saldırıyorlar, bizi zayıflatıyorlar, milliyet ve Türklük fikrini farmasonluk efsanesiyle boğuyorlardı. Düne gelinceye kadar kendisi bile “Türk’üm!” demeye sıkılmıyor muydu? Ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkâr eden, milliyetinden utanan ne kadar Avrupalılaşmış renksiz vardı? Düşünüyor ve hızlı hızlı gidiyordu. Gümrüğün arkasına, yeni apartmanların hizasına gelmişti.
“Nereye gidiyorum?” dedi. Sabaha ancak birkaç saat vardı. Bu gece yatmayacak mıydı? Fakat nerede yatacaktı? Evini, yalısını hatırlayınca soğuk bir titreme duydu. Oraya nasıl gidecekti? Artık o eve girerse nefret ve hiddetinden elem ve nedametinden ölmeyecek miydi? Tekrar döndü. Beyni sulanmış da kafasının cidarlarına çarpıyormuş gibi, her adımda başında dayanılmaz bir acı duyuyordu. Yürüdü. Yürüdü ve şuursuz bir hareketle Splandit Palas’ın önüne geldi. Camlı kapıdan görünen aydınlık ve taş koridorun nihayetinde, bir sandalye üzerinde garson uyukluyordu. Çan düğmesine bastı. Garson birden uyandı ve çabuk adımlarla kapıya geldi. Açtı. Bu, kır bıyıklı, kırk yaşında tahmin olunur bir Rum’du.
“Oda var mı?” diye sordu. Garson anlamamış gibi yüzüne baktı. Sözde Türkçe bilmiyordu. Biraz tereddütten sonra, “Malista…” dedi fakat karşısındakinin Rumca bilmediğini intikal edince tekrar iğrenç bir Yahudi Fransızcasıyla ilave etti:
“II ya, il ya, veuillez entrer!”
Mermer basamaklı merdivenin başına gelince garson geride kaldı. Yine o yalnız Selanik’e mahsus olan bozuk ve yanlış Yahudi Fransızcasıyla, “Siz çıkınız mösyö, yukarıda odanız gösterilecek.” dedi. Bir düğmeye bastı. Yukarıda bir zilin çalındığı işitilir gibi oldu. Merdiveni yavaş yavaş çıkıyor, başının ağrısından gözleri kapanıyordu. Kendisini, ortadaki salonun açık kapısı önünde buldu. İçeride gayet sarı saçlı, beyaz esvaplı bir Avrupalı kadınla başı açık ve esmer bir delikanlı konuşuyor ve gülüşüyorlardı. Gözlerini ovuşturarak gelen kuvvetli, çirkin ve biçimsiz garson onu sağ taraftaki tek yataklı odalardan birine götürdü. Çiğ ve beyaz aydınlığı söndürüp yalnız kalınca sırtüstü karyolaya uzandı. Soyunmaya hatta potinlerini çıkarmaya takati yoktu. Gözleri kapandı. Kollarını başının üstüne çaprazvari koydu.
Uyuyamıyor, başının zonkladığını duyuyor, evini düşünüyordu! İhtimal zevcesi bu akşam onu beklemiş ve kim bilir ne kadar merak etmişti ama nasıl gidecekti? Kırk sekiz saattir birbirini takip eden vakalar, haberler onu şaşırtmış, mevcudiyetini, ruhunu değiştirmiş, muhakemesini perişan etmişti. Şimdi ne kadar müşkül bir mevkide kalmıştı… Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinden ansızın uyanan millet İtalyan mektebinin, acentesinin, hastanesinin hatta konsoloshanesinin armalarını parçalamış; bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmış, heyecanlı nümayişler yapmıştı. Ne kadar İtalyan varsa şüphesiz hepsi kovulacaktı. İtalyan dostu görünecek bir Türk şüphesiz lanetler, nefretler içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacaktı…
Başının ağrısından gözleri yaşarıyor ve akacak gibi oluyordu. Yüzükoyun döndü. Gözlerinin önüne zevcesi, çocuğu, evi geliyordu. O hiç böyle bir günü düşünmemiş, bu ana kadar mesut yaşamıştı. Bir Garplı ile bir İtalyanla izdivaç etmek, hayatını birleştirmek ona pek tabii görünmüş hatta iftihar edilebilecek bir mümtazlık gibi gelmişti. Avrupa’dan geldiği seneyi, gençlik ve bekârlık günlerini hatırlıyor, mazisini sesli bir sinematograf süratiyle hayalinden geçiriyordu. Grazia’yı ilk defa İzmir’de bir baloda görmüş ve hayret etmişti. Bu kız eski Roma tarzında fantezi esvaplar giyiyor ve tıpkı İmparator Hadrian’ın metresi Antinous’a benziyordu. Avrupa’da tahsili esnasında sanat tarihini tetebbu ederken hep Louvre Müzesine gider, saatlerce bu latif gözdenin heykeline bakardı. İzmir’de bu heykelin canlısını görmek onu deli ediyordu. Grazia’ya hemen âşık olmuştu. Evvela babasına kendisini takdim ettirdi. Bu mösyö, Vitalis isminde bir İtalyan mühendisti. Mesleklerinin bir olması ahbaplıklarının çabuk ilerlemesine sebep oldu. Mösyö Vitalis’in hükûmette görülecek işleri, memlekette çevrilecek birçok dalavereleri vardı. Bu genç Türk’e mal bulmuş Mağribî gibi sarıldı. Evine kabul etti. Onu âdeta kendisine fahri bir tercüman, fahri bir komisyoncu yaptı. Fahri ve bedava olmakla beraber gayet terbiyeli olan bu hizmetçi ona istediği kadar iş buluyor, hilelerine, ihtikârlarına, vurgunlarına yardım ediyor, hükûmetteki müşküllerini bir dakikada hallediveriyordu. Hem bu Türk zengin idi. Kızına gayet kıymetli hediyeler veriyordu… Fakat bedava ve sadık tercümanının kızına âşık olduğunu, onunla izdivaç etmek istediğini işittiği vakit çok hiddetlendi. Bir Türk’e kızını vermek… Bu mümkün mü idi? Bir barbara, bir vahşiye, bir medeniyet düşmanına, hasılı bir Türk’e nasıl kız verilirdi?.. Şiddetle reddetti. Aradan birkaç ay geçti. Lakin tuhaftı; kızı da bu Türk’ü istiyordu. Mösyö Vitalis gençliğinden beri İspanya’da kurduğu şatoların temellerini birden kazılmış gördü. Büyük bir menfaat onu bekliyordu… Biraz feylesoflaştı, biraz âlimleşti. İtalya’da, aç ve sefil günlerde bütün ruhuyla intikal ettiği sosyalizm nazariyeleri tekrar muhakemesine avdet etti. Bir gün kızına dedi ki:
“Zanneder misin, bu Kenan bir Türk’tür?” Grazia tehalükle:
“Asla, asla! Kenan asla bir Türk değildir ve asla bir Türk olamaz…” diye cevap vermişti. Sonra uzun uzadıya hasbıhâl ettiler. Mösyö Vitalis kızına tarihten, ensabiyat ilminden bahis açtı; Bizans İmparatorluğu’nu zapt eden Türkler ancak bir avuçtu… Bugün görülen Rumeli ve Anadolu ahalisi hep Rum’du. Fakat zorla dinleri tebdil edilmişti. Evet Kenan da bir Rum çocuğu idi. Türkiye, Avrupalılar tarafından taksim edildikten sonra hiç şüphesiz Rumeli ve Anadoluda Türk namı altında yaşayan on yedi milyon Rum eski dinlerine dönecek, Hristiyan olacaklardı… Mösyö Vitalis böyle anlatıyor, bütün Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk bir familya olmadığını ve hatta bunu aklı eren malumatlı Türklerin de itiraf ettiklerini ilave ediyor; Grazia şaşıyor ve seviniyordu. Kenan tekrar davet edildi. Bu musahabeler yanında açıldı. Tarihleriyle, eserleriyle, ananeleriyle, kahramanlıklarıyla şöhret kazanan, daha Abbasiler zamanında Garb’a üşüşmeye başlayan milyonlarca Türk’ü, Karamanlıları, Selçukluları, Akkoyunluları, Karakeçilileri unutarak; Osman Hanedanı’nın zuhurundan birkaç sene evvel Rumeli’ye, Vardar Vadisi’ne geçen bahadır Türklerin vücudunu inkâr ederek o da Türkiye’de hiç Türk bulunmadığını tasdik etti.
Baba kız hayalleriyle Kenan’ı Rum olarak kabul ettikten sonra izdivacı o kadar imkânsız görmediler. Mösyö Vitalis iki sene evvel ölen babasından Kenan’a on beş bin liralık bir miras kaldığını öğrenmişti. Bu mühim bir para idi, hususuyla Türkiye’de… Sonra Şark Meselesi halledilince, yani Türkiye Avrupalılar tarafından parça parça taksim edilince en büyük mevkileri böyle Kenan gibi mütefennin, Avrupa’da tahsil görmüş, yerlilerin ruhuna vâkıf, muktedir adamlar işgal edecekti. Evet Grazia’nın talihi iyiydi… Mösyö Vitalis izdivacı müsait gördü. Lakin birkaç ehemmiyetsiz şartı vardı: Kenan izdivaçtan evvel iratlarını satacak, kızına beş bin lira verecek; Türk âdetlerine sadık kalmış mutaassıp akrabalarıyla asla münasebet ve ülfette bulunmayacak; doğacak çocukları İtalyan terbiyesi görecek ve İtalyan olacak… Grazia her hususta serbest bulunacak… Kendisine de bazı teşebbüslerinde kullanılmak için, borç gibi, beş bin lira verilecek!.. Kenan hemen İstanbul’a gitmiş, satılacak şeyleri satmış, bütün şartları kabul ederek Grazia ile birleşmişti. İki sene içinde birbiri üstüne iki erkek çocuğu olmuştu. Gayet mesuttu. İtalyan âdetini takip ederek çocuklarını numara ile çağırıyorlar: “Primo! Sekundo!” diyorlardı. Sekundo iki sene evvel hastalanmış ve ölmüştü. Şimdi yalnız Primo ile kalmışlardı… Mösyö Vitalis Meşrutiyet’in ilanından sonra Türkiye’de işlerin iyi gitmeyeceğini vehmederek binlerce lira ile on parasız geldiği İtalya’ya gitmişti. Orada bir çiftlik almış, işten el çekmişti. Kızına ve damadına her hafta bir kartpostal ve her ay uzun bir mektup gönderiyordu…
Acaba bu tecavüzün üzerine neler yazacak, İtalyan armadasının galebesini, İtalyan askerinin kahramanlıklarını nasıl methedecekti. Kenan bilmediği bir yerinden yaralanmış gibi yüzünü buruşturdu. Uyuyamıyordu…
Şimdi babası, Grazia’yı ve kendisini İtalya’ya çağırmayacak mıydı? Ne yapacaktı?.. Gidecek miydi?.. Hayır… O hâlde?..
Acaba Grazia tabiiyetini tebdil etmeye razı olacak mıydı? Çocukları vardı. Ve işte on seneye yakın birbirlerini o kadar seviyorlardı… Şakaklarından soğuk terler akıyordu. Cebinden mendilini çıkardı. Yüzünü sildi. Saçlarını parmaklarıyla karıştırdı. Gözlerini açtığı vakit pencereden dışarısının aydınlanmakta olduğunu gördü. Sabah oluyordu. Ömründe ilk defa olarak bütün bir geceyi uykusuz geçiriyordu. Ayağa kalktı. Gerindi. Başı ağrıdan uyuşmuş gibiydi. Pencereye yaklaştı. Sokağa baktı. Karşıki binanın ikinci katındaki balkonuna yaşlıca bir kadın birtakım örtüler asıyor ve rıhtımda koyu lacivert bir deniz, koyu lacivert bir sema altında uzanıp gidiyordu. Sokağın içinde birkaç Yahudi kavga eder gibi konuşuyorlar, yirmi otuz kişilik bir gürültü husule getiriyorlardı. Döndü. Tekrar yatağa uzandı. Gözlerini kapadı. Uyuyamıyordu, İçinden:
Ne yapacağım? Ne yapacağım? diyor, hiçbir karar veremiyor, ızdıraptan ve azaptan kıvranıyordu…
***
(…) Otelin kapısından çıkınca gözleri kamaştı. Büyük bir güneş zeval noktasına yaklaşmış, ortalığı çiğ, şedit ve beyaz bir ziya içinde bırakmıştı. Deniz sakin ve mavi idi. Arabalar, tramvaylar yine eskisi gibi geçiyor, herkes sanki eskisinden biraz daha hızlı yürüyordu.
Tramvaya binmedi. Beyazkule’ye kadar yayan gitmek istedi. Evvela deniz kenarını takip etti. Bu tarafı çok tenha idi. Tek tük birkaç kişi geçiyordu.
Sonra yine binalar cihetine saptı. Meyus bir çehreye rast gelmiyordu. Aksine şapkalıları daha şen, daha mesut görüyordu. Tüccar kâtipleri, mağaza memurları, kendi kendilerine hayalî bir ehemmiyet veren tatlı su Frenkleri, hasılı bütün bu renksiz ve Türklüğe düşman güruh seviniyordu, iyice dikkat etti. Hariçten biri gelse mutlaka bugün bir bayram var zannedecek! Asabileşiyor, dişlerini sıkıyor, dudaklarını ısırıyor, “Sevininiz hainler, sevininiz! Bizim felaketimiz sizin için saadettir!” diyordu. Beyazkule’ye geldi. Duvarları yıkma ameliyesi tatil olunmuştu. İttihat Bahçesi’nin önünde durdu. Asker kulübünün karşısında boş bir araba duruyordu. Binsem mi? diye düşündü. Vazgeçti. Ne oldukları belirsiz, irili ufaklı, şapkalı çocuklar Fransızca ilaveleri birbirlerine okuyorlar, katılacak derecede gülüyor ve itişiyorlardı. Güneş yüzünü yakıyordu. Hava gazı direğinin dibinde birkaç ecnebi kadınla birkaç şapkalı duruyor ve tramvayı bekliyordu. Erkekler şüphesiz yeni başlayan harbi, düşman filosunun muzafferiyetini anlatıyorlar ve kadınlar mesrur bir merakla dinliyorlardı. Nihayet uzaktan yaklaştığı görülen tramvay geldi. Ağzı ağzına dolu idi. Yalılarda oturanlar öğle yemeğine dönüyorlardı. Yer yoktu. Arkadaki arabaya atladı. Kondüktörün mevkisinde ayakta durdu. Herkes birbiriyle konuşuyordu. Türkçe bir kelime geçmiyordu. Dikkat etti. Tramvayın içine baktı.
Kadın erkek hepsi şapkalı idi. İğne atılsa yere düşmeyecek olan bu koca müteharrik ve umumi meskenin içinde kendisiyle beraber ancak üç fesli vardı. Diğer iki fesli de tramvayı idare eden adamla biletçi idi.
Tramvay yürürken bu vicdan ezici mağlubiyet ve perişanlık manzarasını görmemek için artık dışarısını seyrediyordu. Yalısına yaklaşmıştı, neden sonra tekrar dikkat etti. İşte aksi gibi bir fesli geçmiyordu. Hep şapkalı, şapkalı, şapkalı… Kendi kendini teselli etmek, bütün bütün yeise ve ümitsizliğe bırakmamak istedi, “Garip tesadüf?” dedi, “Bu kadar yolda bir feslinin geçmemesi pek garip…”
Küçük, zarif yalısı ölmüş gibi sessizdi. Bütün panjurları kapalıydı. Bahçeden geçti. Taş merdiveni çıktı, çana bastı, hizmetçi kız geldi, kapıyı açtı, asabi bir istical ile sordu:
“Madam nerede?”
“Sabahleyin araba getirtti. Dışarı çıktı.”
“Primo?”
“O da madamla beraber gitti.”
“Madam bir şey söylemedi mi?”
“Hayır…”
İçeri girdi. İki yol sandığı hazırlanmıştı. Demek Grazia yolculuğu düşünüyordu. Burasını ilk defa görüyormuş gibi duvarlara, perdelere, möblelere, eşyalara bakıyor, hayret ediyordu. Bütün bu muhitte Türk hayatına, Türk ruhuna ait bir gölge, bir çizgi bile yoktu… Birden Bursa’daki çocukluğunun geçtiği baba evini hatırladı; sofada rahat ve beyaz örtülü divanlar vardı. Odalar gayet temiz ve halı dolu idi. Kubbe tarzında yapılmış nakışlı tavanda asılı yaldızlı kafesinin içinde bir kanarya daima öter, merdiven başındaki ceviz ağacından eski ve guguklu saat, alaturka saat başlarını haykırarak onun gürültüsünü keserdi. Babasının odası gözünün önüne geliyordu. Buraya selamlık da derlerdi. Alçak sedirler ve kalın halılarla döşeli olan bu geniş oda, ağır vişne rengindeki perdeleriyle biraz karanlıkça idi. Duvarlarda eğri ve altın kakmalı kılıçlar, kamalar, piştovlar asılı idi. Hatta bir gün babası bu kılıçlardan birini indirmiş, kınından çıkararak ona birtakım siyah lekeler göstermiş ve “Bunlar ne? Biliyor musun?” diye sormuştu. O, ne olduğunu anlamayarak “Çok kirlenmiş, temizletelim…” cevabını vermişti. Hâlâ duyuyor gibi oluyordu; o vakit babası gülümsemiş ve büyük eliyle minimini sırtını okşayarak “Hayır, oğlum, hayır!” demişti, “Bunlar kir değil… Bunlar düşman kanı… Bu kılıç bize dedelerimizden kaldı. Babam da ben de onunla harbe gittik. Bu kılıç yedi muharebe gördü. Üzerindeki düşman kanı en büyük kıymetidir, temizlenmez…”
Sonra bir gün yalnızken hizmetçiye diğer kamaları ve irili ufaklı kılıçları indirtmiş, kınlarından çıkararak bakmıştı. Hepsi, hepsi kanlıydı ve bu kanlar düşman kanıydı… Yine bu odadaki baş sedirin üstünde etrafı ipekten ve sırmalı çevrelerle süslenmiş büyük bir levha vardı. İki sütun üzerine, kırmızı ve ince çiçekler içine yazılmış olan bu satırları daima okur hatta ezberlerdi. Bu sert ve temiz, sanki altın ve çelikten yapılmış bir kaside idi. Mertlik nasihatleri veriyor; mert bir Türk ruhundan saçılıyor; iffet, namus, metanet, istiğna tavsiye ediyordu. Bazı mısraları aklına geliyordu işte:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/pembe-incili-kaftan-69428824/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Bulgarca “erkek öğretmen”
Pembe İncili Kaftan Омер Сейфеддин
Pembe İncili Kaftan

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

  • Добавить отзыв